Yazılı ve Sözlü Sorular Araştırma Komisyonları Soruşturma Komisyonları
                                                                      Son Tutanak Tutanak Sorgu Tutanak Metinleri Gizli Oturum Tutanakları
                                                                                                                                            Uluslararası Komisyonlar Dostluk Grupları
                                                                                      Genel Sekreterlik Mevzuat Telefon Rehberi Etik Komisyon Duyurular

DÖNEM : 20 CİLT : 25 YASAMA YILI : 2

 

T. B. M. M.

TUTANAK DERGİSİ

85 inci Birleşim

24. 4 . 1996 Perşembe

 

 

İ Ç İ N D E K İ L E R

  I. – GEÇEN TUTANAK ÖZETİ

II. – GELEN KÂĞITLAR

III. – BAŞKANLIĞIN GENEL KURULA SUNUŞLARI

A) GÜNDEMDIŞI KONUŞMALAR

1. – İstanbul Milletvekili M. Sedat Aloğlu’nun, TBMM Dışişleri Komisyonu üyelerinden müteşekkil bir heyetin Arnavutluk’a yaptığı ziyarete ilişkin gündemdışı konuşması

2. – Adıyaman Milletvekili Celal Topkan’ın, Refahyol Hükümetinin uygulamalarına ilişkin gündemdışı konuşması ve Devlet Bakanı Lütfü Esengün’ün cevabı

3. – Ankara Milletvekili Ersönmez Yarbay’ın, Ankara’nın köylerindeki eğitim sorunlarına ilişkin gündemdışı konuşması

B) TEZKERELER VE ÖNERGELER

1. – Erzincan Milletvekili Mustafa Kul’un (6/482, 485, 493) esas numaralı sözlü sorularını geri aldığına ilişkin önergesi(4/164)

C) ÇEŞİTLİ İŞLER

1. – Samsun Milletvekili Murat Karayalçın’ın, Bitlis Milletvekili Kâmran İnan’ın, ANAPGrubu adına yaptığı konuşmayla ilgili açıklaması

IV. – GENSORU, GENEL GÖRÜŞME, MECLİS SORUŞTURMASI VE MECLİS ARAŞTIRMASI

A)ÖNGÖRÜŞMELER

1. – Aydın Milletvekili İsmetSezgin ve 21 arkadaşının, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri konusunda genel görüşme açılmasına ilişkin önergesi (8/10)

V. – KANUN TASARI VE TEKLİFLERİYLE KOMİSYONLARDAN GELEN DİĞER İŞLER

1. – 926 Sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanununa Bir Geçici Madde Eklenmesine İlişkin 488 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ve Millî Savunma Komisyonu Raporu (1/215) (S. Sayısı : 23)

2. – 17.7.1964 Tarihli, 506 Sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu ve 2.9.1971 Tarihli, 1479 Sayılı Esnaf ve Sanatkârlar ve Diğer Bağımsız Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kurumu Kanunu ile 17.10.1983 Tarihli, 2926 Sayılı Tarımda Kendi Adına ve Hesabına Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kanununa Göre Tahakkuk Eden Prim ve DiğerAlacakların Tahsilatının Hızlandırılması Hakkında Kanun Tasarısı ve Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Raporu (1/573) (S. Sayısı : 250)

VI. – SORULAR VE CEVAPLAR

A) YAZILI SORULAR VE CEVAPLARI

1. – İstanbul Milletvekili Necdet Menzir’in, Ahıska Türkleri ve Bulgaristan göçmenleri için yapılan konutların ödenmesine ilişkin Devlet Bakanından sorusu ve Bayındırlık ve İskân Bakanı Cevat Ayhan’ın yazılı cevabı (7/2195)

2. – Adana Milletvekili Erol Çevikçe’nin, Çukurova’da meydana gelen don olayının buğday ve narenciye bahçelerine verdiği zararlara karşı tedbir alınıp alınmayacağına ilişkin Başbakandan sorusu ve Tarım ve Köyişleri Bakanı Musa Demirci’nin yazılı cevabı (7/2219)

3. – Bursa Milletvekili Yüksel Aksu’nun, İznik Gölünün kirlenmeye karşı korunmasına ilişkin Çevre Bakanından sorusu ve Tarım ve Köyişleri Bakanı ve Çevre Bakanı vekili Musa Demirci’nin yazılı cevabı (7/2408)

4. – Niğde Milletvekili Akın Gönen’in, şehit yakınlarının istihdamına ilişkin sorusu ve İçişleri Bakanı MeralAkşener’in yazılı cevabı (7/2441)

 

I. – GEÇEN TUTANAK ÖZETİ

TBMM Genel Kurulu saat 14.00’te açıldı.

İstiklal Marşı söylendi.

Genel Kurulun 9.4.1997 tarihli 80 inci Birleşiminde alınan karar uyarınca, TBMM’nin 77 nci kuruluş yıldönümü ve Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramının kutlanması ve günün önem ve anlamının belirtilmesi amacıyla :

TBMMBaşkanı Mustafa Kalemli’nin sunuş konuşmasından sonra;

RPGenel Başkanı ve MeclisGrubu Başkanı Necmettin Erbakan,

ANAP Genel Başkanı ve Meclis GrubuBaşkanı A. Mesut Yılmaz,

DYP Genel Başkanı ve Meclis GrubuBaşkanı Tansu Çiller,

DSP Genel Başkanı ve Meclis GrubuBaşkanı Bülent Ecevit,

CHP Genel Başkanı ve Meclis GrubuBaşkanı Deniz Baykal,

BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu,

DTP Genel Başkan Yardımcısı İsmet Sezgin,

Birer konuşma yaptılar.

Malatya Milletvekili Oğuzhan Asiltürk, DSPGenel Başkanı ve MeclisGrubu Başkanı Bülent Ecevit’in konuşması sırasında partilerine sataşması nedeniyle bir konuşma yaptı.

24 Nisan 1997 Perşembe günü saat 15.00’te toplanmak üzere, birleşime 16.30’da son verildi.

Mustafa Kalemli

Başkan

Zeki Ergezen Mustafa Baş

Bitlis İstanbul

Kâtip Üye KâtipÜye

II. – GELEN KÂĞITLAR

24 . 4 . 1997 PERŞEMBE

Sözlü Soru Önergesi

1. – İzmir Milletvekili Atilla Mutman’a, zeytin ve zeytinyağı üreticilerinin ürün bedellerine ilişkin Sanayi ve Ticaret Bakanından sözlü soru önergesi (6/515) (Başkanlığa geliş tarihi : 15.4.1997)

Yazılı Soru Önergeleri

1. – Ankara Milletvekili Yücel Seçkiner’in, bazı komutanların emekliye sevk edileceği yolundaki iddiaların doğru olup olmadığına ilişkin Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısından yazılı soru önergesi (7/2553) (Başkanlığa geliş tarihi : 15.3.1997)

2. – İstanbul Milletvekili Bülent Akarcalı’nın, Beşiktaş’ta Ihlamur Kasrı karşısında bulunan parka inşaat yapılacağı iddiasına ilişkin KültürBakanından yazılı soru önergesi (7/2554) (Başkanlığa geliş tarihi : 15.4.1997)

3. – İstanbulMilletvekili BülentAkarcalı’nın, İstanbul’da İlçe belediyelerine tüp gaz dolum satış yerlerinin kapasitelerinin artırılması için bir tebligatta bulunulup bulunulmadığına ilişkin Sağlık Bakanından yazılı soru önergesi (7/2555) (Başkanlığa geliş tarihi : 15.4.1997)

4. – İstanbulMilletvekili BülentAkarcalı’nın, İstanbul Haliç’teki çamurun temizlenmesi işinin verildiği firmaya ilişkin Çevre Bakanından yazılı soru önergesi (7/2556) (Başkanlığa geliş tarihi : 15.4.1997)

5. – İstanbulMilletvekili BülentAkarcalı’nın, özel bir kongrede alınan bazı kararlara ilişkin Devlet Bakanından yazılı soru önergesi (7/2557) (Başkanlığa geliş tarihi : 15.4.1997)

6. – Tekirdağ Milletvekili Bayram Fırat Dayanıklı’nın, hayvvan sigorta bedellerinin geç ödendiği iddiasına ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi (7/2558) (Başkanlığa geliş tarihi : 16.4.1997)

7. – İzmir Milletvekili Sabri Ergül’ün, Bakanlıkta görev yapan bazı unvanlı personelin sayısına ilişkin Bayındırlık ve İskân Bakanından yazılı soru önergesi (7/2559) (Başkanlığa geliş tarihi : 16.4.1997)

8. – İzmir Milletvekili Sabri Ergül’ün, Bakanlıkta görev yapan bazı unvanlı personelin sayısına ilişkin Adalet Bakanından yazılı soru önergesi (7/2560) (Başkanlığa geliş tarihi : 16.4.1997)

9. – İzmir Milletvekili Sabri Ergül’ün, Bakanlıkta görev yapan bazı unvanlı personelin sayısına ilişkin Millî Eğitim Bakanından yazılı soru önergesi (7/2561) (Başkanlığa geliş tarihi : 16.4.1997)

10. – İzmir Milletvekili Sabri Ergül’ün, Bakanlıkta görev yapan bazı unvanlı personelin sayısına ilişkin Orman bakaından yazılı soru önergesi (7/2562) (Başkanlığa geliş tarihi : 16.4.1997)

11. – İzmir Milletvekili Sabri Ergül’ün, Bakanlıkta görev yapan bazı unvanlı personelin sayısına ilişkin Kültür Bakanından yazılı soru önergesi (7/2563) (Başkanlığa geliş tarihi : 16.4.1997)

12. – İzmir Milletvekili Sabri Ergül’ün, Bakanlıkta görev yapan bazı unvanlı personelin sayısına ilişkin Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanından yazılı soru önergesi (7/2564) (Başkanlığa geliş tarihi : 16.4.1997)

13. – İzmir Milletvekili Sabri Ergül’ün, Bakanlıkta görev yapan bazı unvanlı personelin sayısına ilişkin Çevre Bakanından yazılı soru önergesi (7/2565) (Başkanlığa geliş tarihi : 16.4.1997)

14. – İzmir Milletvekili Sabri Ergül’ün, Bakanlıkta görev yapan bazı unvanlı personelin sayısına ilişkin Tarım ve Köyişleri Bakanından Bakanından yazılı soru önergesi (7/2566) (Başkanlığa geliş tarihi : 16.4.1997)

15. – İzmir Milletvekili Sabri Ergül’ün, Bakanlıkta görev yapan bazı unvanlı personelin sayısına ilişkin Sanayi ve Ticaret Bakanından yazılı soru önergesi (7/2567) (Başkanlığa geliş tarihi : 16.4.1997)

16. – İzmir Milletvekili Sabri Ergül’ün, Bakanlıkta görev yapan bazı unvanlı personelin sayısına ilişkin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanından yazılı soru önergesi (7/2568) (Başkanlığa geliş tarihi : 16.4.1997)

17. – İzmir Milletvekili Sabri Ergül’ün, kamu personel atamalarına ilişkin Bayındırlık ve İskân Bakanından yazılı soru önergesi (7/2569) (Başkanlığa geliş tarihi : 16.4.1997)

18. – İzmir Milletvekili Sabri Ergül’ün, kamu personel atamalarına ilişkin Millî Eğitim Bakanından yazılı soru önergesi (7/2570) (Başkanlığa geliş tarihi : 16.4.1997)

19. – İzmir Milletvekili Sabri Ergül’ün, kamu personel atamalarına ilişkin İçişleri Bakanından yazılı soru önergesi (7/2571) (Başkanlığa geliş tarihi : 16.4.1997)

20. – İzmir Milletvekili Sabri Ergül’ün, kamu personel atamalarına ilişkin Maliye Bakanından yazılı soru önergesi (7/2572) (Başkanlığa geliş tarihi : 16.4.1997)

21. – İzmir Milletvekili Sabri Ergül’ün, kamu personel atamalarına ilişkin Sağlık Bakanından yazılı soru önergesi (7/2573) (Başkanlığa geliş tarihi : 16.4.1997)

22. – İzmir Milletvekili Sabri Ergül’ün, kamu personel atamalarına ilişkin Ulaştırma Bakanından yazılı soru önergesi (7/2574) (Başkanlığa geliş tarihi : 16.4.1997)

23. – İzmir Milletvekili Sabri Ergül’ün, kamu personel atamalarına ilişkin Turizm Bakanından yazılı soru önergesi (7/2575) (Başkanlığa geliş tarihi : 16.4.1997)

24. – İzmir Milletvekili Sabri Ergül’ün, kamu personel atamalarına ilişkin Kültür Bakanından yazılı soru önergesi (7/2576) (Başkanlığa geliş tarihi : 16.4.1997)

25. – İzmir Milletvekili Sabri Ergül’ün, kamu personel atamalarına ilişkin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanından yazılı soru önergesi (7/2577) (Başkanlığa geliş tarihi : 16.4.1997)

26. – İzmir Milletvekili Sabri Ergül’ün, kamu personel atamalarına ilişkin Tarım ve Köyişleri Bakanından yazılı soru önergesi (7/2578) (Başkanlığa geliş tarihi : 16.4.1997)

27. – İzmir Milletvekili Sabri Ergül’ün, kamu personel atamalarına ilişkin Adalet Bakanından yazılı soru önergesi (7/2579) (Başkanlığa geliş tarihi : 16.4.1997)

28. – Balıkesir Milletvekili İ. Önder Kırlı’nın, polis emeklileri arasındaki eşitsizliğin giderilmesine yönelik çalışmalara ilişkin İçişleri Bakanından yazılı soru önergesi (7/2580) (Başkanlığa geliş tarihi : 17.4.1997)

 

BİRİNCİ OTURUM

Açılma Saati :15.00

24 Nisan 1997 Perşembe

BAŞKAN :Başkanvekili Kamer GENÇ

KÂTİP ÜYELER :Ahmet DÖKÜLMEZ (Kahramanmaraş), Zeki ERGEZEN (Bitlis)

BAŞKAN – Türkiye Büyük Millet Meclisinin 85 inci Birleşimini açıyorum.

Sayın milletvekilleri, çalışmak için yeterli sayımız vardır; çalışmalarımıza başlıyoruz.

Sayın milletvekilleri, gündeme geçmeden önce, üç arkadaşıma gündemdışı söz vereceğim.

III. – BAŞKANLIĞIN GENEL KURULA SUNUŞLARI

A) GÜNDEMDIŞI KONUŞMALAR

1. – İstanbul Milletvekili M. Sedat Aloğlu’nun, TBMMDışişleri Komisyonu üyelerinden müteşekkil bir heyetin Arnavutluk’a yaptığı ziyarete ilişkin gündemdışı konuşması

BAŞKAN – Gündemdışı birinci söz, 14-16 Nisan 1997 tarihlerinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi Dışişleri Komisyonu Heyeti olarak Arnavutluk'a yapmış olduğumuz özel ziyaret hakkında Yüce Kurula bilgi sunmak isteyen İstanbul Milletvekili ve Dışişleri Komisyonu Başkanı Sayın Sedat Aloğlu'na verilmiştir.

Buyurun Sayın Aloğlu. (Alkışlar)

Sayın Aloğlu, süreniz 5 dakikadır.

M. SEDAT ALOĞLU (İstanbul) – Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın milletvekilleri, saygılar sunuyorum.

Sayın Başkan, müsaadenizle, tüm İslam dünyasının geçmiş mübarek bayramını tebrik etmek istiyorum; yüce milletin egemenlik bayramını kutlamak istiyorum; en kıymetli varlıklarımız ve geleceğimiz olan çocuklarımızın bayramını kutluyorum; bu vesileyle, büyük Ata'mızı ve mücadele arkadaşlarını, rahmet, minnet ve saygıyla anıyorum.

Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Arnavutluk'ta olan son gelişmeler üzerine, Dışişleri Komisyonu olarak, 26 Mart 1997 tarihinde özel gündemli bir toplantı yaptık. Bu toplantıya, Arnavutluk'tan henüz dönmüş olan Dışişleri mensubu arkadaşlar da katıldılar; gerekli bilgiyi verdiler. Biz, bir durum müzakeresi yaptık ve bu durum müzakeresi üzerine özel bir çalışma grubu oluşturma kararına vardık. Bu çalışma grubumuz, grubu olan her partiden bir temsilciden oluştu. Bu arkadaşlarımızın adları; Sayın Hüseyin Kansu, Sayın Halil Yıldız, Sayın Enis Sülün, Sayın Ali Rahmi Beyreli ve Sayın Ercan Karakaş'tır. Bu toplantıda, bu arkadaşlarımızla beraber, en kısa zamanda Arnavutluk'a bir ziyaret yapma kararı aldık. Sayın Meclis Başkanımızın onayıyla, bu ziyaretimiz 14-16 Nisan tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir.

Arnavutluk yetkilileri, çalışma grubumuzun ziyaretini, bu ülkedeki son gelişmeleri müteakip ilk yabancı parlamenter grup ziyareti olarak nitelendirmiş ve her vesileyle şükranlarını sunmuşlardır. Bu ziyarette amacımız, çok zor bir dönemden geçen Arnavutluk'a dayanışma ve moral mesajı vermek; ayrıca, gelişmeleri doğrudan ve yerinde izleyerek ilk elden bilgi almak; bundan sonraki dönemde neler yapılabileceği konusunda görüş oluşturmak ve Türkiye ile Arnavutluk arasındaki zaten dostane olan ilişkileri daha da pekiştirmek olarak özetlenebilir.

Çalışma grubumuz, başta, Cumhurbaşkanı Sayın Sali Berişa olmak üzere, Halk Meclisi Başkanı ve Başbakan tarafından kabul edilmiş; ayrıca, Dışişleri Bakanı, diğer 3 bakan, Dışişleri Komisyonu üyeleri, Türk-Arnavut Dostluk Grubu üyeleri ve Millî Uzlaşma Hükümeti Koalisyonundaki 10 partinin tamamıyla görüşmelerde bulunmuşlardır. Ayrıca, bu ziyaretimiz sırasında, Türk müteşebbisleri tarafından yapılan ve işletilen bir okulu ziyaret ettik; o tarihler itibariyle Arnavutluk'a varmış bulunan öncü askerî kafilemizi ziyaret ettik, kendilerine moral vermek durumunda olduk.

Arnavutluk'taki yetkililerden aldığımız ve bizdeki bilgilerle beraber, bu ülkedeki gelişmeleri şöyle özetleyebiliriz:

Bilindiği gibi, İkinci Dünya Savaşından 1992 yılına kadar Arnavutluk'ta gayet kapalı ve sert bir rejim vardı. 1992 yılında yapılmış olan seçimlerden sonra Arnavutluk, demokrasi ve serbest piyasa ekonomisine büyük bir adım atmıştır.

6 Kasım 1994'te bir anayasa teklifi referanduma sunulmuş; ama, kabul edilmemiştir. 1996 ilkbaharında genel seçimler yapılmış ve bu genel seçimler tamamlanmıştır; ama, sonuçları üzerinde ve yapılış tarzı üzerinde gerek Arnavutluk'ta gerekse uluslararası çevrelerde belli bazı tartışmalar oluşmuştur.

1996 Ekiminde bazı yasal düzenlemelerden sonra yerel seçimler yapılmıştır. Bu yerel seçimlerde, yapılan genel seçimlerle benzer bir şablon ortaya çıkmıştır.

1996 Kasımında, hepinizin yakından takip ettiği gibi bir banker krizi başgöstermeye başlamış.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Aloğlu, süreniz bitti; lütfen toparlar mısınız efendim.

M. SEDAT ALOĞLU (Devamla) – 2 dakika daha müsaade eder misiniz?

BAŞKAN – Peki; buyurun.

M. SEDAT ALOĞLU (Devamla) – Çok teşekkür ederim.

1997 yılının ocak ayında da başgösteren bu kriz sonunda iflaslar başlamıştır. 28 Şubatta güneydeki Vlora Kentinde isyan başlıyor ve ordunun depoları yağma edilerek yüzbinlerce silah sivillerin eline geçiyor. Hükümet, bu durum üzerine 1 Martta istifasını vermiştir. Nisan ayında yapılması gereken başkanlık seçimi 3 Marta alınmış ve Sali Berişa yeniden seçilmiştir. Bu durum üzerine, öncülüğünü 10 partinin yapmış olduğu bir seçime gidecek Ulusal Uzlaşma Hükümeti kurulmuştur. Seçimler, muhtemelen, 29 Haziranda veya temmuz ayında yapılacaktır.

Edindiğimiz intibaları kısaca şöyle özetlemek istiyorum: Arnavutluk, kapalı ve aşırı baskılı rejimden demokrasi ve serbest piyasa ekonomisine geçişin sıkıntılarını yaşamaktadır. Bu benzer izlenimlerimizi, yakın tarihlerde ziyaret etmiş olduğumuz Bulgaristan'da da edinmiştik. Ayrıca, bu yaşanan sıkıntılara bankerlik krizi, bir hızlandırıcı etki yapmış ve birçok sıkıntıyı su üstüne çıkarmıştır. Ancak, şunu belirtmemiz lazım ki, bu dönem içerisinde bankerlik konusunda, o zamana kadar yasal bir düzenlemenin olmadığını müşahade ettik. Uluslararası alanda çok konuşulan, batan para olarak birbuçuk milyar dolar civarında bir rakamdan söz ediliyor; ancak, biz gerek düşüncelerimiz ve gerekse yapmış olduğumuz müzakerelerle, bu rakamı abartılı bulduğumuzu söyleyebiliriz. Bu rakam, büyük bir ihtimalle yüksek faiz sonunda elde edilecek olan...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Aloğlu, lütfen, son cümlenizi söyler misiniz efendim... Lütfen efendim...

M. SEDAT ALOĞLU (Devamla) – Efendim, Türkiye'den beklentiler konusuna geçmek istiyorum. Türkiye'den asker göndermemizi büyük bir takdirle karşılıyorlar; ama, önümüzdeki döneme ait olmak üzere, ekonomik beklentiler vardır. Bu konudaki düşüncelerimizi bir rapor haline getirerek, başta Sayın Cumhurbaşkanımız, Meclis Başkanımız, Başbakanımız, Başbakan Yardımcımız ve grubu bulunan tüm partilerin başkanlarına sunacağım.

Saygılar sunuyorum. (Alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ederim Sayın Aloğlu.

Efendim, gündemdışı konuşmaya, herhalde, cevap gerektirecek bir Hükümet uygulaması yok.

2. – Adıyaman Milletvekili Celal Topkan’ın, Refahyol Hükümetinin uygulamalarına ilişkin gündemdışı konuşması ve Devlet Bakanı Lütfü Esengün’ün cevabı

BAŞKAN – İkinci gündemdışı söz, son zamanlardaki Hükümet uygulamaları ve Refahyol Hükümetinin parlamento ilişkileri konusunda gündemdışı söz isteyen Adıyaman Milletvekili Sayın Celal Topkan'a verilmiştir. (CHP sıralarından alkışlar)

Buyurun efendim.

Sayın Topkan, süreniz 5 dakikadır.

CELAL TOPKAN (Adıyaman) – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Refahyol Hükümetinin son zamanlardaki uygulamaları ve bu uygulamaların Türk toplumunda oluşturduğu rahatsızlıklar konusunda düşüncelerimi açıklamak üzere söz aldım; sizleri, saygılarımla selamlıyorum.

Demokratik parlamenter sistemle yönetilen ülkelerde, siyasî partiler, ülkede yaşanmakta olan ekonomik ve sosyal sorunlara çözüm bulmak için iktidar olurlar. Bu partilerin, muhalefetteyken halka verdikleri sözler, kendileri için bağlayıcıdır; iktidar olduklarında, bu sözlerini takip etmeleri gerekir; aksi tutum ve uygulamalar, parlamenter sisteme olan güveni azaltır.

Refah Partisi muhalefetteyken, toplumsal ve siyasî söylemleri "İktidara geleceğiz, adil düzenimizle sizlerin ekonomik sorunlarınızı çözeceğiz, enflasyonu ortadan kaldıracağız, işsizliği yok edeceğiz; çünkü, bizim, fabrikalar yapan fabrika projelerimiz var. Faiz mi; külliyen haramdır, geldiğimiz gün kalkacaktır. Köylünün ve gecekondunun sorunlarını biz biliriz. Bizim adil düzenimiz, ülkede yaşayan tüm sorunların sihirli değneğidir, hepsini toptan çözer" şeklindeydi. Halk, bu söylemlere inandı ve Refah Partisine yüzde 21 oy verdi. Refah Partisi birinci parti olarak, Doğru Yol Partisiyle Refahyol İktidarını kurdu. Refah Partisi, muhalefette söylediklerinin hiçbirini iktidarda yapamadı; ancak, bakınız, neler yaptı :

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa bankalar önünde, sabahın saat 05.00'inde gidip kuyruğa giren ve günlerce bekleyen emekliler kuyruğunun oluşmasını sağladı. Türkiye ilk defa, Refahyol sayesinde emekli kuyruğu şehitlerinin oluşmasına şahit oldu. Memur ücretlerindeki uygulamalarıyla eşitsizliğin ve adaletsizliğin simgesi oldu. Önce memurları sokağa döktü, coplattı, sonra "eşitsizliği ortadan kaldırdım" dedi; ancak, verdikleri, söyledikleri rakamlarla, çalışanların aldıkları ücretlerin aynı olmadığı çalışanlar tarafından gözlendi.

Doğu ve Güneydoğu Bölgesinde biriken sorunları hemen çözeceklerini söylediler; Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi, en fazla oyu Refaha verdi; ancak, bu dönemde Doğu ve Güneydoğuda halk, açlığın, sefaletin eşiğine geldi; insanlar bir öğün yiyeceğe kavuşma uğruna, çamur deryasında birbiriyle kavga eder duruma geldiler.

Üretici, sattığı ürünün parasını alamadı.

Bakınız, daha neler oldu: "Faizi kaldıracağız" dediler, faizler yükselerek devam etti. "Zam yapmayacağız" dediler, zamlar otomatiğe bağlandı... Kısacası, Refah Partisi İktidarı döneminde, elli yıldan bu yana ülkeyi yönetmekte olan sağ partilerin ekonomik, siyasal ve toplumsal uygulamalarının dışında değişik bir uygulama gözlenmedi. Bu uygulamaları değiştirme konusunda ve muhalefetteyken iktidara geldiklerinde uygulama sözünü verdikleri hiçbir şeyi topluma sunmadılar; bu anlamda, topluma verecekleri hiçbir şeyin olmadığı ortaya çıktı.

Kısacası, Türk toplumu meşhur adil düzenle tanışamadı ya da Refah Partisi, ne olduğu bilinmeyen adil düzenini bu halka tanıtmayı çok gördü. Muhalefetteyken söylediklerini, iktidara geldiğinde yapamayacağını gören Refah Partisi yöneticileri, oyunbozan çocuk örneği, toplumun temel değerleriyle çatışmaya girmeye başladı; toplumun yetmişüç yıllık yaşam biçimini değiştirmeye kalktı.

Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Refahyol İktidarı, toplumun ekonomik ve sosyal sorunlarına çözüm bulamadı, bu doğru; hiçbir şey yapmadı demek de büyük haksızlık, yaptığı şeyler de var: Ülkede hukuksuzluğu ve hukuk tanımamayı hizmete soktu. Geceyarıları, makamlar, kapıları kırılarak ele geçirildi. Dokunulmazlık dosyaları, Başbakanın keyfî tasarrufuna göre işlem gören işler haline geldi. Devlet yönetimine, keyfî yönetim anlayışı hâkim olmaya başladı. Yolsuzluklar ve usulsüzlükler, hangi siyasî hesaplarla nasıl kapatılır; onu Türk toplumu öğrendi.

Yine, Refahyol sayesinde, Parlamentonun görevi değiştirildi. Parlamentoda çoğunluk sağlanmayarak, Parlamento çalıştırılmamaya başlandı; ancak, liderlerin yolsuzluklarının örtbas edilmesi söz konusu olunca, Refah ve Doğru Yol Grupları, bir bütün olarak Parlamentoya gelmeye başladı.

Yine, Refahyol Hükümeti döneminde, ülkenin biriken sorunlarının çözümüne yönelik, yeni hiçbir kanun teklifi ve tasarısı Meclise getirilmedi; çoğunluk sağlanmayarak, Meclis kapalı tutulmaya gayret edildi.

Bütün bunların bilinçli, planlı ve programlı olarak yapıldığını düşünüyorum. Topluma verilmek istenen mesaj belli: "Çoğulcu, demokratik parlamenter sistem, ülkenin sorunlarına çözüm bulamıyor" demek isteniliyor; demokratik parlamenter sistem, yönetemeyen parlamento şeklinde sunulmaya çalışılıyor.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Efendim, lütfen toparlar mısınız konuşmanızı.

CELAL TOPKAN (Devamla) – Teşekkür ederim Başkanım.

Yüzde 21'lik oy ağırlığıyla 73 yıllık cumhuriyetin tüm kurumları değiştirilmeye kalkışılıp, toplumla kurumları, birbirleriyle kavga ortamına çekilmeye çalışılıyor, toplumla rejimin karşı karşıya gelmesi hedefleniyor.

Birbirleriyle yıllarca kardeşçe yaşayan insanlarımız, inananlar-inanmayanlar, laikler-antilaikler şeklinde kamplaştırılmaya çalışılıyor. Bu insanlar, bu topraklarda yüzyıllardır beraberce yaşadılar. Demokratik, sosyal hukuk devleti, toplumun tüm kesimlerini tek bir şemsiye altında toplamıştır. Bu toplum, bugünkü çağdaş ve uygar yapısından memnundur; ancak, sorunları var. Bu sorunlarını, Büyük Atatürk'ün gösterdiği doğrultuda, akılcılığı, bilimselliği ve çağdaşlığı esas alarak en kısa zamanda çözecektir, bundan kimsenin şüpheye düşmesine gerek yoktur. Bu ülke sahipsiz değildir; bunun bilinmesinde yarar var. Hiç kimse, bu Parlamentonun önünü tıkayarak, toplumu çözümsüzlüğe mahkûm ederek, kendi karanlık emellerini gerçekleştireceğini sanmasın; 73 yıllık cumhuriyetin kurucuları, bu cumhuriyetin temelini sağlam atmışlardır. Bu cumhuriyet, kurulduğu günkü amaç ve hedeflerine varmak için gelişmeye ve yaşamaya devam edecektir.

Sizleri saygıyla selamlıyorum. (CHP ve DSP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ederim Sayın Topkan.

DEVLET BAKANI LÜTFÜ ESENGÜN (Erzurum) – Sayın Başkan, cevap vermek istiyorum.

BAŞKAN – Gündemdışı konuşmaya Devlet Bakanı Sayın Esengün cevap verecekler.

Yalnız, tabiî, Meclisi toplama, yalnız bir partiye mahsus bir şey değil; Türkiye'de, şu andaki Parlamentonun yapısı içinde 281 iktidar milletvekili var, 260 küsur da muhalefet milletvekili var; her iki taraf da Parlamentoyu toplayabilir.

SALİH KAPUSUZ (Kayseri) – Anlayışları o kadar kıt, Sayın Başkan!

BAŞKAN – Buyurun Sayın Bakan.

DEVLET BAKANI LÜTFÜ ESENGÜN (Erzurum) – Sayın Başkan, muhterem milletvekilleri; gündemdışı konuşma yapan arkadaşıma teşekkür ediyorum; ancak, Sayın Başkanlığa da şunu hatırlatmak istiyorum: Gündemdışı konuşma, İçtüzüğe göre, acil durumlarda, Parlamentoyu, Yüce Meclisi bilgilendirmek kastıyla, niyetiyle yapılan konuşmadır, ancak o şekilde söz verilebilir. Biraz evvel arkadaşımızın yaptığı konuşma, baştan sona demagoji, kendi partisinin herhangi bir toplantısında yapılması gereken ve Hükümetten ziyade de, Refah Partisini suçlayan; ama, suçladıkça da barajın altına düştüklerini bildikleri için hatalarında devam etmeye çalışan bir konuşmaydı. (RP sıralarından alkışlar)

İSMET ATALAY (Ardahan) – Yapma yahu!

DEVLET BAKANI LÜTFÜ ESENGÜN (Devamla) – Sayın milletvekilleri, bu Hükümeti, bu Parlamento seçti, güvenoyu verdi; biz, bu milletin Hükümetiyiz, bu Yüce Meclisin güveniyle işbaşına gelmiş Hükümetiz. Kim ne derse desin; -ne bu sayın milletvekili arkadaşımız ne de birkısım medya ne derlerse desinler- benim size tavsiyem, gidin Anadolu'yu gezin; köyleri gezin, esnafı, emekliyi, işçiyi gezin; bu Hükümete nasıl dua ediliyor, bu Hükümetin devamı için millet nasıl dua ediyor görün.

ASLAN ALİ HATİPOĞLU (Amasya) – Ağlıyorlar!.. Ağlıyorlar!..

DEVLET BAKANI LÜTFÜ ESENGÜN (Devamla) – Bu Hükümetten memnun olmayan, sadece birkısım çıkar çevreleridir, tezgâhları bozulanlardır. (RP sıralarından "Bravo" sesleri, alkışlar) Geçmişte, milletin hazinesini, zenginliklerini hortumlayanların, o hortumlarının kesilmesinin feryatlarıdır bu feryatlar. (RP sıralarından "Bravo" sesleri, alkışlar)

MURAT BAŞESGİOĞLU (Kastamonu) – Sen demagoji yapmıyorsun, değil mi?!

DEVLET BAKANI LÜTFÜ ESENGÜN (Devamla) – Bu konuşmaları yapanların akıbetini bir dahaki seçimde göreceğiz, yüzde 0,5'lere nasıl düşecekler; ama, yine, bu Hükümetin her iki kanadının nasıl iktidar olacağını, inşallah -bu seçim ne zaman olursa- birlikte göreceğiz.

Muhterem kardeşlerim, Refah Partisi olarak ve Refahyol Hükümeti olarak şu Meclisi çalıştırmak için elimizden gelen gayreti gösteriyoruz; ancak, yine, aylardan beri bütün milletimizin gözü önünde cereyan eden bir olay var ki, şu Meclisi toplamamak için, şu Meclisi çalıştırmamak için muhalefet partileri yoklamaya gelmiyorlar, yoklamada hazır bulunmuyorlar veya kanun tasarı ve teklifleri görüşülürken yoklama isteyerek, karar yetersayısı isteyerek, ellerinden gelen bütün engellemeyi yapıyorlar. Biz, muhalefete rağmen bu Meclisi çalıştırıyoruz, biz, bütün kötü niyete, bütün kötü niyetli engellemelere rağmen bu Meclisi çalıştırmaya devam ediyoruz.

ALİ ILIKSOY (Gaziantep) – Ne kötü niyeti?!

DEVLET BAKANI LÜTFÜ ESENGÜN (Devamla) – Siz ne derseniz deyin; siz, bu konuşmaları, bu kürsüden değil, gidin Anadolu'daki köy kahvelerinde, çarşılarda, pazarlarda yapın, bakalım ne cevap alacaksınız... (RP sıralarından "Bravo" sesleri, alkışlar)

Allah'ın...

OYA ARASLI (İçel) – Sayın Başkan...

DEVLET BAKANI LÜTFÜ ESENGÜN (Devamla) – Bu Parlamentonun önünü siz tıkayamayacaksınız; bu Parlamentonun önünü tıkamak isteyenin asıl kim olduğunu, herkes şu televizyonlardan görüyor. Cumhuriyeti biz kurduk, biz yaşatacağız; bunu da böyle bilesiniz... (RP sıralarından "Bravo" sesleri, alkışlar)

Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

BAŞKAN – Teşekkür ederim Sayın Bakan.

OYA ARASLI (İçel) – Sayın Başkan... Sayın Başkan...

BAŞKAN – Efendim, bir dakika...

OYA ARASLI (İçel) – Sayın Başkan, Sayın Bakan, Cumhuriyet Halk Partisine, Cumhuriyet Halk Partisi Grubuna sataşmada bulunmuştur.

BAŞKAN – Efendim, hiç isminiz zikredilmedi.

OYA ARASLI (İçel) – Hayır efendim...

BAŞKAN – Bir dakika efendim... Bir dakika ...

OYA ARASLI (İçel) – Hayır efendim...

BAŞKAN – Bir dakika... Efendim, Sayın Bakan...

OYA ARASLI (İçel) – Hilafı hakikat beyanlarda bulunmuştur.

BAŞKAN – Bir dakika, Sayın Araslı, siz, bir şey söylüyorsunuz ve hemen hücum ediyorsunuz kürsüye; olur mu böyle canım?!.

OYA ARASLI (İçel) – Sayın Başkan, ne söylediğimizi dinleyiniz ve ondan sonra cevap veriniz.

BAŞKAN – İyi ama, dediğinizi anladım; bir de, beni dinleyin canım!..

OYA ARASLI (İçel) – Ama beni bir dinleyin, lafımı kesiyorsunuz.

BAŞKAN – Allah Allah... Olur mu; yani, böyle bir tahakküm yaratılır mı Başkanlık üzerinde?!

OYA ARASLI (İçel) – Sayın Başkan, maruzatımı bütünüyle arz etmedim ki...

BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, Sayın Bakan burada yaptığı konuşmada, işte, Başkanlık Divanını da muaheze eden bir beyanda bulundu. Aslında, gündemdışı söz, Genel Kurula veyahut da kamuoyuna bildirilmesi gereken olağanüstü olayların Genel Kurulda dile getirilmesi amacıyla talep edilir; ama, biz, Başkanlık Divanı olarak -mesela arkadaşımız "son zamanlardaki Hükümet uygulamaları ve Refahyol Hükümetinin Parlamento ilişkileri konusunda" diye bir ifade kullanmış; tabiî, biz, bu konuşmanın muhtevasını bilmediğimiz için, arkadaşımız, kendi takdir ölçüleri içerisinde buraya çıkar konuşur- gündemdışı konuşma için söz verirken, milletvekili arkadaşlarımıza karşı Tüzükteki bu "olağanüstülük" ifadesini biraz daha bir tarafa iterek, arkadaşlarımız çıksın, hiç olmazsa, İçtüzüğün sağladığı olanaklar çerçevesinde Genel Kurulda beyanda bulunsunlar diyoruz; yani, onun için, burada, Başkanlık Divanının, bir gündemdışı sözü, muhtevasını bilmeden reddetmesi mümkün değil.

Ayrıca, Sayın Bakan, burada yaptığı konuşmada muhalefet partisinden bahsetti, sayın arkadaşımız burada konuşurken "Meclis, çoğunluk sağlanmamak suretiyle çalıştırılmıyor" dedi; Sayın Bakan da "muhalefet partisi çalıştırmıyor" dedi; Cumhuriyet Halk Partisinin sözünü etmedi ki, hanımefendi...

İSMET ATALAY (Ardahan) – "Cumhuriyet Halk Partisi oylarının yüzde 0,5'e düşeceğini" söyledi.

OYA ARASLI (İçel) – Partimizin "oylarının düşeceğini, oylarının barajı aşamayacak noktaya geldiğini" söyledi.

BAŞKAN – Efendim, Partinizin isminden bahsetmedi... Sayın Araslı, Partinizin isminden bahsetmedi efendim; muhalefetten bahsetti. (ANAP, DSP ve CHP sıralarından gürültüler)

OYA ARASLI (İçel) – Sayın Bakan burada hilafı hakikat bir beyanda bulundu; gerçekleri tahrif etti. Muhalefetin... (ANAP, DSP ve CHP sıralarından gürültüler)

MUSTAFA CUMHUR ERSÜMER (Çanakkale) – Sayın Başkan...

BAŞKAN – Hepiniz bir ağızdan konuşursanız ben kimi dinleyeceğim; benim iki tane kulağım var. (ANAP, DSP ve CHP sıralarından gürültüler)

MUSTAFA CUMHUR ERSÜMER (Çanakkale) – Sayın Başkan, ben sustum, hanımefendiyi dinleyelim.

BAŞKAN – Peki, o zaman siz oturun yerinize.

MUSTAFA CUMHUR ERSÜMER (Çanakkale) – Oturuyorum.

OYA ARASLI (İçel) – Efendim, bizim izlediğimiz muhalefetin bir geleneği vardır.

BAŞKAN – Efendim, sizin dediğinizi anladım. Partinizin ismini zikretmek suretiyle bir şey söylemedi; bir sataşma görmedim. (ANAP, DSP ve CHP sıralarından gürültüler)

OYA ARASLI (İçel) – Muhalefetin, muhalefet yapma imkânını tamamen inkâr eden beyanlarda bulunmuştur. Partimizin barajı aşamayacağı, yüzde 0,5 oy alacağı şeklinde beyanlarda bulunmuştur; Grubuma sataşma vardır, söz istiyorum.

BAŞKAN – Efendim, burada tek muhalefet partisi siz değilsiniz ki, bakın, ANAP var, DSP var, Demokrat Türkiye Partisi var, Büyük Birlik Partisi var... Var da var; yani, maşallah memlekette parti çok. (ANAP, DSP ve CHP sıralarından gürültüler)

OYA ARASLI (İçel) – Efendim, Partimizi, Cumhuriyet Halk Partisini ima ediyor.

MUSTAFA CUMHUR ERSÜMER (Çanakkale) – Sayın Başkan, hanımefendi sözünü bitirdi, ben de bir şey söylemek istiyorum.

BAŞKAN – Buyurun.

MUSTAFA CUMHUR ERSÜMER (Çanakkale) – Şimdi, kendi ağzınızla "Sayın Bakan konuşmasında bütün muhalefet partilerini kastetti" diyorsunuz.

BAŞKAN – Evet.

MUSTAFA CUMHUR ERSÜMER (Çanakkale) – Burada yüz tane muhalefet partisi yok, sizin beyanınıza göre, bütün muhalefet partilerine de bir şey söyleme imkânı doğmuştur.

BAŞKAN – Hayır ama, sataşma yapılmadı, denildi ki...

MUSTAFA CUMHUR ERSÜMER (Çanakkale) – Hayır efendim... Bir dakika Sayın Başkan... Bir dakika...

BAŞKAN – Arkadaşlar, rica ediyorum...

Sayın Ersümer, muhalefet partilerinin burada zaman zaman yoklamalara girmedikleri doğru mudur? (RP ve DYP sıralarından "doğrudur" sesleri)

MUSTAFA CUMHUR ERSÜMER (Çanakkale) – Doğrudur.

BAŞKAN – Doğrudur. Yoklama istedikleri doğru mudur? (RP ve DYP sıralarından "doğrudur" sesleri) Doğrudur. Doğru olan şeyleri dile getirmeyi niye sataşma olarak kabul ediyorsunuz?! (ANAP, DSP ve CHP sıralarından gürültüler)

MUSTAFA CUMHUR ERSÜMER (Çanakkale) – Sayın Başkan, tabiî, sataşma kabul ediyoruz; çünkü, Sayın Bakan, burada gerçekleri tahrif etmiştir. Açıkça söylüyorum, bu Mecliste, keyfî uygulamalarına, tabiî ki muhalefet olarak karşı çıkacağız.

BAŞKAN – Hayır, hakkınız efendim, yani, muhalefetin engelleme yapmasına ben bir...

MUSTAFA CUMHUR ERSÜMER (Çanakkale) – Bu sabah Meclise kanun teklifi verecekler, öğleden sonra da görüştürmeye kalkacaklar; tabiî ki bu keyfîliktir, tabiî ki karşı çıkacağız.

BAŞKAN – Peki, efendim, teşekkür ederim.

CELAL TOPKAN (Adıyaman) – Sayın Başkan, Emekli Sandığına mensup emeklilerin bankalar önündeki kuyruklarda beklemeleri, son günlerin güncel olaylarından değil mi ki Sayın Bakan karşı çıkıyor...

BAŞKAN – Efendim, o, Bakanın takdiri, ben diyemem ki, şu şu konuşmalara cevap verin... Rica ediyorum... (ANAP, DSP ve CHP sıralarından gürültüler)

CELAL TOPKAN (Adıyaman) – Ama, Sayın Bakan yanlış bilgi veriyor.

OYA ARASLI (İçel) – Demokrasiye ne biçim saygı bu?!.

BAŞKAN – Rica ediyorum...

3. – Ankara Milletvekili Ersönmez Yarbay’ın, Ankara’nın köylerindeki eğitim sorunlarına ilişkin gündemdışı konuşması

BAŞKAN – Üçüncü gündemdışı sözü, Ankara'nın köylerindeki eğitim sorunlarıyla ilgili olarak, Ankara Milletvekili Sayın Ersönmez Yarbay'a veriyorum. (ANAP, DSP ve CHP sıralarından gürültüler)

Buyurun Sayın Ersönmez Yarbay. (RP sıralarından alkışlar)

ERSONMEZ YARBAY (Ankara) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum, geçmiş Kurban Bayramınızı ve Millî Egemenlik ve Çocuk Bayramınızı kutluyorum. Bayramda ve daha önce, Ankara köylerine yapmış olduğum ziyaretler ve Ankara köylerinin eğitimiyle ilgili olarak Yüce Meclise bilgi vermek için söz aldım. 8 yıllık eğitim tartışmalarının devam ettiği bugünlerde, bu gerçeklerin bilinmesi ve 8 yıllık eğitim tartışmalarına bir açıklık getirir düşüncesiyle aşağıdaki konuları arz etmek istiyorum.

Türkiye'de, çeşitli sebeplerle hızlı bir göç var ve bir rakam vermek istiyorum; Ankara'nın 900 köyü, 34 beldesi, 16 taşra ilçesi var. 900 köy, 34 belde, 16 taşra ilçesinde seçmenlerimizin sadece yüzde 12'si oturuyor, yüzde 88'i metropol ilçelerde oturuyor; yani, bütün kırsal kesim hızla boşalıyor. Kırsal kesimin hızla boşalması sebebiyle, bu 900 köyden 270'inde şu anda taşımalı eğitime geçilmiş durumda. Çünkü, öğrenci sayısı 15'ten aşağıya düştüğü için, 270 köyümüzde şu anda taşımalı eğitim var. Bu taşımalı eğitim sebebiyle de, öğrencileri olmayan okul binalarının hepsi çürüyor. Dolayısıyla, bu okul binalarının, bir an önce, ekonomiye faydalı bir hale getirilmesi için gereken tedbirlerin alınması gerekiyor.

Değerli milletvekilleri, eğitim yılının sonuna geldik, şu anda Ankara'da 2 bin öğretmen açığı var. Bu sene, Haymana İlçemize 110 öğretmen verilmiştir, bu 110 öğretmenin 90'ı geri alınmıştır. Yine, Balâ'nın Bağyaka Köyü var; 39 öğrencisi var, 5 sınıf bir arada okuyor, bir tek öğretmeni var; ziraat mühendisi. 2 ay önce okula gelmiş ve şu anda eş durumundan tayin bekliyor.

Yine Balâ'nın Çatalçeşme Köyü var. Yılbaşından bu tarafa 14 öğretmen verilmiş olup 14 öğretmenin de tayini çıkmış; sadece 4 öğretmen görev yapıyor. 4 öğretmenin de 2'si eş durumundan tayin istemiş, 2'si de her gün 100 kilometre uzaklıktaki Ankara'dan gelip gidiyor, 100 kilometreyi her gün gelip gidiyor. Tabiî, sabahları vasıta bulamadıkları zaman, yağış olduğu zaman da öğrenciler öğretmensiz kalıyor.

Yine -dikkatlerinize arz etmek istiyorum- Haymana'nın Bahçecik Köyünün 300 öğrencisi var; ama, sadece 2 öğretmeni var. 300 öğrenci, 2 öğretmen...

NECDET TEKİN (Kırklareli) – İktidar biz miyiz?

ERSÖNMEZ YARBAY (Devamla) – Yine, Haymana'nın Sinanlı Köyünün 220 öğrencisi var, 2 öğretmeni var. Haymana Yenice beldesinin 600 öğrencisi var, 8 öğretmeni var.

NECATİ ALBAY (Eskişehir) – İktidar sizsiniz...

ERSÖNMEZ YARBAY (Devamla) – Tabiî, siz bu şekilde bir miras devrettiniz. Maalesef, sizin devrettiğiniz miras sebebiyle bunlardan bahsediyoruz...

HASAN GÜLAY (Manisa) – Buraya bakmayın... İktidar biz miyiz?..

BAŞKAN – Peki efendim, buyurun, siz devam edin.

ERSÖNMEZ YARBAY (Devamla) – Yoksa, bu problemlerin kısa zamanda, böyle beş altı aylık iktidar döneminde çözülmesi tabiî mümkün değil; ancak, 8 yıllık eğitime geçelim derken, bu gerçekleri gözardı edemeyiz. Ankara merkezde 8 yıllık eğitime geçmeden...

HASAN GÜLAY (Manisa) – Geçelim mi geçmeyelim mi?..

ERSÖNMEZ YARBAY (Devamla) – ...sadece 732 dersliğe ihtiyaç var; bu 732 dersliğin bedeli de 3 trilyon 425 milyar 500 milyon lira. Gene, Ankara'daki sobalı merkez okulların kaloriferli sisteme, doğalgazlı sisteme dönüştürülmesi için de 644 milyar liraya ihtiyacı var.

Dolayısıyla, bütün bu ihtiyaçlar ortada iken, Ankara'da, masa başında oluşturulan birtakım düşüncelerle eğitimin 8 yıla çıkarılması çok güzel. Biz istiyoruz ki eğitim 11 yıla çıkarılsın; ancak, eğitim 11 yıla çıkarılırken öğretmenlerin sorunlarını da gözardı etmemek durumundayız. Özellikle köy öğretmenleri için lojman yetersizliği var. Gittiğimiz köylerde...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Yarbay, süreniz bitti; lütfen toparlar mısınız efendim.

ERSÖNMEZ YARBAY (Devamla) – Gittiğimiz köylerde, lojmanların çoğunun tek odalı olduğunu, çatısının aktığını ve bakımsız olduğunu görüyoruz. Bütün bu konuların dikkate alınması, iktidar ve muhalefetin sunî gündemlerle uğraşmaması, eğitimin çok ciddî yapısal sorunlarının çözülmesi gerekmektedir.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (RP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ederim Sayın Yarbay.

Sayın milletvekilleri, Sayın Millî Eğitim Bakanımız, gönderdiği bir pusulayla, bugün saat 15.00'te Sayın Cumhurbaşkanımızla, önceden kararlaştırılmış bir görev randevusunda bulunmak zarureti dolayısıyla, bugün kendi bakanlığıyla ilgili olarak Genel Kurulda yapılan gündemdışı konuşmaya cevap veremeyeceğini; ancak, mümkün olan ilk birleşimde bu gündemdışı konuşmaya cevap vereceğini belirtmiştir.

Ayrıca, Sayın Ersönmez Yarbay arkadaşıma şunu belirtmek istiyorum; öğretmen açıklarının bugün böyle devam etmesinde, Sayın Maliye Bakanımızın epey bir katkısı var; 19 bin kadro istenmiş ve imzada bekliyor. Arkadaşımız, bu 19 bin öğretmen kadrosunu verdirirse, bu iş hallolur.

İSMET ATALAY (Ardahan) – Sayın Başkan, gündemdışı konuşmaya sen devam et...

BAŞKAN – Gerçekten, öğretmen açığı benim ilimde de çok fazla ve bu taşıma eğitim de çok önemli.

Efendim, gündemdışı konuşmalar ve bunlara verilen cevaplar bitmiştir.

Sözlü soru önergelerinin geri istendiğine dair bir önerge vardır; okutuyorum:

B) TEZKERELER VE ÖNERGELER

1. – Erzincan Milletvekili Mustafa Kul’un, (6/482, 485, 493) esas numaralı sözlü sorularını geri aldığına ilişkin önergesi (4/164)

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

Gündemin "Sözlü Sorular" kısmının 145, 148 ve 156 ncı sıralarında bulunan (6/482), (6/485), (6/493) esas numaralı sözlü soru önergelerime yazılı cevap aldığımdan, önergelerimi geri alıyorum.

Gereğinin yapılmasını arz ederim.

Mustafa Kul

Erzincan

BAŞKAN – Sözlü soru önergeleri geri verilmiştir.

Sayın milletvekilleri, gündemin "Genel Görüşme ve Meclis Araştırması Yapılmasına Dair Öngörüşmeler" kısmına geçiyoruz.

IV. – GENSORU, GENEL GÖRÜŞME, MECLİS SORUŞTURMASI VE MECLİS ARAŞTIRMASI

A)ÖNGÖRÜŞMELER

1. – Aydın Milletvekili İsmetSezgin ve 21 arkadaşının, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri konusunda genel görüşme açılmasına ilişkin önergesi (8/10)

BAŞKAN – Genel Kurulun, 3.4.1997 tarihli 77 nci Birleşiminde alınan karar gereğince, 145 inci sırada yer alan, Aydın Milletvekili İsmet Sezgin ve 21 arkadaşının, Türkiye'nin Avrupa Birliğiyle ilişkileri konusunda, Anayasanın 98 inci, İçtüzüğün 102 ve 103 üncü maddeleri uyarınca bir genel görüşme açılmasına ilişkin önergesinin öngörüşmelerine başlıyoruz.

Hükümet burada.

Malumunuz, İçtüzüğümüze göre, genel görüşme açılıp açılmaması hususunda, sırasıyla, Hükümete, siyasî parti gruplarına ve önergedeki birinci imza sahibine veya onun göstereceği diğer bir imza sahibine söz vereceğiz. Hükümet ve siyasî parti grupları adına yapılacak konuşmalar 20'şer dakika, önerge sahibinin konuşma süresi de 10 dakikadır.

İlk söz Hükümetin.

Sayın Dışişleri Bakanımız, ilk söz sizin efendim; buyurun. (DYP sıralarından alkışlar)

Süreniz 20 dakika efendim.

DIŞİŞLERİ BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI TANSU ÇİLLER (İstanbul) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 1997 yılı, hepimizin bildiği gibi, Avrupa bütünleşmesi bakımından önemli kararların alınmakta olduğu bir yıldır. Bildiğiniz gibi, Avrupa'da komünist sistemin çökmesi ve demirperdenin ortadan kalkmasıyla, totaliter idarelerden kurtulan milletler, geleceklerini ve güvenliklerini teminat altına almak için, Batı Avrupa'nın özgürlükçü kurumlarına dahil olmak istemektedirler.

Avrupa Birliği, Batı Avrupa Birliği ve NATO gibi örgütler de, kıtamızda barış, istikrar ve refahın yaygınlaştırılması için, bu ülkelerin bu beklentilerine karşılık verme ve onlara kapılarını açma kararı vermişlerdir. Bu çerçevede Devletimizin bir gerçek politikası olarak, önümüzde, Avrupa Birliği ve ona tam üyelik gibi, 1963 yılından bu yana, devletin, devlet politikası olarak gördüğü bir önemli konu yatmaktadır. Bu çerçevede ülkemiz, her hükümet döneminde, aşağı yukarı bu kararlılık içerisinde, bu konularda, Avrupa'nın bir çekirdek olarak bütünleşme sürecine girdiği ilk günlerden itibaren, kurumlarına, değişik ortamlarda ve değişik hükümetler çerçevesinde, 1950'lerden itibaren müracaatlarını yapmıştır.

1997 yılı niçin bu kadar önemli; neden 1997 yılında Türkiye'nin Avrupa Birliği konusu gündemin başına geldi? Bunu iyi görmek lazım. 1997 yılı, tıpkı 1990'ların başında olduğu gibi, dünyanın yeniden yapılanacağı ve özellikle Sovyetler Birliğinin çöküşünden sonra, yeni bir yapıyla birlikte, dünyada bir yandan değişik global değerlerin bütünleştiği bir ortam devam ederken, diğer taraftan bu dünya köyünün veya global köyün değişik bölgelere açıldığı bir gelişimi ve değişimi yaşamaktadır.

Olay şudur: Bugün dünyamızda 6 milyar insan yaşamaktadır. Bu 6 milyar insan, bir yandan demokratik değerler çerçevesi ve şemsiyesi altında bütünleşirken, diğer yandan değişik parsellere ayrılma gibi bir bölgeleşmeyi gündeme getirmişlerdir. Bunun içinde NAFTA vardır, bunun içinde APEC vardır, ASEAN vardır ve Avrupa Birliği vardır. Bu bölgelerin tümüne bakıldığı zaman, Avrupa Birliği, APEC ve ASEAN, hatta hariç olmak üzere NAFTA'ya baktığınız zaman, dünya nüfusunun sadece yüzde 50'sinden biraz daha azı bu bölgelerde yaşamakta, ancak, parsellenmiş olan bu üç bölgede dünya gelirinin yüzde 85'i, dünya ticaretinin yüzde 91'i tutulmaktadır ve artan biçimde bir bölgeleşme süreci içerisine girmişlerdir. Bunun içerisinde en zengin pazar ve en büyük ticareti olan pazarsa Avrupa Birliğidir. Böyle bir ortamda, 6 milyarlık dünya nüfusu içerisinde ciddî bir fakirleşme gündemdedir. Bu fakirleşmenin bazı boyutlarını anlamak lazım. Bu fakirleşmenin bazı misallerini vermek istiyorum.

Mesela, dünyamızda 100 milyon kadar insanın cep telefonu, 100 milyondan az insanın özel kişisel bilgisayarı varken, bugün, dünyamızda, 3 milyar insanın telefonu hiç yok, 2,5 milyar insan ise hayatında hiç telefon etmemiştir.

Bunun anlamı nedir? Bunun anlamı şudur: Dünya, fakir ve zengin dünya olarak bölünmekte ve bu bölgeleşmede fakirler giderek fakirleşmekte, zengin bölgeler de birbirleriyle işbirliği çerçevesinde, yeni bölge sınırları çizmektedirler. Dolayısıyla, bu bölgeler -ki, değişik biçimde kendileri arasındaki kanalları açmışlardır; NAFTA, Avrupa Birliği ve APEC bir iktisadî bütünleşmeyi bu şekilde gündeme getirmiştir- zengin dünyanın nüfusunun yüzde 50'sinden azını; ama, gelirinin yüzde 85'inden fazlasını, ticaretinin yüzde 90'ından fazlasını tutmaktadırlar. Yine, bunun içerisinde olan yüzde 20, dünya gelirinin yüzde 80'ine sahiptir. Bunun dışında kalmış, alt yüzde 20, dünya gelirinin yüzde 2'sinden daha azına sahip bir konumdadır. İşte, dünyadaki bölgeleşme, dünyadaki iktisadî bütünleşme ve fakirleşme böylesine bir yolda doludizgin devam ediyor.

İşte, böyle bir durumun dünya gündemini işgal ettiği ortamda, 1990 başlarında Sovyetler Birliği dağılıyor ve Berlin Duvarı -ki, Avrupa'nın doğu sınırını aşağı yukarı Berlin Duvarı çizmiş- dünyayı bir başka biçimde bölme hazırlığı içerisine girecek mi girmeyecek mi sorusunun cevabı 1997 yılında veriliyor.

Bu süreç içerisinde karşımızda olan sual şudur: Türkiye, yerini nerede alacak? 1950'lerden itibaren çizilmiş olan devlet politikaları çerçevesinde, yine 1997 yılında, Türkiye, bu defa global bir köy haline gelmiş dünyada, acaba hangi bölgenin içerisinde olacak veya dışarısında kalıp dışlanacak? Daha önemli sual, Türkiye'nin neyi tercih edeceği değil, Türkiye'nin böyle bir süreç içerisinde, Avrupa tarafından dışarıda bırakılıp bırakılmayacağı sualidir. Dolayısıyla, 1997 yılını önemsiyoruz.

Bu çerçevede baktığımız zaman, 1997 yılında, Avrupa Birliğinde, Batı Avrupa Birliği gibi bir savunma organizasyonunun kurulması ve bunun da ötesinde, NATO'dan, Batı Avrupa Birliğinin gücünü alarak, Avrupa Birliğinin korunmasının gündeme geldiğini görüyoruz; yani, NATO'nun anlamı değişiyor, Avrupa Birliğinin savunmasını yapacak olan organizma ve organizasyon yeni kimliğini buluyor; yani, Türkiye'nin, Avrupa'nın içerisinde kalıp kalmaması, aynı zamanda savunmanın içerisinde kalıp kalmayacağı; yani, Avrupa savunmasının içerisinde yerini alıp almayacağı gibi bir suali de gündeme getiriyor.

İşte, Türkiye, böyle bir ortamda, ilk kez Dublin Zirvesinde, aralık ayında yapılmış olan Dublin Zirvesinde, Hükümetimizin devlet politikası haline gelmiş olan bu çizgisini kararlılıkla devam ettirmeye niyetli bir biçimde tezlerini ortaya koyuyor.

Önemli olan -tekrar ediyorum- Türkiye'nin tam üyeliği kadar, belki ondan da önemli olan, Türkiye'nin, bu ülkeler tarafından ve Avrupa tarafından dışlanmasıdır. Eğer bu kararı verecekse, Türkiye'nin kendisi verir ve Dublin'de yapılmış olan bu zirvede, açıkça şunu ortaya koyduk: Türkiye, kırkaltı yıldır NATO üyesi olmuş bir ülkedir; kırkaltı yıldır, NATO'da, ikinci büyük güç olarak, bugün, dünyanın gündemine girmiş olan ve 11 ülkenin de eklenmesiyle büyüme sürecinde tam üyelik statüsüne geçecek olan aday 11 ülkenin içerisinde yerini neden almalı veya neden almamalı suali, objektif kıstaslar üzerine oturtulmalıdır.

Şunu açıkça söyledik: Büyüyen Avrupa'da, 11 yeni ülke, yerini alacaktır. Bu 11 ülkenin Türkiye ile kıyaslanması, objektif kıstaslar çerçevesinde değerlendirilmesi Türkiye için önemlidir, dünya barışı için önemlidir ve bu 11 ülkeye bakıldığı zaman, Türkiye, bu 11 ülkenin, büyüyen Avrupa içerisinde yerini almasını istemektedir. Neden; biz, kırkaltı yıldır bu hürriyet için mücadele vermişiz; kırkaltı yıldır, NATO'da, Amerika'dan sonraki ikinci büyük güç olarak, bu özgürlüğün kazanılması için -sadece Kore'de değil, ondan sonraki bütün etaplarda- mücadele vermiş ve bu özgürlüğün ve demokratik hakların, Doğu Avrupa ülkeleri tarafından da kullanılabilir bir ortama getirilebilmeleri için, bir büyük mücadelede, kendi evlatlarımızı feda etmeye kadar yerimizi almış ve dünyanın bu sonuca götürülmesinde etkin olabilmişiz.

Şimdi, bu 11 ülkenin içinde olduğu büyüyen bir Avrupa, nihayet, bu yeni barış ve yeni özgürlüğü kutlarken, Türkiye bunun içinde olacak mı olmayacak mı meselesine hangi suallerle cevap verecek? Bir Türkiye ki, düşünün, bu 11 ülke içerisinde, NATO'ya kırkaltı yıldır üye olan yegâne NATO üyesi. Bir Türkiye ki, Avrupa Birliğine en öncelikli müracaatı yapmış ve bugün de o müracaatı devam eden, en eski müracaata sahip yegâne ülke ve bir Türkiye ki, gümrük birliğine üye olabilmiş ve o rekabeti taşıyabilmiş yegâne ülke, bu 11 ülke arasında. İşte, bu çerçevede, Türkiye'yi hangi kıstaslarla dışarıda bırakacağız... 1989 yılında, Türkiye'nin yapmış olduğu, Sayın Özal dönemindeki müracaatın reddine, eğer, 1997 büyümesini oturtacak olursak, bu bir büyük haksızlık olur. Niye büyük haksızlık olur; çünkü, o zaman o ret kararını vermiş olan Avrupa, daha Avrupa Birliği dahi değil; daha Maastricht Anlaşması imzalanmamış ve Avrupa Birliği, içinde olması gereken veya adayların tam üye statüsünde değerlendirilmesi gereken 11 ülkeden 10'u daha o dönemde ya Sovyetler Birliğinin bir parçası veya Varşova Paktının bir üyesi. Böyle bir ortamda, daha Berlin duvarları yıkılmamış, daha Avrupa'da Doğu Almanya ile Batı Almanya bütünleşmemiş ve Maastricht Antlaşmasının imzalanmadığı bir ortamda, Türkiye, büyümeyecek olan bir Avrupa içerisinde, o gün için büyümeyeceği tescil edilmiş bir Avrupa içerisinde, elbette yerini alamazdı. Dolayısıyla, 1989'da verilen cevap doğru değildi. Nitekim, Dublin Zirvesinde gündeme getirdiğimiz konu bu oldu.

Ancak, dünya kamuoyunun önüne Türkiye'nin bu konudaki kararlılığının hemen çıkmasından sonra, daha büyük gelişmelere, ondan sonra yapılmış olan Roma Zirvesinde tanık olduk. Roma Zirvesinde, bilindiği gibi, 29 Ocak 1997 tarihinde, İtalya, Fransa, Almanya, İngiltere dışında, ayrıca Türkiye'nin de katıldığı bir 6'lı zirvede, birtakım objektif kıstasların konulması gereğini gündeme getirdik.

Objektif kıstaslar nedir? Objektif kıstaslar açıkça şunlardır: Büyüyen Avrupa, eğer 11 ülkeyi daha içine alacaksa, Türkiye'nin objektif kıstaslarla bu değerlemenin içinde yerini alması gerekir ve Türkiye'nin son gelişmelerinin özellikle farkına varılması gerekir. Türkiye, bu 11 ülke arasında değil, bütün Avrupa'da, iki yıl üst üste, dünya OECD birincisi olabilmiş yegâne ülke. Tekrar ediyorum; yüzde 8 ve yüzde 7,9 büyüklükteki bir millî gelir büyümesini sadece 11 ülke arasında değil, en fazla büyümeyi gündeme getirebilmiş ve üstelik iki yıl ardı ardına getirebilmiş yegâne ülke... Cumhuriyet tarihimizin son yirmi yılının yegâne örneği bu. Bunun ötesinde, Türkiye'nin ihracatında çok ciddî bir patlama olabilmiş. 12 ilâ 15 milyar arasında olan ihracatımız, IMF önerisiyle, birkaç yıl içerisinde, resmî rakamlarla 33-34 milyar dolarlara çıkmış. Bunun da ötesinde, Türkiye'de bütün Avrupa ülkelerinin herbirinde olduğundan daha fazla özel televizyon, özel radyo var. Türkiye 13 genel seçimi geçirebilmiş, bu 11 aday ülke daha henüz en fazla iki tanesini geçirebilmiş...

Türkiye'deki işsizlik, Çekoslovakya gibi bir ülkeyle ancak kıyaslanabilecek ve en sonda, en düşük işsizlik. Bu işsizlik karşılaştırmalarına baktığınız zaman, İtalya'nın, hatta Fransa'nın gerisinde olduğunu görüyoruz. İşsizlik konusunda, sadece 11 ülke arasında değil, diğer ülkeler arasında da aynı durumda... Bir yandan büyümede birinci bir yandan işsizlikte sonuncu ve kişi başına gelirde de diğer aday ülkelerin yarısından daha fazlasının önünde.

Aslında bu rakamları sizlerle paylaşmayı özellikle istiyorum; çünkü, bu rakamlar Dünya Bankasının Türkiye'yi 10 uncu dev ilan etmesinin arkasındaki rakamlardır ve son iki üç yılda Türkiye'nin varmış olduğu noktalardır.

Şimdi, kısaca, eğer bu karşılaştırmaları yaparsak -ki, objektif kıstaslar olarak ortaya koyduğumuz için kullanılması gerekli kıstaslar- Avrupa'nın büyüme sürecinde bu kıstaslar olacaktır.

Bakın, size bazı rakamları veriyorum: Şimdi, Macaristan, Litvanya, Slovakya, Romanya, Bulgaristan, Çekoslovakya gibi bu 11 ülkenin 7'sini bir arada aldığınız zaman; yani, Çekoslovakya'nın, Polonya'nın, Macaristan'ın içinde olduğu bu 7 ülkenin tümünü ele aldığınız zaman, Türkiye'deki sadece ticaret filomuz; yani, Türkiye'deki deniz ticareti filomuz -ki, son birkaç yılın başarısıdır bu- bu 7 ülkenin tümünden fazladır. Türkiye'nin millî geliri, bu 7 ülkenin tümüne eşittir. Türkiye'de sadece giren turistler bu 7 ülkenin tümünden daha fazladır. Türkiye'deki Türk Havayollarının taşıdığı yolcu, bu 7 ülkeden; yani, Polonya, Macaristan, Çekoslovakya ve diğerlerinin içinde olduğu 7 ülkenin tümünden 3 misli fazladır, hepsinin 3 katı kadardır ve Türkiye, son yıllar içerisinde, olmayan bankacılık kesimindeki bir dev büyümeyle en fazla bankaya sahip bir ülkedir ve Türkiye'nin finans merkezi olarak konumu ve büyüklüğü, İspanya'yı son ikibuçuk yılda geçmiştir. Böylesine veriler, Türkiye'yi, dünyanın 10 uncu devi sırasına sokmuştur ve 17 nci büyük pazarıdır.

İşte, Türkiye'nin değerlendirilmesi gerekli olan rakamları bunlardır. Bütün bunları ortaya koyduğumuz bu Roma Zirvesinde (6'lı zirvede) Türkiye'nin bu kıstaslarla değerlendirilmesi gereği tescil edilmiştir. Kim tarafından tescil edilmiştir; buraya katılan, 6'lı zirveye katılan diğer 5 büyük ülke tarafından -ki içinde Fransa'nın, İspanya'nın, İtalya'nın, Almanya'nın olduğu bu ülkeler tarafından- bizim bu argümanlarımız tescil edilmiş ve kabul edilmiştir. İşte, Roma Zirvesi, o açıdan bir büyük atılım olmuştur.

Hemen ardından, üzülerek söylemek gerekir ki -bugün verilen önergede de görüldüğü gibi- Brüksel'de yapılmış olan ve Hıristiyan Demokratların, 4 Mart 1997'de bir araya geldikleri resmî olamayan bir toplantıda, Türkiye'yi değerlendirmeleri, hepimizin belki fark ettiği, belki bildiği; fakat, hiçbir zaman bize resmî olarak iletilmeyen bir boyutta gündeme getirilmiştir. O nedir; o şudur: "Avrupa Birliği, bir medeniyet projesidir" denilmiştir. "Avrupa Birliği bir medeniyet projesidir. Türkiye'nin, din ve kültür farklılığı dolayısıyla böyle bir medeniyet projesinin içerisinde yerini alması mümkün değildir."

Elbette, bu, dünya kamuoyuna yansır yansımaz, çok büyük reaksiyonlar sadece Türk kamuoyundan gelmemiştir. Biz, ânında, bütün büyükelçileri çağırarak, bu konuda bilgi istemişizdir; hemen ardından, büyükelçiler bunun resmî bir görüş olmadığını ifade etmişlerdir; bütün ülkelerin hükümetleri, teker teker, kendi resmî görüşleri olmadığını ifade etmişlerdir. Ancak, bu, herşeye rağmen, bir büyük hata olarak, dünya barışını tehdit edebilecek bir büyük yanlışlık olarak dünya kamuoyuna büyük biçimde angaje eder gibi bir konumla Türkiye'yi karşı karşıya bırakmıştır.

Tabiî, bunun hemen ardından, bunun tashihi için Türkiye, gerekli girişimleri yapmıştır ve hemen 10 gün sonra, Mart ayı içerisinde, Apeldoorn'da yapılmış olan, 15 ülkeyi kapsayan toplantıda, bu, tümüyle reddedildiği gibi, Türkiye'nin objektif kıstaslarla -benim biraz önce saydığım kıstaslarla- değerlendirilmesi gereği, bu 15 ülke tarafından tescil edilmiş ve Van Mierlo tarafından, 15 ülke adına ifade edilmiştir.

Şimdi, değerli arkadaşlarım, olay budur. Ancak, şunu ifade etmek lazım ki, Türkiye, bütün bunları yaparken, gümrük birliği gibi bir süreci de yaşatmaktadır. Gümrük birliğinde, Avrupalı dostlarımız, Türkiye'ye vermiş oldukları sözleri tutmamışlardır; tutmamalarının nedeni, karar mekanizmaları içerisinde, veto hakkının herhangi bir ülkeye dahi tanınması gibi bir karar altyapısıyla ve hukukuyla karşı karşıya kalmalarıdır; yani, Avrupa Birliğinde, tek bir üyenin vetosu, malî protokolün işlemesini durdurabilecek bir konumdadır; yani, tek bir ülke veto ediyorsa, malî protokol işlemez hale gelmektedir. Bu, bundan sonra, bu ayın 29'unda yapılacak olan Ortaklık Konseyinde, Lüksemburg'da ayrıca ele alacağımız ve üzerinde çalışmalara devam edeceğimiz bir konudur.

Ancak, şunu da açıkça ifade etmek gerekir ki, gümrük birliğine girildiği günlerde, Türkiye için çok farklı şeyler, hem içeride hem dışarıda söylenmişti. Gümrük birliğini ve rekabeti Türkiye'nin kaldıramayacağı ifade edilmişti. Neden kaldıramayacaktı; çünkü, çökerdi; sanayi çökerdi, Türkiye'nin döviz rezervleri erirdi, Türkiye'nin carî işlemler açığı büyürdü, ticaret açığı büyürdü; Türkiye bunu kaldıramazdı. Türkiye'nin sanayii, özellikle otomotiv sanayii çökerdi. Türkiye'nin aramalları üreten otomotiv sanayiinde sıkıntılar çıkardı... Bunun, içte ve dışta, kamuoyunda söylendiğini biliyoruz. Türkiye, icraatıyla ve kendi ortaya koyduğu sonuçlarla, bunların hepsini yanıltmıştır. Bakın, Avrupa Birliğine karşı yüzde 50'ye yakın bir ithalat büyümesi, yüzde 5'lik bir ihracat büyümesi olmuştur; ancak, ithalattaki bu büyümenin yüzde 80'i, aramalları ve yatırım mallarında olmuştur; yani, tekstil sanayiinin bir yıl sonraki üretim kapasitesini artıracak bir yeni atılımı Türkiye gündeme getirmiştir. Ondan da daha önemlisi, Türkiye, o bir yıl içerisinde, döviz rezervlerini 4 milyar dolara yakın artırarak, ilk kez -Merkez Bankası rezervleri olarak- 16 milyar doları aşmıştır. Türkiye'nin cari işlemler açığı belirmemiştir. Türkiye'nin bu yıl, tahmin ettiğimiz gibi, gümrük birliğinden sonra yaşanan -diğer ülkelerde; yani, Portekiz'de, İspanya'da gördüğümüz gibi- turizm gelirlerinde çok ciddî, 4-5 milyar dolardan, resmî olarak 7-8 milyar dediğimiz, belki de 10 milyara gidecek artışlar... Çoğunluğu Avrupalı olan bir büyük turist akımı, Türkiye'nin gündemini bir yıl içinde işgal etmiştir.

Türkiye'de otomotiv sanayii çökmemiştir; tam tersine, o yıl içerisinde, 1 milyar dolardan daha fazla bir ihracat Türkiye'nin otomotiv sanayiinde gündeme gelmiştir ve Türkiye'nin otomotiv sanayiinin tüm üretimi, biraz önce saydığım 7 ülkenin tümünün üretiminden fazla hale gelmiştir. Türkiye'nin otomotiv sanayii aramallarında patlama yaşanmış; çökecek, çok büyük ölçüde istihdam kaybı olacak denilen otomotiv sanayiinin aramalları üreten sektöründe ihracat artışı -üretim demiyorum, ihracat artışı- yüzde 40 olmuştur. İşte bu, Türkiye'nin gerçek gücünün, rekabet gücünün tescil edilmesidir. Düşünün ki, bir yıl içinde o Türkiye, iki yıl üst üste OECD'nin en büyük büyümesine sahip oluyor ve cumhuriyet tarihinin son yirmi yılının rekorunu kırıyor; toplam itibariyle ihracatta patlama yapıyor; döviz rezervlerini 3-4 milyar dolar yükseltiyor ve Dünya Bankasının 10 büyük devi arasında kendisini tescil ettiriyor. İşte, Türkiyenin büyüklüğü...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Efendim, süreniz bittiği halde biraz da uzatmıştım. Kaç dakika daha istersiniz?..

DIŞİŞLERİ BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI TANSU ÇİLLER (Devamla) – 5 dakika içinde toparlıyorum.

BAŞKAN – Peki; buyurun efendim.

DIŞİŞLERİ BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI TANSU ÇİLLER (Devamla) – Şimdi, önümüzdeki günlerde, Türkiye, bu önemli davaya bir devlet projesi olarak bakmaya devam edecektir. Türkiye, bir büyük ülkedir; önüne konulan tezleri bu çerçevede yorumlayacaktır. Türkiye'nin bundan sonra, ayın 29'unda, yine Lüksemburg'ta yapılacak Ortaklık Konseyinde ortaya koyacağı tez açıktır. Olay, sadece 65 milyon insanın Avrupa Birliğinde yerini alması meselesi değildir; onun çok ötesinde bir meseledir; çünkü, bir büyük ülke olarak, bir yandan, Türkiye'nin, İpek Yolunu canlandırdığı... Yani, söylemek istediğimiz şey açıktır: Sadece, Türkiye'nin 65 milyonunun bir büyük pazara açılması değildir; bu, bir bölge barışı meselesidir. Neden bölge barışı; çünkü, bir yandan, arkasında 300 milyon Türkçe konuşan, kendi soyundan gelen, kendi dinini paylaşan bir büyük grup ve yine, bu bölgede, yüzbinlerce, milyonlarca Müslüman kardeşi...

Türkiye, böyle bir bölgede, bir barış köprüsü mü olacak; yoksa, yeniden inşa edilen yeni bir Berlin Duvarıyla, din bazında ve kültür bazında, bu bölgenin yeniden bölündüğünü mü göreceğiz? Önemli olan olay ve dünyanın ele alması gereken olay budur, bölgenin ele alması gereken olay budur. Olay, Türkiye meselesi değildir. Avrupa'nın, bu konuyu, en az Türkiye kadar, gerçekçiliğiyle ve o kapsamıyla yorumlaması gereği vardır. Onun için, Türkiye'nin bu bölgede yerini alması, Türkiye için değil, daha fazla, Avrupa için gereklidir ve daha önemlisi, Avrupa içindir. (DYP ve RP sıralarından alkışlar)

Açıkça söylüyorum, Türkiye yoluna devam eder. Yoluna devam eder; ama, büyük kayıp, bölgenin olur. Kayıp, bölgenin ve kayıp, barışın olur; çünkü, bir büyük Türkiye düşünün ki, bir eli kendi civarında olan...

Bakın, bugün, petrolün yüzde 60'ı Ortadoğu'dadır; yüzde 20-25'i Kafkaslar ve Hazar Denizi civarındadır. Petrolde, Türkiye'nin bugün mevcut kapasitesi, kendi üretiminin 3 mislidir. Sadece Irak'tan gelen ve bugün açabilsek hemen işletebileceğimiz, altyapısı yapılmış olup da açamadağımız Irak petrol boru hattı açıldığı zaman, Türkiye tüketiminin 3 mislinin, Akdeniz üzerinden Avrupa Birliğine gitmesi gündemdedir. Türkiye, Bakü-Ceyhan boru hattını imzalamıştır, Türkmenistan doğalgaz hattını imzalamıştır. Türkiye, Rusya doğalgaz hattını imzalamıştır. Bütün bunların hepsi, Türkiye'yi, petrol üretmeyen; ama, bu enerji bölgesinde petrolü Batı'ya taşıyan konumda bırakacaktır.

Türkiye, dağlarındaki karı, suyu, petrol misali kullanmaya, 21 inci Yüzyılda namzet yegâne ülkedir ve böyle bir ortamda, demirden İpek Yolunun, yine Türkiye'nin içerisinden, Kars'tan Gürcistan'a, Tiflis'e giden 120 kilometresi tamamlandığı zaman -ki, Hükümetimiz bunu çıkarmıştır, DPT kararı çıkmıştır- Özbekistan'dan İspanya'ya kadar demiryolunun, demirden İpek Yolunun biteceği bir ortamdadır. Böyle bir Türkiye'nin, Avrupa içinde mi yer alacağı veya kültürel bazda, bir farklı dünyada mı kalacağı meselesi, dünya barışını ilgilendiren bir meseledir. Türkiye, yeni Berlin Duvarlarının inşa edilmemesi için, bir büyük devlet anlayışı içerisinde, bu politikasını devam ettirecektir.

Yüce Meclis, bu konuda, her alanda destek vermiştir. Dolayısıyla, Yüce Meclisin bu desteğine, bir kez daha, içten teşekkür ediyorum. Bu büyük proje, Türkiye'nin, bir büyük Türkiye olması projesidir. Bu büyük proje içerisinde insan hakları vardır, demokrasi vardır, uyum kanunları vardır. Bunların her biri için, bu süreç içerisinde, yine, Meclisin desteği, en büyük gücü olacaktır bu büyük davada Türkiye'nin.

Yine, önümüzdeki günlerde, bu çerçevede, eğitimden tutun, demokratikleşmeye kadar, bir büyük süreç içerisinde hazırlanacak reformlarda, büyük Türkiye olma, büyüyen Avrupa içerisinde, büyükler arasında, büyük olma gibi bir hedefe, bütün Meclisiyle, bunu bir devlet politikası yaparak gitmesi, Türkiye'nin önündeki en büyük hedeflerinden ve devlet hedeflerinden bir tanesidir.

Bu anlayış içinde, bütün Meclise teşekkürlerimi sunuyorum.

Teşekkür ederim. (DYP, RP ve ANAP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ederim Sayın Çiller.

Genel görüşme önergesi üzerinde gruplar adına söz isteyen sayın üyelerin isimlerini okuyorum: ANAP Grubu adına, Sayın Kâmran İnan; CHP Grubu adına, Sayın Hikmet Çetin; DSP Grubu adına, Sayın Nami Çağan.

ANAP Grubu adına, Bitlis Milletvekili Sayın Kâmran İnan; buyurun. (ANAP sıralarından alkışlar)

Sayın İnan, süreniz 20 dakikadır; Sayın Çiller'e 6 dakikaya yakın bir eksüre vermiştim, zatıâlinize de o hakkı tanıyacağım efendim.

ANAP GRUBU ADINA KÂMRAN İNAN (Bitlis) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; önümüzde görüşülmesi yapılan konu, gerçekten, 38 yıldan beri Türkiye'nin gündeminde bulunan ve sadece bir iktidar ve bir hükümet meselesi değil, bir millî meselesi olan Avrupa Birliğiyle ilişkiler konusu. Bu itibarla, meseleye, bir iktidar muhalefet, bir hükümet veya muhalefet açısından değil, Türkiye bakımından gayet objektif bir şekilde yaklaşmak lazımdır. Bu çerçevede, aslında, sonuna doğru temas etmeyi düşünüyordum; ama, Sayın Bakan, konuşmalarında, iki defa, gelecek hafta salı günü -bu ayın 29'unda- Lüksemburg'ta yapılacak Ortaklık Konseyi toplantısına temas ettikleri için, onunla ilgili ve kendilerini de üzeceğinden emin bulunduğum, bizi de çok üzen son bir gelişmeyi Yüce Meclisin huzurlarına getirmek istiyorum. (Gürültüler)

Sayın Bakan, bu işin muhatabıdır, eğer rahat bırakırsanız...

VELİ ANDAÇ DURAK (Adana) – Bıraktılar...

KÂMRAN İNAN (Devamla) – Evet.

Bir defa, takdir buyurulur ki, Türkiye, gümrük birliğine girdikten sonra dahi, Avrupa Birliğiyle ilişkileri, Ortaklık Anlaşması çerçevesinde yürütülmekte; dolayısıyla, Ortaklık Konseyiyle götürülmektedir, ki, bu, aslında, bizim bir kademe yukarıya çıktığımız değil, yerinde saydığımız anlamına, en aşağısından, Avrupa Birliği bakımından, yerinde saydığımız anlamına gelmektedir.

Sayın Bakana, eminim ki, sunulmuştur; dün, çok garip bir şekilde, Yunanistan Dışişleri Bakanı Sayın Pangalos, Avrupa Birliği Onbeşlerinin, Lüksemburg'da, Türk Dışişleri Sayın Bakanının önüne getirecekleri ortak tutumun bir açıklamasını yaptı. Bir defa, Yunanistan'ın yapmaya hakkı olmamak gerekir; yapılacaksa, bunu, Dönem Başkanı olarak Hollanda Dışişleri Bakanı Sayın Mierlo'nun yapması lazımdır. Sayın Pangalos, bunu, Atina'da, bir basın konferansıyla, ilavelerle yaptı. Burada, dikkatle incelendiği zaman -ki, önemli noktalarını huzurlarınıza getireceğim- Yunanistan'ın bütün görüşleri ağırlıkla yer almıştır. Gümrük birliğinden söz eden paragrafında, hiçbir malî hükümden söz yok. Gümrük birliğinin ve müesseselerin işletilmesi sözü var; ama, malî hükümlerin işletilmesi konusunda en ufak bir angajman yok.

Beşinci paragrafında ise, Yunanistan'la ikili ilişkiler oraya sokulmuş ve bunu Lahey Adalet Divanına getirme lüzumu üzerinde duruluyor. Türkiye'nin kendilerini tehdit etmemesi ve toprak talebinde bulunmayacağı yolunda yaptığı beyanları da memnuniyetle karşılamakla beraber "Meclisin bu yoldaki kararı muvacehesinde, Hükümetin, yeniden bu iradesini tazelemesi lazım" şeklinde bir beyanları var ve bununla da kalmıyor "Ayrıca, Birleşmiş Milletler Şartı muvacehesinde de, Türkiye'nin, kendi komşularını tehdit etmeden, barış içinde ve toprak bütünlüğüne saygılı bir şekilde yaşaması lazım..." deniliyor; ki, bu, biraz, bizimle son bir aydan beri bir diyalog başlangıcında bulunan Yunanistan'a yakışmayan bir tutum tarzıdır ve bunu Onbeşlere mal etmesi de, kendi durumunu takviye sadedinde rahatsız edici olmuştur.

Beşinci paragrafın son alt paragrafında, doğrudan doğruya Türkiye'nin iç işlerine müdahale vardır. Türkiye'deki gelişmeler, durum, Güneydoğu Anadolu konusu işlenmiş ve burada bir ifade kullanılmıştır; "Türk Hükümetinin siyasî çözüm araması" denilmiştir. Onbeşlerin, böyle bir meseleyi, kendi tebliğlerine almaya ve Türk Sayın Bakanının huzuruna getirmeye hakları yoktur. Bu konuda, İrlanda konusunda bir karar alabiliyorlar mı, bir açıklama yapabiliyorlar mı? İspanya konusunda, ETA konusunda bir karar alabiliyorlar mı, bir açıklamaya giriyorlar mı, içişlerinden dolayı? Binaenaleyh, burada, son derece, Türkiye'yi rahatsız edici bir ifade kullanılmıştır ve bu ifade, Yunanistan'ın belli ki, kendi teşvikiyle -çünkü, o kadar sabırsızlık göstermiş ki- daha Onbeşler açıklamadan, hatta, muhatabı olacak Türk Sayın Bakanı bilgi edinmeden bunu yayınlamıştır.

Ondan sonraki altıncı paragrafta, Kıbrıs'la ilgili olarak daha da rahatsız edici hususlar var. Daha önceleri burada görüştük "gümrük birliğiyle ilgili müzakereler sırasında, Kıbrıs'ın 1990'da yaptığı ve askıda tutulan tam üyelik müracaatının ele alınması hususunda Türkiye yeşil ışık yaktı, göz kırptı" dedik. Bu kürsülerden aksi ifade edildi, iddia edildi; ama, burada bir cümle var ve Onbeşlerin cümlesi; 6 Mart 1995 tarihli Türkiye ile gümrük birliğini oluşturan Avrupa Birliği Konsey Toplantısında yapılan ve Türkiye'nin de katıldığı genel müzakereler çerçevesinde "discussiong which also involved Turkey" deniliyor. -Özür dileyerek söylüyorum, aslına sadık kalmak için İngilizcesini okuyorum, henüz Türkçe tercümesi yapılmadı- Binaenaleyh, demek istediği, Kıbrıs'ın, Avrupa Birliğine tam üyeliğini, Türkiye, bugün, net olarak tasvip etmiştir; yani, garanti anlaşmasındaki, Türkiye'nin tam üyesi bulunmadığı bir milletlerarası kuruluşa üye olmayacağı şeklindeki hakkından vazgeçtiğini ifade ediyor ve burada da ilave ediyor ki, daha sonrası, daha da rahatsız edici "tam üyelik konusunda, Kıbrıs Hükümeti ile ve Türk toplumuyla görüşmeler yapılacak; tam üyeliğinin, Kıbrıs'taki Türk toplumu iyiliği için olduğu da kendilerine izah edilecek ve ikna edileceklerdir" deniliyor. Bu, bizim tanıdığımız, en aşağıdan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine karşı büyük bir saygısızlıktır ve bu saygısızlık, Sayın Bakanımızın katılacağı 29 Nisan tarihli toplantıda resmî bir doküman olarak önümüze çıkarılacaktır. "...Bir an evvel bu müzakerelerin bitmesinde, tarafların, saymakla bitmeyecek faydası, menfaatı vardır ve esasen, hükümetlerarası konferansın bitiminden altı ay sonra müzakerelerin başlaması kararlaştırılmıştır" deniliyor. Orada, takip buyuruyorsunuz, Yunanistan, 11 aday ülke arasında Kıbrıs'ın tam üyeliğine öncelik verilmediği takdirde, Avrupa Birliği genişlemisini veto edeceklerini, iki üç defa beyan ve ifade etmiştir. Türkiye'nin, NATO ile ilgili bir muhtemel vetosu sözü karşısında kıyamet koparanlar, bunun karşısında sessiz kalmışlardır; binaenaleyh, burada, çok büyük bir tuzak vardır; bu, gizli Enosis yolunun açılması hadisesidir, burada çok dikkatli olmak gerekecektir.

Yedinci paragrafta, yine, Kıbrıs'la ilgili "gerek Birleşmiş Milletler ve gerekse Avrupa Birliği Konsey Başkanının yeniden tayin ettiği temsilci aracılığıyla, iki taraf bir araya getirilip çözüm araştırılacak ve 1997 yazı içerisinde bu çözümün ortaya çıkması lazım; bunda, Türkiye'nin menfaatı var ve bilhassa, Türkiye-Avrupa ilişkileri bakımından, bu, çok önemli bir hadisedir" deniliyor.

Binaenaleyh, Sayın Kinkel'in 25-26 Mart tarihlerinde Ankara'ya yaptığı ve diplomatik bakımdan bir skandala dönüşen ziyareti sırasında ısrarla söylediği -ki, bunu, De Charette, daha sonraki ziyaretinde ifade etti- "tam üyelik veya Avrupa Birliğiyle ilişkilerinizin geliştirilmesi, Yunanistan ile olan ihtilafların çözülmesine ve Kıbrıs meselesinin halline bağlıdır" sözleri, burada çok açık ve biraz da rahatsız edici bir şekilde yer almış bulunmaktadır. Şimdi, böyle, daha önceden tespit edilmiş bir ortak tutum var ve bu ortak tutumda da, bir taraftan içişlerimize müdahale, bir taraftan Yunanistan'ın bütün tutumlarının arkasına ondörtleri de alır bir durum varken, buraya katılıp katılmama hususunu iyi düşünmek lazım; bunu Sayın Hükümetten rica etmek istiyoruz.

Bana göre, Sayın Hükümet, böyle bir konunun, Yunanistan tarafından önceden açıklanmasını protesto etmelidir. Dönem başkanı olarak Hollanda'nın görevi olan bir hadisenin Atina'dan duyulmaması lazımdır ve yine, bana göre, Sayın Hükümet, mademki, önceden 15 olarak, bütün maddelerde tutumunuzu tespit etmişsiniz, o zaman ne müzakere edeceğiz, zaten açıklamışsınız da kamuoyuna; işte doküman burada. Bu doküman muvacehesinde, Sayın Bakan, Lüksemburg'ta neyin müzakeresini yapacak, neyi anlatacak? Olsa olsa Türk kamuoyunun tepkilerini, Türkiye'nin isyanını ve bu maddelerin kabul edilemez olduğu hususu üzerinde durulacak ve orada da, ondörtler, tabiatıyla, daha önce bize karşı yaptıkları gibi, Yunanistan'ın yanında yer alacaklardır. Bu, Türkiye'yi rahatsız eder, çok da rahatsız eder...

Değerli milletvekilleri, şimdi, bunu belirttikten sonra, Avrupa Birliğiyle ilişkilere bakışta açıyı değiştirmek lazım. Biz, 31 Temmuz 1959 tarihinde müracaat ettik; 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara Antlaşması, 1970 yılında Katma Protokol, 1973 yılında yürürlüğe girmesi, 14 Nisan 1987 tarihinde, zamanın sayın hükümetinin tam üyelik müracaatı -ki, bu ayın 14'ünde onuncu yılını doldurmuştu- ondan 32 ay sonra Komisyonun mütalaasını vermesi ki, mütalaa, maalesef, Yunanistan için daha önce verilen mütalaanın aksine, siyasî unsurları ihtiva eden, içişlerimize karışan bir mütalaa. 1976 yılında Yunanistan için verilen mütalaanın yedinci pragrafında "Yunanistan'ın, Türkiye olmadan tek taraflı girmesi, Türk Yunan ihtilaflarının Avrupa Birliğine mal edilmesi olur, kabul edilemez" hükmü vardı; Fransa, bunu, elinin tersiyle itti "Komisyon, sadece teknik ve ekonomik mütalaa verir; siyasî mütalaa veremez" dedi; ama, aynı Komisyon, 32 ay sonra, Türkiye için, enine boyuna siyasî mütalaa verdi ve bu, üstelik de, işlerine geldi; ama, burada, hiçbir cevap da vermediler. Bu rapor, bu mütalaa askıda kaldı; 1989 yılı sonundan bugüne kadar askıda ve bize karşı hiçbir tutumları da olmadı.

Sonra ne oldu? Sonra soğuk savaş bitti; soğuk savaşın bitimiyle bize karşı tutum değişti; ama, bu arada, tabiî, Avrupa değişti, dünya değişti ve Türkiye, aynı Türkiye değil. Bugünkü Türkiye, Avrupa Birliğiyle bu müzakereleri yürütürken 1959'lar, 1963'ler tutumuyla hareket edemez; dev bir memleket olmuş bir Türkiye ve Avrupa, aynı Avrupa değil.

Bakınız, burada çok büyük bir yanılgı var. Avrupa, aslında bugün çökmekte; 20 milyon işsizi var; 4 milyon 700 bini Almanya'da, 1933 yılından beri en yüksek seviye. Altyapısı yaşlandı, teknolojisi yaşlandı ve en mühimi, nüfusu yaşlanıyor, kendisini yenileyemiyor. Bugün bana sırtını çeviren Avrupa, çok fazla değil, on yıl sonra, gelip, 1960'larda Almanya'nın yaptığı gibi, benden elemeği rica edecektir; çünkü, o zaman nüfusunun ancak yüzde 30'u çalışabilir çağda olacak; diğerleri, emekliler, yaşlılar ve çok az sayıda çocuk olacaktır.

Fransa'da aynı durum vardır; 3,5 milyon işsiz... Fransa, nihayet sosyal ve ekonomik baskıya dayanamadı; neredeyse bir yıl önceden erken seçim kararı aldı, mayıs ayı sonunda erken seçim yapacaklar.

Avrupa'nın dünya ticaretindeki ve üretimindeki payı süratle düşüyor. Buna mukabil, Asya Pasifik'in yükseliyor. Daha da önemlisi, iki tane beyan yapıldı; birisi- her ikisi de yetkili şahıslar.- NATO Askerî Komite Başkanı Alman General -ki, eski Genelkurmay Başkanı idi- Naumann'ın bir beyanı. "Amerikasız Avrupa bir hiçtir" dedi ve örnekleri de gösterdi, vaktinizi almamak için bunları saymıyorum.

15 Nisanda Paris'te, İtalyan, Belçika, Fransız stratejik araştırmalar enstitülerinin ortaklaşa yaptıkları ve benim de bulunduğum bir toplantıda, Batı Avrupa Birliği; yani Savunma Teşkilatı Parlamenter Meclis Başkanı İspanyol Puig, gayet açık bir itirafta bulundu: "Batı Avrupa Birliğinin hiçbir yaptırımı ve gücü yoktur. Kesinlikle bunu bilin. Biz, şeklî olarak varız, bunun ötesinde yokuz" dedi. Neden söyledi; çünkü, gerçek ortada. Dört yıl boyunca, eski Yugoslavya'da cereyan eden savaşlarda, Avrupa, güçsüz bir seyirci olarak kaldı. Ne zamana kadar; Amerika Birleşik Devletleri gelip Holbrooke'un Dayton'da yaptığı anlaşmaya kadar... Ortadoğu barış sürecinde Avrupa yok; Arnavutluk'taki son feci gelişmelerde yine Avrupa Birliği yok; hiçbir dünya meselesinde, Avrupa ve Avrupa Birliğinin sözü ve ağırlığı yok.

Bunu, çok acı bir şekilde sergilediğimiz için, tekrar edilmemesi düşünce ve ricasıyla arz ediyorum: 1995'te gümrük birliğine girmek için Avrupa'yı göklere çıkardık. Ee, girdik, ne oldu? Doğru, hepimiz de destekledik, bunun münakaşasını da burada yaptık, tekrar değinmeyeceğim; 6 Mart 1995 dokümanı, Türkiye'ye çok pahalıya mal olmuş bir dokümandır. Biraz önce arz ettiğim Kıbrıs şartına ilaveten başka şartlarla; ama, yüzde 59 ithalat patlaması oldu, yüzde 5, yüzde 6 ihracat patlaması. Malî hükümler askıda kaldı ki, o malî hükümlere de tenezzül etmek, Türkiye bakımından rahatsız edicidir; 1980 için bile öngörülen Dördüncü Malî Protokol 600 milyon ECU ile başlamış -bugünkü 750 milyon dolar- bu sefer öngörülen, Katma Protokolün yerini alacak olan yenisi, 375 milyon ECU. Diğerleri, Akdeniz Fonundan hâlâ gelecek, son Malta Konferansı neticesiz kaldı; diğeri de Avrupa Yatırımlar Bankasından, o da, neye bağlı olduğu belli ve o da, vetoya mevzu. Ee, ne oldu bir senelik tecrübeden sonra ve biz, buna, niye bu kadar büyük bir arzuyla destek verdik; çünkü, beyan edildi ve ümit ettik ki, bu, tam üyeliğin bir basamağı olur; olmadı...

Bize, bugün, açıkça söyledikleri, Türkiye için düşünülen özel bir formül: "Gümrük birliği artı (+)" veya başka bir şekliyle "tam üyelik eksi (-)." Bunu, Sayın Kinkel, burada çok açık söyledi, Dışişleri Komisyonunda "Türkiye için düşündüğümüz, daha çok, geliştirilmiş bir gümrük birliği anlaşması" dedi. Bunu, Sayın De Charette de söyledi, 15-16 Mart tarihlerinde Apeldoorn'da yapılan toplantıdaki ifadelerin, beyanların da metni burada ve ayrıca, 4 Martta, Brüksel'de, Val Duchesse'de yapılan 6 Hıristiyan Demokrat Parti toplantısı sonunda Sayın Martens'in yaptığı, daha sonra Van Walgen'in daha genişleterek ifade ettiği ve kıyametler koparan görüşlerden geri adım da atılmış değildir. Burada, elimde, 20 Mart tarihli La Libre Belgique'te, Sayın Martens'in yeni bir beyanı var. Diyor ki: "Türkiye'nin, Avrupa Birliği içerisinde tam üye olarak yer alması mümkün değildir. Bizim, toplu bir kültürümüz ve birliğimiz vardır. Bu birlik içerisinde, Türkiye'nin, tarihi itibariyle, bugünkü kültürü ve yapısı itibariyle yeri yoktur."

Ondan sonra, bir daimi konferans fikri ortaya atıldı. Yani, Onbirlerin -belki de Türkiye onikinci olarak- daimi konferansı; gelecek sene veya bu sene... O da havada kaldı. Son gelen bütün bilgiler 11 aday üzerinde cereyan ediyor ve 11 adaydan bir tanesi de Malta'da; seçimler sonunda, sosyalist hükümet gelmekle; o da dondurdu, askıya aldı; bugün gündemde olan 10 aday.

Sayın Kinkel'e sorduk, daha sonra başkalarına sorduk: "Peki, kriterlerini söylüyorsunuz, Sayın Bakan da burada işaret ettiler kriterlere; onların üzerinde durduğu kriterler, Bulgaristan'da ve Romanya'da Türkiye'den daha mı fazladır, bizden daha mı iyidir kriterleri?" Polonya'nın enflasyonu yüzde 124'tür; Polonya'ya öncelik veriyor, hem Avrupa Birliği bakımından hem NATO bakımından. Burada nedir asıl işleyen faktör; aileden olmak meselesidir. Türkiye ailedendi; ne zaman; komünizm tehdidi bulunduğu, Sovyetler Birliğinin askerî ve siyasî baskısı olduğu, NATO'nun müdafaasında en büyük katkıyı ve rolü oynaması, Varşova Paktıyla yüzde 37 sınırları, ortak sınırları tek başına savunması itibariyle Türkiye önplandaydı. O bitti ve o zamanlar, 1988 Nisanında, Edward Mortimer, Financial Times'ta -ki, geçen sene Ankara'daydı, Sayın Cumhurbaşkanımızı da ziyaret etti- bir makale yazdı -bir vesileyle, burada, yine arz ettim- dedi ki: "Türklerin Avrupa'da bulunması Stalin'in bir hediyesidir. Komünizm tehdidi altında, Avrupa, Türkiye'yi içine almıştır. Bugün tehdit bitmiştir, soğuk savaş bitmektedir, Türkiye'nin bizim içimizde yeri yoktur, evine dönsün" dedi. Düşünebiliyor musunuz, bu kadar geçmişimiz, kırkbeş yıl NATO içinde, Avrupa Konseyi içerisinde 1949'dan beri ve bütün Avrupa kuruluşları içerisinde mevcudiyetimiz... 16 Mart tarihli Le Monde Gazetesi, Claire Trean imzasıyla "La Turquie ets-elle un pays Europeen", "Türkiye bir Avrupa memleketi mi? Hâlâ bu sual soruluyor. Bir taraftan, 1853'te, Lamartine "Türkiye Avrupa önsavunma cephesidir" diyor, bir taraftan 1997'de, bu kadar ortaklıktan ve elli yıla varan mevcudiyetimizden sonra, Le Monde'ta, hem de başmakale olarak "Türkiye bir Avrupa memleketi mi?" diyor. Bu realiteleri görmek lazım.

"Avrupa" sözü ne zaman siyasî anlam kazanmıştır; 1453'te, bizim İstanbul'u fethimizden sonra. O zamana kadar coğrafî bir terim olarak kalmıştır. Hatta, Martens burada konuşuyor ve gayet de açık; diyor ki: "Aynı Türkler değil midir, Balkanlara geldiler, İslamı getirdiler, kendi kültürlerini getirdiler, yüzlerce yıl kaldılar; bu Türkleri, ben, kendi içime nasıl alırım." Aslında, onların söylemek istediklerini, Türkiye, nedense duymak ve anlamak istemiyor; mesele bu.

Biz, seneler boyu, aslında, Türkiye'ye karşı muhalefetin, sadece Yunanistan'dan gelmediğini biliyorduk; ama, bir türlü kimse inanmak istemedi; ta ki, günü geldi, 4 Martta, nihayet, Alman fili, arkasına saklandığı Yunan çalısının arkasına sığınamadı ve ortaya çıktı, hem de bir heyula gibi ve kendisiyle özel ilişkiler sürdürdüğümüz, yüz yılı aşkın bir mazimiz, ortaklığımız, hatta imparatorluğu neredeyse onların yüzünden feda ettiğimiz, kendi ekonomisinin ayağa kalkması ve yeniden inşaı için Türk elemeğinin milyonlarını verdiği, canını, emeğini heba ettiği bir Almanya önümüze çıktı "siz giremezsiniz; kültürünüz buna müsait değildir; dolayısıyla, dininiz de buna müsait değildir" dedi. Bu kimdi; bu, en çok güvendiğimiz Almanya...

Şimdi, bakınız, Batı'nın çok enteresan bir taktiği var Türkiye'ye karşı. Sayın Kinkel'in Ankara'daki, çok rahatsız edici, saygı dozu çok noksan olan tutum ve beyanları, Sayın Kohl'ün ve onun tertip ettiği toplantıdan sonra, acaba Türkler hiddetlenir de Avrupa'yla bağları, ipleri koparır mı diye bir hafta sonra Fransız Sayın Dışişleri Bakanını gönderdiler. Ucunda hiçbir şey bulunmayan, sunî bir parmak balla bizi idare etmek... Onunla da yetinmediler, Hollanda Dışişleri Bakanı Sayın Mierlo geldi "aman, siz çok lazımsınız; siz kahramansınız..."

Bunun hepsinin altında şu var: "Siz, evet, Batı'nın savunması için lazımsınız; siz -Sayın Bakan işaret ettiler- enerji yolları üzerindesiniz, 200 milyar varillik rezervi bulunduğu söylenen Kafkasya ve Hazar Denizi petrolleri de, nihayet, ya sizin denizlerinizden ya topraklarınızdan geçecektir, Ortadoğu hariç; yarın bir ihtilaf olur, gene lazımsınız; ama, bugün, içimizde yeriniz yok; sizi ikinci sınıf muameleye tabi tutacağız..." Bunun daha açık anlamı şudur: "Savaş bitti; siz, iyi askersiniz, terhis oldunuz; ama, giderken adresinizi bırakın; ne olur ne olmaz, yarın sizi çağırırız." Bize uygulanan bugünkü politika budur Sayın Bakanım.

Sayın milletvekilleri, bu politikayı Türkiye'nin, iyi görmesi lazım. Bana göre, bunu da, kendi görüşümüz olarak Yüce Meclise ve Hükümetin takdirine arz ediyoruz. Tam üyelik konusunda bize karşı takınılan bu sert tavır muvacehesinde, Sayın Hükümetin derhal gümrük birliği protokolünü veya anlaşmasını yeniden müzakereye açması lazım. Biz bu şartları niye kabul ettik; tam üyeliğe bizi götürür bir basamaktır diye fedakârlıkları kabul ettik. Bunu yapmıyorsanız, biz bunu gözden geçiririz, müzakere ederiz dememiz lazımdır.

Bakınız, değerli milletvekilleri, bizi, Batı'ya, savunma bakımından, ekonomik bütünleşme bakımından zorlayan dünya şartları bugün değişmiştir. Bugün, artık, Avrupa, bölünmüş olmaktan çıkmış, Almanya çıkmış, dengeler değişmiş. Düşünebiliyor musunuz, Çin Devlet Başkanı Kremlin'de yatıyor halen. Yeni bir gelişme; Amerika'ya karşı, NATO'nun genişlemesine karşı Moskova'nın verdiği bir cevap... Daha bugün Rus Federasyonu Başbakanı diyor ki: "Mayısın 27'sinde bize getirecekleri NATO Şartını imzalasak bile muhalefetimiz devam edecektir." O "muhalefetimiz devam edecektir" dediği sürece prim alıyor, taviz alıyor; biz, muhalefet göstereceğiz dediğimiz zaman hepsi üstümüze yürüyor. Neden?.. Neden bana bu şekilde bakmak cesaretini sürdürsünler?

Çok memnun oldum; konuşmalarının sonunda, Sayın Bakanımız, Türkiye'nin büyük devlet olduğunu ifade ettiler. Büyük devlet gibi davranmak lazımdır. Üzülerek arz ediyorum, 1995'te böyle davranmadık gümrük birliği için. Bu sefer müstağni olmak lazım. Ricacılık değil... Hakkımızı ya verirsiniz ya yoksunuz; bildiğiniz yolda gidin. Benim kendi birliğim var. Sayın Bakanın kendileri temas ettiler; 200 milyondan fazla bir Türk dünyası var. Kendi birliğim, 600 milyonluk bir piyasam var; Karadeniz ekonomik bölgesi, Ortadoğu, Orta Asya... Ben, bu piyasada, teknolojik ve ekonomik güç itibariyle daha üstünüm. Orta Asya'ya ve diğer memleketlere 2,5 milyar dolara varan kredi açmış bir memleketim. Bu noktaya gelmiş bir devletim. Ben bunu bırakacağım, gideceğim, 380 milyonluk gümrük birliğinin -ki, her bakımdan benden yukarıda- pazarı haline gelmeyi niye kabul edeceğim! Olsa olsa, bütünleşme uğruna belki. O da olmuyor. Ayrıca, gam yememek lazım. Bu bütünleşme ve Maastricht gerçekleşmez efendim. Fransa, erken seçime bir bakıma ondan gitti. Fransa, tek paraya direndi. Son yapılan bir anketi CNN verdi. Bugün Avrupa memleketlerine, Avrupa Birliğine olan destek, kamuoyunda yüzde 40'lara düşmüş bulunmaktadır. Bugün İsveç'te yeni bir referandum yapılsa Avrupa Birliği kaybedecektir, Avusturya kaybedecektir. Binaenaleyh, dünyanın değiştiği bir dönemde Türkiye, bundan 40 yıl, 30 yıl, 38 yıl önceki rayda yürümeye devam edemez, etmemesi de lazımdır; yeni bir politika oluşturmamız lazım.

Cumhuriyetin temel dışpolitikası değişmez; doğrudur; ama, bir manevra marjı vardır. Değişen bir dünya ışığında bunun gözden geçirilmesi lazım. Bu meftunluk -Batı meftuniyeti- bir yerde, artık yetti efendim; bir yerde, gerçekçi olmak lazım ve şunu kabul etmek lazım: Avrupa Birliği, önünde sonunda serbest mübadele bölgesi olarak bitmeye mahkûmdur. Bugünkü 15'ler; yarın 11 de alınırsa veya 10 tane alınırsa, 25'li 26'lı bir Avrupa'nın bütünleşmesi düşünülebilir mi?

Bir Bulgaristan, maalesef, açlık çekiyor ve Sayın Hükümetin 30 ton buğday göndermesini de memnuniyetle, saygıyla karşılıyoruz; komşumuzdur, komşu komşuya bakar, bunu yapmak lazım; bunu, savaş sırasında da Yunanistan'a yaptık; işgal altında, açlık içerisinde, gönderdik; ama, talihsizlik, o ekmekle büyüyenler, sonra gidip Kıbrıs'ta soydaşlarımızın gözünü oydular. Bunu, Bulgarlardan beklemiyorum, inşallah böyle bir şey olmaz. Bu imkânlar var Türkiye'nin önünde. Binaenaleyh, bu işlere daha gerçekçi gözle bakmalı.

Bugün dünyada realiteler var. Bir realite, Japon realitesidir.

Değerli milletvekilleri, düşünebiliyor musunuz, 1950'de Türkiye'de fert başına millî gelir, Japonya'dan ve Güney Kore'den daha yüksekti. Ee, bunu nasıl izah edersiniz?!. Üzülerek söyleyeyim -ben de içerisinde bulunduğum için ifade etmekte zorluk çekmiyorum- bazı parantezli dönemler hariç, dünyanın en kötü idare edilen memleketi olmuştur da ondan. Biz, kendi el emeğini, bu 65 milyon potansiyeli kullanırsak; böyle, 30 milyar, 40 milyar ihracat mı olur; 200 milyar ihracat olur. Sayın Bakan, Başbakanlık da yaptılar, biliyorlar; devlet bürokrasisi, Türk çarkları, saat 10.30'dan 11.00'den evvel ısınıyor mu; ısınmıyor efendim; dünyanın en çok zaman tüketen toplumuyuz. Dünyanın bütün kavgası ne üzerinedir; zaman ve emek. Nedir bunun da özü; emeğin, zaman içerisinde sermayeye dönüştürülmesidir ve Japonya bunu yaptı. Öğle yemeğine 15 dakikadan fazla ayırmıyor ve bugüne kadar, yıllık izninin tamamını kullanmış bir Japon işçisi ve memuru bulunamamıştır. Geçen gün, bir Japon ev hanımı, CNN'de kocasından dert yanıyordu "günde 15 saat çalışıyor, senede ancak bir hafta izin alıyor" diye. Türkiye'de, 2 milyon memurdan, senede, yıllık izinlerine, rapor veya mazeret izni eklemeyenini bulursanız, ben ona madalya veririm. (Alkışlar) Bunun kabahati kimde; bizdedir.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın İnan, size de 5 dakika eksüre verdim; daha ne kadar süre istersiniz?

KÂMRAN İNAN (Devamla) – Lütfettiniz Sayın Başkan, müteşekkirim; bitirmeye çalışıyorum.

Şimdi, onun için "şartlanma" denilen bir olay vardır değerli milletvekilleri; hepimiz şartlandık. 1945'lerden bu yana Sovyet tehditi altında bir şartlanma oldu; bundan kurtulmak kolay değil. Einstein'ın bir itirafı var "atom gücüyle her şeyi değiştirirsiniz; ama, insanın düşünce tarzını değiştirmek zordur" diyor ve bundan dolayı, biz, dünya değişmesine rağmen, düşünce tarzımızı değiştirmemekte ısrar ediyoruz; hâlâ Batı Avrupa... Bitti efendim Avrupa... Bugün, kalkınma hızı en düşük olan memleketler değil midir? OECD'de en yüksek biz olmamızın bir sebebi de, onların hepsinin yüzde 1'lerde, 1,5'larda, yarımlarda seyretmeleridir. Binaenaleyh, hadise bu; satürasyon geldi, bitti; artık, 19 uncu Yüzyıl Avrupa yüzyılıydı, 20 nci Yüzyıl Amerika, gelecek yüzyıl Asya-Pasifik yüzyılı olacaktır.

Bir noktaya -izinleriyle- katılmıyorum. Mutlaka, AFTA, NAFTA, Asya-Pasifik, APEC, Avrupa Birliği şart değil efendim. Kendi başına, Türkiye'nin kendi birliği vardır, kendi potansiyeli var; kullanamıyorsa kusur bizimdir. 80 milyar dolar dış borcum varsa, bir 30-35 milyar dolar iç borcum varsa, bunu akılsızca kullanmamın neticesidir bu. Dünyanın en müsrif devleti olduğumuzu kabul etmek lazım efendim. Bir taraftan memleketin sıkıntıları, realiteleri gözümüzün önünde, bir taraftan devlet lüksüne bakın!..

Hangi parametrelerde çalışıyoruz -yine aynı konuyu açmak istemiyorum- bir de araştırma yaptık; o araştırmanın raporunu zatıâlinize, Sayın Bakana özel bir mektupla arz ettim. Burada, içim çok yandığı için söylüyorum ve tekrar etmeyi de isyan olarak biliyorum; Cenevre'de 500 milyara bir büyükelçi evi alınmaz efendim. Bu devlet, Suudî petrollerine sahip olsa bile bu para bu şekilde kullanılmaz ve bunun gibi yüzlerce misal sayabilirim. Hazinenin yaptığı israfla 44 kişi Hazineden 1996'da dış seyahate çıkmış, 1 500 gün kullanmışlar. Sizin, bununla kalkınabilip de Avrupa Birliğini yakalamanız, Japonya'yı yakalamanız veya Güney Kore'yi yakalamanız mümkün değil.

Değerli milletvekilleri, bizim meselemiz kendi içimizdedir, kendimize çekidüzen vermemiz lazım; meselelerimizin halli kendi içimizdedir. Adil bir sistem kurmamız lazımdır; bölgeler arasındaki dengesizlikleri kaldırmak ve gelirlerden herkesin eşit payını almak ve güneşte herkesin yerine sahip olabilmesi şartlarını hazırlamak lazımdır; bunu yapmıyoruz.

Kendimize yönelik bir tenkidimi tekrar edeceğim. Parlamento, her geldiğinde, vekâletini aldığı toplumdan koparak bürokrasiyle bütünleşiyor. Şimdi, en yoğun bütünleşme dönemindeyiz. Genel müdürlerle "sen şu işimi, tayinimi yap; ben, seni..." Bu değil efendim Türkiye; bambaşka bir Türkiye var ve ümit ediyorum ki, Sayın Hükümet ve İktidar Partileri katılır, genel görüşme açma kararı alınır ve daha geniş -Danışma Kurulunun müsaadesiyle- bir zaman içerisinde, 1997 dünyası nedir; dengeler nereye gidiyor?.. Japonya, arkasından 2010 yılında Amerika'yı da geçecek ve dünyanın en zengin gücü haline gelecek bir Çin realitesi var; Amerika Birleşik Devletlerinin yılda 2,5 milyon istihdam yarattığı, Avrupa'nın battığı bir dönemde, realitesi var; Ortadoğu'daki süreç var; Türkiye realitesi var; bunlara bakmak lazımdır. Tek ray üzerinde ve sanki hayat memat meselesi; Avrupa olmazsa Türkiye olmaz!.. Kendileri de belirttiler. Bugünkü geldiğimiz noktada, stratejik bakımdan, Avrupa, bize daha çok muhtaç hale gelmiştir, daha bağımlı hale gelmiştir. Ben, bunu, Paris'te 15 Nisanda üç stratejik enstitü toplantısında söylediğim zaman böyle gözleri açıldı ve kafalarına vura vura söylemek lazımdır. Benim hiçbir kompleksim yoktur; hiçbir kompleksim yok; ama, seneler boyu hep kompleksle davrandık; hep kapılar önünde bekledik ve nihayet bu kompleksler ne yaptı; Sayın Kinkel'in bize karşı saygısızlığının bir nevi hazinesi veya sermayesi haline dönüştü. Bir Alman Sayın Bakanı gelip, Türkiye'de, herkesi, neredeyse azarlar bir davranış içerisine girdi. Bunlara meydan vermemek lazım. Bu vesileyle, bu müesseselere eğilmek lazım; gelip de kendimize çekidüzen vermemiz lazımdır ve inanın, eğer Türkiye toparlanır, kendi millî kaynaklarını mobilize eder ve israfı devletten kaldırır; kendi milletine, toplumuna güven verir; müesseselere güven, devletin adaletine güven, demokrasiye güven, siyasî partilere güven... Bu memleketi ayağa kaldırdığınız zaman bunun önünde hiçbir kuvvet duramaz; ama, kaldıramıyoruz maalesef.

BAŞKAN – Sayın İnan, sürenizi çok aştınız efendim. Rica ediyorum, son cümlenizi söyler misiniz.

KÂMRAN İNAN (Devamla) – Bitiriyorum.

Bir millî günümüz 23 Nisan, nihayet, bu Meclisin mevcudiyetinin başlangıç noktasında Türk Milleti önünde sergilediğimiz manzaraya bir bakın!.. Bunu yapmamak lazımdı ve bugün, Türkiye'nin, her zamandan daha fazla bir siyasî mutabakata ihtiyacı var, millî mutabakata ihtiyacı var ve şu Yüce Meclisin kendi iradesiyle kendisini bir kurucu Meclis yerine sokup, bu memleketin birikmiş temel meselelerini, reformlarını aşmamız lazım; kendimize ortak bir hedef çizmemiz lazım ve onun sonunda da istikrarı getirecek ve temsili sağlayacak bir seçim kanunuyla milletin hakemliğine başvurmamız lazımdır.

Bakınız, ben, 20 yıldır siyasetteyim, 40-50 yıldır da takip ederim. Türkiye'nin 50 yıldır siyasî gündemi hep aynı; hep gerginlik, kavga, sen-ben çekişmesi ve yarattığımız sunî meseleleri çözmek yolunda enerji sarfı!.. Bir de Avrupa'nın gündemine bakın, Amerika'nın, dünyanın gündemine bakın. Bakmak zor da değil; ama, görmek çok zordur.

Değerli milletvekilleri, görmek için gözler yetmiyor, dürbün de yetmiyor, gözlük de yetmiyor. Dünyayı evvela görebilmek, gördüğünü de bütün boyutlarıyla okuyabilmek meselesidir. Türkiye'nin bugünkü sıkıntısı odur.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın İnan...

KÂMRAN İNAN (Devamla) – Bitirdim; son cümleyi söylüyorum.

Türkiye'de, maalesef, çok defa, birçok yöneticimiz dahil, değil dünyayı görmek, kendi önümüzdekileri bile görmekte sıkıntı çekenlerimiz çok. Biraz açılmak lazım, bunlara bakmak lazım ve bu vesile güzel olmuştur, bunu devam ettirmek lazım.

Eğer, meselelerin çözüm mercii burası ise -ki, hiç şüphe yok burasıdır- Sayın Hükümet burayı kullansın, milletin Meclisini millet için kullansınlar ve buraya lütfetsinler, devam buyursunlar ve beraberce, milletin meselelerini göğüsleyelim. O zaman, Avrupa'nın karşısında da başımız dik olur. Bana, Avrupalı, insan hakkı dersi veremez efendim. Noksanlıklarım yok mu, var; kimin yok ki!.. Almanya'daki ölen insanlarıma bakın!.. 16 yaştan aşağı olanlara vize uygulaması hadisesini kazara biz yapsak hepsi ayağa kalkmaz mı?!

Bir vakitler, bir Hollandalı uyuşturucu kaçakçısını tevkif ettik; bütün Hollanda ayağa kalktı. 500 Türk, Alman cezaevlerinde...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın İnan, 12 dakika fazla süre kullandınız; rica ediyorum...

KÂMRAN İNAN (Devamla) – Oldu; emriniz olur, bitiririm.

BAŞKAN – Buyurun efendim.

KÂMRAN İNAN (Devamla) – Yüzlerce insanımız var oralarda, sahipsiz bırakıyoruz. O bakımdan, bu meseleleri, evvela kendimize bakarak... Ben Avrupalılara hep söylerim, siz, aynayı başkalarının önüne koyuyorsunuz; ama, kendiniz de ara sıra kullanın ve kullanmadıkları bir gerçek; ama, üzülerek arz edeyim, biz de ayna kullanmıyoruz. Bizim daha büyük bir kötülüğümüz var: Tarihimizle barışık değiliz, nereden geldiğimize bakmıyoruz ve büyüklüğüne bakmıyoruz; bugünkü insanlarımızın boyu benim tarihim önünde cüceleşiyor.

Saygılar sunuyorum. (ANAP, RP, DYP, DSP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ederim Sayın İnan.

Konunun çok önemli olduğunu gördüğüm için arkadaşlarımıza fazla süre veriyorum; ama, artık, biraz da, bu konuda konuşmacıların takdir hakkı önemli.

III. – BAŞKANLIĞIN GENEL KURULA SUNUŞLARI

C) ÇEŞİTLİ İŞLER

1. – Samsun Milletvekili Murat Karayalçın’ın, Bitlis Milletvekili Kâmran İnan’ın, ANAP Grubu adına yaptığı konuşmayla ilgili açıklaması

BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, Sayın Murat Karayalçın gönderdiği bir pusulada; 6 Mart 1995 tarihli toplantıda, Türkiye'nin, Kıbrıs'ın tam üyeliğini kabul ettiği şeklinde Sayın İnan tarafından bir beyanatı olduğunu ve bunun doğru olmadığını belirterek, bu konuda bir açıklama yapmak istemiştir; ben de, kendisinin, bu konuda kısa bir açıklama yapmasını istiyorum.

Kısa bir açıklama yapmak için, buyurun efendim. (CHP sıralarından alkışlar)

MURAT KARAYALÇIN (Samsun) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Sayın Kâmran İnan'ın açıklamaları nedeniyle söz talebinde bulundum; bir düzeltme yapmak istiyorum.

Sayın İnan, biraz önce, burada, 6 Mart 1995 tarihinde, Türkiye'nin, Avrupa Birliğiyle gümrük birliği ilişkisinin kurulmasının kararının alındığı toplantıda, Kıbrıs'ın tam üyeliği konusunun da görüşüldüğünü dile getirdi; bir belgeye göndermede bulundu ve İngilizce bir cümleyi o belgeden okudu. O toplantıda Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak, Türkiye'yi temsil etmiş olan bir arkadaşınız olarak konuya ilişkin bir düzeltmede bulunmak istiyorum.

Değerli arkadaşlarım, o belge ve o belgede verilen bilgi, doğru değildir. 6 Martta böyle bir görüşme yapılmamıştır. 6 Martta iki toplantı olmuştur; bir tanesi, Genel İşler Konseyinin toplantısı, öteki de, Avrupa Birliği ile Türkiye'nin yaptığı Ortaklık Konseyi toplantısı. Genel İşler Konseyi toplantısında, hiç kuşkusuz, Kıbrıs'la ilgili konuşma yapıldı, bunu biliyoruz; ama, biz, orada yoktuk, bizim bulunduğumuz toplantının gündeminde Kıbrıs'la ilgili herhangi bir konu yoktu. Dolayısıyla, Kıbrıs'la ilgili herhangi bir tartışma da yapılmadı.

Değerli arkadaşlarım, Kıbrıs'la ilgili, 6 Mart tarihinden bu yana, Türkiye Büyük Millet Meclisinde çok yoğun toplantılar yapıldı; Türkiye'de, değişik platformlarda, o zamanın Hükümetinin Kıbrıs'ı sattığı ileri sürüldü, dile getirildi. Aslında, 6 Mart 1995 tarihinde, zamanın Hükümeti, Kıbrıs'la ilgili, belki de o tarihe kadar alınmış en ileri ve en olumlu kararı elde etmiştir.

Değerli arkadaşlarım, yanlış anımsamıyorsam, Kıbrıs, 5 Temmuz 1990 tarihinde başvuruda bulunmuştur; Kıbrıs Rum Yönetimi, tüm Kıbrıs adına bu başvuruyu Avrupa Birliğine sunmuştur. O tarihten sonra, Temmuz 1990'dan sonra, Avrupa Birliğinin değişik doruk toplantılarında Kıbrıs konusu ele alınmıştır ve maalesef, daha çok, Avrupalılar, Avrupa Birliğine üye ülkelerin temsilcileri, Kıbrıs Rum Kesiminin kavramlarına, sözcüklerine yakın ifadeleri karara bağlamışlardır; örneğin "tek egemenlik" gibi; örneğin "toprak bütünlüğü" gibi kararlar o çerçevede dile getirilmiştir; ama, ilk kez 6 Mart 1995 tarihinde, bizim parametrelerimiz Ortaklık Konseyi Toplantısında dile getirilmiştir; ilk kez "iki toplumluluk, iki kesimlilik ve federatif çözüm" orada ifade edilmiştir. Bu, son derece önemli bir gelişmedir; ama, daha önemlisini söyleyeyim: Biz, Avrupa Birliğine tam üye değiliz; dolayısıyla, veto yetkimiz yok. Bununla birlikte, Türkiye, 6 Martta öteki kararların yanı sıra, Kıbrıs'la ilgili olarak şu görüşünü çok açık bir biçimde dile getirmiştir ve 6 Mart 1995 tarihinden bu yana da, değişik hükümetler, o zamanın Hükümetinin bu açıklamalarını izleyegelmişlerdir.

Türkiye şunu söylemiştir: "Eğer, Kıbrıs'ta nihaî çözüm olmadan, Kıbrıs, Avrupa Birliğine tam üye olursa, bunun anlamı; gerçekte, bizim için Kıbrıs'ın üyeliği değildir, Kıbrıs Rum Yönetiminin üyeliğidir. Avrupa Birliği bu kararı alırsa, Türkiye, o gece yarısı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile bütünleşme kararını alacaktır." Bundan daha açık bir ifade olur mu?!. Türkiye, bunu, çok açıklıkla söylemiştir ve "Türkiye'nin ve Yunanistan'ın, eşzamanlı olarak, üye olmadığı hiçbir uluslararası kuruluşa Kıbrıs giremez" demiştir. O tarihten bu yana çok hükümet geldi geçti. Aslında, Kıbrıs'ın satıldığını ileri sürenler de yönetimde görev aldılar, hâlâ da görevdeler; Kıbrıs yerinde durmakta.

BAŞKAN – Sayın Karayalçın, lütfen; toparlar mısınız.

MURAT KARAYALÇIN (Devamla) – Kıbrıs, tam tersine, çok ileri bir çözüm noktasına getirilmek üzeredir.

Bu açıklamaları yapma ihtiyacını duydum. Söz verdiğiniz için çok teşekkür ederim Sayın Başkan. (CHP, ANAP ve DSP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ederim Sayın Karayalçın.

IV. – GENSORU, GENEL GÖRÜŞME, MECLİS SORUŞTURMASI VE

MECLİS ARAŞTIRMASI (Devam)

A) ÖNGÖRÜŞMELER (Devam)

1. – Aydın Milletvekili İsmet Sezgin ve 21 arkadaşının, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri konusunda genel görüşme açılmasına ilişkin önergesi (8/10) (Devam)

BAŞKAN – Cumhuriyet Halk Partisi adına, Gaziantep Milletvekili Sayın Hikmet Çetin; buyurun efendim. (CHP sıralarından alkışlar)

Süreniz 20 dakika Sayın Çetin; tabiî, size de eksüre veririm.

CHP GRUBU ADINA HİKMET ÇETİN (Gaziantep) – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; hepinizi, Cumhuriyet Halk Partisi Grubu adına ve şahsım adına saygıyla selamlıyorum.

Sayın milletvekilleri, öncelikle, iki konunun altını çizmek istiyorum: Birincisi, çoğunluğu Hükümetten kaynaklanan sorunlardan dolayı, aylardır, Türkiye'nin gündemini içpolitika konuları kaplamaktadır. Çevremizde ve dünyada çok önemli olaylar olmakla birlikte -bu, Hükümetin de gündeminde yeteri kadar yok- bunlar Parlamentoya getirilmiyor, böylece, Türkiye'nin gündeminde de yeterli şekilde yer almıyor.

Altını çizmek istediğim ikinci konu şudur: Dışpolitikada yıllardır bir gelenek var; o gelenek de şudur; önemli konularda Parlamentoya ve çok kere de muhalefet parti liderlerine bilgi verilir. Benim anımsadığım kadarıyla, bu Hükümet döneminde bu gelenek de terk edildi. Bugüne kadar, ne siyasî parti liderlerine ne de Parlamentoya önemli konularda bilgi verilmedi. (CHP sıralarından alkışlar)

Ayrıca, dışpolitika konularının konuşulduğu bir toplantıda, ilk defa Sayın Dışişleri Bakanını görmekten de mutluluk duyduğumu belirtmek istiyorum; umarım, bundan sonra da devam eder. (CHP, ANAP ve DSP sıralarından alkışlar) Aslında, dışpolitika konularında, sadece Hükümetle Parlamento arasında, Hükümetle siyasi partiler arasında değil, Hükümetin iki kanadı arasında da zaman zaman çelişkiler, diyalogsuzluklar ve ikilemler yaşanmaktadır; bu da, aslında, dışpolitika gibi önemli konuları olumsuz yönde etkilemektedir.

Sayın milletvekilleri, 1997 yılı, gerçekten, Türkiye ve Türkiye'nin Avrupa'nın temel örgütleriyle ilişkileri bakımından son derece önemli bir yıldır, önemli gelişmeler beklenmektedir.

Avrupa Birliğiyle ilişkilerimizi, bazılarının sandığı gibi; öyle, basit bir ekonomik işbirliği ya da ekonomik bütünleşme diye almamak gerekir. Aslında, bu işbirliği ya da bütünleşme, Türk hükümetlerinin, özellikle cumhuriyet yıllarının başından beri, hatta daha öncesinde, kendi tercihleriyle yaptıkları bir politikanın sonucudur; yani, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin, cumhuriyeti kuran kadroların tercihi; başından beri, bir yaşam biçimini seçerek ve bunun da Batı'nın örgütleriyle, Batı'nın savunma, ekonomik ve diğer örgütleriyle birlikte olmak, o bütünlüğün içerisinde yer almak şeklinde ortaya konulmuştur. Onun içindir ki, Türkiyem, 30'lardan itibaren, Avrupa'nın tüm örgütleri içinde, ya kurucu üye olarak ya da önemli üye olarak yer almıştır.

İşte, ilk kuruluş yılında, Roma Antlaşmasıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu olarak ortaya çıkan bu örgüte başvuruyu da bu genel politikanın bir uzantısı olarak görmek lazım; yani, Türkiye'nin hükümetleri, 1957 Roma Antlaşmasından hemen sonra bu ilişki içerisine girmişler, 1959'dan itibaren çalışmalar yoğunlaşmış ve bunun sonucu olarak da 1963 Ankara Antlaşması, daha sonra, Avrupa Ekonomik Topluluğunun ilk genişlemesiyle birlikte, 1970'te Katma Protokol imzalanmıştır. Onun için, Avrupa ile Avrupa Birliğiyle ilişkilerimizi basit anlamda bir örgütsel ilişki diye görmemek gerekir; yıllardır, kendi öz irademizle verdiğimiz bir tercihin sonucu olarak görmek lazım.

Gümrük Birliği de, aslında, Ankara Antlaşması ile Katma Protokolün öngördüğü bir aşamaydı; ancak, Gümrük Birliği açısından -ki, Sayın İnan da değindi- aslında çok kritik bir noktaya geldik. Neden kritik bir noktaya geldik; çünkü, Gümrük Birliği kararı verilirken -ki, o zaman ben hükümette görevdeydim- üç temel hedefimiz vardı, üç temel hedef öngörülmüştü. Bunlardan birincisi -Türkiye anlaşmalara sadıktır, Türkiye yükümlülüklerini yerine getirir- Ankara Antlaşması ile Katma Protokolün öngördüğü gümrük birliğini 1973'ten sonra, 22 yıl sonra gerçekleştirmek; birinci hedef buydu; ama, daha önemli iki hedef daha vardı. Bunlardan ikincisi, 1980 yılından beri Yunanistan'ın vetosu nedeniyle işlemeyen malî işbirliğine işlerlik kazandırmak. Sorun orada, Avrupa Birliğinden alacağımız birkaç milyarlık para değil sadece; bütün mesele, bu işbirliğini, bu malî işbirliğini işletebilmek; ikinci hedef buydu; ama, çok daha önemli üçüncü hedef, Türkiye'nin Avrupa Birliğine tam üye olmasının güç olduğu görülüyordu; gümrük birliğiyle birlikte tedrici olarak tam üye olmak.

Şimdi, bir yıllık uygulamadan sonra baktığımızda şunu görüyoruz: Türkiye, kendi yükümlülüğünü, yani, birinci hedefini yerine getirmiş. Avrupa Birliğinden gelen tüm sanayi ürünleri ithalatını sıfıra indirmiş, ortak gümrük tarifesine uymuş, gerekli gördüğü birtakım uyum yasalarını çıkarmış; böylece, birinci hedefi gerçekleştirmiş; ama, diğer iki hedef yerine gelmemiş; yani, malî işbirliği işlemiyor. Çok daha önemlisi; son ortaya çıkan gelişmeler gösteriyor ki, tedricen de olsa, tam üyelik, Avrupa'nın gündeminde yok. O zaman, gümrük birliğinin bizim bakımımızdan gözden geçirilmesi gerekir eğer böyle kalacaksa, yani, bu karar böyle devam edecekse. Eğer bize yararı varsa, gümrük birliği devam eder veya belirli alanlarda devam eder; eğer yararı yoksa, yeniden gözden geçirilmesi gerekir; çünkü, diğer iki hedef; yani, Avrupa'nın, Avrupa Birliğinin gerçekleştirmesi gereken iki hedef gerçekleşmemiştir, yerine gelmemiştir.

Değerli milletvekilleri, aslında, 1997 yılında, önümüzde önemli gelişmeler var. Bunlardan bir tanesi, 1997 Haziranında, yani bundan iki ay sonra, Amsterdam'da yapılacak olan Avrupa Birliği Zirvesi, arkasından, yıl sonunda, Lüksemburg'da yapılacak olan zirve ve bununla bağlantılı olarak -bir bütün olarak görmek lazım- yine 8–9 Temmuzda NATO'nun genişlemesiyle ilgili olarak Madrid'te yapılacak olan zirve. Şimdiki bulgular şunu gösteriyor ki, Avrupa'nın coğrafyası yeniden çizilmeye çalışılıyor; savunma örgütleriyle ki, NATO, Batı Avrupa Birliği, siyasi ve ekonomik örgütleriyle yeni bir Avrupa haritası, yeni bir Avrupa coğrafyası çiziliyor. Eğer, 1997 yılı sonunda Avrupa Birliğinin genişlemesinde Türkiye 12 nci üye olarak veya 12 nci üye ülke olarak yer almaz ise; bence, Avrupa Birliği tam üyeliği belirsiz bir geleceğe bırakılmıştır. Avrupa Birliğinin bir daha yeni üyelere kapı açabileceğini sanmıyorum. 11 ülkeyi içine alacak bir haritayı çizdikten sonra, bir daha yeni bir üyenin Avrupa Birliğine alınması kolay kolay söz konusu olmayacaktır. O nedenle, 1997 yılında alınacak olan bu karar, Türkiye bakımından çok önemlidir.

Dışişleri Bakanları geliyor, gidiyor, değişik şeyler söyleniyor; ama, bugüne kadar hiçbiri "siz 12 nci aday olarak yer alacaksınız" demiyor ve "önemlisiniz, büyük ülkesiniz, bunun farkındayız; ama, biraz dersinize çalışın" anlamında sözler söyleniyor.

Şimdi, Avrupa Birliğinin, Türkiye'ye bakış açısını da aslında üç grupta toplamak mümkün:

Birinci grup ülkeler, ya da ülke ki, Yunanistan, kendi açısından, kendisinin uygun göreceği şekilde Türk-Yunan ilişkileri çözülmedikçe -ki, bunun da o yönde çözülmesi mümkün değildir- veto hakkını kullanacaktır, yani, bir vetolu grup var.

İkinci grup, öncülüğünü -son kararlar ve son toplantılar gösterdi ki- Almanya'nın yaptığı gruptur; yani, Türkiye ile gümrük birliğini ve gümrük birliğini geliştirerek bir işbirliği yeterlidir, bundan öteye geçmeyelim, gümrük birliğiyle yetinin, siz önemlisiniz; bu, size yeter.

Üçüncü grup ülkeler var, bunların sayısı az çok. Onlar da, Türkiye'nin, değişik nedenlerle -ayrıntılarına girmek istemiyorum- tam üye olması gerektiğini; ama, Türkiye'nin, demokrasi, insan hakları ve ekonomik sorunlar bakımından Avrupa standardının gerisinde olduğunu söylüyor. Burada bir haklılık payı var; bunlar, Türkiye'nin de gündeminde olan konular. Bizim de, bir an önce -Avrupa Birliği istediği için değil- bu Parlamentoda, böyle öneriler geldiği zaman, hiçbir partinin hayır demeyeceği, anayasal, yasal bazı eksiklerimiz varsa, bunları tamamlayalım; hem kendi hedefimiz olduğu için tamamlayalım hem de iyi niyetle Türkiye'nin tam üyeliğini isteyen ülkelere bir anlamda güç katalım, destek verelim. Bu konuda da, Hükümetin, bugüne kadar yeterli çaba içinde olmadığını görmekteyiz.

Tabiî ki, yüzde 80 enflasyonla ve bugünkü ekonomik sorunlarla Türkiye'nin hemen tam üye olması söz konusu değil. Burada yapılan bir yanlışlığın altını çizmek istiyorum: Bu yılın sonunda, Türkiye'nin, 12 ülke arasında -bunlar arasında 12 nci olarak- yer alması demek, Türkiye'nin bugünkü koşullarla fiilen hemen tam üye olacağı anlamına gelmez. Bu arada, söz konusu olan, bir anlamda aktif üyeliktir, aktif adaylıktır; yani, Türkiye, aktif aday olacaktır. O konuda, eğer eksiklikler varsa, elbette ki tamamlanması gerekir. Aktif aday olmayla, fiilen tam üyeliğin gerçekleşeceği zaman arasında büyük süre farkı var, büyük süre geçecektir. Her ülke için -özellikle İspanya, Portekiz ve Yunanistan gibi ülkeler için- başvuruyla, verilen kararla, müzakerelerin sona erdiği tarih arasında asgarî dört beş sene fark var, dört beş sene süre var. O nedenle "siz tam üye olamazsınız" demeleri hiçbir şey ifade etmiyor; çünkü, söz konusu olan -tekrar ediyorum- hemen tam üyelik değil; aktif adaylıktır.

Sayın milletvekilleri, değerli arkadaşlarım; gümrük birliği, hiçbir zaman tam üyeliğe bir seçenek olarak görülmemelidir. Tekrar ediyorum; Gümrük Birliği bir amaç değildir, tam üyeliğe götüren bir araçtır, gideceğimiz son kapı değildir. Eğer, tam üyelik gerçekleşmeyecekse, gümrük birliğini bu kadar çok savunmanın da anlamı kalmıyor; çünkü, Türkiye'nin kendi verdiği bir karardır, birçok başka ülkeyle serbest ticaret anlaşması yaptığı gibi, Avrupa Birliğiyle de yapmış olacaktır. Zaten, dünyada da gelişmeler, çok sayıda serbest bölgeler kurmak ve geliştirmektir.

Çok değerli milletvekilleri, Türkiye, elbette ki, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa Birliğine tam üye olmalarına karşı değildir; bunların NATO'ya da tam üye olmalarına karşı değildir; ama, Türkiye'ye karşı yapılan bu haksızlığı Türkiye kabul edemez; yani, Avrupa'nın ekonomik, siyasal ve savunma işbirliği bir bütündür.

Şimdi, şöyle bir manzara düşünün, şöyle bir Avrupa düşünün: Yeni bir Avrupa haritası çizilecek; Türkiye, 1952 yılında girdiği için NATO'nun üyesi olacak; ama, Avrupa Birliğinin üyesi olmayacak... Avrupa Birliğinin üyesi olmadığı için Batı Avrupa Birliğine tam üye olmayacak, Batı Avrupa Birliği ise NATO'nun imkânlarını kullanacak. Türkiye, NATO'da üye; ama, Batı Avrupa Birliğinde üye değil... Böyle bir konumu kimse Türkiye'ye reva göremez, Türkiye böyle bir şeyi kabul edemez; bu, mümkün değildir.

Bu nedenle, Hükümetin bir bütün olarak görmeye çalıştığı, yani NATO'nun genişlemesi, Avrupa Birliğinin genişlemesi bir bütündür. Çünkü, Avrupa Birliğinin genişlemesine ilk aday olan ülkelerden Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Macaristan, aynı zamanda, NATO genişlemesinin de ilk adayları. Görülüyor ki, bunlar bir beraberlik içinde gidiyor. O nedenle, aralarında böyle bir ilişkiyi görmek lazım.

Sayın milletvekilleri, söz buraya gelmişken, aslında, Avrupa Hıristiyan Demokratlar Birliğinin aldığı karar üzerinde de biraz durmak istiyorum. Aslında, bu karar, Türkiye'yi, Avrupa uygarlığının dışında bir ülke olarak görmek demektir. 20 nci Yüzyıl biterken, çağımızı böyle bir kararla yorumlamak, aslında, ortaçağ Avrupasının kalıntısıdır, ortaçağ Avrupası düşüncesidir. Bu düşünce, Avrupa Hıristiyan demokratlarının kısırlığını, dışlayıcı olduğunu ve hoşgörüden ne kadar uzak olduğunu göstermektedir. Aslında, şunu da kabul etmek gerekir ki, Refahyol Hükümetinin olmasa bile, bir anlamda, Refah Partisinin görüşleriyle de paraleldir. Aslında, Refah Partisi de, yıllarca, Avrupa'nın ayrı bir uygarlık olduğunu, dinimizin ayrı olduğunu, kültürümüzün ayrı olduğunu ve o nedenle orada olmamamız gerektiğini söyleyegelmişlerdir ve bu nedenle, Avrupa Hıristiyan Demokratlar Birliği, bu kararı alma cesaretini, Refahyol Hükümeti döneminde bulabilmişlerdir. (CHP ve DSP sıralarından "Bravo" sesleri, alkışlar) Daha önce, böyle bir kararı alma cesaretini gösterememişlerdir; ama, şimdi, bunu cesaretle ortaya koymuşlardır; çünkü, bu Hükümetle paralel bir düşünce içerisinde olduklarını görmüşlerdir.

TEMEL KARAMOLLAOĞLU (Sıvas) – Sayın Özal zamanında da söylendi ama...

KAHRAMAN EMMİOĞLU (Gaziantep) – Tarih öyle söylemiyor Hikmet Bey!

TEMEL KARAMOLLAOĞLU (Sıvas) – Aynı ifadeler Sayın Özal zamanında da söylendi.

ALİ RIZA BODUR (İzmir) – Hatibe sataşmayalım lütfen!

TEMEL KARAMOLLAOĞLU (Sıvas) – Sataşma değil, açıklama...

HİKMET ÇETİN (Devamla) – Şimdi, değerli arkadaşlarım, tabiî, burada konuşulacak, söylenecek; yani, ben, böyle bir polemik açmak istemiyorum; ama, bunlar, söylediğiniz laflar; eğer "hayır, söylemedik" diyorsanız, kalkın, gelin, söyleyin; bundan da çok büyük mutluluk duyacağım. Yani, "biz, o düşüncede değiliz" diyorsanız, bundan da Cumhuriyet Halk Partisi olarak büyük mutluluk duyacağımızı özellikle belirtmek istiyorum. (CHP sıralarından alkışlar)

ALİ RIZA BODUR (İzmir) – (U) dönüşü serbest...

HİKMET ÇETİN (Devamla) – Değerli milletvekilleri, hemen şunu söyleyeyim: Türkiye, Türkiyem, hiçbir şekilde -buradan, Hükümete, bu uyarıyı tekrar yapmak istiyorum- hiçbir şekilde, ikinci sınıf bir Avrupalılığı kabul edemez. (CHP sıralarından "Bravo" sesleri, alkışlar) Yani, ne Batı Avrupa Birliğiyle ilişkilerde ne Avrupa Birliğiyle ilişkilerde ikinci sınıf bir Avrupalılığı kabul edemeyiz. Bunu, halkımıza kabul ettiremeyiz, Parlamentoya kabul ettiremeyiz, partilerimize kabul ettiremeyiz. O nedenle, bunun altının çok iyi çizilmesi lazım. Yani, siz, önemli ülkesiniz, büyük ülkesiniz, savunma bakımından çok önemlisiniz; ama, kapıda, varoşta bekleyin, ayağınızı da başka yere atmayın, önemlisiniz çünkü; ama, içimizde de olmayın, başka yere de gitmeyin... Bir anlamda, ikinci sınıf bir Avrupalı önerisi de yapılmak isteniyor. Hükümetin, çok açıklıkla, her platformda, bunu, tekrar tekrar dile getirmesi gerekir. Hükümet, bu konuda, Parlamentonun ve siyasî partilerin desteğini her zaman yanında bulacaktır. Bizim, hiçbir şekilde, hiçbir koşulda, ikinci sınıf bir üyeliği, ikinci sınıf bir Avrupalılığı kabul etmemiz söz konusu değildir.

Türkiyem, Avrupa Birliğinin, eşit haklı, onurlu bir üyesi olmak istiyor. Bunda, Avrupa'nın da yararı vardır, Türkiye'nin de yararı vardır; ama, bütün Avrupa da, dünya da şunu bilmelidir ki, dünya da sadece Avrupa'dan ibaret değildir. Türkiyem, 1920'lerden bugüne kadar, cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar -73 yıldır- belirli bir noktaya geldi. Bunu, Avrupa Birliği üyesi olmadan yaptı, Avrupa'nın önemli desteği olmadan götürdü. Türkiyem, Avrupa olsa da olmasa da, laik, demokratik, çağdaş cumhuriyetini, bugüne kadar yaşattığı gibi, bundan sonra da sonuna kadar yaşatacaktır, yaşatmaya devam edecektir. (CHP ve DSP sıralarından alkışlar)

Ama, biz, Avrupa'ya diyoruz ki, sizinle biz aynı değer yargılarını paylaşıyoruz...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Efendim, size de 6 dakika eksüre veriyorum; buyurun.

HİKMET ÇETİN (Devamla) – Sayın Başkan, o kadar kullanmayacağım.

BAŞKAN – Peki, sağ olun.

HİKMET ÇETİN (Devamla) – Türkiye, başından beri, kendi tercihiyle, sizinle aynı değer yargılarını paylaşarak, birlikte olmak istedi, yine birlikte olmak istiyoruz. Bu, bizim irademiz; sizinle eşit koşullarda birlikte olmak istiyoruz; ama, buna rağmen, siz, bunu kabul etmiyorsanız, Türkiye, inandığı ve bugüne kadar getirdiği yoldan bundan sonra da devam edecektir.

Bunu yaparken -önemli olduğu için tekrar söylüyorum; bu Parlamentoda buna karşı çıkacak hiçbir parti yok- insan hakları eksikliklerimizi, demokrasi konusundaki eksikliklerimizi, gerek yasalardan gerek Anayasadan gerek uygulamadan kaynaklanan bu eksikliklerimizi giderelim ve Türkiye'nin, en azından, diğer standartlar bakımından da, Avrupanın eşit standartlarına, eşit noktasına geldiğini hep birlikte görmüş oluruz; bu konuda da Cumhuriyet Halk Partisi olarak sonuna kadar destek vereceğimizi özellikle belirtmek istiyorum.

Değerli milletvekilleri, bütün bunları yaparken, sadece böyle bir genel görüşme önergesi vesilesiyle değil, Hükümetin, kendisinin bu konuları Parlamentoya getirmesi gerekirdi. Bugün, eğer, Sayın Sezgin ve arkadaşlarının verdiği bu genel görüşme önergesinin öngörüşmeleri olmasaydı, bu kadarını bile konuşma olanağını bulamayacaktık, belki Sayın Dışişleri Bakanımızı da burada görmeyecektik. O nedenle, ben, bu konuları daha ayrıntılı görüşebilmemiz için, bu genel görüşmeye olumlu oy kullanmamızın gerekli olduğuna inanıyorum.

Değerli milletvekilleri, bugün, yoğun iç ve dış sorunlarla karşı karşıyayız. Cumhuriyetin bazı temel değerleri yargılanıyor. Anayasal kurumlar arasında bir tartışma ve kavga ortamı yaratılmaktadır. Hükümetin, kabul edelim ki, içeride fiilen güvenilirliği, dışarıda saygınlığı kalmamıştır. Bu ortamda, ben, bu Hükümetle, Avrupa Birliğiyle de ilişkilerimizin çok sağlıklı bir şekilde yürütülebileceğini sanmıyorum.

Buna rağmen, Parlamentonun konuya sahip çıkabilmesi için, bir genel görüşme açılmasını ve konunun tüm yönleriyle değerlendirilmesini yararlı ve gerekli görmekteyim.

Cumhuriyet Halk Partisi olarak, genel görüşme açılması için olumlu oy kullanacağımızı belirtir; hepinize sevgilerimi ve saygılarımı sunarım. (CHP, ANAP, DYP ve DSP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Sayın Çetin, teşekkür ederim efendim.

DSP Grubu adına, Sayın Nami Çağan; buyurun efendim. (DSP sıralarından alkışlar)

Sayın Çağan, sizin de süreniz 20 dakika; biliyorsunuz, eksüre de veriyoruz.

DSP GRUBU ADINA NAMİ ÇAĞAN (İstanbul) – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Demokratik Sol Parti Grubu adına söz almış bulunuyorum; sizleri, Partim ve şahsım adına saygıyla selamlıyorum.

6 Mart 1995 tarihli Avrupa Birliği-Türkiye Ortaklık Konseyi kararından sonra, 1995 yılı sonunda, Avrupa Birliği ile Türkiye arasında, kendine özgü özellikleri bulunan bir gümrük birliği ilişkisi başlamıştır. Bu ilişki, o kadar kendine özgü bir ilişkidir ki, o kadar nev'i şahsına münhasır bir ilişkidir ki, herhangi bir gümrük birliğinde bulunması gereken aslî koşullar bu ilişkide bulunmamaktadır. Tarımsal ürünlerin serbest dolaşımı ile ortaklık anlaşmalarında bulunan hizmetlerin serbest dolaşımı, bu ilişkide yer almamaktadır.

Aynı şekilde, ortaklık anlaşmalarında bunlara ek olarak bulunan işgücünün serbest dolaşımı da gümrük birliği uygulamasına alınmamıştır. Buna karşılık, Türkiye, karar alma mekanizmasına katılmamasına karşın, Avrupa Birliği kurumlarınca belirlenen ortak ticaret politikasına uyacaktır. Bu ana özellikleriyle, Avrupa Birliği-Türkiye gümrük birliği ilişkisi, bir prototip özelliği taşımaktadır; yani, türünün, dünyadaki tek örneğidir; bu ilişkinin başka bir benzeri de bulunmamaktadır.

Halkımız, Avrupa Birliğinin gümrük birliğine üye olduk şeklindeki bir söylemle, yanıltılmıştır. Gerçekte, biz, Avrupa Birliğinin gümrük birliğine girmedik ya da üye olmadık. Esasen, Avrupa Birliğinde, gümrük birliğine üyelik diye bir statü de mevcut değildir. Biraz önce, Sayın Dışişleri Bakanı, yine, gümrük birliği üyeliğinden söz etti; böyle bir statü mevcut değildir. Avrupa Birliği ile Türkiye arasında, koşulları farklı, adı gümrük birliği olan, başka bir ilişki kurulmuştur; yani, Avrupa Birliğinin kendi gümrük birliği kendine özgü kurallarıyla işlemektedir; Türkiye ile Avrupa Birliği arasında da, Avrupa Birliğinin gümrük birliğinden çok farklı bir gümrük birliği ilişkisi kurulmuştur.

1995 yılı sonunda, 24 Aralık seçimlerinden önce, bu gümrük birliği ilişkisi başlarken, çok çeşitli değerlendirmeler yapılmıştı. Bu değerlendirmeler, genellikle iki uç görüşü yansıtıyordu.

Birinci uç görüş, bu kendine özgü gümrük birliği ilişkisinin mimarı Doğru Yol Partisi-Cumhuriyet Halk Partisi Koalisyonu ile medyanın bir bölümünün yaptığı, gümrük birliğiyle biz ilk adımı attık, artık Avrupalı olduk değerlendirmesidir. Hatta, seçimden önce, neredeyse, bir gümrük birliği, Avrupa Birliği bayramı yaptık.

İkinci uç görüş ise, Refah Partisinin öncülüğünü yaptığı, Avrupa'nın sömürgesi oluyoruz yaklaşımıdır.

Bu iki uç görüş, bugün, koalisyon olarak iktidardadır. Bu İktidar, bugün içerisinde bulunduğumuz rejim bunalımının da temel kaynağını oluşturuyor. (DSP sıralarından alkışlar) Böyle bir Hükümetle, Avrupa içerisindeki yerimizi alamayız; eğer varsa böyle bir yerimiz tabiî. Bu Hükümet devam ettiği sürece, Avrupa Birliği içerisinde Türkiye'nin yeri olmayacaktır.

Biz, Demokratik Sol Parti olarak, Doğru Yol Partisi-Cumhuriyet Halk Partisi Hükümetinin aşırı hevesliliğinin ve gümrük birliğini oya dönüştürme amacının bu ilişkiye zarar verdiğini, Türkiye'nin pazarlık gücünü iyi kullanamadığını, küçük ve orta ölçekli işletmelerin rekabet gücüne kavuşabilmeleri için; yani, girilecek yeni düzene uyum sağlayabilmeleri için yeterli yapısal uyum yardımı almadığını, bu koşullar altında işsizliğin büsbütün yaygınlaşacağını söyledik. Aradan onaltı ay geçmesine karşın, yetersiz malî yardım bile alınamamıştır.

Demokratik Sol Parti olarak, Avrupa Birliğiyle gümrük birliği ilişkisine gireceğimiz yirmidört yıl öncesinden bilinmesine karşın -ki, 1971 yılında katma protokolün imzalanmasıyla, adı gümrük birliği olan, koşulları farklı olan bir ilişkiye gireceğimiz biliniyordu- böyle bir gümrük birliğine hazırlıksız yakalandığımızı ısrarla vurguladık. Ekonomimizi, rekabet düzenimizi bu yapıya uygun duruma getiremedik. Bu ilişkinin gerektirdiği teknik hazırlıkları yapmadık.

Son aşamada, bütün pazarlık gücümüzü de "ya gireceğiz ya gireceğiz" diyerek ve Refah Partisinden kurtulmanın tek yolunun gümrük birliği olduğunu söyleyerek, siyasal açıdan müzakere masasında bıraktık; hiçbir pazarlık gücümüz kalmadı. Aldığımız çok sınırlı ödünlerden bir bölümünü de, malî kaynak yaratmak gerekçesiyle, kullanılmış otomobilde bedelsiz ithalat kararnamesiyle kısmen geri verdik.

Gümrük birliği ilişkisi başlarken Demokratik Sol Parti olarak yaptığımız değerlendirmelerin yerindeliği bugün ortaya çıkmıştır. Aradan geçen onaltı aylık uygulamadan sonra, ne kadar Avrupalı olduğumuz ortadadır. Avrupa Birliğinin yeni yapısının belirleneceği hükümetlerarası konferans sürecindeki toplantılara, Dışişleri Bakanlığımızın bütün çabalarına karşın, gözlemci sıfatıyla bile çağrılmadık.

Refah Partisinin "sömürge oluyoruz" değerlendirmesine gelince... Artık Avrupalı olduğumuz düşüncesi ne kadar doğru değil idiyse, sömürge olduğumuz değerlendirmesi de o kadar doğru değildir. Artık Avrupalı olduğumuzu iddia edenlerin ileri sürdükleri gibi, Avrupa Birliğine, karar alma mekanizmasına katılmadan, Avrupa Birliği hukukunun uluslarüstü bağlayıcılığı olan kurallarına tabi olarak girseydik, bu değerlendirmede bir ölçüde haklılık payı bulunabilirdi. Bu durumda, Avrupa Birliği kurumlarının gümrük birliği, ortak gümrük tarifesi, ortak ticaret politikası ve mevzuat uyumlaştırmasıyla ilgili hukukî işlemleri Türkiye açısından doğrudan uygulanabilir ve doğrudan etkili kılınabilirdi. Türkiye de, bu durumda, uluslararası alandaki egemenliğini, Anayasanın 6 ncı ve 7 nci maddelerine aykırı olarak devretmiş sayılırdı. Oysa, 6 Mart 1995 tarihli Ortaklık Konseyi kararıyla kurulan düzende, Türkiye, Avrupa Birliğinin gümrük birliğiyle ilgili karar alma sürecine katılmamakta; ancak, bu konudaki Avrupa Birliği hukuk düzeni, Türkiye açısından doğrudan bağlayıcılık taşımamaktadır. Avrupa Birliği -Türkiye Gümrük Birliği Ortak Komitesi ve Avrupa Birliği- Türkiye Ortaklık Konseyi, kararların alınmasında ara mekanizmayı oluşturmaktadır. Yani, sistem, tavsiye kararlarıyla işliyor; daha doğrusu, işlemiyor.

Demokratik Sol Parti olarak, Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki kendine özgü gümrük birliği ilişkisini pamuk ipliği ilişkisi olarak nitelendirmiştik ve bu ilişki içinde, Avrupalı olamayacağımız gibi sömürge de olmayız demiştik. Onaltı aylık uygulama bizi doğrulamıştır. Bu süre içinde, Ortaklık Konseyi, Yunanistan'ın vetosu nedeniyle, bir kez bile toplanamamış, yine, Yunanistan'ın ve Avrupa Parlamentosunun engellemeleriyle, malî yardımlar işletilmemiştir. Önümüzdeki hafta, 29 Nisanda, Ortaklık Konseyi toplanıyor; ancak, hangi koşullar altında toplanıyor; bunu, Sayın Kâmran İnan, bütün açıklığıyla açıkladı ve Hükümete, bu toplantıya katılmamamızı tavsiye etti; bu tavsiyenin dikkate alınmasını diliyorum.

Gümrük birliği ilişkisine ne kadar hazırlıksız olduğumuz, bu onaltı aylık süre içinde ortaya çıkmıştır. Gümrük birliğinin ilk değerlendirmesini yapabilmek için zorunlu olan 1996 yılı dışticaret istatistiklerini bile ortaya çıkaramadık; yani, değerlendirmeyi yapabilecek verileri bile ortaya koyamadık. Ne kadar hazırlıksız olduğumuzu en iyi gösteren, bu durumdur. Hâlâ, 1996 yılının ilk altı aylık verilerine göre değerlendirme yapmaya çalışıyoruz.

Avrupa Birliğine dışsatımımız çok sınırlı ölçüde artmasına karşın, Avrupa Birliğinden dışalımımız yaklaşık yüzde 50 oranında artmıştır biçiminde bir tahminde bulunuyoruz. Dışticaret açığının patlama yaparak daha da artmadığına seviniyoruz. Bunda, hiç kuşkusuz, Avrupa Birliği ülkelerinde, özellikle de Almanya'da yaşanan göreli ekonomik durgunluğun payı vardır. Avrupa'daki durgunluğa karşın, Türkiye'nin, Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya ile dışticaret hacmi düşerken, Avrupa Birliğinin payı artmıştır. Türkiye, daha önce, Avrupa Birliğinin 10 uncu büyük ticaret ortağıyken, 1996 yılı sonunda, 7 nci büyük ticaret ortağı olmuştur.

Gümrük birliğinin ilk yılında, Hükümetin denk bütçe masalına karşın, 1997'nin ilk üç ayının bütçe açığı 400 trilyon lirayı aşmıştır. Halkımız, bütçe açığı rakamını, gözbağcılığı yapan Hükümetten değil, Türkiye'ye gelen IMF heyetinden öğreniyor; bu, son derece acıdır. (DSP sıralarından alkışlar) 1996 yılında, gümrük birliğiyle, dışsatımla birlikte yabancı sermaye girişinde önemli bir artış beklenirken, bu konuda tam bir düş kırıklığı yaşanmıştır. Bunda, Türkiye'nin uluslararası kredi notunun düşmesinin yanı sıra, siyasal iktidara duyulan güvensizlik de son derece etkili olmuştur.

Gümrük birliğinin ilk yılını ya da ilk onaltı ayını değerlendirmek, gümrük birliğinin kısa vadeli etkilerini değerlendirmek anlamına gelmektedir. İlk yılın değerlendirilmesi, Türkiye açısından çok iç açıcı görünmemektedir. Avrupa Birliği, gümrük birliğine konu olan sınaî ürünlerindeki gümrük indirimlerini, 1973 yılında katma protokolün yürürlüğe girmesiyle yapmıştı. Avrupa Birliğinin 1996 yılında yaptığı, tekstilde ve hazır giyimde kotaların kaldırılması olmuştur; ancak, tekstilde ve hazır giyimde, Avrupa'daki durgunluğa koşut olarak dışpazar daralması vardır. Türkiye'nin, rekabet kurulunu oluşturmada gecikmesi ve ticarete konu olan ürünlere ürün pasaportu niteliğindeki "CE" işaretini verecek millî akreditasyon kurulunu kuramaması, Türk ürünlerine, üçüncü ülke ürünleri gibi antidamping vergisi uygulanması sonucunu doğurmuştur. Millî akreditasyon kurulu kurulmasına ilişkin Demokratik Sol Partinin verdiği yasa önerisi, Meclis komisyonlarından hâlâ geçirilmemiştir.

Türkiye, gümrük birliğiyle üzerine düşen yükümlülükleri, Avrupa Birliğinden yeterli malî yardım alamamasına karşın, önemli ölçüde yerine getirmeye çalışmıştır. Gümrük yasası henüz çıkarılmamakla birlikte, gümrük tarifemiz, Avrupa Birliğinin daha düşük olan tarifelerine uydurulmuştur. Vergi gelirlerimizdeki kayıplar da, Ek Taşıt Alım Vergisi ve Katma Değer Vergisindeki artışlar gibi, dolaylı vergiler artırılmak suretiyle karşılanmaya çalışılmıştır.

Türkiye, Avrupa Birliğinin tercihli ticaret ilişkisi içinde bulunduğu ülkelerle -İsrail hariç- henüz serbest ticaret anlaşmaları yapmamıştır. Böylece, sıfır gümrük yerine, Avrupa Birliğinin ortak gümrük tarifesinde yer alan gümrük vergisi oranları dışalımlara uygulandığından, bu ülkelerden Türkiye'ye giren hammaddeler ve aramaddeler üzerine ek maliyetler binmekte, bu durum da Türkiye'nin aleyhine, rekabet eşitsizliğine neden olmaktadır.

Avrupa Birliği, Türkiye'yi, sürekli olarak, demokratikleşme ve insan haklarıyla ilgili eksiklikleri dolayısıyla sıkıştırmaktadır. 1995 yılı ortasında yapılan ve demokratik, siyasal katılımı artıran anayasa değişikliklerine uyum yasaları da henüz çıkarılamamıştır. Bu yasaların çıkarılması, Avrupa Birliğini tatmin etmekten çok, Türk Halkının yararına olan bir konudur.

Gümrük birliği ilişkisi içinde Avrupa Birliği, Türkiye'ye karşı son derece olumsuz bir tavır takınarak, bu ilişkinin bir pamuk ipliği ilişkisi olduğu yönündeki değerlendirmemizi doğrulamıştır. Ortaklık ilişkisinin en yetkili organı olan Ortaklık Konseyi, Yunanistan'ın engellemeleri dolayısıyla, bir kez bile toplanamamıştır. Aynı şekilde, 6 Mart 1995 tarihli Ortaklık Konseyi kararına eklenen tek taraflı bildirimle Türkiye'ye verilmesi öngörülen ve tutarı beş yıl için 2,5 milyar ECU olan malî yardım -MEDA fonları dışında- Yunanistan'ın vetosuna takılmıştır. Türkiye'nin, bir Akdeniz ülkesi olarak yararlanmak durumunda olduğu ve dört yıllık tutarı 375 milyon ECU, 1996 dilimi 33 milyon ECU olan MEDA Fonu da, Avrupa Parlamentosu tarafından engellenmiştir.

MEDA Fonu, Avrupa-Akdeniz İşbirliği Programı olarak, 1995 Barselona Konferansı çerçevesinde oluşturulmuş ve 2000'li yılların ilk on yılı içinde, Akdeniz serbest ticaret bölgesi kurulması hedefine yönelmiştir. Avrupa Parlamentosu, 19 Eylül 1996 tarihli kararıyla, bu fondan yararlanacak olan projelerimizin, demokrasi, insan hakları, sivil toplum kurumlarının geliştirilmesi alanlarına yönelik olmaları ve coğrafî olarak Türkiye'nin en az gelişmiş olan bölgelerini kapsaması gibi ek koşullar getirmiş; bu koşullara uyulmadığı takdirde ödeneğin rezerve alınacağını bildirmiştir. Avrupa Birliğinin, Türkiye'ye karşı izlediği bu ayırımcı ve aşırı müdahaleci tutumunun kabul edilir bir yönü bulunmamaktadır. Avrupa Birliği kurumlarının bu kasıtlı ayırımcı tutumlarının, bir ekonomik bütünleşmede karşılıklı olarak bulunması gereken dayanışma ilkesine ters düştüğü açıktır. Avrupa Birliği, birkısım Akdeniz ülkelerine, bütünleşme ilişkisi içinde bulunduğu Türkiye'ye oranla daha fazla malî yardımda bulunmuştur. Oysa, Türkiye'nin, üçüncü ülkeler olarak nitelendirilen diğer Akdeniz ülkeleriyle aynı muameleye tabi tutulmak istenmesi bile doğru değildir.

MEDA Programından Türkiye'ye sağlanacak malî yardım, bütünüyle, Türkiye'nin ekonomik büyüklükleri açısından anlamlı olmayan malî paketin en önemsiz parçasıdır. 1996 yılı dilimi olan 33 milyon dolar ise, Türkiye'nin birkaç saatlik ihracat bedeline eşittir.

İçinde bulunduğumuz koşullar altında, Barselona Deklarasyonunun ve MEDA Programının, en azından, Türkiye açısından inandırıcılığını ve güvenilirliğini yitirdiğini söyleyebiliriz.

Avrupa Birliği içerisinde ekonomik, ticarî ve sosyal açıdan en yoğun ilişkide bulunduğumuz Almanya, ortaklık ilişkimizin gereği olan işgücünün serbest dolaşımını uygulamak bir yana, ülkesinde bulunan Türk ailelerinin ve diğer yabancı ailelerin 16 yaşından küçük çocuklarına oturma izni ve vize zorunluluğu koymuştur. Öte yandan, işadamları için Avrupa Birliğine üye devletlerin koydukları vize zorunluluğu, malların serbest dolaşımını ve Türkiye'nin dışsatımını engelleyen faktörlerin başında gelmektedir.

Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Avrupa Birliğinin 2000'li yılların başındaki yeni yapısının belirleneceği Hükümetlerarası Konferans sürecine, Merkezî ve Doğu Avrupa ülkeleri ile Malta ve Kıbrıs Rum Yönetimi dahil, 11 devlet çağrılmasına karşın Türkiye'nin çağrılmaması, Avrupa Birliğinin, gümrük birliğini nihaî ilişki kılmak istemesiyle açıklanabilir.

Avrupa Parlamentosundaki çeşitli siyasî gruplar, bu sonucu, değişik gerekçeler kullanarak açıklamaktadırlar. Hıristiyan demokratlar, açıkça dinî ve kültürel farklılığı ortaya koyarlarken, sosyal demokratlar, liberaller ve yeşiller, insan hakları, demokrasi, Kürt ve Kıbrıs konuları gibi gerekçelerle, yine aynı sonuca varmaktadırlar.

Türkiye'nin 1987 yılında Avrupa Birliğine tam üyelik başvurusu üzerine, 20 Aralık 1989 tarihinde verilen Konsey kararıyla, bu başvuru, ekonomik ve siyasal nedenlerle kabul edilmemiş; fakat, Türkiye'nin tam üyeliğe ehil olduğu belirtilmişti. 4 Mart 1997'de Hıristiyan demokrat partilerin, Türkiye'nin tam üyeliğine dinî ve kültürel nedenlerle karşı çıkması üzerine, Avrupa Birliği dışişleri bakanlarının Apeldoorn'da yaptıkları gayri resmî toplantıda, Türkiye'nin tam üyeliğe ehil olduğu yinelenmiştir. Aynı şekilde, 14-16 Nisan tarihlerinde Ankara'da toplanan Türkiye-Avrupa Birliği Karma Parlamento Komisyonunda da, yine, Türkiye'nin tam üyeliğe ehil olduğu, alınan tavsiye kararında yinelenmiştir.

Şimdi, Türkiye'nin gözleri, Hükümetlerarası Konferansın yapacağı son iki toplantıdadır. Bunlardan ilki, Amsterdam'da yapılacak toplantıdır; ikincisi de, yıl sonunda Lüksemburg'da yapılacak olan toplantıdır. Eğer, Türkiye, adaylık listesi içerisinde yerini almazsa, Sayın Hikmet Çetin'in de belirttiği gibi, gümrük birliği ilişkisini yeniden gözden geçirmek durumundadır; ama, bunu yaparken de duygusal olmamalıdır; çünkü, Türkiye'nin dışticaretinin yüzde 50'sinden fazlası Avrupa Birliği ülkeleriyle yapılmaktadır. Daha rasyonel bir temele oturtmak üzere, bu ilişkinin yeniden düzenlenmesi gerekir.

Fransa Cumhurbaşkanı Chirac, Hükümetlerarası Konferansın 1997 Haziran ayında Amsterdam'da yapacağı toplantıdan sonra, katılma müzakeresi yapılacak ülkeler dışında kalan tam üyeliğe aday ülkelerle daimî konferans toplama düşüncesini ortaya atmıştır. Bu düşünce, İngiltere'den de bir miktar destek görmüştür. Bu konferansa katılan ülkeler arasında, ilk aşamada siyasî bir ayırım yapılmayacak, ikinci aşamada ise komisyonun görüşlerine dayanan teknik bir ayırıma gidilecektir. Bu düşünce yaşama geçirildiği takdirde, Türkiye, yine, daimî konferans içerisindeki yerini almalıdır. Türkiye, diğer ülkelerden önce tam üyelik başvurusunu yaptığı gibi, gümrük birliğini, eksikliği de olsa, farklı bir yapıdaki gümrük birliği de olsa, şeklen uygulamaya soktuğu için, görünüşte bir avantaja da sahiptir.

Bununla birlikte, son günlerde, Türkiye için, Almanya ve Avrupa Birliği Komisyonu çevrelerinde, tam üyeliğe adaylık yerine "gümrük birliği artı" biçiminde ifade edilen güçlendirilmiş gümrük birliği formülü geliştirilmeye çalışılmaktadır. Bu formül, sakat ve işlerliği olmayan mevcut gümrük birliği temeli üzerine oturacağından, çözüm getirici bir nitelik taşımayacaktır. Türkiye'nin, tam üyelik perspektifini içermeyen bir gümrük birliği formülünü benimsemesi, 20-25 tam üye devletin arkasında ikinci sınıf bir statüyü içine sindirmesi mümkün değildir.

Sayın milletvekilleri, Avrupa Birliğinin, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetiminin bilmesi gereken bir konu da, Kıbrıs Rum Yönetiminin, Ada'nın bütününü temsil ederek, Avrupa Birliğine tam üye devlet olarak kabul edilmesinin, Kıbrıs Cumhuriyetini kuran anlaşmalarda yer alan açık hükümlere aykırı olduğudur. Kıbrıs'ın, hem Türkiye'nin hem de Yunanistan'ın üye olmadıkları bir örgüte üye olması mümkün değildir.

Son zamanlarda, hükümetlerarası konferansın tamamlanmasından sonra, altı ay içinde başlaması öngörülen Kıbrıs'ın tam üyelik müzakerelerine Türk tarafı temsilcilerini de katma çabası gözlemlenmektedir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti tanınmadan, Türk tarafı temsilcilerinin bu görüşmelere katılmasının düşünülmesi, Ada'da yeni bir oyunun oynanmak istendiğini göstermektedir; Yunanistan da, böyle bir öneriyi şimdilik kabul etme eğilimi içinde görünmemektedir.

Son olarak, kısaca değinmek istediğim bir konu da, NATO'nun merkezî ve Doğu Avrupa ülkelerini de kapsamına alarak genişlemesi konusuna, Hükümetimizin, Avrupa Birliği, Batı Avrupa Birliği ve NATO arasında bağlantı kurarak gösterdiği tepkidir. Hükümetimiz, bu genişlemeyi, 1997 Temmuz ayında toplanacak olan NATO doruğunda veto edeceğinin işaretini vermiştir. Türkiye'nin bu yaklaşımı, Avrupa Birliği ülkelerince, blöf ya da şantaj yapma biçiminde algılanmıştır. Türkiye, böyle bir genişlemenin Türkiye'nin güvenliği açısından doğuracağı tehlikeyi, yeniden hortlayabilecek olan Slav-Ortodoks birliğini gerekçe gösterebilir -Demokratik Sol Parti olarak bu görüşümüzü ifade etmiştik- eğer, böyle bir yaklaşım benimsenirse, kimse, böyle bir durumu blöf ya da şantaj olarak değerlendiremez.

Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri konusunun Türkiye Büyük Millet Meclisinde bir kez daha görüşülebilmesi için, Demokratik Sol Parti Grubu olarak genel görüşme önergesine olumlu oy kullanacağımızı belirtiyor, hepinize saygılar sunuyorum. (DSP, ANAP, DYP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ederim Sayın Çağan.

Doğru Yol Partisi Grubu adına, Sayın Sedat Aloğlu; buyurun efendim. (DYP sıralarından alkışlar)

Sayın Aloğlu, süreniz 20 dakikadır.

DYP GRUBU ADINA M. SEDAT ALOĞLU (İstanbul) – Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Yüce Meclise, Doğru Yol Partisi Grubu ve şahsım adına, saygılarımı ve en iyi dileklerimi sunuyorum.

Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Türkiye'nin Avrupa'yla ve Avrupa Birliğiyle olan ilişkilerine bir tarih perspektifi içerisinde bakmakta fayda var. Türkiye'nin ve bizlerin Avrupa'ya yönelmesi, esasen Osmanlı zamanında başlamıştır. Onurlu mirasçısı bulunduğumuz Osmanlı İmparatorluğu, son ikiyüz yılındaki yapmış olduğu reform hareketlerini -yani, tanzimat ve ıslahat hareketlerini- Avrupa'dan esinlenerek uygulamıştır. Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu, birçok önde gelen tarihçi tarafından da, bir Avrupa imparatorluğu olarak tescil edilmiştir.

Ulu Önderimiz, Büyük Atamız, millî mücadelemizin kahramanı Atatürk, bu mücadeleyi, bazı Avrupa ülkelerine karşı yöneltmiş olmasına rağmen, modern Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, bu ülkenin, bu yeni cumhuriyetin dokusunu oluşturan birçok yasal düzenlemeyi, Avrupa ülkelerindeki mevzuatları örnek alarak yapmıştır. Modern Türkiye Cumhuriyeti, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan, Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Konseyi, OECD gibi tüm önde gelen, Batı veya Batı inisiyatifiyle doğan kuruluşların içerisinde yer almıştır. Bu hareketi, Ulu Önder Atatürk'ün göstermiş olduğu "çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşın" hedefi yolunda atılmış önemli adımlar olarak görüyoruz.

Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; demin saymış olduğum örgütler ve Osmanlı İmparatorluğunun konumu, esasen Türkiye Cumhuriyetinin bir Avrupa devleti olduğunu tescil etmektedir. Yani, bizim, hiçbir zaman için, biz Avrupalı mıyız, değil miyiz diye bir kompleksimiz yoktur; biz Avrupalıyız. Ancak, Avrupa Ekonomik Topluluğu, 6 Batı Avrupa ülkesi tarafından 1950'li yıllarda kurulmaya başlanıp 1 Ocak 1958'den itibaren resmen faaliyete geçtikten sonra, bir anlamda, Avrupa'nın içerisinde bir birinci lig oluşmaya başlamıştır. Buna, bir "exclusive kulüp" de diyebilirsiniz. 1959 yılı haziran ayında Yunanistan, hemen arkasından, temmuz ayında da Türkiye, bu topluluğa, tam üye olmak için ve ortaklık ilişkisini geliştirmek için başvurmuştur.

Türkiye'nin, ivedilikle Avrupa Ekonomik Topluluğuna bağlanma isteğinin iki önemli nedeni bulunduğu, zamanın yetkililerince şu şekilde açıklanmıştır:

Türkiye, uzun dönemde, Batı Avrupa'da kurulabilecek siyasal bir birliğin dışında kalmak istememektedir. Öte yandan, Türkiye, gümrük birliği içinde Yunanistan'a verilecek ticarî tavizlerden de yoksun kalmamak amacındadır.

Bunu biraz daha açarsak, bu faaliyetlerin, bu girişimlerin sonunda, dört yıl süren bir müzakere dönemi başlamıştır ve Yunanistan ile yakın dönemlerde, Yunanistan'ın Atina Anlaşması, Türkiye'nin de Ankara Anlaşması adıyla imzalamış olduğu birer anlaşma söz konusudur.

Bu anlaşmalar, birbirine çok benzer anlaşmalardır. Bu anlaşma, yani Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu arasındaki Ankara Anlaşması ve sonradan, bunun, bir anlamda, bazı konularına uygulama bazı teşkil eden Katma Protokol, esas olarak üç aşama öngörmektedir. Bunlardan bir tanesi hazırlık aşamasıdır; ikincisi, geçiş aşamasıdır; üçüncüsü de, tam üyeliği hedefleyen dönem olan, nihaî dönemdir. Türkiye, 1960 yıllarını ve 1970'li yılların ilk yarısını bu dönemlere ve bu dönemlerin şartlarına uygun olarak normal sayabileceğimiz ilişkiler içerisinde geliştirmiştir.

1971 yılında imzalanmış bulunan Katma Protokol, 22 yıllık bir geçiş dönemi öngörmekte ve bu geçiş döneminin sonunda, karşılıklı olarak indirilen gümrüklerden sonra, 1995 yılının içerisinde gümrük birliğini hedeflemiş olmaktadır. Bu anlaşmanın imzalanmasıyla, Avrupa Ekonomik Topluluğu Türkiye'ye karşı gümrüklerini hemen sıfırlamıştır. Türkiye ise, 1973 yılından itibaren 22 yıllık bir dönem içerisinde tedrici olarak bunları sıfırlama yükümlülüğüne girmiştir; yani, burada şunun altını çizmek istiyorum: Bir anlamda, Avrupa Birliği, gerek Roma Anlaşmasının ve gerekse Ankara Anlaşmasının mantığına uygun olarak, Türk ekonomisine bir güç vermek için, Türk ekonomisinin güçlenmesine imkân sağlamak için, 1971 yılından itibaren, ufak tefek bazı istisnalar hariç, tüm sanayi mallarına gümrüksüz olarak kapılarını açmıştır, Türkiye'nin Avrupa Ekonomik Topluluğuna olan ihracatını teşvik etmiştir. Türkiye ise, bu yükümlülüğü 22 yıllık bir süreye yaymıştır. 1970'lerin ortasına kadar bu hedefte devam edildi. 1970'li yılların ortasından itibaren ve ikinci yarısında, altını çizmek durumunda olduğumuz, iki tane önemli olay var; bunlardan bir tanesi içeride, bir tanesi de dışarıda. 1975 yılında albaylar cuntasından çıkmış olan Yunanistan tam üyelik müracaatında bulunmuştur. Bunu takip eden günlerde içerde olan gelişmelerde ise, Türkiye, demin bahsetmiş olduğum bu yükümlülükleri ertelemek ve belli bazı yeni taleplerle ortaya çıkma durumunda olmuştur ve bu yükümlülüklerini de, yani gümrük indirimlerini de 1975 yılından itibaren geciktirmiştir. Şunu söylemek istiyorum: 1970'li yılların ikinci yarısında Türkiye, Avrupa Birliğine karşı olan yükümlülüklerini yerine getirmemiştir.

1980 yılının 12 Eylülünden, aşağı yukarı 1986 yılının 16 Eylülüne, yani yaklaşık altı sene boyunca Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler donmuştur. Bunun sebebini burada geniş olarak anlatmaya gerek yok; ancak, Parlamentonun kapanmış olması, siyasî partilerin kapanmış olması ve bazı siyasilerin tutuklanmış olması, Avrupa Birliğinin hem hedeflerine hem de oluşum sürecine uygun olmayan bir siyasî gelişme olduğu için, bu dönemde, Avrupa Birliği, Türkiye'yle olan ilişkilerini bir anlamda buzdolabına koymuştur; hatta, derindondurucu diyeceğimiz bir yere koymuş ve dondurmuştur.

Yine bu dönemde, ilginç bir konuya değinmek istiyorum, o da, 1975 yılında tam üyelik müracaatında bulunan Yunanistan'ın, 1981 yılında tam üyeliğinin kabul edilmesidir. Demokrasi konusunda bir daha inkıta olmasın endişesiyle Avrupa Ekonomik Topluluğu, Yunanistan'a, anlaşması bizimle paralel olmakla beraber, onların başvurusu üzerine bazı kolaylıklar sağlamış ve Yunanistan'ı 1981 yılında tam üyeliğe kabul etmiştir.

Altını bir daha çizmek istiyorum. Burada gördüğünüz gibi bir yol ayrımına gidiyoruz; yani, 70'li yılların ikinci yarısında, Türkiye de bu şansını kullanabilirdi, Yunanistan'la beraber o zamana kadar götürmüş olduğu yolda devam edebilirdi, tam üyelik başvurusunda bulunabilirdi; tabiî, o başvurunun ne sonuçlar doğurabileceği, bugün, spekülasyon konusudur, geçmişin falına bakmak mümkün değildir; ancak, muhakkak ki kaybedilmiş -ne ölçüde olduğunu söyleyemeyeceğim ama- bir fırsattır ve Yunanistan, 1981 yılında tam üye olduktan sonra, hepimizin çok yakından bildiği gibi, Türkiye-Avrupa Ekonomik Topluluğu veya bugünkü adıyla Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerine engel olmak için elinden geleni yapmıştır.

1986 yılının 16 Eylülünde, Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki esas çalışma organı olan Ortaklık Konseyi, yaklaşık altı yıl donmuş olan bu ilişkileri tekrar harekete geçirmiştir.

1987 yılında, Sayın Özal Hükümetinin, biraz da sürpriz sayılabilecek bir tavırda, bir tam üyelik başvurusu vardır. Bu tam üyelik başvurusu, o günkü adıyla Avrupa Topluluğu tarafından yaklaşık iki yıllık bir incelemeden geçirilmiştir; bu incelemenin sonunda varılan sonuçları da şöyle özetleyebiliriz: Avrupa Topluluğu, o dönem itibariyle, yani 1989 itibariyle genişlemeye müsait değildir, kendi içerisindeki, kendi üyelerinin o dönemdeki sorunlarını çözmek durumundadır.

Türkiye, Avrupa Birliğiyle hukuken bir ilişkisi olan ve bu ilişkisinin gelişme imkânı olan bir ülke durumundadır; bazı ekonomik, bazı sosyal, bazı siyasî göstergeler daha tam üyeliğe aday bir konuma getirmemiştir; ancak, bir gümrük birliği dönemi söz konusudur; bu sürecin işletilerek ilişkilerin daha geliştirilerek bu yolun açık tutulması ve bu kapının açık tutulması şeklinde "avi" denilen bir cevap vermiştir. Türkiye, kabul etmemiz lazım ki, bu cevabı biraz buruk karşılamıştır ve 1989, 1990 ve 1991 yıllarında, biraz da bu burukluğun içerisinde, ilişkilerin resmî olarak geçerli olduğu; ama bir parça soğuk bir dönemden geçtiği bir zaman sürecini yaşamıştır.

1992 yılından itibaren, gerek dünyadaki konjonktürel gelişmeler gerekse Türkiye'de yeni oluşan Hükümet -merkez sağ ile merkez sol hükümeti- ve bu Hükümetin Avrupa Birliğine yönelik, tekrar, ısrarlı çabaları, gayretleri, ilişkileri 1992 yılında tekrar canlandırmıştır ve 1993 yılından itibaren, özellikle 1994 ve 1995 yıllarında, Avrupa Birliğiyle ilişkileri geliştirmek ve gümrük birliğini tamamlamak yolunda, Hükümet, çok yoğun çaba göstermiştir. Doğru Yol Partisi adına, bu konunun bayraktarlığını -Demokrat Parti zamanından itibaren- yapmış olan Doğru Yol Partisi adına, 1991 yılının sonundan 1995 yılının sonuna kadar SHP ve CHP ile olan ortaklıklarımızda bu konuya emeği geçen bütün o partiden olan arkadaşlara, özellikle Sayın İnönü'ye, Sayın Karayalçın'a, Sayın Baykal'a ve Sayın Çetin'e çok teşekkürlerimizi ve saygılarımızı sunuyorum.

1 Ocak 1996'da gümrük birliği gerçekleştirilmiştir. Türkiye'nin gerçekleştirmiş olduğu bu önemli aşamayı, üzülerek görüyorum ki, bugün de küçümseyenler var. Biz, meseleye, sadece, maalesef, tek boyutlu bakmaya alışmışız. Bir düşünelim, eğer Türkiye gümrük birliğini gerçekleştirmemiş olsaydı neler olurdu: Bir defa, ekonomik olarak, Türkiye'nin en büyük ortağına karşı yükümlülüklerini yerine getirmemiş olacaktı. İkincisi, her ne kadar bazı konuşmacılar küçük görmeye çalıştılarsa da, bugün dünyanın en büyük bloku olan Avrupa Birliğine karşı ekonomik açıdan bir ortak değil, bir üçüncü ülke olma durumuna düşecektik. Bugün dahi, gereksiz de sayılabilecek birçok konu hakkında, acaba Türkiye nereye gidiyor endişesini taşıyan bazı çevrelerin, gümrük birliğini gerçekleştirmeyip, Avrupa Birliğiyle aramızda ciddî sıkıntılar çıktığı zaman ne gibi davranışlar içerisinde bulunacağını da, ayrıca sizin takdirlerinize sunarım.

Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; bu yıl -birçok konuşmacının da belirtmiş olduğu gibi- fevkalade önemlidir. 1997 yılı, belki de, Bush'un, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği yıkıldıktan sonra söylemiş olduğu yeni dünya düzeninin kurulmasının temel yılı olabilir. Buradaki en önemli iki olgu, Avrupa Birliğinin ve NATO'nun genişlemesidir; Türkiye, bu iki konuda da yerini almak durumundadır. Biz, yapmış olduğumuz anlaşmayla, Avrupa Birliğinin -bugüne kadarki olan genel politikamızla- önemli bir aday ülkesiyiz; bir hukukî belge söz konusudur, Avrupa Birliği de bunu kabul etmektedir. Bunun yanında, eğer, bugün, NATO'nun genişlemesi söz konusu ediliyorsa, bu, NATO'nun içerisindeki ikinci büyük orduyu bütün soğuk savaş döneminde ve halen taşıyan, maddî ve manevî sorumluluğunu taşıyan ve bunun yükünün altına girmiş olan Türkiye'nin katkısıyla olmuştur; yani, Türkiye, NATO'nun başarısına en önde gelen imzayı atmış, en önde gelen katkıyı yapmış olan bir ülkedir; dolayısıyla, gayet tabiî ki, NATO'nun bundan sonraki genişlemesinde söz hakkını kullanacaktır. Türkiye, haklı görüşlerini -Sayın Bakanımızın da ifade buyurdukları gibi- bu dönemde, çeşitli platformlarda dile getirme durumunda olmuştur.

Şimdi, benim ve Doğru Yol Partisi Grubunun biraz da hayretle izlediği bazı gelişmeler oluyor Türkiye'de ve hatta, bugün bu Meclisteki bazı konuşmacıların da bu ifadeleri kullandığını gördüm. Avrupa'daki herhangi bir kişinin -bu, milletvekili de olabilir- yapmış olduğu beyanat, aradan cımbızla çekiliyor, sanki Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkilerini etkileyecek veyahut da bütün Avrupa'nın göstergesi diye getirip önümüze konuluyor.

Sayın milletvekilleri, bizim bu dönemdeki muhatabımız, birinci planda ve en önemli olarak, Avrupa Birliği ülkelerinin hükümetleridir; çünkü, aramızda Avrupa Birliğinin yapısını bilen çok değerli milletvekillerimiz var, onlar bilirler ki, esas olarak, şu dönemde en önemli güce sahip olan, karşı tarafın yetkili organı hükümetlerdir; ülkelerin mahallî parlamentolarıdır; ondan sonra, bir anlamda Avrupa Birliğinin yürütme organı olan Komisyondur ve ondan sonra da, bir ölçüde, Avrupa Parlamentosu gelmektedir. Şimdi, Avrupa Parlamentosu içerisinden sarf edilmiş olan bir ifadeyi, bir ülkenin, bir milletvekilinin sarf etmiş olduğu bir ifadeyi, devamlı olarak Türkiye'nin gündemine taşımak, esasen o milletvekilinin istediği, kendisine kendi ülkesinde veya Avrupa Parlamentosunda sağlayamadığı popülariteyi Türkiye'de sağlama imkânı vermekten başka bir şey değildir. Ben, bu konularda, bütün Parlamento olarak, bütün medya olarak, bütün sivil toplum örgütleri olarak, ucuz kahramanlık peşinde koşmaya çalışan bazı Avrupalı kesimlere imkân sağlamamamız gerektiğini takdirlerinize sunmak istiyorum ve her aklına gelenin söylemiş olduğu yanlış ifadelere de kapılarak, hissî davranış içerisinde bulunmamızın doğru olmadığını söylemek istiyorum.

Bir ifade de, Kinkel'in ziyaretiyle ilgili oldu. Kinkel'in yapmış olduğu bazı davranışları bir diplomasi çerçevesinde değerlendirmenin detayına girmek istemiyorum; o, bugünün konusu da değil; ama, Kinkel'in, Dışişleri Komisyonunda, Türkiye'ye tam üyelik değil, buna gümrük birliğinin bir miktar daha gelişmişi, bir özel formül önerdiğinden bahsetti bir konuşmacı. Ben, Dışişleri Komisyonu Başkanı olarak, Kinkel'in ev sahibi sayılırım...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Aloğlu, toparlar mısınız efendim.

M. SEDAT ALOĞLU (Devamla) – Bana, 5 dakika eksüre verebilir misiniz?

BAŞKAN – Hayır, size 3 dakika eksüre vereyim artık... Yeter, çok fazla süre verdim.

M. SEDAT ALOĞLU (Devamla) – Bana eksüre vermediniz efendim. Ben sadece...

BAŞKAN – Şimdi 3 dakika eksüre veriyorum. Canım, zaten konu çok anlaşıldı...

Buyurun.

M. SEDAT ALOĞLU (Devamla) – Teşekkür ederim Sayın Başkan, sağ olun.

Kinkel'in ev sahipliğini bir anlamda ben yaptım Başkan olarak. Kinkel, ısrarlı iki milletvekilimizin ve muhalefetten olan milletvekilinin ısrarlı şekilde sorusuna şu şekilde cevap vermiştir: "Bu söylemiş olduğumuz formül, kesinlikle bir tam üyelik alternatifi değil. Tam tersine, biz, bu dönem ile tam üyelik arasında geçecek olan zamanı, bugünkü statüde değil, bundan daha güçlendirici bir statüde kullanmak istiyoruz. Yani, gümrük birliğini tamamladınız, tam üyeliğe geçene kadar her şey bu şekilde donsun değil, daha güçlü bir şekilde bu ilişkilerimizi götürelim. Bu da, kesinlikle tam üyeliğin alternatifinde değildir."

Dolayısıyla, bizim, bu konularda, Türk kamuoyuna yanlış bir bilgi verme, yanlış ifadelerde bulunma hakkına sahip olmadığımızı düşünüyorum; çünkü, bu konu, bir millî davadır, bu konu millî bir politikadır. Sizlere sunmaya çalıştığım gibi, onurlu mirasçısı olduğumuz Osmanlıdan başlayıp gelen bir politikanın devamıdır. Biz, Doğru Yol Partisi olarak, bu dönemde ve Demokrat Partinin kuruluşundan itibaren, üzerimize düşen bütün görevleri yaptık; burada, bazı partiler de bize destek olmuşlardır.

Şunu da söylemek istiyorum: Bu vesileyle, Sayın Menderes'i, Sayın İnönü'yü ve Sayın Özal'ı rahmetle anmak istiyorum. Allah uzun ömürler versin, Sayın Süleyman Demirel'e uzun ömürler diliyoruz... Bu liderlerimiz, Türkiye'nin bu rasyonel politikasında -hissî değil- çok büyük katkıda bulunmuşlardır. Bir komplekse kapılmadan, hislerimize kapılmadan, Türkiye'nin doğru yoldaki bu hareketine destek olmamız lazım. Avrupa Birliğinin genişlemesini izleyenler çok yakından bilirler; bizim konuştuğumuzun misli olan tartışmalar, bugün, üye olan ülkeler arasında gelişmiştir. Ayrıca, unutmayalım ki, Avrupa Birliğinin iki kurucusu, önayak olan iki ülkesi, Fransa ile Almanya'dır; İkinci Dünya Savaşında hangi cenahlarda bulunduklarını takdirlerinize sunuyorum.

Hissiyata yer yok, akla yer var. Muhakkak ki, zorlu bir yoldur. Sayın Özal'ı tekrar rahmetle anacağım "bu, ince uzun bir yoldur" demişti. Hakikaten uzun bir yoldur; muhakkak ki, birçok sıkıntısı olacaktır; ama, Türkiye'nin rasyonel politikasıdır; başka sayılan bloklaşmalara -yani, Karadeniz Ekonomik İşbirliği de olabilir veya Uzakdoğu'daki bloklar da olabilir- tercih edilebilecek durumlar değildir. Özellikle Karadeniz Ekonomik İşbirliği Projesi, Türkiye'nin Avrupa Birliğiyle yakınlaşmasını karşılıklı olarak olumlu etkileyecek olan bir konudur. İnanalım ki, Avrupa Birliğine tam üye adayı olmayan bir Türkiye, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Projesinde ve Türkî Cumhuriyetlerde de, bugünkü kadar -yani, aday olduğu kadar- büyük prestij sahibi olmayacaktır. Dolayısıyla, bugüne kadar götürmüş olduğumuz bu akıllı, bu rasyonel politikaya devam etmemizi diliyorum.

Bu konuda, Doğru Yol Partisinin, bundan evvel de, tarihinde de, Demokrat Parti zamanından başlamış olduğu gibi, üzerine düşen her görevi yapmaya devam edeceği ve bu konuda, Yüce Meclisin bugüne kadar olan anlayışının ve yardımının bundan sonra da devam edeceği düşüncesiyle hepinize saygılar sunuyorum. (DYP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ederim Sayın Aloğlu.

Böylece, size de 5 dakika daha süre verdim efendim.

Refah Partisi Grubu adına, Sayın Kahraman Emmioğlu; buyurun efendim. (RP sıralarından alkışlar)

Süreniz 20 dakikadır.

RP GRUBU ADINA KAHRAMAN EMMİOĞLU (Gaziantep) – Sayın Başkan, Yüce Meclisin değerli milletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Avrupa Birliğinin karşısında Türkiye'nin durumunun son değerlendirmesiyle ilgili genel görüşme isteği oldukça yerindedir ve bununla ilgili Grubumuzun görüşlerini sizlere arz etmeye çalışacağım. Gerçi -son konuşmacıyım- son konuşmada, elbette, bütün dikkatler dağılmıştır; ama, ümit ediyorum, şu anda, bizi dinlemekte bulunan vatandaşlarımız, bu konuda da iyice aydınlatılmış olacaklardır.

Ben, bambaşka bir metot tatbik etmek istiyorum; evvela, olması icap eden bir Türkiye profiliyle başlamak istiyorum. Türkiye öyle olmalıydı ki: Fert başına düşen millî geliri 16 bin dolar; oldukça dengeli bir dağılma var. Gelir dağılımı oldukça düzgün. İhracat 170 milyar dolar, ithalat 165 milyar dolar; bunun büyük bir kısmını da Avrupa'ya yapıyoruz. Şehirleşme yüzde 85, enflasyon yüzde 2-3 civarında, faizler libor seviyesinde. Nüfusun ancak yüzde 15'i köylerde yaşıyor; mamur şehirler, insanca yaşanabilir köyler... Bugünkü gibi ortaçağdan kalma su, kanalizasyon, yol, sağlık problemleri kalmamış, hepsi çözülmüş durumda. İşsizlik oranı yüzde 5, bütçe açığı, gayri safî millî hâsılanın yüzde 3'ü civarında. Terör yok, asayiş berkemal, insanlarımız demokrasi bilincinde, darbe söylentisi insanların hayalinden bile geçmiyor, tanklar yürümüyor, inançlara herkes saygılı. Azınlıkların, çoğunlukların hakları korunmuş, adalet mekanizması hızlı ve adil çalışıyor. Huzursuzluk yok. Fertler birbirinin hakkını gözetiyor. Halk istikbale güvenle bakıyor. Devlet, sivil alanların hâkim olduğu alanlardan çekilmiş, aslî olan adalet, savunma, güvenlik durumundaki fonksiyonlarda yoğunlaşmış, genel siyasî ve koordinasyon çalışmalarını yapar vaziyette; mahallî idarelere geniş yetkiler verilmiş, her şey yerli yerinde idare ediliyor. Sanatın ve sporun bütün dallarında kendi şahsiyetini kanıtlamış, yerel değerlerini evrensel kaliteye yükseltme çalışmaları yapan bir Türkiye. Ne tatlı bir Türkiye! Böyle bir profilin içinde şimdiye kadar olmamız lazımdı.

AYHAN GÜREL (Samsun) – Hata kimin?

KAHRAMAN EMMİOĞLU (Devamla) – Demin Kâmran İnan Beyefendinin de ifade ettiği gibi, geçmiş idarenin hatalarını burada söylememiz gerekiyor -elbette, bu, şu andaki sekiz aylık Hükümetin kabahati değildir- şu zamanın bütün sıkıntılarını yeniden masanın üzerine koyup şöyle bir düşünmemiz lazım geliyor ve sorgulamamız gerekiyor.

Böyle bir Türkiye olsaydı, Avrupa, bu Türkiye hakkında ne düşünecekti. Belki bazılarımız diyebilir ki, böylesi bir Türkiye'nin Avrupa Birliğine girmeye ihtiyacı bile yok; çünkü, bizde, Avrupa Birliğine böyle olmak için giriyoruz düşüncesi hâkim. İnsanlarımız, kendilerini yükseltmek veyahut geliştirmek, kendi kendilerine olmak yerine, gelişmelerini bir başkasına ihale edemezler. Bunun imkânı yok; ama, Türkiye'nin şu andaki profiliyle de, Avrupa'nın birçok itirazının olması çok tabiîdir. İstesek de istemesek de, şu andaki hazır profil karşısında, Avrupa, gereken itirazları elbette yapacaktır.

Aslında, Avrupa'nın bizi Birliğe almasında temel olarak gördüğümüz üç ana faktör var: Birincisi, biziz -kendimiz- ikincisi Avrupa; üçüncüsü ise -ne derseniz deyin- şu anda dünyanın gücünü temsil eden Amerika. Bizimle ilgili meselelerde, demin söylediğimiz profile sahip olmamamız sebebiyle sıkıntılarımızın olması gayet doğaldır. Avrupa parlamenterleriyle teker teker görüştüğümüzde, önümüze bu profilleri çıkardılar. Demek ki, meselenin esas düğümü, evvela biziz. Biz, siyasî istikrarı sunî gündemlerle altüst edip, gelişmeleri devamlı engeller vaziyette olduğumuz sürece, elbette, gelişmemizi yapamayacağız. Artık, bu duruma bir son vermek gerekiyor.

İkincisi Avrupa dedim. Avrupa'da iki büyük blok var bizimle ilgili olarak; bir "Türkiye'yi Avrupa Birliğine alalım" diyenler var, bir de "Avrupa Birliğine almayalım" diyenler var. Ben, evvela "Avrupa Birliğine almayalım" diyen grubun temel düşüncelerinden biraz bahsetmek istiyorum. Demin, Hikmet Çetin arkadaşımız, Hıristiyan demokratların "Müslüman Türkiye'nin Avrupa Birliğinde yeri yoktur" ifadesini, Refahyol Hükümetinden cesaret alarak söylediklerini ifade etti. El insaf!.. Ben, size, 1929 senesinde söylenen bazı sözleri nakledeceğim; çok enteresandır. 1929'da Avrupa Birliğini kurarken, Fransa Dışişleri Bakanı Aristide Brillande...

MURAT KARAYALÇIN (Samsun) – 1949...

KAHRAMAN EMMİOĞLU (Devamla) – Hayır, 1929'da.

...Milletler Cemiyetinde, Avrupa ülkelerine, Avrupa Birliği kurma yolunda Türkiye'yi sırf Müslüman olduğu için düşünmediğini ifade etmiştir.

Çok enteresan tarihî bir vesikadır. Geçenlerde, şu andaki Dışişleri Bakanı Pangalos'un söylediği "Türkiye Avrupalı değilse, Yunanistan hiç değildir" ifadeden başka, Venizelos da "Avrupa Birliğini kurarken, bir İslam ülkesini almamakla ikilik yaratıyor ve dünyayı bölüyorsunuz. Ben, Türkiye'yle barış kurdum ve bu barışın kalıcı olmasını istiyorum. Eğer, Türkiye'yi aranıza almayacaksanız ben de yokum" demiştir.

Burada, enteresan bir durumla karşı karşıyayız. Yunanistan, hep, Türkiye tarafından hayırcı olarak görülmüştür, vetocu olarak takdim edilmektedir ve tatbikat da hep bu meyanda olmuştur; ancak, buna aldanmayalım. Bana göre, aslında, Avrupa'daki ana ülkelerden olan Almanya'nın Türkiye'yi Birliğe almamak istemesinde, Yunanistan bir noktada kullanılıyor. Yunanistan, aslında, kendi istikbali yönünden, stratejisi yönünden, Türkiye'nin Avrupa Birliğinde olmasını arzu etmektedir; aynı Venizelos'un söylediği gibi, Simitis'in, Pangalos'un ifade ettikleri gibi. Neden; çünkü, eğer Avrupa blokunun içerisinde olmazsa, arka bahçesiyle birleştiğinde Türkiye'nin büyük bir güç olacağı tabiîdir. Bugün, büyük bir ufuk açılmıştır. Tarihiyle coğrafyasıyla Türkiye, gerisinde büyük devletleri kucaklayacak, büyük bir blok oluşturacak vaziyettedir. Yunanistan, bu blokun karşısında zayıf bir Yunanistan'ı, elbette arzu etmez; ancak, Yunanistan'la beraber aynı blokta olan bir Türkiye, tıpkı ilk kurulduğu şekliyle -1957 Roma Antlaşmasıyla ilk kurulduğu gibi, Avrupa Ekonomik Topluluğu- Fransa ile Almanya'nın müşterek düşmanlığı ortadan kaldırıldığı gibi, Türkiye ile Yunanistan'ın da düşmanlığı ortadan kalkacaktır düşüncesi hâkimdir. Bu sebeple, Yunanistan, aslında, içten içe istemektedir ve bu düşünceyi de Amerika telkin etmektedir. Diğer taraftan, Amerika, Türkiye'nin Avrupa Birliğine girmesini istemektedir; ancak, Almanya, buna inatla karşı gelmektedir. Neden?.. Arkadaşlar, demin ifade edilen Hıristiyan Demokratlardan Martens de, daha önce Willy Brandt da, Fransız sosyalistlerinden Jacques Delors da aynı şeyleri söylemiş ve "Müslüman bir Türkiye'nin Avrupa Birliğinde yeri yoktur" demişlerdir. Bu, aslında, çok zahirîdir; Avrupa'nın kendi kültürüne de ters düşen bir ifadedir. Yani, din ırkçılığı yapmaktadırlar. Bunu kendilerine açıkça ifade ettik. Biz, Refah Partisi olarak bunu söylediğimiz zaman, bunların ta 1929'dan beri söylediklerini, 1957 yılında ilk kuruluş sırasındaki ifadelerinden hareketle bunları söylüyorduk; ama, Avrupa'nın kendi kültürü içerisinde bunu söylemeye hakkı yoktur. Ben bunu söylerim; ama, o söyleyemez; çünkü, Avrupa, kendisini takdim ederken, din, ırk, cinsiyet ve sair farkı gözetmiyor; ama, bu durumda gözetiyor demektir ki, kendisiyle tenakuza düşmüştür demektir.

Nedir peki; Almanya niçin istemiyor? Bana göre, Almanya'nın Türkiye'yi Birliğe istememesinin altında şu hususlar yatıyor: Şu anda, Almanya'da 2,5 milyon Türk var; bu Türklerin entegrasyonuyla ilgili bazı sıkıntıları var. Aslında, bu sıkıntı da izafîdir; daha doğrusu yalancılık vardır meydanda. Şu anda Almanya'da işsizlik var, bu işsizliğin bedelini oradaki Türklere ödetmek istemektedir ve de 16 yaş vizesi de koyarak, yine Avrupa, kendi medeniyetine ters düşen bir vaziyet almıştır. Bundan sıkılan Almanya, yarın işgücü sirkülasyonunun olacağı bir Avrupa Birliğinin, Türkiye'deki büyük nüfusun, içerisine gelmesini ve mas etmesini kabul edemiyor, bunun için reddediyor; bu bir.

İkincisi -belki komplo teorisi denilecek, ama, düşündüğüm bir şey daha var- bugün Avrupa Birliğinin ağababası Almanya'dır; çünkü, gereken malî yardımları yapan Almanya'dır ve Almanya, Avrupa Birliğinin en büyük devletidir. Düşünün; bir de Batı ve Doğu Almanya birleşince dev bir Almanya meydana geldi. Ancak, Almanya'nın bu ağababalığı karşısında, Avrupa Birliği içerisindeki Portekiz, İspanya ve Yunanistan gibi güney ülkeleri ileride mutazarrır olacaklardır; bunun karşısında bir bloklaşmaya geçmek istemeleri tabiidir. Ekonomisi oldukça gelişmiş ve 100 milyon nüfuslu bir Türkiye bunlarla beraber olduğu zaman, Almanya'nın ağababalığı düşecektir. Buna da Almanya razı değildir. Almanya, bana göre, içten içe bunun planlarını kurmaktadır.

Almanya'nın almayışının bir üçüncü sebebi de şudur: Para harcayan esas devlet Almanya olmaktadır. Geçmişte, her iltihakta, yeni entegrasyonda, Almanya -Portekiz ve İspanya'ya- avuç dolusu para vermiştir. Avrupa Birliğinin en büyük finansörü Almanya'dır. Şimdi yeniden olacak, gelecek olan entegrasyonlarla, Almanya'nın, daha çok para vermesi söz konusu. Halbuki, Almanya'nın da artık damarı kalmadı, akacak kanı kalmadı; daha fazla para vermek istemiyor; onun için de istemiyor.

Bugün Avrupa Birliği içerisinde bulunan 11'leri de alma konusu tamamen siyasî bir karardır. Hatta, Avrupa Parlamenterlerinden bazılarıyla görüştüğümüzde, açıkça "Polonya'yı nasıl alıyorsunuz; ekonomisi berbat, her tarafı berbat; niçin almak istiyorsunuz" dediğimizde "bu iş siyasî bir karardır" diyorlar; çünkü, Almanya, tarihi itibariyle hep Polonya'ya hâkim olmak istemiştir. Dolayısıyla, bu, bir siyasî karardır. Almanya, bu sebeplerden ötürü, muhtemelen, 11'leri de alırken zorlanacaktır ve bir zamana yayacaktır. Şunu ifade etmek istiyorum: Avrupa'da kimle görüştüysek, hiçbiri, Türkiye'nin, on veya yirmi sene içerisinde dahi Avrupa Birliğine gireceğini düşünmüyor. Şimdi, bizim, Türkiye olarak, düşünmemiz lazım; ama, Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye'yi Avrupa Birliğinin içinde görmek istiyor. Niçin görmek istiyor; onu da yorumlayalım. Bize göre, İsrail Devletinin Ortadoğu'da muhkem olarak kalabilmesi için müttefiklere ihtiyacı vardır. Komşularının içerisinde müttefik olacak tek Türkiye mevcuttur; Türkiye'nin dışında müttefik bulması mümkün değildir. Bunun için de, Türkiye'nin, başka bir blokta değil, Avrupa Birliği blokunda olması gerekir ve böylece, Amerika Birleşik Devletlerinin menfaatlarını, yararlarını İsrail kanalıyla, bu eksen etrafında, Türkiye-İsrail ekseni, hatta, az olarak Mısır ekseniyle birlikte götürmeye çalışacaktır. Onun için de, özellikle, Avrupa devletlerine, bugün, Amerika Birleşik Devletleri baskı yapıyor ve bunu da gittiğimiz zaman açıkça ifade ettiler ve bundan rahatsız olduklarını da ifade ettiler. Niçin Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa'ya bu derece baskı yapıyor; Türkiye'nin alınması için diyorlar. Aslında, Avrupa -demin de çok kıymetli, değerli konuşmacılardan Sayın Kâmran İnan Bey ifade ettiler- Amerikasız bir işe yaramıyor; bunu Birinci Dünya Savaşında, İkinci Dünya Savaşında da gördüler, şu anda da öyledir ve bu bakımdan da, Amerika Birleşik Devletlerinin baskısı Avrupa'da makes bulabiliyor.

Nitekim, bu zorlamalar neticesinde, Avrupa devletlerinde seslerin değişmesi söz konusu oldu. Ancak, ifade etmem icap ediyor ki, biz, ne kadar zorlarsak zorlayalım, Türkiye ne yaparsa yapsın, Avrupa Birliğinin içerisinde bizi yakın bir zamanda görmek istemiyorlar; ancak ve ancak, bekleme odasında, hatta, bekleme odasının yanındaki bekleme odasında, bizi istirahata sevk edecekler; ama, gönlümüzü de alacaklar; çünkü, Avrupa Birliğinde Türkiye'nin stratejik olarak yeri vardır, Avrupa bunu biliyor; ama, içerisine aldığı zamanki sıkıntıları da taşımak istemiyor. O zaman ne yapıyor; işte, gümrük birliği ile birlikte kendisine güzel, problemsiz bir pazar hediye edildi, verildi ve son durumda da -diğer konuşmacılar net olarak söylediler- ithalatımız yüzde 50'den fazla arttı, ihracatımız yüzde 5 arttı. Evet, memnuniyet verici bir hadisedir ki, ithalatımız, hammaddeler ve yatırım mallarıyla ilgili. Bunlar, inşallah, ileride iyi bir gelişmeye sebep olur.

Şunu da ifade edeyim: Gümrük birliğine girdik; kendimizin karar vermediği, karar organlarının içerisinde kendimizin bulunmadığı bir organizasyonun içindeyiz. Bu, çok acı; ancak, Türkiye, dinamizmiyle, özellikle özel sektörün dinamizmiyle bazı handikapları aşıyor gözüküyor ve daha da fazla aşarsa, bunu lehimize çevirmek de mümkün gibi görünüyor. Elbette, gümrük birliği, salt bir gümrük indirmesi, gümrük sıfırlaması değildir; diğer taraftan, birçok ülkelerle olan bağlantımıza da tesir ediyor. Bu bağlantılarla ilgili olarak...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Emmioğlu, size de ek süre vereyim; lütfen toparlar mısınız.

KAHRAMAN EMMİOĞLU (Devamla) – Bu ülkelerle olan bağlantılarımızda şu anda sıkıntılarımız vardır; Malezya ile sıkıntımız vardır, diğer birtakım ülkelerle sıkıntılarımız vardır ve gümrük birliğinin işleyişinde de sıkıntılarımız vardır. Ümit ediyorum, bütün bunların hepsi nazarı itibara alınır ve Türkiyemizin lehine olacak şekle getirilir. Bütün dileğimiz budur.

Ben, hepinizi hürmetle selamlıyor, saygılar sunuyorum. (RP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ederim Sayın Emmioğlu.

Gruplar adına yapılan konuşmalar bitmiştir.

Son olarak, önerge sahibi olarak, Sayın İsmet Sezgin; buyurun efendim. (DTP, ANAP, DSP ve CHP sıralarından alkışlar)

Süreniz 10 dakika Sayın Sezgin.

İSMET SEZGİN (Aydın) – Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım; Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler hakkında, Demokrat Türkiye Partisince verilen genel görüşme önerge sahipleri adına söz almış bulunuyorum. Bu vesileyle, Yüce Meclisimizi en derin saygılarımla selamlıyorum.

Değerli arkadaşlarım, Demokrat Türkiye Partisi tarafından verilen ve birçok değerli milletvekili arkadaşımızın da imzasını taşıyan genel görüşme önergesi, 29 Nisan tarihinde, uzun bir aradan sonra toplanacak olan Türkiye-Avrupa Birliği Ortaklık Konseyi nedeniyle, son derece önemli bir tarihte Yüce Meclisimizin gündemine gelmektedir. İçinde bulunduğumuz dönem, Avrupa'nın gelecekteki siyasî ve güvenlik mimarisinin şekillenmekte olduğu bir dönemdir ve Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler, yeni boyutlar kazanmaktadır. Bu gelişmelerin, Yüce Meclisimizce, etraflıca tartışılması amacıyla önergemizi vermiş bulunuyoruz.

Değerli arkadaşlarım, işin aslına bakılacak olursa, bugün, Demokrat Türkiye Partisi ve bu önergeyi imzalayan değerli arkadaşlarım tarafından yerine getirilmekte olan bu görevin, Türk Milleti adına, gerek Avrupa Birliği gerek NATO ile müzakereleri sürdüren Hükümete düşmesi gerekirdi. Hükümet, diğer pek çok konuda olduğu gibi, üzerine düşen demokratik görevini yerine getirmemiş ve her konuda olduğu gibi, Türkiye Büyük Millet Meclisinin denetiminden uzak kalmayı yeğlemiştir. Bu konuda gelinen durumun, ülkemizin çıkarları bağlamında ve uzun vadeli yansımaları açısından, Yüce Meclisimizce süratle ele alınması, tartışmaya açılması gerekmektedir.

Değerli Başkanım, değerli milletvekili arkadaşlarım; dışpolitika ciddî bir iştir ve bir milletin kaderini doğrudan etkiler. Bu itibarla, uygulanacak temel politikaların Parlamentoda güçlü bir mutabakattan faydalanması, milletimizin bu politikaları kuvvetle desteklemesini sağlar ve bu politikanın meşruiyetini takviye eder. Bugün, Türkiye'nin Avrupa Birliği ve NATO'nun gelişmelerine yönelik olarak uyguladığı politikaların isabetliliğiyse, giderek kamuoyunda ciddî şüpheler doğurmaktadır. Bu politikaların dayandığı temelin sağlamlığının yanı sıra, uygulanış tarzı ve uygulayıcıların inandırıcılığı da, kamuoyunda yaygın bir biçimde sorgulanmaktadır. Bugün, Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin geldiği sıkıntılı durum, bazı Avrupa Birliği üyesi ülkelerin ve siyasetçilerinin önyargılı ve kabul edilemez tutumlarının yanı sıra, Hükümetin, Türkiye Büyük Millet Meclisinde desteğini almış, akılcı, gerçekçi ve ihtimaliyet planlamaları sağlıklı yapılmış bir politika oluşturması hususunda üzerine düşen demokratik sorumluluğu zamanında yerine getirmemiş olmasından kaynaklanmaktadır.

Sayın Başkan, değerli arkadaşlarım; Türkiye'nin Avrupa Birliğine tam üye olma tercihi, demokrasi coğrafyasıyla yaşama tercihidir, bir ekonomik model ve yüksek düzeyli büyüme ve topyekûn kalkınma tercihidir, uluslararası camiada oluşan birliktelikler karşısında bir denge tercihidir, bir ilerleme anlayışı tercihidir. Avrupa Birliğine tam üyelik, milletimizin yüz yılı aşan yöneliminin doğal bir hedefidir. Ülkemizin çoğulcu parlamenter demokratik rejim tarihi, aynı zamanda, Batı kurumlarıyla bütünleşmesinin de tarihidir. İşte, bunlar içindir ki, Türkiye, bulunduğu ekonomik gelişme aşamasında ve uluslararası dengelerin yeniden biçimlendiği bugünün fevkalade hassas konularında, Avrupa Birliğiyle bütünleşmesi tartışma konusu haline getirilen bir noktada olmamalıydı. Kaldı ki, Türkiye, Avrupa'nın geleceği açısından da son derece önemlidir.

Tam üyelik hedefimiz açısından yaşanan darboğazın Avrupa Birliği üyesi bazı ülkelerin hükümetlerinden kaynaklanan, onların ciddî değerlendirme hatalarından, vizyon ve hikmet eksikliklerinden, tarihin öğretilerini zihinlerine ve yüreklerine sindirememiş olmalarından kaynaklanan nedenleri, tabiî ki vardır. Burada, komşumuz Yunanistan'ı da sağduyuya ve aklın yoluna davet ettiğimizi de belirtmek istiyorum; ancak, değerli arkadaşlarım, darboğazın bizce en büyük sebebi, mevcut Hükümetimizin konuya yaklaşımı ve ele alış şekli, verdiği işaretlerin, mesajların bozukluğudur. Bu çerçevede, inanılırlık ve güvenilirlik boyutlarındaki noksanlıkları ayrıca vurgulamam gerekmektedir.

Sorunlara bakarken, mevcut Hükümetin, öncelikle, Türkiye'nin bugüne kadar takip ettiği Avrupa politikasının stratejisini temelden değiştirmeye yöneldiğini görüyoruz. Türkiye'nin Refahyol Hükümetine kadar izlediği politikayı, tedricî ilerleme olarak tanımlamak mümkündür. Türkiye, bu sayede, öncelikle NATO, Avrupa Konseyi, Avrupa Güvenlik İşbirliği Teşkilatı ve OECD gibi, Avrupa'nın siyasî, askerî ve ekonomik örgütlenmelerinde kurucu ve tam üye olarak yer almış, 1963 Antlaşmasının öngördüğü aşamalardan geçilerek, Türkiye'nin Avrupa bütünleşmesi içerisinde hak ettiği yeri alabilmesi için bugüne kadar görev yapan tüm cumhuriyet hükümetlerince gayret sarf edilmiştir; nitekim, gümrük birliği, rahmetli Menderes Hükümetleri döneminde başlatılan sürecin aşamalarından birini oluşturmaktadır.

Gümrük birliğinin tamamlanmasıyla birlikte, ortaklık ilişkimiz de, bizi tam üyeliğe götürmesi mutasavver nihaî döneme girmiş bulunmaktadır. Refahyol Hükümeti, öncelikle, bu gerçekçi politikanın temel dayanağı olan gümrük birliğinin iyi işletilmesine gereken hüsnüniyet, ciddiyet ve önemi maalesef atfedememiştir. Bu bağlamda, değerli arkadaşlarım, gümrük birliği anlaşmasıyla üstlendiğimiz yükümlülükler arasında yer alan gümrük kanunu hâlâ çıkarılamamıştır, ihracatçılarımızın gümrük birliğinden daha iyi faydalanmalarını sağlayacak bazı düzenlemeleri yürürlüğe koyacak olan millî akreditasyon merkezi kurulamamıştır, ocak ayının ilk gününde yürürlüğe girmiş olması gereken ithalat rejimi, Hükümetin iki ortağının anlaşamaması yüzünden henüz yürürlüğe girememiştir ve gümrük birliği müzakerelerinde Avrupa Birliğinden elde edilen en önemli taviz olan otomotiv sektöründeki ayrıcalık, yerli sanayiin de zarar göreceği biline biline, Hükümetin kısa dönemli finansman ihtiyacını karşılamak uğruna "bedelsiz ihtalat rejimi" adı altında harcanmıştır.

Sayın Başkan, değerli arkadaşlarım; Hükümetin Avrupa Birliği bağlamında NATO'nun genişlemesine ilişkin yaklaşımları da, ülkemizin uzun vadeli çıkarları açısından bütün boyutlarıyla tartışılması gereken bir konudur; bu hususta da Hükümet, Parlamentoyu devredışı bırakmayı tercih etmiştir. Hükümet, Avrupa Birliği genişlemesinde ilk planda değerlendirilecek ülkeler arasında yer alamadığımız takdirde NATO genişlemesini veto edeceğimiz tehdidiyle yola çıkmıştır. Bunu yaparken, konunun alabileceği boyutlar, ittifak ülkelerinin muhtemel tepkileri, NATO üyesi olmayı bekleyen ve yakın ilişkiler içinde olduğumuz birçok Orta ve Doğu Avrupa ülkesinde yarattığımız hayal kırıklığı ve böyle bir yaklaşımın ülkemizin uzun vadeli çıkarlarına ne derecede hizmet edeceği hususlarının da ne kadar isabetle değerlendirildiği, sonuçları itibariyle şüphelidir.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Sezgin, size de eksüre veriyorum efendim.

İSMET SEZGİN (Devamla) – Çok teşekkür ederim.

BAŞKAN – Buyurun efendim.

İSMET SEZGİN (Devamla) – Ancak, Hükümet, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere, ittifak üyelerinin sert tepkileri sonucu, veto tehdidinden vazgeçmiş, bu defa, NATO genişlemesinin, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylanmayacağı savını ileri sürmeye başlamıştır; bu da Türkiye'nin ciddiyetine gölge düşürmektedir.

Değerli arkadaşlarım, Hükümetin, tutarsızlıklarının ve kısa görüşlülüğünün faturasını, Türkiye'ye ödetmeye hakkı yoktur. Yüce Meclis, bu hususu dikkatle değerlendirmelidir.

Değerli arkadaşlarım, büyük devletler şantaj yapmaz, müzakere yapar. Türkiye'nin büyüklüğüne bu anlamda da gölge düşürülmemesine özen göstermeliyiz.

Hükümet, başlangıçta, haziran ayında yapılacak Avrupa Birliği zirvesinde Türkiye'nin Avrupa Birliği genişlemesine ilk alınabilecek ülkeler listesine dahil olabileceği beklentisini yaratmış, bu hedefe varmak için NATO genişlemesini veto edebileceğini ileri sürmüştür. Zaman içinde genişlemeye ilk alınacak ülkeler arasına giremeyeceğimiz belli olduğunda, bu defa, haziran zirvesindeki aile fotoğrafına girebilmek amacıyla, NATO kartının oynanmasına tevessül etmiştir; oysa, Türkiye'nin uzun vadeli güvenlik çıkarları açısından hayatî önemi olan NATO'ya ilişkin böylesine hassas bir unsur, daha doğru bir zamanlamayla değerlendirilebilirdi.

Değerli arkadaşlarım, kısacası, Hükümet, tutarsız beklentilerle kamuoyunu yanlış yönlendirmiş ve NATO kartında olduğu gibi, başvurduğu yöntemler, Türkiye'nin ciddiyetine, vakarına ve uzun vadeli çıkarlarına gölge düşürmüştür.

Hükümetin tevessül etmeye hazırlandığını, Sayın Dışişleri Bakanı dahil, en yetkili ağızlardan duyduğumuz bir husus da, NATO kartının da tutmaması halinde, gümrük birliğinin askıya alınacağı tehdididir. Daha gümrük birliği tam olarak yerine getirilememiş ve bu mekanizma layıkıyla işletilememişken bu yola başvurulması, Türkiye'nin tam üyelik yönündeki iradesi, hatta temel dışpolitika tercihleri konusunda ciddî şüpheler ilave edecektir. Dışpolitika söylemini ve yaklaşımlarını, bir kutuptan diğerine fütursuzca taşıyan bir Hükümetin gerçek iradesi konusunda, hem dahilde hem hariçte, şüpheler oluşmasında da şaşılacak bir şey yoktur.

Hükümetin, ne strateji ne taktik bağlamında izlenmesi ve değerlendirilmesi mümkün olan, mantık örgüsü bulunmayan politika ve uygulamalarının tümüne, bana verilen süre içinde değinmem mümkün olmuyor. Ancak, gerçek şudur değerli arkadaşlarım; gümrük birliği konusuna, popülist, sorumsuz ve kısa vadeli politikalarla yaklaşmak maceracılıktır ve kimsenin, Türkiye'nin dışilişkilerine, sonradan tamir edilmesi güç yaralar açmaya hakkı yoktur. Yüce Meclisi, bu konuda da gereken denetim ve uyarı vazifesini yapmaya davet ediyoruz.

Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; sonuç olarak, Türkiye'nin Avrupa Birliği ve NATO ile ilişkileri, tarihsel perspektifte ve uzun vadeli çıkarlar göz önünde bulundurularak, aklıselimle değerlendirilmesi gereken bir konudur. Türkiye, Avrupa Birliğine er veya geç tam üye olmak hedefi doğrultusunda ısrarla ve akılcılıkla yürümek zorundadır. Bu derecede önemli bir hedefin tehlikeye atılmasına Meclis olarak müsaade edemeyiz. Oysaki, Hükümetin yaptığı aynen budur; Türkiye'yi, sonu belli olmayan maceralara sürüklemektir. İçeride olduğu gibi dışarıda da durum böyledir.

Bugün, 1963 Ankara Antlaşmasıyla elde edilmiş olan Türkiye'nin Avrupa Birliğine tam üyelik hakkı, gerek içeride gerek dışarıda izlenen politikayla erozyona uğramış ve Türkiye'nin Avrupa'ya aidiyeti ve Topluluğa tam üyeliğe ehil olup olmadığı tartışılır hale getirilmiştir. Türkiye'nin Avrupalılığının tartışılamayacağı yeterince anlatılamamıştır.

Bir hükümetin dışpolitikada en önemli kozu, ciddiyeti, inandırıcılığı ve saygınlığıdır. Bu üç unsura sahip olamayan bir hükümet, ülkenin çıkarlarını layıkıyla koruyamaz.

BAŞKAN – Sayın Sezgin, size de 5 dakika eksüre verdim; lütfen son cümlenizi söyler misiniz efendim.

İSMET SEZGİN (Devamla) – Bitiriyorum efendim.

Sayın Başkanım, değerli arkadaşlarım; genel görüşme talebimizi kabul buyurmanız, milletimizin bugününü ve geleceğini etkileyen bu fevkalade önemli konuyu Yüce Meclisin daha çok sahiplenmesini ve bu yönde yeni görüşler ve fikirler üretilmesini sağlayacaktır. Böylece, demokrasinin gereği de, görev ve sorumluluğumuzun bir icabı da yerine getirilmiş olacaktır.

Değerli arkadaşlarım, öte yandan, bu genel görüşme, okulda aldıkları eğitim nedeniyle Anadolu'nun tarih içindeki konumunu ve Türkiye'nin geleceğe yönelik rolünü idrak edemeyenlere de bir mesaj oluşturacaktır; Atlantik Okyanusuna kıyısı olmayan Türkiye'nin onların Kuzey Atlantik camiasına girmelerinde sağladığı katkıları anımsatacaktır; Avrupa Birliğinin Türkiye'ye bakışını, Avrupa Birliğinin kendi ölçütünü teşkil edecek, vurgulayacak...

BAŞKAN – Sayın Sezgin, süreniz çok geçti; lütfen son cümlenizi söyler misiniz, rica ediyorum.

İSMET SEZGİN (Devamla) – Son cümlemi söylüyorum.

...ve Roma İmparatorluğunun stratejilerinin veya 19 uncu Yüzyıl denge anlayışlarının bugün zemin bulamayacağını, Türkiye'nin tampon devlet konumuyla yetinemeyeceğini ihtiyacı olanlara izah etmiş olacaktır.

Sayın Başkanım, değerli arkadaşlarım; bu duygu ve düşüncelerle hepinizi saygıyla selamlıyor ve bu genel görüşmenin açılması hususunda olumlu oy kullanmanızı rica ediyorum.

Saygılarımla. (DTP, ANAP, DSP ve CHP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ederim Sayın Sezgin.

Sayın milletvekilleri, genel görüşme önergesinin öngörüşmeleri tamamlanmıştır.

Şimdi, genel görüşme önergesini oylarınıza sunuyorum: Genel görüşme açılmasını kabul edenler...

A. HAMDİ ÜÇPINARLAR (Çanakkale) – Sayın Başkan, karar yetersayısının aranmasını istiyoruz.

BAŞKAN – Efendim, oylamaya geçtik...

A. HAMDİ ÜÇPINARLAR (Çanakkale) – Söyledim efendim; niye aramıyorsunuz?!

BAŞKAN – Efendim, oylamaya geçtik... Oturur musunuz...

A. HAMDİ ÜÇPINARLAR (Çanakkale) – Karar yetersayısının aranmasını istemeye hakkımız var.

BAŞKAN – Efendim, lütfen oturur musunuz... Usulümüz var... Arada sırada buraya gelirseniz böyle olur. (RP ve DYP sıralarından alkışlar)

A. HAMDİ ÜÇPINARLAR (Çanakkale) – Sayın Başkan, karar yetersayısının aranmasını istiyoruz.

BAŞKAN – Kabul etmeyenler... Önerge kabul edilmemiştir; ayrıca, karar yetersayısı da var.

A. HAMDİ ÜÇPINARLAR (Çanakkale) – Yok... Yok...

BAŞKAN – Efendim, nerede yok?..

A. HAMDİ ÜÇPINARLAR (Çanakkale) – Yok...

BAŞKAN – Nereden biliyorsunuz siz?

METİN ARİFAĞAOĞLU (Artvin) – Biz de sayıyoruz Başkan...

BAŞKAN – Bize ya güvenin ya da kendiniz gelin, burada, Divan Üyeliği yapın.

METİN ARİFAĞAOĞLU (Artvin) – 138 kişi yok orada...

BAŞKAN – Efendim, arkadaşlar burada sayıyorlar...

METİN ARİFAĞAOĞLU (Artvin) – Biz de sayıyoruz...

BAŞKAN – Bakın, bizim, burada, oylamanın sonucunu söyleme alışkanlığımız yok; karar yetersayısı fazlasıyla var.

REFAİDDİN ŞAHİN (Ordu) – Yani, iki yardımcınla beraber yanlış değerlendiriyorsun...

BAŞKAN – Efendim, evvela, herkesi kendiniz gibi kabul etmeyin. Biz, burada, en dürüst şekilde görev yapmaya çalışıyoruz.

Sayın milletvekilleri, görüşmelerimize devam ediyoruz.

Şimdi, gündemin "Kanun Tasarı ve Teklifleriyle Komisyonlardan Gelen Diğer İşler" kısmına geçiyoruz.

Önce, sırasıyla, yarım kalan işlerden başlayacağız.

V. – KANUN TASARI VE TEKLİFLERİYLE KOMİSYONLARDAN GELEN

DİĞER İŞLER

1. – 926 Sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanununa Bir Geçici Madde Eklenmesine İlişkin 488 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ve Millî Savunma Komisyonu Raporu (1/215) (S. Sayısı : 23)

BAŞKAN – 926 Sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanununa Bir Geçici Madde Eklenmesine İlişkin 488 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle ilgili kanun tasarısının müzakeresine kaldığımız yerden devam edeceğiz.

Arkadaşlar, lütfen yerimize oturalım. Ne oluyor?.. Devam ediyoruz çalışmalara efendim...

MUSTAFA CUMHUR ERSÜMER (Çanakkale) – Niye devam ediyoruz Sayın Başkan?

BAŞKAN – Efendim, devam ediyoruz... Niye yani?.. Daha zamanımız var; yani, şurada daha 15 dakika zamanımız var. Meclis çalışmasında 15 dakika az bir zaman değil.

MUSTAFA CUMHUR ERSÜMER (Çanakkale) – "Bitimine kadar" yazıyor...

BAŞKAN – Efendim, Komisyon var mı? Yok.

Ertelenmiştir.

2. – 17.7.1964 Tarihli, 506 Sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu ve 2.9.1971 Tarihli, 1479 Sayılı Esnaf ve Sanatkârlar ve Diğer Bağımsız Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kurumu Kanunu ile 17.10.1983 Tarihli, 2926 Sayılı Tarımda Kendi Adına ve Hesabına Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kanununa Göre Tahakkuk Eden Prim ve DiğerAlacakların Tahsilatının Hızlandırılması Hakkında Kanun Tasarısı ve Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Raporu (1/573) (S. Sayısı : 250) (1)

BAŞKAN – 17.7.1964 Tarihli, 506 Sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu ve 2.9.1971 Tarihli, 1479 Sayılı Esnaf ve Sanatkârlar ve Diğer Bağımsız Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kurumu Kanunu ile 17.10.1983 Tarihli, 2926 Sayılı Tarımda Kendi Adına ve Hesabına Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kanununa Göre Tahakkuk Eden Prim ve Diğer Alacakların Tahsilatının Hızlandırılması Hakkında Kanun Tasarısı ve Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu raporunun müzakeresine kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Komisyon var mı efendim? Var.

Komisyon ve Hükümet yerlerini aldılar. (DTP ve CHP sıralarından gürültüler)

Sayın arkadaşlar, niye rahatsız oluyorsunuz ben anlamıyorum.

A. HAMDİ ÜÇPINARLAR (Çanakkale) – Niye rahatsız olacağız.

BAŞKAN – Yani, çalışmak niye sizi sıkıyor bu kadar?!

A. HAMDİ ÜÇPINARLAR (Çanakkale) – Meclisin çalışmasından korkuyorsunuz; nedir?!.

BAŞKAN – Hayır efendim. İşte, karar yetersayısı var, çalıştırıyoruz; daha birleşimin kapanmasına 15 dakika var; ama, sizin işiniz varsa, buyurun gidin efendim; işiniz varsa, buyurun gidin.

A. HAMDİ ÜÇPINARLAR (Çanakkale) – Avrupa Birliği niye konuşulmasın?!.

REFAİDDİN ŞAHİN (Ordu) – Dürüst ol! Başkanlıkta dürüst ol! Dürüst değilsin Başkanlıkta.

BAŞKAN – Dürüstlüğü senden öğrenecek değilim.

REFAİDDİN ŞAHİN (Ordu) – Öğreneceksin!

BAŞKAN – Kimin dürüst olup olmadığını bu kamuoyu iyi bilir.

REFAİDDİN ŞAHİN (Ordu) – Değilsin...

BAŞKAN – Haa, yani, karar yetersayısı varken, karar yetersayısı yoktur diyeyim ki, dürüst olayım sizin gözünüzde!..

REFAİDDİN ŞAHİN (Ordu) – Biz de saydık; yoktu...

BAŞKAN – Efendim, geçen birleşimlerde tasarının tümü üzerindeki görüşmeler tamamlanmış, maddelere geçilmesi...

NİHAT MATKAP (Hatay) – Sayın Başkan, karar yetersayısının aranmasını rica ediyorum.

MURAT BAŞESGİOĞLU (Kastamonu) – Biz de karar yetersayısının aranmasını istiyoruz.

BAŞKAN – Peki efendim; karar yetersayısını arayacağız.

Geçen birleşimde, tasarının tümü üzerindeki müzakereler tamamlanmıştı, maddelere geçilmesinde kalınmıştı.

Şimdi, tasarının maddelerine geçilmesini yeniden oylarınıza sunacağım ve -arkadaşlar karar yetersayısının aranmasını zamanında istediler- karar yetersayısını arayacağım.

Maddelere geçilmesini kabul edenler...

NİHAT MATKAP (Hatay) – Oyalamayın Sayın Başkan; yok zaten; 70 kişi var.

BAŞKAN – Efendim, arkadaşlar sayıyorlar. Biz, hiçbir zaman burada sayı değiştirmedik. Biz bu kürsüyü, kutsal bir kürsü kabul ediyoruz.

REFAİDDİN ŞAHİN (Ordu) – 126 kişi var; iyi bak, iyi say!..

NİHAT MATKAP (Hatay) – Böyle oylama da hakkaniyetli olmuyor Sayın Başkan. Şimdiye kadar sayılırdı.

BAŞKAN – Efendim, Divan Üyesi arkadaşlarımız sayıyor, niye o kadar acelecisiniz? Sizin amacınız, ille her şeyi isteğiniz doğrultusunda mı sonuçlandırmak?

NİHAT MATKAP (Hatay) – Siz yorum yapmayın. İçtüzük gereğince o hakkımı kullanıyorum Sayın Başkan.

BAŞKAN – Efendim, İçtüzüğü biz de kullanıyoruz.

Kabul etmeyenler... Karar yetersayısı yok.

Demin arkadaşlarımızın büyük bir kısmı dışarıya çıktı, gördünüz.

A.HAMDİ ÜÇPINARLAR (Çanakkale) – Var... Var... Yanıldınız... Gözlüğünüzü çıkarıp da sayın.

BAŞKAN – Onları söylemek size yakışıyor, bize yakışmaz.

Şimdi, sayın milletvekilleri, çalışma süremizin bitmesine çok az bir zaman kaldı. Herhalde, yeniden ara verirsek, karar yetersayısını bulmak tekrar mümkün olmayacak.

Sözlü soruları görüşmek ve TPAO adlı tankerde meydana gelen yangın ve boğazlardan geçen gemilerin oluşturduğu tehlikeler konusunda verilen Meclis araştırması önergelerinin öngörüşmelerini yapmak için, 29 Nisan 1997 Salı günü saat 15.00'te toplanmak üzere, birleşimi kapatıyorum.

Kapanma Saati: 18.48

VI. – SORULAR VE CEVAPLAR

A) YAZILI SORULAR VE CEVAPLARI

1. – İstanbulMilletvekili Necdet Menzir’in, Ahıska Türkleri ve Bulgaristan göçmenleri için yapılan konutların ödemesine ilişkin Devlet Bakanından sorusu ve Bayındırlık ve İskân Bakanı Cevat Ayhan’ın yazılı cevabı (7/2195) (1)

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

Aşağıdaki sorularımın Devlet Bakanı Sayın Namık Kemal Zeybek tarafından yazılı olarak cevaplandırılmasını arz ederim.

27.2.1997

NecdetMenzir

İstanbul

Ahıska Türkleri ve Bulgaristan’dan zorunlu göçe tabi tutulan soydaşlarımızdan Göçmen Konutları için;

– 1991 yılında arsa bedeli için peşin 2 800 000 TL. ve sekiz ay 400 000 TL. taksitle toplam 6 000 000 TL.,

– Konut için peşin 2 500 000 TL. ile 13 000 000 TL. arasında değişen miktarda para Emlak Bankası Şb.Kod. 156 Dışkapı/Ankara, Tasarruf-HS, SH, Devlet Bakanlığı Göçmen Konut Hesabına yatırılmıştır.

T.C.

Bayındırlık ve İskân Bakanlığı

Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği

Sayı : B.09.0.BHİ.0.00.00.25/2-A/734 10.4.1997

Konu : İstanbulMilletvekili Necdet Menzir’in

Yazılı Soru Önergesi.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

İlgi : T.B.M.M.’nin 21 Mart 1997 gün ve A.01.0.GNS.0.10.00.02-7/2195-5595/15794 sayılı yazısı.

İlgi yazı ekinde alınan, İstanbul Milletvekili NecdetMenzir’in yazılı soru önergesi incelenmiştir.

Soru : Ahıska Türkleri ve Bulgaristan’dan zorunlu göçe tabi tutulan soydaşlarımızdan Göçmen Konutları için;

– 1991 yılında arsa bedeli için peşin 2 800 000 TL. ve sekiz ay 400 000 TL. taksitle toplam 6 000 000 TL.,

– Konut için peşin 2 500 000 TL. ile 13 000 000 TL. arasında değişen miktarda para Emlak Bankası Şb.Kod. 156 Dışkapı/Ankara, Tasarruf-HS, SH, Devlet Bakanlığı Göçmen Konut Hesabına yatırılmıştır.

Konut ve Arsa bedeli olarak peşin ve taksitler halinde 1991 yılında toplam tutarı şahıs başına ortalama 8 500 000 TL. ile 29 000 000 TL. daha önce vaad edildiği gibi ana paradan düşürüldü mü?

Eğer düşürülmedi ise bu paralar nerede, ne şekilde kullanılmıştır?

Cevap : Eski Sovyetler Birliğini oluşturan Cumhuriyetlerde dağınık halde yaşayan Ahıska Türklerinin Yurdumuza kabulü ve iskânı için 11.7.1992 tarihinde yayınlanan 3835 sayılı Kanunla Yurdumuza gelmeleri sağlanmıştır.

Sözü edilen kanunun 1 inci maddesine dayanılarak çıkarılan ve 27.11.1992 gün ve 21418 sayılı Resmî Gazetede yayınlanan Bakanlar Kurulu kararı gereğince ilk etapta 150 ailenin Türkiye’ye gelmeleri sağlanmıştır.

Türkiye’ye gelen Ahıska Türkleri için, Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünce Iğdır İlinde 180 konut yapılarak anahtarları hak sahiplerine teslim edilmiştir.

1989 yılında zorunlu göçe tabi tutularak Bulgaristan’dan Türkiye’ye gelen soydaşlarımızdan konut sahibi olmak isteyen 44 452 kişi T.Emlak Bankasına peşinat yatırarak başvuruda bulunmuştur.

Başvuru sahiplerinin arsa ve konut bedeli olarak peşinat ödeme tutarı “Devlet Bakanlığı” tarafından hazırlanan “Göçmen Konutları Dağıtım Esasları” broşüründe belirtildiği gibi konutun yapıldığı projeye göre farklılık arz etmektedir.

Bu kapsamda asgari 2 500 000 TL. olmak üzere peşinat yatırmışlardır. Konut sahibi olmak için başvuran 44 452 kişiden toplam 117 900 000 000 TL. toplanmış ve Devlet Bakanlığı Koordinatörlüğünde Avrupa İskân Fonu kaynaklarından kredilendirilmek üzere toplam 21 556 konut, Sosyal Yardımlaşma Fonu kaynaklarından ise 1 333 konut yapılmıştır. Hak sahibi olup, konut borçlanması yapanların, yatırdığı peşinatlar maliyetlerden düşülerek T.Emlak Bankası tarafından borçlandırılmaktadır.

Konut sahibi olamayan soydaşlar da müracaatları halinde yatırdıkları peşinatlar kendilerine ödenmektedir.

Bilgilerinize arz ederim.

Cevat Ayhan

Bayındırlık ve İskân Bakanı

2. – Adana Milletvekili Erol Çevikçe’nin, Çukurova’da meydana gelen don olayının buğday ve narenciye bahçelerine verdiği zararlara karşı tedbir alınıp alınmayacağına ilişkin Başbakandan sorusu ve Tarım ve Köyişleri Bakanı Musa Demirci’nin yazılı cevabı (7/2219)

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

Çukurova’da Şubat ayı içerisinde son 48 yılın en şiddetli soğuklarının yaşanmasıyla meydana gelen don olayında narenciye bahçeleri ile buğdaylar büyük ölçüde zarar görmüştür.

Beklenmeyen bu olay zaten finansal sıkıntı içerisinde bulunan üreticileri daha da sıkıntıya sokmuştur. Tarımsal üretimin devam ettirilebilmesi, üretici mağduriyetinin sosyal devlet anlayışı çerçevesinde paylaşılmasına bağlıdır. Bu bakımdan Çukurova çiftçisinin, acilen mağduriyetinin giderilmesi için aşağıdaki sorularımın Başbakan Sayın Necmettin Erbakan tarafından yazılı olarak yanıtlanmasını saygı ile arz ederim.

Erol Çevikçe

Adana

Sorular:

1. Zarar gören çiftçilerin ürün çeşidine göre bireysel tespitleri süratle yapılıyor mu?

2. Zarar gören buğday üreticilerine birinci ve ikinci ekim yapabilmeleri için gereken girdi ve kredi yardımı sağlanması konusunda çalışmalarınız var mı? Hangi aşamadadır?

3. Narenciye bahçeleri mevcut zararın telafisi için asgari üç yıllık özel bakım gerektirdiğinden, bu da bakım maliyetlerini yükselttiğinden, ayrıca verim de önemli ölçüde düşük olduğundan, götürü gider nisbetlerinin yüzde yetmişten, yüzde seksenbeşe çıkarılması konusunda çalışmalarınız var mıdır?

4. Narenciye işletme kredilerinde 22 Ocak 1997 itiabariyle yüzde otuzluk bir kısıtlama yapılmıştır. Çukurova’da yaşanan özel durum nedeniyle narenciye kredilerinin bölgemize özel, tekrar eski nisbetine yükseltilmesi konusunda çalışmalar var mıdır?

5. Çukurova çiftçisinin don nedeniyle içinde bulunduğu sıkıntının süratle giderilmesi açısından Çukurova bölgesinde bulunan, Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatiflerinin finansman ihtiyaçlarının öncelikle sağlanması için çalışmalar var mıdır? Bunlar hangi aşamadadır?

T.C.

Tarım ve Köyişleri Bakanlığı

Araştırma, Planlama ve Koordinasyon

Kurulu Başkanlığı

Sayı : KDD-BŞV-2-02/1045-28485 16.4.1997

Konu : Don tahribatının giderilmesi

Türkiye Büyük MilletMeclisi Başkanlığına

İlgi : Devlet Bakanlığı’nın 24.3.1997 gün ve B.02.0.0010/02346 sayılı yazıları.

Devlet Bakanlığı’nın ilgi yazılarıyla Bakanlığımıza intikal eden ve Adana Milletvekili Erol Çevikçe’nin Başbakan Sayın Necmettin Erbakan tarafından cevaplandırılması isteğiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na yönelttiği bila tarih ve 7/2219-5639 sayılı yazılı soruları ile ilgili Bakanlığımız görüşleri aşağıda belirtilmiştir.

Soru : Çukurova’da Şubat-1997 ayı içinde meydana gelen şiddetli donlardan zarar gören çiftçilerin bireysel tespitleri yapılıyor mu?

Cevap: Çukurova yöresinde yetiştiriciler, Bakanlığımızca don olaylarının olabileceği konusunda, çeşitli basın-yayın organları vasıtasıyla önceden uyarılmalarına rağmen, bunların 27-31.1.1997 ile 1-7.2.1997 tarihlerinde yaşanan şiddetli donlardan zarar görmeleri önlenememiştir. Don hasarı ile ilgili tespitler için, hasar tespit komisyonlarının çalışmaları tamamlanmıştır. Adana Valiliği’nce alınan ve Bakanlığımıza intikal eden 13.3.1997 gün ve 1 no.lu ihtiyaç komisyonu kararına göre; Karaisalı İlçesi’nde 12, İmamoğlu İlçesinde 4, Yumurtalık İlçesinde 10, Seyhan İlçesinde 28, Yüreğir İlçesinde 53, Kozan İlçesinde 22 ve Karataş İlçesinde 46 köy olmak üzere toplam 175 köyde 5 021 çiftçi ailesinin ekili ve dikili alanlarında zarar meydana gelmiştir. Don tahribatının ekili ve dikili alanlarda, dekar ve yüzde olarak ifadesi aşağıdaki gibidir :

Ekili, Dikili Alan(da) Zarar Gören Alan(da) Zarar %si

220293 Buğday 79349 Buğday 24

174 874 Narenciye 174 051 Narenciye 65-90

8 057 Örtüaltı sebze 8 057 Örtüaltı sebze 100

1 101 Sebze 856 Sebze 50-100

120 Meyve — —

TOPLAM 262 313 —

Soru : Zarar gören buğday üreticilerine birinci ve ikinci ekimlerde girdi ve kredi sağlanması konusunda çalışmalarınız var mıdır; varsa hangi aşamadadır?

Cevap : Adana İl İhtiyaç Komisyonu tarafından zarar gören yetiştiricilere güzlük ekilişlerde değerlendirilmek üzere, talebedilen 305 ton buğday tohumluğunun dağıtımı yapılacaktır. Bunun yanında, dondan zarar gören ekili ve dikili alanlarda uygulanacak; gübreleme, sulama, budama, ilaçlama gibi kültürel faaliyetler konusunda, bakanlığımızca düzenlenecek çiftçi toplantıları, TV ve radyo programları, basın bültenleri ve çiftçi mektupları gibi etkinliklerle yetiştiriciler aydınlatılacaktır.

Ayrıca Tarım Kredi Kooperatifleri Merkez Birliği Genel Müdürlüğü’nden aldığımız bilgilere göre, dondan zarar gören kooperatif ortaklarının tohumluk talepleri de, kredilerinin imkân verdiği ölçüde, mahallin tarım kredi kooperatiflerince karşılanacaktır.

Soru : Narenciye bahçelerindeki zararın telafisi için, götürü gider nispetlerinin yüzde yetmişten yüzde seksenbeşe çıkarılması konusunda çalışmalarınız var mıdır?

Cevap : Bu konu bakanlığımızın ilgi alanına girmemektedir.

Soru : Narenciye işletme kredilerinde 22 Ocak 1997 itibariyle yüzde otuzluk bir kısıtlama yapılmıştır. Don tahribatı nedeniyle narenciye kredilerinin bölgeye özel, tekrar eski nispetine yükseltilmesi konusunda çalışmalar var mıdır?

Cevap : Narenciye işletme kredilerinin yükseltilmesi konusundaki sorunuzu cevaplamadan önce, dondan zarar gören yetiştiricilerin kredi borçlarının faizsiz olarak ertelenmesi konusunda bakanlık olarak yaptığımız çalışmalara değinmek istiyoruz. İl ihtiyaç komisyonu kararı doğrultusunda, dondan zarar gören yetiştirici borçlarının faizsiz olarak ertelenmesi hususu, bakanlığımızın 21.3.1997 gün ve SÜÇAD-A-95-953/317-006038 sayılı yazılarıyla Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü, Tarım Kredi Kooperatifleri Merkez Birliği Genel Müdürlüğü, Maliye Bakanlığı, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, Toprak Mahsulleri Ofisi Genel Müdürlüğü ve Çukobirlik Genel Müdürlüğü’ne intikal ettirilmiştir.

Ayrıca Adana, Antalya, İçel ve Osmaniye illerinde dondan zarar gören yetiştiricilerin kredi kuruluşlarına olan borçlarının bir yıl süreyle faizsiz olarak ertelenmesi için bakanlığımızca hazırlanan kararname taslağı, Başbakanlığa sunulmuştur.

Sorunuzun dondan zarar gören tarım kredi kooperatifi ortaklarını ilgilendiren boyutu ise, yine Tarım Kredi Kooperatifleri Merkez Birliği Genel Müdürlüğü’nün verdiği bilgilere göre şöyledir : Kooperatif ortaklarının kullanabilecekleri azami kredi limiti 350 milyon TL. olup, bunun 60 milyon TL. sı nakdî kalanı aynı olarak kullandırılmaktadır. Bu limitin artırılabilmesi için, birliğin Ziraat Bankası GenelMüdürlüğü nezdindeki girişimleri devam etmektedir. Kredi limitlerinin Çukurova Bölgesi’nde özel olacak şekilde arttırılması da, yine Ziraat Bankası Genel Müdürlüğünün onayını gerektirmektedir.

Soru : Çukurova’da, yetiştiricinin yaşadığı sıkıntının giderilmesi için, bölgedeki ZiraatBankası ve tarım kredi kooperatiflerinin finansman ihtiyaçlarının öncelikle karşılanması konusunda çalışmalarınız var mıdır? varsa hangi aşamadadır?

Cevap : Bu konuda yine Tarım Kredi Kooperatifleri Merkez Birliği Genel Müdürlüğünden ulaştırılan bilgilere göre, don’dan zarar gören kooperatif ortakları borçlarının ertelenmesi çalışmaları başlatılmıştır. Ancak kooperatifler mevzuatına göre, erteleme işlemleri ancak faizli olarak yapılabilmektedir. Faizsiz erteleme için bakanlar kurulu kararı gerekmektedir. Kredi limitlerini doldurmamuş ortakların kredi ihtiyaçlarının karşılanması için, Ziraat Bankası’nda herhangi bir problem yaşanmamaktadır. Bununla birlikte kredi limitlerinin arttırılmaması Ziraat Bankası kaynaklarının yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. Tarım Kredi Kooperatiflerinin plasman ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için, ya merkez bankasından ziraat bankasına reeskont kredisi kullanma imkânı verilmesi ya da bu iş için hazineden doğrudan kaynak aktarılması gerekmektedir.

Bilgilerinize arz ederim.

Musa Demirci

Tarım ve Köyişleri Bakanı

3. – Bursa Milletvekili Yüksel Aksu’nun, İznik Gölünün kirlenmeye karşı korunmasına ilişkin Çevre Bakanından sorusu ve Tarım ve Köyişleri Bakanı ve Çevre Bakanı vekili MusaDemirci’nin yazılı cevabı (7/2408)

Türkiye BüyükMillet Meclisi Başkanlığına

Aşağıdaki sorularımın Çevre Bakanı Sayın M. Ziyattin Tokar tarafından yazılı olarak yanıtlanmasını arz ederim.

26.3.1997

Yüksel Aksu

Bursa

Bursa İlimiz sınırları içerisinde bulunan İznik Gölünün özellikle son yıllarda temiz bir göl olma özelliğini hızla yitirerek kirlendiğini gözlemekteyiz. Konuya ilişkin olarak yapmış olduğumuz araştırmalar zaman geçirilmeden bu kirlenmeyi önlemeye ilişkin çalışmaların yapılması ve gerekli tedbirlerin alınması yönündedir.

1. İznik Gölünde ortaya çıkan ve giderek ciddi bir şekilde kendini hissettiren kirlenmeye ilişkin bakanlığınızın saptamaları nelerdir?

2. Kirlenmenin önlenmesine ilişkin bir çalışma yürütüyor musunuz?

3. Yanlış sanayi politikalarının, çevreyi hor gören anlayışın ürünü olan sonuç; başta Nilüfer Çayı olmak üzere Yeşil Bursa’yı yer altı suları, ormanları, gölleri ve insanlarının soluduğu havasıyla ciddi bir çevre kirlenmesinin tehdidi altında bırakmak olmuştur. Bu duruma ilişkin hükümetin duyarsızlığı ortadadır. İznik Gölünde yaşanmaya başlanan kirlenmeye ilişkin tutumunuz, henüz kirlenmenin önlenmesine imkân varken somut olarak ne olacaktır?

T.C.

Çevre Bakanlığı

Çevre Kirliliğini Önleme ve

Kontrol Genel Müdürlüğü

Sayı : B.19.0.ÇKÖ.0.06.00.02/1245-2571 17.4.1997

Konu : İznik Gölü

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

(Kanunlar ve Kararlar Dairesi Başkanlığı)

İlgi : 4.4.1997 tarih ve A.01.0.GNS.0.10.00.02-6008-16826 sayılı yazınız.

İlgi yazınızda Bursa Milletvekili Sayın Yüksel Aksu’nun İznikGölü’nün kirlenmeye karşı korunması ile ilgili yazılı soru önergesinin cevaplandırılması istenmektedir.

Soru önergesinde yer alan hususlarla ilgili bilgiler ve Bakanlığımızca yapılan çalışmalar aşağıda verilmektedir;

1. İznik Gölü içme ve kullanma suyu kaynağı olarak kullanılan temiz göllerimiz arasında yer almakla birlikte, son yıllarda çevresindeki artan yerleşim birimlerinden ve endüstriyel tesislerden kaynaklanan atıksu deşarjları nedeniyle giderek kirlenmeye başlamıştır.

2. Ülkemiz su kaynaklarının korunması ve kirliliğinin önlenmesi ile ilgili hukukî ve teknik esasları düzenleyen Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği Bakanlığımızca hazırlanarak yürürlüğe girmiştir. Yönetmelikle, evsel ve endüstriyel nitelikli atıksuların alıcı ortamlara deşarjı izne bağlanmış olup, kurum ve kuruluşlara arıtma tesisi kurma zorunluluğu getirilmiştir. Yönetmelikte, İznikGölü, gibi içme ve kullanma suyu teminine elverişli su kaynaklarımızın korunması için kısıtlayıcı özel hükümlere yer verilmiş ve bu kaynaklar çevresinde koruma bantlarının oluşturulması hükme bağlanmıştır.

3. Bakanlığımızca 1994 yılında Valiliklere gönderilen bir genelge ile, arıtma tesisi olmayan işletmelerin uyarılarak arıtma tesisi inşaatları ile ilgili iş termin planlarının alınması istenmiştir. Bu çerçevede İznik Gölü’nde kirliliğin önlenmesi için, göl çevresinde yer alan, evsel ve endüstriyel nitelikli atıksuyu bulunan kuruluşlardan arıtma tesisi inşaatı ile ilgili noter tasdikli iş termin planları alınarak, bunların takibi yapılmaktadır.

4. Bakanlığımız, içme suyu teminine elverişli su kaynaklarımızın korunması çalışmalarına büyük bir önem vermektedir. Bu itibarla, bugüne kadar yayınlanan genelge ve talimatlara ilave olarak 30.1.1997 tarihinde bir genelge yayınlanarak, bu kaynaklara olan kirletici deşarjların önlenmesi, su kaynakları çevresindeki kaçak yapılaşmaların durdurulması ve mevzuatlarda öngörülen koruma tedbirlerinin eksiksiz uygulanması hususunda Valilik ve Belediye Başkanlıklarına talimat verilmiştir.

5. Bilindiği gibi, Bakanlığımızca 4-6 Aralık 1996 tarihinde Antalya’da düzenlenen 3. Çevre Şurası’nda, 1997 yılının ülkemizde Çevre Yılı ilan edilmesi oybirliği ile kararlaştırılmıştır. Çevre Yılı nedeniyle Bakanlığımızca planlanan çalışmalardan birisi de, ülkemizdeki çevre sorunlarının su havzaları boyutunda bir bütünlük içinde ele alınarak değerlendirilmesi ve bir yönetim modelinin ortaya konulmasıdır. Bu itibarla bir dizi toplantı düzenlenecektir. Haziran ayı sonunda İznik Gölü dahil Marmara Havzasındaki Valilerimiz, Kaymakamlarımız, Belediye Başkanlarımız ve diğer ilgililerin katılımı ile gerçekleştirilecek toplantıda, havzadaki çevre sorunları ile çözüm önerileri tartışılarak, alınan kararların uygulanmaya geçirilmesi sağlanacaktır.

Bilgilerinize arz ederim.

Musa Demirci

Çevre Bakanı V.

4. – Niğde Milletvekili Akın Gönen’in, şehit yakınlarının istihdamına ilişkin sorusu ve İçişleri Bakanı Meral Akşener’in yazılı cevabı (7/2441)

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

Şehit yakınlarının istihdamı ile ilgili aşağıdaki sorularımın İçişleri Bakanı Sayın Meral Akşener tarafından yazılı olarak cevaplandırılmasını arz ederim.

Saygılarımla.

1.4.1997

Akın Gönen

Niğde

1. Güneydoğu’da şehit düşen görevlilerimizin yakınlarının işe yerleştirilmesi ile ilgili mevzuatın, ağırlıklı olarak Bakanlığınız tarafından uygulandığını biliyor musunuz?

2. Bakanlığınıza bu konuda kaç hak sahibi müracaatta bulunmuştur?

3. Kaç kadronuz mevcuttur?

4. Kaç müracaatçı işe yerleştirilmiştir?

5. Bu tempo ile bu müracaatçıların, Kanun koyucunun amacına uygun tarzda ivedilikle işe yerleşeceklerine inanıyor musunuz?

6. Bu konuda ilgililerden yeterli bilgi aldınız mı ve şayet bir tıkanıklık var ise sebebi sizce nedir? Nasıl çözmeyi düşünüyorsunuz?

T.C.

İçişleri Bakanlığı

Personel GenelMüdürlüğü

Sayı : B050.PGM.007.0000/4729 17.4.1997

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

İlgi : T.B.M.M. Bşk. lığı Gen. Sekreterliği Kan. Kar. Dai. Bşk. lığının 7.4.1997 gün ve A.01.0.GNS.0.10.00.02-6172 sayılı yazısı.

Niğde Milletvekili SayınAkın Gönen’in, tarafımdan yazılı olarak cevaplandırılmasını istediği soru önergesine (7/6172) ait cevaplar aşağıya çıkarılmıştır.

Arz ederim.

Dr. Meral Akşener

İçişleri Bakanı

1. 12.4.1991 tarih ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununda değişiklik yapan Terörle Mücadele Kanununun bazı maddelerinde değişiklik yapılması ve Bu Kanuna Bir Ek Madde Eklenmesi Hakkındaki 13.11.1995 tarih ve 4131 sayılı Kanunun 3 üncü maddesi ile getirilen Ek : 1 inci maddesi hükmü gereğince Bakanlığımızca hazırlanan ve 29.3.1996 gün ve 22595 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “Terör Eylemleri Nedeniyle Şehit ve Malul Olanların Yakınlarının ve Çalışabilecek Durumdaki Malullerin Kamu Kurum ve Kuruluşlarında İstihdamı Hakkında Yönetmelik” hükümleri gereğince, şehit olan ve çalışamayacak derecede malul olan kamu görevlileri ile er ve erbaşların varsa eşlerinin, yoksa çocuklarından birisinin, çocukları da yoksa kardeşlerinden birisinin veya, malul olup da çalışabilir durumda olanların istihdamı Bakanlığımızca yapılmaktadır.

2. 15.4.1997 tarih itibariyle Bakanlığımıza, bu amaçla mürcaatta bulunan 3506 hak sahibinin dosyası intikal etmiştir.

Bunlardan :

Dosyası tamam olan 2029 kişi çeşitli kurum ve kuruluşlara atanmış, anılan Kanun kapsamında bulunmayan 581 müracaatçının dosyaları kendilerine iade edilmiş olup, 480 müracaat sahibi, atanmaya esas teşkil edecek belgeleri dosyalarına koymadıkları için, bu noksanlıkların giderilmesi için yazışmalar yapılmaktadır.

Bu Kanun kapsamına girip ataması yapılan, 62 kişi bir mazeret beyan etmeden, 56 kişi de ataması yapılmış olmasına rağmen özel sektörde işe girdiklerini beyan ederek göreve başlamamışlardır.

Halen 298 kişinin dosyası hazır olmakla birlikte talep edilen ilde ve nitelikte uygun kadro bulunmadığından, çeşitli kurumlarla görüşülerek bu problem çözülmeye çalışılmaktadır.

3. Kamu kurum ve kuruluşları 4131 sayılı Kanun çerçevesinde kullanılmak üzere 6754 kadro bildirmiş olup, bunun 2029’u kullanılmıştır.

4. Bugüne kadar

Memur : 1 349

İşçi : 443

Sözleşmeli : 237

olmak üzere, toplam 2 029 kişi istihdam edilmiştir.

5-6. Yukarıda açıklandığı gibi, şehit ve malul yakınlarının işe yerleştirilmesiyle ilgili çalışmalar aralıksız sürdürülmekte olup, hak sahiplerinin niteliklerine (çok yaşlı olmaları, tahsil durumları gibi) ve malul olanların sakatlık derecelerine uygun kadro ve pozisyon olmaması gibi sebeplerle sıkıntılar yaşanmakta ise de Bakanlığımızca ilgili kurumlar nezdinde yapılan girişimlerle bu problemler süratle çözülmeye çalışılmaktadır.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Resmi internet Sitesi
© 2009 T.B.M.M.