DÖNEM: 23 CİLT: 37 YASAMA YILI: 3
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ
TUTANAK DERGİSİ
39’uncu
Birleşim
27 Aralık 2008 Cumartesi
İ Ç İ N D E K İ L
E R
I. - GEÇEN TUTANAK
ÖZETİ
II.- KANUN TASARI VE TEKLİFLERİ İLE KOMİSYONLAR-DAN GELEN
DİĞER İŞLER
A) Kanun Tasarı ve
Teklifleri
1.- 2009 Yılı
Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile Plan ve Bütçe Komisyonu Raporu
(1/656) (S.Sayısı:312)
2.- 2007 Yılı
Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı ile Merkezi Yönetim Bütçesi
Kapsamındaki İdare ve Kurumların 2007 Bütçe Yılı Kesin Hesap Tasarısına Ait
Genel Uygunluk Bildirimi ve Eki Raporlarının
Sunulduğuna Dair Sayıştay Başkanlığı Tezkeresi ile Plan ve Bütçe Komisyonu Raporu ( 1/622, 3/521) (S.Sayısı: 313)
III.- AÇIKLAMALAR
1.- İstanbul
Milletvekili Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil
Çiçek’in, konuşmasında, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın sözlerini yanlış
yorumladığı iddiasıyla açıklaması
2.- Mersin
Milletvekili Mehmet Şandır’ın, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil
Çiçek’in, konuşmasında, kullandığı bir cümleyi yanlış yorumladığı iddiasıyla
açıklaması
IV.- OYLAMALAR
1.- 2009 Yılı
Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı’nın oylaması
2.- 2007 Yılı
Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı’nın oylaması
I- GEÇEN TUTANAK ÖZETİ
TBMM Genel Kurulu
saat 1 1.00'de açılarak altı oturum yaptı.
Birinci, İkinci, Üçüncü, Dördüncü Oturum
2009 Yılı Merkezi
Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı (1/656) (S. Sayısı: 312) ve 2007 Yılı Merkezi
Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı ile Merkezi Yönetim Bütçesi Kapsamındaki
İdare ve Kurumların 2007 Bütçe Yılı Kesin Hesap Tasarısına Ait Genel Uygunluk
Bildirimi ve F.ki Raporlarının Sunulduğuna Dair Sayıştay Başkanlığı
Tczkeresi'nin (1/622, 3/521) (S. Sayısı: 313), görüşmelerine devam edilerek
25'inci maddesine kadar kabul edildi.
Oturum Başkanı ve
TBMM Başkanvekili Meral Akşener, 2009 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu
Tasarısı'nın 23'üncü maddesi görüşmeleri sırasında meydana gelen, Muş
Milletvekili Sırrı Sakık'ın Malatya Milletvekili Ferit Mcvlüt Aslanoğlu'na
yumruk atması olayının, TBMM Başkanı Koksal Toptan'ın da katılımıyla, bütün
grup başkanvekillcrince değerlendirildiğine ve kınanmış olduğuna ilişkin
açıklamada bulundu. DTP Grubu Başkanvekili Selahattin Demirtaş, CHP Grubu
Başkanvekili Hakkı Suha Okay, AK PARTİ Grubu Başkanvekili Nihat Ergün, MHP
Grubu Başkanvekili Mehmet Şandır da aynı konuda görüşlerini açıkladılar.
Meral AKŞENER
Başkan
Vekili
Yusuf COŞKUN Harun
TÜFEKCİ
Bingöl Konya
Kâtip Üye Kâtip
Üye
Beşinci,
Altıncı Oturum
2009 Yılı Merkezi
Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı (1/656) (S. Sayısı: 312) ve 2007 Yılı Merkezi
Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı ile Merkezi Yönetim Bütçesi Kapsamındaki
İdare ve Kurumların 2007 Bütçe Yılı Kesin Hesap Tasarısına Ait Genel Uygunluk
Bildirimi ve Eki Raporlarının Sunulduğuna Dair Sayıştay Başkanlığı
Tezkeresi'nin (1/622, 3/521) (S. Sayısı: 313), görüşmeleri tamamlanarak
maddeleri,
Genel Kurulun 30
Aralık 2008 Salı ve 31 Aralık 2008 Çarşamba günleri çalışmamasına ilişkin
Danışma Kurulu önerisi,
Kabul edildi.
Alınan karar
gereğinee, 27 Aralık 2008 Cumartesi günü saat 10.00'da toplanmak üzere,
birleşime 23.07'dc son verildi.
Nevzat PAKDİL
Başkan
Vekili
Harun
TÜFEKCİ Yusuf
COŞKUN
Konya Bingöl
Kâtip Üye Kâtip
Üye
27 Aralık 2008 Cumartesi
BİRİNCİ OTURUM
Açılma Saati: 10.00
BAŞKAN: Köksal TOPTAN
KÂTİP ÜYELER: Yusuf COŞKUN
(Bingöl), Canan CANDEMİR ÇELİK(Bursa)
BAŞKAN – Türkiye Büyük Millet Meclisinin 39’uncu Birleşimini
açıyorum.
Toplantı yeter sayısı vardır, görüşmelere başlıyoruz.
Programa göre, 2009 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile
2007 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı üzerindeki son
görüşmelere başlıyoruz.
II.- KANUN TASARI VE TEKLİFLERİ
İLE KOMİSYONLARDAN
GELEN DİĞER İŞLER
A) Kanun Tasarı ve Teklifleri
1.- 2009 Yılı Merkezi Yönetim
Bütçe Kanunu Tasarısı ile Plan ve Bütçe Komisyonu Raporu (1/656) (S.Sayısı:312)
(x)
2.- 2007 Yılı Merkezi Yönetim
Kesin Hesap Kanunu Tasarısı ile Merkezi Yönetim Bütçesi Kapsamındaki İdare ve
Kurumların 2007 Bütçe Yılı Kesin Hesap Tasarısına Ait Genel Uygunluk Bildirimi
ve Eki Raporlarının Sunulduğuna Dair
Sayıştay Başkanlığı Tezkeresi ile Plan ve
Bütçe Komisyonu Raporu ( 1/622,
3/521) (S.Sayısı: 313) (x)
BAŞKAN – Komisyon? Yerinde.
Hükûmet? Yerinde.
Sayın milletvekilleri, Genel Kurulun 26/11/2008 tarihli 22’nci
Birleşiminde alınan karar gereğince bütçe görüşmelerinin sonunda gruplara ve
Hükûmete birer saat süreyle söz verilmesi, İç Tüzük’ün 86’ncı maddesine göre
yapılacak kişisel konuşmaların ise onar dakika olması kararlaştırılmıştır.
Şimdi, grupları ve şahısları adına söz alan sayın üyelerin
isimlerini okuyorum:
Demokratik Toplum Partisi Grubu adına Şırnak Milletvekili Sayın
Hasip Kaplan ve Diyarbakır Milletvekili Sayın Gültan Kışanak.
Cumhuriyet Halk Partisi Grubu adına Trabzon Milletvekili Sayın
Mehmet Akif Hamzaçebi.
Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına Mersin Milletvekili Sayın
Mehmet Şandır ve İzmir Milletvekili Sayın Oktay Vural.
Adalet ve Kalkınma Partisi Grubu adına Giresin Milletvekili Sayın
Nurettin Canikli.
Şahısları adına: Lehinde, Konya Milletvekili Sayın Orhan Erdem,
Çorum Milletvekili Sayın Agâh Kafkas, Kırıkkale Milletvekili Sayın Turan
Kıratlı ve Bursa Milletvekili Sayın Sedat Kızılcıklı; aleyhinde, Sivas
Milletvekili Sayın Muhsin Yazıcıoğlu.
Şimdi söz sırası Demokratik Toplum Partisi Grubu adına Şırnak
Milletvekili Sayın Hasip Kaplan’a aittir.
Sayın Kaplan, buyurunuz. (DTP sıralarından alkışlar)
Süreyi eşit mi kullanacaksınız Sayın Kaplan?
HASİP KAPLAN (Şırnak) – Eşit, otuzar dakika efendim.
BAŞKAN – Süreniz otuz dakikadır.
DTP GRUBU ADINA HASİP KAPLAN (Şırnak) – Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; Demokratik Toplum Partisi adına 2009 Yılı Bütçe Tasarısı’nın
tümü üzerindeki görüşmelerimizi açıklamadan önce, şahsım ve partim adına
hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Dünyadaki 1974-1975 petrol krizini 1979-1980’deki daralma
izlemişti. 1984 Latin Amerika borç krizi, 1987 New York borsasının çöküşü, 1997
Asya, 1998 Rusya krizleri… Sonrası, deprem, Türkiye 2001 yılında tarihinin en
büyük krizini yaşadı. Şimdi, daha büyük bir küresel kriz yaşanıyor.
Dünya gelirinin adaletsiz paylaşımı en çok az gelişmiş ve
gelişmekte olan ülkeleri vuruyor. Dünya nüfusunun yüzde 15’ini oluşturan 31
ülke dünya hasılasından yüzde 56 pay alıyor, 141 ülkenin payı da yüzde 43’lerde
kalıyor.
Başta ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri olmak üzere, ki bu ülkelerle
ihracatımız, ithalatımız yüzde 60 iken 2008’de yüzde 43’e gerilemiş, 100 milyar
kapasitesi vardır.
Kriz, Japonya, sonra Hindistan ve Çin ekonomilerini etkiledi.
Dünya borsaları tepetaklak oldu, önemli düşüşler oldu; sadece Rusya RTS
endeksinde düşüş yüzde 71’leri buldu, ABD Nasdaq’taki düşüş yüzde 43’e ulaştı,
Hindistan, Arjantin borsaları düşüş yaşadı. 12 Kasıma kadar yirmi beş ülkenin
kurtarma paketleri 6 trilyonu aşmış bulunuyor.
IMF kapısında İzlanda, Ukrayna, Macaristan ve Türkiye var. Şu an
Türkiye’de, Ankara’da IMF yetkilileri Hükûmetle pazarlığını sürdürüyor. IMF’yle
stand-by anlaşmasına hazırlanılıyor çünkü Türkiye’de iş çevreleri bunda da
diretiyor.
Krizden etkilenen ülkelerde Ağustos 2008’de devlet müdahaleleri de
etkili olmadı. G-20 zirvesi toplandı, Sayın Başbakan da katıldı. Kriz
karşısında tüm ülkeler yeni ekonomi politikaları geliştirir, paketler hazırlar,
stratejiler belirlerken, AKP Hükûmeti “Nasılsa önümüze paket koyar, geçmişte
olduğu gibi biz bunu uygularız.” diye krizi hafife alıyor.
Türkiye, 2002-2006 dönemi ucuz emeğe dayalı büyümesinin ardından
2007’de zaten inişe geçmişti. 2007’nin başından itibaren büyümeye başladı,
enflasyon iki haneye sıçradı, işsizlik artarak kronikleşti, cari açık hızla
tırmandı, dolayısıyla bugünkü krizi dışarıya bağlamak doğru değil. Aslında AK
PARTİ’nin Türkiye’de yönetememe krizi olduğu ortaya çıkıyor. Demokratik Toplum
Partisi olarak bunları gördük, uyardık, ekim ayında küresel finans kriz
konusunda Meclis araştırması istedik. Tek parti olarak biz bu konuda bir
girişimde bulunduk.
Türkiye son yıllardaki büyümesini de ağırlıklı olarak dış kaynak
girişiyle sağladı. Bu dış kaynak girişinde de doğrudan yabancı sermaye
girişleri başta varken daha sonra çekilme başlıyor. 50 bankadan 26’sını
yabancılar satın aldı, medya alanına girdiler. Türk firmaları şimdi yabancı
ortak gelmesiyle kaynak artışını biraz zorluyor.
Körfez parasına biraz tamah başladı. 2005’te 44 milyar dolar,
2006’da 46, 2007’de 50 milyar dolara yaklaştı. Sonra ne oldu? Bir günde 50
milyar dolar borsadan çekildi, Türkiye’yi terk etti. 1 dolar, 1,18 YTL’den bir
günde 1,75 YTL’ye fırladı. Türkiye 2001 krizinin travmasını aşamadan 2008’de
yeni bir krize yakalandı. Kemal Derviş’in altyapısını hazırladığı Asyalaşmanın
2006’da sonuna gelindi. Ekonomide büyüme temposu düştü, patinaj başladı.
2008’in ikinci çeyreğinde büyüme oranı yüzde 2’nin altına düştü. 2007’ye kadar
süren yüzde 5-6’lık büyümeye rağmen -ki OECD ülkeleri içinde biz Türkiye olarak
23’üncü sıradayız, en geride takip ediyoruz- istihdam sürekli geriledi. Merkez
Bankasının aylık beklentileri ölçtüğü anketler 2007’den sonra iyi sinyaller
vermiyor. 2008’in ikinci yarısından sonra daha da kötüleşti. Tüketicilerin
geleceğe dair güvenleri azaldı. Kriz sanayide başlıyor. İşten çıkarmalar,
üretimi kısmalar başladı.
Vergilerde adaletsizlik ise sürüyor. Yedi yıldır bir vergi reformu
hazırlayamayan Hükûmet bir yana, zenginler vergi de vermiyor, zekât da vermiyor.
Verseydi Türkiye bu kadar yoksulluk yaşamazdı.
Türkiye'nin risklerine bakarsak, ihracatta yüzde 60 Avrupa
Birliğine olan daralma, talep azalması sürecek. Yoksullaştırıcı, ihracata
dayalı büyüme tıkanacak. Dünya kriziyle büyümenin ihtiyacı dış kaynağın
girişinin azalması söz konusu. Dış borçları ödeme güçlüğü, sıkıntıları
yaşanacak. Türkiye mali sektörün krizdeki Avrupa Birliği bankalarının
kontrolüne girmiş olmalarının taşıdığı riskleri yaşayacak. AKP’nin TÜSİAD’la,
toplumun diğer kesimleriyle gerilime girmesi güven kaybetmesine yol açacak.
Güneydoğu’da Kürt sorununa barışçı çözümlerin üretilmemesinin getirdiği
gerginlik ve harcamalar artacak.
Türkiye'nin dışa açılması aynı zamanda riske açılması demektir.
Bakıyoruz, dünya ekonomisiyle bütünleşme... Dış ticaret dış yatırım yoluyla
katlanırken, 2000-2007 arası ihracatın millî gelire oranı yüzde 10’dan yüzde
16’ya çıkarken ithalatın payı da yüzde 20’den yüzde 25’e çıktı. İhracatın
ithalatı karşılama oranı da yüzde 51’den yüzde 63’e çıktı.
Bütünleşmenin bir diğer ayağı olan dış borç stokunun millî gelire
oranı yüzde 50’ye yaklaşıyor. En zayıf halka ne yazık ki bütçemizde cari açık.
2007 sonunda 39 milyar dolar, 2008 Ağustosuna gelindiğinde ise döviz açığı 49
milyar dolara yaklaştı.
Dış borç riski artacak çünkü 2008 ortasında 284 milyar doları
bulan dış borç stokunda banka ve özel firmaların payı yüzde 67’ye ulaştı. Bakın
bu çok önemli bir konu. 141 milyar doları bulan borçlu reel sektörün artan
kurla birlikte yaşayabilecekleri ödeme güçlükleri hızla banka sistemini de
etkisi altına alabilecek.
Batık kredilerde tırmanma olacak. Batık kredilerde 2008 Haziran
sonunda bu rakam 10,80 milyar YTL’ye çıktı. Batık kredilerin yüzde 31’i
ailelerin kullandığı tüketici kredisi ve kredi kartları borçlarından oluşuyor.
Tekstil yüzde 14 payla ikinci sırada, gıda ve inşaat da yüzde 5 paya sahip.
Yaprak dökümü ne yazık ki hızlanıyor. Biz burada kriz tellallığı
yapmıyoruz muhalefet olarak. Sayın Başbakan hep, ikide bir bunu kullanır. Bu
bizim görevimiz, hatırlatmak Hükûmete.
Yine yaprak dökümü niye hızlanacak? Kriz Türkiye’yi vurdu, vurmadı
tartışması yapılırken, 2008 Ocak-Ağustos döneminde 2007’nin aynı dönemine göre
kapanan şirket sayısı yüzde 48 arkadaşlar. Protestolu senet tutarı yüzde 205
artarak 4 milyar YTL’yi aştı ve karşılıksız çek meblağı da yüzde 38 artarak 2,5
milyar YTL’ye ulaştı. Ben de muhalefet olarak soruyorum: Eğer bu rakamlar doğru
değilse, lütfen Hükûmet çıksın, desin ki “Dedikleriniz doğru değil.”, o zaman
anlayalım.
Ne yazık ki kaynak çıkışı da başladı, üstelik hızlanacak. Bunun
emareleri krizden en çok etkilenen ülkelerin de aldığı tedbirler.
Borsadaki düşüş: Bakın, İMKB’deki 319 şirketin 2007 sonunda 290
milyar dolar olan piyasa değeri kasımda 107,7 milyar dolara geriledi. Bunlar
rakamlardır. Yine derecelendirme kuruluşu Fitch 2008 içinde Türkiye’nin gayrisafi
dış finansman gereksinimini 133 milyar dolar olarak tahmin etmişti. Oysa ki
işlerin yolunda gittiği ağustos ayı sonuna kadar dış kaynak girişi 53 milyar,
yıl sonuna kadar da 80 milyar. E, bu da bulunamayacağına göre, sıkıntı demek.
Tabii gündemdeki tehlikeler toplumu, Allah korusun, sosyal patlama
eşiğine getirebilecek kadar. Sadece etnik ve mezhepsel çatışmalar boyutunda
değil, en büyük kriz verisi şu an ekonomi. Ekonomi sosyal patlama olayında
birinci risk durumuna geçmiş. Niye? Yeni bir hayat pahalılığı dalgası. Niye?
Tensikatlar. Niye? Yeni işsizlik dalgası, IMF reçeteleriyle kentlerde ve kırda
yeni yoksullaşmalar; devletin asker, polis bütçelerini artırıp sosyal
harcamaları iyice kısması, daha fazla özelleştirme, kamusal yoksullaştırma,
batık banka ve firmaları kurtarma faturası, borçlu ailelere icra iflas
davaları, antisendikal saldırılar, antidemokratikleşme.
Dikkatini çekmek istiyorum yüce Meclisin, iş verenler, patronlar
hep der ki: “Ekonomi özgürlük.” Ekonomi önemlidir. Özgürlükleri kısarlar;
sendikal hak özgürlüklerini, grevleri... O bir taraftan. AKP Hükûmeti devlet
olarak düşünerek güvenlik-özgürlük denklemini kurar ve “Güvenlik önemlidir.”
der, özgürlükleri kısıtlamaya çalışır, yani, demokratik düşünce, ifade
hürriyeti. Ve geçen 1 Mayısta o kadar çok gaz bombası kullandı ki yüzde 22
oranında emniyetin, jandarmanın bütçeleri artırılmak zorunda kalındı.
Bu yeni pahalılık dalgası bu reel rakamlara dayandığı için sıcak
para çıkışı bir yana, arkadaşlar, 50 milyar dolar sadece doğal gaz ithalatına
verdiğimiz para ve açıktır. Yedi yıldır AKP Hükûmetlerinin enerji
politikalarında ithal ve dışa bağımlılığının getirdiği çöküştür bu. Kaynak
enerji yerine geçiş enerjisi. Kendi ülkenin öz kaynaklarını kullanma yerine
İran’dan, Rusya’dan alınan doğal gaz ve Türkiye’de yapılan zamlar tabii.
Şimdi bu elektrik ve doğal gaz fiyatlarına yapılan zamlar
otomatiğe bağlandı. İlk defa bir iktidar döneminde zamların otomatiğe
bağlanmasını yaşıyoruz ve bununla iftihar duyabilir AKP Hükûmeti.
Tarımdaki üretim düşüşleri, gıda fiyatlarının hızla artması… Ne
yazık ki bakın daha dün Mecliste görüşülürken tarım sektöründe bütçe
kısıtlaması için önerge verdi AKP Hükûmeti.
Şimdi bu yeni işsizlik dalgası konusunda şunu söyleyeyim: Tarım
dışında resmen yüzde 12, gerçekte yüzde 20 olan işsizliğin daha ileri boyutlara
ulaşacağı söyleniyor.
Bu işsizlikle ilgili, yeri gelmişken Kasımpaşa’dan gelen bir
mektup var elimde. İki gün önce. Sayın Başbakanın ilçesinden. “Ne olur AKP
milletvekillerine okuyun…” diye başlıyor.
“Bana yurdumdan bir haber verin.
Boş gezen olmasın, işsiz olmasın.
Çalışır insanım ben.
Yeter ki namerde muhtaç olmasın.” diyor.
Bu Ferdici… Geçen gün “Batsın bu dünya!” demiştim, onun altını
çizeyim.
Gelir bölüşümünde kötüleşme… Arkadaşlar, 2000 sonrası bölüşümde
kötüleşme var zaten. Gayrisafi millî hasıla serilerine bakıldığında 2004’te
yüzde 14,4; 2006’da 9,5’e gerileme var. Bu, köylülükteki hızlı çözülmenin de
aslında bir başka göstergesi.
Yine, krizde bütçe üstünden eşitsizlik artıyor ne yazık ki.
Bakıyoruz vergide eşitsizlik değişmiyor. Dolaylı vergilerin payı 2007’de yüzde
66 olarak gerçekleşti. Dolaylı vergilerden geriye kalan yüzde 34’lük dolaysız
vergi payının yüzde 23’ü gelir vergisi. Ancak bu vergi türünde de ağırlığı
ücretlerden ve kaynaktan kesen vergiler oluşturuyor. Bütçeden faize 2007’de
bütçenin yüzde 24,4’ü harcandı. Maaşlar ise yüzde 19,5 pay aldı 2007’de.
Özelleştirmelerle yeni kamusal mülksüzleştirme ne yazık ki söz
konusu. Bakın, Haydarpaşa, Galata, İstanbul’un diğer kamu mülkleri satılacak,
buradan söylüyorum, çünkü para lazım, daha önce satılanlara baktığımız zaman…
Aileler icra iflas eşiğine geldi; boşanmalar arttı, intiharlar
artmaya başladı. Bunlar sosyal patlamanın işaretleridir.
Vergide büyük adaletsizlik… Büyük gelir eşitsizliği olan
Türkiye’de gelir uçurumunu bütçe üzerinde daraltmak mümkünken, tersine vergi ve
harcamalarla eşitsizlik büyütülüyor. Vergilerin ağırlığı gelir vergisi yoluyla
doğrudan, tüketim harcaması yaparken de dolaylı olarak da çalışan sınıftan
alınıyor. Şirketler, bankalar, varlıklı sınıf gücünün çok altında vergi ödüyor.
2008’in ilk dokuz ayında vergilerin üçte 2’si yine dolaylı vergi
olarak tüketiciden, alt ve orta sınıf gelirlilerden, benzin, doğal gaz, telefon
kullanırken tüketim malı içki, sigara alırken dolaylı vergi ödedikleri gibi
ücret ve maaşlarda en önemli vergi mükellefleri oldular.
Vergide yüzde 22 olan gelir vergisinin ağırlık kısmı 10 milyonu
aşkın işçi, memur tarafından ödeniyor. Banka ve şirketlerden alınan kurumlar
vergisi payı yüzde 10’un altında. Şimdi sormak istiyorum: Geçen dönem
işverenlerin primini yüzde 5 indirip bütçeye 4,8 milyar yük yüklediniz. Neden
işçinin asgari ücreti 527 YTL oldu şimdi? Niye işçinin hakkını koruyup ondan
kesinti yapmadınız? Tabii ki varlıklı sınıfın maliyetinden, mülkiyetinden
alınan vergiler ise yüzde 3.
Şimdi, bu tablo karşısında devletine en fazla vergisini ödeyen
işçilerin, memurların, yoksul halkımızın önünde saygıyla eğiliyor ve ısrarla
söylediğim hâlde Sayın Maliye Bakanı en çok vergi ödeyen bu kesime teşekkür
etmediği için, muhalefet olarak en çok vergisini ödeyen işçime, memuruma,
yoksul emekçi halkımıza, tarım kesimine huzurlarınızda teşekkür ediyorum. Bu
devlet onların ayakları üzerindedir.
Bakın şu dolaylı vergilerin adaletsizliğine. Rakamlar ortada.
Şimdi bu dolaylı vergilerle bütçe ayakta tutuluyor ama kurumlara dönüyorsunuz
maalesef oran düşüyor. Bakın, vergilerdeki payı üçte 2’lik büyüklüğe ulaşan
dolaylı vergilerin -üçte 2 dikkatinizi çekiyorum- gelirlerinin çoğunun tümünü
harcamak zorunda olan ve harcarken vergilendirilen alt ve orta sınıflar ödüyor.
Dolaylı vergilerin yüzde 31’i ithal malların üstünden alınırken, akaryakıt ve
doğal gaz tüketimi üstünden de yüzde 22’si alınıyor. Ve maalesef bu adaletsiz
sistem ve ibre, işverenlerin, sermayenin lehine politikaları AKP’nin… Vergi
yükü yine çalışanların ama bütçe harcamalarında da adaletsizlik var.
Bakıyorsunuz bütçe rantiyeye, baskıcı devlet aygıtlarına öncelikle ayrılırken
eğitim, sağlık, yoksulluğu azaltma hizmetlerine devlet harcamaları hep geride
kalıyor.
Dikkat edin iki gün önce bir önerge verdi Hükûmet, AKP. Hangi
kalemlerde indirim yapılmasını, kısıntı istedi IMF? Eğitim, sağlık, adalet,
tarım. Hayati konularda kısıntıya girdi, 3-6 milyar dolar kısıntı onlardandır.
Şimdi bütçe, diyoruz ki “Rantiyeye, silaha gidiyor.” Maalesef
2008’in sekiz ayında bütçe ödeneğinin yüzde 64’e yakını harcanırken bütçeden en
büyük pay faiz harcamalarına ayrılmış.
Arkadaşlar, bu ülkenin dış borç faizlerinin bir ödeme kalemi
Dışişleri Bakanlığımızın bütçesinden büyükse dış politikada onurlu bir duruş
gösteremezsiniz, bakın, bunun altını çiziyorum. Öyle “Dünyanın en büyük 17’nci
ekonomisiyim.” derseniz de gülerler size. Niye? Çok açık, ödüyorsunuz en büyük
payı dış borç ve dış faiz… Yani borçlunun alacaklının önünde diklendiğini
gördünüz mü, yoktur bu, insanlık tabiatına da aykırı.
Türkiye’de bütçeden öğrenci başına ayda 134 YTL ayrılıyor,
dikkatinizi çekmek istiyorum bu konuya. 2008 bütçesinde savunma, güvenlik
–demin söyledim- yüzde 22. Bütçeden en alttakilere yüzde 6 ayrılmış. Krize karşı Hükûmetin hâlâ bir projesi, bir
paketi, bir çalışması yok. G-20 Zirvesi’nden dönen Başbakan gelip ana muhalefet
parti liderlerini bilgilendirme gereğini duymuyor. “Ya, bu sorun hepimizin,
beraber konuşalım, bir çözüm bulalım...” O da yok!
Şimdi, Sayın Başbakan ilk gün sunuş konuşmasında “Küresel finans
krizini Türkiye için fırsata dönüştürme bütçesi bu bütçe.” dedi; sonra dedi ki:
“Muhalefet kriz tellallığı yapıyor.” El insaf! Bu nasıl bütçedir ki daha
görüşmeleri sürerken revizyona uğradı! Bana cumhuriyet tarihinde bir tek bütçe
gösterin ki bütçe taslağı üstünde görüşme sürerken revizyona uğramış. Bunu
Türkiye cumhuriyet tarihine AKP Hükûmeti armağan etti. Bakın, IMF’nin 20 milyar
olduğu öngörülen -gizli pazarlıklar bugünkü gazetelerin ekonomi sayfalarına
bakın- yine, bütçe hakkını kullanan Meclisin denetimi dışına alındı. Şimdi biz
burada bütçe onaylayacağız ama Hükûmet arkadan pazarlık yapıyor, ocakta
stand-by anlaşmasını imzalayacak, kendi kendine 20 milyara hangi yerden kısıntı
getirecek, bizim tartıştığımız bütçe boşa çıkacak.
Şimdi, bakıyoruz, tarımda çöküş bir yana, eğitim, sağlık, adalet,
kara yolları, DSİ, Millî Eğitim, DLH yatırımları, adalet yatırımı. Kısıntı
yaptığınız bütçe bu. Peki, niye askerî harcamalardan, güvenlik harcamalarından
yapmıyorsunuz? Yapamazsınız çünkü sizin altına imza attığınız o taahhütler size
o imkânı tanımaz. Bu kriz sizi, Hükûmetinizi, iş birliği içinde olduğunuz
sermaye çevrelerini teğet geçebilir. Ekonomik ahlak çöktüğü zaman “Devletin
malı deniz, yemeyen domuz.”, “Bal tutan parmağını yalar”, “Yağmur yağarken
küpleri doldurmak gerek.” özdeyişleri sıkça bir toplumda tekrarlanır duruma
gelirse ahlak çöküntüsünün işaretidir. Yolsuzluk, ihtilas, sahtekârlık,
dolandırıcılık, ihaleye fesat karıştırma, rüşvet, kara parayı aklama, bir günde
köşeyi dönme rakamlarına da bakmak gerekir. Bakın, “Adam işini biliyor, helal
olsun.” anlayışı içinde olanları kriz teğet geçebilir. Organize Suçlarla
Mücadele (KOM) Daire Başkanlığı 2007 Faaliyet Raporu: AKP döneminde 2003-2007
yılları arasında planlı yolsuzluk operasyonları iki katına çıktı, 805 bürokrat
yolsuzluk soruşturmalarıyla tutuklandı, görevlerinden alındı, 156 yolsuzluk
dosyası 2.678 ve sair… Bu rakamlar son olarak enerji ve sağlık alanında her gün
artıyor. Bugün Mecliste 274 tane dokunulmazlık dosyası var. Bunun içinde benim
de var. En çok da rekor bizde. Bakın, düşünce suçları nedeniyle bizim
fezlekeler var.
Sayın Başbakanı bu kürsüye davet ediyorum. Başta kendisi
dokunulmazlık fezlekesinde neyle suçlanıyor, kendi milletvekilleri neyle
suçlanıyor, bunu açıklarsa seviniriz. Çünkü biz inanıyoruz ki hiçbir
milletvekilinin ekonomik suçlarda dokunulmazlıkların ardına saklanmaması
gerekir.
BAŞKAN – Sayın Kaplan, beş dakikanız kaldı.
HASİP KAPLAN (Devamla) – Sayın Başkan, yetiştirmeye çalışıyorum.
Soruyorum tabii. Gelin dokunulmazlıkları kürsüyle sınırlandıralım,
kimse bunun arkasına sığınmasın. Kriz Türkiye’de vergi de vermeyen, zekât da
vermeyen mutlu yüzde 1’lik zengin azınlığı, 100 bin kişiyi de teğet geçebilir.
Bir de işçiye, memura, esnafa, dar gelirliye, yoksula sorun, kredi
kartlarından, cep telefonlarından, otomatik zamma bağladığınız doğal gaz fatura
mağdurlarından sorun, icra-iflas kıskacında inim inim inleyen halkımıza, sade
vatandaşımıza sorun. Kriz onları teğet geçmiyor, onların ciğerini deliyor,
ciğerini. Siz bunun farkında olmayabilirsiniz.
Yalnız bir konuda AKP hükûmetlerinin hakkını teslim etmek
istiyorum. Paraya para demiyorlar. Bulmakta üstlerine usta hükûmet görmedim.
Niye? Dış borç mu var, faiz mi var? “No problem.” diyor, rahat; “Satacaksın
kardeşim.” diyor, özelleştireceksin, satacaksın; “Yap-işlet-devret” diyeceksin,
satacaksın; “İhale Kanunu” diyeceksin, satacaksın; “Enerji Piyasaları Kanunu”
diyeceksin, satacaksın; “vergi barışı” deyip kara parayı aklayacaksın, devlette
kadrolaşacaksın, yerel yönetimlerde şirketler kurup zengin yandaş yaratacaksın,
BOTAŞ’ın borçlarını takıp vatandaşa doğal gaz zammı bastıracaksın. Ormanları
yakanları seyredecek, 2/B yasaları çıkaracaksın. Garibim TEMA Türkbükü’nde her
yangın sonrası fidan dikecek. Özelleştireceksin. Doğu, Güneydoğu’ya tek fabrika
açmayacaksın, sonra başlayacaksın sizden öncekileri satmaya; Türkiye Şeker
Fabrikalarını, Kars’ı, Erciş’i, Muş’u. Olmadı, “Talih Kuşu”nu, Millî Piyangoyu
satacaksınız. Olmadı, Karayolları Genel Müdürlüğünü satacaksınız; yapımı,
bakımı, onarımı, işletme, tesis hakkını, köprüleri. Yeni vergiler koyacaksınız;
kiraya, emlake, cebe, çevreye, kâğıtlara, pasaporta, nüfusa, ehliyete, gaza,
elektriğe, akaryakıta. Satacaksın Galataport’u Haydarpaşa’yı, limanları,
kıyıları. Körfez’e, Arap ülkelerine yelken açacaksınız, “Ya habibi, semen
fülûs.” diyeceksiniz. İstiklal Savaşı’nda yedi düvele karşı kahramanlık destanı
yazmış halkımızın kanı, canı pahasına kurtardığı vatanımızı parsel parsel
satacaksınız; bağımsızlığımızı ayaklar altına alacaksınız, şeyhe, Bush’a esas duruşa
geçeceksiniz. Napolyon gibi, her seçim gelişinde bir kumandan edasıyla
kaybetmemek, yenilmemek için “Para, para, para.” diyeceksiniz ve seçim bölgesi
uygulayacaksınız. TEPAV’ın dediği gibi, 29 Mart yerel seçimlerindeki seçim
faturası 50 milyon.
Hakkınızı teslim ediyoruz. Para deyince akan sular duruyor. Para
bulmakta üstünüze yok. Gelelim harcamaya. Bütçeye bakalım neye harcıyorsunuz?
İşte, burada kayaya tosluyorsunuz. Harcarken, dağıtırken batıyorsunuz. Adil
değilsiniz, eşit davranmıyorsunuz, ayrımcılık yapıyorsunuz; sonradan görmeler
gibi ilkel, kültürsüz, bilinçsiz, plansız, hukuksuz dağıtım yapıyorsunuz.
“Sosyal yardım” diyorsunuz, seçim dönemleri kömüre, makarnaya asılıyorsunuz.
Eğitimi, sağlığı, kültürü kısıyorsunuz, askerî harcamalara ayırıyorsunuz. Takım
takım korumalarla gezip emekli olanlara zırhlı Audi’ler taltif ediyorsunuz.
Çetelere dava açtı diye savcılar görevden alınıyor. Azıcık muhalefet edenleri
de suçluyorsunuz. “Yolsuzluk” denince portakal rengi, ceylan derisi
koltuklarınızdan fırlıyorsunuz, muhalif basına Genelkurmay gibi akreditasyon
uyguluyorsunuz, yasak koyuyorsunuz. Sizi sevmeyenlere, muhalefet edenlere “Ya
seveceksin, ya gideceksin.” diyorsunuz. Pompalı tüfekleri savunuyorsunuz. Bir
yazarımızın dediği gibi “Krizi hayatın her alanına yaydınız. İktisadi kriz
ahlakı tepetakla oldu, tasavvufun ilahî gündelik hayatına girdi, aşk bile
lümpenleşti. Ayıp olan sembolize “Recep İvedik” filmleri, “Muro”lar, yine
Bertolt Brecht’in “Puntilla Ağa”sı tiplemeleri öne çıktı. Hiç düşündünüz mü? İmam
böyle yaparsa cemaati ne yapar? Cemaati şaşmaz mı arkadaşlar?
Öyle “2002’de işçi, memur ücretleri şu kadardı, şu kadar zam
yaptık.” demeyin bize. Biz bu edebiyatı yutmayız. Sorarlar size: “Siz ekmeğin
kaç para olduğunu biliyor musunuz kardeşim?” Sorarlar: “İstanbul’da 2002’de 200
gram ekmek 250 bin TL’ydi, biliyor musunuz?” 2008’de 80 YKr. Altı sıfır
attınız. Fiyat Ankara’da aynı ve yüzde bin civarında ekmeğin fiyatı arttı.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN – Sayın Kaplan, süre bitti, lütfen bitirin.
HASİP KAPLAN (Devamla) – Bağlıyorum Sayın Başkanım.
Şimdi, yüzde bin civarında sadece ekmek zammı. Memura verdiğiniz
yüzde 150’yi geçmiyor. Su: İstanbul’da bir metreküp 852 bin TL idi, 2008’de 18
YTL. Altı sıfırınızı koyun, 18 milyon. Yüzde 3 bin oranında.
Bakın, arkadaşlar, daha bütçesi görüşülürken reforma olan bu
Hükûmet Anayasa reformu yapamadı, Kürt sorununu çözemedi, Alevi yurttaşlarımıza
ayrımcılıkta adım atamadı, AB müzakere sürecini aşamadı, siyasi demokrasi
tıkandı, kültürel demokrasi olamadı, ekonomik demokrasi işleyemedi, saydam
bütçe, şeffaf bütçe hayata geçemedi, savaşın yıkımı, kara deliği, çatışmaların
durdurulması için çaba harcanmadı.
Yeni bir yıla giriyoruz. Bu duygu ve düşüncelerle yeni yılınızı
kutluyor, tüm halkımıza, dünyaya yeni yılda barış, kardeşlik, sağlık ve
mutluluklar diliyorum.
Teşekkür ediyorum. (DTP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Kaplan.
Demokratik Toplum Partisi adına ikinci konuşma Diyarbakır
Milletvekili Sayın Gültan Kışanak tarafından yapılacaktır.
Sayın Kışanak, buyurun. (DTP sıralarından alkışlar)
Süreniz otuz dakikadır.
DTP GRUBU ADINA GÜLTAN KIŞANAK (Diyarbakır) – Sayın Başkan,
değerli milletvekilleri; 2009 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Tasarısı
üzerinde Demokratik Toplum Partisinin görüşlerini açıklamak üzere söz almış
bulunuyorum. Öncelikle, hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Komisyondaki görüşmeler de dâhil olmak üzere yaklaşık bir aydan
beri 2009 yılı bütçesi üzerinde müzakereler sürüyor. Tüm muhalefet partileri
“Ekonomik kriz var, önlem alalım.” diyor. Dışarıda, sermaye kuruluşları aynı
şeyi söylüyor. Emek örgütleri “Krizin faturasını emekçi ödemeyecek, önlem
alın.” diye eylem yapıyor. İş yerleri kapanıyor, işçiler kapının önüne
konuluyor, direnişler yapılıyor. Bütün dünya önlem alıyor, AKP Hükûmeti ise
“Kriz Türkiye’yi teğet geçecek.”
söylemiyle halkı uyutmaya çalışıyor. Ancak, IMF “Teğet geçecek.”
söylemine itibar etmedi ve iki gün önce kamu harcamalarının azaltılması için
talimat verdi, Hükûmet de hemen iki değişiklik önergesi vererek kamu
harcamalarının yüzde 16,5 civarında kısıtlanmasını sağladı ve başladı küresel
krizin arkasına sığınmaya.
Değerli milletvekilleri, Türkiye ekonomisi zaten küresel krizden
önce inişe geçmişti. 2001 krizi sonrası girilen yol Türkiye’ye ucuz emeğe
dayalı büyüme imkânı tanımıştı. Ayrıca, 2002’den itibaren dünya ekonomisi genel
olarak büyüme sürecine girmiş, AKP’nin iktidarı da bu şanslı dünya
konjonktürüne denk gelmişti.
Türkiye, son yıllardaki büyümesini ağırlıklı dış kaynak girişiyle
gerçekleştirmişti. İlk yıllarda sıcak para, ardından da yabancı sermaye
girişleri arttı. Bankaların ve sigorta şirketlerinin yabancılar tarafından
satın alınması, özelleştirme uygulamaları, dış kaynak girişini 2005’te 44
milyar dolara, 2006’da 46 milyar dolara, 2007’deyse 50 milyar dolara kadar
yükseltti. 2007’nin ikinci yarısından itibaren bu şanslı dönemin sonuna
gelindi. Dış kaynağa dayalı büyüme modeli tıkandı. Türkiye ekonomisinde
durgunluk başladı ve 2008 yılı hedeflerinin hiçbiri tutturulamadı. Geçen yıl
bütçe görüşmeleri sırasında bunları anlattığımızda, AKP Hükûmeti bu gerçekleri
reddederek sanal bir başarı hikâyesi anlatmaya devam etti. Ama büyüme
yavaşladı, enflasyon iki haneye çıktı, işsizlik kemikleşti, cari açık hızla
tırmandı, kırılganlık arttı. Şimdi, küresel krizin de etkisiyle bu baş aşağı
gidiş hızlanmaya başladı.
Değerli milletvekilleri, ben, konuşmamı fazla rakamlara boğmak
istemiyorum. İki haftadan beri, bu kürsüden, rakamlarla sanayinin tıkandığı,
tarımın çöktüğü, ekonomik büyümenin lokomotif sektörü inşaat sektörünün nasıl
hızla daraldığı anlatılıyor. Kapanan iş yeri sayısı, protestolu senet tutarı,
karşılıksız çek tutarı gibi göstergelerde hızlı bir tırmanışın olduğu, yeni
açılan iş yeri sayısında hızla bir azalmanın yaşandığı biliniyor. Her gün
yüzlerce işçi emekçi işsizler kervanına katılıyor. Bu tablonun sorumlusu olan
AKP Hükûmeti ise kendi kötü yönetiminin ve küresel krizin faturasını halka,
emekçilere ödetmenin hazırlıklarını yapıyor.
Kriz dönemleri yalnızca ekonomiyi değil toplumsal ve siyasal
yapıyı da derinden etkileyen dönemlerdir. Krizlerin toplumsal maliyetinin en
aza indirilmesi için krize karşı oluşturulacak mücadele programının ekonomik
alanda olduğu kadar sosyal ve siyasal alanlarda da alınacak tedbirlerle
desteklenmesi gerekir. Geniş anlamda, bütünlüklü bir program etrafında toplumun
geniş kesimlerinin mutabakatı ve iş birliği olmaksızın ortaya atılan çözümlerin
etkili ve kalıcı olması mümkün değildir. Ancak, Hükûmet, IMF hariç hiç kimseyi
dinlemeye niyetli değil. Bugüne kadar yaşadığımız deneyimler göstermiştik ki
geniş toplumsal kesimlerin talepleri dışlanarak uluslararası sermaye
kuruluşlarının tavsiyeleri ile hazırlanan kriz reçetelerinin hiçbiri çözüm
üretmemiştir. Krize çözüm üretme adına uygulamaya konulan her tedbir bir
sonraki krizin nedeni olarak ortaya çıkmıştır.
Kriz süreçlerinde artan hayat pahalılığı ve işsizlik dar
gelirlilerin ve ücretlilerin yaşamlarını zorlaştırmış, acı veren toplumsal
sonuçlar yaratmıştır. Emekçiler dün alanlardaydı, bugün de eylemlerle seslerini
duyurmaya çalışıyorlar. Kamu kaynaklarının IMF’ye, borç faizlerine, savaşa
değil, halka ayrılmasını istiyorlar. IMF’nin talimatıyla hazırlanan ve
emekçileri yoksulluğa, açlığa mahkûm eden, sosyal devleti ortadan kaldırmayı
amaçlayan bu bütçenin geri çekilmesini, sosyal mutabakata dayalı emekten yana
bir bütçe hazırlanmasını istiyorlar. Emek örgütleri krizden en az zararla çıkış
için sosyal diyalog öneriyorlar; KESK, DİSK, TTB ve TMMOB daha krizin ilk
belirtileri görülmeye başlayınca krizden çıkış için sosyal dayanışma ve
demokratikleşme programı açıkladılar. İşçilerin, kamu emekçilerinin, çiftçilerin,
dar gelirlilerin, meslek sahiplerinin, küçük esnafın, gençlerin, kadınların,
kent yoksullarının, köylülerin, yani toplumun çok geniş kesimlerinin çıkarları
doğrultusunda hazırlanmış bir programla krizin olumsuz etkilerini azaltmanın
mümkün olduğunu anlatmaya çalıştılar. Ama AKP Hükûmeti her zaman olduğu gibi bu
talep ve önerileri görmezden geldi. Şimdi de IMF’nin talimatıyla, güvenlik
harcamaları hariç tüm kamu harcamalarında kısıtlamaya gidiliyor. Eğitime,
sağlığa, adalete, ulaşıma, yerel yönetimlere, yani insanı yaşatmaya para yok
ama çatışmaya, savaşa, ölüm siyasetine para çok, diyor. AKP Hükûmeti krizin
faturasını emekçilere, yoksullara, kadınlara, gençlere ödetmeye çalışıyor. Ama
yanılıyor, halk krizin sorumlularını çok iyi biliyor ve onlara gereken dersi 29
Martta vermeye hazırlanıyor.
Değerli milletvekilleri, bütçeler, eşitsizlikleri gidermenin,
adaleti sağlamanın en etkin araçlarıdır. Bütçeler, halktan toplanan vergilerin
nerelere harcandığını, yani iktidarın kimden yana olduğunu gösterir.
Türkiye, kadın-erkek eşitsizliği, sermaye-emek eşitsizliği,
bölgeler arası eşitsizlik gibi temel eşitsizlik alanlarında oldukça adaletsiz
bir ülkedir ve önümüze getirilen bu bütçede bu adaletsizliği hiç değilse
azaltmaya dönük hiçbir yaklaşım göremediğimiz gibi, aksine artıran bir
yaklaşımla hazırlanmıştır. Bu bütçede yoksullar yok. Bu bütçede emekçiler,
işsizler, emekliler yok. Bu bütçede kadınlar yok. Bu bütçede Kürtler yok. Oysa
bölgesel eşitsizlik Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri, hem de sadece
ekonomik değil, beraberinde sosyal ve siyasal sorunlar da üreten bir sorun.
Türkiye, üyesi olduğu OECD ülkeleri arasında bölgesel eşitsizlik
bakımından birinci sırada. Bölgeler arası eşitsizliği gösteren Gini katsayısı
Türkiye için 0,27 iken, OECD ülkeler ortalaması 0,15’tir. OECD ülkeleri
arasında bölgesel eşitsizliği en çok gözeten ülke İsveç, ardından Japonya ve
üçüncü sırada ise komşumuz Yunanistan bulunmaktadır. Türkiye’deki bölgesel
eşitsizlik sorunu AB üyelik sürecini de etkileyecek derecede önemli bir sorundur.
AB tarafından kabul edilebilir ölçülere gelinebilmesi için bölge illerinin
gayrisafi millî hasıladan aldıkları payın en az 2 ila 5 kat arasında artması
gerekmektedir. TÜİK’in 2001 verilerine göre ise gayrisafi millî hasıladan
Güneydoğu Anadolu’nun aldığı pay yüzde 5, Doğu Anadolu’nun aldığı pay yüzde 3,
Karadeniz’in aldığı pay yüzde 9, Akdeniz’in aldığı pay yüzde 12, Ege’nin aldığı
pay yüzde 17, İç Anadolu’nun aldığı pay yüzde 16, Marmara’nın aldığı pay ise
tek başına yüzde 38’dir. Bu konuda ne yazık ki resmî verilerden AKP Hükûmeti
döneminde nasıl bir gelişme ya da gerileme yaşandığını izleyemiyoruz. TÜİK
millî gelirin illere ve bölgelere dağılımı ile ilgili 2001 yılından beri
istatistik üretmiyor. Son olarak 2001’de üretilen verilere göre Türkiye nüfusunun
yüzde 16’sının yaşadığı bölgenin millî gelirdeki payının yüzde 7 olduğunu
görüyoruz. Bu rakam eşitsizliğin ulaştığı boyutları göstermek için yeterlidir.
Yanlış kurgulanan teşvik politikalarından da bölge illeri yararlanamamış,
eşitsizlik makası giderek açılmıştır. 2002-2006 döneminin teşvik
yatırımlarından Gaziantep hariç yirmi bir ilin aldığı toplam pay ancak yüzde
4,4 olmuştur, Marmara Bölgesi ise yüzde 39 pay almıştır. Bölge illerinin
tamamının aldığı teşvikin toplamı olan yüzde 4’ü Bursa tek başına almıştır.
AKP döneminde hız verilen özelleştirme politikaları ve kamunun
ekonomiden çekilmesi süreci de bölgede yoksulluğu ve eşitsizliği tartışma
götürmez bir şekilde artırmıştır. Bölgeye aktarılan kaynakların da büyük
çoğunluğunun savunma, güvenlik harcamaları ile sonuçları bölge insanına
yansımayan enerji yatırımları olduğu bilinmektedir.
Giderek yoksulluk arttı, rakamlar bunu gösteriyor. Yaşanan
yoksulluk artık insan yüreğini ve vicdanını yaralayan boyutlara ulaşıyor.
Yoksulluğun en önemli göstergelerinden biri yeşil kart sahipliğidir çünkü yeşil
kart hiçbir sosyal güvencesi olmayan ve ailesinin aylık geliri asgari ücretin
üçte 1’inden az olanlara verilmektedir. Sağlık Bakanlığının 2008 Şubat ayı
verilerine göre yeşil kart kullanan nüfus 9 milyon 362 bindir. Bunların yüzde
46’sı Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndedir. Bu 21 il dışında kalan 60 ilde
yeşil kartlı nüfus, toplam nüfusun yüzde 8,5’ini oluştururken 21 ilde nüfusun
yüzde 38,4’ü yani neredeyse yarısı açlık sınırının altında yaşadığı için yeşil
kart sahibidir. Yeşil kart oranı Hakkâri, Ağrı, Van ve Bitlis gibi illerde
nüfusun yarısından bile fazladır.
Değerli milletvekilleri, bölgeler arası eşitsizliğe neden bu kadar
vurgu yapıyoruz? Çünkü ülkemizin en temel sorunu olan Kürt sorununu çözme senaryoları
içerisinde bölgenin kalkındırılmasına yönelik öneriler sıkça gündeme geliyor.
Doğrudur, ekonomik sorunlar ile siyasal sorunlar birbiriyle oldukça ilişkilidir
ama bu ilişkinin biçimini doğru tanımlamak gerekir ki çözüm önerileri de
gerçekçi olsun. Doğu ve güneydoğunun ekonomik olarak geri bırakılması Kürt
sorununun en önemli sonuçlarından biridir. Bölge halkı yoksul olduğu için Kürt
sorunu ortaya çıkmamıştır; tam tersine Kürt sorunu olduğu için bölge geri
bırakılmış, halka yoksulluk reva görülmüştür.
Tabii ki Türkiye'nin farklı bölgelerinde, illerinde, ilçelerinde,
köylerinde de yoksulluk ve geri kalmışlık sorunu var. Ancak bölgede yaşanan
geri bırakılmışlığı diğer bölgelerden ayıran birkaç temel özellik var:
Birincisi ve en önemlisi, bu durumun seksen beş yıldan beri kesintisiz olarak
devam etmesi ve giderek de kötüye doğru gitmesidir. Resmî verilere göre Doğu ve
Güneydoğu ilerinin gayrisafi millî hasıladan aldıkları pay her geçen yıl biraz
daha azalmıştır. Bölge illerinin millî gelirden aldığı pay 1965’te yüzde 10,3;
1975’te yüzde 9,5; 1979’da yüzde 8,1; 1987’de 7,7; 2001’de ise 7,1 olmuştur. Bu
rakamlar bölge insanının istikrarlı bir şekilde yoksullaştırıldığını
göstermektedir. Bugünlerde yapılan yeni bir araştırma ile gündeme gelen Sayın
Profesör Doktor Binnaz Toprak, birkaç yıl önce batıda, ilköğretim çağındaki
çocuklar arasında yaptığı bir araştırmada çocuklara yoksulluğun tanımını
sormuştu. Aldığı cevap çok ilginçti: “Uzak bir memleketten gelen, bizim
anlamadığımız bir dili konuşan esmer çocuklar yoksuldur.” Batıdaki çocuklar
yoksulluğu tarif ederken göçle gelen Kürt çocuklarını tanımlamıştır. Yaşanan
gerçekler ne yazık ki bu kadar dramatik boyutlardadır. Bu konuda geçen yıl
kamuoyuna yansıyan iki raporda çok çarpıcı iddialar yer alıyordu ve kimse de
çıkıp bu iddiaları yalanlamadı. Dönemin Başbakanı Sayın İsmet İnönü’nün 1935’te
hazırladığı Kürt Raporu’nda bölgedeki iller tek tek sayılarak her ilde ne gibi
sosyal ve ekonomik tedbirler alınması gerektiği yer alıyordu; bu illerdeki
demografik yapının ekonomik tedbirlerle nasıl değiştirileceği anlatılıyordu.
1960 darbesinden sonra belli ki bu rapor güncelleniyor ve yeniden hükûmetlerin
önüne konuluyor. Dönemin Başbakanı Sayın Bülent Ecevit’in arşivinde bulunan bu
raporda da, bölgenin kendilerini Kürt sananlar lehine olan nüfus yapısını Türk
lehine çevirmek için alınacak ekonomik önlemler anlatılıyordu. 1990’lı yıllarda
ise bölgede yaşananlar, binlerce köyün nasıl boşaltıldığı bizzat Meclis
araştırma komisyonu raporlarında yer almaktadır.
Değerli milletvekilleri, bunlar bizim hep beraber yaşadığımız
gerçekler. Bu gerçekleri görüp samimi bir şekilde, bir arada yaşama stratejisi
oluşturulmadan bölgenin geri bırakılmış sorunlarını çözmek mümkün değildir.
Ülkemizdeki farklı kimlikleri bir zenginlik olarak görmeden refahı sağlamak
mümkün değildir ve ne yazık ki politik yanlışların ekonomik faturasını Türkiye
halkı bir bütün olarak ödüyor. Belki bölge illerinin payına biraz daha fazlası
düşüyor. Ekonomiyle siyaset arasında kopmaz bir bağ vardır. Ekonomik politikalar
siyasi politikalara göre şekillenir. Onun için bugün Hükûmetin bölgede zorunlu
olarak yapılan bazı küçük kamu yatırımlarını anlatarak sanki sorun
çözülüyormuş, bölge kalkınıyormuş gibi bir imaj yaratması doğru değildir. “Şunu
yaptık, bunu yaptık, şu kadar para harcadık…” Bunlar, bütçe analizinde bir şey
ifade etmez. Bütçeler öncelikleri ve karşılaştırmalı oranlarıyla sorgulanır.
Temel soru: Var olan imkânlardan kim, ne kadar yararlanıyor? Bu sorunun
cevabıyla bütçelerin karakteri ortaya çıkar. AKP Hükûmeti ısrarla bu soruların
yanıtını vermekten kaçıyor. AKP Hükûmeti kişi başına millî gelirin 10 bin
dolara yükseldiğini ileri sürüyor. Ancak bu konuda da illere göre dağılımı
gösteren bir veri üretilmediği için kişi başına millî gelirin Hakkâri’de, Şırnak’ta,
Muş’ta, Bitlis’te de 10 bin dolar olup olmadığını öğrenemiyoruz. Ama hayatın
gerçekleri bunun böyle olmadığını gösteriyor tabii ki.
Bu konuda en son veri, biraz önce de ifade ettiğim gibi 2001
yılına ait. 2001’de Türkiye genelinde kişi başına millî gelir 2.146 dolar.
Bölgedeki 21 ilin hiçbiri bu ortalamaya ulaşamıyor. En yoksul olan Ağrı’da 568
dolar, en iyi durumdaki Elâzığ’da ise 1.704 dolardır. Devlet Planlama
Teşkilatının 2003 yılında yayınladığı illerin sosyoekonomik gelişmişlik
sıralamasında da bölgedeki 21 ilden 17’sinin en alttaki 20’lik dilimde yer
aldığı görülüyor. AKP Hükûmeti döneminde kişi başına millî gelirin illere göre
dağılımını gösteren veri neden üretilmiyor? AKP hükûmetleri döneminde illerin
sosyoekonomik gelişmişlik sıralamasına ilişkin veri neden üretilmiyor? Bu
gerçekler neden halktan gizleniyor? Bu soruları bu kürsüden defalarca sorduk,
neden Hükûmetin bir yetkilisi bu sorulara yanıt vermiyor? Bu veriler bölge
illerinin AKP Hükûmeti döneminde daha da yoksullaştığını gösterecek de ondan bu
soruya yanıt verilmiyor. AKP Hükûmeti döneminde bölgeler arası fark daha da
artmıştır. Bu gerçek gizlenmek istendiği için bu rakamlar açıklanmıyor.
Değerli milletvekilleri, ancak DTP’nin Meclisteki varlığı birçok
konuda olduğu gibi bölgeler arası gelişmişlik konusunda da en azından
sorunların gündeme gelmesi, tartışılması konusunda önemli bir rol oynuyor.
Bizim eleştirilerimiz sonucunda AKP Hükûmeti, altı yıl unuttuğu GAP’ı keşfetti
ve gündemine alarak GAP Eylem Planı’nı açıkladı. Geçen yıl bütçe görüşmeleri
sırasında bu konunun sıkça gündeme gelmesi üzerine, cazibe merkezi
oluşturulmasına dair, bütçeye bir madde eklendi. Biz bu vaatlerin peşini
bırakmıyoruz. GAP Eylem Planı’nda öngörülen 4 milyon istihdamın ne olduğunun,
hangi aşamaya geldiğinin, cazibe merkezlerinde neler yapıldığının her zaman
takipçisi olacağız ve buradan bunların hesabını soracağız.
Değerli milletvekilleri, Hükûmetin en çok istismar ettiği
konuların başında sosyal yardımlar geliyor. Seçim dönemlerinde iyice ayyuka
çıkan bu istismarcılık, sosyal devlet ilkesinin ardına saklanmaya çalışıyor.
Ben buradan yurttaşlara bir çağrı yapmak istiyorum çünkü bu istismara son
verecek olan halktır. Ben diyorum ki: “Ey yurttaşlar, sizlerin sadece bu ülkede
bir yurttaş olarak yaşamanızdan kaynaklı çok önemli haklarınız var. Her şeyden
önce insanca yaşam koşullarına sahip olmak, yani sağlıklı beslenme, eğitim ve
sağlık hizmetlerinden yeterince yararlanma, sağlıklı bir evde barınma haklarına
sahipsiniz. Bu hakları kullanabilmeniz için gerekli koşulları yaratmak da
devletin, yani devleti yöneten iktidarların görevidir. AKP Hükûmeti ve önceki
hükûmetler bu görevlerini yapmadıkları için, adil bir yönetim anlayışına sahip
olmadıkları için siz yoksul yurttaşlarımız insanca yaşam koşullarına sahip
değilsiniz. Başınızı sokacak bir eviniz, ısınmak için kömürünüz, doktora gitmek
için sağlık güvenceniz, çocuğunuza defter almak için paranız, akşam sofraya
koyacak bir kap sıcak yemeğiniz yoksa bunun sorumlusu devlettir, yani
hükûmetlerdir. Bu tablonun sorumlusu şimdiye kadar iktidar olmuş tüm partiler
ve son yedi yıldır da iktidarda bulunan AKP Hükûmetidir. Bu nedenle, sizlere
dağıtılan çeşitli yardımlar için Hükûmete minnet duymanız, karşılığında da
AKP’ye oy vermeniz gerekmiyor. Ayrıca, dağıtılan bu yardımların parası da
hiçbir politikacının ya da siyasi partinin cebinden çıkmıyor. Bu para, zaten
sizin paranız. Devletin bütçesi, tüm yurttaşlardan, hepimizden alınan
vergilerden oluşuyor. Kimsenin sizin paranızla size iyilik yapmasına izin
vermeyin, hakkınız olan bu yardımları alın ve oyunuzu da sizi bu yoksulluğa
mahkûm edenlerden hesap sormak için kullanın.”
Değerli milletvekilleri, yapılan yardımların siyasi istismar aracı
olarak kullanılmadığı, sosyal devletin bir gereği olduğu iddia ediliyorsa
Hükûmet adına bu kürsüden bu çağrı tekrarlansın, “Ey yurttaşlar, yapılan sosyal
yardımlar karşılığında AKP’ye oy vermek zorunda değilsiniz. Bu, zaten sizin
paranız, sizin hakkınız.” desinler.
Sosyal devlet ile hayırsever devlet arasında çok büyük bir fark
vardır. Sosyal devlet, yurttaşlarının haklarını kullanmaları için imkân
yaratır. İki yıldan beri söylüyoruz, dünyadaki medeni ülkeler yoksul
yurttaşlarına “vatandaşlık geliri” adı altında maaş bağlıyorlar. Devletin resmî
ödemesi, kimsenin istismar etmesine imkân tanımayan bir yöntem, hak temelli bir
yaklaşım. İnsanların onurunu inciten, aynı zamanda da istismara açık olan bu
yardımlar için harcanan paraların tümü bir fonda toplansa yoksul tüm
yurttaşlara insanca yaşam imkânı sağlayacak bir maaş ödenebilir. Hayır, AKP Hükûmeti
bunu yapmıyor çünkü devletin imkânlarıyla yapacağı yardımların karşılığında
halktan oy alma hesapları yapıyor.
BAŞKAN – Sayın Kışanak, beş dakikanız kaldı.
GÜLTAN KIŞANAK (Devamla) – Değerli milletvekilleri, iki gün önce
TRT’den Kürtçe test yayını başladı. TRT halkın parasıyla yayın yapan bir kurum.
TRT’de yapılan tüm harcamaların parası bu ülkede yaşayan tüm yurttaşların,
Türk’ün, Kürt’ün, Laz’ın, Çerkez’in, Rum’un, Ermeni’nin verdiği vergilerden
karşılanıyor ve bu nedenledir ki TRT’nin zaten bu ülkede yaşayan tüm
yurttaşların sosyal, kültürel ve iletişim ihtiyaçlarını karşılayan bir
yayıncılık yapması gerekiyor. Bu bir haktır, bu bir lütuf değildir. Şimdiye
kadar bu hak gasbedilmiştir. Artık, bu hakkın teslim edilme zamanı gelmiştir.
Devletin, artık “Ey yurttaşlar, ben sizin hakkınızı teslim ediyorum. Kamusal
yayıncılığın bir gereği olarak Kürt yurttaşlarımın ihtiyaçlarını karşılamak
benim görevim. Bu görevimi yerine getirmek için Kürtçe yayın yapıyorum.” demesi
gerekir. TRT’den Kürtçe yayın yapılmasının sosyal, kültürel, psikolojik ve
hukuksal sonuçları mutlaka ki olacaktır. Ancak, iletişimin sınır tanımadığı
günümüzde, artık, her yurttaşın evinde bir televizyon, tercih hakkını
kullanabileceği binden fazla kanal ve en az da Kürtçe yayın yapan yirmi tane
televizyon kanalı var. Sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını kendi tercihleri
doğrultusunda karşılama hakkına zaten sahip halkımız. Şu anda TRT’den ve yerel
TV kanallarından günde kırk beş dakikayı, haftada da dört saati geçmeyecek
şekilde Kürtçe yayın yapılmasına izin verilen bir yasal düzenleme var. Böylece,
Kürtçe yayıncılık konusunda yaratılacak psikolojik etki de büyük ölçüde tatmin
edilmiş durumda. Geriye işin hukuki boyutu kalıyor, yani Türkiye Cumhuriyeti
devletinin, yurttaşlarından bir kısmının Kürt olduğunu, bunların da kullandığı
“Kürtçe” denilen bir dil olduğunu hukuki
olarak kabul etmesi. TRT’nin Kürtçe yayın yapması ancak bu durumda bir heyecan
yaratabilir, toplum tarafından kabul görmesini sağlar, hatta Kürt sorununun
çözümünde önemli bir katkı sunar. Ancak AKP Hükûmeti ne yapıyor? Bu hukuki
hakkın tanınmasını sağlayacağına konuyu yine siyasi istismar konusu yapıyor.
TRT Yasası görüşülürken bu kürsüden defalarca durumu anlatmaya
çalıştık. Ancak yine, Yasa’da sadece “TRT Türkçe yayın yapar.” cümlesinin
arkasına eklenen “Farklı dil ve lehçelerde de yayın yapar.” cümlesi dışında
hukuki bir düzenleme yapılmadı.
Türkiye hukuk sistemi içerisinde hâlâ hiçbir yasada, yönetmelikte,
hiçbir hukuki belgede Kürtçe dilini kabul eden bir tek cümle, hatta “Kürtçe”
kelimesinin kendisi bile yer almıyor. Bu ülkede hâlâ Kürtçe, Meclis
tutanaklarına “bilinmeyen bir dil” olarak yazılıyor. Hâlâ AKP Hükûmetinin
İçişleri Bakanlığı müfettişleri bayram kartına “… …” (x)yani “Bayramınız kutlu
olsun.” yazdı diye DTP’li belediye başkanları hakkında soruşturma açıyor.
Gerekçesi de ne biliyor musunuz değerli milletvekilleri? Kamuyu zarara uğratmak, belediyenin parası ile
basılan bayram kartında Kürtçe kullanmak. Peki, bir yurttaş TRT yetkilileri
hakkında aynı gerekçeyle “Kamunun parasını Kürtçe için nasıl harcarsın?” diye
dava açsa ne olacak?
Sur Belediye Başkanı ve Meclisi neden görevden alındı biliyor
musunuz değerli milletvekilleri? Kamu hizmeti verirken Türkçeden başka bir
dilin kullanılmasına izin veren bir Meclis kararı aldı diye. TRT bir kamu
kurumu değil mi? Kamu hizmeti üretmiyor mu? Neden TRT’de serbest de Kürtçe, Sur
Belediyesinin çöp toplama saatlerini gösteren duyurunun Kürtçe olması yasak?
Neden belediyenin parklara Kürtçe çiçek ismi vermesi yasak? Neden Diyarbakır’da
bir parka “Berfin” ismi verilemiyor? Neden sadece TRT Kürtçe yayın yapıyor da
bu hak özel televizyon kanallarına tanınmıyor?
Değerli milletvekilleri, ortada bir samimiyet varsa öncelikle bu
komediye bir son vermek gerekir. Kürt sorunu psikolojik bir sorun değildir.
Kürt sorunu bir hak ve özgürlükler sorunudur. Çözümü de, hak ve özgürlüklerin
hukuksal temelde güvenceye kavuşmasından geçer. Kürt halkı bunu istiyor, bunu
bekliyor, bunun mücadelesini veriyor. Bugün gelinen noktada TRT’den Kürtçe
yayın yapılmasında kendi mücadelesinin katkısını da görüyor.
Değerli Kürt sanatçıları Şıvan Perver ve Civan Haco’nun sanatsal
gücü Kürt halkının onlara beslediği sevgi…
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN – Sayın Kışanak, lütfen bitirin.
GÜLTAN KIŞANAK (Devamla) – Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.
…tartışmasız bir gerçektir ama Kürtçenin hukuksal olarak tanınması
da en az bu kadar gerçektir. Gelin, Şıvan ve Civan Haco’nun gücünü istismar
etme yolunu arayacağınıza, onların yıllarca halkına, ülkesine hasret
kalmalarına neden olan bu hukuksuzluğu ortadan kaldıralım.
Dün, TRT 6’da, yani Kürtçe yapılan yayınlarda bir röportajda,
“Dil, bir halkın onurudur.” deniliyordu. Evet, dil bir halkın onurudur, gelin
kimsenin onuruyla oynamayın.
TRT’den Kürtçe yayın yaparken, ana dilde eğitim taleplerini
bölücülükle suçlamayın. Gelin, farklılıklarımızı zenginlik olarak görelim.
Kürtler dâhil tüm kültürlerin gelişmesi, gelecek kuşaklara aktarılması için
imkânlar tanıyalım. Türkiye bahçesindeki çiçeklerin zenginleşmesine hizmet
edelim.
(x) Bu bölümde Hatip tarafından,
Türkçe olmayan bir dille birtakım kelimeler ifade edildi.
Değerli milletvekilleri, bu duygu ve düşüncelerle hepinizi
saygıyla selamlıyor, 2009 yılının, daha özgürlükçü, daha adil, daha demokratik,
daha barışçıl politikaların hayata geçtiği bir yıl olmasını diliyorum.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (DTP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Kışanak.
Şimdi bir hususu açıklamam lazım, Sayın Kışanak’ın üzerinde
durduğu, daha önce de DTP’li arkadaşlarımızın zaman zaman dile getirdiği bu
tutanaklarla ilgili.
Değerli arkadaşlarım, bu kürsüden Türkçe konuşmak durumundayız,
çünkü konuşan arkadaşımızın Başkan tarafından izlenebilmesi, konuşan
arkadaşımızın milletvekili tarafından anlaşılabilmesi ve sonuçta, konuşan
arkadaşımızın, milletimizin tamamı tarafından izlenebilmesi için başka bir yol
ve yöntem yok. Şu örnek de yanlış: “Yabancılar geliyor burada İngilizce
konuşuyor, Fransızca konuşuyor.” Hayır, onları da Başkan ve milletvekili
arkadaşlarımız Türkçe dinliyor çünkü simultane tercümeyle onlar anında Türkçeye
çevriliyor. 1991 yılından bu yana gelen uygulamaya göre de, burada
“Anlaşılmayan bir dille” meram ifade edildiğinde tutanaktaki arkadaşlarımız
“Anlaşılmayan bir dil” olarak geçiyorlar.
SELAHATTİN DEMİRTAŞ (Diyarbakır) – Bilinmeyen Sayın Başkan,
bilinmeyen.
BAŞKAN - Keşke daha yumuşak bir ifadeyle “Türkçe olmayan bir dil”
denilebilseydi, bu daha iyi olabilirdi. Mümkünse, ben arkadaşlarımdan da rica
ediyorum, bundan sonra ifadeyi o şekilde yumuşatmakta da yarar var.
HAMİT GEYLANİ (Hakkâri) – “Anlaşılmayan” ile “bilinmeyen” ayrı
şeyler Sayın Başkanım.
BAŞKAN – Hayır, yani “Türkçe olmayan bir dil” diyorum ben. Yani
öyle olsa daha yumuşak olur diyorum.
GÜLTAN KIŞANAK (Diyarbakır) – Sayın Başkan, hangi dilde
konuşuluyorsa o dilin adı yazılsın.
BAŞKAN – Ama, yani onu tutanaktaki arkadaşlarımız bilemez ki
sevgili arkadaşlarım, yani burada…
SELAHATTİN DEMİRTAŞ (Diyarbakır) – Sayın Başkan, bizim DTP Grubu
olarak talebimiz, Meclis kürsüsünde Kürtçe konuşulsun şeklinde değil. Zaman
zaman arkadaşlarımız bir özdeyiş kullanabiliyor Kürtçe dilinde. Dolayısıyla, bu
“Stenografların bilmediği bir dil” olarak geçerse bu daha mantıklı olur.
BAŞKAN – İşte onu düzeltmekle de meşgul de olacağım. O şekilde
düzeltmeye onu çalışalım.
HASİP KAPLAN (Şırnak) – Kürtçe bilen stenograf da koysanız
kolaylaşır biraz.
BAŞKAN – Yalnız, sevgili arkadaşlarım, burada şimdi iki değerli
arkadaşımız çıktı, bana göre, çok güzel gerekçelerle Hükûmeti eleştirdiler,
bütçeyi eleştirdiler. Şimdi, bunu böyle sürdürmekte bana göre yarar var. Yani
kural olarak burada birbirimizi anlayabilecek bir dili kullanmak zorundayız.
Yani Anayasa’nın da emri bu, işin gereğinin de emri bu. O nedenle,
arkadaşlarımızın bu konuda hassas olmalarını rica ediyorum.
Bir ikinci husus, söze başlamışken: Bu yurt dışı gezilerle ilgili
Sevgili Hasip Kaplan arkadaşımız bunu sıkça dile getiriyor. Şimdi, çok
deneyimli bir arkadaş olmasa gençleri tahrik mi ediyor diyeceğim; hem hukukçu
hem çok deneyimli bir arkadaşımız. Üç kere Başkanlığa soru önergesi verdi, üç
kere de biz cevap verdik. Dedik ki: Başkanın yurt dışı gezilerini düzenleyen
bir kanun var. O Kanun’a göre, grupları güçleri oranında temsil eden bir heyet
Başkana refakat eder. Şimdi, böyle olunca, 5 kişiyle yurt dışına gittiğimizde,
3 arkadaşımız Adalet ve Kalkınma Partisinden, 1’er arkadaşımız da Cumhuriyet
Halk Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisinden oluyor. Niye oluyor? İşte,
böldüğümüz zaman öyle bir oran ortaya çıkıyor.
M. NURİ YAMAN (Muş) – O zaman 8 kişiyle gidin Sayın Başkan.
BAŞKAN – 8 kişi de olsa olmuyor. Yani, bizim…
HASİP KAPLAN (Şırnak) – Başkanım, İç Tüzük’te var, “Grup katılır.”
diyor.
BAŞKAN – Kanun var Sayın Kaplan, siz bunu çok iyi bilirsiniz.
Katılır ama nasıl katılacağı da o ilgili özel Yasa’da belli. DTP’li
arkadaşlarımızın bir yurt dışı gezisine Başkanla beraber gitmesi için o heyetin
en az 21 kişi olması lazım. 21 kişilik bir milletvekili heyetiyle gidilmez.
HASİP KAPLAN (Şırnak) – İç Tüzük’te var Başkanım, “Bütün
gruplardan birer üye katılır.” diyor.
MUSTAFA ÖZYÜREK (İstanbul) – AKP Grubu arada bir sırasını versin.
BAŞKAN - Ama ben ne yaptım? Yani bu kanun kapsamı dışında olan
heyetler de zaman zaman oluyor. Sayın Sırrı Sakık bileceklerdir; mesela, ben
bir Amerika gezisi önerdim, bir Almanya gezisi önerdim, ikisine de gelmediler.
O nedenle, bu konuda mevcut yasa yürürlükte olduğu sürece yapabileceğimiz bir
şey maalesef yok. Ama bir yasa önerisi verilir, Meclis ona…
HASİP KAPLAN (Şırnak) – Başkanım, İç Tüzük diyor ki: “Her gruptan
1 kişi, sonra oranlar artırılır.” Onu da çözmezseniz Meclis Başkanı hakkında
idari yargıda dava açacağız, bak açık söyleyeyim. Onu da AİHM’e götürürüz, tam
mahkemelik oluruz Başkanım, onu söyleyeyim yani. Aşalım bunu, grup başkan
vekillerimiz birlikte aşsın.
BAŞKAN – Tamam, mahkemenin verdiği karara saygımız var, gider,
ben…
HASİP KAPLAN (Şırnak) – Vallahi mahkemelik oluruz Başkanım.
BAŞKAN – Sevgili arkadaşlarım, ben yurt dışına giderken yanımda
bir DTP’li arkadaşın bulunmasından rahatsız olur muyum, böyle bir şey olabilir
mi?
HASİP KAPLAN (Şırnak) - Ama Başkanım, İç Tüzük…
BAŞKAN - Ama idari yargı yoluyla, kanun değişikliği yoluyla
yaparsanız ben çok memnun olurum.
Teşekkür ediyorum.
HASİP KAPLAN (Şırnak) – Peki, teşekkür ederim Başkanım.
BAŞKAN - Söz sırası Cumhuriyet Halk Partisi Grubu adına Trabzon
Milletvekili Sayın Mehmet Akif Hamzaçebi’de.
Sayın Hamzaçebi, buyurun. (CHP sıralarından alkışlar)
Süreniz altmış dakikadır efendim.
CHP GRUBU ADINA MEHMET AKİF HAMZAÇEBİ (Trabzon) – Sayın Başkan,
değerli milletvekilleri; Cumhuriyet Halk Partisi Grubu adına hepinizi saygıyla
selamlıyorum.
2009 Yılı Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2007 Yılı Kesin Hesap Kanunu
Tasarısı’nı görüşüyoruz. Biz, bir yandan 2009 yılı bütçe tasarısını görüşürken
diğer yandan Hükûmet, gerek 2009 yılı bütçe tasarısını, onun büyüklüklerini
gerekse 2009 yılını da içine alacak şekilde daha uzun bir dönemde uygulanacak
olan programın ayrıntılarını IMF’yle görüşüyor.
Türkiye IMF’yle bir program uygulamasına 1999 yılı Aralık ayında
başladı ve o tarihten bu yana, altısı AKP hükûmetleri tarafından olmak üzere,
toplam dokuz tane bütçe hazırlamıştır ve IMF’yle olan anlaşmamız geçtiğimiz
mayıs ayında sona ermiştir. Dolayısıyla bu bütçe, AKP’nin yedinci bütçesi
IMF’siz olarak hazırlanan veya hazırlanmaya çalışılan ilk bütçedir. Bu nedenle
altı yıl hükûmet etmiş olma ve aynı zamanda altı yıl IMF’yle beraber çalışmış
olmanın tecrübesini görmemiz gereken bir bütçedir. Bu tecrübenin bütçeye
yansıtılıp yansıtılmadığı, bütçenin ekonominin ve vatandaşın ihtiyaçlarına,
önceliklerine uygun olarak hazırlanıp hazırlanmadığı, küresel kriz şartlarını,
durgunluğa giden Türkiye ekonomisinin sorunlarını dikkate alıp almadığı önemlidir;
bütçede bunlara bakmamız gerekir.
Yine, bütçede, biraz önce saydıklarım çerçevesinde, onların
toplamı olarak ifade edebileceğimiz ve bakmamız gereken bir şey daha var:
Türkiye ekonomisinde şu an hiç olmayan, olmadığı için de en çok aranan, en çok
ihtiyaç duyulan şey güvendir. Bütçe, bu güveni topluma, vatandaşa, piyasalara,
dünyaya vermek için iyi bir fırsattır. Hükûmet bu fırsatı gereğince
kullanabilmiş midir, bütçe güven vermekte midir, bunlar üzerinde durmak
gerekir. Konuşmamı bu çerçevede sizlere sunmaya çalışacağım.
Türkiye 2000’li yıllara bir IMF programıyla girdiğinde toplam
yirmi beş ülke IMF’yle program yapmıştı, Arjantin, Brezilya, Uruguay,
Endonezya, Romanya gibi birçok ülke IMF programı uyguluyordu. Bizim programımız
2008 yılının Mayıs ayında sona erdi. Bizim programımızın sona ermesine doğru
IMF’yle program yapan, program devam ettiren ülke sayısı sadece birkaç taneydi;
Afrika’da Gabon, Güney Amerika’da Peru, Honduras gibi birkaç ülke dışında
IMF’yle program uygulayan bir ülke kalmamıştı, hepsi programını sonlandırmıştı.
Şu anda, mayıs ayında IMF anlaşması sona erdiğine göre anlaşmanın sona
ermesinden sonraki yedinci aydayız ve Hükûmet eylül ayından bu yana IMF’yle
olan görüşmelerini sürdürüyor. Öyle anlaşılıyor ki bu görüşmeler bir anlaşmayla
sonuçlanacak. Nitekim, evvelsi gün Genel Kurulda bütçe kanununun maddeleri
sırasında kabul edilen önerge muhtemel anlaşmanın gereği olarak bütçe kanununa
girdi; kamu harcamalarında, bütçe ödeneklerinde toplamı 3,6 milyar YTL’ye
ulaşan bir kesinti yapıldı.
Değerli arkadaşlar, ilgili Bakan, IMF’yle ilişkilerden sorumlu
Bakan “Bu kesintiler IMF olmasa da zaten yapılacaktı.” anlamında
değerlendirmeler yapıyor. Bunu Parlamentonun bütçe hakkına bir saygısızlık
olarak görüyorum. Eğer bu değişiklikler IMF olmasaydı da yapılacak idiyse,
bütçe 17 Ekim tarihinden bu yana Türkiye Büyük Millet Meclisinde, iki haftadır
Genel Kurulda görüşüyoruz, iki haftadan önce uzun bir süre de Plan ve Bütçe
Komisyonunda görüşüldü, bu değişiklikleri pekâlâ orada yapmak mümkündü.
Değerli arkadaşlar, IMF’yle varılacak olan anlaşmanın gereği
sadece 3,6 milyar YTL’yle sınırlı değildir, daha başka kesintiler de olacaktır,
daha başka gelir önlemleri de mutlaka olacaktır ama bugün görüşeceğimiz ve
bugün oylamasını yapacağımız bu bütçeye bunlar maalesef yansıtılmamıştır,
yansıtılmayacaktır. Yüzde 4 büyüme hedefiyle 2009 yılında bir bütçe
tasarlıyoruz, bunu kabul edeceğiz ama Hükûmet IMF’yle bu büyümenin yüzde 2 mi,
3 mü veya 2’nin altında mı olsun görüşmelerini yürütüyor. Değerli arkadaşlar, bunların
eskiden de olduğu şeklindeki bir açıklama geçerli değil. 2006 yılında Kamu Mali
Yönetimi ve Kontrol Kanunu yürürlüğe girdi. Cumhuriyet Halk Partisinin de katkı
ve destek verdiği bu Kanun kamu mali yönetiminde yeni bir düzen getirdi, bütçe
hakkı en geniş şekliyle tanımlandı. Parlamentonun, yasama organının karar
verdiği konularda bir bakanın, bir bürokratın imzaladığı niyet mektubuyla
değişiklik yapmak o kanuna aykırı, Parlamentonun bütçe hakkına aykırıdır.
Değerli arkadaşlar, bu tablo, Hükûmetin IMF’siz olarak yapmaya
çalıştığı, hazırlamaya çalıştığı, niyet ettiği ilk bütçe girişiminin
başarısızlıkla sonuçlandığını gösterir. Hükûmet bir bütçe yapamamış, bu bütçeyi
yapmak için IMF’ye başvurmuştur. Bunu üzüntüyle karşılıyorum. Türkiye'nin bu
bütçeyi küresel krizin şartlarına, durgunluğa giden Türkiye ekonomisinin
sorunlarına duyarlı olacak şekilde, çözüm araçlarını kapsayacak şekilde
hazırlayacak deneyimli kadroları vardır. Türkiye'nin kriz tecrübesi vardır. Bu
kadrolar, bu tecrübe bütçe sürecine yansıtılmamıştır. Son gün bütçe kanunu
maddeleri görüşülürken yapılan değişiklikler bunu göstermektedir.
Sayın Başbakan “Biz göreve geldiğimizde IMF’ye 26,5 milyar dolar
borçla Türkiye’yi devraldık.” diyor, “Şimdi 8,5 milyar dolar borcumuz var, bu
borcu biz ödedik.” diyor. Bu cümle, ondan önceki, AKP’den önceki Hükûmetin
ciddi bir eleştirisini taşıyor: “Türkiye ekonomisini, Türkiye Cumhuriyeti’ni
IMF’ye muhtaç hâle getirdiniz, IMF’den borç aldınız, hâlâ ödüyoruz, bitmedi.”
Bunu, bu eleştiriyi yapan Sayın Başbakan, şimdi IMF’den 20-25 milyar dolar
-veya belki daha başka bir rakam olarak kesinleşecek- almanın çalışmalarını,
hazırlığını yürütüyor. IMF’yle ilişkilerden sorumlu Sayın Bakan da evvelsi gün
burada yaptığı konuşmada IMF’den alınacak olan borcun faziletlerinden söz
ediyor; bu borcun düşük faizli olduğundan, bu borcun alınmasının Türkiye'nin
menfaatine olduğundan söz ediyor.
Kısa bir süre öncesine kadar IMF’ye karşı iddialı cümleler sarf
eden yetkililer -Sayın Başbakanımız, sayın bakanlarımız- bugün bu sözlerinden
(U) dönüşü yapmışlardır. Bu (U) dönüşüyle, çiftçiye yapılan destek ödemesinden
550 milyon YTL kesinti yapmakta tereddüt etmemişlerdir.
Yeniden IMF’ye gidilmesini krizle açıklamak mümkün değil.
“Efendim, şimdi küresel kriz var, ne
yapalım? IMF’ye gitmezsek buradan çıkışımız yok.”
Değerli arkadaşlar, böyle dersek, Türkiye ekonomisinin kendi
dinamiklerinden, uygulanan programdan ileri gelen, kaynaklanan sorunlarını
görmezsek, yine düze çıkamayız; sorumluluğu başkalarına atarsak dünyadaki krize
atarsak, dışarıdaki krize atarsak biz bu bütçeyle, hazırlanacak olan programla
yine düze çıkamayız.
2006 Mayıs-Haziranında yaptığımız hatayı yapmayalım. Neydi 2006
Mayıs-Haziranındaki olay? 2006 Mayıs-Haziranında, hepinizin hatırlayacağı gibi,
dünyada bizim dışımızda, diğer ülkelerde piyasalarda bir dalgalanma oldu,
borsalar düştü, dolar yükseldi, faizler yükseldi. Her ülkede oldu, bizde de
oldu ama biz daha çok etkilendik. Biz, en çok etkilenen bir iki ülkeden bir
tanesiyiz, çok etkilendik. Nisan sonunda yani 2006 Nisanının sonunda ikincil
piyasada hazinenin borçlanma faizi yüzde 14’ün altına inmişti, yüzde
13,7’deydi, kur 1,3’tü. O dalgalanmayla beraber kur 1,6’lara kadar yükseldi. İç
borçlanma faizimiz yüzde 20’leri geçti, 22’ye yaklaştığı dönemler oldu. Borsa düştü.
Daha sonra dengeler yerli yerine oturmaya başladı. Ama faizler bir daha hiçbir
zaman o seviyeye inmedi. Yüzde 16’nın altına inmedi faizler. Devamlı yüksek seyretti. 20 oldu, 21 oldu,
18, 19... Bir daha o faizi yakalayamadık. Kur daha aşağıya indi, 1,3’ün de
altına, 1,2’nin bile altına inen seviyeyi hatırlıyoruz. Borsa tekrar o dönem
yükseldi, toparlandı. Ama faizler hiçbir zaman inmedi. Bu sorun bizim
ekonomimizin birtakım yapısal sorunları olduğunu gösterir, bu tablo onu
gösterir. Hükûmet bunlara bakmadı. Büyümeye baktı. Ama büyümeyi diğer ülkelerle
kıyaslamadı. Evet, ekonomi büyüyor, ama diğer ülkeler bizden daha fazla
büyüyorsa buna dikkat etmek gerekir. 2006’dan itibaren rakamlara bakıyorum:
Büyümede, biz, bize benzeyen ülkelerden kopmuşuz. Gelişmekte olan ülkelerin
2006 yılı büyümesi yüzde 7,9. Biz kaçız? 6,9. 2007’de biz 4,6’ya düşmüşüz, bu
ülkeler 8 düzeyinde büyümüş. Afrika ülkeleri 2008 büyümesi 6,3. Sadece biz
büyümüyoruz, değerli arkadaşlar, konjonktür öyleydi. Bağımsız Devletler
Topluluğunun 2007 büyümesi 8,6; Orta Doğu ülkeleri 5,9. Demek ki bizim
büyümemiz ekonominin sağlıklı olduğunu göstermiyor. Büyüme oranlarında zaten düşüşe
geçmişiz.
Kur politikasıyla ilgilenmedik. Cari açığa bakmadık. Tasarruf
yetersizliğine bakmadık. Bugün “Krizi fırsat olarak değerlendirelim.” diyenler
2006 yılında bu dalgalanmayı bir fırsat olarak değerlendirip bizim ekonomimizin
dengelerini sağlamlaştıracak şekilde birtakım adımları atabilirlerdi. Bu
yapılmamıştır, çünkü 2006 dalgalanması bizden kaynaklanmıyordu. Şimdi de
yaklaşım: “Sorun bizde değil, sorun dışarıda. Küresel kriz nedeniyle Türkiye
ekonomisi etkileniyor.” Bu çok yanlış bir yaklaşım. Kurdaki yükselişin
gerçekleştiği ayda, ekim ayında “Şimdi de ihracatçı sevinsin.” dediğiniz anda
ihracat düşüyorsa, krize iyi teşhis koyamamışsınız demektir. “Kriz
psikolojiktir.” dediğiniz zaman, iş adamları borç yüzünden intihar ediyor,
fabrikalar üretimlerine ara veriyor, kapatıyor veya azaltıyorsa, işçi
çıkarıyorsa, krize doğru teşhis koyamamışsınız demektir.
Değerli arkadaşlar, konu budur, konu küresel kriz meselesi değil.
Evet, o bizi tabii ki etkiliyor ama bizim kendi ekonomimizin sorunları var. Bu
sorunları çözmemiz gerekir. Uygulanan programın hatalı sonuçları var.
Değerli arkadaşlar, 2009 yılı bütçesini görüşürken, evvelsi gün
burada kabul edilen önerge üzerinde durmak istiyorum çünkü bu çok ciddi bir
yaklaşım, Hükûmetin yaklaşımını gösteriyor. Bu yaklaşım nedir? Toplam 3,6
milyar YTL’ye ulaşan bu kesintide, aşağı yukarı bunun yarısı yatırım
harcamalarından kesinti olarak şekillendirilmiş. 1,8 milyar YTL yatırımlardan
kesiyoruz. Peki, 2009 yılında biz çok mu yatırım yapacağız? Hayır. 2009 yılı
yatırımı, toplam kamu sektörü yatırımının gayrisafi yurt içi hasılaya oranı
yüzde 3,7. Bir artış yoktur. 2007 yılı 3,8’dir, 2008 yılı 3,7. Hatta
küsuratları ifade etmedim, 2009’da 2008’e göre bir düşüş var.
Şimdi, özel sektör talebi düşüyor, yatırımı azalıyor. Bütün dünya,
Avrupa Birliği, “Talebin azaldığı, özel sektör yatırımlarının azaldığı bu
dönemde talebi artırmak, ekonomiyi canlandırmak üzere kamunun ağırlıkları
altyapıya verilmelidir” şeklinde bir çözüm arıyor. Daha üç hafta önce Avrupa
Birliği Komisyonunun aldığı karar, toplam 200 milyar euroluk teşvik paketinin
en önemli unsuru kamunun altyapı yatırımlarını yapmasıdır. Biz şimdi, bu
önergeyle, geleneksel IMF yaklaşımını benimsemiş olduk: Harcamalar kısılacak,
gelirler arttırılacak, faiz dışı fazla sağlanacak ve bununla Türkiye borçlarını
ödeyecek. Geleneksel IMF yaklaşımı benimsenmiştir. Ekonominin kendi sorunları dikkate
alınmamıştır, ekonominin direksiyonu yeniden IMF’ye verilmiştir.
Bu kesintinin bir diğer alt kalemi tarımsal destekleme, 550 milyon
YTL. Hiç tereddüt etmemiştir Hükûmet, tarımsal desteklemeden 550 milyon YTL’lik
kesinti yapılmasında tereddüt etmemiştir. Evet, bunu yaparken, Hükûmet bunu
yaparken kendine bir siyaset alanı bırakmayı da ihmal etmemiş. Yerel
yönetimlere merkezî bütçeden yapılan transferlerde çok ciddi artış var, yüzde
22 oranında artıyor. Millî gelir, gayrisafi yurt içi hasıla ne artacak 2009’da?
11,8. Hiç 11,8’in üzerinde bu bütçede herhangi bir toplum kesimine verdiğiniz
bir şey var mıydı? Yok. Peki, onu keselim? Hayır. Neden? Çünkü orada seçim
hesabı var, 2009 yılı Mart ayında seçim var. Seçim nasıl olsa köylerde değil,
seçim beldelerde. Onun için çiftçinin desteğini 550 milyon YTL kesebiliriz
anlayışı var. Bu ne demektir? Seçim harcamaları 2009 yılında çiftçinin
sırtından karşılanacaktır.
Değerli arkadaşlar, tarımdan devam etmek istiyorum. Tarım
sektörünün 2008 yılı destek tutarı 5,9 milyar YTL’ydi, 2008 yılı. Bütçe ne
getirmişti buraya? 5,5. Şimdi 550’ye yakın bir kesinti yaptık, 4,9’a düştü, 4,9
milyar YTL. Bu, taa, 2006 yılı rakamına yakın. Tarımsal desteklemede çiftçinin
desteğinde üç yıl geriye gittik ve asıl önemli olan bu destekler gayrisafi yurt
içi hasılaya oranla yapılır. Ekonomide o yıl yaratılan gelirin ne kadarı
oranında çiftçiye destek verdiniz, ölçü budur. Hükûmetin o beğenmediği,
eleştirdiği 2002 yılında bu oran yüzde 0,53’tür. Neye inmiştir şimdi 2009’da?
Bu kesintilerle 0,45’e. 2002’nin rakamını alıp “Onu şu kadara çıkardık.” demek
doğru değil, yanlış. 2002 yılının gerisindedir tarımsal destekleme.
Şimdi, birçok ödemeyi de Hükûmet arada bir yapmıyor, atlıyor.
Unutuyor mu diyelim acaba? Mazot ödemesini 2006 yılında yapmadınız, gübreyi de
yapmadınız. 2005’te yaptığınız mazot ödemesi de aslında 2004’ün ikinci
taksitidir. Öyle baktığımızda 2005’te de mazot ödemesini yapmadınız. Demek ki
2009 yılında çiftçiye ciddi bir şekilde belli kalemlerde kesinti yapacaksınız,
bunları belki yine yapmayı unutacaksınız veya belki başka şeyleri.
Fındıkta 2004 yılında bir don afeti meydana geldi Karadeniz’de.
Üreticinin 298 milyon YTL zararı oluştu. Bu zararın 200 milyon YTL düzeyindeki
kısmı 2004 yılından beri çiftçiye ödenmemiştir. Bu 5’inci bütçedir. Her sene
bütçesinde bunu söylüyorum. Tablo bu. Şimdi, belki -seçim var- bir miktar, burada, bu konuşmadan
sonra bir ödeme yapılabilir.
Değerli arkadaşlar, yeni bir bütçeyi konuşmaya başlarken
ekonomimizin hâlâ en önemli, en temel sorunu tasarruf yetersizliğidir.
Türkiye’de toplam yurt içi tasarrufların düzeyi giderek düşmektedir. 99 yılında
ekonomide meydana gelen küçülmeyle azalan, 2000 yılında uygulanmaya başlanan
programla beraber azalmayı sürdüren tasarruflar 2003-2008 düzeyinde en düşük seviyelerine
gelmiştir. Şimdi, ilgili bakanlar “Bu Türkiye ekonomisinin klasik sorunudur.”
diyorlar, “Türkiye ekonomisi öteden beri tasarruf açığı verir, cari açık
verir.” yaklaşımındalar.
Değerli arkadaşlar, 2004 yılında toplam yurt içi tasarruflarımızın
gayrisafi yurt içi hasılaya oranı 98 yılında yüzde 24,3’tür, yüzde 24. Özel
sektörün tasarrufu, kamu sektörünün tasarrufu, bunu millî gelire oranlıyoruz
yüzde 24,3. O yıl toplam yatırım, ekonominin yarattığı toplam yatırımın tutarı
22,4. Bakın, açık yok burada. Tasarruf yatırımdan daha fazla. Açık nedir?
Tasarrufunuz 100’dür, 120 yatırım yaparsınız, aradaki 20’yi gidip yurt dışından
temin ederseniz. Genellikle borçlanılır bu. Açık bu. Bakın, 98 yılı açık yok.
98 öncesi bazı yıllarda açık var ama hiçbir zaman 2003-2008 dönemindeki düzeyde
bir açık söz konusu değil çok daha yüksek yatırım tutarlarına rağmen, çok daha
yüksek tasarruf oranlarına rağmen.
Bu dönemde ne olmuş? 2002’de bakın toplam tasarrufların düzeyi
yüzde 18,5. Siz 2002’yi vereceksiniz mutlaka. Şimdi nedir? 2008’de 15,8. Aşağı
inmiş. Kamu sektöründe bir miktar düzelme olmuş 2004’ten itibaren, 2005’te
artıya geçmiş, 2006’da iyi bir seviye yakalanmış. 2006’dan itibaren kamu
tasarrufları tekrar azalmaya başlamış. 2007 düzeyi 2006’nın aşağı yukarı yarısı.
2008, 2007’den de aşağıda. Özel sektör tasarrufları ne olmuş? Özel sektör
tasarrufları 98’de 25,7, 2002’de 23,4’e, 2008’de 13,8’e inmiş. 2009 aşağı
yukarı aynı rakamı öngörüyor. Özel sektör tasarrufunda yarı yarıya bir azalış
var. Özel sektör yurt dışından kaynak temin ediyor yatırım yapmak için. On
yılda yarı yarıya düşen bir tasarruf seviyesi var.
Efendim, belki başka ülkeler de öyle olabilir diye düşünülebilir.
Böyle bir tablo yok. Tasarruf eksiği olan ülkeler var, onları da şimdi size
söyleyeceğim ama dünya ortalaması 2007 yılı için yüzde 23,7. Bizden aşağı
yukarı üçte 1 oranında fazla.
Efendim, dünya ortalamasını gelişmiş ülkeler yükseltiyor olabilir
diye düşünülebilir. Hayır. Bakın, gelişmekte olan ekonomilerde bu oran yüzde 33
değerli arkadaşlar. Çin ve Hindistan’ı vermiyorum, onlar çok daha yüksek. Yeni
sanayileşen Asya ülkeleri yüzde 32. Kimler düşük? IMF’ye giden ülkeler.
Macaristan 18, Letonya 13,6; İzlanda 13,3. Çoğaltabiliriz. Kimin tasarrufu
düşükse o ülke IMF’ye başvurmuş. Bizim de tasarrufumuz düşük. Uygulanan program
tasarrufları düşürmüştür. Yurt dışından gelen kaynaklarla, önemli ölçüde
borçlanmayla ekonominin çarkları çevrilmeye çalışılmıştır. Para girişi durduğu
anda, azaldığı anda sorun başlıyor ve IMF’ye gidiliyor. Tablo budur. Kısır
döngü. 2002 öncesinin de sorunları vardı ama böyle bir sorun bu dönemde
derinleşmiştir. Bu dönemde derinleşmiştir. 90’lı yıllar, büyüme oranlarının
düşüklüğüne rağmen tasarruf açısından problem yaşamadığımız dönemlerdir.
Cari açık: Tasarruf eksikliğinin, yetersizliğin öbür yanı cari
açıktır. Ekonomi cari açık veriyor. Yine IMF’den sorumlu Sayın Bakan evvelsi
gün burada açıklama yapıyor. “Cari açık büyümenin doğal sonucudur, hep vardır
Türkiye’de. Hep vardır.” Bakalım var mı?
HALİL AYDOĞAN (Afyonkarahisar) – Hazineden sorumlu diyecektiniz
galiba, “IMF’den sorumlu” dediniz.
MEHMET AKİF HAMZAÇEBİ (Devamla) – IMF’yle ilişkilerden sorumlu
Sayın Bakan veya hazineden sorumlu Sayın Bakan.
Evet, şimdi, bakın, cari açık giderek yükseliyor Türkiye’de.
Büyüme oranının düşmesine rağmen giderek yükseliyor. Fazla oran vererek sizi
rakamlara boğmayayım. Ben 83-97 dönemini aldım, bu dönemden on bir tane yıl
seçtim, büyüme oranlarının yüksek olduğu yılları aldım. Bu on bir yılın
ortalama büyümesi yüzde 7,2. En düşük büyüme burada 4. 4’ten aşağı büyüme olan
yılları almadım. Yine bu dönemin cari açık ortalaması -aritmetik ortalamayı
aldım- yüzde 1,8. -83-97- yüzde 9’luk gayrisafi millî hasıla büyümeleri var.
Bakın, 87 yılında 9,8’lik büyüme var, cari açığımız eksi 0,9.
Değerli arkadaşlar, en yüksek cari açık 8,1’lik büyümenin olduğu
93 yılında, 3,5. 3,5’ten daha yüksek bir cari açık yok. O nedenle iddia
edemezsiniz büyümenin doğal sonucu cari açıktır diye; böyle bir şey yok.
İkinci gerekçe nedir? “Efendim, petrol fiyatları artıyor, petrol,
enerji ham maddeleri, doğal gaz, bunların ithalatına verdiğimiz para artıyor.”
Evet, artıyor, doğru ama Türkiye ithalat yapıyor, ihracat yapıyor. Bunun
ithalat içindeki payına bakmak gerekir. Bunun ithalat içindeki payı 2002
yılında yüzde 18. 2007 yılında neye gelmiş bu? 19,9’a. İhracata bakalım,
ihracat gelirlerimizin yüzde 25,6’sı bu petrol ve enerji ithalatına gidiyordu,
2007’de yüzde 31,5’i. Evet, bir miktar artış var ama cari açıktaki bu kadar
olağanüstü yükselişin gerekçesi olabilecek bir durum yok ortada. Ayrıca,
yabancılar, Türkiye’ye kredi verenler “Petrol fiyatları yükseldi, ne yapalım,
Türkiye'nin böyle bir mazereti var.” demiyorlar, cari açığın büyüklüğüne
bakıyorlar. Cari açık cari açıktır.
Değerli arkadaşlar, peki, bu cari açık niye artıyor? Doğrudan
doğruya uygulanan kur politikası, bu kuru, bu kur politikasını da, kur
seviyesini de bir şekilde destekleyen faiz politikası. Şimdi “Bizim kur
hedefimiz yok, dalgalı kur var.” denebilir, ama yüksek kurla, yüksek faizle her
zaman Türkiye’ye para girişini sağladık ve Türkiye’de kur daima aşağı düştü.
Bunun sonucunda ne oldu? Bunun sonucunda bizim sanayimiz imalat sanayimiz
ithalata bağımlı hâle geldi.
Rakam vermek istiyorum. Dâhilde işleme rejimi vardır biliyorsunuz,
yani ihraç edilmek üzere Türkiye’de üretilecek olan bir malın girdisinin ithal
edilmesi hâlinde, bu girdi nedeniyle ithalatta KDV, ÖTV ödenmez. Hangi şartla?
Üretilen ürün ihraç edilmek şartıyla. Örneğin iplik getirirsiniz, kumaş
üretirsiniz, kumaşı ihraç edersiniz. Bu şekilde ithal edilen girdilerin ihraç
edilen ürünlere oranı 1997 yılında yüzde 45; 2002’de yüzde 44,3; 2007’de 62,1.
Sanayi dışa bağımlı, sanayiyi ithalata teşvik etmişiz, Uzak Doğu’dan ithalatı
teşvik etmişiz. Kur politikasının yarattığı baskı, sanayiciyi ayakta kalabilmek
için daha ucuz girdi arayışına yöneltmiş, böylece bizim dış ticaret açığımızda
Asya ülkelerinin payı giderek artmaya başlamış. Buna “dış ticaret açığının
Asyalılaşması" diyoruz.
Sanayici ne yapıyor? Bir: Bu yola başvuruyor. İki: İstihdamı
sınırlıyor. Üç: Ücret artışlarını sınırlıyor. Kamu ve özel sektör işçilerinin
reel ücret düzeylerinde -2002-2007 dönemini kıyaslarsak- artış değil, azalış
vardır. Hükûmet asgari ücretteki artışı söylüyor ama özel sektör işçisinin
ücretindeki, reel ücretteki azalmayı söylemiyor. Peki, neden bu politikada
ısrar ediliyor? Mademki sanayiciye, imalat sanayisine, Türkiye ekonomisine bu
kadar olumsuz etkisi var, bu kur politikasında, bu faiz politikasında -kısaca-
bu programda neden ısrar ediliyor?
Değerli arkadaşlar, bir: Düşük kur enflasyonu indirmede yardımcı
oluyor, evet, bir yönü bu. İki: Bir şekilde döviz cinsinden borçlarımızın az
gözükmesine neden oluyor. Doların karşılığı YTL tutarı azaldıkça, YTL cinsinden
tanımladığımızda döviz borçlarımızın miktarı azalıyor. E, dolar cinsinden kişi
başına millî gelir artışları hepimizin hoşuna gidiyor, hepimizin. 2002 yılında
kişi başına millî gelir 3.517 dolardan, şimdi, 2008’de 11.200’e çıkmış
gözüküyor. Ancak Devlet Planlama Teşkilatının rakamları bu kıyaslamanın sabit
fiyatlarla yapılması gerektiğini söylüyor. Bu rakam da 2002’de 4.210 dolar,
2008’de -eğer tutarsa, tutmayacak tabii- 5.668 dolar, 2007 sonunda 5.514
dolardır. Yani beş yılda 2002’den 2007’ye yüzde 31’lik bir artış vardır. Peki,
3 kat artış ne oldu? Onları kazanmamıştık, onları düşük kurla kazanıyor gibi
gözükmüştük. Şimdi yükselen kurla onları geri vereceğiz, elimizde biraz önce
bahsettiğim oran kalacak. Eğer onu da koruyabilirsek, 2009 ekonomisinin, 2009
programının nasıl bir sonuç vereceğini bilmiyoruz.
Değerli arkadaşlar, değerli ulusal para politikasını sonsuza kadar
götürebilmiş bir ülke yok. Mutlaka, kur, sonunda bir yerde kendisini
düzeltiyor.
Değerli arkadaşlar, borç stokuna gelmek istiyorum. Borç stokunda
gayrisafi yurt içi hasılaya oranı Hükûmet kullanıyor, “Bir düşüş sağladık.”
diyor. Ancak bu düşüşün artık sonuna gelindi, 2009’dan itibaren borç stoku
gayrisafi yurt içi hasılaya oran itibarıyla da yükselecek. Bir hesap yaptım:
2009’da ortalama kur 1,64 olursa, büyüme 1,1 olursa, deflatör 9,8; faiz de
yüzde 18 düzeyinde olursa -bizim bu borcumuz- IMF’den de işte 20-25 milyar
dolar deniliyor, onun da 10 milyar dolarlık bölümü alınırsa yüzde 39 düzeyinde
olan bu oran yüzde 43’e yaklaşıyor. Evet, borç kıyaslamalarında artık IMF’den
alınacak olan borcu da hesaba katmak gerekiyor.
Ekonominin toplam borcu, kamu-özel sektör borcu 221 milyar
dolardan 2008’de 498; 500 milyar dolara çıkmıştı.
“Efendim, net borç stoku, İşsizlik Fonu var, kamunun mevduatı var,
bunları düşelim…” O ayrı bir hesap. Dışarıya, alacaklıya ödeyeceğimiz para
-kamu ve özel sektör- 500 milyar dolar. Nereden devraldı Hükûmet bunu? 223
milyar dolardan devraldı. Evet, 2,5 kata doğru giden bir artış var.
Şimdi, Hükûmet, değerlendirmelerinde kamu sektörü borcunu esas
alıyor, özel sektör borcunu dikkate almıyor. Yani, “Özel sektör borcu bize ait
değil.” şeklinde bir anlayış var. Değerli arkadaşlar, bütün borçlar ekonominin
borcudur. Şimdi, özel sektörün borcu dediğimiz zaman bu hafife alınacak bir
rakam değil. Bakın, özel sektörün borç rakamlarını Merkez Bankası yayımlıyor.
En son yayımladığı rakamda –eylül ayı itibarıyla yayımladı- kısa vadeli borçlar
yok, kısa vadeli borçları da kattığımız zaman özel sektörün 2002 yılı borcu 43
milyar dolardır, şimdiki borcu, 2008’in Eylül ayı itibarıyla, yaklaşık 195
milyar dolardır. Bu borcun üçte 2’si reel sektöre, üçte 1’i bankalara aittir.
Reel sektör itibarıyla konuşuyorum: Reel sektörün döviz borcu
yanında döviz varlıkları da vardır, bunu da dikkate almak gerekir. Bunu da
dikkate alırsak, reel sektörün yani üretim sektörünün toplam döviz açığı 81
milyar dolardır. 81 milyar dolar açık var. Şimdi, “Bana ne.” diyemezsiniz. Bu
programın, Hükûmetin bugüne kadar uyguladığı programın temel varsayımları
neydi: Kamu sektörü yatırımları azalacak, özel sektör ağırlıklı bir büyüme
modeli olacak. Belli yıllarda çok yüksek büyümeler de elde edildi ve Hükûmet bu
büyümelerle övündü. Eğer, büyüme yüksekse övünmek de Hükûmetin tabii ki
hakkıdır, ama büyümeyi sahipleneceksiniz, iş borca gelince, “Ben karışmam.”
diyeceksiniz! İş 43 milyar dolardan 195 milyar dolara çıkmış, sizin
döneminizde.
ALAATTİN BÜYÜKKAYA(İstanbul) – Kaç yıllık borç? Kaç yıla yayılmış
borç?
MEHMET AKİF HAMZAÇEBİ (Devamla) -
Bakın, kısa vadeli borcu söyledim. Hemen önümüzdeki bir yıl içinde
ödenmesi gereken yaklaşık 47 milyar dolardır. Öyle zannetmeyin ki, hepsi uzun
vadeli. Bir yıl içinde ödenmesi gereken borç 47 milyar dolardır, kısa vadeli
olanları saymıyorum.
Şimdi, programa herkesin inanmasını isteyeceksiniz, programa
güvenip, o günkü kura güvenip borçlanan özel sektörü kur yükselişi karşısında
yalnız bırakacaksınız, yolda bırakacaksınız, yarı yolda bırakacaksınız. Değerli
arkadaşlar, bunu kabul etmek mümkün değil.
Değerli milletvekillerim, bütçe açığına gelmek istiyorum. Bütçe
açığında 2002’den bu yana bir azalış var ama bu azalışın -2006’da en iyi
seviyesine gelen bu azalışın- 2007’den itibaren tekrar yükselmeye başladığını
unutmayalım. Açık yükseliyor. Tekrar her seferinde “Efendim, 2002 böyleydi.”
deyip 2002’yle kıyaslamayı doğru bulmuyorum, bugüne gelelim artık. 2008
bütçesinin bütçe açığı 14,1 milyar YTL ancak bu açık gerçekçi değil. Bugüne
kadar olmayan bir şeyi Hükûmet yaptı; İşsizlik Fonu’nun nema gelirinin 1/4’ünü
gelir yazdı 2008’de. Bugüne kadar hiçbir hükûmet bu cinliği akıl etmedi.
2009’da da yine İşsizlik Fonu ve Özelleştirme Fonu gelir fazlalarını -bu,
2008’de de var- bütün bunları gelir yazdı, özelleştirme gelirlerini bütçeye
aldı. Bugüne kadar yok bunlar. Telekom dışında hiçbir KİT’in satışından elde
edilen gelirin bütçenin gelirleri arasına alınması söz konusu değil merkezî
yönetim bütçesinde. 2008’de bu şekilde bütçeye gelir yazılan rakam 7,1 milyar
YTL, 2009’da bu rakam 14,1 milyar YTL. Gerçek açık ne oluyor o zaman? 2008’in
14,1 milyar YTL olan açığı 21,2 milyar YTL’ye çıkıyor. 2009 ne oluyor? 13
milyar YTL’lik açık 14 milyar YTL ilavesiyle 27 milyar YTL’ye çıkıyor, açık bu.
Şimdi, evvelsi gün kabul edilen önergelerle işte bunu biraz düşürmeye çalışıyor
Hükûmet.
Burada geçen hafta bütçenin tümü üzerindeki görüşmeler sırasında
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal, ihracattaki azalışı
gösteren tablolar sunmuştu. Devletin rakamlarına dayalı olarak hesaplanmış
tablolar. İktidar partisinin grup başkan vekili bir arkadaşımız bunu illüzyon
olarak nitelemişti. İllüzyon burada değerli arkadaşlar. İllüzyon burada.
Buralara kadar bu bütçeyi getirdiniz ama illüzyonu IMF’ye anlatamadınız
herhâlde. Bütçe açığındaki durum bu.
Faiz giderlerinde durum nedir? Faiz giderlerinde bir azalış var
ama bu azalış 2007’den itibaren durmuş durumda. 2007-2008 bütçe giderlerinin
yüzde 24’ü düzeyinde faiz gideri, orada kalmış, daha aşağıya inmiyor. Bundan
sonra da yükseliş söz konusu. Neden inmiyor? Ya pahalı borçlanıyoruz ya
borcumuzun vadesi kısa ya da hepsi birden.
Değerli arkadaşlar, borç stokumuzun, borcumuzun faizi yüksek.
Büyüme oranı düşmesine rağmen, faizlerde herhangi bir düşüş yok ve reel faizin
büyüme oranından daha fazla olduğu dönemlerde -ki bunlar 2006-2007
dönemleridir, 2008 dâhil- borç stokunun artışı gibi bir sonuç doğar. Kur
yükselişini ihmal ederseniz, kur etkisini ihmal ederseniz, eğer büyüme
oranından daha yüksek faiz veriyorsanız borç stokunuz azalmaz, faiz
giderleriniz azalmaz. 2006’da reel faiz olarak da hazinenin faiz rakamlarını
alıyorum. 2006 büyümemiz 6,9; 2006 reel faiz oranımız yüzde 7,8; aşağı yukarı
0,9 puanlık, 1 puanlık fark var. Bu fark 2007’de 3,2’ye çıkıyor. 2003-2007
ortalaması yüzde 2,1. Büyüme oranı düştükçe reel faizi düşürmediğiniz sürece
faiz giderlerinde azalma sağlamak mümkün değildir.
Diğer ülkeler nasıl? Diğer ülkeler bizden iyi. Avrupa Birliği
üyesi ülkelerini vermeyeceğim. Avrupa Birliği üyesi ülkelerin faiz giderleri
ortalaması bizim yarımız kadar. Biz onların 2 katı düzeyde faiz ödüyoruz,
onlarla kıyaslamayacağım. Bakın, borçlanma faiz oranı Hindistan’da yüzde 13,
“Efendim, TÜFE düşük orada, enflasyon düşük.” denebilir. Hayır, enflasyonu da
yüzde 6-7 aralığında. Mısır’ın faizi yüzde 12,5; enflasyonu yüzde 11 düzeyinde.
Endonezya, faizi yüzde 13,8; enflasyonu yüzde 7’lerde. Pakistan yine aynı
şekilde. Hepsinin faizi bizden çok daha iyi konumda. Yani biz, “bize benzer”
demeyelim, bizim kendimizle kıyaslamaya uygun görmediğimiz ülkelerden daha
yüksek faiz oranlarıyla borçlanıyoruz. Bu, bir problem olduğunu göstermiyor mu
değerli arkadaşlar? O ülkelerin cari açıkları, borç stokları da bizden daha iyi
durumda değil. Bakın, Hindistan’ın borç stoku bizim yüzde 50 fazlamız gayrisafi
yurt içi hasılaya oran olarak, cari açığı yüzde 2,8. Bakın, cari açığı yüzde
2,8; buna dikkat edin. Mısır, 3 kata yakın borç stokunda ama ona rağmen,
borçlanma faizi yüzde 12,5’larda, cari açığı 2007 yılında son derece düşük, yok
denecek düzeylerde.
Değerli milletvekilleri, değerli YTL politikası, cari açık, bu iki
problem Türkiye'nin yüksek faiz vermesini gerektiriyor. Şimdi, IMF ile yeni bir
dönem anlaşmasını yapacak Hükûmet. IMF yine geleneksel yaklaşımını gösteriyor,
Hükûmet de bunu aynen kabul ettiği takdirde sorun derinleşecektir, önümüzdeki
dönem Türkiye ekonomisinin sorunlarına çözüm getirmeyecektir.
Bütçe gelirlerine gelmek istiyorum. Bütçe gelirlerinde durum iyi
değil. Gelir performansında bir düşüş var. Güçlü bir gelir idaresinin varlığına
rağmen, Hükûmetin politika kararlarındaki zayıflık, bazı vergi indirimlerindeki
önceliğin iyi belirlenmemiş olması, gelir seviyesinin düşmesine neden olmuştur.
Bizim gelir seviyemiz, toplam bütçe geliri seviyemiz, 2002 yılından daha
aşağıdadır. 2002 yılı bütçe gelirlerinin gayrisafi yurt içi hasılaya oranı
22,7’dir, 2008’de bunun 21,7 olması öngörülmüştür. Biraz önce, İşsizlik
Fonu’ndan, Özelleştirme Fonu’ndan yapılan aktarımlardan söz ettim, onlar hariç.
Onu da dâhil ettiğimizde 1,8’e düşüyor. Yani, bu demektir ki 2008 yılında
Hükûmet 2002 düzeyinde gelir toplayabilmiş olsaydı 17 milyar YTL daha bütçede
gelir olacaktı. Şimdi diyor ki yetkililer, bakanlarımız: “Efendim, bütçenin
durumu malum, o nedenle oran indirimi yapamıyoruz.” Tablo burada, onu da kendi
içinde tutarlı kabul etmiyorum ama bütçenin gelir düzeyini Hükûmet bu hâle
getirmiştir.
Vergi yükünde, 2009 yılı bütçesinde de 2008’e göre bir artış var,
ciddi bir artış var yani 2009’da vergi yükü artıyor. “Efendim, vergi borçlarını
taksitlendirdik.” Oradan elde edilecek gelirle izahı mümkün değil bu artışın.
2003-2004’te de vergi barışı uygulaması yapıldı. O dönemin vergi geliri
düzeylerine bakın, normal, anlamlı yani kendi içinde makul sayılabilecek
artışlardır onlar. Gelir tarafı tutarlı değil.
“Vergi adaletinde Hükûmet başarılı olamamıştır.” şeklinde nazik
bir ifade yerine “Başarısız olmuştur.” ifadesini kullanacağım. Vergi adaleti
kötüleşmiştir. Hepimizin bildiği ölçü, dolaylı vergiler yani özel tüketim
vergisi, katma değer vergisi gibi, tüketicinin sırtından bütçeye giren
vergilerin oranı 2002 yılında yüzde 59, bu oran 2008 yılında yüzde 65’e gelmiş.
Bozuluyor, vergi yükü daha çok tüketicinin omzunda, daha çok dar gelirlinin
omzunda.
Şimdi, bakanlarımız şöyle bir kıyaslama yapıyorlar, yine, Hazineden
sorumlu Bakanımız burada yaptı: “Efendim, sosyal güvenlik primlerini de dâhil
ederek bir kıyaslama yapmak gerekir.” Doğru, uluslararası kıyaslama öyledir. O
şekilde bir kıyaslama yapalım: Sosyal güvenlik primlerini de dâhil ettiğimizde
bizim dolaysız vergilerimiz yüzde 51’e, dolaylı vergiler de yüzde 48-49’a
geliyor. Peki Avrupa Birliği ortalaması nedir dolaylı vergilerde? Bu şekilde
yapılan kıyaslamada yüzde 34. Yani Avrupa Birliği ortalamasından yaklaşık yüzde
50 oranında yükseğiz.
Vergi yüküne, vergi konusuna gelince, Sayın Maliye Bakanının
bütçenin tümü üzerinde yaptığı konuşmada söylediği bir şey vardı, onu sizlere
hatırlatmak istiyorum. Kendi dönemlerini anlatırken “Efendim, 90’lı yıllarda
mali denge vergisi vardı -ekonomik denge vergisini kastediyor- Şimdi var mı,
bakın.” diyor. Evet, şimdi yok ama 99 yılındaki depremden sonra o zamanki
Hükûmetin çıkarmış olduğu süreli vergiler vardı: Cep telefonu konuşmaları
üzerinden alınan özel iletişim vergisi. Evet, bu verginin süresi 31 Aralık 2002
tarihinde sona eriyordu. O zamanki AKP Hükûmetinin 2003’te yaptığı ilk iş, özel
iletişim vergisini daimî hâle getirmek oldu. Bu yetmedi, ondan iki yıl kadar
sonra evlerdeki, iş yerlerindeki sabit telefonlarla yapılan konuşmalar
üzerinden de özel iletişim vergisi alınması uygulamasını getirdi. Belki
vatandaşlarımız bu elektronik ödeme nedeniyle faturalarda o rakama dikkat
etmiyor olabilir, ama sabit telefon faturalarına bakıldığında görülecektir. Bu
da bu Hükûmetin maharetidir, öyle söyleyelim.
Başka vergiler de var. Özel işlem vergisi de geçiciydi, bazı
işlemlerden, kâğıtlardan alınıyordu. Onu da kaldırdı, güya o vergi şimdi yok
ama diğer vergilerin, harçların arasına katarak onu da gözden kaybetti. Ama o
vergiler var.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; uygulanan ekonomik
programın başarısını ölçmemiz gereken alanlardan birisi de işsizlik alanıdır.
İşsizlik konusunda program ne kadar başarılı olmuştur? Eğer ekonomi büyüyor,
buna rağmen işsizlik azalmıyorsa, istihdam artmıyorsa bu büyümede bir problem
var demektir, bu büyüme bazı vatandaşlarımıza gitmiyor demektir.
Sayın Başbakan buradaki konuşmasında “Biz göreve geldiğimizde
işsizlik oranı yüzde 10,3’tü, şimdi de 10,3’tür.” dedi. Yani “Başarılı olamadık
ama başarısız da değiliz.” anlamında anlıyorum ben bu cümleyi.
Bir kere, kıyaslanan rakamlar doğru değil. Rakamlar doğru,
dönemler doğru değil. Sayın Başbakanın sözünü ettiği 10,3’lük rakam Ağustos,
Eylül, Ekim 2008 rakamıdır yani bu yılın son çeyreği değil. Dolayısıyla bu
yılın bu rakamını 2002 yılında o döneme denk gelen bir dönemle kıyaslamak
gerekir. Dönemlerde bir ay TÜİK kayma yaptı. 2002’nin Temmuz, Ağustos, Eylül
dönemini alıyorum, bu rakam o zaman yüzde 9,6’dır. Yani 9,6’dan 10,3’e
çıkmıştır işsizlik, eğer bu dönemi kıyaslayacaksak. Bu dönemde daha küresel
krizin etkileri yok, biz kendi ekonomik programımızı uyguluyoruz. O nedenle bu
artışı da onunla açıklamak mümkün değil.
BAŞKAN – Sayın Hamzaçebi, on dakikanız kaldı.
MEHMET AKİF HAMZAÇEBİ (Devamla) – Teşekkür ederim Sayın Başkan.
İşsizlik oranı 2002’de neydi, 2002 sonunda? 10,3. 2007’yi alırsak
9,9. 2008’in ne olacağını bilmiyoruz
henüz. İşsizlik oranında bir düşüş gözüküyor 2002’den 2007’ye.
Değerli arkadaşlar, bunu biraz açmak istiyorum: Bu bize doğruları
göstermiyor. Bunu iş gücüyle beraber değerlendirmemiz gerekir. Türkiye’de nüfus
her yıl artıyor. Artan nüfusa paralel olarak çalışabilir nüfus dediğimiz
on beş yaşın üzerindeki nüfusun
çalışabilecek konumda olan kişilerini ifade ediyor, artıyor. Çalışabilir nüfus
artarken, çalışma çağındaki nüfus artarken bunun, iş gücü olarak, iş arayan,
çalışan kısmında bir azalma olabilir mi? TÜİK rakamları azalma gösteriyor. 2002
yılında yüzde 49,6 olan bu oran, 2007’de 47,8’e inmiş. O nedenle işsizlik oranı
-biraz- 2008’de 9,9’a inmiş gözüküyor. İş gücüne katılma oranını, 2002’deki
yüzde 49,6’yı aynen 2007’de alırsak yani 2007’de de bu oran olsaydı bizim iş
gücümüz yaklaşık 900 bin kişi fazla olacaktı. Bunun anlamı işsiz sayımız da bu
miktar artacaktı. 2 milyon 333 bin olan işsiz sayımız 3 milyon 200 binlere çıkacak,
onu geçecekti. İşsizlik oranı da 9,9 yerine 13,2 olacaktı. Ğerçek budur.
İşsizlik rakamlarını aslında daha da düzeltmek gerekir fakat oraya
girmeyeceğim ama bu çerçevede bir şeyi daha söylemek istiyorum: TÜİK’in
istatistiklerinde işsiz olup da iş aramayan bir kesim var. Bu kesim, iş
aramıyor ama iş bulursa hemen işbaşı yapmaya hazır. bu kesimin sayısı 1 milyon
800 bin. 2002 rakamı 1 milyon 20 bin. 2002 ile 2008’i rakamsal olarak, miktar
olarak kıyaslamak aslında doğru değil çünkü 2006’dan geriye bu rakamları TÜİK
düzeltmedi ama düzeltirse 2002 rakamı daha azalacak. Ben şimdilik onu esas
alıyorum. Buna göre 800 bin artış var.
Bunun bir alt kalemi daha var: İş bulma umudunu kaybetmiş olanlar.
O rakam 73 bin, şimdi olmuş -2007 sonunda- 641 bin. Program iş bulma umudunu
kaybeden vatandaşların sayısında bir patlama yaratmış. Evet, bu insanlarımızın
psikolojisini sizlerin dikkatine sunuyorum.
Değerli milletvekilleri, enflasyon hedeflemesi rejimini uyguluyor
Hükûmet 2006’dan bu yana. 2006 yılından bu yana bu rejim başarılı olmadı.
Hedeflenen enflasyondan daima daha yüksek oranda bir enflasyon gerçekleşti.
2006 yılında hedeflenen enflasyon 5’ti, gerçekleşen bunun 2 katına yakın, yüzde
9,6 oldu. 2007’de hedeflenen yüzde 4’tü, gerçekleşme 2 katından daha fazla
oldu; 8,4. 2008’de 4 hedeflenmişti, gerçekleşme yüzde 10 olarak bekleniyor.
Dikkat ettiyseniz 2004 yılındaki oran 9,3; 2005’te 7,7. 2004 yılında Türkiye
tek haneli enflasyonla tanıştı, olumlu bir gelişmeydi, 2005’te bu devam etti
ama 2006’dan itibaren enflasyon tekrar yükselmeye başladı ve Türkiye dört
yıllık aradan sonra ilk kez bu yıl çift haneli enflasyonla yeniden tanışmış
olacak. Bunu uluslararası emtia fiyatlarıyla, efendim, ithal edilen ürünlerin
fiyatlarıyla açıklamak mümkün değil. Kur politikasının yardımına rağmen bakın
burada fiyatlar yükseliyor. Demek ki bir şeyler yanlış gidiyor. Merkez Bankası
bunun bir yanılma payını koymuş, işte “2 puan altında, 2 puan üstünde
yanılabiliriz. Yanılırsak olabilir, o normaldir.” demiş, o yanılma paylarını da
geçmiş gerçekleşmeler.
Değerli arkadaşlarım, peki enflasyon hedeflemesi, açık enflasyon
hedeflemesi ne işe yarıyor? Bir tek işe yarıyor: Kamu personelinin ücretlerini
sınırlandırmaya yarıyor. Hükûmet kamu personeline yapacağı ücret ödemelerini
hedeflenen enflasyon kadar veya onun çok sembolik sayılabilecek bir düzeyde
üstünde belirliyor. Bu farkı geçerse eğer gerçekleşen enflasyon, bütçe kanunuyla
memura verilmesi öngörülen, kamu personeline verilmesi öngörülen rakamı geçerse
aradaki farkı da telafi ederim diyor Hükûmet. Evet, telafi ediyor, ediyor ama
enflasyon rakamları ortaya çıkıp kesinleştikten sonra. Yani kamu personeli on
iki ay veya yılın ilk altı ayı veya ikinci altı ayı, neyse, o yüksek
enflasyonla yaşıyor, daha sonra temmuz ayında veya yılın ikinci yarısı için ise
bu, ertesi yılın ocak ayında bu fark veriliyor. Bir yıl süreyle o yüksek
enflasyonla memur yaşıyor. Bu bir telafi değil değerli milletvekilleri, bu bir
telafi değil.
Hükûmetin enerji politikasına çok kısaca girmek istiyorum çünkü
enerji bu bütçenin de önemli bir alt kalemi, ekonomimizi de çok yakından
ilgilendiriyor. Bütçe rakamlarına göre enerji politikasında bir başarısızlık var.
2002’den 2008’e enerjide AKP yatırımsız bir döneme imza atmıştır. Her yıl artan
yüzde 8 oranındaki enerji talebine, elektrik talebine karşılık ne kamu sektörü
ne özel sektör ciddi bir yatırım yapmamıştır. Talep artmış, yatırım yapılamamış
ve bu, ekonomide durgunluğa giden bu sürecin başlangıcı sayabileceğimiz döneme
kadar Türkiye enerji yedeği olmayan bir ülke konumundaydı. Arz yetmiyor, arz
güvenliği kalmamış. Şimdi ekonomideki küçülme Hükûmetin enerjideki umudu
olmuştur. Ekonomideki küçülme enerji talebini düşürdüğü için Hükûmet umudunu
maalesef buna bağlamıştır.
Değerli milletvekilleri, enerjideki yatırım rakamları 2002’den
2008 yılına çok ciddi bir azalış göstermektedir. Çok ciddi bir azalış vardır.
Kamu sektörü ve özel sektör yatırımlarının toplamı olarak alırsak 2002’deki
yatırım tutarı 5,4’tür, 2008’de bu rakamın 9,4 olması öngörülmüştür. Kamu
sektörü ne yapmış? 3,5 milyar YTL’lik 2002 yılında yatırım yapmış, 2008’de bu
rakamın altında. Özel sektör yatırımı da durumu kurtarmıyor. Hepinizin bildiği
gibi bu yatırımları millî gelire, gayrisafi yurt içi hasılaya oranla ölçmek
gerekir. 2002 yılındaki oran 1,5’ken bu oran 2008’de 0,9’a düşmüştür. 2003-2008
döneminin 2002’ye kıyasla eksik kalan yatırımlarını bugün tamamlayalım desek 40
milyar YTL’lik bir yatırım gerekmektedir enerjide ama böyle bir niyet, böyle
bir arzu maalesef göremiyorum.
Şimdi, küresel kriz Türkiye ekonomisini de etkiliyor tabii ki.
Bizim kendi ekonomimizden kaynaklanan sorunlar yanında küresel kriz bizim
ekonomimizi de etkiliyor. “Hükûmet ne önlemi almıştır?” diye sorarsam benim
vereceğim cevap: Almış olduğu herhangi bir önlem yoktur.
Merkez Bankasının para politikasına yönelik olarak aldığı önlemler
vardır, para politikası önlemleri ama kriz çözüm araçları diyebileceğimiz
önlemler grubunda Türkiye hiçbir şey almamıştır, hiçbir önlem almamıştır.
OECD’nin bu konuda yayınladığı bir raporu var. Raporda Türkiye, kriz çözüm
araçları grubunda hiçbir önlem almayan ülke olarak tanımlanmıştır.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN – Sayın Hamzaçebi, bitirin lütfen.
MEHMET AKİF HAMZAÇEBİ (Devamla) – Bitiriyorum Sayın Başkan.
Mevduat garantisine ilişkin yetkiyi Hükûmet Meclisten almış,
bugüne kadar bu yetkiyi kullanmamıştır. Şimdi yapılan, Sayın Başbakan
tarafından, bankaların hedef gösterilmesi olmuştur. Bankalar kredi açmıyor.
Evet, bankalar kredi açmıyor, bankalar kredi açsın.
Değerli milletvekilleri, bu şekilde olmaz. Ekonomide güven
ortamını sağlayacaksınız. Güven sağlayacak adımları atacaksınız. “Kriz
psikolojiktir.” cümlesiyle “Güven sağlayacak adımı attık.” demek mümkün
değildir.
Avrupa Birliği Komisyonunun krize yönelik olarak almış olduğu bir
önlem paketi var. Toplam 200 milyar euroluk bir önlem paketi. Bunun 170 milyar
eurosunu Avrupa Birliği kendi karşılayacak, 30 milyarını da üye ülkeler
karşılayacak. Bunun içinde birkaç unsur var: İstihdam maliyetlerinin
azaltılması var, KOBİ’lerin istihdam maliyetlerinin azaltılması var, altyapı
yatırımlarının kamu tarafından gerçekleştirilmesi var, emek yoğun sektörlerde
vergi indirimi var, daha birçok önlem var.
Şimdi derseniz ki “Ben Varlık Barışı Yasası’nı çıkardım, önlem
aldım.” olmaz. O önlem değil. Vatandaş, şirket sahibi, sıkışmış, gayrimenkulünü
şirkete sermaye olarak koyacak, yüzde 5 oranında vergi alıyorsunuz ondan. 2002
yılında da o zamanki Hükûmet yaptı bunu. Patronlar isterse özel sektör
gayrimenkulünü koysun, koysun ki şirket düze çıksın. Üstelik yurt dışından
getirirse şimdi yüzde 2 oranında vergi var. Böyle bir adaletsizlik de
yarattınız.
Son cümlelerimi ifade ediyorum değerli arkadaşlar.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
MEHMET AKİF HAMZAÇEBİ (Devamla) - Sayın Başkan…
BAŞKAN – Buyurun.
MEHMET AKİF HAMZAÇEBİ (Devamla) – Bütün bunların sonunda,
uygulanan programın sonunda nereye geldik, başarılı olduk mu, yeni bir bütçeyi
konuşurken geldiğimiz nokta Türkiye için başarılı sayılabilir mi, bunu bir iki
cümleyle değerlendirmek istiyorum.
Daha önce rakamlarını verdim. Sadece biz büyümedik, bütün dünya
büyüdü yani bütün ülkeler büyüdü. Bütün ülkeler büyüyorsa hatta ortalamalar
diğer ülkelerin bizden daha fazla büyüdüğünü gösteriyorsa biz aramızdaki
mesafeyi kapatamadık demektir. Birleşmiş Milletlerin yayınladığı bir insani
gelişme endeksi var. Türkiye o endekste 2002 yılında 85’inci sırada, 2007
yılında da geldiğimiz nokta 84’üncü sıradır. Eğitimi ölçüyor orada, gelir
düzeyini ölçüyor, sağlığı ölçüyor. Bu üç unsurdan hareketle kişilerin yaşam
memnuniyetini ölçmeye çalışan bir çalışma eskiden beri yayınlanıyor. Bu
endeksle Türkiye ileri gitmemiş, yerinde saymış.
Değerli milletvekilleri, 2009 yılı bütçesinin saydığım sorunlara
çözüm getirebilecek bir bütçe olmadığını düşünüyorum. Rakamlar bunu
göstermektedir. Hükûmetin IMF’yle yürütmüş olduğu çalışma da IMF’nin geleneksel
yaklaşımını yansıtacaktır. Ne dünyadaki krizi görebilen ne de Türkiye
ekonomisinin sorunlarını görebilen bir anlayış o programda yoktur. O programın ilk
işaretlerini evvelsi gün burada gördük. O nedenle, bu bütçenin çözüm getirmeyen
bir bütçe olduğunu söylüyorum.
Sözlerimi burada bitirirken bu bütçeye “Hayır” oyu vereceğimizi,
ret oyu vereceğimizi ifade ediyor ve hepinize saygılar sunuyorum. (CHP sıralarından
alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Hamzaçebi.
Sayın milletvekilleri, söz sırası Milliyetçi Hareket Partisi
Grubunda.
İlk söz Mersin Milletvekili Sayın Mehmet Şandır’ın.
Buyurun efendim. (MHP sıralarından alkışlar)
Sayın Şandır, süreniz otuz dakikadır.
MHP GRUBU ADINA MEHMET ŞANDIR (Mersin) – Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; öncelikle şahsım ve Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına
yüce heyetinizi saygılarımla selamlıyorum. Bütçemizin ülkemize, milletimize
hayırlı sonuçlar getirmesini temenni ederek sözlerime başlamak istiyorum.
Değerli milletvekilleri, öncelikle yaptığımız işi bir birlikte
tanımlayalım. Bütçe görüşmeleri, aslında bir genel görüşmedir. Bu görüşmede üç
şeyi birlikte yapıyoruz:
Biri, 2007 yılı bütçe uygulamalarını, Hükûmetin uygulamalarını,
hesaplarını gözden geçiriyoruz, bir anlamda Hükûmet için ibra niteliği taşıyan
bir oylama yapıyoruz. Bunun bir ayrı gündemle yapılmasını, bütçe görüşmelerinin
en önemli unsuru olduğunu daha önce de ifade ettik, başka arkadaşlarımız da
ifade ettiler ama maalesef yine birlikte görüşülüyor. İç Tüzük’te bu yönde bir
değişiklik yapılması talebimiz maalesef şu güne kadar neticelendirilmedi,
böylelikle kesin hesap çok sıradan bir görüşmeye dönüştürüldü.
İkinci yaptığımız iş, 2008 yılı bütçe uygulamalarını, Hükûmetin
yapacağı işleri burada tartışacağız.
Bir diğer husus da 2009 yılı için öngörülerimizi, hedeflerimizi,
önceliklerimizi ve politikaları tartışacağız, Hükûmetin bu konularda
getirdiklerini tartışacağız.
Ayrıca, değerli milletvekilleri, bütçe metinleri bir siyaset
belgesidir, bütçe görüşmeleri ülke siyasetinin de tartışıldığı çok değerli bir
imkândır, fırsattır. Burada, her siyasi parti, ülke ve millet için gelecek
öngörülerini, tehdit algılamalarını, yatırım önceliklerini, siyasetlerini,
programlarını bu sebeple, bu vesileyle ifade ederler ve bir anlamda da
milletimizin önüne iktidar alternatiflerini koymak imkânına sahip olurlar.
Aslında, bütçe görüşmeleri, birlikte, iktidarı ve muhalefetiyle birlikte dün,
bugün, yarın tartışmasıdır; ülkemizin ve milletimizin hem dününü sorguluyoruz
hem bugününün tespitini yapıyoruz hem de geleceği tartışıyoruz, bunu da
birlikte yapıyoruz. Bu anlamda, bütçe görüşmeleri çok değerli bir imkândır.
Bütçe görüşmeleri, iktidar için hesabını verebileceği bir fırsattır, öyle
görülmesi lazım. Ayrıca, muhalefet için de bütçe görüşmeleri hesap sorma imkânı
olmalıdır, böyle değerlendirilmelidir.
Değerli milletvekilleri, bu sebeple, bütçe görüşmeleri, bana göre
her milletvekili için ve her siyasi parti için bir asıl görevdir, bir asil
görevdir. Bu görev yapılırken hak ve sorumluluk bağlamında burada görüşlerimizi
ifade etmemiz lazım. Bu sorumluluğumuz, Anayasa metninde yer alan ve bu kürsüde
milletin önünde yaptığımız yeminimizde ortaya koyduğumuz taahhütlerin idrakinde
olmaktır, sorumluluğumuz bu. Bu taahhütler, bizim burada milletin vekili
olmamızı temin eden taahhütlerdir. Dolayısıyla, bütçe görüşmelerinde maalesef
üzücü birtakım sözler söylenmiş, birtakım davranışlar ortaya konulmuştur. Bu
yeminin sorumluluğunu tekrar hatırlatmayı gerekli görmekteyim.
Bütçe görüşmelerinde hak ve sorumluluklarımızdan hakkımızsa bütçe
hakkı kapsamında algılanmalıdır. Bütçeler bir bütünlük içerisinde millete ait
olan kaynakların nasıl kullanılacağını, hangi önceliklere ve politikalara göre
dağıtılacağını belirleyen metinlerdir ve görüşmelerdir. Dolayısıyla,
milletimizin kendi kaynaklarının nasıl kullanıldığını öğrenebilme imkânı
hakkıdır. Bu hak, milletvekilleri eliyle kullanılıyor. Dolayısıyla buradaki
görüşmeler, bir anlamda, hukuktan kaynaklanan bir hakkımız da olmak
durumundadır. Bütçe hakkı, bir hukuk alanıdır, toplumun vazgeçilmez ve
tartışılmaz en temel hakkıdır ve bütçe hakkı aslında demokratik toplum
yapısının gelişmişliğinin ve hukuk devleti olmanın da çok önemli bir
göstergesidir.
Şimdi, bu kapsamda sorgulama yapmak lazım. Bu kapsamda bütçeyi
tartışabildik mi değerli milletvekilleri? Bir müzakere yapabildik mi? Şu anda
yapabiliyor muyuz? Basın bile ilgi göstermiyor maalesef. Dolayısıyla bir şekil
şartını yerine getirmeye dönüştürdüğümüz bütçe görüşmelerinin yeterince
tartışılmamasının bana göre sorumlusu, sorumluluğu AKP İktidarında ve AKP
Meclis Grubundadır. Bütçe görüşmelerini, maalesef, geçmişi suçlamakla
geçirdiniz. Ne günün sorunlarının çözümlerinin ne gelecekle ilgili endişelerin
tartışılmasına imkân vermediniz. Sürekli geçmişi suçlayarak bugünü anlatmaya,
bugünü geçiştirmeye çalıştınız. Dolayısıyla değerli milletvekilleri, bütçe
görüşmelerine bir kapsam ve anlam kazandırabilmek açısından ben bugün burada
biraz farklı bir konuşma yapmayı düşünüyorum.
Değerli milletvekilleri, sizleri zaman ve mekân bütünlüğünde
birlikte düşünmeye davet ediyorum. Konuşmayı çok başaramıyoruz ama gelin,
düşünmeyi başarmaya çalışalım.
Ayrıca, Sayın Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Cemil Çiçek’in
“Gelin, birlikte bir vicdan muhasebesi yapalım.” davetini de özellikle AKP
Hükûmetine ve iktidar partisi grubu milletvekillerine hatırlatıyorum. Gelin,
burada, gerçekten bir vicdan muhasebesi yapalım. Ancak şunu ifade ediyorum:
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana bu ülkeye, bu millete bir gram
emeği geçen herkese Milliyetçi Hareket Partisi Grubu olarak şükranlarımızı
sunuyoruz. Bundan sonra söyleyeceklerim hiçbir şeklide hiçbir şey
yapılamadığını ifade etmek anlamı taşımaz.
Değerli milletvekilleri, yeni bir yüzyılın hatta yeni bir binyılın
başındayız. Zaman, küreselleşme olgusunun kuşatmasında yeni bir hukuk ve
siyaset anlayışıyla dünya düzeninin yeniden şekillendiği bir zaman
dilimindeyiz. Her yeni yüzyılın başında bu böyle olmuştur çünkü. Mekân ise
Türkiye ve Türk coğrafyasının jeopolitiği dünya tarihinin en değerli ve önemli
bir konumuna yükselmiştir. Artık bu coğrafyayı kontrol edemeyen küresel güçler
kendilerini kendi evlerinde güvende veya küresel güç hissetmiyorlar.
Şimdi, gerçekten yeni yüzyılın ilk çeyreğinde dünya yeniden
düzenleniyor. Tarihin sonunun geldiğini ve artık medeniyetler çatışması
yaşanacağını düşünen küresel güçler bölgelerimizde küresel projeler uygulamaya
çalışıyorlar. Bugün, komşularımızda yaşanan yangının yarın bize gelmeyeceğini
kim söyleyebilir? Bu ihtimale karşı devletimizin, Hükûmetin, özellikle de bu
bütçe tasarısıyla önümüze getirdiği bir tedbir, bir öngörü var mıdır? Eğer bir
vicdan muhasebesi yapılacaksa bu soruya samimiyetle ve dürüstçe cevap bulmamız
gerekir. Siz karar vericiler, Türk milleti adına nasıl bir gelecek öngörüsünde
bulunuyorsunuz? Bu bütçe tasarısıyla bu öngörünüzü ortaya koyabildiniz mi,
milletimize ifade edebildiniz mi, tartışabildiniz mi? Küreselleşme olgusunu
güce ve hukuka dönüştürenlere karşı tedbir olarak neyi öneriyorsunuz? Dünyanın
yeniden tanzim edildiği bu süreçte Türkiye paylaşılan, parçalanan bir ülke mi
olacak yoksa gerçekten paylaşılamayan, gıpta edilen, lider bir ülke mi olacak;
buna öngörünüz nedir, kararınız nedir?
Bir başka şey: Bir siyaset belgesi olması gereken bu bütçe
metninde ortaya koyduğunuz bir siyaset felsefesi var mıdır? Bize göre maalesef
AKP Hükûmetinin böyle bir anlayışı da yok bu bütçe tasarısında, böyle bir
öngörüsü de bulunmamaktadır. Varsa da bunu tartışmaya ne siz yanaştınız ne bu
Genel Kurulda buna imkân verdiniz.
Değerli milletvekilleri, aslında AKP’nin genel politikasında da
böyle bir vizyonu bulunmamaktadır. Bu sonuca nereden varıyorum? Şu: Buraya
çıkan her bakanınız, her konuşmacınız, hatta Sayın Başbakan, sürekli olarak
bugünü dünle mukayese ederek ortaya koyuyor. Eğer sizin gelecekle ilgili bir
vizyonunuz, bir ülkünüz, bir hedefiniz olsa kendinizi düne göre endekslemez,
geleceğe göre sorgularsınız. Ortaya koyduğunuz hedeflere veya zamanın, mekânın
getirdiği sonuçlara göre neyi başardığınızı, neyi başaramadığınızı sorgular,
muhalefetin veya toplum dinamiklerinin bu noktadaki katkısını talep edersiniz.
Hâlbuki öyle değil? Siz sürekli olarak dünle boğuşmaktasınız. Aslında bunu
dürüstçe de yapmıyorsunuz, doğru da yapmıyorsunuz. Birtakım rakamlara takla
atarak iktidar olmak iddiasındasınız. Bu, ülkemize bir şey kazandırmıyor,
milletimize umut vermiyor. Bu halk sizi bunun için iktidar yapmadı. Bağışlayın,
Nasrettin Hoca’nın metodu bu. Direksiyona ters oturarak bu aracı ileriye
götüremezsiniz. İşte yine bir duvara toslamanın eşiğinde bulunuyorsunuz.
Kaldı ki suçladığınız, kendinize referans gösterdiğiniz, bugün
övünmek için gerekçe gösterdiğiniz 2002’yi de doğru değerlendirmiyorsunuz. Bana
göre dürüstçe de değerlendirmiyorsunuz. Türkiye bugün eğer 2002’yi arar duruma
geldiyse, bu soruyu, bu sorgulamayı kendinizin doğrudan yapması gerekir. Teslim
aldığınız Türkiye’de yani 2002 Kasımında enflasyon düşüyordu, faizler
düşüyordu. Yükselen bir büyüme yakalanmıştı, Dış ticaret açığı, cari açık
problem değildi. Yapısal birçok düzenleme yapılmıştı. Para piyasası
düzenlenmiş, bankalar güçlendirilmiş, Merkez Bankası ve kamu bankaları
özerkleştirilmişti; üç yıllık bir program yapılmış, bir istikrar ve güven
ortamı yaratılmıştı; etnik, bölücü terör artık kan akıtamaz duruma
getirilmişti, mağlup edilmişti; yurt içinden ve yurt dışından çok önemli
avantaj ve imkânlar yakalanmıştı. Teslim aldığınız Türkiye, böyle bir
Türkiye’ydi. Hâlbuki, 1999 Nisanında 57’nci Cumhuriyet Hükûmetinin teslim
aldığı Türkiye'nin bütçesi bile yoktu. Yılların getirdiği sorunların krize
dönüştüğü bir Türkiye’yi 57’nci Cumhuriyet Hükûmeti teslim aldı.
Yaşanan depremi hiç göz ardı edemezsiniz. Yaklaşık 20 bin
insanımızın canına mal olan, Türkiye'nin sanayisinin, ticaretinin, altyapısının
büyük kısmının harap olduğu bir deprem yaşanmıştı.
Yaşanan 2001 krizi, küresel bir projeydi. Türkiye’yi yönetecek,
kendilerinin projelerine taşeronluk yapacak, iş birlikçi bir hükûmete
ihtiyaçları vardı. 2001 krizi, böyle bir krizdi. Ama 57’nci Cumhuriyet
Hükûmeti, hiçbir komplekse girmeden, yapılması gereken ne varsa anında yaptı ve
kısa sürede atlatıldı. 2002 yılında, Türkiye yeniden büyüme trendine girdi.
Bizim size bıraktığımız Türkiye’de büyüme yüzde 6’nın üzerine çıkmıştı.
Dolayısıyla, değerli milletvekilleri, değerli AKP milletvekilleri,
kısacası, siz her şeyi hazır buldunuz. Bunun şükrünü, bunun teşekkürünü ifade
etmeden, 2002’deki rakamlara takılı kalarak bugünü anlatmanız ve 2002’yi
suçlamaya kalkmanız, bence, gerçekten sizin gelecekle ilgili bir vizyonunuzun,
bir öngörünüzün, böyle bir iddianızın olmadığının en canlı ifadesidir. Ortaya
koyduğunuz her hedefte yanılıyorsunuz, bir yıl içinde hemen her hedefi birkaç
defa revize etmek durumunda kalıyorsunuz. Artık dikiş tutmaz yamalı bohça
hâline geldiniz, Türkiye’yi taşıyamıyorsunuz. Sayın AKP milletvekilleri,
inanınız Türkiye’yi taşıyamıyorsunuz, inanınız ki Türkiye de sizi taşıyamaz bir
noktaya geldi. Çünkü, sizin yönettiğiniz Türkiye her geçen gün zarara
batmaktadır, daha kötüye gitmektedir. İstesiniz de bu kötüye gidişi de
durduramıyorsunuz.
Şu iki üç gündür yaşadığımız hadiseyi, birlikte yaşadığımız
hadiseyi görüyorsunuz. Sayın Maliye Bakanının “Titizlikle hazırladık.” deyip
övünerek burada sunduğu bütçeyi daha buradan çıkmadan değiştirmek durumunda kaldınız.
Hem de yaptığınız değişiklik, dışarıya ödediğiniz faizleri azaltmak değil, bu
ülkenin üretim gücüne vermek mecburiyetinde olduğunuz destekleri kısmak
şeklinde oldu. Kimin talebiyle oldu? IMF’nin talebiyle oldu. Türkiye'yi iyi
yönettiğinizi söyleyemezsiniz. Türkiye'yi sizin kendinizin yönettiğini, Türk
milletinin dinamiklerine dayalı yönettiğinizi
söyleyemezsiniz. Canlı örneği, yaşadığımız örnek.
Değerli milletvekilleri, bir vicdan muhasebesi yapmaksa ve bunda
samimiyseniz size bir şey hatırlatmak istiyorum: 2002 yılında, halkımız,
milletimiz -sebebi kendine ait olmak kaydıyla, onu sorgulamıyorum- size,
gerçekten beklemediğiniz oranda oy verdi, sizi tek başına iktidara taşıdı.
Yetmedi, bir dönem daha, daha fazla oy vererek iktidara taşıdı. Sizden ne
istedi bu millet? Yani, bu milletin önüne koyduğunuz hangi proje vardı dünden
farklı? Sizden istediği şey şu: Yeni bir yüzyılın başında -milletimizin
sağduyusu, inanınız ki çok daha ileri bir noktada- Türkiye'yi yıllardır, on
yıllardır devam eden, kronikleşmiş sorunlarından arındırarak, bu gelişmekte
olan ülke zincirlerinden kurtararak gelişmiş bir ülke konumuna getiresiniz diye
size bu oyu, bu desteği verdi; bir umutla verdi. Hak etmediğiniz bir desteği,
maalesef hazmedemediniz. Netice: Bugün gelinen nokta, yine kriz
konuşulmaktadır; gelinen nokta, yine IMF’nin kapısıdır. Bu millet sizi bunun
için iktidar yapmadı.
Bir vicdan muhasebesi yapmaksa meselemiz, Sayın Bakan, İktidarınız
altı yılını doldurdu. Bugün, ülkemizde dün de yaşanan sorunların hangisinde kalıcı
bir çözüm ürettiniz? 2002’de var olup da bugün olmayan bir sorunumuz var mı?
Altı yıllık İktidarınızda insanımızın hayatında ne değişti?
Şimdi, biraz önce Sayın CHP Sözcüsünün de ifade ettiği gibi, dünya
arenasında, milletler arasında ülkelerin durumu insani gelişmişlik seviyesiyle
ölçülür. Daha yeni açıkladı 2007-2008 Raporu’nu UNDP, 177 ülke arasında Türkiye
84’üncü sırada. “Büyüdük, geliştik, uçtuk.” diyorsunuz, nutuk atıyorsunuz. Kaç
sıra atlatmışsınız Türkiye’ye? Bir sıra. Bu mudur başarınız? Eğer bir vicdan
muhasebesi yapmaksa, bunu gelip burada itiraf etmeniz lazım.
Türkiye’ye çağ atlatamadınız. Türkiye’nin sorunlarını çözmekte
dünden farklı bir başarı ortaya koyamadınız. Türkiye, insani gelişmişlik
endeksinde Ermenistan’dan daha geride, Kazakistan’dan daha geride. Yunanistan
24’üncü sırada, Türkiye 84’üncü sırada. Polonya’dan daha gerideyiz. Bu mudur
başarınız? İyiden yana, güzelden yana ne değişti değerli milletvekilleri? Aş mı
arttı, iş mi arttı? İşsizliği önleyebildiniz mi?
Hani bu gelişen, büyüyen ihracat, 120 milyar dolarlara ulaşan
ihracatın yarattırdığı istihdam nerede? Bu çocuklarımıza kim iş bulacak?
“Çözümsüzlük çözüm değildir.” Dediniz. Türkiye’nin hangi sorununu çözdünüz?
Kıbrıs sorunu, Güneydoğu sorunu, Ege sorunu, Ermeni soykırım yalanları bitti
mi? Enerji sorununa kalıcı bir çözüm üretebildiniz mi Allah aşkına? Yerli
kaynaklara dönebildiniz mi, yoksa dışa bağımlılığınız daha mı arttı, daha mı
azaldı? Gelir dağılımı adaletsizliğini bitirebildiniz mi? Sosyal güvenlik
sorunu bir kara delik olmaktan çıkarıldı mı? Emeklilerimizin durumu ne durumda?
Anadolu’da maalesef tarlalar ekilmez oldu. Çiftçi, çiftçilikten vazgeçmeye
başladı. Büyük büyük marketlerin açılmasını desteklediniz, esnaflar
dükkânlarını kapatıyor. Artık tüketmiyor Türkiye. Maliye Bakanınız bütçe
sunumunda 150 milyar dolarlık yıllık ara malı ithalatı olduğunu ifade etti.
Eskiden bu ara mallarının büyük kısmını Türkiye üretirdi, Türk KOBİ’leri
üretirdi. Şimdi ihracatımızın içindeki ara malı miktarı yüzde 60’ın üzerine çıktı.
Dolayısıyla Türkiye’yi üretimden uzaklaştırdınız, artık Türkiye üretmiyor.
Türkiye yabancının malını, yabancının parasıyla yüksek faizlerle temin edilen
borçlarla tüketen bir ülke durumuna geldi. Türkiye’yi bu noktaya getirdiniz.
Asayiş, güvenlik sorunları azaldı mı arkadaşlar? Övündüğünüz duble
yollarda bayram tatilinde kaç vatandaşımız hayatını kaybetti? Günde kaç cinayet
işleniyor? On yedi aylık kız çocuğunun ırzına sizin döneminizde geçildi.
DEVLET BAKANI NİMET ÇUBUKÇU (İstanbul) – Olacak iş mi bu? Çok ayıp
bir şey!
MEHMET ŞANDIR (Devamla) – Yalan mı, yanlış mı?
NURETTİN AKMAN (Çankırı) – Ayıp denen bir şey var.
NİHAT ERGÜN (Kocaeli) – Mehmet Bey, hakikaten yazıklar olsun!
DEVLET BAKANI NİMET ÇUBUKÇU (İstanbul) – Çok ağır bir şey!
Türkiye’de yaşanan her şeyden biz mi sorumluyuz? Çok ayıp, çok çirkin bir şey!
MEHMET ŞANDIR (Devamla) – “Çok ağır” diyorsunuz, doğrudur.
BAŞKAN – Sayın Şandır, bunun bütçeyle ne alakası var Sayın Şandır?
NURETTİN AKMAN (Çankırı) - Hiç yakışmadı, gerçekten yakışmadı.
BAŞKAN – Değerli arkadaşlar, lütfen…
MEHMET ŞANDIR (Devamla) – Üzüntülerimi ifade ediyorum.
Şimdi size bir soru daha soruyorum: Bir vicdan muhasebesiyse
yapmak, mesele buysa ve buna ihtiyacı Sayın Başbakan Yardımcınız ifade ediyorsa
bu ülkedeki her meseleden sorumlu olmanızı kendinizin kabul etmesi lazım. Bunu
ifade etmek bize keyif vermiyor. Hani söz vermiştiniz, yasaklar bitecekti, baş
örtüsü meselesini çözecektiniz, çözdünüz mü? Hani?
MEHMET NİL HIDIR (Muğla) – O konuda da söyleyecek sözünüz varsa,
pes!
MEHMET ŞANDIR (Devamla) – Basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü, inanç
özgürlüğü dünden daha iyi durumda mı? Kızmanıza gerek yok. Tekrar ediyorum: Bir
vicdan muhasebesi yapmaksa mesele, bunların cevabı bu milletin önünde,
huzurunda verilmeli.
NURETTİN CANİKLİ (Giresun) – 1999-2000 arasının kaydını tuttunuz
mu?
MEHMET ŞANDIR (Devamla) – Siz 1999’da kaldınız. Bu millet sizi
1999 için getirmedi iktidara, Türkiye’yi çağ atlatasınız diye getirdi, bu
sorunlar yaşanmasın diye iktidara getirdi.
Yoksulluk, devri İktidarınızda azaldı mı? Kaç aileye kömür
dağıtıyorsunuz? Kaç aileye yeşil… Övündüğünüz… Azaldı mı yoksulluk?
Yolsuzluk bitirilecekti; ta genel başkan yardımcılarınıza kadar
ulaşmadı mı bu yolsuzluk iddiaları ve ithamları?
Sıfır terörle teslim aldığınız ülkede, altı yıllık İktidarınızda
kaç şehit verdik?
Eğer -tekrar ediyorum- vicdan muhasebesi yapılacaksa, bunlar
dürüstçe ifade edilmelidir.
Değerli milletvekilleri, ben -hakaret etmek niyeti falan yok ama-
bir tespit olarak söylüyorum: Milleti hayal kırıklığına uğrattınız, milletin
zamanını çaldınız; çok stratejik bir dönemde, bir çağın ilk çeyreğinde bu
ülkenin on yılını boşa harcadınız, bunu söylemeye çalışıyorum.
Öncelikle korktunuz. Milletin verdiği, size verdiği desteğin
idrakinde dik duramadınız. Birçok konuda iddialı laflar ettiniz, sonra geri
adım attınız, hem içeride hem dışarıda. Hani sonuna kadar gidecektiniz? Hani
IMF’ye bu milletin gırtlağını sıktırmayacaktınız?
İkincisi: Millî olamadınız. Kararların tamamını başkaları verdi.
Avrupa Birliğine göre, IMF’ye göre, Dünya Bankasına göre karar verdiniz. Bu
sorun Türkiye'nin temel sorunu. Türkiye, çok uzun zamandan bu yana, kendi
kararını kendi veremez, verdiği kararın arkasında duramaz bir noktaya
gelmiştir.
BAŞKAN – Sayın Şandır, beş dakikanız kaldı.
MEHMET ŞANDIR (Devamla) - Ama milletin verdiği bu tek başına
iktidarıyla siz bunu çözmek mecburiyetindeydiniz, çözemediniz. Türkiye’yi
soydurdunuz arkadaşlar. Bu düşük kur, yüksek faiz, borsa üçgeninde Türkiye
gerçekten tüm kaynaklarıyla soyuldu. Ne kadar faiz ödediniz İktidarınız
döneminde Sayın Hazineden sorumlu Bakan? 250 milyar doların üzerinde. Çiftçiye
verdiğiniz 5 katrilyonla övünüyorsunuz. Faize ödediğiniz parayı niye
söylemiyorsunuz?
Değerli milletvekilleri, bir sonuç olarak söylemek gerekirse, yeni
bir yüzyılın ilk çeyreğinde küresel güçlerin kontrol altında tutmak istedikleri
bu coğrafyada Türk ve Müslüman kimliğimizle egemen ve bağımsız yaşamak
istiyorsak, birliğimizi koruyarak yaşamak istiyorsak, bu politikalarla çağı
yakalayabilmemizin mümkün olmadığı netleşmiş, ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Dolayısıyla, kendinizi yeniden gözden geçirmeniz lazım.
Bir başka şey daha söylemek istiyorum: Türkiye kötü yönetiliyor
ama Türkiye çok kötü de tehditler altında bir uçuruma doğru sürükleniyor. Bir
iki tespit ifade edeyim: Bakın, öncelikle uyguladığınız politikalarla
Türkiye’yi hem üretimden uzaklaştırdınız hem borç batağına batırdınız.
Türkiye’de bugün, hem devlet borçlu hem kamu sektörü borçlu, özel sektör borçlu
hem de vatandaş borçlu. Üretimden de uzaklaştık. Bu borcu nereden çevireceğiz?
Değerli milletvekilleri, bugün, eğer Türkiye'miz yeniden bir Duyun-u Umumiye
sürecine girdi, böyle bir sonucun tehlikeleri konuşulur noktadaysa, içinizde
tarihi bilenler vardır, geriye dönün, 1839 Balta Limanı Antlaşmasından
1854’teki ilk ikrazdan ve Duyun-u Umumiyeden sonra devletin yıkılması sürecine
kadar ulaşan o süreci tekrar bir sorgulayın. Bunun için, gerçekten tehlikeli
bir noktaya doğru ülkeyi sürüklüyorsunuz. Özelleştirmenin yabancılaştırmaya
döndüğünü bile anlamadınız. Özelleştirme diye, doğrudan yabancı yatırım diye
Türkiye’ye gelen yatırım -şimdi, burada
bilenler vicdanlarına sorsunlar- Türkiye'nin üretim gücüne mi yatırım yaptılar,
yoksa tüketim gücüne mi yatırım yaptılar? Lütfen bunu bir sorgulayın. Sizin eski
Genel Başkan Yardımcınız, Başbakan Yardımcınız Abdüllatif Şener’in bu yöndeki
uyarısı ta 2003 yıllarında, 2004 yıllarında yapılmıştı. Yabancı sermaye
dediğiniz eğer Türkiye'nin üretim gücünü artıran, ihracat gücünü artıran bir
imkân olsaydı, ülkeler böyle kalkınmıştı ama Türkiye'nin tüketim potansiyelini
pazarladınız.
Türkiye’de bir kimlik sorunu oluşturdunuz arkadaşlar, çok
tehlikeli buluyoruz. Türkiye’de alt kimlik, üst kimlik diyerek maalesef 2005
Ağustosunda, “Kürt kimliğini tanıyorum, bu kimliğin sorunlarını demokrasi
içerisinde çözeceğim.” demenizin geldiği sonucu bugün hep beraber görüyoruz.
Bugün “Sayın Devlet Bahçeli’nin endişelerine katılıyorum.” diyerek “Tek devlet,
tek millet.” demek meseleyi halletmiyor. İşte bu kürsüde Kürt coğrafyasından bahsediliyor.
Değerli milletvekilleri, ekonomik çok sıkıntımız olabilir ama bu
millet birliğini kaybederse, komşusundan emin olamazsa gecenin hangi saatinde
camına taş atılacağı gibi bir korkuyla uyuyamaz. Ülkeyi bu noktaya doğru
sürüklüyorsunuz, tedbir almıyorsunuz en azından. Politikalarınız, söylemleriniz
maalesef böyle bir sonucu getirdi. Bunlar hep üzüntülerim.
Bir başka şey daha dikkatimi çekiyor: Kimliğimizle birlikte
geçmişimizi de tartışmaya açtınız. Bu “Ermeni soykırımından özür diliyorum.”
diyenler cesareti kimden alıyor? Türk Ceza Kanunu’nun 76’ncı, 77’nci maddesinde
soykırım suçunu niye tanımladınız, cezasını niye zaman aşımının dışına
taşırdınız? Neydi mesele? Acaba bir sürece katkı mı vermek, iç hukuk zeminini
mi hazırlamak gibi bir dayatma içerisinde kaldınız, Avrupa Birliği dayatması?
Vakıflar Yasası’nı niye çıkardınız? Bu toprakların eski sahipleri
olduğunu iddia edenlerin bugün bir mülkiyet iddiasını, bir hukuk iddiasını
ortaya koyacakları bir zemini hazırlamaya niye mecbur kaldınız? Kanlarımızla,
atalarımızın kanlarıyla vatanlaştırdığımız…
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN – Sayın Şandır, bitirin lütfen.
MEHMET ŞANDIR (Devamla) – …bu toprakları birileri tekrar elimizden
almak için her türlü gayreti gösterirken, bu millet adına tedbir alması gereken
AKP Hükûmetinin söylemleri ve politikaları, maalesef bugün bu ülkede kendi
tarihine, kendi milletine söven, hakaret eden bir sonucu geliştirdi.
Biz endişelerimizi her zeminde ifade ediyoruz. Endişemiz,
milletimizin, ülkemizin geleceği için. Siyaset bir suçlama değil, bir
sorumluluk alanıdır. Millete karşı duyduğumuz sorumluluğun gereği bunları ifade
ediyoruz. Bir umuda kapıldık. Sayın Başbakan, “Sayın Bahçeli’nin endişelerine
katılıyorum.” dedi. Tedbirlerini bu bütçede görmedik. Sayın Başbakan
Yardımcısı, “Gelin bir vicdan muhasebesi yapalım.” dedi ama maalesef o söyledi
orada kaldı. Burada sürekli geçmişi suçlayarak, gelecekle ilgili
yapamadıklarınızın muhasebesini yapmaktan ısrarla kaçındınız. Dolayısıyla biz
artık sizin için yolun sonunun görüldüğünü, geldiğini düşünüyoruz. Artık
Türkiye’ye zarar veriyorsunuz. Türkiye yeni bir yüzyılın çeyreğinde bu
küreselleşme olgusu ve kuşatması altında millî ve milliyetçi bir siyaset
tarafından yönetilmelidir. Türkiye, bize göre Milliyetçi Hareket Partisi
tarafından yönetilmelidir. (MHP sıralarından alkışlar)
Bütçemizin, bütün bu olumsuzluklarına, çapsızlıklarına rağmen,
ülkemize ve milletimize hayırlı sonuçlar getirmesini Milliyetçi Hareket Partisi
olarak temenni ediyoruz, diliyoruz ve tüm ülkemize ve milletimize yeni yılda
esenlikler dileyerek sizlere saygılar sunuyorum. (MHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ederim Sayın Şandır.
Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına ikinci konuşmacı, İzmir
Milletvekili Sayın Oktay Vural.
Sayın Vural buyurun. (MHP sıralarından alkışlar)
Süreniz otuz dakikadır.
MHP GRUBU ADINA OKTAY VURAL (İzmir) – Teşekkür ediyorum Sayın
Başkan.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 2009 Yılı Merkezi Yönetim
Bütçe Kanunu Tasarısı üzerinde Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına söz almış
bulunuyorum. Hepinize şahsım ve grubumuz adına saygılarımı sunuyorum. Bu
vesileyle, İstiklal Marşı’mızın şairi Mehmet Âkif Ersoy’u, 72’nci ölüm yıl
dönümünde rahmet, minnet ve şükranla anıyoruz.
Bugünkü bütçede Hükûmetin kullandığı varlıklar, kapasite,
potansiyel, aslında bundan önceki dönemlerde Türkiye Büyük Millet Meclisine
sunulan bütçeler sonucunda oluşmuştur. Bu bütçe yoktan var edilmemiştir.
Elbette bütçelere eleştirilerimiz olmuştur, olacaktır ancak ülkeye hizmet etmiş,
katkı sağlamış olanlara da teşekkür etmemiz gerekiyor.
Milliyetçi Hareket Partisi olarak eleştirilerimizi dile getirirken
daha güler yüzlü vatandaşların beraber ve birlikte yaşadığı bir Türkiye, daha
mutlu bir toplum vizyonundan hareket ediyoruz. Bizler, muhalefet olarak elbette
verilen görev çerçevesinde sorgulamamızı yapacağız, Hükûmet de çoğunluk partisi
de yaptıklarını anlatacaktır. Yaptığımız sorgulamanın hepsi aslında çözüm
yollarını da içermektedir. Bu konuşmamın da maalesef bütçenin ilk günkü konuşmalarında
ortaya konan görsellikten uzak bir konuşma olacağını da ayrıca ifade etmem
gerekiyor.
Sayın milletvekilleri, bütçe görüşmelerinde Hükûmete yönelik
eleştirilerimize AKP sözcülerinin ve Hükûmetin iki klasik cevabı olmuştur.
Birinci cevap, krizlere atıf yapıp bugünü gözlerden kaçırmak. Buna verilecek en
güzel cevap, daha önceki bütçe görüşmelerinde söylediklerimize karşılık AKP
sözcüsünün anlattığı Temel fıkrası olacaktır: Temel, arabasıyla kalabalık bir
kavşakta durmadan dönüp dururken trafik polisi fark eder ve Temel’i durdurup
sorar: “Niye durmadan dönüp duruyorsun?” Temel de cevap verir: “Sinyal takıldı
da.”
İkinci cevap ise “Sorunları anlatıyorlar, eleştiriyorlar ama çözüm
yolu önermiyorlar.” şeklinde olmuştur. Aslında bu mantık, sorunların varlığını
ve eleştirilerin haklılığını zımnen kabul etmektedir. O zaman da şu soruyu
yöneltmek gerekmez mi: Neden milletimizin sıkıntılarını siz dile
getirmiyorsunuz? Haksızlık varsa susmak bir çözüm müdür?
Bu sıkıntıları dile getirmemekten AKP sözcülerinin de rahatsız
olduklarını düşünüyorum. Mutlaka kalplerinden geçiriyorlar. Kalplere de mühür
vurulacak değil ya! Gözler varsa görmeli, kulaklar varsa duymalı, dil varsa
söylemeli.
Aslında AKP Hükûmeti ve sözcüleri bu ifadeleriyle güya milletimize
“Muhalefet çözüm yolu önermiyor, dolayısıyla bizden başka alternatif yok.”
demeye getiriyorlar. Allah’a şükür demokratik bir ülkede yaşıyorsak, bu ülkenin
hür vatandaşı isek, kula kul değil isek, Allah’tan ve ölümden başka her şeyin
alternatifi ve her sorunun çözümü vardır. Çözecek iradeyi de belirleyecek olan
elbette millet iradesidir. Türk milleti kimseye ve AKP’ye mecbur ve mahkûm
değildir.
Sayın milletvekilleri, kırk yıllık geçmişe sahip bir siyasi parti
olarak Milliyetçi Hareket Partisi, geçmişini inkâr etmeden geleceğe yönelik
dersler çıkararak hep sahip olduğumuz siyasi kimlikte başkalaşmadan gelişmiş
bir siyasi parti olarak milletimizin huzurunda olduk. Maske takmadık. “Parti
menfaati için papaz elbisesi bile giyeriz.” demedik. Amerika Birleşik
Devletlerine gidip “Sifonu çekmeyin, bizi kullanın.” demedik. AB kapılarına
gidip siyasi merhamet dilenciliğine soyunmadık. Biz göründüğümüz gibi olduk,
olduğumuz gibi göründük.
Eleştirirken siyasal bakış açımızı ve duruşumuzu ifade ediyoruz.
Görüşlerimizi ortaya koyarken Milliyetçi Hareket Partisini muhatap almayanların
sonra Sayın Genel Başkanımızın duruşuna ve görüşüne katılmalarını da ilahî
takdirin bir tecellisi olarak görüyorum. Umarım, bugün burada ortaya koyduğumuz
görüşlerden de gereken hisseler çıkarılır.
Bugün Türkiye’yi kendi ifadeleriyle “muhafazakâr demokrat” denilen
bir siyasal anlayış yönetmektedir. Bu bakımdan, bu siyasal anlayışın
eylemlerini ortaya koymak, onları anlamak için daha doğru olacaktır. Bütün
siyasal söylemlerde en önemli vurgu etnik kimlikleri olmaktadır. Milletimiz
bazen 26, bazen 36 gibi sayılarla tadat edilmekte, sayısını
tamamlayamadıklarında ise etnik kimliklerin bir kısmını da vesaire kategorisine
sokmaktadır. Millî kimlik ve millî kültür yerine etnik kimlik ve etnik kültüre
verilen siyasal işlevin, esas itibarıyla köken ve soy arayışlarına yol açtığı
açıktır.
Etnik kökenlere göre siyasal duruşları tanımlamak veya sorunları
etnik kökenler çerçevesinde sorgulamak, ırkçı bir yaklaşım olarak,
vatandaşımızın algıladığı muhafazakârlıkla ne ölçüde bağdaşmaktadır?
Bu kimlik politikasına bazen “Türkiyelilik” bazen de “Anayasal
vatandaşlık” gibi çerçeveler bulma gayreti, millî kimlik ve millî kültürü inkâr
politikasının bir tezahürüdür. Türkiye, milletimizin sadece bir adresi
değildir. Unutmayalım ki bu milleti birbirine bağlayan değerleri vardır; tarihi
vardır, muhtaciyeti vardır, mecburiyeti vardır, ezgisi vardır, sezgisi vardır,
inancı vardır. Türk milleti bu coğrafyayı böyle vatan yapmıştır, böyle millet
olarak yaşamıştır. Anayasa’da bunlar yazılmaz ama millet bunları yaşayarak,
yaşatarak var olmuştur ve var olacaktır.
Bugün toplumun sosyal kontrol mekanizmalarının tamamı sorgulanır
hâle gelmiştir. Kimliğimiz, devletimiz, cumhuriyetimizi kuran irade, dinimiz
maalesef örselenmeye, aşındırılmaya başlanmıştır. Bütün bunlar yapılırken,
acaba muhafaza edilen, örselenmeyen hangi millî ve manevi değerlerimiz
kalmıştır sorusunu sorma vaktiniz geçmedi mi?
Baş örtüsü gibi bir inanç değerini siyasi simgeye indirgemek, bu
sorunu çözmek yerine bu meyveyi yemeyi hedeflemek nasıl bir muhafazakâr
anlayışın tezahürüdür? Milletimizin inanç değerlerini mana ve muhtevadan
uzaklaştırarak indirgemek hangi okyanus ötesi projelerin hedefidir? Bu konuda
gerilimler oluşturan, açılım, saçılım, katılımlarla tahterevalli siyasetinin
mimarları ve aktörlerinin, milletimizin dengesini oluşturan değerlerini
marjinalleştirmesinin kime yarayacağı idrak edilmelidir.
Ortak değer ve yargıları buluşma adresi olarak görüp çözümü burada
oluşturmak isteyen Milliyetçi Hareket Partisinin aynı aktörler tarafından pusu
veya tuzak kurmakla hedef alınmasını tesadüf mü, yoksa kutsal bir ittifak
olarak mı değerlendirmek gerekir? Şurası bilinmelidir ki: Milletimizi birbirine
bağlayan değerler ekseninde buluşmasını, kaynaşmasını engelleyecek tuzakları
bozmak Milliyetçi Hareket Partisinin varlık sebebidir. Tahterevalli siyasetinin
aktörleri için, “Ava giden avlanır.” atasözünün doğruluğu bu vesileyle de
ortaya konmuştur.
Sayın milletvekilleri, millî ve manevi değerlerimize dayanarak
dayanışmacı anlayışımızla ihtiyaç sahiplerine ulaşma yolunda büyük bir
medeniyet anlayışına sahibiz. Bunu yapmak için de insanlığa vakıf gibi bir
müesseseyi kazandırmış bir milletiz. Muhtaç olana ulaşmak, sıkıntısının
çözümünü sağlamak, sosyal devletin yanında milletimiz bizim için önemli bir güç
kaynağıdır. Ancak, Almanya’da mahkûmiyetle sonuçlanan bir dava, milletimizin
yardım duygularının kişisel ve siyasal amaçlar için istismar edildiğini açıkça
ortaya koymuştur. Böyle bir davanın failleriyle girift ilişkiler, bu davaya ve
bu eksende yapılan tartışmalara bakış açıları inanç hortumculuğunun boyutlarını
ortaya koymuştur. Bu yaklaşımları muhafazakârlığın yansıması olarak milletimiz
kabul ediyor mu? Yurt dışında bulunan vatandaşlarımızın birikimlerini manevi
değerleri istismar ederek hortumlayanlarla beraber yürüyerek sırça köşklere
yerleşenler acaba bu tablodan insanlık namına üzüntü duyuyor mu?
Sayın milletvekilleri, bütçesini görüştüğümüz AKP’nin demokrasiye
bakış açısı da söylem ve eylemler arasında kırılganlığı ortaya koymak
bakımından ilginç olacaktır.
Muhalefeti muhatap almayanlar, Türkiye’nin sorunlarını muhalefetle
beraber milletin önünde değerlendirmekten kaçanlar gerçekten demokrat mıdır?
Demokraside halkın bilgiyi edinme gücü olan medyayı tehdit etmek,
işine gelmeyen haberlere tepki gösterip kapatılmasını istemek, medyayı boykot
edip yandaş medya oluşturmak nasıl bir demokrat düşüncenin eseridir?
Suçla mücadele için hizmet vermesi gereken yasal dinleme ve takip
mekanizmalarının vatandaşların üzerinde yasa dışı tahakküm, bastırma çabaları
ile nüfuz imkânı için kullanıldığına dair kuşkular artmıştır. Demokrasi alanını
genişletmekten söz eden AKP, oluşturmaya çalıştığı korku diktatörlüğüyle
anayasal ve demokratik hakları bile kontrol altına almaya çalışmaktadır. Bugün,
demokrasimizin kurumları arasındaki çatışma ve gerilim hangi demokratlığın
ölçütüdür? Tahammülsüzlük, çatışmacı siyaset, hesap vermekten kaçınma, gizli
anlaşmalar, görüşmeler demokratlığın yansıması olabilir mi? “Bunu ulemaya
sordun mu?”, “Ben bu yargı kararını tanımıyorum.”, “Yargı darbesi.” gibi
söylemlerle demokrasinin hukuk temellerine nasıl sahip çıkılabilir? Yargı
kurumları arasında fitne körükleme yüksek demokrat bir anlayışın tezahürü
müdür?
Sayın milletvekilleri, bugün bütçesini müzakere ettiğimiz siyasal
düşüncenin söylemleri arasında tutarlılıkları tespit etmek bazen gerçekten çok
zor oluyor. Zaman ve mekâna göre söylemler çok çabuk değişiyor, mazeretler
uyduruluyor. 22 Kasım 2004’te ekonomik sıkıntıların çözülmemesinin sorumlusu
olarak bürokratik ve sivil oligarşiyi bulan odur. Ona göre, toplumun sorununu
çözmek kendisine tuzak kurmaktır. İşsiz olan bir gence “Taşı sıkıp suyunu
çıkaracaksın.” diye cevap veren odur. Şeker pancarı fiyatından memnun olmayan
çiftçiye “Önce şehirli olmak gerekir.” cevabını veren odur. İşsiz
üniversiteliye “Kimseye iş sözü vermedim.” diyerek azarlayan odur. Tekelin
özelleşmesiyle işsiz kalacaklara “IMF’ye borcunuzu ödeyin, öyle gelin.” diyen
odur. İşsizliğe çözüm için adres olarak iş adamlarını gösterip “Her biri 1
kişiyi işe alsa işsizlik sorunu kalmaz.” diyen odur. Bankalara “Neden kredi vermiyorsun?”
diyen odur. Ona göre, krizin müsebbipleri “Ekonomik sıkıntı var.” diyenlerdir.
Terörün artmasının sebebi ülkemizin gidişatının iyi olmasıdır. Medya
eleştiriyorsa hortumları kesildiğindendir. Anayasa değişikliğini gündeme
getirip “Benim değil.” diyen odur. Ona göre, küresel likidite genişlerken
ülkemize yabancı sermayenin girmesi kendi başarısıdır, bugün küresel likidite
daralırken ülkemize sermaye girişinin azalmasının müsebbibi ise küresel
krizdir. Ona göre, enerji fiyatları azalınca kendisinden, artınca dolar ve
dünyadaki petrol fiyatı artışındandır. Yaşadığımız krizi dünyanın krizi olarak
mazur gören odur. Ona göre, kapanan kepenkler, kaybedilen işler, borç artışı,
yükselen işsizlik, şok zamlar, ekonomik sıkıntıların hepsi psikolojiktir. Aslında
bütün bu ifadeler ülkeyi yöneten birilerinin olmadığını, Türkiye’de sorumlu bir
hükûmetin olmadığını göstermiyor mu?
Bütün bu sorumluluklardan kaçan kimdir? O kimdir? Bence bir
zihniyettir. O, her şeyi bilendir. O, mağrurdur, bazen de fedakârdır, bazen de
mağdurdur ama her zaman mazurdur. O, bulunmaz Hint kumaşıdır. Bence o fikir
firarisi veya zeytinyağı politikasıdır.
Sayın milletvekilleri, bugün burada bütçesini müzakere ettiğimiz
muhafazakâr, demokrat AKP’nin ekonomik tercihlerinin sorunlarını da
değerlendirmek gerekir. Aslında Adalet ve Kalkınma Partisinin yargıya bakış
açısı “adalet” kelimesinin anlamını zaten ortaya koymuştur. Adaletin ekonomik
anlamda gerçekleri ortaya çıkınca daha iyi anlaşılmaktadır. 2004-2007 döneminde
belirlenmiş olan açlık sınırı tüketim değerleri seviyesi 2002 yılı tüketim
değerinin gerisindedir. Reel olarak açlık sınırı altındaki insanlar 2002 yılı
seviyesindeki gıdayı dahi tüketememişlerdir.
Kamu kesimi tarafından yapılan gıda ve ihtiyaç maddeleri
yardımlarının sürekli olarak her yıl artması, milyonlarca kişiye milyonlarca
kömür dağıtılması, yeşil kart uygulamasından istifade edenlerin sayısında
azalma olmamasına rağmen Türkiye’de aç ve yoksul sayısının azalıyor
gösterilmesi, TÜİK’in yoksullukla ilgili bu çalışmalarında elde ettiği
sonuçlarla diğer veriler arasında çapraz bir değerlendirme yapmadığını da
ortaya koymaktadır.
Kişi başına yapılan harcamalar incelendiğinde en yoksul kesimin
harcamalarında 2002’ye göre düşme, en zengin kesimin harcamalarında ise artış
olmuştur. Nüfusumuzun yüzde 18,56’sı yoksuldur. Harcama esaslı yoksul sayısı
2002’ye göre 3,6 milyon fazladır.
“Asgari ücreti vergi dışı bırakıyoruz.” diyerek, asgari geçim
indirimi getirip ondan sonra da özel indirim tutarı ve vergi iadesini
kaldırarak ücretlilerin cebinden 3 katrilyonu aldınız. Şimdi, milletimiz
elbette bunları görünce “Bu nasıl bir adalettir?” diye soruyor.
Şimdi de kalkınmanın anlamını bir çıkartmamızda fayda vardır.
Bütçe vesilesiyle milletvekillerimizin eleştirilerine geçmişteki krizle cevap
vermeye çalışanlar aslında sapla samanı karıştırmaktadır. 1990’ların ekonomik
sıkıntılarının bir sonucu olan 2001 krizinin, mali, ekonomik ve siyasi yapıdaki
dirençsizlikten kaynaklandığı açıktır. Bu kriz sebeplerine karşı tedbir
alınmış, bankacılık sistemi güçlendirilmiş, kurallara ve denetime bağlanmış,
kamu fonları kaldırılmış, görev zararları sona erdirilmiştir. Krizin yapısal
sorunlarını ortadan kaldırmaya yönelik tedbirler alınmıştır. Bugün BDDK
olmasaydı bankaların durumu ne olacaktı? Doğrudan gelir desteği olmasaydı
çiftçilerin durumu ne olacaktı? İşsizlik sigortası olmasaydı işsizlerimize
nereden, ne verecektiniz? Bütün bu araçların hepsi aslında sizden önce
oluşturulmamış mıydı? Bugün, bankacılık kesiminde sıkıntı olmadığını
söyleyenler, herhâlde, daha önceki hükûmetin aldığı bu yapısal tedbirlere en
azından teşekkür etmelidirler. Dün yapılanı eleştirenler, bugün mali krize
karşı tedbir alan ülkelerin bankacılık sistemine sahip çıkmasına, kaynak
aktarmasına acaba ne demektedir? Dün krizden çıkmak için alınmış bunca tedbiri
görmezden gelenler, bugün krize karşı hangi tedbirleri aldıklarını
sorgulamalıdırlar. Bugünün sorunlarının dünden farklı olduğunu 2008 yılı bütçe
görüşmeleri sırasında iletmiştik. Sorunları tadat etmiş, cari işlemler
açığından, azalan rekabet gücünden, ithalata bağımlılıktan, küresel sermayenin
millî ekonomi üzerinde kabul edilemez etkisinden, istihdam yaratmayan
büyümeden, artan işsizlikten ve yoksulluktan bahsetmiştim. Bir yıl önce
ekonomik sorunların iç açıcı olmadığını ifade etmiştim.
Sayın milletvekilleri, Sayın Başbakan “Kriz teğet geçecek, Türkiye
en az etkilenecek, kriz psikolojik.” demesine rağmen, bugün tablo ortada. 2008
yılının başından beri Türkiye’ye yabancı sermaye girişi azalmaktadır. Büyüme
düşme trendine girmiştir. Enflasyonun artma trendine girdiği unutulmuştur. Yüce
heyetinizi rakamlara boğmak istemiyorum. Ancak enflasyon hedefi 2-3 kat
şaşmıştır. Bakanlar Kurulundaki hesap çarşı pazara uymamıştır.
Gerçek şekilde gelir vergisi mükellef sayımız Ocak 2002’ye göre
2008 Kasım ayında 37 bin, basit usulde gelir vergisi mükellef sayımız 58 bin,
toplam gelir vergisi mükellef sayımız 95 bin azalmıştır. Katma değer vergisi
tahsilatı kasım ayında ekim ayına göre yüzde 21 oranında azalma göstermiştir.
Açılan şirket sayısında 2007 yılının sonundan beri düşme var, 2008’de ise bir önceki döneme göre eksilme
var.
Son bir yıl içerisinde kayıtlı işsiz sayısı yüzde 18 artmıştır.
2008 Ekim ayında işsizlik ödeneğinden faydalanmak için 28.307 kişi
başvurmuştur. Eylül ayı itibarıyla 2007 yılında 2,2 milyon olan işsiz sayısı
bugün 2,5 milyona çıkmıştır. İş bulma umudu olmayanların sayısı 12 kat artmıştır.
Aralık 2008’de benzinin rafineri çıkış fiyatındaki vergi yüzde
409’dur. Benzin bedavaya alınsa bile, üzerindeki vergi yükünden dolayı 1,9
YTL’nin altında satılması dahi mümkün değildir.
İthalat teşvik edilmiş, düşük kur politikasıyla kendi ayağımıza
kurşun sıkılmıştır. Dâhilde işleme rejimiyle ithalat cazibesi artırılmış, ara
malın üretimi yerine ithalat tercih edilmiştir. İthalatçılar bu dönemin
kaymağını almıştır. İhracat ise karın tokluğuna yapılmıştır, maliyetleri ancak
karşılamıştır. İçerideki girdi maliyetlerinin yüksekliği ihracatı da ithalata
daha bağımlı hâle getirmiştir. Böylece ihracat sektörü dünya ekonomisinden
yeterince faydalanamamıştır. Şu anda ihracat birim değerinde de, miktarında da
düşme vardır.
Türkiye 2004’ten bu yana 200 milyar YTL faiz ödemiştir. Aslında
dolar olarak borçlanma yapsaydık bu ödeyeceğimiz faiz sadece 20 milyar YTL
olacaktı. Bu carry trade’in maliyetini kim ödemiştir? Yüksek kurla ülkeye
girenler yüksek faizle paralarını değerlendirdiler, çıkarken de daha düşük kurla,
daha fazla kaynağı dışarıya götürdüler.
Vatandaşın hane halkı borç miktarı 4 kat arttı, kredi kartı borcu
arttı, vatandaşın geliri ipotek altında kaldı. Ürünlerine para vermeyenler
çiftçiyi borçlandırdılar, borcunu ödemek için tarlasını, traktörünü satmak
zorunda kaldı. Piyasayı canlandırmayanlar esnafı borçlandırdılar, borcunu
ödemek için varlıklarını satmak zorunda kaldı. Enflasyonda yüksek faizle borç
vermeyi maharet sandılar, bununla övündüler. Aslında bu politikayla bankacılık
kesimini finanse ettiler. Bu tablonun vatandaşları bir borç krizine
sürükleyeceğini söyledik, gelecekteki gelirleri bugünden harcattığınızda
ekonomik durgunluğun olacağını söyledik, tedbirleri sıraladık ancak deve kuşu
psikolojisiyle görmezlikten gelindi. İşte bu tablo şunu ortaya koyuyor ki
adalet adalet değil, kalkınma kalkınma değil. O zaman acaba “ak” ne anlama
gelmektedir, Bunun cevabını sizlerin takdirine bırakıyorum.
Sayın Başbakan “İddia ediyorum, krizden en az etkilenen ülke biz
olacağız.” demişti. Aslında tablo onu göstermiyor. Döviz kurlarında ABD
dolarına karşı değişimlerden en fazla etkilenen 25 para birimi içinde 10’uncu
sıradayız, bizden daha az etkilenen 15 ülke var. Dünya Borsalar Federasyonuna
göre İstanbul Menkul Kıymetler Borsası yüzde 51,7 kayıpla en çok kaybettirenler
arasında 19’uncu sırada yer almıştır.
Sayın Başbakan, ekonomik durumun iyi olduğunu ortaya koymak için
kurban satışlarını bile gerekçe gösterdi “İç tüketim canlı, içeride otomotiv
satışında azalma yok, artış var.” dedi. Oysa istatistikler talep daralmasını,
durgunluğunu gösteriyor. TÜİK, trafiğe kayıtlı motorlu taşıt sayısının geçen
yılın aynı ayına göre yüzde 12 azaldığını söylüyor. Kasım 2008’de otomotiv
satışları 2007’ye göre yüzde 53,8 azalmış, ihracat azalması ise yüzde 44.
Ülkenin ekonomik durumu iyi olduğu için, kimi zaman geçmiş
krizlerden bahsedenler şimdi içinde bulunduğumuz duruma ne diyebilirler?
Geçmişteki kuyruklardan bahsedenler bugün ekmek kuyruklarına, işsizlik maaşı
kuyruklarına, iş bulma kuyruklarına, imaret kuyruklarına, sosyal yardım
kuyruklarına acaba ne diyeceklerdir?
Sayın milletvekilleri, Sayın Başbakan ülkenin bu gidişatını ortaya
koyanları eleştiriyor, “Henüz ölüm sinyalleri vermeyen bir hastaya kefenini
hazırlayan bir doktor, aile gördünüz mü?” diye soruyor ve “Ben de burada
bunları söylemek zorundayım, ben de ülkemizin doktoru olma görevini üstlenen
bir Başbakanım.” diyor.
Şüphesiz sayın başhekimin bu tedavi usulünün doğru olup
olmadığının cevabını hekimlerimiz vermelidir. Ancak “Kriz yok, kriz teğet
geçecek. Bu, dünyanın krizidir.” diyerek krize yanlış teşhis koymanın bedelini
de milletimiz ödemektedir. Maalesef Sayın Başbakanın bu teşhisleri kötü
hekimlik uygulaması kapsamına girmektedir. Belki de moda olan bir özür
kampanyası bir de bu yanlış teşhisten dolayı sizler tarafından başlatılmalıdır!
Sayın Başbakan 28 Ekim 2008’de aynen şu ifadeleri kullanıyordu:
“IMF eğer bizi bütçede böyle aşırı baskı altına almaya kalkarsa,
yatırımlarımızı engellemeye kalkarsa, bizim büyüme oranımızı düşürmeye kalkarsa
bunlara sıcak bakmıyoruz. Bu dönemde yatırım yaparsanız ülkeyi ayakta
tutarsınız. Bu dönemde yatırım yapacağız ki istihdam noktasında sıkıntı
yaşamayalım. Yatırım yapmazsak istihdamdaki çöküntü alır başını gider. Yani
IMF’nin yetkililerine şunu söyleyin: -Geçenlerde dedim yani bizim öyle bir
tabirimiz var- Ümüğümüzü sıkmaya kalkmasınlar. ”
IMF’ye ümük sıktırmayacaklarını belirtenler aslında daha önceden
milletimizin ümüğünü sıkmışlardı. Doğal gaza, elektriğe yapılan zamlar, asgari
ücrete sadece yüzde 6’lık verilen zam, aslında bu ümük sıkma politikalarının
bir parçasıydı. Bugün sanayi kuruluşlarına doğal gaz vermek için zorunlu
teminat aranması da sanayicinin ümüğünü sıkma politikalarının bir parçasıdır.
BAŞKAN – Sayın Vural, beş dakikanız kaldı.
OKTAY VURAL (Devamla) – Bugün huzurlarınıza getirilen bütçe IMF
talimatlarıyla ümük sıktıran bir bütçedir. Sayın Başbakanın iddiasının aksine,
önergelerle yatırımlar kısılmıştır. Tarımda destekler, eğitim, sağlık,
ulaştırma gibi işsizlikle mücadelede önemli sektörlerde yatırımlar azaltılmıştır.
Sayın Başbakan “Ümük sıktırmayız.” demiş ama maalesef IMF talimatıyla bütçede
kesintiye gidilmiştir.
Acaba, bütçede bu kesintinin yapılması neden Türkiye Büyük Millet
Meclisinde gerçekleştirilmiştir? Bu soruyu sormamız gerekir. Bu kesintiyi kim
istemiştir? Millet mi istedi, milletvekilleri mi istedi? “IMF’ye şartları kabul
ettireceğiz.” diye mangalda kül bırakmayanlar, şimdi, tıpış tıpış kuzu gibi
teslim olmuşlardır. Aynen “Zinayı AB’ye kabul ettireceğiz.” diye Brüksel’e
gidip döndükten sonra “Bir daha zina AKP döneminde gündeme gelmeyecektir.”
dedikleri gibi olmuştur. Dünya, krizi aşmak için kendi vatandaşını, sanayisini
destekliyor, genişletici maliye politikası uyguluyor, AKP ise vatandaşın,
sanayicinin ümüğünü sıkıyor.
Sayın milletvekilleri, bu bütçe sanal bir bütçedir. Arkasında
ekonomik program yoktur, gerçekçi değildir. Bu bütçenin -sunulurken- gerçekçi
olmadığını, krizi dikkate almadığını, tedbirler öngörmediğini ifade etmiştik.
Bu bütçenin samimi bir bütçe olmadığını söylemiştik. Sayın milletvekilleri,
sizlere sunulan bu bütçe, bugün artık kadük olmuştur, anlamı yoktur. Enflasyon,
büyüme, yatırım hedefinin anlamı kalmamıştır. Bütçeyi sunarken, “denk bütçe”
olarak sunanlar, uygun olmayan bu elbiseye vatandaşı uydurmak için çareyi vatandaşın
kolunu ve ayağını kesmekte bulmuştur.
Sayın Başbakan, 2004’te “Uluslararası rekabete ayak
uyduramayanlar, şunu bilelim ki düşecektir, kalan sağlar yollarına devam
edecektir.” diye konuşmuştu. Şimdi, uyguladıkları ekonomik programdan kalan
sağlar acaba kimlerdir diye bir arkaya baktınız mı? Herhâlde, kalanlar bu krizi
teğet geçirenler, gemicik sahibi olanlar, kamu rantını yiyenlerdir. Bunlar,
Sayın Başbakanın Polyanna siyaset anlayışının çok doğal bir sonucudur.
Uygulanan bu politikaların sonuçlarını göz ardı edip paramızın kıymetinin sanal
bir şekilde artmasını milliyetçilik olarak değerlendirenlerin, paramızdaki son
değer kaybını da herhâlde milliyetçilik anlayışlarının zayıflıklarından
kaynaklandığını da anlamış olmaları gerekmektedir.
Değerli arkadaşlarım, çok değerli milletvekilleri; genelde
iktisat, özelde para politikaları önceliklerin bir tercihi olarak
tanımlanabilir. Türkiye’de önceliğin artık işsizlikle mücadele, cari açığın
azaltılması ya da sektörel olarak ihracattaki sıkıntıların giderilmesine
yönelmesi gerektiğini düşünüyoruz. Yurt içi tasarrufların yatırımlara
dönüştürülmesi gerekmektedir. Bu bakımdan böyle bir tabloda gerçekten ümitvar
olabilmek, istihdamı artırabilmek için para ve maliye politikalarının
değiştirilmesi gerekmektedir. Kısa vadeli yabancı sermaye hareketlerine denetim
tedbirleri getirilmeli, düşük kur-yüksek faiz sarmalından bir an önce
çıkılmalıdır.
Sayın milletvekilleri, enflasyonla mücadelede muhakkak surette arz
yönlü tedbirlerin alınması, arzın güçlendirilmesi gerekmektedir.
Sayın milletvekilleri, biraz önce ifade ettiğim gibi ülkemizin
ekonomik sorunlarını dikkate alan samimi ve gerçekçi bir bütçeyle karşı karşıya
olmadığımızı ifade etmiştim. Bu bütçede çözüm yoktur. 2009 yılı aslında yok
hükmünde bir bütçeyle yönetilecektir. Bu bütçe ekonomik krizin yükünü tarım
kesimine, işsizlere, emeklilere, dar gelirlilere taşıtma bütçesidir. Bu bütçe
yanlış teşhislere dayalı olarak oluşturulmuştur. Vatandaşa ve geleceğe umut
veren bir bütçe değildir. Bu bütçe kalıcı değildir. Dün arkadaşlarımızın ifade
ettiği gibi, yapılması gereken, süratli bir şekilde geçici bir bütçe
oluşturmak, IMF’yle yaptığınız pazarlıklardan sonra bu milletin önüne gerçekçi
ve samimi bir bütçeyi getirmek olmalıdır. Bunu öneriyoruz, aksi takdirde birkaç
ay sonra tekrar revizyon için bu Meclise gelmek durumunda kalacaksınız.
Hükûmetten, ekonomik krizden çıkmak için uluslararası rekabet gücümüzü,
vatandaşımızın satın alma gücünü koruyan, üretimi destekleyen millî
politikalara dayalı bütçeler oluşturmasını istiyoruz. Giderek artan yoksulluk
karşısında vatandaşlarımıza el uzatılması elbette gerekmektedir ancak…
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN – Sayın Vural, lütfen, bitiriniz.
OKTAY VURAL (Devamla) - … davul zurnayla yardım dağıtmak,
ayrımcılık yapmak bizim geleneklerimizde, değerlerimizde yoktur. Kömür,
patates, soğan dağıtım aracı pankartları asarak istismar edip bunu bir övünç
vesilesi yapanlara sesleniyorum: Türkiye’yi Afrika’ya benzetmek kimsenin hakkı
ve haddi değildir. Bu ülkenin birinci sınıf vatandaşlarının elbette devletimiz
sıkıntılı günlerinde yanında olacaktır. Utanması gerekenler, onları işinden
edip kömüre, patatese muhtaç edenlerdir.
Sayın milletvekilleri, ülkemizdeki insan manzaraları ekonomik
tabloyu tüm gerçekleriyle ortaya koymaktadır. Bugün, emekli olan bir yaşlımızın
geçinmek için parklardan teneke kutu toplarken “Beni sonra tanırlar diye
onların yüzüne bakamıyorum.” deyişine sizler şahit olmuşsunuzdur.
Bir televizyon programında seksen yaşlarında olan, bir odalı evde
yaşayan Kesibe Teyzeye “Nasıl geçiniyorsun?” diye soruyorlar. Kendisi üç ayda
bir 250 milyon aldığını, geçinmek için çorap yapıp sattığını söylüyor. Bu
arada, ilin vali yardımcısı ve sosyal hizmetler görevlisi Kesibe Teyzeye para
yardımı uzatmaya kalkıyor. Kesibe Teyze sıkılıyor, onurunun zedelendiğini
düşünüyor. “Utanırım, alamam. Bunun karşılığında size bu çorapları satayım.”
diyor.
Bu bütçelerle Kesibe teyzelerin onurunu korumamız mümkün değildir
değerli milletvekilleri.
Milliyetçi Hareket Partisi olarak bu bütçeye ret oyu vereceğimizi
ifade ederek, yeni yılın hayırlara vesile olması dileğiyle yüce heyetinize
saygılarımı arz ediyorum. (MHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Vural.
Sayın milletvekilleri, birleşime 14.30’a kadar ara veriyorum.
Kapanma Saati: 13.21
İKİNCİ OTURUM
Açılma Saati: 14.30
BAŞKAN: Köksal TOPTAN
KÂTİP ÜYELER: Yusuf COŞKUN
(Bingöl), Canan CANDEMİR ÇELİK (Bursa)
BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, Türkiye Büyük Millet Meclisinin
39’uncu Birleşiminin İkinci Oturumunu açıyorum.
2009 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2007 Yılı
Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı üzerindeki son konuşmalara devam
edeceğiz.
Komisyon ve Hükûmet yerinde.
Şimdi söz sırası Adalet ve Kalkınma Partisi Grubu adına Giresun
Milletvekili Sayın Nurettin Canikli’ye ait.
Sayın Canikli, buyurun. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
Süreniz altmış dakikadır.
AK PARTİ GRUBU ADINA NURETTİN CANİKLİ (Giresun) – Sayın Başkan, değerli
arkadaşlar; öncelikle hepinizi saygıyla selamlıyorum. 2009 merkezî yönetim
bütçesi üzerinde AK PARTİ Grubu adına söz aldım.
Değerli arkadaşlar, AK PARTİ hükûmetlerinin yedinci bütçesini
görüşüyoruz ve bütçe görüşmelerinin sonuna geldik. Önce Komisyonda, daha sonra
Genel Kurulda, çok ayrıntılı bir şekilde, hem bütçe hem de bu vesileyle genel
olarak Türkiye'nin sorunları, ekonomik sorunları başta olmak üzere diğer
konular değerlendirildi, görüşler ortaya konuldu. Elbette bunların hepsi
değerlidir, hepsi dikkate alınacaktır Hükûmetimiz tarafından ve daha sonraki
çalışmalarda da kullanılacaktır. Katkı sağlayan çalışmalar her zaman önemlidir.
Tabii, bu bütçeyi, yaşadığımız global krizin gölgesinde
tartışıyoruz, değerlendiriyoruz. Kriz, beş yılda, on yılda bir dünyanın ya da
Türkiye'nin karşı karşıya kaldığı küçük ya da orta ölçekli bir kriz değil.
Kriz, 1929 buhranından sonra dünyanın yaşadığı en büyük kriz olarak
değerlendiriliyor ve bu konuda herhangi bir tereddüt yok.
Dolayısıyla, bu bütçe tartışmaları, Türkiye'nin ekonomik durumu,
yapılanlar, yapılmayanlar ya da bu konuda ortaya konulan eleştirilerin tam
olarak, doğru olarak algılanabilmesi için bu krizin biraz irdelenmesi gerekir.
Krizin dünyadaki yansımalarının, gelişmiş ülkelerdeki etkilerinin,
tahribatının, bütün detayıyla ortaya konulması gerekir ki ancak biz bugün bu
tartışmaları daha anlamla hâle getirebilelim ve bu konuda Hükûmetimizin yaptığı
çalışmaları, aldığı kararları daha objektif ve daha doğru bir şekilde
algılayabilelim.
Değerli arkadaşlar, krizin kaynağı, yaşadığımız global krizin
kaynağı gelişmiş ülkeler; Amerika çıkışlı esas itibarıyla. Bunun altının
çizilmesi gerekiyor. Eğer yaşanan krizi büyük bir deprem olarak algılarsak
depremin merkez üssü de finans kesimi, bankalar, hem Amerika’da hem de dünyanın
diğer bütün ülkelerinde.
Tabii, esas itibarıyla, belki krizin teknik nedenlerine de çok
kısa değinmekte fayda var. 2000 ile 2007 yılı arasında dünyanın ortalama büyüme
hızı yüzde 40 civarında, yani reel olarak dünya ekonomisi 2000 ile 2007
arasındaki yedi yıllık dönem içerisinde yüzde 40 büyümüş. Ancak, aynı dönemde,
aslında bu büyümeyi ve reel sektörü temsil eden menkul kıymetler kâğıtlarının
büyüme oranı ise yüzde 350-400 civarında. 2000 yılında türev piyasaların yıllık
işlem hacmi 100 milyar dolar iken, 2007 yılında bu rakam 720 milyar dolara
çıkmış. Bir başka ifadeyle reel sektör ile, fiilî üretim ile, iktisadi
kıymetler ile onları temsil eden menkul kıymetler arasında inanılmaz bir fiyat
uçurumu meydana gelmiş. Belli bir orana kadar bu fiyat farkının olması kabul
edilebilir ve olması da gerekir esasında. Yani menkul kıymetlerin el
değiştirmesi, ticarete konu olması, ikinci el piyasasına konu olabilmesi için
mutlaka el değiştirmelerde bir kârın ortaya çıkması gerekir ve bu yolla da reel
sektör ile, iktisadi kıymetler ile onu temsil eden menkul kıymetler arasında
bir fiyat farkının oluşması gerekir. Ancak bu fiyat farkının yüzde 350-400’lere
kadar ulaşması söz konusu olamaz. Esas itibarıyla krizin temel nedeni budur.
Krizin üçüncü önemli özelliği de… Yani, bir: Gelişmiş ülkelerde
başladı. İkincisi: Depremin merkez üssü finans, bankalar, mali sektör. Ve
üçüncüsü ise: Yüzyılın en yıkıcı, en tahrip edici krizidir. Biraz sonra
rakamları ayrıntılarla konuşacağız. Kriz finansman sektöründen başlamıştır,
doğrudan reel sektörden başlamamıştır. Reel sektör üzerine etkisi vardır,
olacaktır, daha da artacaktır; ancak bu etki ikincil bir etkidir, yan etkidir.
Esas itibarıyla esas tahribatını bankacılık sektörü üzerinde, finans sektörü
üzerinde ortaya çıkarmıştır. Fakat ne yazık ki, hem bu Mecliste yapılan
tartışmalar hem de kamuoyunda süregelen değerlendirmeler dikkate alındığında
yaşadığımız küresel krizin gerçek boyutuyla, tam olarak kavrandığı konusunda
ciddi şüphelerim var. Eğer tam olarak kavranabilmiş olsaydı, özellikle
tahribatı ve yıkıcılığı tam olarak algılanabilmiş olsaydı, inanıyorum ki burada
yapılan ve özellikle Hükûmetimizi haksız eleştiri olarak ortaya çıkan
konuşmaların önemli bir bölümü burada gündeme getirilmez, ifade edilmezdi.
Şimdi, bakın, İngiltere Merkez Bankası küresel krizin finans
kesimi üzerinde bugüne kadar ortaya çıkardığı tahribatın boyutunu 2,8 trilyon
dolar olarak ifade ediyor, ortaya koyuyor. İngiltere Merkez Bankası, yaptığı
bir çalışmada, küresel krizin bankalar başta olmak üzere tüm dünya finans
sektöründe ortaya çıkardığı maliyetin, verdiği zararın 2,8 trilyon dolar
olduğunu söylüyor ve Uluslararası Çalışma Örgütü de 2009 yılı içerisinde 20
milyon insanın işini kriz nedeniyle kaybedeceğini söylüyor. Sadece 2009 yılı
için bu rakamlar geçerli.
Değerli arkadaşlar, kriz Amerika çıkışlı. Başta gelişmiş ülkeler
olmak üzere krizin bu ülkelerde yaptığı tahribatı, ortaya çıkardığı sonuçları
rakamsal boyutlarıyla burada ortaya koymamız gerekir.
Amerika’dan başlayalım. Bir sosyalist iktisatçının ifadesiyle,
başta Amerika olmak üzere -özellikle Amerika’da- kapitalizmin parlak yıldızları
birer birer söndü bu kriz nedeniyle. Bunların en başında geleni Lehman
Brothers. Dünyanın ve Amerika’nın en büyük yatırım bankası. Yüz elli sekiz
yıllık, neredeyse Amerikan tarihiyle eşit ve bugün piyasadan çekildi, iflas
etti.
Amerika’da beş tane büyük yatırım bankası vardı, Amerikan
ekonomisinin bugüne gelmesinde, yatırımların finansmanında gerçekten çok önemli
katkılar sağlamış olan beş tane büyük yatırım bankası vardı ve beşi de battı,
tamamen piyasadan çekildi. Dünyanın en büyük beş yatırım bankası bu kriz
nedeniyle tarihten silindi arkadaşlar. Bunların en meşhurları Lehman Brothers
yüz elli sekiz yıllıktı. Bear Stearns iflas ettiği için JP Morgan’a satıldı.
Merrill Lynch -belki birçoğumuzun duyduğu, o da yatırım bankalarından bir
tanesi- Bank of America tarafından satın alındı. Geri kalan iki tanesi de,
yatırım bankacılığı ortadan kaldırıldı ve ticari banka hâline getirildi.
Elbette bunlara çok da büyük, ciddi, Amerikan Hükûmeti tarafından kaynak
aktarıldı.
Yine, Amerika’nın en büyük ticari bankası Washington Mutual, iflas
ettiği için devlet tarafından, Hükûmet tarafından el konuldu.
Citigroup, bir başka güçlü banka, Amerikan Hükûmeti kurtarmak için
tam 306 milyar dolar sadece buraya para aktardı, destek sağladı, Citigroup’u
kurtarmak için. Rakam 306 milyar dolar.
Onun yanında -bilinen tüm bankalar aşağı yukarı- bugüne kadar on dört banka battı, yirmi bir banka da yardım
kapsamına alındı. Mali yapıları bozulduğu için,
zarar ettiği için ve mali yükümlülüklerini yerine getiremediği için,
mevduat sahibine mevduatını ödeyemediği için, borcunu ödeyemediği için bu
bankaların teknik olarak hepsi iflas etmiş durumda, hepsi batmış durumda ve
Amerika’nın en büyük sigorta şirketi AIG, yine Amerikan Hükûmeti tarafından
iflastan kurtarıldı. İflas etmişti, ancak Amerikan Hükûmeti tarafından iflastan
kurtarıldı.
UBS, RBS, BNB, Fortis ve yirmi bir tane ilave banka Amerika’da
battı ve hiç batmaz denilen, kimsenin toz konduramadığı, gerçekten mali
yapıları, aktif ve pasif arasında aktif lehine dengesi çok daha büyük olan, öz
kaynakları güçlü gibi gözüken bu bankaların hepsi battı, aynı Titanik gemisi
gibi ve Amerika’da emeklilik fonları 2 trilyon dolar zarar etti kriz nedeniyle
değerli arkadaşlar, 2 trilyon dolar zarara uğradı ve şu ana kadar Amerika ve
Kanada bankaları -ki büyük çoğunluğu Amerika bankaları- 425 milyar dolar zarar
yazdılar. Yani geçtiğimiz haftaya kadar, geçtiğimiz hafta itibarıyla Amerika bankalarının yazdığı zararın toplamı 425
milyar dolar ve bugüne kadar da 110 bin kişiyi işten çıkardılar Amerika
bankaları. Sadece bankalar, sadece finans kesimi, 110 bin kişiyi işten çıkardı.
Bakın, geçtiğimiz hafta itibarıyla zarar yazan bazı bankaların
zararlarını rakam olarak sizlerle paylaşmak istiyorum: Citigroup 65,7 milyar
dolar, Merrill Lynch 56 milyar dolar, Washington Mutual 45,6 milyar dolar, Bank
of America 27,4 milyar dolar, National City 26,5 milyar dolar, JP Morgan Chase
20,5 milyar dolar, Morgan Stanley 15,7 milyar dolar ve böyle sıralanıyor, liste
devam ediyor.
Değerli arkadaşlar, bu sadece Amerika için geçerli değil, Amerika
bankaları için geçerli değil. Aynı durum, aynı sıkıntılar, aynı mali yapıların
bozulması aşağı yukarı dünyanın -başta Avrupa olmak üzere- belli başlı bütün
ülkeleri için geçerli. Bakın, Avrupa bankalarının yazdığı zararlar: UBS 48,6
milyar dolar zarar etti. Neden zarar ettiler, biraz sonra onları inceleyeceğiz.
HSBC 33,1 milyar dolar zarar etti. Zarar yazıldı, bu zarar realize oldu,
gerçekleşti. Royal Bank of Scotland 15,7; Deutsche Bank 13,2; Credit Suisse
13,2; ING Group 13,2 ve böyle liste devam ediyor ve bugüne kadar Avrupa
bankalarının yazdığı zararların toplamı 260 milyar dolar.
Avrupa bankalarının çıkardığı işçi sayısı ise -krizden sonra,
hepsi krizle ilgili, tamamen krizden kaynaklanan zararlar ve işten çıkarmalar-
55 bin civarında, geçtiğimiz hafta itibarıyla, her gün bu sayı artıyor.
Asya bankaları 30 milyar dolar zarar yazdı. Rusya… Üç büyük Rus
bankası iflas etti ve Hükûmet tarafından devletleştirildi. Svyaz Bank,
Kit-Finance ve Sobinbank. Amerika’da bankalar battı ve toplam maliyeti 1
trilyon 390 milyar dolar. Biraz sonra maliyetlere de geleceğiz. Avrupa’da battı
bankalar, kriz nedeniyle. Peki, bu krize rağmen hiç bankası batmayan bir ülke
var mı değerli arkadaşlar? Bu sorunun sorulması gerekiyor. Amerika’da en büyük
bankalar battı, beş tane büyük yatırım bankası battı, iflas ettiler. Yüz
milyarlarca dolar para aktardılar, ona rağmen kurtaramadılar. Böyle bir ortamda
Avrupa’nın bankaları battı, İngiltere’nin battı, Fransa’nın battı, hepsi battı,
Rusya’nın battı, Hindistan’ın battı. Peki, hiç bankası batmayan, bankası hiç
zarar görmeyen ülke var mı?
OKTAY VURAL (İzmir) – Türkiye var.
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – Var, Türkiye değerli arkadaşlar. (AK
PARTİ sıralarından alkışlar)
Türkiye’de bir tane banka batmadı. Hiçbir banka ödeme darlığına
düşmedi. Hiçbir bankanın mali yapısı bozulmadı. Hiçbir banka mudi sahiplerine
karşı mükellefiyetlerini yerine getirme konusunda bir sıkıntı yaşamadı değerli
arkadaşlar.
HÜSEYİN YILDIZ (Antalya) – Ne becerikliymişsiniz be!
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) - Eskiden Avrupa’da ve Amerika’da en
ufak bir dalgalanma olduğu zaman, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde yer
yerinden oynardı, tarumar olurdu ve bu “Amerika, Avrupa hapşırdığı zaman
Türkiye zatürre olur.” şeklinde ifade edilirdi değerli arkadaşlar. Ama bugün
Amerika’da ve Avrupa’da finans ve bankalar ölüm döşeğinde, gerçekten ölüm
döşeğinde ama Türkiye hapşırmadı -bankacılık için söylüyorum- hapşırmadı bile
değerli arkadaşlar.
ERGÜN AYDOĞAN (Balıkesir) – Amerika’dan büyüğüz!
BAŞKAN – Lütfen arkadaşlar, rica ediyorum…
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) - Bunun tespit edilmesi gerekir ve
objektif bir yaklaşımla, dünyanın, yüzyılın yaşadığı en büyük krize rağmen
bankalarını batırmayan, o konuda gerekli adımları atan ve tedbirleri zamanında
alan bir Hükûmete teşekkür etmek gerekmez mi değerli arkadaşlar? Ben sizin
vicdanınıza sesleniyorum, gerekmez mi? Yani Amerika’da, Avrupa’da bütün
bankalar batarken… Şu anda Amerika’da kredilendirme sistemi çökmüş durumda,
bankalar bir başka bankaya güvenmiyor. Mevduat sahipleri bankaya güvenmiyor,
banka da yatırımcıya güvenmiyor. Şu anda bu güveni tesis etmeye çalışıyorlar.
Bizde bir sıkıntı var mı? Bu anlamda söylüyorum değerli arkadaşlar, finans
kesimi için söylüyorum; herhangi bir sıkıntı var mı? Bu Hükûmete teşekkür
edilmesi gerekmez mi? Düşünün, on tane banka batmış olsaydı, yirmi tane banka batmış
olsaydı bunun Türkiye’ye maliyeti ne olurdu? Onlarca, 20, 30, 40, 50, sınırı
olmayan milyar dolarların aktarılması gerekirdi. Geçmişte bu oldu. Bunun için
bu Hükûmete teşekkür edilmesi gerekmez mi değerli arkadaşlar?
Eleştirebilirsiniz, ama bunu bir söyleyin, bunu bir ortaya koyun.
Değerli arkadaşlar, peki neden Türkiye’de hiçbir banka sıkıntı
yaşamadı? Durup dururken olmadı, bunların ortaya konulması gerekiyor. Bakın,
bir defa 2002 yılının sonundan itibaren, yani AK PARTİ hükûmetlerinin iktidara
geldiği dönemden itibaren bankacılık sektörü üzerinde sıkı bir denetim
uygulandı ve kurallardan sapmalarına kesinlikle müsaade edilmedi.
İkincisi, aktiflerinin bozulmasına müsaade edilmedi. Nedir bu? Ki,
Avrupa ve Amerika bankalarının da en büyük problemi budur; riskli kâğıtları
aktiflerine aldılar, kâğıtların değeri düşünce de hepsi battı. Ama, BDDK ve
Hükûmetimiz, bankalarımızın; ki, o konuda büyük bir istek vardı aslında, çünkü
çok kârlı gözüküyordu ve o zaman dünyadaki bankalar bu kâğıtlar yoluyla gerçekten
çok büyük kârlar elde ediyordu ama bunlara müsaade edilmedi; Türkiye’deki
bankaların aktiflerine riskli, yüksek getirili gibi gözüken ancak son derece
riskli bu kâğıtları almalarına müsaade etmedi. Hatta bir bankacı bu izin
verilmeyince İsviçre’ye gitti, kendisi böyle bir fon kurdu ve o fon da battı.
Gazetelerden okumuşsunuzdur, isimlendirmeyeceğim.
Aktiflerinin, aktif yapılarının bozulmasına kesinlikle müsaade
edilmedi ve plase ettikleri kredilerin yanlış yerlere aktarılmasına da müsaade
edilmedi. Bakın, bankacılık sektörümüzün dönüşü olmayan ya da riskli
kredilerinin oranı 3,2’ydi, bu kriz nedeniyle bugün 3,4’e çıktı. Krizin etkisi
budur değerli arkadaşlar bankacılık sektöründe, 3,2’den 3,4’e çıktı. Yani,
verdikleri kredilerin de bankacılık mevzuatına, kurallarına uygun olup olmadığı
konusunda da gerçekten gereken kurallar uygulandı. Hassasiyetle uygulandı, en
ufak bir taviz verilmedi.
Başka? Bankalarımızın açık pozisyona girmelerine müsaade edilmedi.
Hem 94 krizinde hem de 2001 krizinde bankalarımızın birçoğu döviz açık
pozisyonu nedeniyle battı değerli arkadaşlar. Nedir bu? Bankalar yurt dışından
LİBOR+1’le, 2’yle döviz cinsinden kredi alıyorlar -ki, oran olarak çok düşük
sayılabilir- bununla iç piyasada TL olarak -TL’ye dönüştürüp TL olarak- kredi veriyorlar.
Aldıkları kredinin maliyeti düşük, ancak TL olarak verdikleri takdirde çok
büyük paralar kazanıyorlar. 21’le veriyor, 22’yle veriyor, 23’le veriyor ve bir
de dövizdeki düşüşü de dikkate aldığınız zaman aslında bankalar açısından
gerçekten çok cazip bir alan ve 2003, 2007, 2008 döneminde de Türkiye’de
bankalar bu konuda çok istekliydi. Bunu yapmaya teşebbüs eden birçok banka oldu
Türkiye’de de, yani yurt dışından döviz alıp, bunu TL’ye çevirip kredi vermek
şeklinde. Tabii, o zamanlar bunlar büyük getiri, büyük paralar kazanıyorlardı
ancak dünyada ya da Türkiye’de işlerin iyi gitmediği ya da herhangi bir nedenle
kurun hareketli dönemlerinde de iflas ediyorlardı. 1994’te de bu oldu, aşağı
yukarı on tane banka bu nedenle battı. 2001 krizinde de bu oldu. Bankaların
büyük çoğunluğu aktif yapıları bozulduğu için, mali yapıları bu nedenle
bozulduğu için -çünkü borcu döviz cinsinden, alacağı TL cinsinden- döviz
yükseldiği zaman bir anda iflas durumuyla karşı karşıya kalıyorlar. Bu, belki
on yılda bir gün olur, beş yılda bir gün olur ancak bankaları batırır. Yani
ona, yedi yıl müsaade etmeyeceksiniz, yedi yıl bunu gözeteceksiniz. İşte bunu
yaptı Hükûmetimiz, bu konuda en ufak bir taviz vermedi kesinlikle. O konuda
yoğun istekler olmasına rağmen en ufak bir taviz vermedi.
Kamu bankaları… Kamu bankaları iyi yönetildi değerli arkadaşlar.
Bu da son derece önemli. Hem 1994 hem de 2001 krizini içerde tetikleyen en
önemli unsurlardan bir tanesi de kamu bankalarının zararları, kamu bankalarının
kötü yönetilmesi nedeniyle batak kredilerin çok yüksek oranlara ulaşmasıdır.
Özellikle Halk Bankası… Ben şimdi sizlere rakamları vereceğim.
Şimdi Halk Bankası, bakın… Hatta biraz da geriye gidelim şimdi, bazı arkadaşlar
2002’yi aldığımız zaman rahatsızlık duyuyorlar ki biz defalarca söyledik, bu
değerlendirmelerde 2002’yi almamızın nedeni, özellikle geçmişteki 57’nci
Hükûmeti de hedef almak amacıyla değil, sadece anlamlı, anlaşılabilir, izah
edilebilir bir karşılaştırma yapmak için, dinamik bir karşılaştırma yapmak
için. Ama buna rağmen böyle bir rahatsızlık varsa biz biraz daha geriye
gidelim. 1977 yılından başlayalım mesela. 1977 yılında Halk Bankasının
kredilerinin durumunu bugüne kadar bir değerlendirelim: Bakın, 1977 yılında
Halk Bankasının batık kredi oranındaki artış yüzde 40, bir önceki yıla göre
Halk Bankasının verdiği kredilerin batma oranı yüzde 40, artış oranı. 1978’de
yüzde 295; 1979’da 36; 1980’de 60 ve devam ediyor. 1993’te yüzde 335; 1994’te
yüzde 145; 2001’de yüzde 195 değerli arkadaşlar. 2002’ye geldiğimizde Halk Bankasının
batık kredilerinin toplam kredilere oranı yüzde 93.
OKTAY VURAL (İzmir) – 2003’te?
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – Yani toplam krediler 100 ise bunun
93’ü batık, 2002 yılında geldiğimiz nokta itibarıyla.
AHMET YENİ (Samsun) – İktidarda kim vardı o zaman?
MEHMET AKİF HAMZAÇEBİ (Trabzon) – Kime açmış krediyi, esnafa mı?
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – Değerli arkadaşlar, şu anda bu oran
kaçtır, bugün itibarıyla? Yüzde 6’dır, yüzde 6. Yani 2002 yılında yüzde 93 olan
batak oranı yüzde 6’dır. 2003 yılı başından itibaren Halk Bankasının verdiği
kredilerde geri dönmeyenlerin oranı ise sadece yüzde 1 değerli arkadaşlar,
bakın, sadece yüzde 1. Şimdi bunları iyi değerlendirmek lazım, bunları iyi
ortaya koymak lazım. Eğer kamu bankaları aynı mantıkla yönetilmiş olsaydı ve
batak oranları çok büyük bir ihtimalle bugünkü oranların çok daha üzerinde
olacaktı ve kesinlikle batacaklardı. Batmamıştır, batırılmamıştır. Neden? İyi
yönetilmiştir.
Ben o tartışmaları yapmak istemiyorum şu anda. Yani, Halk Bankası
kredileri kime vermiştir, nasıl verilmiştir, nasıl geriye alınmamıştır, nasıl
değerlendirilmiştir? Bunların tartışması… Amacım bu değil.
OKTAY VURAL (İzmir) – Tartışalım, tartışalım!
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – Amacım tahrik etmek değil. Amacım
burada gerçekleri ortaya koymak değerli arkadaşlar.
Tabii, burada ama şunu sormak lazım: Hangisi milliyetçilik?
ERKAN AKÇAY (Manisa) – Ne alakası var!
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – Yani bir kamu bankasının kaynaklarını
çarçur ederek verilen kredilerin yüzde 93’ünü batak hâline getirmek mi
milliyetçiliktir…
OKTAY VURAL (İzmir) – Bunu önlemek milliyetçiliktir!
NECATİ ÖZENSOY (Bursa) – Mirasyedisiniz, milliyetçi değil!
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – …yoksa bunu gözü gibi koruyarak, bunu
yetimin hakkı olarak değerlendirerek üzerinde titreyerek ve en sağlam şekilde
krediye de dönüşmesini temin etmek mi milliyetçiliktir değerli arkadaşlar;
bunun takdirini sizlere bırakıyorum. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
Bakın, sadece Halk Bankası değil. Özellikle ben 1977 yılından
itibaren aldım ki bazı arkadaşlar rahatsızlık duymasın diye ama, yani
anlayamadım, gerçekten anlayamadım çünkü bu sorun sadece 1999-2002 arasını
ilgilendirmiyor. Orayı da ilgilendiriyor elbette ancak 1977’den -en azından
benim ulaşabildiğim rakamlar itibarıyla söylüyorum- bugüne kadarki aşağı yukarı
tüm hükûmetleri ilgilendiriyor, belki arada ufak tefek istisnalar olabilir,
yani daha ince ayrıntıda, ince değerlendirmede ortaya çıkar, ama genel bir
değerlendirmeyle bakıldığında tümünü kapsıyor. Elbette 1999-2002’yi de kapsıyor
değerli arkadaşlar.
Gelelim Ziraat Bankasına: Bakın, aynı durum Ziraat Bankası için de
geçerli. 2002 yılında Ziraat Bankasının takipteki alacaklarının toplam
kredilere oranı yüzde 24, bugün yüzde 1,8. Onları da tahsil etmişiz ayrıca,
oranı da düşürmüşüz, yüzde 1,8’e düşürmüşüz.
OKTAY VURAL (İzmir) – Bu bankaları kim yapılandırdı; siz mi, biz
mi?
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – Vakıflar Bankası: Bakın, 2002’de
verilen kredilerin batak oranı, toplam kredilere oranı yüzde 24,25 iken, bugün
yüzde 4,71’e düşmüş değerli arkadaşlar. Bunların değerlendirilmesi gerekiyor;
bunların takdir edilmesi gerekiyor, eleştirinizi yapın, ama bütün bunlar için
Hükûmete teşekkür edilmesi gerekiyor değerli arkadaşlar.
Diğer bir husus -neden Türkiye'de bankalar batmadı sorusunun
cevabını arıyorduk- dördüncüsü de öz kaynak oranları. Özel ve kamu bankalarının
öz kaynak rasyosunun yüzde 12’nin altına düşmesine müsaade edilmemiştir. Bu da
çok önemlidir, bakın.
OKTAY VURAL (İzmir) – Tabii.
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – Bakın, Avrupa ve Amerika hata yaptı
bu konuda.
OKTAY VURAL (İzmir) – Zaten müsaade edemezdiniz.
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – Amerika’da, bakın, mesela Lehman
Brothers; batış nedenlerinden bir tanesi de bu. 2003-2007 yılları arasında
aktifi yüzde 121 artıyor, ama öz kaynaktaki artış oranı yüzde 73. Merrill
Lynch, batan yatırım bankalarından bir tanesi. 2003-2007 dönemi arasında bu
bankanın toplam aktifleri yüzde 125 büyürken, öz kaynak oranındaki artış sadece
yüzde 10 değerli arkadaşlar. İşte, bunun için, Türkiye'de yüzde 12’nin altına
düşmesine müsaade edilmedi, kamu bankaları için de yüzde 15’in üzerindedir.
Bunun takdir edilmesi gerekmez mi? Bunun için Hükûmete teşekkür edilmesi
gerekmez mi?
Sadece dışarıda değil, aynı hata içeride de yapıldı. 1994 ve 2001
yıllarına baktığınızda, aynı dönemde birçok kamu bankası ve birçok özel banka,
1994 krizinde ve 2001 krizinde öz kaynak yetersizliği nedeniyle battı. Mali
açıdan taahhütlerini yerine getiremez hâle geldiler ve battılar. Bütün bunlar
için gerçekçi değerlendirme yapmak gerekiyor ve her şeyin gerçek boyutuyla
ortaya konulması gerekir.
Değerli arkadaşlar, şöyle bir düşünün: Eğer AK PARTİ hükûmette
olmasaydı, onun yerine başka herhangi bir parti, yani 1977’den 2002’ye kadar
iktidarda olan hükûmetlerden ya da partilerden herhangi bir tanesi iktidarda
olsaydı ne olurdu?
ERKAN AKÇAY (Manisa) – Daha iyi olurdu.
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – Şunu rahatlıklı söyleyebiliriz:
Bankaların büyük çoğunluğu batardı. Özel bankalar dâhil, kamu bankaları dâhil
büyük çoğunluğu batardı. Neden mi söylüyorum? Çünkü, geçmişe bakıyorum, bu
hükûmetlerin iktidar olduğu dönemlere bakıyorum, o dönemde bankaların nasıl
yönetildiğine, ekonominin nasıl yönetildiğine bakıyoruz, oradan yola çıkarak
söylüyoruz. Zaten yeni bir parti için söylemiyorum. 1977’den bugüne kadar bir
şekilde doğrudan ya da dolaylı olarak hükûmette bulunmuş olan tüm partiler için
geçerli. Geçmişe baktığınız zaman en ufak bir krizde -çünkü öyle olmuş-
bankalar batmış, bankaları batırmışlar.
Peki, üç beş banka, beş on banka batsa ne olurdu? En az 40-50
milyar dolar bu millete yük gelirdi. Vergi mükelleflerine, bu millete yük
gelirdi. Biz bunları geçmişte yaşadık. Bunlar bizim için çok yabancı olaylar
değil ve ondan sonra ne enflasyon durdurulabilirdi ne büyüme yakalanabilirdi ne
dış açık ortadan kaldırılabilirdi ve Türkiye iflas ederdi. Türkiye, hem iç
ödemelerini hem de dış ödemelerini yerine getiremeyen iflas etmiş bir ülke
hâline gelirdi. Hamdolsun AK PARTİ Hükûmeti iktidarda değerli arkadaşlarım.
ERGÜN AYDOĞAN (Balıkesir) – Hamdolsun!
ÜNAL KACIR (İstanbul) – Siz de hamdetmeyi öğrendiniz!
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – Şimdi tabii, bu krizin ortaya
çıkardığı bu tahribatı ortadan kaldırmak için Amerika başta olmak üzere Avrupa
ve diğer dünya ülkelerinin aldığı birçok tedbir var, açıkladığı birçok paket
var. Onları da ortaya koymak lazım, onları da tartışmak lazım.
ERGÜN AYDOĞAN (Balıkesir) –
Doktor var da reçete yok!
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – Amerika, bankaları kurtarmak için 850
milyar dolarlık bir paket hazırladı, uygulamaya koydu ve Amerika Merkez Bankası
bu yıl sonuna kadar, 2008 yılı sonuna kadar bankalar için kaynak anlamında,
nakit para anlamında, taze para anlamında 900 milyar dolar aktaracağını
açıkladı ve Amerika, yine Amerikan Hükûmeti yedi bankadan oluşan bir gruba 250
milyar dolar, hisse senetlerini satın almak suretiyle kaynak aktardı. Bunlar
içerisinde Citigroup var, Morgan Stanley var, JP Morgan var ve devam ediyor. On
altı bankayı kurtarma kapsamına aldı ve bugüne kadar…
ALİ UZUNIRMAK (Aydın) – Bütçeye gel, bütçeye!
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – …şu ana kadar Amerika’nın bankalar
için, sadece finans kuruluşları için harcadığı para ya da maliyeti 1 trilyon
390 milyar dolar.
ALİ UZUNIRMAK (Aydın) – Bu, Amerikan bütçesi mi, Türk bütçesi mi?
YAŞAR AĞYÜZ (Gaziantep) – Bütçeye gel, bütçeye!
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – Yani insan söylerken bile zorlanıyor
değerli arkadaşlar ama biz 1 kuruş para harcamadık bakın, bankalar için 1 kuruş
para harcamadık, milletin 1 kuruş parasını aktarmadık çünkü zarar etmedi
bankalar.
KEMAL KILIÇDAROĞLU (İstanbul) – Sayın Canikli, Türkiye bütçesini
görüşüyoruz.
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – Almanya 500 milyar euroluk bir paket
açıkladı. Şimdi paket konusunu konuşuyoruz ya, Almanya 500 milyar euroluk bir
paket açıkladı; bunun 400 milyar eurosu bankalar için garantilerden oluşuyor
-bankalara garanti vermek için kullanacak- 80 milyar eurosunu bu mali yapıları
bozulan bankalara sermaye koymak için kullanacak, 20 milyar eurosunu da bu
garantiler için sigorta primi olarak
ödeyecek. Yani 500 milyar euroluk bir paket açıklıyor Almanya, tamamı
bankaları kurtarmak için, tamamı bankaları rahatlatmak için. Fransa 360 milyar
euroluk bir paket açıkladı; bunun 320 milyarlık kısmı bankalara garantilerden
oluşuyor, 40 milyarı da sermayelerden oluşuyor, yani yine bankaya koyacakları
sermayeden oluşuyor 360 milyarın. İspanya 150 milyar euroluk bir paket
açıkladı, tamamı bankaları kurtarmak için ve desteklemek için. İsviçre…
YAŞAR AĞYÜZ (Gaziantep) – İnternet’te var, söyleme boşuna!
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) –
İsviçre bile iki banka için sadece 100 milyar dolarlık bir paket
açıkladı. İngiltere 450 milyar sterlinlik ve sadece bankalar için yine, finans
kuruluşları için, onları kurtarmak için, onların mali yapılarını düzeltmek
için. Japonya 350 milyar dolar bankalar için para harcadı. Rusya üç banka için
100 milyar dolar değerli arkadaşlar, kaynak aktardı.
ERGÜN AYDOĞAN (Balıkesir) – Türkiye! Türkiye!
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – Şimdi, evet, Türkiye gerçekten
bankalar için, bankacılar için bir paket açıklamadı.
ERGÜN AYDOĞAN (Balıkesir) – Reçete! Reçete!
AHMET KÜÇÜK (Çanakkale) – IMF reçetesi!
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – Neden? Çünkü bizde banka batmadı ki
değerli arkadaşlar, bankaların paraya ihtiyacı yok ki, bankalar iflas etmedi
ki, kamu bankalarının içi boşaltılmadı ki; niye? Pakete ihtiyaç yok ki bankalar
için. Bankalar bugün görevlerini yerine getiriyorlar ve ayrıca bu hükûmetlerin
hemen hemen büyük çoğunluğu mevduata verilen garantiyi ya sınırsız hâle getirdi
ya da artırdı. Biz onu da yapmadık. Neden? Risk yok, herhangi bir sıkıntı yok, sistem
yürüyor, sistem çalışıyor, güven esası geçerlidir, esastır. Bu sektörde ve
burada en ufak bir problem yok, bozulma yok. Bunu sadece biz söylemiyoruz;
OECD’nin Başkanı da, Genel Sekreteri de söylüyor, Dünya Bankasının Genel
Sekreteri de söylüyor, herkes söylüyor. Yani bize inanmıyorsanız yabancılara
bakın. Hani olabilir, belki içeride öyle bir şeyiniz olabilir, o zaman
dışarıdakilere bakın. İçeridekiler de aynı şeyi söylüyor, dışarıdakiler de aynı
şeyi söylüyor. Bize inanmıyorsanız onlara bakın. Batmayan bir sistem için,
sektör için paket hazırlamaya gerek var mı değerli arkadaşlar? Yok. Bununla
övünmemiz gerekir, bununla gurur duymamız gerekir. Sonuçta Türkiye hepimizin
değerli arkadaşlar. Belki muhalefet bundan doğal olarak belki rahatsızlık
duyabilir, belki kullanabileceği birtakım argümanlar için altyapı oluşturacak
daha uygun bir ortamı arzu edebilirler. Ama dışarıya çıktığınızda sizin de,
herkesin, muhalefetin de gurur duyacağı bir tablo var, övüneceğiniz bir tablo
var. Bunun için bu Hükûmete teşekkür edilmesi gerekmez mi değerli arkadaşlarım.
(AK PARTİ sıralarından alkışlar)
KEMAL KILIÇDAROĞLU (İstanbul) - Sayın Başbakan neden o zaman
bankalardan şikâyet ediyor?
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) - Kriz sonrası yönetim. Bu konuyu da
irdelememiz lazım. Çünkü muhalefetin ve bazı arkadaşların eleştirdiği
konulardan bir tanesi bu. Şimdi, şu ana kadar bankacılık sektöründe Türkiye'nin
çok iyi yönetildiğini ve bütün bu yangından, alevden bankacılık sektörünün
korunduğunu, dimdik ayakta olduğunu ortaya koyduk, rakamlarla koyduk. Dünyadaki
yangına rağmen, dünyadaki bankacılık sisteminin tarumar olmasına rağmen,
depremin merkez üssünün finans kesimi olmasına rağmen dünyada, ve dünyanın şu
ana kadar bu iş için 3 trilyon dolardan fazla para harcamasına rağmen Türkiye’de
bütün bankalar ayakta, en ufak bir sıkıntıları yok, mali yapıları güçlü ve
kredilerini de…
HASİP KAPLAN (Şırnak) – Yirmi altı tane yabancı sermaye….
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) - Elbette ufak tefek sıkıntılar var.
Ama ben krizin hacmiyle eş anlamlı sorunlardan bahsediyorum. Bu anlamda
herhangi bir sıkıntı yok, hepsi dimdik ayakta. Onun için bir pakete de ihtiyaç
yok.
SELAHATTİN DEMİRTAŞ (Diyarbakır) – Türkiye bankalardan ibaret
değil ama, halk da var.
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) - Değerli arkadaşlar, gelelim kriz
sonrasındaki yönetim konusuna. Biraz sonra reel sektörü konuşacağız. Şimdi,
krizden sonra Türk lirası başta olmak üzere birçok dünyadaki para birimi, hatta
gelişmiş ülkelerin para birimi de dâhil olmak üzere, dolara karşı değer
kaybetmeye başladılar. Bunun nedenini anlamakta sanıyorum zorlanmıyor
arkadaşlarımız. Çünkü Amerika rezerv para... Kriz dönemlerinde likit ihtiyacı
artar ve bu nedenle, sadece bu nedenle, ekonomik gerekçelerle değil sadece bu
nedenle dolara olan talep arttı ve euro dâhil -sonradan tabii başka
dalgalanmalar oldu ama- ilk anda hemen hemen tüm dünyadaki para birimleri
Amerikan doları karşısında değer kaybetti; Türkiye’de de aynı şey geçerli oldu.
Bu dönemde, birçok kesim, bazı kuruluşlar, hatta muhalefete mensup bazı
arkadaşlarımız şunu söylediler: “Merkez Bankası müdahale etsin ve Türk
lirasındaki düşüşü engellesin, ortadan kaldırsın.” Biz, buna ısrarla karşı
çıktık, buna kesinlikle müsaade etmedik. Ki, Merkez Bankası da bu konuda
gereken adımı attı, gereken hassasiyeti gösterdi ve tarihî bir karara imza
attı, müdahale etmedi, TL’deki düşüşü durdurmak için piyasaya döviz vermedi.
Sadece iki gün 50’şer milyonluk döviz satım ihalesi yaptı, o da piyasanın,
bankaların likidite ihtiyacını karşılamak için, döviz likit ihtiyacını karşılamak
için. Onun dışında geçmiş dönemlerde olduğu gibi yoğun bir şekilde piyasaya
para sürülmedi değerli arkadaşlar, döviz verilmedi. Veren ülkeler oldu. Rusya,
Macaristan, Hindistan, Ukrayna. Hiçbirisi kendi yerli para birimindeki düşüşü
engelleyemediler, ancak rezervlerinin önemli bir bölümünü kaybettiler. Rusya,
bu amaçla sadece 161 milyar dolar para kaybetti ve rubledeki düşüşü de
engelleyemedi. Bu konuda Merkez Bankası, Türkiye devleti, ekonomi yönetimi hata
yapmadı ve piyasaya rezerv sürmedi. Çünkü bakın, döviz rezervi bizim tek
silahımız bu konuda, tek silahımız. Eğer o silahı da çarçur edersek daha sonra
ekonomiyi rüzgârın önünde sonbahar yapraklarına döndürürüz. Bu nedenle müdahale
edilmedi. Şimdi, bakın, Meksika Merkez Bankası 10 milyar dolardan fazla para
sürdü piyasaya, ama yerli para birimindeki düşüşü durduramadı. Güney Kore 10
milyarlarca dolar para harcadı, durduramadı. Hindistan 15 milyar dolar para
harcadı, piyasaya para sürdü. Ve tabii ucuzdan satılıyor bunlar, yani amaç
yerli para biriminin değerini tekrar korumak ve dövizi düşürmek olduğu için
düşük fiyattan piyasaya döviz sürüyorlar, hem rezervi eriyor hem de sonuç
alamıyor.
Şimdi, geçmiş dönemlerde, 1994 krizinde ve 2001 krizinde
hükûmetler bu hatayı yaptı. Hem 1994 krizinde, böyle bir durumda, böyle bir
sıkıntılı dönemde piyasaya para sürdü, Merkez Bankası döviz verdi, TL’deki
düşüşü, erozyonu durdurmak için; hem durduramadı hem de rezervlerinden oldu ve
dövizin satış fiyatı da düşük fiyatlar… Biraz sonra rakamlarını, örneklerini
vereceğim size değerli arkadaşlar. Hem 1994’te yapıldı hem de 2001’de yapıldı.
2001’dekilerden ben size örnekler vermek istiyorum: Tarih 21 Şubat 2001 ve
Merkez Bankasının mesai saatlerinin kapandığı saatten sonra, 17.30’dan sonra,
aşağı yukarı bir-bir buçuk saat sonra… Mesai saatleri kapanmadan kurda
hareketlenme başlamıştı, hatırlarsanız 2001 Şubatı. 21 Şubat 2001, hareketlenme
başlamıştı ve hatlar açık olduğu için bankalar mesai saatleri dışında da Merkez
Bankasına ulaşabiliyorlar ve döviz satın alabiliyorlardı o dönemde. Mesai
saatleri bittikten sonra ve döviz serbest piyasada hareketlenmeye başladıktan
sonra, saat 17.30’dan sonra bir yabancı banka, (A) bankası -ismini
vermeyeceğim- o saatte 1 milyar 63 milyon dolar döviz satın alıyor Merkez
Bankasından. Hangi kurdan? 684 bin liradan.
AHMET YENİ (Samsun) – Ne zaman?
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – 21 Şubat 2001, saat 17.30’dan sonra,
mesai saatinden sonra, 1 milyar 63 milyon dolar… Hangi kurdan? 684 bin liradan.
Kur o anda 950 bin lirayı aşmış durumda. Bir saat sonra yüzde 50 para kazandı
ve ertesi gün 1 milyon 78 bin liraya çıktı kur. O gün 900 bin lirayı aştı, daha
sonra 1 milyon 78 bin liraya çıktı. Tabii, rakamları telaffuzda zorlanıyoruz.
ASIM AYKAN (Trabzon) – 500 milyon dolar…
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) - Bir saat sonra 296 trilyon lira para
kazandı bu banka, 296 trilyon lira para kazandı, ertesi gün kazandığı para 419
trilyon liraya çıktı. Kim kaybetti, kimin parasıydı bu? Merkez Bankasının
parası, bu milletin parası, bu devletin parası.
Sadece bu kadarla mı? Yine bir başka yabancı banka, Alman bankası.
Alman bankası, 764 milyon dolar satın alıyor, aldığı kur 685 bin lira. 1 dolar
685 bin lira. Bir saat sonra kazandığı para 211 trilyon lira değerli
arkadaşlar. Bir gün sonra da kazandığı para 300 trilyon lira. Yani, bugünkü
rakamlarla 300 milyon yeni Türk lirası.
Yerli banka… Üçüncü sırada yerli banka var. (C) bankası, 1 doları
688 bin liradan 426 milyon dolar satın alıyor. Kur yükselmeye başlamış ve bu
düşük kurdan, kapanıştan önceki resmî kurdan ve 688 bin lira ortalaması, birkaç
hamlede yapıyorlar çünkü bu işlemleri, 426 milyon dolar. Kazancı bir saat sonra 116 trilyon
lira. Bir gün sonra 166 trilyon lira.
Yine bir yerli banka, 411 milyon dolar satın alıyor; 114 trilyon
bir saat sonra, 161 trilyon lira ertesi gün kazancı var.
Rakamlar çok fazla, zaman da daralıyor, uzatmak istemiyorum.
Son olarak iki bankayı söyleyeceğim, ikisi de yabancı banka. 332,6
milyon dolar satın alıyor, kur 683 bin lira; kazandığı para bir saat içerisinde
93 trilyon lira, bir gün sonra da 131 trilyon lira kazanıyor değerli
arkadaşlar. Toplam satılan para 6,5 milyar dolar. Devletin kaybı, hazinenin
kaybı 3 milyar dolar.
MUSTAFA ELİTAŞ (Kayseri) – Bir günde mi oluyor bunlar?
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – Evet, bir günde.
ÜNAL KACIR (İstanbul) – Merkez Bankasının kapısı açık mı
duruyormuş?
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – Krizin sonrasının yönetimini
tartışıyoruz, şimdi karşılaştırma yapacağız.
94’te de 1 milyar dolara yakın para satılıyor. Aynı rakamların
hepsi var bizde, bütün bunlar hepsi, rakamlar burada. Devletin resmî rakamları,
Merkez Bankasının resmî kayıtları bunlar, hiç şeysiz, en ufak bir manipülasyon
söz konusu değil.
Peki şimdi ne oldu? Bugün, yüzyılın en büyük krizini yaşıyoruz.
Bugün Merkez Bankası bir kuruş para satmadı.
ERGÜN AYDOĞAN (Balıkesir) – Teğet geçti teğet!
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – Bir kuruş para satmadı. Kimseye, kriz
lobilerinin ve krizden medet uman birçok kesimin ısrarına, baskısına rağmen bu
milletin bir kuruş hakkını kesinlikle yedirmedik. (AK PARTİ sıralarından
alkışlar) Merkez Bankası 94’te talan edildi, 2001 yılında talan edildi, ama
şimdi 1 kuruş para satılmadı. Hem rezervlerimiz olduğu gibi duruyor hem de
kurda belli bir istikrar yine yakalanmaya başlandı değerli arkadaşlar.
Şimdi bunun için bu Hükûmete teşekkür edilmesi gerekmez mi değerli
arkadaşlar? (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
Değerli arkadaşlar, tabii bu aynı zamanda AK PARTİ Hükûmetinin
ekonomi yönetiminin diğerleriyle, öncekileriyle farkını çok net olarak ortaya
koymaktadır. Belki milletimizin neden 2007 Temmuzunda yüzde 47’yle AK PARTİ’yi
iktidar yaptığını anlamakta zorlananlara aslında bir cevaptır bu. İşte bunun
için bu millet AK PARTİ’yi tekrar çok daha güçlü bir şekilde iktidara
getiriyor. Ondan emin çünkü. Çünkü bu ellere teslim ettiği takdirde bu
yönetimi, bu ülkeyi bu milletin, bu ülkenin, bu devletin hakkının
korunacağından, kesinlikle belli kesimlere peşkeş çekilmeyeceğinden emin. İşte
bunu da burada görüyor bu millet, onun için bu millet AK PARTİ’yi daha güçlü
bir şekilde her zaman iktidara getirdi değerli arkadaşlar. (AK PARTİ
sıralarından alkışlar)
Merkez Bankasının bu dönem piyasaya ucuz döviz vermemesinin bir
başka nedeni daha var değerli arkadaşlar, çok önemli bir nedeni daha var ya da
Merkez Bankasının bu dönemde çok yoğun bir şekilde döviz satımıyla piyasaya
girmesini isteyenlerin gerçek niyetlerinden bir tanesi de şu: Bu dönemde döviz
borcu olan, büyük miktarda döviz borcu olan kesimler var, onlar kurun
yükselmesinden çok büyük zararlara uğradılar. Hatta bunların teminat olarak da
menkul hisselerinin borsadaki değeri üzerinden hisse rehni suretiyle teminat
verdiler. Yani borcu döviz cinsinden, teminatı hem TL cinsinden hem de
şirketlerinin borsadaki kayıtlı değeri üzerinden. Bugüne kadar kazandılar ama
kurda hareketlenme başlayınca ve borsada düşüş başlayınca hem hisse
senetlerinde erime meydana geldi, teminatlarında bir erime meydana geldi hem de
TL cinsinden borçları artmaya başladı. Hâlbuki bakın, Merkez Bankası, bütün
ekonomi yetkilileri, otoriteler ta 2003’ün başından itibaren bu konuda
şirketlerin özellikle -ve vatandaşlar da dâhil olmak üzere- açık pozisyona
girmemeleri sürekli uyarıldı, ikaz edildi. Yani, döviz cinsinden geliriniz
varsa, döviz cinsinden borca girebilirsiniz ancak döviz cinsinden geliriniz
yoksa, döviz cinsinden borca girmek risklidir, bu hep söylendi. Şimdi bunlar
da, acaba, dövizi tekrar düşürüp TL’yi tekrar aşağıya çekip borçlarımızın bir
kısmından kurtulabilir miyiz, -düşük döviz alacaklar- yani doları -örnek olarak
söylüyorum- 1,60’tan, 1,70’ten, 1,50’den değil de belki 1,30’dan, 1,20’den
acaba alabilir miyiz ve borçlarımızdan kurtulabilir miyiz hesabıyla Merkez
Bankasına yoğun bir şekilde, kurun düşürülmesi ve TL’nin değerlendirilmesi ve
piyasaya döviz sürülmesi için baskı yaptılar. Merkez Bankası kesinlikle buna
müsaade etmedi, buna müsaade edilmedi değerli arkadaşlar.
Şimdi, bir de, ayrıca, sıcak para meselesi var. Biliyorsunuz,
aşağı yukarı yedi yıldan beri sıcak para çok tartışıldı ve birçok eleştiriler
getirildi, hatta şu söylendi: “Şimdi, sıcak paranın finansmanına güveniyorsunuz
ama yarın kurda bir hareketlenme meydana geldiği takdirde bir anda sıcak para
dışarı çıkar ve ülkeyi batırır, perişan eder.” Hatta, geçen bütçe görüşmesinde
hatırlıyorum, Cumhuriyet Halk Partisi adına konuşan sayın konuşmacı bir örnek
vermişti, Yunan emeklilik fonu örneğini vermişti: “Yunan emeklilik fonu 2003’ün
Martında Türkiye’ye geliyor, 100 milyon dolar para getiriyor, TL’ye çeviriyor,
onu değerlendiriyor. 2003 Martında geliyor 100 milyon dolar olarak, 2006 Martında
bunu 224 milyon dolar olarak çıkartıyor.” Bunu örnek göstererek, Türkiye'nin
soyulduğunu söylemişti. Biz de demiştik ki: Mantık hatası yapılıyor, soyulma
falan yok, çünkü Türkiye'nin net döviz satışı yok. O dövizi alan bir başkası,
Hans yerine Paul alıyor, Hans satıyor Paul alıyor. Yani, bu söylediğiniz, ne
zaman Merkez Bankası ucuz döviz satarsa, Merkez Bankasının döviz rezervleri net
olarak erimeye başlarsa o zaman söylenebilir ve mantık hatası yapıyorsunuz.
Hatta, şunu da ilave etmiştik: Eğer sıcak para yoğun bir şekilde çıkmaya
çalışırsa servetinin önemli bir bölümünü kaybeder demiştik. Bugün bu tabloyu
yaşıyoruz değerli arkadaşlar. 2007 yılı sonunda sıcak paranın döviz cinsinden
Türkiye’deki varlığının değeri 107 milyar dolar civarındaydı. Sıcak para nedir?
İşte, menkul kıymet yatırımı için gelen, portföy yatırımı için gelen, dışarıdan
gelen, hisse senedine ve borsaya yatırım yapan yabancı sermaye; genelde kısa
vadelidir. 2007 yılında bu sıcak paranın Türkiye’deki servetlerinin değeri 107
milyar dolar civarındaydı. Bugün ne kadar biliyor musunuz değerli arkadaşlar?
40 milyar dolara düştü. Demiştik ki, eğer böyle bir şey yaparsa, sıcak para
aniden çıkmaya çalışırsa… Dalgalı kur politikası uyguluyoruz, bakın, dalgalı
kur politikası; kesinlikle kura müdahale edilmeyecek, o zaman kur yükselir,
bugün 1,10’dan –dolar- 1,20’den değerlendirdiği serveti o zaman 1,70’ten
çıkarmak zorunda kalır, yüzde 50, yüzde 60 oranında değer kaybeder demiştik,
inandıramamıştık. Şu anda bu yaşandı değerli arkadaşlar, fiilen yaşandı ve
bunun bir risk olmadığını, olmayacağını da o zaman ifade etmiştik, risk olmadı.
107 milyar sıcak paranın bugün değeri, 20 milyar dolar çıkış yaptı, kalanın
değeri 40 milyar doların altındaydı değerli arkadaşlarım. Neden? Borsada
kaybettiler, sonra döviz yükseldiği için döviz cinsinden kaybettiler, biraz
daha yüksek çıkmak isterlerse… Biz diyoruz ki onlara, çıkmayın kardeşim,
çıkmayın durun. Yani, ciddi bir reel faiz ödeniyor baktığınız zaman, bu Hükûmet
de bunu ödüyor ve biz de onu kullanıyoruz, o parayı da, finansman ihtiyacımızı
gideriyoruz. Ama, buna rağmen, siz, ani çıkış yapar, bizi zor durumda bırakacak
bir hamle yaparsanız kur yükselir, kaybedersiniz. Merkez Bankası kurun
düşürülmesi için herhangi bir adım atmayacak dedik, inanmadılar. Muhtemelen
onlar da inanmadı, tıpkı muhalefetin inanmadığı gibi, ama şimdi herkes gördü,
ne oldu? Kim kazandı? Kesinlikle Türkiye kazandı değerli arkadaşlar, Türkiye
kazandı. Eğer Merkez Bankası kuru bu yolla düşürmüş olsaydı hem rezervlerini
eritecekti hem de çıkmak isteyen sıcak paraya, yabancı sermayeye ucuz döviz
vermiş olacaktı ve onların gelirlerini artırmış olacaktı. Yani, sıcak para 20
milyar dolar olarak değil, 30 milyar dolar olarak çıkış yapacaktı, aynı
parayla, aynı TL’yle. İşte, vatanseverlik budur değerli arkadaşlar, gerçek
milliyetçilik budur. Milliyetçilik lafla olmaz. Uygulamaya bakacaksınız. Bu
milletin menfaatlerini koruyorsanız, bu milletin değerlerinin dışarıya transfer
edilmesini engelliyorsanız, bu milletin bankalarının, Merkez Bankasının, diğer
bankaların içini soydurmuyorsanız gerçek vatanseverlik budur ve AK PARTİ
hükûmetleri bunu yapıyor değerli arkadaşlarım. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
Temenni ediyorum, sıcak para tartışmaları bundan sonra yeteri
kadar derinliğine inmeden yüzeysel bir şekilde tartışılmaz. Aksi hâlde ve
özellikle dalgalı kur politikasının ne anlama geldiği ve dalgalanmalardan nasıl
bu ülkeyi koruduğu ve kurdaki ya da yabancı sermayenin ani çıkışı suretiyle
yurt dışına kaynak transferini nasıl engellediğini de daha önce teorik olarak
anlatıyorduk ama fiilî olarak da sanıyorum herkes görmüş oldu.
Şimdi, değerli arkadaşlar, tabii, bu kriz esas itibarıyla
bankacılık sektörünü etkiledi ancak doğrudan etki bankacılık, finans sektörü
üzerinde, dolaylı etki reel sektör üzerinde. Reel sektör üzerinde de çok büyük
olumsuz etkileri ortaya çıkmaya başladı hem dünyada hem de Türkiye’de -bunların
tabii zaman da kalmadı ayrıntılarına girmeyeceğim- özellikle talep yoluyla bu
etkiler ortaya çıkmaya başladı. Bakın, mesela, ben size birkaç örnek vermek
istiyorum: Ukrayna’da imalat sanayisi yüzde 28,6 oranında azaldı, Singapur’da
12,6; Tayvan’da 12,6; İspanya’da 11,2; böyle devam ediyor; Rusya, Fransa dâhil,
Türkiye’de de 8,5 oranında imalat sanayisinde bir daralma yaşandı. Bizden çok
daha fazla bu sıkıntıyı, reel sektördeki sıkıntıyı yaşayan ülkeler var, bizden
daha az etkilenen ülkeler de var.
Şimdi, değerli arkadaşlar, burada en çok tartışılan konu şu,
Hükûmetimize yöneltilen eleştiri: “Zamanında tedbir alınmadı, gereken tedbirler
alınmadı.” Bakın, zamanında gereken tedbirler alındı. Yangın başladıktan sonra,
alevler bacayı, pencereyi sardıktan sonra alınacak tedbirlerin bir etkisi yok,
hem maliyeti yüksek hem de sonuç almama ihtimali çok kuvvetle muhtemel. Biraz
önce bankacılık olayında anlattım, siz, eğer bu kurallara uyulmamış olsaydı,
bankalar açık pozisyonda yakalanmış olsaydı ya da aktiflerinde sıkıntılı
kâğıtlar olmuş olsaydı şu anda onları kurtarmanız hemen hemen imkânsızdı, güven
sarsıldıktan sonra. Benzer bir durum reel sektör için de geçerli.
Bakın değerli arkadaşlar, Türkiye’deki talep daralması 2008
yılının Mart ayında başlıyor esas itibarıyla. Bunu nasıl görüyoruz? Tüketici
güven endeksindeki değişmelerle görüyoruz. Talepteki değişmeyi en iyi yansıtan
gösterge hepinizin bildiği gibi tüketici güven endeksi. 2008 yılının Mart
ayında yüzde 82 olan tüketici güven endeksi Nisan ayında yüzde 76’ya çok keskin
bir düşüş olarak ortaya çıkıyor ve daha sonra bu düşüş devam ediyor.
BAŞKAN – Sayın Canikli, on dakikanız kaldı.
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – 75,4; 75, 77, 79, ağustos ayından
sonra tekrar toparlanmaya başlıyor. Bakın, bu dönem, partimiz hakkında kapatma
davası açılan dönemdir. Bu dönemde insanların tüketim eğilimi azalmaya
başlıyor. Kapatma davası sonuçlandıktan sonra tekrar toparlanma başlıyor.
Rakamlar bunu böyle gösteriyor, hiç şeysiz, yani tamamen rakamları konuşuyoruz.
Dokuzuncu ayda yüzde 80’e çıkıyor fakat ekim ayında tekrar 74 ve kasım ayında
yüzde 68’e kadar düşüyor. Bu, piyasadaki talebin azalmasını çok net olarak
ortaya koyuyor. Ve daha sonra imalat sanayisine de -biraz önce rakamlarını
söyledim- yansıyor.
Şimdi, değerli arkadaşlar, Hükûmetimiz, işte bu tüketici güven
endeksinin düşmeye başladığı yani talebin azalmaya başladığı, piyasada bunun
sıkıntısının yaşanmaya başladığı mart-nisan ayından itibaren ilk tedbiri almaya
başlıyor. Ne yapıyor? Piyasaya tüketimi canlandırmak amacıyla özellikle tüketim
eğilimi düşük olan kesimlere, dar gelirli gruplara kaynak enjekte etmeye
başlıyor. Hangi yolla? KEY ödemeleri yoluyla. Bugüne kadar ödenen rakam
yaklaşık 4 milyar YTL.
KEY ödemeleri kime yapılıyor? Bu elbette bir hakkın teslimidir,
bir haksızlığın ortadan kaldırılmasıdır ama aynı zamanda, belki daha önemlisi
bir ekonomik tedbirdir, reel sektördeki sıkıntıyı ortadan kaldırmak ya da
hafifletmek amacıyla ortaya konulan bir tedbirdir.
KEY ödemelerinden kim para alıyor değerli arkadaşlar? Emekliler,
memurlar, işçiler; toplumun en düşük gelir grubunda bulunan insanlar, aldıkları
bu ilave paraların tamamını harcayan insanlar. Zaten gelir durumu düşük olduğu
için eline ilave para geçtiğinde tümünü, tamamını tekrar piyasaya, ekonomiye
sürüyor. 4 milyar YTL. Tedbir zamanında alınıyor değerli arkadaşlar. Tedbir
mart ayından itibaren alınmaya başlamış.
Daha, başka? Yine, ek ödeme almayan memurlara 1 milyar YTL
civarında bir kaynak aktarıldı Meclisin bu yılki çalışma döneminde. Neden? Yine
aynı gerekçeyle. İşte bu tüketici güven endeksindeki azalmanın ortaya çıkardığı
işareti, talep daralmasını ortadan kaldırmak, tekrar ekonomiyi canlandırmak
amacıyla. Yine belediyelerimize ciddi kaynaklar aktarıldı aynı amaçla. Bütün
bunların hepsi zamanında alınan tedbirlerdir. Eğer, hiç kuşkunuz olmasın, bu
tedbirler bu dönemde alınmamış olsaydı bugün bu krizi çok daha ağır bir şekilde
Türkiye yaşıyor olacaktı.
Değerli arkadaşlar, tabii bu krizin reel sektör üzerinde etkisi
mutlaka olacaktır, olmaya başlamıştır. Sıfıra indirmek de kesinlikle söz konusu
değildir. Hedef en aza indirmektir. Hiçbir ülke –sadece Türkiye için değil-
bunu sıfıra indiremez. Belki, muhtemelen, 2009 yılının ilk iki çeyreğinde hem
büyüme rakamlarında, işsizlik rakamlarında bazı, birtakım olumsuzluklar
yaşanabilir ancak bunlar geçicidir ve ocak ayından itibaren göreceksiniz, yine
ekonomiyi canlandırmak amacıyla benzer tedbirler yine alınacaktır ve en düşük
şekilde, en minimum şekilde Türkiye bu tahribatı ortadan kaldıracaktır ve yine
bu dönemde aynı amaçla alınan tedbirlerden ve ekonomiye maliyeti, bütçeye
maliyeti yaklaşık 4 milyar YTL olan istihdam üzerindeki vergi yükünün, vergi ve
benzeri yükümlülüklerin 5 puan düşürülmesidir. Bu da biraz önce söylediğim,
zamanında alınan tedbirlerdir.
Değerli arkadaşlar, ayrıca, krizden sonra da reel sektörü
canlandırmak amacıyla, reel sektörün özellikle finansman problemini çözmek
amacıyla hem Eximbank kaynaklarının artırılması hem de Sanayi Bakanlığımızın
yaptığı ve 750 milyon YTL civarında faizsiz reel sektöre kredi verilmesi
şeklindeki birkaç somut adım da atılmıştır. Bunların aslında hepsini alt alta
koyduğunuz zaman çok ciddi adımlardır. Hiçbir dünya ülkesi reel sektör için bu
kadar kapsamlı adım atmamıştır, onu da burada ifade edelim, çok net olarak
söylüyorum.
Değerli arkadaşlar, kriz sonrasındaki yönetimin kalitesine bakmak
için bir hususu daha değerlendirmek ve ortaya koymak gerekiyor. Bu krizden
sonra şöyle bir tablo ortaya çıktı: Gelişmiş ülkeler faiz oranlarını
düşürdüler, Amerika, Avrupa’nın tamamı, Japonya; gelişmekte olan ülkeler ise
faiz oranlarını artırdılar. Bakın, bunlara ben size örnek vereyim: Macaristan
8,5 olan faiz oranını yüzde 10’a çıkardı, Bulgaristan 5,25 olan faiz oranını
5,38’e çıkardı, Rusya 11’den 13’e çıkardı, Meksika 7,50’den 8,25’e yükseltti, Brezilya 13’ten 13,75’e çıkardı. Arjantin
9’dan 11,50’ye çıkardı. Gelişmiş olan ülkeler faiz indiriyor, gelişmekte olan
ülkeler faiz artırıyor. Türkiye ne yaptı? Türkiye’nin ne yaptığını ikiye
ayırmak lazım. Daha önce ne yapıyordu, şimdi ne yaptı? Daha önce kriz
dönemlerinde Türkiye hep faizleri artırdı. 1994 krizinde, bakın, krizden önce
yüzde 102 idi faiz oranı, krizden sonra yüzde 337’ye çıktı. 2001’de nominal
faizler yüzde 64,9 iken kriz öncesinde, kriz sonrasında yüzde 193’e çıktı.
Şimdi ne oldu? Şimdi Türkiye iki defa üst üste faiz indirimi yaptı ve şu anda
15’e indirdi, Merkez Bankası borç alma faizini yüzde 15’e indirdi. Yani,
Türkiye, geçmişte gelişmekte olan ülkelerle birlikte anılan o kategoriden
çıktı. Özellikle bu son derece önemli yalnız, yani bu faizdeki gelişme kriz
sonrasında, son derece önemli ve belirleyici. Çünkü, bunu indirebildiğiniz
takdirde bütçe açısından reel ödemeler azalıyor, reel sektörün finansman
ihtiyacı ortadan kalkıyor ve bütçe üzerindeki faiz yükü azalıyor. Bu son derece
önemli. Basit bir olay değil. Altının çizilmesi ve vurgulanması gerekir. O
nedenle hayati ve aynı zamanda faizi indirecek bir ekonomik yapıya, sağlamlığa
sahip olunması gerekir, gücünüzün olması gerekir, hem ödemeler dengesi
açısından hem bütçe dengesi açısından hem de diğer para ve maliye politikaları
açısından. Türkiye ne yaptı? İki defa faizi düşürdü. Yani, Türkiye, artık, bu
açıdan bakıldığında, gelişmekte olan ülkeler kategorisinden gelişmiş ülkeler
kategorisine terfi etmiştir. Tarihte ilk defa böyle bir şey olmaktadır, değerli
arkadaşlar, tarihte ilk defa. Tesadüf mü böyle bir şey? Biraz önce anlattıklarımızda…
Bankalarınızı batırmayacaksınız dünyadaki tarumara rağmen. Faiz oranlarını
bütün gelişmekte olan ülkeler artırırken, siz, gelişmiş ekonomilerde olduğu
gibi azaltacaksınız. Bunları tesadüfle izah etmek mümkün mü? Bunun tek bir
izahı var. Türkiye krizden önce de iyi yönetiliyordu, krizden sonra da iyi
yönetiliyor değerli arkadaşlar. (AK PARTİ sıralarından alkışlar) Bundan yana
hiç kimsenin kuşkusu olmasın ve şu anda Türkiye’de reel faiz yüzde 4-5 civarına
kadar düşmüştür. Merkez Bankasının yüzde 15’lik faiz oranını dikkate
aldığınızda, yüzde 10 civarında bir enflasyonu hesap ettiğinizde, reel faiz
yüzde 4-5 civarına düşmüştür ve bu düşüş daha da devam edecektir.
Bugüne kadar muhalefetin elinde iki tane argüman vardı kullanılan:
Bir tanesi cari açık, bir tanesi reel faizdi. Diğer konularda söyleyecekleri
fazla bir şey yoktu. Reel faiz argümanı muhalefetin elinden gidiyor -zamanımız
kalmadı- cari açık argümanı da gidiyor. Ben merak ediyorum, bundan sonra
muhalefet bu konuda ne yapacak, ne diyecek?
MEHMET AKİF HAMZAÇEBİ (Trabzon) – Hazinenin rakamlarına bakmadın
galiba Sayın Canikli.
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) - Değerli arkadaşlar, bir de IMF
meselesi var.
KEMAL KILIÇDAROĞLU (İstanbul) – Patron…
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) - Gerçekten, birileri tıpış tıpış
IMF’nin kucağına gitti. Türkiye’de bugüne kadar 17 defa IMF’in ayağına tıpış
tıpış gidenler oldu, 17 defa. Neden? Döviz darboğazına girdiler, dış
taahhütlerini yerine getiremediler ve can havliyle, can kurtarıcı olarak,
acilen döviz ihtiyacını gidermek amacıyla ve IMF’in bütün şartlarını kabul
ederek… Çünkü eğer öyle bir noktaya getirmişseniz, ekonomiyi duvara
toslatmışsanız, acil paraya ihtiyacınız varsa, ithalat giderlerinizi dahi
ödeyemiyorsanız… Bunlar yaşandı.
ERGÜN AYDOĞAN (Balıkesir) – Siz kabul etmiyorsunuz.
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) - Petrol giderlerinizi ödeyemiyorsanız,
döviz yokluğundan dolayı petrol alamıyorsanız çok zor durumdasınız. Böyle bir
gidiş, tıpış tıpış bir gidiştir. IMF’e tıpış tıpış 17 defa gidilmiştir, 17 defa
stand-by anlaşması yapılmıştır.
ERGÜN AYDOĞAN (Balıkesir) – Siz nasıl gidiyorsunuz?
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) - Biz nasıl gidiyoruz? Şimdi, değerli
arkadaşlar, aşağı yukarı iki üç aydan beri IMF’le müzakereler yapılıyor. Bizim
ödemeler dengemizde en ufak bir sıkıntımız var mı? Yok. Merkez Bankamızda 71
milyar dolar rezervimiz var değerli arkadaşlar. Bankalarımız battı mı, onun
için mi gidiyoruz? Gitmiyoruz. Acil paraya ihtiyacımız var, onun için mi
gidiyoruz? Gitmiyoruz.
ERGÜN AYDOĞAN (Balıkesir) – Neden gidiyoruz?
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) - İthalatın finansmanında problem mi
var, onun için mi gidiyoruz? Gitmiyoruz.
ERGÜN AYDOĞAN (Balıkesir) – Tarımdaki destekleri niye kestiniz?
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) - Niye gidiyoruz biliyor musunuz
değerli arkadaşlar? Bir, başta, Sayın ana muhalefet partisinin Genel Başkanı
olmak üzere, biz itibar ediyoruz.
ERGÜN AYDOĞAN (Balıkesir) – Bütçeyi niye kestiniz, bütçeyi?
BAŞKAN – Lütfen arkadaşlar, lütfen…
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) - Sayın Genel Başkan diyor ki: “Geç
kalıyorsunuz.” diyor. “IMF’le görüşmeye geç kalıyorsunuz. Bundan dolayı
ekonomideki bir sıkıntı ortaya çıkarsa bunun sorumluluğu size ait.” diyor,
Sayın Baykal böyle söylüyor. Söyledi, hepiniz biliyorsunuz.
ERGÜN AYDOĞAN (Balıkesir) – Uyarıyı dikkate aldınız.
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) - Başka? İçeride ve dışarıda herkes, oy
birliği ve el birliği içerisinde “IFM’ye gidin, IMF’ye gidin, IMF’ye…” Tabii,
bunun için gitmiyoruz değirli arkadaşlar şunun için gidiyoruz: Bakın…
ERGÜN AYDOĞAN (Balıkesir) – Güzel!
HASİP KAPLAN (Şırnak) – IMF Ankara’da zaten!
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – Paraya ihtiyacımız yok, IMF’in
önerilerine de ihtiyacımız yok; bunu çok samimiyetle söylüyorum, siyasi polemik
konusu olarak söylemiyorum. İhtiyacımız yok çünkü paramız da var, üretimde bir
sıkıntı yok.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN – Sayın Canikli, bitirin lütfen.
ERGÜN AYDOĞAN (Balıkesir) – Niye gidiyorsun o zaman?
ALİM IŞIK (Kütahya) – Gitme o zaman, uğraşma.
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – Tamamlıyorum Sayın Başkan.
Mayıs ayında IMF’le ilişkilerimiz bitti. Dünyanın, yüzyılın en
büyük krizini biz IMF’siz geçirdik değerli arkadaşlar. Hiçbir bankamız battı
mı?
ERGÜN AYDOĞAN (Balıkesir) – Teğet geçti!
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – Dünyada bankalar batarken bizde battı
mı? Batmadı. Demek ki IMF’e yönetim olarak da ihtiyacımız yok, para olarak
ihtiyacımız da yok.
ERGÜN AYDOĞAN (Balıkesir) – Niye gidiyorsunuz, niye?
KEMAL KILIÇDAROĞLU (İstanbul) – Niye?
BAŞKAN – Arkadaşlar, dinleyin lütfen.
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – Ama sadece psikolojik olarak, IMF’in
kredibilitesi nedeniyle, sadece psikolojik, onun için gidiliyor ve kendi
şartlarımızla gidiliyor değerli arkadaşlar, kendi şartlarımızla. (AK PARTİ
sıralarından alkışlar) Hem büyüme açısından… Böyle bir ekonomik yapıya sahip
olmayan ülkenin yönetimi, hükûmeti bu şekilde gidebilir mi? Can havliyle
giderdi, bir an önce parayı alırdı. Biz rahatız, acelemiz de yok.
ERGÜN AYDOĞAN (Balıkesir) –Gitme o zaman.
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) – Şartlarımızı kabul ettiriyoruz. Tıpış
tıpış nasıl gidildiğini bu millet çok iyi biliyor, siz de çok iyi biliyorsunuz,
hepimiz çok iyi biliyoruz değerli arkadaşlar. Biz bunları defalarca yaşadık.
HASİP KAPLAN (Şırnak) – Kaç lira alacaksınız Canikli? Kaç lira
bekliyorsunuz, burada açıklarsanız, Genel Kurulda?
BAŞKAN – Lütfen…
NURETTİN CANİKLİ (Devamla) - Bütçemizin ülkemize hayırlı olmasını
diliyorum ve yeni yılımızın da bütün milletlimize hayırlara vesile olmasını
temenni ediyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum. (AK PARTİ sıralarından
alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ederim Sayın Canikli.
Şahısları adına ilk söz, bütçenin lehinde Konya milletvekili Sayın
Orhan Erdem’de.
Sayın Erdem, buyurun. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
Süreniz on dakika.
ORHAN ERDEM (Konya) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 2009
yılı merkezi yönetim bütçesinin tümü hakkında şahsım adına, lehte söz almış
bulunmaktayım. Yüce heyeti saygıyla selamlıyorum.
Bugünlerde olağanüstü bir süreçten geçiyoruz. Dünya, “yüzyılın krizi”
diye nitelendirilen 1929’dan bu yana en büyük krizi yaşıyor. Hepimizin bildiği
gibi 2007 yılına kadar dünyada var olan istikrar ortamı ve likidite bolluğu
artık yok. Dünyada güven ve istikrar ortamı bozuldu, krediler daraldı, faizler
ve borçlanma maliyetleri arttı, dünya ekonomileri yavaşladı. Hatta önemli bir
bölümü ardı ardına resesyona giriyor. Dolayısıyla, dünya ticareti ve sermaye
hareketleri bundan çok olumsuz etkileniyor.
Tüm dünyanın etkilendiği böyle büyük çaplı bir krizden elbette
Türkiye de etkileniyor. Ancak bizim Türkiye olarak bazı avantajlarımız var
çünkü Türkiye, AK PARTİ’nin gerçekleştirdiği reformlarla birlikte iç ve dış
şoklara karşı daha dayanıklı bir ekonomiye sahip oldu. Küresel ekonominin
içinde attığımız proaktif adımlarla bölgemizde ve dünyada etkin bir ülke
konumuna geldik. Bir kere, Türk bankacılık sektörü küresel krize hazırlıklı
girdi çünkü bankacılık sektöründe önemli kazanımlarımız var, sektörün aktifleri
geçmiş dönemlere oranla çok daha güçlü. Sermaye yeterlilik rasyosuna
baktığımızda en iyi ülkelerden biriyiz. Bu yüzden -demin de tekrar edildi-
Sayın Başbakanımızın dediği gibi, bu kriz, ilk finansal kriz kısmında
Türkiye’den teğet geçti. Canikli çok güzel izah etti, Türkiye’de ne bir batan
banka ne finans kurumu ne aracı kurum var. Ancak finansal krizin arkasından tüm
dünyada yaşanan talep daralması ülkemizde de hissedilmeye başlandı. Bu olağan
dışı durum daha etkin, köklü, meselenin özünü içeren önlemler alınmasını
gerektiriyor.
Sayın Başkanım, değerli milletvekilleri; finansal düzenlemeler
para, maliye ve güçlü istihdam politikaları krizden çıkışta önemlidir ancak
asıl olan kendi içindeki uyumdur. Piyasaya yalnızca para vererek bu krizden
çıkamayacağımızı hep beraber görüyoruz. Hükûmetimizin aldığı tedbirlerin
yanında işveren, işçi, memur, sendikalar, odalar, kısacası hep beraber bu krizi
en az zararla atlatmayı sağlayacak uyum ve çözümleri uygulamak zorundayız.
Altı yıldır iktidardayız, birçok ezberi bozduk. Bu bütçe
görüşmelerinde de bunları yaşıyoruz. Uzun yıllardır bütçe konuşmaları iktidar
ve muhalefet partileri arasında karşılıklı “Sizin döneminiz çok kötü
yönetildi.” ifadelerine, iktidarın “Siz bizden daha kötüydünüz.” rakamlarını
vererek geçiştirmeye çalıştıkları bütçelerdi.
Geçmişi çok çabuk unutan bir milletiz. İsterseniz çok geriye
gitmeden, 2001 sonu 2002 bütçesi görüşülürken yaşanan böyle bir süreci
tutanaklardan okuyarak hatırlayalım. Sayın Şandır biraz önce “Bugünü dünle
sorguluyorsunuz. Bugüne gelin.” diye bir ifade kullandı. Doğru ama bugünün
kıymetini de dünü bilmeden bilemeyiz.
Yıl 2001 Aralık. 2002 bütçe görüşmeleri. Aleyhte söz alan Adana
Milletvekili Yakup Budak. Anavatan-DSP-MHP Koalisyon Hükûmeti işbaşında.
Konuşmacı: “Öyle başarılı bir hükûmet ki, 78 yılda 36 katrilyon içborç, bu, 10
ayda 113 katrilyona çıkarılmış. Öyle on yıl, yirmi yıl, otuz yıl geriye gitmeye
gerek yok. 2001 yılını söylüyoruz. Geçen sene enflasyon ‘yüzde 10 olacak’
dediniz, öyle bir başarı gösterdiniz ki enflasyon yüzde 95. Sapma nedir; yüzde
900. Allahaşkına, yeryüzünde, hedefini koymuş olduğu yüzde 10’a saparak böyle
bir hükûmet bir daha var mı? Geçen yıl bütçeyi konuşurken dolar kaç paraydı?
678.000 lira.” Hatırlatıyorum tekrar, yıl 2001 “Şimdi, bu bütçede 1.500.000
lira.” Olumsuz rakamlar birbiri ardına devam ediyor. Sıra lehte konuşmaya
geliyor. DSP Milletvekili Şadan Şimşek, Değerli Vekilimiz söz alıyor: “Türkiye
bu duruma bir günde, üç yılda, beş yılda gelmedi”
Tabii iktidarlar, savunuyor “Biraz eskilere dönersek, Meclis
tutanaklarından 1991 yılından 1997 yılına kadarki bütçeler üzerinde yapılan
konuşmaları incelediğimizde, ülkemizin ekonomik durumunun bugünlerden farklı
olmadığını, hatta daha kötü olduğunu görürüz.” Biz kötüyüz ama daha kötüydü,
diyor. ”1991 yılında, dolar alış kuru 5.000 liradan, 1997 yılında 205 000 liraya
çıkmış. Yani, 41 kat...” diyor. “Çiftçimizi yakından ilgilendiren DAP
gübresinin 1 torbası 35.000 liradan 650.000 liraya çıkmış; artış yüzde 1.750
olmuştur. Mazot, 2.710 liradan 156.000 liraya çıkmış; artış, yüzde 467. 300
gram ekmek, 900 liradan 5.000 liraya çıkmış; artış, yüzde 455. Kıyma, 20.000
liradan 180.000 liraya çıkmış; artış, yüzde 800.
1991-1997 yılları arasındaki bütçelerde sapma, yüzde 48 ilâ yüzde
251...” diyerek devam ediyor.
Sayın Başkanım, değerli milletvekillerim; AK PARTİ neden yüzde 47
oy alıyor? Geçmiş yıllardaki bütçeleri, görüşmelerini ve konuşmaları,
tutanaklardan hepimiz okuyabiliriz. AK PARTİ istikrarı, kalkınmadaki yaptığı
büyük hizmetler, işte bu yüzde 47 oyu bugün AK PARTİ’ye getiriyor.
Adalet ve Kalkınma Partisi “adalet” kavramını en güzel uygulayan
parti. Neden? 2003 yılına kadar belediyelerin paylarını, kendine göre, iktidar,
koalisyon, aklınca dağıtım yapardı. Ama 2003 yılından sonra, AK PARTİ, tüm
kesintileri yüzde 40 olarak sabitledi ve yüzde 60’ını hiçbir ayrım yapmadan
iktidar-muhalefet tüm partilere aynı oranda dağıtmaya başladı.
Yine, hepimizin yaşadığı, 1999, 2000, 2001 yıllarındaki hani
meşhur afet kararnameleri var. İktidar, hiç afet olmamış illere, ilçelere,
bölgelere bu kararnameye dayanarak çok ciddi paralar aktarırdı. Biz geldik,
2003 yılında bir yasayla, artık belediyelerden kesilme yapılmadan bir fondan bu
payın aktarılmasını sağladık. Bahsettiğim kesintiler yapılırken herhangi bir
fon yoktu, diğer belediyelerin payları alınıp iktidarın belediyesine götürülüyordu.
Bu adalet değil de nedir? Hep beraber biliyoruz.
Sayın Vural “Adalet, adalet değil; kalkınma, kalkınma değil.”
diyor. Kendisine sormak lazım: AK PARTİ, ülkemiz için sağlıkta sağladığı,
yaptığı reformlar, hastaneler, duble yollar, yeni adliyeler, TOKİ projeleri,
KÖYDES, BELDES; GAP’a, DAP’a, KOP’a aktardığı büyük rakamlar ve sosyal
politikalarıyla çok çok önemli bir hizmeti altı yıldır yerine getiriyor ve
halkımız da ona gerekli desteği veriyor.
Sayın Vural “Seksen yaşındaki ‘Kesire Teyzenin onurunu koruyun.”
dedi. Ama “Hep çıkıp kömür veriyorsunuz, alçaltıyorsunuz.” da dediler. Biz
Kesire Teyzenin onurunu korumak için, kimseye muhtaç etmemek için, seksen
yaşındaki o teyzemizin ve onun gibi…
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN – Sayın Erdem, bitirin lütfen.
ORHAN ERDEM (Devamla) – …muhtaç durumdaki yurttaşlarımızın da
onurunu koruduk, kömürünü verdik, üç aylık 250 YTL aylığını verdik, kurbanda
kurbanını, gıda yardımını verdik. Peki, 2002 yılında iktidar olan Vural Bey’in
partisi ayda 24 YTL verirken Kesire Teyzeye, acaba bu onur hiç akıllarına
gelmedi mi? (AK PARTİ sıralarından alkışlar) Biz 250 YTL'ye çıkardık, 3,5 kat
artmış. Yeter mi? Yetmez. Analarımıza, muhtaç insanlara, bütçemiz daha iyi
olsun, daha çok verelim.
2002 yılında bir özürlüye aylık 24 YTL veriliyordu, biz 166 YTL’ye
çıkardık. Yine, “muhtaç aylığı” diye, “özürlü aylığı” diye bir kavram getirdik
ve aylık 250 YTL, üç ayda 750 YTL vermeye başladık.
Şimdi, bunlara baktığımızda, tabii ki onuru da koruyan AK
PARTİ’dir, muhtaçlarının, özürlülerinin, yurttaşlarının onurlarını koruyacak
bundan sonra da AK PARTİ’dir.
Değerli milletvekilleri, söyleyecek çok şey var. Altıncı yılımızda
yeni bir bütçe yapıyoruz. Hani “Vicdan muhasebesi yapın.” diyorlar ya,
yapıyorum -on yıllık geriye doğru bütçeleri okudum- içim çok rahat. Bu bütçeye
içim çok rahat lehte oy veriyorum, vicdanım rahat. (AK PARTİ sıralarından
alkışlar)
Keşke vakit olsaydı Konya’da da İktidarımın yaptıklarını
anlatabilseydim, yüz yıllık projeleri, çok daha iyi olurdu ama sürenizi de
almak istemiyorum.
Bütçemizin hayırlı olmasını diliyorum. Yeni yıla hepimizin sağlık,
afiyet içinde girmesini diliyor, saygılarımı sunuyorum. (AK PARTİ sıralarından
alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Erdem.
Aleyhte, Sivas Milletvekili Sayın Muhsin Yazıcıoğlu…
KAMER GENÇ (Tunceli) – Sayın Başkan…
BAŞKAN – Sayın Genç, sabahtan beri yoktunuz siz, her şey iyiydi.
Şimdi nereden geldiniz? (AK PARTİ sıralarından gülüşmeler)
Sayın Yazıcıoğlu, buyurun efendim.
KAMER GENÇ (Tunceli) – Sayın Başkan, efendim, ben İstanbul’da
televizyon programındaydım. Maalesef, Ankara Belediyesinin Türkiye’de yarattığı
trafik sorunu nedeniyle iki saattir Angora Evlerinden buraya gelemedim.
BAŞKAN – Sayın Yazıcıoğlu, konuşma süreniz on dakikadır efendim.
KAMER GENÇ (Tunceli) – Sayın Başkan, benim konuşmamdan niye bu
kadar rahatsız oluyorsunuz? Efendim, beni dinler misiniz...
BAŞKAN – Konuşmadan sonra dinleyeceğim sizi. Sayın Yazıcıoğlu’na
söz verdim.
KAMER GENÇ (Tunceli) – Efendim, bir dakika, son sözü ben almıştım,
oradaki kayıtlara bakın.
BAŞKAN – Sayın Yazıcıoğlu’na söz verdim.
Buyurun Sayın Yazıcıoğlu.
KAMER GENÇ (Tunceli) – Efendim, Sayın Başkan…
BAŞKAN – Lütfen oturun yerinize... Lütfen oturun…
KAMER GENÇ (Tunceli) – Sayın Başkan, son söz benim ama.
BAŞKAN – Buyurun Sayın Yazıcıoğlu.
MUHSİN YAZICIOĞLU (Sivas) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri;
2009 yılı bütçesi üzerinde konuşmak için kürsüye çıkmış bulunuyorum. Öncelikle,
bana kendi konuşma hakkını veren Milliyetçi Hareket Partisi Grup Başkan Vekili
ve sevgili dostum Sayın Oktay Vural Bey’e teşekkür ediyorum ve bütçenin ülkemiz
için hayırlı olmasını dileyerek hepinize saygılar sunuyorum.
TÜİK tarafından açıklanan 2008 yılının üçüncü dönemine ilişkin
büyüme verileri, yaşanan ekonomik krizin ülkemizde ne kadar etkili olduğunu
ortaya koymaktadır. TÜİK 2008 yılının üçüncü dönemine ilişkin gayrisafi yurt
içi hasılası sonuçlarını açıklamıştır. 2008 yılının üçüncü döneminde gayrisafi
yurt içi hasıla geçen yılın aynı dönemine göre sabit fiyatlarla yüzde 0,5
artmıştır. Bu rakam Türkiye’de üretimin olmadığını, ekonomik büyümenin sıfıra
yakın olduğunu göstermektedir. Oysa Türkiye 2007 yılının aynı döneminde yüzde
3,3 büyümüştü. TÜİK verilerine göre Türkiye ekonomisi üçüncü çeyrekte sadece
yüzde 0,5 büyürken işsizlik oranı da ağustos-eylül-ekim döneminde yüzde 10’un
üzerine çıkmış ve yüzde 10,3’e ulaşmıştır. İşsizlik oranı geçen yılın aynı
döneminde yüzde 9,3 seviyesindeydi. Dolayısıyla bir taraftan küçülürken bir
taraftan da işsizlik oranı derinleşmektedir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; memleketimiz zor ve
sıkıntılı bir dönemden geçmektedir. Bir yandan işsizlerin sayısı artmakta diğer
yandan da nüfus büyümektedir. Buna karşın ülke üretimde durma noktasına
gelmiştir. Ülkemizde her geçen gün şirketler kapanmakta ve sonuç olarak bir
yığın insanımız işsiz kalmaktadır. Daha geçen gün Bursa’da açıklanmış olan
işsizlerin, işsizlik durumuna düşmüş olanların sayıları bunu gayet açık ortaya
koymaktadır. Daha da önemlisi krizin derinleşmeye başladığı şu günlerde intihar
vakalarıyla karşılaşılmaktadır. Hükûmetin acilen bu işe bir dur demesi ve buna
göre ciddi tedbirler alması gerekmektedir.
Dünyadaki ekonomik krizin etkilerini hafifletmek amacıyla, büyük
ekonomiye sahip gelişmiş ülkeler, bu konuda alınması gereken önlemleri ekonomik
yardım paketleri hâlinde açıkladılar. Oysa bu konuda ülkemizde bugüne kadar
henüz somut bir adım atılmamıştır. Gelişmiş ülkelerin krize karşı almış olduğu
tedbirlere paralel olarak ülkemizde de ekonomik paket hiç vakit kaybedilmeden
derhâl açıklanmalı ve gerekli somut adımlar atılmalıdır.
Sadece reel sektöre ve üretime kaynak aktarmak yetmemektedir.
Tüketimin de olabilmesi için işçi, memur, emekli ve dar gelirlilerin de alım
gücünü artırmak gerekmektedir. Hâlbuki, bu konuda bütçede bunu görmek mümkün
değildir. Asgari ücret açıklandı ama asgari ücretlinin 20 YTL ile durumu
düzeltilebilir mi ve alım gücü artırılabilir mi? Bunu insafla değerlendirmek
lazım. Bugünkü bu asgari ücret seviyesini insafla bağdaştırmak mümkün değildir.
Asgari ücret asgari insanca yaşamak seviyesi demekken, bugün ortaya konan
asgari ücret, sadece süründürme ücreti durumundadır. Asgari ücretin vergi dışı
bırakılması ve insanca yaşama seviyesine derhâl çekilmesi şarttır.
İmalat yapan işletmelere “can suyu” adıyla kaynak verildi.
Şüphesiz ki, piyasaların hareketlenmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Ancak,
imalatçıya “Borcun olmadığına dair belge getir, ondan sonra size ‘can suyu’
verelim.” denilmiştir, yani borcu olana verilmemiştir. Şimdi, kredi konusunda
da kaynak aktarılırken aynı şeyler öne sürülmektedir: Borcu olmayacak, borcu
olmadığına dair belge getirecek ya da hiç çeki, senedi yazılmamış olacak!
Hâlbuki, bugünkü ekonomik şartlar içerisinde çeki, senedi yazılmayanlar, hiç
borcu olmayanlar -vergi borcu olmayan, SSK borcu olmayan- zaten yoktur, varsa
da onun durumu gayet iyidir. O zaman, “can suyu” kime verilir? “Can suyu”
yatakta olana verilir, “can suyu” komada olana verilir. Hâlbuki, siz komada
olana diyorsunuz ki: “Size ‘can suyu’ veremeyiz, sizi ölüme terk ediyoruz,
intiharınızı seyrediyoruz.” Bu, yanlış. Onun için de küçük ve orta ölçekli
işletmelere vergi ve SSK primleriyle ilgili bir düzenleme yaptınız, gayet
güzel, yani taksitlendirmeyle yeni bir düzenleme yaptınız. Hâlbuki bunun ilk
taksitini hiç olmazsa ödeyebilmesi ve ondan sonra da üretimine devam edebilmesi
için, işletmenin sürebilmesi için ona can suyu vermek lazım. Borcu hiç olmasa
zaten işi iyi demektir. Dolayısıyla, bu konuda derhâl çeki, senedi yazılmış
olanlara; dolayısıyla, vergi borcu olanlara, bundan dolayı ekonomik olarak yeni
gelişmelere ayak uyduramayanlara acilen çözüm üretmek mecburiyetindeyiz.
Hükûmetin bu konuda bir an evvel tedbir alıp bunların ayağa kalkmasını sağlaması
gerekmektedir. Asıl bunlara çare üretilmesi gerekmektedir.
2009 yılı bütçesine baktığımızda, memur, işçi ve emeklinin gene
yoklukla boğuşmaya mahkûm edildiği görülmektedir. Memura ve işçiye, zekât bile
değil fitre gibi bir maaş artışı öngörülmüştür. Geçici çalışan 4/C’lilerin
sesini bir kere daha buradan duyurmak istiyorum. Âdeta çağdaş köleler gibi
çalıştırılmaktadırlar. Buna rağmen ne iş güvenceleri var ne de geçimlerini
sağlayabilecek kadar ücret alamamaktadırlar. Gelin, artık “4/C’lerle ilgili”
diye bir kavramı ortadan kaldıralım. 10-15 bin civarında olan bu personelin
kadro problemleri bir an evvel çözülsün. Aynı şekilde öğretmenlerimizde de bu
durumda çalışanlarımız var, bunların sorunları çözülsün. Bir de 4/B’yle çalışan
kesimimiz var. 4/B kadrosunda işe başlamış fakat sonradan evlenmişler, yuva
kurmuşlar. Daha sonra ise tayin yolu kapalı olduğu için bu ailelerin birleşmesi
söz konusu olmamaktadır. Her gün biz bunların sorunlarıyla karşı karşıya
kalıyoruz ve çözüm de üretemiyoruz. Aile parçalanması olduğu için bu insanlar
doğan çocuklarına annelik, babalık vazifelerini yapamıyorlar ve dolayısıyla
anne şefkati, baba şefkati gösteremiyorlar. Onun için bir an evvel 4/B’lilerle
ilgili çözüm üretilmelidir.
Emeklilerimizin hâlini ise burada anlatmaya zaman yetmez. İnsanlar
yaşlandığında daha hassas olmakta ve emekliliklerinde rahat bir ömür yaşamak
istemektedir. Zaten sıkıntıyla geçmiş gençlik yıllarından sonra emeklilik
günlerini insan onuru ve izzetinefsine yakışır bir imkânla geçirmek onların en doğal
ve kutsal haklarıdır ama aldıkları emekli maaşlarını sormaya çekinir hâldeyiz.
Yazıktır ve günahtır! Biz, Anadolu’ya yaptığımız siyasi gezilerimizde en çok
emeklilerimizden şikâyet almaktayız. Emeklilerimiz, gerçekten insan onuruna
yakışır bir ücrete sahip hâle gelmeli, ayaklarını yerden kesecek arabaları,
başlarını sokacak evleri olmalı, yoksa bu kadar yapmış oldukları emeğin
karşılığını alamamanın sonunda bunalıma girmektedirler.
Esnafımız siftah etmeden kepenk kapatmaktadır. Ticaret durmuş,
bankalar kredi vermez olmuş, borcunu ödeyebilmek için tefecinin kapısına muhtaç
olmuşlardır. 2007 yılında ilk beş ayda kapanan iş yeri sayısı 10.810 iken, 2008
yılında aynı dönemde yüzde 100 artışla 21.335’e çıkmıştır.
Köylümüz karın tokluğu ile baş başa kalmıştır. Onlar kendi
karınlarını doyuramazken milletin karnını nasıl doyurup da milletin efendisi
olacaklar? Dolayısıyla, burada biraz evvel de mazot, gübre, enerji fiyatlarıyla
ilgili konuşmalar yapıldı ama gayet açık, köylümüz, çiftçimiz alım gücünün
altında eziliyor ve üretemez hâle geliyor. Dolayısıyla, yaylalar boşalmış,
tarlalar ekilemez hâle gelmiştir. Köylünün nüfusunu azaltmak için illa köylüyü
yokluğa, açlığa mahkûm ederek göçe zorlamak zorunda değiliz çünkü bu göçler
büyük şehirlerimizin gettolaşmasına ve gecekondulaşmasına, sorunlarının daha da
içinden çıkılmaz hâle gelmesini sağlamaktadır. Dolayısıyla, büyük
şehirlerimizin sorununun da çözülmesinin yolu kırsaldaki insanımızı kendi
toprağında doyar hâle getirmek…
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN – Sayın Yazıcıoğlu, bitirin lütfen.
MUHSİN YAZICIOĞLU (Devamla) – …topraksız köylüye toprak vererek,
ona ne üreteceğini öğreterek, alternatif ürünler öğreterek kendi toprağında
doyar ve medeniyetin tüm kolaylıklarını yaşar hâle getirmektir. Yani köylüye
“Köyde kal ama aç kal.” demek değil, köylüye köyünde kalarak medeniyeti
yaşamasının yolunu bulmak lazım, şehrin imkânlarını köye taşımak lazım.
İstihdamın en fazla olduğu inşaat sektöründe ciddi sıkıntılar var.
Evet, TOKİ bir sosyal müessese olması gerekirken tam tersine ticari bir
müessese hâline gelmiş ve kendi, devlet kaynaklarıyla, devlet imkânlarıyla
müteahhitlerle serbest piyasada rekabet eder hâle gelmiştir. Bunun insafla
bağdaşır tarafı yoktur ve TOKİ gerçekten önemli bir kurumdur ama sosyal bir
kurum olarak önemli bir kurumdur. Eğer onu bir rekabet ortamına sürüklerseniz,
o zaman işte en büyük istihdam alanlarından birisi olan inşaat sektörünü
çökertirsiniz. Nitekim, bugün de inşaat sektörü bu anlamda ciddi şekilde
sıkıntı içerisine girmiş bulunmaktadır.
Bu bütçede, engelliler, öğrenciler, çalışanlar, çiftçiler,
esnaflar, şehit aileleri, gaziler, işsizler için yine çare yoktur. Yine temel
ve köklü reformlar yoktur.
Her şeye rağmen ama bütün bunlara rağmen, bu bütçenin ülkemiz
için, ekonomimiz için hayırlar getirmesini temenni ediyorum. Terörsüz,
kavgasız, barış içerisinde, birlik ve beraberlik içerisinde, kaliteli bir
demokrasinin, üreten bir ekonominin olduğu bir ülkede, önce Türkiye’mizi
kalkındırmak, sonra da güvenliğini, özgürlüğünü ve refahını sağlamış bir ülke
olarak öncü bir ülke olmamızı temin etmek noktasında Türkiye’mizin geleceğine,
her şeye rağmen, umudumu ifade ediyor, saygılar sunuyorum.
Teşekkür ediyorum. (AK PARTİ ve MHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Yazıcıoğlu.
Hükûmet adına Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Sayın Cemil
Çiçek.
Buyurun efendim. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
Sayın Çiçek, süreniz altmış dakikadır.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Ankara) – Sayın
Başkan, değerli milletvekilleri; sizleri ve sizlerin şahsında aziz milletimi
saygıyla selamlıyor, bütçenin hayırlı olmasını ve 2009 yılının hepimiz için
sağlık, huzur, barış ve başarılı bir yıl olmasını temenni ediyorum.
Yine sözlerimin başında, bugün vefat yıl dönümünü andığımız millî
şairimiz Mehmed Âkif Ersoy’u ve doksan dört yıl önce Aralık 1914’te Sarıkamış
dağlarında kaybettiğimiz bütün şehitlerimizi rahmetle ve saygıyla anıyorum.
Üçüncü olarak, yine sözlerimin başında, bugün müzakeresini
nihayetlendireceğimiz 2009 bütçesinin hazırlanmasında emeği geçen
bürokratlarımızı, Plan ve Bütçe Komisyonunun çok değerli Başkan ve üyelerini,
teker teker bütün milletvekillerimizi ve söz alan değerli arkadaşlarımızı,
ülkemizin kalkınması için, milletimizin başarısı için emek vermiş, eser vermiş,
çaba sarf etmiş büyüklerimizi de saygıyla, şükranla anıyorum.
Değerli milletvekilleri, on iki gündür 2009 yılı bütçesini
konuşuyoruz ve bu bütçe vesilesiyle, dünyada, bölgemizde, ülkemizde olup biten
gelişmeleri değerlendiriyoruz. Esasen, bütçe müzakerelerinin, demokratik
hayatımızda, siyasi kültürümüzün ve geleneğimizin oluşmasında, gelişmesinde
önemli bir yeri vardır. Tabiatıyla, bu çatı altında yapılan her müzakere
önemlidir ama özellikle vatandaşlarımızın, siyasete ilgi duyan kesimlerin en
çok ilgiyle takip ettiği iki müzakere var: Bunlardan bir tanesi bütçe
müzakereleri, bir tanesi de hükûmet programlarıdır.
Bütçe müzakereleri, burada ifade edildiği gibi, sadece rakamların,
yüzdelerin, teknik açıklamaların konuşulduğu bir süreç değildir. Bütçeler, bu
teknik niteliklerinin, özelliklerinin yanında aynı zamanda bir siyasi metindir.
Dolayısıyla burada söz alan her arkadaşımız, bunu vesile kılarak Türkiye için,
Türkiye'nin sorunları için, dünyada olup biten gelişmelerle ilgili söyleyeceği
sözü varsa, ortaya koyacağı fikri varsa, sorunlara bir çözüm getirebiliyorsa
bunu da bu vesileyle dile getirmiş olur. Dolayısıyla bu müzakereler aynı
zamanda bir siyaset değerlendirmesidir ve öyle yapılmaktadır. Bir ülkenin
siyasi standardının ve siyaset kurumunun kalitesinin açıkça belirlenebilmesi
bakımından da bu müzakereler önem arz etmektedir.
Bir başka yönüyle baktığımızda, bütçe müzakereleri hem muhalefet
için hem de iktidarlar için çok önemlidir. Ama esas itibarıyla bütçe
müzakereleri iktidardan daha çok muhalefet için önem arz eder çünkü muhalefet
bu müzakerelerde görücüye çıkar, milletin huzuruna çıkar. Esas itibarıyla merak
edilen, hükûmetin ne diyeceği, hükûmetin neleri yaptığı değildir. Zaten onu hükûmet
programından biliyor, Meclise sevk ettiği yasa tasarılarından, çıkardığı
yasalardan biliyor, hükûmet tasarruflarından biliyor, hükûmetle aynı görüşü
paylaşan mahallî idarelerin icraatlarından biliyor. Dolayısıyla hükûmet
icraatları bakımından çok fazla merak edilecek hususun olmaması gerekir. Esasen
açık bir toplumda ve bu kadar çok kanalın, görsel ve yazılı medyanın olduğu bir
toplumda zaten hükûmet icraatları her gün haber ve tartışma programlarında
gündeme geliyor. O hâlde, bu müzakerelerin esas objesi, bu müzakerelerde esas
olarak merak edilen, muhalefetin ne yaptığı, ne yapacağı, yaşanan sorunlar
karşısında nasıl bir çözüm ve tutum takındığıdır.
Bu denli değerli konuşmacıların eleştirilerine şüphesiz
ayrıntısına kadar vakit yettiği nispette cevap vereceğim ama buraya geçmeden
evvel bir genel değerlendirme ve tespit yapmak istiyorum. On iki gündür esas
itibarıyla hep bizi konuştunuz; bu, işin doğru yanıdır, doğrunun bir bölümü bu.
Çünkü, bir Hükûmet var, onun getirdiği bir bütçe tasarısı var, onun
uygulamalarını burada konuşmamız kadar tabii bir husus yok. Ama izin verirseniz
bugün ben hem beni hem de sizi konuşacağım. Birlikte konuşacağız çünkü “Bir
siyaset değerlendirmesi yapıyoruz.” dedik. Meselenin bir yönünü konuşup öbür
yönünü konuşmadığımızda milletimize karşı doğru bir fotoğraf ortaya koymuş
olmayız. Bunun için evvela muhalefetle ilgili birkaç tespitimi -muhalefet
kurumuyla ilgili- belirtmek istiyorum.
Muhalefet kurumunun demokrasideki yeri ve konumu nedir? Siyaset
bilimi kitaplarında bu konuda şahsen de katıldığım çok değerli tespitler var.
Deniliyor ki: “Muhalefet demokrasinin sigortasıdır. Muhalefet demokrasinin
oksijenidir.” Gerçekten de çağdaş bir muhalefet bu türlü nitelikleri taşır ve
önemlidir. İktidar icraatlarını yeterli bulmayan, doğru bulmayan, eksik bulan,
yanlış bulan toplum kesimi, millet çoğunluğu, millet, bir başka partiyi
iktidara getirmek suretiyle bu mecrayı kendi akışı içerisinde sürdürerek yeni
bir partiyi, yeni bir anlayışı iktidara getirir. Böylece, istikrarlı bir
demokratik hayat bu şekilde sürdürülür. Ve yine denilir ki: “İktidar her yerde
var, muhalefet sadece demokrasilerde var.” Bu da doğrudur. O hâlde bir ülkenin
demokratik standardı ve kalitesi muhalefetin standardıyla doğrudan alakalıdır.
Demokrasiyi kalıcı kılan ve kılacak olan iktidarın gayretinden çok muhalefetin
pozitif katkılarıdır. Onun için, daha evvelki konuşmalarımda da dedim ki: “Bir
insanın iki eli var, sağ el iktidarsa sol el de muhalefettir ve iki el de bir
baş içindir.” Dolayısıyla iktidarıyla muhalefetiyle burada dile getirdiğimiz
hususlar, ortaya koyduğumuz, varsa koyacağımız çözümler ülkemizin huzuru,
barışı ve geleceği bakımından önem arz ediyor.
İşte bütün bu sebeplerden dolayı muhalefet demokrasilerde
vazgeçilmezdir, vazgeçilemezdir. Bütün bu nedenlerden dolayı çağdaş
demokrasilerde muhalefet, sorunun değil, çözümün parçasıdır. Sorunun bir
parçası olan muhalefet, ülkenin de demokrasinin de başına gelebilecek en büyük
felakettir ve yine onun için, çözümü olmayan, gelecek tasavvuru olmayan bir
muhalefet demokrasi için yüktür.
Bu özellikleri taşıyan, işlevsiz, çözümsüz, alternatif
oluşturmayan bir muhalefet, demokrasi karşıtı, demokrasi dışı,
modern-postmodern arayışların baş müsebbibidir. Sadece yanlışı göstermeye
odaklanmış, bütün çabası ve gayreti bundan ibaret, dar ve sığ bir siyaset ve
muhalefet anlayışı ülke ve demokrasi için büyük bir talihsizlik olur. Böyle bir
muhalefetin var olduğu bir ülkede muhalefet görevini muhalefet kurumunun
kendisi değil, Anayasa ve hukuk kuralları gereği görevi siyaset olmayan
bürokrasi ve kurumlar üstlenmiş olur.
KAMER GENÇ (Tunceli) – Ne biçim laf söylüyorsun! Ne laflar
söylüyorsun!
BAŞKAN – Sayın Genç…
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) –
Demokrasi, partiler arası bir yarışın sonunda hür ve serbest bir seçimle
iktidarın belirlenmesi yöntemi ise o zaman iktidar, muhalefetle yarışmaz,
onunla seçime girmez, kayıt dışı muhalefetle yarışır. Onun için değerli
arkadaşlarım, bunlar genel tespitlerdir.
MUHARREM İNCE (Yalova) – Biz ana muhalefetiz, biz üstümüze
alınmıyoruz, muhalefet onlar.
KAMER GENÇ (Tunceli) – Ya, böyle laf söylenir mi?
BAŞKAN – Sayın Genç…
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) – Genel
tespitler olarak söylüyorum, okuduklarımdan yola çıkarak söylüyorum. Onun için,
Türkiye, burada zikredilen bir kısım eksikliklerin, hataların bedelini çok ağır
ödemiştir. Nitekim postmodern ve antidemokratik arayışların olduğu dönemde,
adına kitaplar da yazıldı “Bizim Çete” diye. Kitabın ismi “Bizim Çete”.
Dolayısıyla alternatif muhalefet oluşamadığı için bu türlü, kendilerinin de
ifade ettiği tarzıyla, bizim çeteler demokrasilerde alternatif olmaya
çalışmıştır, bu da ülkeye çok ağır bedeller ödetmiştir. Onun için, bir
demokratik ülkede, çağdaş bir demokraside muhalefetin ne kadar önemli olduğunu
ifade etmeye çalışıyorum muhalefete saygımdan. Baştan beri söylediğim
muhalefetin önemiyle ilgilidir, demokrasi için ne kadar vazgeçilmez olduğuyla
ilgilidir. Kimse bunun dışında başka bir anlam çıkarmamalıdır.
Onun için, değerli arkadaşlarım, muhalefetin demek ki birinci
görevi elbette iktidarın yanlışları varsa, yapmadıkları varsa bunu
söyleyecektir, söylemelidir, bundan daha tabii bir şey yok. Ama “Bizim işimiz
sadece bundan ibarettir, bu kadardır.” deniliyorsa, bu doğru değil. Nitekim
geçtiğimiz günlerde burada yapılan bir konuşmada “Bizim görevimiz, Hükûmetin
yanlışlarını söylemekten ibarettir.” diye en kolay, en kestirme bir muhalefet
anlayışı ve görevi tarifi burada yapıldı.
KAMER GENÇ (Tunceli) – Sen iktidarı bize devret de…
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) –
Hâlbuki çağdaş demokrasilerde muhalefetin rolüyle ilgili, bakınız, Meclisimizde
çok sayıda kitap var. Şimdi oradan bir metni size okuyacağım: “Muhalefetin bir
fonksiyonu da -demek ki bir fonksiyonu hükûmetin yanlışını göstermek- iktidarı
eleştirirken kendi görüş ve politikasını, alternatif önerilerini ortaya koyup,
kamuoyuna var olan hükûmet karşısında gelecek için alternatif bir yönetici
kadro sunmasıdır. Kamuoyunu yeterince tatmin etmek için alternatif sunarken, o
anda iktidarda olsaydı ne şekilde davranacağını ve nasıl bir karar alacağını
belirtecektir. Yalnız, bu fikir verme, seçmenlerin çeşitli öneriler ve
politikalar arasındaki farkları görmesini sağlayacak şekilde olmalıdır.
Muhalefet kendisini alternatif hükûmet olarak ortaya koymalı ki, iktidarı ele
almaya ve ülkeyi yönetmeye her an hazır olduğu izlenimini vermelidir.” Bizim
belki uzunca bir zamandan beri hasretini çektiğimiz kısım burasıdır.
Elbette on iki günden beri tutanaklara baktığımızda, bugün
sabahtan beri dile getirilen değerli konuşmacıların fikirlerine baktığımızda
hep tenkit doludur, hep yanlışı gösterme çabası vardır, gayreti vardır.
Tabiatıyla işin bir yönü budur, buna bir itirazımız yok. Ama buna karşılık dile
getirilen, her partinin kendi üslubunca dile getirdiği bu sorunlar karşısında
bir çözüm var mı diye baktığımızda, ben başlangıçtaki konuşmalara baktım,
bugünkülerini de dinledim. Pertavsızla bakarak iki tane cümle buldum çözüm
olarak, eğer bu çözüm sizi tatmin ediyorsa; bu kadar sorunlar vardır denilip de
bu sorunlar karşısında eğer bunlar bir çözümse. Bakınız ne diyor bir değerli
konuşmacı: “Şimdi, sosyal sorumluluk duygusunu ön plana çıkararak, devlete daha
yüksek sorumluluklar yükleyerek yeni bir ekonomi anlayışına ihtiyaç var.” Şimdi
siz bundan ne anlıyorsunuz? Hangi sorunun başına bu cümleyi getirirseniz ya da
sonuna getirirseniz bundan bir netice çıkar? Bu, çok soyut bir kavram. Bunun
altını doldurabilirseniz ve diyebilirseniz ki “Evet, işte sosyal sorumluluk
anlayışıyla yapılması gerekenler bunlardır. Bir, iki, üç, beş…” sıralarsınız.
Vatandaş dinler, kamuoyu dinler. “Evet, devlete daha yüksek sorumluluk
yükleyecek programlar bunlardır:” derseniz o takdirde bunun altını
doldurursunuz. O zaman bizi dinleyen vatandaşlarımız iktidarla muhalefet
arasındaki yaklaşım farkını görür ve tercihini yapmak zamanı geldiğinde der ki:
“Evet, bu parti, bu çözümleri getirenler öbürüne nazaran daha doğru şeyler
söylüyor, daha doğru tespitler yapıyor.”
Bir başka konu, mesela bir cümle var yine, orada deniliyor ki:
“Karşımıza çıkacak sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik sorunların çözümünde
takip edilecek ilkeler.” Peki, nedir bu ilkeler? Biz bunu bileceğiz ki ona göre
evet, doğru söylüyor, yanlış söylüyor… Şimdi, bu türlü soyut cümleleri
problemlerin bir yerinde söylediğiniz takdirde…
KAMER GENÇ (Tunceli) – Kim söylediyse ismini söyle!
BAŞKAN – Sayın Genç… Sayın Genç…
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) – Sayın
Başkanım, bakınız bir atasözümüz var, yeri geldi söyleyeyim:“Kilim altından
davul çalınmaz.” diye. Ya kilimi kaldırın ya davulu durdurun. (AK PARTİ
sıralarından alkışlar)
Böyle bir usul yok. Arkadaşımız sabahtan beri yok. Sadece
kendisini gösterebilmek adına bu türlü müdahalelerde bulunursa bu çok doğru bir
yaklaşım olmaz.
BAŞKAN – Sayın Bakan, bir dakika…
KAMER GENÇ (Tunceli) – Ben hep buradayım, sen neredesin?
BAŞKAN – Sayın Genç… Sayın Genç…
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) –
Herkesi dinlemişiz, burada fikirlerimizi söylemeye çalışıyoruz. Dolayısıyla…
BAŞKAN – Sayın Genç…
KAMER GENÇ (Tunceli) – Bir laf söylüyor…
BAŞKAN- Sayın Genç, şimdi bakınız…
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) – Sayın
Başkanım…
BAŞKAN – Sayın Bakanım, bir dakika…
KAMER GENÇ (Tunceli) – Bir laf söylüyor, çok muğlak bir laf söylüyor.
BAŞKAN – Sayın Bakan nasıl konuşacağını size mi soracak? İstediği
gibi konuşur. Sabahtan beri değerli hatipler konuştular, görüşlerini
anlattılar, siz yoktunuz.
KAMER GENÇ (Tunceli) – Her gün buradayım.
BAŞKAN – Şimdi de cevap veriyor Sayın Bakan. Lütfen oturun
yerinize.
KAMER GENÇ (Tunceli) – İlk defa, tv programına gittim, ben her gün
buradayım.
BAŞKAN – Hayır, lütfen oturun yerinize.
KAMER GENÇ (Tunceli) – Ben her gün buradayım.
BAŞKAN – Oturun lütfen yerinize.
KAMER GENÇ (Tunceli) – Niye oturayım canım!
BAŞKAN – Ayakta mı kalacaksınız canım? Öyle bir şey mi var yani? O
zaman çıkın dolaşın biraz, ondan sonra gelin.
Lütfen oturun… Lütfen oturun…
KAMER GENÇ (Tunceli) – Burada Hükûmeti de ikaz edin, doğru dürüst
konuşsun.
BAŞKAN – Sayın Bakanım, buyurun.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) –
Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Söylemek istediğim şey şu: Çözümüyle beraber sorunların konuşulmuş
olması demokrasiye güveni artırır, bu yüce kuruma olan güveni artırır, siyaset
kurumuna olan güveni artırır ve neticede vatandaşlarımız da zamanı gelip bir
tercih yapmakla karşı karşıya kaldığında, çözümle sorunu birlikte
değerlendirmek suretiyle, daha isabetli bir karar verir.
Eğer çözümsüz, sadece sorunları söylemeye mütemayil, sadece
bununla kendisini görevli hisseden bir muhalefet söz konusu olduğunda, işte
maalesef bunların bir alternatif oluşturması söz konusu olmadığı için, kayıt
dışı muhalefet devreye girer. Bunun da demokrasimizde, devlet hayatımızda ne
büyük yaralar açtığını açıkça geçmişte de gördük, bugün de gördük. Devlet ile
milletin arasını açan, devlete güveni sarsan maalesef bir kısım gelişmeleri
yaşadık. Bugün bu vesileyle ifade etmek istiyorum, herkes görevini Anayasa’nın,
yasanın ve hukukun verdiği görev, yetki ve sorumluluk çerçevesinde yapmalıdır.
Kimse bunun dışına çıkmamalı.
Zannediyorum hepimizin, anayasal kuruluşların âdeta günlük gazete
çıkarır gibi her gün yeni bildirileriyle, falanca anayasal kuruluş bugün ne
dedi, öğleden sonra ne diyor, o ona ne dedi, bu bana ne dedi tarzındaki bildiri
yarışına girmiş olmasının ortaya koyduğu tablodan rahatsız olması gerekir. (AK
PARTİ sıralarından alkışlar)
MALİK ECDER ÖZDEMİR (Sivas) – Sayenizde!
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) – Bir
şey denecekse bunun denileceği yer burasıdır. Biz burada her şeyi konuşuruz.
Değerli arkadaşlarım, bugün, birkaç gün evvel yaptığım bir
konuşmaya atıfla bir değerli milletvekilli arkadaşımız, grup sözcümüz bir
değerlendirme yaptı. Doğrusu, ilk paragrafı dinlerken ümitlenmiştim.
Tabiatıyla, biz siyaset yapıyoruz, hepimiz, millet adına yetki kullanıyoruz,
milletin zamanını kullanıyoruz, milletin makamlarını kullanıyoruz. Hepimizin
mümkünse her saat, her dakika, mümkünse her gün belli zaman aralıklarıyla bir
vicdan muhasebesi yapmasında sayısız faydalar var, bunda yanlış olan bir şey
yok. Ama burada dikkat edilmesi gereken şey, bu cümleyi söyledikten sonra, ben
zannettim ki evvela vicdan muhasebesine kendimizden başlayacağız teker teker,
sonra başkalarından. Doğrusu ümitlenmiştim. Yani dedim ki herhâlde biz
geçmişte… Çünkü iktidara doğruyu göstermenin yolu: Biz geçmişte iktidarken,
sorumluluk taşırken şu yanlışları yaptık, bundan devlet bu zararları gördü,
toplum bu zararları gördü ama lütfen siz yapmayın, bizim düştüğümüz hataya siz
düşmeyin…
İnsan istiyor ki, siyaset yapan insanlar olarak, yaptığımız
hataları yaşarken öğrenelim, yaşarken düzeltme fırsatı bulalım. Yapılan
hataları ille de tarihçilere bırakıp, bizden yirmi sene, otuz sene, yüz sene
sonra yaşayacaklara bırakacaksak elbette bu önemlidir ama bugün
kaybettiklerimizi geri getirme şansı yoktur. Onun için, keşke böyle bir değerlendirme yapılırken…
Biz iktidarı devralmazdan evvel Türkiye birçok sıkıntı yaşadı.
Geriye dönüp bir bahis açmak gibi bir niyetimiz de yok. Bizde bir atasözü var:
“Müflis tüccar eski defter karıştırır.” Allah’a şükür biz müflis tüccar falan
değiliz, eserlerimiz var, eserlerimiz, iktidar olarak. İnsafla olaylara
bakanlar, 2002’den bu tarafa Türkiye ne noktaya geldi; 2002’de Türkiye
neredeydi, bugün hangi noktadadır, bunların hepsini görme imkânına sahiptir.
Dolayısıyla bunlar yapılırken, değerlendirmeler yapılırken
tabiatıyla bir noktayı baz alıp, oradan bir mukayese yapacağız. Yoksa kimseyi
ilzam etmek, kimseyi aşağılamak gibi, böyle bir niyetimiz yok, herkese saygı
duyarız. Ama nedense bir önceki dönemle mukayese başladığında, bir alınganlık
başlıyor. Enkaz edebiyatı, bunu hiç yapmadık. Ama bizi dinleyen
vatandaşlarımızın 2002’den bu tarafa, yani 58’inci AK PARTİ Hükûmeti
kurulduğundan beri 2008’in 27 Aralığına kadar dünyada, Türkiye’de, bölgede olup
biten gelişmeleri mukayeseli bir şekilde ortaya koymamız lazım ki kendi
tercihlerini ona göre yapsın. Bir doğrusu vicdan muhasebesine… En azından,
1999-2002’nin değerlendirmesini yaparak “Biz bu yanlışları yaptık ama siz
yapmayın.” tarzındaki bir söylemle götürebilseydi işi hakikaten çok faydalı bir
müzakereye hiç olmazsa bir başlangıç teşkil ederdi.
İkincisi, dedi ki: “Biz bütçe müzakerelerinde dünü konuşacağız,
bugünü konuşacağız, yarını konuşacağız.” Tutanaklar ortada. Dün tamam, dünle
ilgili bir şeyler söylendi; bugün, değil akşamı öğleden evvel bile konuşulmadı;
yarın zaten hiç konuşulmadı. Geçen sene de burada bu müzakereler yapılırken
“Önce tespitler yapacağız, sonra da çözümleri konuşacağız.” dedi.
Şimdi, konuşma saatlerimiz belli. Siz elli sekiz dakika, elli
dokuz dakika hep öbür işleri konuşur da “E, çözümü de konuşacaktım ama zaman
yetmedi.” tarzındaki bilinen klasik bir mazeretin arkasına sığınırsanız
Türkiye'nin siyaset tecrübeleri artık bunları kabul etmiyor. Eğer çözümünüz
varsa sorunla beraber, paralel söyleyeceksiniz. Doğru analiz de budur. (AK
PARTİ sıralarından alkışlar)
Peki, yarın için ne söylendi, bugün için ne söylendi; bunlara
baktığımızda aslında söylenen çok fazla bir şey yok, çözüm adına bir şey yok.
Kaldı ki bir başka şey daha yapıldı -onu tutanaklara geçmesi
açısından ifade ediyorum, çok da doğru bulmuyorum- bu arkadaşımızın konuşacak
çok şeyi de vardır, müktesebatını da yakinen bilenlerdenim: “On yedi aylık
bebeğe sizin döneminizde tecavüz edildi.” tarzındaki bir husus. Bakınız,
değerli arkadaşlarım, Batı toplumlarında bu türlü olaylar olduğu zaman
toplumdaki olumsuz etkilerini ortadan kaldırmak için bu konuların üzeri
kapatılır, bu konuların üzerinde durulmaz. Durması gereken makamlar durur,
hesap sorması gerekenler sorar, alınması gereken tedbirler varsa bunları
alırlar. Şimdi, böyle bir mantıkla götürürseniz işi -her toplumun sapığı
vardır, meczubu vardır, suç işlemeye temayülü olan insanları vardır, ahlaksızı
vardır, vicdansızı vardır; her toplumda da bu ve benzeri, az veya çok fiiller
işleniyor olabilir- bir önemli müzakerenin mevzusu bu olabilirse, bu en iyimser
değerlendirmeyle maksadı aşan bir durum olur. Yoksa bunu bir siyaset söylemi
hâline getirirsek, ee, küresel ısınmadan da Hükûmeti sorgulamak gibi bir sonuca
götürürüz işi, yani dünyada küresel ısınma var, bunun da sorumlusu Hükûmettir,
depremler oluyor, bunun da sorumlusu Hükûmettir; böyle bir mantığı siyaset
kabul etmez, bunu çok doğru bulmuyorum.
KAMER GENÇ (Tunceli) – İktidar değil, sebebi muhalefet!
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) –
Maalesef, bu türlü sıkıntıları zaman zaman Türkiye yaşıyor, ama devletin ilgili
birimleri, kurumları alınması gereken tedbirler neyse bunları alıyor, almaya da
devam edecek.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bir şeyin kendi
vicdanımızda yine muhasebesini yapmamız lazım. Tabii, siyaset kürsüsünde her
şey konuşulabilir, özellikle bu müzakerelerde; fıkra da anlatılır, atışma da
yapılır, atasözleri de söylenir, şiirli olur, nesirli olur, aruz vezninde olur,
serbest vezinde olur, bu konuşan kişinin tercihine bağlı. Herkes istediğini
söyler, ama bir sözümüz var, atasözü, o da atasözü: “İstediğini söyleyen
istemediğini de işitir.” Eğer biz istediğimizi söyleyeceğiz de “Ee, iktidar
tahammül eder, tahammül etmesi lazım, iktidara düşen görev bu.” deniliyorsa,
yanlışlarımıza tahammül ederiz, eksik yaptıklarımız varsa bunlara da tahammül
ederiz, ama doğru değilse, gerçekçi değilse, hatta ve hatta iktidarı büyük
ölçüde yaralayan ifadeler oluyorsa, bunun mutlaka cevabının verilmesi gerekir,
aksi takdirde bu yanlışa tahammül etmek gibi bir anlayış iktidarların da kabul
edebileceği bir husus değil. Onun için, müsaade ederseniz biraz sonraki
konuşmalarımda bazı hususları sizlerle paylaşmak istiyorum.
Değerli milletvekilleri, acaba Türkiye'de biz iktidar olmazdan
evvel her şey iyiye gidiyordu da altı senedir biz mi berbat ettik? Altı senedir
bu Hükûmet doğru olan hiçbir şey yapmadı mı? Ülke yararına olan hiçbir şey
yapmadı mı? Yani bu kadar geniş bir çoğunluk, siz değerli iktidar mensubu
milletvekili arkadaşlarımız hep beraber ülkenin aleyhine, milletin aleyhine,
devletin aleyhine olan işleri yapmak üzere mi bir arada bulunuyoruz? Hiç doğru
iş yapmadık mı altı senedir?
MALİK ECDER ÖZDEMİR (Sivas) – Vallahi de yok, billahi de yok.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) – Böyle
bir şey, böyle bir mantık nasıl kabul edilebilir? Objektif değerlendirme,
bunları yaptınız, bunları yapmadınızdır. Bunları eksik yaptınız, doğrusu budur
tarzındaki bir değerlendirme siyasette daha anlamlı olur. Hâlbuki buraya gelen
her arkadaşımız diyor ki “Altı senedir Türkiye battı, Türkiye kötüye gitti.
Türkiye şöyle oldu, Türkiye böyle oldu.”
Bakınız, size birkaç misali vereyim, vatandaşlarımız da dinliyor.
Mecburen bir önceki dönemle biz bu işin mukayesesini yapacağız. İstiyorsanız
bunu otuz yıl, kırk yıl, elli yıl geriye de götürebiliriz ama her dönemi kendi
şartları içerisinde değerlendirdiğimiz için bize en yakın olan ve devraldığımız
iktidarla bu mukayeseleri yaparız.
Bazı ekonomik karşılaştırmalar: 2002’de Türkiye, dünyanın en büyük
25’inci ekonomisi idi -bunlar bizim tespitlerimiz değil, uluslararası
kaynaklardan- bugün dünyanın 17’nci ekonomisi. Acaba 8 basamak birden nasıl
atladı? Yani biz yapmadıysak kim yaptı, birileri mi girdi, görünmez başka
güçler mi var, bu ülkeyi yöneten başkaları mı var? Şimdi, olumsuz işler olduğu
zaman beni sorumlu tutacaksın, hatta sorumluluğum olmayan işlerden bile “Sen
iktidarsın, sen bunlardan sorumlusun.” diyeceksin, Anayasa’nın, yasaların yetki
vermediği konularda bile “Sen iktidarsın, bunlardan niye haberin yok? Bunu niye
düzeltmiyorsun?” diyeceksin. Tamam, genel söylem içerisinde kabul, ama olumlu
bir şeyler olduğu zaman, o zaman onun sahibi de biziz. Bak, bu ülke, bu devlet,
bu millet dünyanın en büyük 25’inci ekonomisi iken, bugün 17’nci ekonomisi
hâline gelmiştir.
2002’de Türkiye, kişi başına yurt içi hasıla sıralamasında dünyada
67’nci sıradaydı, bugün 55’inci sıraya gelmiştir. Türkiye, 2002’de satın alma
gücü paritesine göre 17’nci sıradaydı, bugün 15’inci sırada. İş yapma kolaylığı
bakımından Türkiye, dünyada 92’nci sıradaydı, bugün 59’uncu sırada. Yurt dışı
müteahhitlik hizmetlerimizin hacmi 2002’de 1,7 milyar dolar, bugün 19,5 milyar
dolar (AK PARTİ sıralarından alkışlar) En yüksek enflasyon sıralamasında,
Türkiye 2002’de 10’uncu sıradaydı, bugün 62’nci sırada.
KAMER GENÇ (Tunceli) – Yolsuzlukta!
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) –
2002’de Türkiye 36 milyar dolar ihracat yapıyor iken bugün 129 milyar dolar
ihracat yapabiliyor ve 2003’e kadar Türkiye'nin çektiği uluslararası yatırım
miktarı 1 milyar dolar iken bugün 22 milyar dolar.
ENGİN ALTAY (Sinop) – İşsizlik rakamlarını versene Sayın Bakan!
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) – Bu
işler kendiliğinden mi oluyor? Eğer kendiliğinden oluyorsa bizden evvelki
iktidarlar döneminde de yıl üç yüz altmış beş gün, gün yirmi dört saatti,
değişen hiçbir şey yok (AK PARTİ sıralarından alkışlar) o zaman da öyleydi,
değişen hiçbir şey yoktu; eğer kendiliğinden bu işler oluyor idiyse o zaman da
bunların olması lazımdı.
Bakınız, en çok IMF konusuna vurgu yapıldı. Bu IMF konusu
Türkiye'nin en çok konuştuğu konuların başındadır. Tabloyu vatandaşımızın önüne
doğru koymamız lazım. Devlet, menfaati gerekiyorsa borç da alır borç da verir.
Biz biliyoruz ki bir taraftan devlet borç almıştır ama dış politikasının gereği
başka tarafa da karşılıksız yardım da yapmıştır. Devlet olmanın gereği budur.
Burada göz ardı etmeyeceğiniz husus ne ülkemizin, milletimizin menfaatinedir,
ne değildir; bu çizgiyi doğru koymak lazım, bu ayarı doğru yapmak lazım.
Şimdi, birkaç misal verelim çünkü bundan sonra bu IMF işi çok
konuşulacağına göre herkesin şu rakamları kafasında tutmasında bir fayda var:
1992-2002 yani bir koalisyon dönemi DSP-MHP-ANAP dönemi Türkiye IMF’den 32
milyar dolar kaynak kullanmış 1992’den 2002’ye kadar; buna karşılık 10 milyar
dolarlık ödeme yapmış, yani 58’inci Hükûmete bıraktığı rakam 22 milyar dolar.
2002 sonunda AK PARTİ iktidarı devraldığında Türkiye'nin IMF’ye borcu 23,5
milyar dolar.
MEHMET AKİF HAMZAÇEBİ (Trabzon) – Sayın Başbakan “26,5“ demişti!
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) – Peki,
2003-2008 arasında Türkiye IMF’den 13 milyar 300 milyon dolar kaynak kullanmış,
34 milyar 492 milyon dolar geriye ödeme yapmış. 2008 sonu itibarıyla
Türkiye'nin IMF’ye borcu 8,5 milyar dolar.
Şimdi, değerli arkadaşlarım, bu rakamları niye söyledim? Tabii,
bütçede faizler için ayrılan kaynak belli. Deniliyor ki: Hepimiz siyaset
yapıyoruz. Seçim bölgelerimiz var, seçim bölgelerimize gidiyoruz. Biz
gidiyoruz, ümit ediyorum sizler de gidiyorsunuz. Dolayısıyla vatandaşın bizden
talepleri var. Ne talebi? Yatırım talebi. Her siyaset adamı yatırım açlığı
içerisindedir, ister ki seçim bölgesine daha çok yatırım yapılsın, daha çok
hizmet yapılsın; bunu hepimiz isteriz. İsteriz ki hepimiz, artık sıradan, ortalama
bir zekâ bile bilir, memura daha fazla verilsin, işçiye daha fazla verilsin,
emekliye daha fazla verilsin; bunlar hepimizin arzusudur ama devletin imkân ve
kabiliyeti nedir, ona da bir bakmak lazım. Geçen sefer söyledim, dedim ki: ”
2002’den bu tarafa, şeytan taşlamaktan tavaf yapmaya vakit kalmıyor. Borç
ödemekten canımız çıkıyor.” Ödüyoruz, ödüyoruz, ödüyoruz... İşte görüyorsunuz,
IMF’ye olan borç 23,5 milyardan 8’e düşürmüşüz. Devletin faiz giderlerini ne
kadar azaltırsak azaltalım –biraz sonra o rakamlara da döneriz- yine de uzun
süre bu işlerin devlete getirdiği bir fatura var, milletin önüne, hükûmetlerin
önüne koyduğu bir fatura var. Bunları yok farz ederek gelip burada yatırım
bütçesini tartışmaya açacaksak, o zaman demek lazım ki: “Biz ağzına kadar
hazinesinde para dolu bir iktidar mı devraldık? Devletin kasası, devletin
hazinesi ağzına kadar doluydu da biz mi yatırımdan vazgeçiyoruz?” Çok net
söylüyorum, hatta ben bu lafı söylediğim zaman bir arkadaş, bundan dolayı dedi
ki: “Ya, bunu keşke söylemeseydin.” Emin olun, biz geldiğimiz zaman devlet
hazinesinde fareler bile acından ölüyordu. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
Evet, borç taksitleri geldiğinde acaba nasıl borçlanacağız diye… Bir gün
borçlanmaya çıktık, ödememiz gereken borç miktarının onda 1’i kadar parayı zor
bulduk. Daha birkaç gün daha vardı. İkinci bir hazine ihalesinin daha yapılması
lazımdı. Eğer o zaman da Türkiye parayı bulamasaydı, İktidarımızın ilk
günlerinde, Türkiye iflas bayrağını çoktan çekmiş olacaktı. Dolayısıyla, Türkiye
bu sıkıntıları yaşayarak geliyor, Türkiye bu sıkıntıları yaşayarak geliyor.
ERTUĞRUL KUMCUOĞLU (Aydın) – Cumhuriyetin bütün kazanımlarını
satmadınız mı?
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) –
Dolayısıyla, bunları görmezlikten gelerek bir bütçe müzakeresi yapılamaz.
Vatandaşa doğru bilgiyi vermemiz gerekir.
Bakınız, başka bir şey daha ifade edeyim: İşte “Bütçeyi
konuşuyoruz.” dedik, biraz sonra oylayacağız ve Resmî Gazete’de yayınlanacak
bu. Sosyal güvenlik açıklarına 2009’da ne kadar para ödeyeceğiz hazineden? 46
katrilyon, 46! Bu açıklar ne zaman meydana geldi? Herhâlde 2002’den bu tarafa
değil. Biz, hiç popülist politika takip etmedik, seçimler gelmiş olmasına
rağmen “Filancanın fiyatına 5 bin daha fazla verelim.” diyenlerden olmadık,
popülizm yapma adına milletin kaynaklarını çarçur etmedik. Biz, milletimize
inandık ve milletimize güvendik. Hâlen de en büyük gücümüz bizim milletimizdir
(AK PARTİ sıralarından alkışlar) ve ona inanıyoruz, o bizi anlıyor, o bizi
görüyor, o bizi biliyor.
Şunu da çok açık ifade edeyim: Bu millet, çok büyük bir millet.
Hepimiz böyle bir millete mensup olmaktan dolayı gurur duyuyoruz, iftihar
ediyoruz ve iftihar etmeliyiz. Biz milletin çok gerisindeyiz siyaset adamları
olarak. Milletin öyle bir feraseti, öyle bir basireti, öyle bir sağduyusu, öyle
bir soğukkanlılığı var ki bizim berbat ettiğimiz ne varsa onu her seçimde bu
millet, bu aziz millet düzeltiyor. Buna şapka çıkarmak lazım. (AK PARTİ
sıralarından alkışlar) Şimdi bu lafı niye söyledim, onu da söyleyeceğim.
Bakınız, sosyal güvenlik açıkları için 46 katrilyon para
ödeyeceğiz. Ne zaman bu açıklar meydana geldi? Türkiye'nin kötü yönetildiği
dönemler, işte popülist politikaların olduğu dönemler, “Ben 5 bin fazla
veririm.” denildiği dönemler.
HARUN ÖZTÜRK (İzmir) – 92, 92!
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) – Evet,
92’den sonrasına bir bakın. Erken emeklilik dâhil olmak üzere… Biz, bakınız bu
türlü reformları seçime giderken yaptık.
MUHARREM İNCE (Yalova) – Siz o dönemde bakanlık yapmadınız mı ya?
Ben mi bakandım o zaman?
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) – Çünkü
biz ülkemiz için siyaset yapıyoruz, ülkemiz için. İktidarda bir yıl, beş yıl,
on yıl kalmak önemli değil, kaldığınız sürece lafın doğrusunu söylersiniz, işin
doğrusunu yaparsınız.
MUHARREM İNCE (Yalova) – Her seçimde başka partiden milletvekili
oldunuz!
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) – Biz,
işte bu kürsüden lafın doğrusunu söylemeye, işin doğrusunu yapmaya çalışıyoruz
ki milletimiz bu defa, bundan sonra bu sıkıntılara düşmesin.
46 katrilyon ne demek değerli milletvekilleri? 46 katrilyon, 2009
yatırım bütçesinin 3 katı. Eğer Türkiye, yanlış politikalarla imkânlarını
çarçur etmeseydi, pazar günkü seçimi kurtarmak adına yanlışa “Evet.” demeseydi,
yanlışlara imza atmasaydı, bugün Türkiye 15 katrilyonluk bir yatırım değil 60
katrilyonluk yatırım yapan bir ülke hâline gelirdi. O zaman Türkiye'de,
bahsettiğiniz -işsizlik dâhil, istihdam dâhil, altyapı yatırımları dâhil ve
millî gelir dâhil- bu rakamların hepsi daha iyi bir noktada olabilirdi.
Peki, şimdi, bu Hükûmetle ilgili söylenen sözlerin… Elbette, her
söylenen sözün, biz, değerlendirmesini yapıyoruz ve yaparız, yapmalıyız da.
Muhalefetten gelen her söz yanlıştır, mutlaka, söyledikleri yanlıştır, iktidarı
kötülemek mülahazasıyla yapılıyor tarzındaki bir ön yargıyla hareket etmedik,
etmiyoruz. Samimi olarak kanaatimiz budur. Bu lafların hepsini biz ciddiye
alıyoruz; şüphesiz, istifade edeceğimiz noktalar vardır, olacaktır; bunların
gereğini yapacağız.
Ama bu bütçe müzakerelerini dinledikten sonra -ki elli yıldan beri
de bu tip müzakereler yapılıyor istisnai birkaç dönem dışında- iktidar hep
kötü, en iyi biziz; iktidar hep kötü yapıyor, en iyi biz yaparız… Ya peki, biz,
bu iddiaları millete götürmüyor muyuz? Bak, temmuz sıcağında götürdük bu iddiaları,
bu sıcak konuları, temmuz sıcağında, 35 derecede, 40 derecede. E şimdi önümüzde
bir seçim daha var, yine millete götüreceğiz. 2002’de de konuşuldu. Acaba, bu
iddialar doğru ise millet mi doğru ile yanlışı fark etmiyor, yoksa doğru ile
yanlış yer mi değiştirdi Türkçede, yani yanlış olan doğru algılanıyor, doğru
olan yanlış mı? Bir anlam kayması mı var? Yani Türkiye'de parsel kaymasını
anlıyorum da bir anlam kayması mı var? Millet iyi ile kötüyü birbirinden fark
etmiyor mu ki her defasında yanlış diyenleri sandıkta bırakıyor, doğru
yaptığına inandıklarını iktidara getiriyor? Eğer bir değerlendirme yapacaksak
değerli kardeşlerim, değerli milletvekillerimiz, yapmamız gereken şey,
iddialarımızın tutarlı, çözümlerimizin gerçekçi ve vatandaşımızın da bizi yirmi
dört saat gözlediği ve en doğru kararı vereceği inancı içerisinde bu
konuşmaları yaparsak, gerçekten siyaset kurumunu daha farklı bir noktaya
taşımış oluruz.
Değerli milletvekilleri, sözlerimin başında bir şeyi ifade etmeye
çalıştım: Aslında bütçe müzakereleri, bir anlamda Mecliste temsil edilen imkân
varsa bütün partilerin kendi vizyonunu, kendi gelecek tasavvurunu toplumun
önüne derli toplu koyabilmesi bakımından önemli bir fırsat. “Vizyon” diyorlar
moda tabirle, gelecek tasavvuru. Haydi diyelim ki, biz asla kabul etmiyoruz,
eksiğimiz var şüphesiz, yanlışlarımız da vardır, bunu kabul ederiz, ediyoruz,
ama diyelim ki bizimkiler yanlış. Peki, siz, bugün bu müzakereleri dinleyen
vatandaşlarımız bir süre sonra sandığa gittiğinde şöyle düşünmeyecek mi: Benim
için muhalefet partileri ne vadediyor, ne düşünüyor, muhalefetin gelecek
tasavvuru ne, vizyonu ne? Moda tabirle entel bir ifade, “vizyon” diyorlar.
Gelecek tasavvuru ne? Hakikaten ben burada merak ettim, öğrenmek istedim.
Öğreneceğiz ki kendimizinkiyle mukayese yapacağız. On iki gün, haydi birinci
gün fırsat bulamadınız, ikinci gün bulamadınız, üçüncü gün bulamadınız…
RAMAZAN KERİM ÖZKAN (Burdur) – Hepsini anlattık.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) – …yani
on iki gün içerisinde sözcüleriniz kendi vizyonunu, bu ülke için layık
gördüklerini ortaya koyabilme adına zaman mı bulamadı, fırsat mı bulamadı?
Bakınız, eski tip siyasette hep böyle yapılır, yeni siyasette bu
işlere biraz kafa yormak lazım.
MUHARREM İNCE (Yalova) – Senin vizyonun da bu kadar, bir saattir
aynı şeyleri söylüyorsun.
BAŞKAN – Lütfen dinleyelim arkadaşlar.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) – Kafa
yormamız lazım ki birlikte ülkemizin geleceğine katkımız olsun. O nedenledir
ki, benim kanaatim budur, bu yalnız benim de değil, artık yazılmaya, çizilmeye
başladı, Türkiye’de bir muhalefet krizi var. Bir muhalefet problemi var
Türkiye’de. Bir muhalefet problemi var, bunu görmek lazım. (AK PARTİ
sıralarından alkışlar) Çünkü, alternatifsiz bir demokrasi, gerçekten geleceği
bakımından riskler taşıyor. Bir alternatif muhalefetin olmasını en çok
isteyenlerdeniz, gerçekten. Dış görünüşüne baktığımızda, muhalefetin zayıf
olması, vizyonsuz olması, çözüm getirememesi, bir anlamda iktidarın işine
geliyor gibi gözükebilir. Düz siyaset bakımından, siyasette yeterli tecrübesi
olmayanlar bakımından, ne rahat bir memleket, muhalefetiniz yok… Muhalefetten
kasıt, sıralara vurmak filan anlamında söylemiyorum, boykotlar filan anlamında
da söylemiyorum, demin söylediğim çerçevede çözüm getirebilen, yani kendince
“Bunlar ülkenin sorunlarıdır.” denilen konularda “Ben bu işi böyle çözeceğim.”
anlamındaki alternatif oluşturan bir muhalefet işte demokrasinin sigortasıdır,
demokrasinin oksijenidir.
Şimdi, dinledik on iki gündür, hakikaten gelecek tasavvuru adına
burada ne dile getirildi? Ortada hiçbir şey yok. Varsa biz bunlara tekrar bir
defa daha bakarız. Varsa bu görüşmelerde, ben çıkar özür de dilerim. Herkes
kimlerden özür dilemiyor ki. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
Yeri gelmişken onu da ifade edeyim, kimlerden özür dilemiyor ki.
Maalesef tavaya kulpu, baltaya sapı takanlar kendi evimizden oluyor. Onun için
şeytan iş bulamayınca biraz da kül karıştırırmış. Şeytanı içeride dışarıda bol
bir ülkenin vatandaşlarıyız.
Dolayısıyla bir şey söylemek istiyorum, söylemek istediğim şey şu:
Bakın Türkiye’de, samimi olarak ifade etmek gerekirse, vatandaş belki bunu bir
gelecek tasavvuru filan olarak bilmiyor ama kendi algılamasıyla diyor ki: “Beni
yönetecek olan parti AK PARTİ’dir ve onun iktidarıdır. Çünkü bir şeyler
söylüyor, gelecek için bir tasavvur var, bir hedefi var, ortaya koyduğu bir
düşüncesi var, bir programı var.” İşte biz bunları Dokuzuncu Beş Yıllık
Kalkınma Planı’mızda açıkladık. Biz önümüzdeki beş yıl için, hatta biraz daha
ileri götürürsek 2023, cumhuriyetimizin kuruluşunun 100’üncü yıl dönümüyle
ilgili birtakım hedefler koymuşuz, o hedefleri gerçekleştirmeye çalışıyoruz.
İstiyoruz ki istikrar içerisinde büyüyen bir Türkiye olsun, gelirini daha adil
paylaşan bir Türkiye olsun. Küresel ölçekte… Artık tek başımıza bir bölgede
yaşamıyoruz. Bir tartışmaya meydan vermemek için, çok güzel bilimsel tespitler
var ama atmosfer belki buna müsait değil. Biz Amazon yerlisi değiliz. Bir
küresel dünyada yaşıyoruz, onun için de yaptığınız işin başkaları tarafından da
yapıldığını bilerek ve hesaba katarak küresel ölçekte rekabet gücüne sahip
olmanız lazım. Bilgi toplumuna dönüşen…
HASİP KAPLAN (Şırnak) – Amazonlar İzmir’de imparatorluk kurdu.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) - O
tabir bana ait değil, bilimsel bir araştırma, Fransız antropoloğun yaptığı bir
araştırmadır. Ben de bilimsel bir tartışmadaki tutanaktan okudum. Orada öyle
dendiği için… İstiyorsanız Profesör Bostancı’nın mütalaasından bakabilirsiniz.
Ben oradan alıntı yaparak bu cümleyi söyledim.
Dolayısıyla, bilgi toplumuna dönüşen, Avrupa Birliği üyelik süreci
bakımından bu süreci tamamlamış ve Avrupa Birliğine tam üye olmuş bir ülke,
daha güçlü bir devlet, daha güçlü, daha mutlu bir millet. Bunu nasıl yapacağız?
Rekabet gücümüzü artıracağız, istihdamı artıracağız, beşerî gelişme ve sosyal
dayanışmayı güçlendireceğiz, bölgesel gelişmeyi sağlayacağız, kamu
hizmetlerinde kalite ve etkinliği artıracağız.
Peki, bunun sonucunda ne olacak bakınız 2013’te? 2013’te gayrisafi
yurt içi hasılamız 797 milyar dolara çıkacak. Kişi başına gayrisafi yurt içi
hasılamız 10 bin doları aşmış olacak, daha yukarılarda olacak. Evet, bugün bile
10 bin dolara dayanmıştır, bu hedefi biraz daha erken yakaladık. Dış ticaretimiz
485 milyar dolara, ihracatımız da 210 milyar dolara yükselmiş olacak. 15 bin
kilometre duble yol yapmış olacağız. Ülkemize gelen turist sayısı 38 milyona,
turizm gelirimiz 36,4 milyar dolara… Bakın, götürü usulden söylemiyoruz,
küsuratıyla, bunların hepsinin hesabını yaparak konuşuyoruz, götürü usulden
siyaset yapan bir parti değiliz. Biz 1/1.000 ölçeğinde bir siyasetin hesabını,
planlamasını yapıyoruz, sizler 1/1.000.000 ölçeğinde siyaset yapıyorsunuz,
aradaki fark bu işte. (AK PARTİ sıralarından alkışlar) Dolayısıyla ülkemize
gelen turist sayısı 38 milyona çıkacak. Bugün 24 milyona, 25 milyona, hatta bir
rivayete göre de 26 milyona yaklaşıyor. Demek ki bu beş sene içerisinde bu
rakamı yakalayacağız.
Bunlara, aynen burada olduğu gibi, hayaldir diyenler olabilir,
itiraz edilebilir rakamlar diyebilir, bunları yanlış bulabilirsiniz. Peki,
sizin bir beş yıl sonrasıyla ilgili bu maksada matuf, bu hedeflerle ilgili bir
rakamınız var mı? Ne diyorsunuz?
RAMAZAN KERİM ÖZKAN (Burdur) – Var, hesabımız var.
OKTAY VURAL (İzmir) – Gel anlatayım.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) - Yani,
2005’te siz iktidar olursanız, -bu mümkün değil ya, muhal olan bir şeyi
konuşuyoruz biz, ara sıra siyasette bir farzımuhal olur- farzımuhal siz iktidar
olursanız -demin okudum bakın, dendi ki o, siyasetle ilgili, siyasette
muhalefetin rolüyle ilgili kitapta- siz iktidar olsaydınız, mademki bu iktidar
öyle, bu iktidar yanlış, siz geldiniz, iktidara ne ölçüde hazırsınız? Bununla
ilgili rakamlarınız var mı? (CHP ve MHP sıralarından “Var” sesleri.) Bununla
ilgili rakamlarınız yok bak. Bununla ilgili rakamlarınız yok.
RAMAZAN KERİM ÖZKAN (Burdur) – Var, hepsi hazır.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) –
Bununla ilgili rakamlarınız olsaydı… Konuyu başka türlü konuşacaktım, ama yeri
gelmişken ifade edeyim, başka bir bölümde, o da şudur: Hakikaten, sizin bu
gelecek tasavvurunuz, varsa bu rakamlarınız, söz konusu olsaydı toplumda ilgi
görürdü değerli milletvekilleri, toplumda ilgi görürdü. Toplum bunları merak
ederdi, konuşurdu.
Bakınız, Almanya’da Yeşiller Partisi bir kongre yaptı, bir ay
kadar evvel. Almanya’nın üçüncü ya da dördüncü partisi. Bir aydan fazla -ana
muhalefet partisi de değil, üçüncü, dördüncü sıradaki bir partinin- kongre
gündemi, kongrede aldığı kararlar, ortaya koyduğu tablo hem Almanya’da
tartışıldı hem Avrupa’da hem Türkiye’de tartışıldı.
MUHARREM İNCE (Yalova) – Yirmi senedir Bakansın, bu memleketi
batıranların başında… Siz daha konuşuyorsunuz ya!
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) -
Türkiye’de en anlı şanlı partilerimiz kongre yapıyor, toplantı yapıyor, bir gün
yer almıyor, vatandaş merak etmiyorsa…
MUHARREM İNCE (Yalova) - Yirmi senedir Bakansın. Hangi parti
iktidardaysa oradasın.
BAŞKAN – Sayın İnce, lütfen…
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) -
Değerli kardeşlerim, bu tenkit anlamında değil.
MUHARREM İNCE (Yalova) – Yirmi senedir Bakansın, her dönemin
Bakanısın.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) - Gerçekten,
muhalefetin hukukuna saygı duyan, bunu önemseyen… Bunu da baştan söyledim ki,
bu sözlerden kimse alınmasın diye. Tam tersini söylüyorum, bu ülkede muhalefet
yapılacaksa burada yapılmalı. Muhalefet burada ne söyleyecekse söylemeli. Eğer
bir iktidar değişikliği olacaksa bu çatının altında olmalı, burada olmalı.
Bunlara inanarak, istiyoruz ki siyaset bu manada sağlam zemine otursun. Siyaset
kurumları sağlam zemine otursun ki, Türkiye antidemokratik gelişmelere, belden
aşağıya vurmalara muhatap olmasın. Türkiye, artık, elli sekiz yıllık bir çok
partili demokrasi tecrübesinden sonra çözümü bu çatının dışındaki gelişmelerde
aramamalıdır. Bunlara inanarak bunları söylüyorum. (AK PARTİ sıralarından
alkışlar)
Toplantı yapılıyor da, eğer, bir tek gün, bu parti de topluma,
gelişmeler karşısında, dünyadaki ve bölgedeki, içimizdeki gelişmeler karşısında
şu türlü bir açılımlar yaptı, bunlar üzerinde düşünmeye değerdir deniliyorsa,
işte o zaman Türkiye için bir umut ışığı görülmüştür. Bakınız, yapılan
toplantılardan sonraki gazetelere, acaba kaç tane makale çıktı, kaç tane, evet
bu değişim iyi oldu, bu karar doğru oldu, bu açılım doğru oldu tarzında bir
yazı çıktı, bir değerlendirme yapıldı? Bunların hepsi biraz zor da olsa… Başta
da söyledim, istediğinizi söylerseniz, istemediğiniz, hoşunuza gitmese de bazı
lafları dinlemek mecburiyetinde kalırsınız ama ben bunları bir siyasi nezaket
içerisinde söylemeye gayret ediyorum.
Türkiye yakalayacak bu hedefleri çünkü bu hedefleri gerçekçi
bulmayan, inandırıcı bulmayanlar bizim altı yıllık gerçekleştirdiğimiz birçok
başarının izahını da yapamazlar. Yani Türkiye 36 milyar dolardan 129 milyar
dolara altı senede ihracatını çıkarıyorsa niye önümüzdeki dönemde bunu 210
milyar dolara çıkarmasın? Bunda ne mahzur var, ne engel var?
ERGÜN AYDOĞAN (Balıkesir) – İthalatı da söyle, ithalatı!
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) – 24-25
milyon turisti cezbedebilmiş, buna imkân vermiş, buna imkân sunabilmiş,
bütçesinin en önemli gelir kaynaklarından biri hâline getirmiş de önümüzdeki
beş sene içerisinde niye bunu 36 milyon kişiye çıkarmasın, 38’e çıkarmasın?
Niye bugünkünden daha fazla gelir elde edemesin, buna ne var? Ha, eğer, bu
hedefler asgariden, bunları az buluyorsanız, daha fazlasını söylerseniz vallahi
teşekkür ederiz.
RAMAZAN KERİM ÖZKAN (Burdur) – Eliyorsunuz Sayın Bakanım…
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) – Hep
beraber, hep beraber.
Ama bakın, şunu söyleyelim: Bunları söylüyoruz da tabiatıyla bir
ülkeye güven duyulması meselesi sadece iktidarın çabasıyla olacak bir şey
değil.
BAŞKAN – Sayın Bakan, on dakikanız kaldı efendim.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) – Şunu
milletimizin huzurunda açık yüreklilikle söylemek istiyorum ki, geceyi gündüze
katarak, aklımız neye eriyorsa, gücümüz neye yetiyorsa bunu milletimizin
hayrına kullanmaya, milletimiz lehine değerlendirmeye gayret ediyoruz. Ama bu
tek başına yetmiyor, bir ülkeye güven duyulması biraz da iktidarın dışındaki
kesimlerin ülke için ortaya koyacağı tabloya veya güven verici
değerlendirmelere ihtiyaç var. Eğer siz, her gün, sadece bu Hükûmete muhalefet
olmak adına -sizleri kastederek söylemiyorum, tabiatıyla bu konuşmayı başkaları
da dinliyor, eğer bu kapsam içerisine siz de giriyorsanız siz de bu değerlendirmenin
içinde olacaksınız- “Bu ülke batıyor, bu ülke kötüye gidiyor, bu ülkede yatırım
yapılamaz, bu devlet kötü, bu millet şöyle, öteki böyle.” dediğiniz takdirde
yıkılacak duvarın altına hiçbir akıllı gelip oturmaz. E, siz, bu ülkeyi
yıkılacak, yıkıldı ha bugün ha yarın, ömrüne vade biçen bir toplum olarak dış
dünyaya takdim ettiğimiz takdirde bunun bedelini milletimiz öder. Bu millet
büyük millet. Bugüne kadar en zor dönemlerde bile sağlıklı kararlarını verdi ve
Türkiye’yi bu noktaya getirdi. Önümüzdeki dönemde de tabiatıyla bunları
başaracak, bunları belli bir noktaya getirecektir.
Değerli kardeşlerim, değerli milletvekilleri; tabiatıyla biz
Hükûmetiz, sorumluluğumuzun idraki içerisindeyiz. Bir taraftan ülkemizin
sorunlarını çözmeye çalışırken, buna çözümler üretmeye çalışırken, tabiatıyla
bizim sorumluluğumuz Hükûmet olarak, devlet olarak, millet olarak sadece 70
milyon vatandaşımıza değildir, bölgemize karşı sorumluluklarımız var.
Yüreğimizi yakan gelişmeler var. Bunların başında bugün Filistin’de yaşanan
üzücü olaylar var. Buna hiç kimse temas etmedi. Eğer katılıyorsanız sizin
adınıza da bunları söyleme imkânını bulmuş olurum. 120’den fazla insan orada
hayatını kaybetmiştir. Bunlar doğru gelişmeler değildir, iyi gelişmeler
değildir. Orantısız güç kullanımı hiçbir zaman kabul edilebilecek bir husus
değil. Mümkün olsa da aklıselim bir an evvel avdet etse. Tabiatıyla bu tip
gelişmeler barış sürecini de sıkıntıya sokar, bu sorunun çözümünü daha da
güçleştirir. Biz bunları doğru bulmuyoruz. Doğru bulmadığımızı da hiç olmazsa
birkaç cümleyle burada ifade etmeye çalışıyoruz.
Bölgede başkaca sıkıntılar var. Ama herkesin insafla kabul etmesi
gereken bir husus var ki, belki cumhuriyet tarihimizin -belli dönemleri hariç
olabilir, çünkü epey değişiklikler oldu idarede- komşularıyla ilişkilerinin en
çok düzeldiği dönem de bu dönemdir. Eğer komşularınızla kavgalıysanız bunun
ekonominiz dâhil birçok alanda olumsuz faturaları olur. Biz hükûmete geldiğimiz
günden beri bu sorumluluğun idraki içerisinde olarak bütün komşularımızla en
başta ekonomik ve siyasi ilişkilerimiz olmak üzere, onun ötesinde tarihen,
vicdanen sorumlu olduğumuz, siyaseten sorumluluk duyduğumuz, ilgi duyduğumuz
Türk cumhuriyetleri dâhil, Balkanlar dâhil her alanda önemli bir mesafe
katettiğimizi, sorunların çözümünde aktif bir rol aldığımızı ve bütün dünya
nezdinde de bu bölgedeki sorunların çözümünde Türkiye'nin olumlu katkısı
olmadan kalıcı bir çözümün, sürdürülebilir bir çözümün olmayacağı bütün dünyaca
kabul edilmiş vaziyette.
Bakınız, bazı başarılarımız var, hiç olmazsa bunu söyleseydiniz,
bu bile belki bir kısım konuşmaları söylememem bakımından yeterli olabilirdi.
Türkiye kırk yedi yıldan sonra…
MUHARREM İNCE (Yalova) – Bir şeytan taşlamayla tavaftan başka bir
şey duymadık!
BAŞKAN – Sayın İnce, lütfen… Lütfen, rica ediyorum…
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) -
…değerli milletvekilleri, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine üye
seçilebilmiştir. Ben biliyorum ki Kıbrıs davası gibi… (CHP sıralarından
gürültüler)
Başkaları niye yapamadı, “kırk yedi yıldır” diye söylüyorum,
yapılamadı.
Bakınız, Kıbrıs davası bizim en haklı davamızdır, millî
davamızdır. İnanıyorum ki buradaki bütün partilerin bu davaya bakışı millî bir
politika çerçevesindedir, buna inanıyoruz. Kıbrıs davasının bile Birleşmiş
Milletlerde oylamasında 6’dan fazla biz oy alamadık; en fazla oy aldığımız
zaman 6 oy. Eğer bugün siz 151 oy alabildiyseniz herhâlde durduğunuz yerde,
Ankara’ya size zarf içerisinde getirip bu neticeyi takdim etmediler. (AK PARTİ
sıralarından alkışlar)
Bakınız, hiç olmazsa milletimize bu morali verin. Yani bunlar
artık Türkiye'nin başarılarıdır, hepimizin bununla iftihar etmiş olması lazım.
Ne var iki cümle bu çabayı gösterenlere teşekkür etmek... Tabiatıyla, marifet
biraz da iltifata tabi. Ne olur yani, birbirimizden yeri geldiğinde bu türlü
teşekkürleri esirgemesek, tebriklerimizi esirgemesek, başarıları birlikte
paylaşsak, üzüntülerimizi birlikte paylaşsak, emin olun, siyaset bugün
bulunduğu noktadan çok daha ileri bir noktada olur, çok daha güven verici bir
konuma gelebiliriz diye düşünüyorum.
Değerli milletvekilleri, biz konuşmalarımızda hiçbir zaman şunu
söylemedik, söylemiyoruz: “Yapılacaklar ne varsa bunların hepsini yaptık,
yapılacak başka bir şey kalmadı.” demiyoruz, daha yapılacak çok iş var. Bu
bölge sorunlu bir bölge, bu coğrafyada yaşamak da kolay değil. Bu coğrafyada
yaşamanın birinci şartı hepimizin bir ve beraber olmasıdır.
ABDULLAH ÖZER (Bursa) – Türkiye’yi batırmak için daha çok şey var
yapacağınız.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) -
Birbirimize bağırsak da çağırsak da saygıda, sevgide kusur etmeden bir arada
yaşamanın şartlarını oluşturmamız lazım.
2009 yılının bu manada bir barış ve kardeşlik yılı olmasını
diliyorum. Buna hepimizin katkı vermesi lazım. “Efendim, o onu dedi, bu bunu
dedi.” dersek, elli yıl geriye gideriz. Bu çok partili hayat, 50’den bu tarafa
siyasi kavgaların, kişisel kavgaların sürdürülme tarihidir, geriye dönük elli
yıla bakarsanız. Geçende de ifade ettim. 50-60 arası rahmetli Bayar-rahmetli
İnönü kavgasıdır. Ondan sonra rahmetli Ecevit-Sayın Demirel kavgasıdır. Ondan
sonra rahmetli Özal-Sayın Demirel ve başkaca siyasi parti liderlerinin
arasındaki kavga. Bakınız, bu memleketin ihtiyacı olmadığı tek şey kavgadır.
(AK PARTİ sıralarından alkışlar) Buna ihtiyacımız yok. Yeteri kadar kavga
yaptık. Kavganın daniskasını yaptık.
ABDULLAH ÖZER (Bursa) – Her dediğinize “Peki” mi diyeceğiz?
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİCEK (Devamla) -
Kardeşliğimizi sürdürmemiz lazım. Hiçbirinin, hiçbirimizin etnik kökenine
bakmadan, DNA’sını araştırmadan, kimliğini yok farz etmeden, birleştirici ve
kaynaştırıcı bir siyaseti birlikte inşa ederiz ve etmeliyiz. Bu, milletimize
olan borcumuzdur. (AK PARTİ sıralarından alkışlar) Vicdanımız varsa, aklımız
varsa, beynimiz varsa, insafımız varsa bu millete yapabileceğimiz en büyük iş
bu kardeşliği gerçekleştirmektir.
BİLGİN PAÇARIZ (Edirne) – Sayenizde yargıyı dokunulur hâle
getirdiniz. Yargıdaki kavgadan bahset.
BAŞKAN – Lütfen arkadaşlar…
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİCEK (Devamla) - Bunun
aksine davranış başkalarının değirmenine su taşımak olur. O değirmenden kimseye
fayda gelmez. O değirmenden bizim milletimize geçmişte ekmek çıkmadı, bugün de
ekmek çıkmaz. Hepimiz aklımızı başımıza alalım.
ALİ KOÇAL (Zonguldak) – Önce siz… Önce siz…
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİCEK (Devamla) -
Gelin, kolayı zorlaştırmayalım, zoru kolaylaştıralım. Marifet buradadır,
maharet buradadır. Bunun kültürel temelleri, inanç temelleri, tarihî temelleri
bu toprağın üstünde var. Bu milletin geçmişinde var. Bugün de var, yaşıyor.
Olmayan ayrılıkları siyaset adına kaşımayalım. Milletin dikiş noktalarına,
milletin eklem noktalarına jilet atmayalım. Yapacaksak…
BİLGİN PAÇARIZ (Edirne) – Yargıda yaptığınız gibi mi?
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİCEK (Devamla) - Bu
çok farklı bir şey. Yargılayacaksa savcılarımızın, hâkimlerimizin eline biz
vurmuyoruz. Onların görev, yetki ve sorumlulukları belli. Biz farklı bir şey
söylemeye çalışıyoruz. Yargılamalar da oldu. Yapılıyorsa yapılır, yapılacaksa
yapılacak. O benim bileceğim iş değil. Ama, herkes sorumluluğunun idraki
içerisinde olarak ne yapılması gerekiyorsa yapılabilir.
Şunu bilmemiz lazım: Şiddetten, tehditten, terörden bugüne kadar
bir netice elde edilmedi, bundan sonra da elde edilmez. Bu, ülkemize zaman
kaybettirir. Enerjimizi, gücümüzü birbirimize harcamış oluruz. Gelin, bu
enerjimiz ve gücümüzü ülkemizin birliği için, dirliği için, kalkınması için
çaba sarf edelim, bu noktaya koyalım.
Sizi temin ederek söylüyorum, gerçekten inanarak söylüyorum: Bu
memleket, öyle çok uzun yıllar değil, bir beş yıl, on yıl huzur içerisinde,
terörden, şiddetten, bombalamalardan, korkulardan, dehşetlerden uzak bir on yıl
geçirse, Türkiye’nin geleceği nokta, demin söylediklerimden çok daha ileri
noktadır. Dünyanın ilk on ülkesi arasında kesinlikle yerini alacaktır. Bu bir
rica değil, bu bizim borcumuz milletimize. Hükûmet olarak biz bu işin neresinde
olmamız gerekiyorsa oluruz, olmalıyız.
Demin bir şey söylemem gerekiyordu: Bu bütçe müzakerelerinde şiir
de okunur dedik. Gerçekten, bütçe müzakerelerimize baktığınızda, geriye dönük,
burada çok güzel konuşmalar olmuş, çok güzel nükteler olmuş. Sayın ana
muhalefet partisi Genel Başkanımızın
okuduğu bir şiir var, hoş bir şiir, rahmetli Orhan Veli’nin. Bakınız, Elâzığ’da
Hazar Şiir Günleri yapılıyor her sene. Gönlüm arzu eder ki… Muhalefet serbest
vezni seçmiş, bizim Genel Başkanımız, Başbakanımız daha çok aruz veznini ve
hece veznini okuyor. Gelin, bu millete, bakınız, bu kürsüden… (CHP sıralarından
gürültüler)
MALİK ECDER ÖZDEMİR (Sivas) – O zaman Tevfik Fikret’ten başla:
“Yiyin efendiler, yiyin…”
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla)- Bir
şey söylüyorum arkadaşım ya, yüreğim yanarak bir şey söylüyorum.
BAŞKAN – Lütfen… Lütfen… Niye laf atıyorsunuz arkadaşlar?
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla)- Ne
olur böyle araya ikide bir girme ya. Ne olacak? Bir şey söylüyorum bak. Bir
teklif… (AK PARTİ sıralarından alkışlar) Farz et ki saçma bul bunu, farz et ki
absürt bul bunu ama bir şey söylüyorum: Ne olur, gelin, bakınız, hepimiz bu
kürsüden birlik ve beraberliğe vurgu yapıyoruz, bu vurgunun arkasına kalıcı
fotoğraflar koyalım, kalıcı fotoğraflar. Dikkatinizi çekiyor mu, Türkiye’de
geriye dönük olarak; Allah korusun, bir deprem olur, bir sel felaketi olur, her
parti lideri ayrı gider. Niye beraber gitmeyiz ya? Oradaki idari amirler de
gelen parti liderlerine ve makam sahiplerine brifing vermekten canı çıkar.
RAMAZAN KERİM ÖZKAN (Burdur) – Doğru.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla)- Niye
bir felaket olduğunda, Cumhurbaşkanıyla, Başbakanıyla, bütün parti
liderleriyle…
MALİK ECDER ÖZDEMİR (Sivas) – Bütçeye gel…
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla)-
Söylüyorum, bir teklif getiriyorum. Niye…
MALİK ECDER ÖZDEMİR (Sivas) – Sabahtan beri polemik yapıyorsun.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla)- Sayın
Başkan…
BAŞKAN – Bir dakika arkadaşlar.
Şimdi, sevgili arkadaşlarım, yani bu temenninin…
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) –
Efendim, bir şey söylemeye çalışıyorum.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN – Bir dakika Sayın Bakanım.
Bu temenninin nesine itiraz ediyorsunuz, onu anlamıyorum.
MALİK ECDER ÖZDEMİR (Sivas) – Bir saattir polemik yapıyor Sayın
Bakan, bütçeyle ilgili tek laf etmedi.
BAŞKAN - Bir temenniyi dile getiriyor, nesine itiraz ediyorsunuz
canım? (AK PARTİ sıralarından alkışlar) Lütfen… Lütfen…
MALİK ECDER ÖZDEMİR (Sivas) – Bir saattir dinliyoruz, bir saattir!
BAŞKAN – Buyurun Sayın Bakan.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) - Ben
bilmiyorum Sayın Başkan kürsüdeki hatibin konuşmasının bir yerden
onaylanacağını. Belki diktatörlük rejimlerinde olabilir, bir yerden onay geçer
ama ben burada konuşuyorum kendi fikrimi. Burada yanlış olan ne var? Bir
temennide bulunuyorum.
ERGÜN AYDOĞAN (Balıkesir) – Bütçeyi konuş, bütçeyi.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) –
Mesela bir nevruz gününü -bu defa nevruz günü zannediyorum cumartesiye geliyor-
cumartesi bir yerde, ülkemizin bir vilayetinde…
SIRRI SAKIK (Muş) – Diyarbakır’da, Diyarbakır’da.
DEVLET BAKANI VE BAŞBAKAN YARDIMCISI CEMİL ÇİÇEK (Devamla) -
…pazar günü bir başka yerde birlikte yapsak, birlikte yapsak bunda ne var. Hep
beraber yapsak, bakınız, hep beraber yapsak. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
Şimdi, bazı partilerimiz sadece belli bölgelere gidiyor,
konuşmalarında da sadece sekiz on vilayet var. Mesela bu konuşmalarda Yozgat
hiç gündeme gelmiyor, Kırşehir gelmiyor, Kayseri gelmiyor, Kastamonu gelmiyor,
Niğde gelmiyor… Ne olur gelin hep beraber, biz oraya, siz buraya hep beraber
gidebilsek. Gidemediğiniz için bazı yapılan şeyleri de göremiyorsunuz; yolları
göremiyorsunuz, yapılmış hastaneler gözükmüyor, ulaştırma hizmetleri
gözükmüyor, eğitim hizmetleri gözükmüyor, sağlık hizmetleri gözükmüyor. Belki
bu vesileyle sorunları da yerinde tespit etme imkânı olur.
Değerli kardeşlerim, bir şeyi söyleyerek sözlerimi bitiriyorum.
Eğer bu ülkeyi yöneteceksek, birlikte veya ayrı ayrı her birimiz bu ülkeyi
yöneteceksek:
1) Hepimiz Türkiye partisi olacağız, hepimiz. Öyle bölgesel parti,
belli kesimlerin, belli kısımların partisi olarak bu ülke yönetilemez.
2) Artık Türkiye’nin meselesini sadece Ankara’da konuşan,
Ankara’da söyleyen ve çözümünü buradan arayan partilerin ülke meselesine
getirebileceği çok fazla bir şey yok. Artık bundan sonra Türkiye’nin meselesini
Van’da da konuşacağız, Ankara’da da, Edirne’de de konuşacağız. Gelin bunu
birlikte konuşalım. O zaman siyaset daha anlamlı olur, bu müzakerelerin pozitif
katkısı daha fazla olur ve inanın zaman zaman bizi dinleyen milletimiz
diyecektir ki: Evet, ben rahat uyku uyuyabilirim, yastığa başımı huzur
içerisinde koyabilirim çünkü sorunlara birlikte bakabilen, birlikte çözüm
arayabilen Türkiye’de siyaset var, siyaset kurumu var, siyasi partiler var.
Bu özlemle, bu temenniyle -anlayışınız için çok teşekkür ediyorum-
hepinizi saygıyla selamlıyorum. 2009 bütçesi hepinize hayırlı olsun, hepimize
hayırlı olsun. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Çiçek.
Sayın Kılıçdaroğlu…
KEMAL KILIÇDAROĞLU (İstanbul) – Evet efendim.
BAŞKAN - “Sayın Deniz Baykal’ın bütçe konuşmasından bazı alıntılar
Sayın Çiçek yaptı.” diyorsunuz ve “Genel Başkanımızın ileri sürmüş olduğu
görüşten farklı bir görüş kendisine atfedilmiştir.” diyorsunuz.
KEMAL KILIÇDAROĞLU (İstanbul) – Evet efendim.
BAŞKAN - Nedir o görüş?
KEMAL KILIÇDAROĞLU (İstanbul) – İzin verirseniz kürsüden
açıklayayım.
BAŞKAN – Hayır, onu bilirsem ancak size söz verme imkânına
sahibim.
KEMAL KILIÇDAROĞLU (İstanbul) – Peki efendim.
Sayın Çiçek’in yaptığı alıntı şu efendim: “Sosyal sorumluluk
duygusunu ön plana çıkararak, devlete daha yüksek sorumluluklar yükleyerek yeni
bir ekonomi anlayışına ihtiyaç vardır.” alıntısını yaptıktan sonra bundan kimin
ne anladığını merak ettiğini de ifade etti. Ayrıca, hiçbir çözüm önerilmediğini
söyledi.
Sayın Genel Başkanımızın bu çerçevede yaptığı konuşmaya kısa bir
açıklama yapmak isterim. (CHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN – Yani burada bir sataşma yok, bir yanlış…
KEMAL KILIÇDAROĞLU (İstanbul) – Hayır, sataşma değil… Bakın,
şimdi, Sayın Başkan, olay… Ben size gönderdiğim dilekçede tırnak içinde…
BAŞKAN – Sayın Kılıçdaroğlu, Sayın Çiçek’in söylediği sözün nesini
düzelteceksiniz Sayın Baykal’ın söylemediği? (CHP sıralarından gürültüler)
KEMAL KILIÇDAROĞLU (İstanbul) – Farklı… Farklı anlamda…
OSMAN KAPTAN (Antalya) – Sayın Başkan, niye söz vermiyorsun?
BAŞKAN – Müsaade eder misiniz arkadaşlar… Sayın Grup Başkan Vekili
arkadaşımızla konuşuyorum, anlamaya çalışıyorum niye söz istediğini.
Buyurun.
KEMAL KILIÇDAROĞLU (İstanbul) – Bakın efendim, açıklama hakkında
diyor ki: “…ileri sürmüş olduğu görüşten farklı bir görüş kendisine atfolunan
Hükûmet, komisyon, siyasi parti grubu veya milletvekilleri, açıklama yapabilir
ve cevap verebilir.” Sayın Çiçek, yapmış olduğu bu alıntıyla konuyu çok farklı
yorumladı. Dolayısıyla ben de 69’uncu maddeye göre açıklama hakkı talep
ediyorum.
BAŞKAN – Buyurun. (CHP sıralarından alkışlar)
Lütfen, üç dakikada toparlayın.
III.- AÇIKLAMALAR
1.- İstanbul Milletvekili Kemal
Kılıçdaroğlu’nun, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in,
konuşmasında, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın sözlerini yanlış yorumladığı
iddiasıyla açıklaması
KEMAL KILIÇDAROĞLU (İstanbul) – Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.
Ben, bir milletvekilinin kendisinin de geçmişte Hükûmet olduğu bir
dönemin bu kadar acımasızca eleştirildiğine bu kürsüde ilk kez tanık oluyorum.
Sanki o dönemlerde ben bakanım da Sayın Cemil Çiçek bakan değil. (CHP
sıralarından alkışlar)
BAŞKAN – Sayın Kılıçdaroğlu, bunun için söz almadınız ki.
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) – Peki efendim.
Bakın, Sayın Çiçek yaptığı konuşmada diyor ki: “Muhalefet
çözümsüz, dar ve sığ bir siyaset üretmemelidir.” Sayın Genel Başkanımızın
konuşmasında yaptığı “Sosyal sorumluluk duygusunu ön plana çıkararak, devlete
daha yüksek sorumluluklar yükleyerek yeni bir ekonomi anlayışına ihtiyaç
vardır.” Sayın Cemil Çiçek eğer bundan bir şey anlamıyorsa Meclis kütüphanesine
gidebilir, sosyal sorumluluk nedir öğrenebilir, sosyal devlet nedir
öğrenebilir, devletin sosyal sorumluluğu nedir onları öğrenebilir. (AK PARTİ
sıralarından gürültüler)
BAŞKAN – Bir dakika arkadaşlar… Bir dakika arkadaşlar…
ATİLA EMEK (Antalya) – Dinle, dinle.
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) – Ayrıca, Sayın Cemil Çiçek, Sayın
Hükûmet Sözcüsü, öneri getirmediğimizi de söylüyor. Sayın Genel Başkanın
yaptığı konuşmada 12 tane öneri var. Ben buradan izninizle bir daha okumak
isterim: “Altyapı yatırımları artırılmalıdır.” (AK PARTİ sıralarından “Aaa”
sesleri, gürültüler)
AHMET YENİ (Samsun) – Kaç lira?
BAŞKAN – Arkadaşlar, lütfen… Bir dakika… Rica ediyorum…
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) – “Aracılık hizmetlerinin azaltılması
için banka ve sigorta muameleleri vergisinde indirime gidilmelidir. Mevduata
garanti artırılmalıdır. –Yetki alındı, hâlâ kullanılmadı- Tarım kesimini
canlandırmak için gübre, zirai ilaçtaki KDV ve mazotta ÖTV düşürülmelidir.
Memur ve emeklinin ücretleri mutlaka artırılmalıdır.” gibi 12 tane öneri yaptı.
(CHP sıralarından alkışlar, AK PARTİ sıralarından gürültüler)
AHMET YENİ (Samsun) – Öneriler bunlar mı, öneriler?
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) – Ben isterdim ki…
BAŞKAN – Bir dakika arkadaşlar…
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) – Ben isterdim ki, Hükûmet Sözcüsü
buraya gelip “Öneri getirmiyorsunuz.” diyeceğine -çünkü, Sayın Çiçek anladığım
kadarıyla metnin tümünü okumamış- Sayın Genel Başkanımızın Sayın Başbakana
sorduğu 4 ayrı deve dişi gibi soruya oturup burada adam gibi cevap verseydi.
(CHP sıralarından alkışlar)
ATİLA EMEK (Antalya) – Cevap, cevap!
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) – Telekom’un satışında niçin
sessizliğini koruyor Hükûmet? ATV-Sabahın satışında niçin sessizliğini koruyor?
750 milyon dolarlık iki kamu bankasından bir gruba kredi aktarılmasına niçin
sessizliğini koruyor Hükûmet? (AK PARTİ sıralarından gürültüler)
BAŞKAN – Sayın Kılıçdaroğlu, bunlar için söz almadınız.
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) – Evet, Hükûmet bu konularda
sessizliğini korumayacak. Bunun hesabını soracağız. (AK PARTİ sıralarından
gürültüler)
ALİ KOYUNCU (Bursa) – Şovmensin sen! Gerçeklerden uzak hep şov
yapıyorsun!
BAŞKAN – Bir dakika arkadaşlar…
Sayın Kılıçdaroğlu…
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) – Ayrıca IMF’ye niçin gidildiğini
soruyor. Bu Hükûmet…
BAŞKAN – Sayın Kılıçdaroğlu, bu konuda söz almadınız ki.
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) – Tabii… Sayın Başkan…
BAŞKAN – Sayın Baykal’ın sözünün doğrusunun ne olduğunu
söyleyecektiniz.
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) – Peki.
Sayın Başkan, bu bütçe IMF talimatıyla bu Genel Kurulda son
şeklini almıştır. Sayın Cemil Çiçek’in bundan haberi var mıdır yok mudur acaba?
(AK PARTİ sıralarından “Söyledi ya!” sesi) Son şeklini buradan aldı.
Yatırımları kısıyorsunuz burada ve sonra gelip diyorsunuz ki: “Biz, efendim,
IMF’yi akreditasyon kurumu olarak…”
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN – Teşekkür ederim Sayın Kılıçdaroğlu.
KEMAL KILIÇDAROĞLU (Devamla) – Peki. (CHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN – “Son söz milletvekilinindir” kuralı gereğince…
MEHMET ŞANDIR (Mersin) – Sayın Başkan…
KAMER GENÇ (Tunceli) – Sayın Başkan… Sayın Başkan…
MEHMET ŞANDIR (Mersin) – Sayın Başkan…
BAŞKAN – Pardon…
KAMER GENÇ (Tunceli) – Sayın Başkan, Cemil Çiçek konuşmasında dedi
ki…
BAŞKAN – Bir dakika…
Sayın Şandır…
MEHMET ŞANDIR (Mersin) – Efendim, Sayın Cemil Çiçek benim
kullandığım bir cümleyi burada tekrarlayarak bunun yanlış olduğunu söyledi. Bu
bir yanlış anlamaydı, onu düzeltmek istiyorum.
BAŞKAN – Hangisi o Sayın Şandır?
MEHMET ŞANDIR (Mersin) – Türkiye’de yaşanan bir olay.
BAŞKAN – Yani “Burada konuşmayalım.” dedi onu.
MEHMET ŞANDIR (Mersin) – Yanlış anlama…
MUSTAFA ELİTAŞ (Kayseri) – “Konuşulmaması gereken” diye söyledi
Sayın Başkan.
MEHMET ŞANDIR (Mersin) – Sayın Başkan, bir yanlış anlama oldu.
BAŞKAN – Yok, o iş üzerinde daha da durmayalım izin verirseniz.
MUSTAFA ELİTAŞ (Kayseri) – Meram anlaşıldı.
MEHMET ŞANDIR (Mersin) – Ama yani son konuşmacı onu tekrarlayarak
meseleyi bizim üzerimize yükledi.
KEMAL KILIÇDAROĞLU (İstanbul) – Hayır.
BAŞKAN – Hayır, yüklemedi. Sayın Çiçek “Bu tür şeyleri burada
konuşmamak lazım, Batı’da bunlar hiç konuşulmuyor.” dedi.
MEHMET ŞANDIR (Mersin) – Konuşulmaması gerekiyorsa Sayın Cemil
Çiçek’in konuşmaması gerekiyordu. Ben kürsüden…
BAŞKAN – Buyurun, yerinizden söyleyin.
KAMER GENÇ (Tunceli) – Sayın Başkan, efendim, Cemil Çiçek…
BAŞKAN – Sayın Genç, bir dakika.
2.- Mersin Milletvekili Mehmet
Şandır’ın, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in, konuşmasında,
kullandığı bir cümleyi yanlış yorumladığı iddiasıyla açıklaması
MEHMET ŞANDIR (Mersin) – Sayın Başkanım, teşekkür ederim.
Tabii ki Milliyetçi Hareket Partisi olarak veya bu Meclisin çatısı
altında bulunan hiçbir milletvekili, Türkiye’de yaşanan bir olumsuzluğu, bir
çirkinliği tekrarlamaktan zevk almaz. Asla böyle bir kastımız yok. Ama
üzüntümüzü ifade etmek… Hükûmetin bütçesini görüşüyoruz ve altı yıldır Türkiye’yi
tek başına yöneten siyasi iktidarın sorumluluklarını hatırlatıyoruz. Bu anlamda
öyle bir olay, üzüntü duyduğumuz bir olayı ifade ettik. Yoksa bunu bir suçlama
anlamı veya Hükûmeti bu anlamda bir suçlama anlamı taşımazdı ama konu, Sayın
Cemil Çiçek’in söylediği gibi “tekrarlanması yanlış” dediği hadiseyi bizatihi
kendileri tekrarlayarak o yanlışı tekrar işlemiş oldular. Bunu ifade ediyorum.
BAŞKAN – Teşekkür ederim.
KAMER GENÇ (Tunceli) – Sayın Başkanım, şimdi, Hükûmetin adına
konuşan kişi dedi ki: “Kamer Genç sabahtan beri burada yoktu, boy göstermeye
gelmiş.” dedi. Bu bir sataşmadır, müsaade ederseniz… Ayrıca da…
BAŞKAN – Ben bir sataşma görmüyorum. (AK PARTİ sıralarından
alkışlar, CHP ve MHP sıralarından “Var” sesleri)
KAMER GENÇ (Tunceli) – Efendim, ama… Sayın Başkan, bir dakika…
Bakın, ayrıca da bütçe programında son sözü ben aldım, yani…
BAŞKAN – Hayır. Şimdi size…
KAMER GENÇ (Tunceli) – Ama şimdi Sayın Başkan…
BAŞKAN – Bir dakika… Bir dakika…
KAMER GENÇ (Tunceli) – …niye benim konuşmamdan hep başkan
vekilleri veya siz rahatsız oluyorsunuz? Yani “Kamer Genç sabahtan beri burada
yoktu, boy göstermeye geldi.” diyor.
BAŞKAN – Hayır, hayır…
Sayın Genç, bir dakika dinler misiniz beni. Size iki sebeple söz veremem:
1) Danışma Kurulunun Genel Kuruldan geçen kararı gereğince, bir
üyenin sadece bütçenin tümü üzerinde veya sonundaki görüşmelerde ya da bir
turda söz kaydı yaptırması…
KAMER GENÇ (Tunceli) – Tamam, onu biliyorum.
BAŞKAN – Onu madem…
KAMER GENÇ (Tunceli) – Ama ben son sözü istedim efendim.
BAŞKAN – Siz konuştunuz…
KAMER GENÇ (Tunceli) – Bakın, benim orada imzam son sözde var.
BAŞKAN – Son sözü bu birleşimin başında söz alan bütün
milletvekili arkadaşlarıma okudum.
KAMER GENÇ (Tunceli) – Efendim, ben o zaman burada değildim,
İstanbul’da bir televizyon programındaydım.
BAŞKAN – Ama sizden evvel
söz alan arkadaşlar var.
KAMER GENÇ (Tunceli) – Efendim, ama şimdi… Sayın Başkan, bakın…
BAŞKAN – Bunlardan biri de Sayın Agâh Kafkas, Çorum Milletvekili.
Buyurun efendim. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
KAMER GENÇ (Tunceli) – Efendim, bakın, bana sataşıldı efendim.
Sayın Başkan, bu Mecliste…
BAŞKAN – Lütfen yerinize oturun!
KAMER GENÇ (Tunceli) – Efendim, bana dedi ki: “Sabahtan beri
burada yoktu.”
BAŞKAN – Rica ediyorum Sayın Genç, rica ediyorum…
KAMER GENÇ (Tunceli) – Ama böyle olmaz ki Sayın Başkan. Yani hiç
olmazsa siz AKP’li gibi hareket etmeyin! Böyle şey olmaz canım! Hayır, böyle
keyfî söz verilmez Sayın Başkan!
BAŞKAN – Yok efendim, keyfî olur mu, Böyle bir şey olabilir mi?
KAMER GENÇ (Tunceli) – Biraz sonra tutumunuz hakkında söz
isteyeceğim efendim.
BAŞKAN – Buyurun Sayın Kafkas.
Süreniz on dakika.
II.- KANUN TASARI VE TEKLİFLERİ
İLE KOMİSYONLARDAN
GELEN DİĞER İŞLER (Devam)
A) Kanun Tasarı ve Teklifleri (Devam)
1.- 2009 Yılı Merkezi Yönetim
Bütçe Kanunu Tasarısı ile Plan ve Bütçe Komisyonu Raporu (1/656) (S.Sayısı:312)
(Devam)
2.- 2007 Yılı Merkezi Yönetim
Kesin Hesap Kanunu Tasarısı ile Merkezi Yönetim Bütçesi Kapsamındaki İdare ve
Kurumların 2007 Bütçe Yılı Kesin Hesap Tasarısına Ait Genel Uygunluk Bildirimi
ve Eki Raporlarının Sunulduğuna Dair
Sayıştay Başkanlığı Tezkeresi ile Plan ve
Bütçe Komisyonu Raporu ( 1/622,
3/521) (S.Sayısı: 313) (Devam)
AGÂH KAFKAS (Çorum) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 2009
Mali Yılı Bütçe Kanunu Tasarısı’na ilişkin oyumun rengini belirtmek üzere söz
almış bulunuyorum. Yüce heyetinizi ve aziz milletimi saygıyla, hürmetle
selamlıyorum.
Yola çıktığımız anda ve iktidara yürürken Türkiye’ye inandık,
Türkiye'nin potansiyellerine inandık, Türkiye'nin dinamiklerine, iş gücüne,
girişimci ruhuna içtenlikle inandık. Bu doğrultuda istikrar ve güven ortamını
tesis ederek Türkiye'nin atılım yapmasını sağladık. Umutlarımızı milletimizin
umutlarıyla, hayallerimizi milletimizin hayalleriyle, hedeflerimizi
milletimizin hedefleriyle, sevdamızı milletimizin sevdasıyla örtüştürdük.
Adalet üzerine kalkınmayı gerçekleştirdik. Bir olduk, biz olduk, beraber olduk,
can olduk, canları kucakladık. Türkiye'nin sorunlarının çözümlenebileceğini,
çözümün mümkün olduğunu ispat ettik. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
Her şeyden öte, şimdi karşımızda dimdik duran, inanan, hayallerini
artık gerçekleştiren, arzularına kavuşan, hedeflerine ulaşan, istikbal vadeden,
umut veren bir Türkiye var.
Bugün, Avrupa Birliğiyle katılım müzakerelerini sürdüren, dünyanın
en büyük 17’nci ekonomisi hâline gelen, uluslararası dev projeleri başlatıp
sonuçlandıran, gayrisafi yurt içi hasılasını 657 milyar dolara çıkaran; kişi
başına millî geliri 9 bin doları aşan, dünyadaki yeri, konumu, itibarı değişen,
bölgesinde ve dünyada söz sahibi olan bir Türkiye var.
Böyle bir Türkiye’de böylesine bir bütçeye oyumun rengi ne olacak,
niye oy vereceğim? Eğitimde, bir önceki yapılan bütçede, devraldığımız bütçede
7,5 milyarken 27,5 milyar YTL’ye çıkaran, bugüne kadar Türkiye genelinde 360
bin okul varken buna altı yılda 130 bin derslik ilave eden, sadece kırk ilde 76
üniversitesi varken bugün seksen bir ilde 130 üniversiteye kavuşan bir Türkiye
olduğu için oyumu “Evet.” vereceğim. (AK
PARTİ sıralarından alkışlar) Sağlık hizmetlerini sağlıklı hâle getirdiği için
bu Hükûmetin bütçesine “Evet.” diyeceğim. Bugüne kadar imkânı olanların, zengin
olanların sağlıktan olabildiğine yararlandığı, hastane kapılarından çevrilen
insanların olduğu, emekçilerin sadece SSK hastanelerinin bodrumundaki
eczanelere hapsedildiği bir Türkiye’den Türkiye’yi kurtararak sağlığı kaliteli
ve erişilebilir ve herkese eşit hâle getirdiği için bu Hükûmetin bütçesine
“Evet.” oyu vereceğim. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
Bize kadar Türkiye’de sadece 10.100 banyolu, tuvaletli oda varken bunun
üzerine 14.400 adet daha banyolu, tuvaletli çağdaş odayı yaptığı ve 24.500’e
çıkarttığı için bu Hükûmete “Evet.” oyu vereceğim.
MUHARREM İNCE (Yalova) – Sanki hayır oyu verme şansın var mı?
AGÂH KAFKAS (Devamla) - Bakınız, yıllarca siyaset adına herkesin
vaatte bulunup gerçekleştiremediği önümüzdeki elli yıllık perspektifte sosyal
güvenlik reformunu gerçekleştirdiği için ve sosyal güvenlik reformuyla, genel
sağlık sigortasıyla doğan her Türk vatandaşını babasının sosyal statüsüne,
gelirine bakılmaksızın devletin güvencesine aldığı için, sosyal devleti yeniden
inşa ettiği için bu Hükûmetin bütçesine “Evet.” oyu vereceğim. (AK PARTİ sıralarından
alkışlar)
İlaca erişemeyen insanımızı hem yüzde 100 ilaca eriştirip hem de
bunu sadece yüzde 16 maliyetle yaptığı için bu bütçeye “Evet.” oyu vereceğim.
500 bin toplu konut hedefine emin adımlarla yürürken 230 bin
sağlıklı evi hem de yoksullara teslim ettiği için bu Hükûmetin bütçesine “Evet”
oyu vereceğim.
ERGÜN AYDOĞAN (Balıkesir) – Göçüyor, göçüyor!
AGÂH KAFKAS (Devamla) – Ulaşılmaz denilen, erişilmez denilen
yerleri kolay ettiği için, bizden önceki bütün iktidarların yaptığı 6.100
kilometre yola 9.300 kilometre daha ilave ederek Türkiye’nin bölünmüş yol ağını
15.000 kilometreye çıkarttığı için bu Hükûmetin bütçesine “Evet.” oyu
vereceğim.
Marmaray’ı gerçekleştirdiği,
kıtaları birleştirdiği için, sadece elitlerin bindiği, zenginlerin
bildiği, uçak dediğiniz şey sadece zenginlerin bindiği bir işti, şimdi bunu
halkın emrine sunduğu için…
MUHARREM İNCE (Yalova) – Herkesin uçağı var artık!
AGÂH KAFKAS (Devamla) - …9
milyon yolcuyu 45 milyona çıkardığı için bu Hükûmetin bütçesine “Evet.” oyu
vereceğim. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
Tarımsal destekleri –burada
çok dinledik- 3 kat artırdığı için bu Hükûmetin bütçesine çiftçilerin adına oy
vereceğim. (AK PARTİ sıralarından alkışlar, CHP ve MHP sıralarından “Oo!”
sesleri)
MUHARREM İNCE (Yalova) – Dikkat et, Allah çarpar!
AGÂH KAFKAS (Devamla) -
Doğal gaz… Biz geldiğimiz gün Türkiye’de doğal gaz boru hattının
kilometre boyutu 4.500’dü. 11 bin kilometre ilave doğal gaz boru hattı döşeyip
9 tane ili 63 ile çıkarıp insanımızı rahat bir yaşama kavuşturduğu için…
BİLGİN PAÇARIZ (Edirne) – Doğru, Rusya’ya bağımlı hâle getirdiniz!
AGÂH KAFKAS (Devamla) -
…kuşları özgürleştirdiği için, bir odaya hapsolmaktan insanları
kurtardığı için bu Hükûmetin bütçesine “Evet.” oyu vereceğim. Esnafımızın,
sanatkârımızın kredi faizlerini yüzde 49’dan 14’e indirdiği için, kredi
miktarını 153 milyon YTL’den 3,1 milyar YTL’ye çıkardığı için bu Hükûmetin
bütçesine “Evet.” oyu vereceğim.
MUHARREM İNCE (Yalova) – Bankaları sattığınız için!
AGÂH KAFKAS (Devamla) - Cumhuriyet tarihimizin en önemli
projelerinden birini KÖYDES’i gerçekleştirip ulaşılmaz köy bırakmadığı için,
gidilmedik mezra bırakmadığı için bu Hükûmetin bütçesine “Evet.” oyu verme
zorunluluğunu hissediyorum. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
RAMAZAN KERİM ÖZKAN (Burdur) – Doğru, köy yolları kapalı şimdi!
BAŞKAN - İki dakikanız var
Sayın Kafkas.
AGÂH KAFKAS (Devamla) - Bugüne kadar Türkiye’de herkesin
“Yapılamaz.” dediği, zorla milletten toplanan paraların aslının olmadığı ve
“Kaynak bulunamaz, onun için de ödenemez.” dediği 13,5 katrilyonluk zorunlu
tasarrufu, insan haklarına aykırı olan bu zorunlu tasarrufu insanımıza ödediği
için, (AK PARTİ sıralarından alkışlar) yine KEY ödemelerinde, kaydını
bulamadığımız KEY ödemelerinde 4 katrilyon lira da onu ödediği için, yine İmar
Bankası yolsuzluğuyla insanlarımızın dolandırıldığı yerde sosyal devlet
sorumluluğuyla bütün bu devletimizin borçlarını ödediği için ve bölgenin
istikrar abidesi olduğu için, bölgede barışın tesisi için rolünün beklendiği ve
o rolü de başarıyla gerçekleştirdiği için bu Hükûmetin bütçesine “Evet.” oyu
vereceğim.
Bu milletin umutlarını yeşerttiği için, bu milletin yarınlarını
aydınlattığı için ve bu milleti üçüncü bin yıla, çağdaş dünyadaki layık olduğu
yere emin adımlarla yaklaştırdığı için bu bütçeye “Evet.” oyu vereceğim.
Değerli dostlar, “Durmak yok, yola devam.” diyoruz, hizmet
gitmeyen köylere hatta mezralara hizmet götürmeye devam diyoruz, ilçelerimizi,
illerimizi güzelleştirmeye devam diyoruz .
Bu duygularla 2009’un hayırlar getirmesini, yeni yılın
iktidarıyla, muhalefetiyle ülkemize barış ve kardeşlik getirmesini temenni
ediyor, yüce heyetinizi saygıyla, hürmetle selamlıyorum. [AK PARTİ sıralarından
alkışlar, CHP ve MHP sıralarından alkışlar(!)]
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Kafkas.
KAMER GENÇ (Tunceli) – Sayın Başkan…
BAŞKAN – Sayın milletvekilleri…
KAMER GENÇ (Tunceli) – Sayın Başkan…
BAŞKAN – 2009 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2007
yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı üzerindeki görüşmeler
tamamlanmıştır.
KAMER GENÇ (Tunceli) – Sayın Başkan, bir dinler misiniz beni
efendim. Sayın Başkan, burada bir milletvekili konuşuyor.
BAŞKAN – Şimdi…
Lütfen oturun yerinize.
KAMER GENÇ (Tunceli) – Sayın Başkanım, bir şey konuşuyorum.
BAŞKAN – Lütfen yerinize oturun.
KAMER GENÇ (Tunceli) – Ben 69’uncu maddeye göre sataşmadan söz
istiyorum ve ısrar ediyorum.
BAŞKAN – Siz istediğiniz zaman…
KAMER GENÇ (Tunceli) – Israr ediyorum.
BAŞKAN – Israr ediyor musunuz, peki.
KAMER GENÇ (Tunceli) – 69’uncu maddede…
BAŞKAN – Sayın Genç…
KAMER GENÇ (Tunceli) – …sataşılan kişi şey edilirse… Bakın, demin
oya sunacaktınız. Ayrıca tutumunuz hakkında söz istiyorum. Böyle kötü Meclis
yönetilmez. Batmış bir iktidarı burada saatlerce müdafaa ettiriyorsunuz.
BAŞKAN – Sayın Genç… Bir dakika…
MUSTAFA ELİTAŞ (Kayseri) – Bir dakika, Başkan açıklasın!
KAMER GENÇ (Tunceli) – Açıklasın canım, sana ne! Başkanın şeyinden
sen mi sorumlusun!
BAŞKAN – Sayın Genç sataşmadan söz istiyor. Ben bir sataşma
görmüyorum ama ısrar ediyor.
Sayın Genç’e söz verilip verilmemesini oylarınıza sunuyorum: Kabul
edenler… Kabul etmeyenler… Söz verilmesi kabul edilmemiştir.
Buyurun.
KAMER GENÇ (Tunceli) – Zaten etmeyecekleri belli. Böyle Meclis
yönetilir mi Sayın Başkan! [AK PARTİ sıralarından alkışlar (!)]
BAŞKAN – Şimdi, 2009 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı
ile 2007 Mali Yılı Kesin Hesap Kanunu Tasarısı’nın oylamalarını yapacağız.
Tasarılar açık oylamaya tabidir.
Açık oylamanın şekli hakkında Genel Kurulun kararını alacağım.
Her iki kanun tasarısının açık oylamasının elektronik oylama
cihazıyla yapılmasını oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler… Etmeyenler… Kabul
edilmiştir.
2009 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı’nın açık
oylamasına başlıyoruz.
Oylama için üç dakika süre vereceğim. Bu süre içerisinde sisteme
giremeyen üyelerin teknik personelden yardım istemelerini, bu yardıma rağmen de
sisteme giremeyen üyelerin oy pusulalarını oylama için öngörülen üç dakikalık
süre içerisinde Başkanlığa ulaştırmalarını rica ediyorum.
Ayrıca, vekâleten oy kullanacak sayın bakanlar var ise hangi
bakana vekâleten oy kullandığını, oyunun rengini ve kendisinin ad ve soyadı ile
imzasını da taşıyan oy pusulasını, yine oylama için öngörülen üç dakikalık süre
içerisinde Başkanlığa ulaştırmalarını rica ediyorum.
Oylama işlemini başlatıyorum.
(Elektronik cihazla oylama yapıldı)
BAŞKAN – Oylama işlemi bitmiştir.
Değerli arkadaşlarım, oylama sonucunu açıklıyorum:
Kullanılan oy sayısı : 441
Kabul :
324
Ret :
117 (x)
Böylelikle, 2009 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı Genel
Kurulumuz tarafından kabul edilmiştir. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
2007 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı’nın açık
oylamasına başlıyoruz.
Oylama için üç dakika süre vereceğim. Bu süre içerisinde sisteme
giremeyen üyelerin teknik personelden yardım istemelerini, bu yardıma rağmen de
sisteme giremeyen üyelerin oy pusulalarını oylama için öngörülen üç dakikalık
süre içerisinde Başkanlığa ulaştırmalarını rica ediyorum.
Ayrıca, vekâleten oy kullanacak sayın bakanlar var ise hangi
bakana vekâleten oy kullandığını, oyunun rengini ve kendisinin ad ve soyadı ile
imzasını da taşıyan oy pusulasını, yine oylama için öngörülen üç dakikalık süre
içerisinde Başkanlığa ulaştırmalarını rica ediyorum.
Oylama işlemini başlatıyorum.
(Elektronik cihazla oylama yapıldı)
BAŞKAN – Oylama işlemi sona ermiştir.
Değerli arkadaşlarım, oylama sonucunu açıklıyorum:
Kullanılan oy sayısı: 444
Kabul : 329
Ret : 114
Çekimser : 1 (x)
Böylelikle 2007 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı
Meclisimiz tarafından kabul edilmiştir.
Sayın milletvekilleri, bütçe ve kesin hesap kanunu tasarıları
Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilmiş ve kanunlaşmıştır.
Milletimiz ve memleketimiz için hayırlı olmasını diliyorum. Bütün milletvekili
arkadaşlarımın yeni yılını kutluyor, sağlık, esenlik ve başarı dolu bir 2009
diliyorum.
Teşekkür konuşması yapmak üzere Sayın Başbakan söz istemişlerdir.
Buyurun efendim. (AK PARTİ sıralarından ayakta alkışlar)
BAŞBAKAN RECEP TAYYİP ERDOĞAN (İstanbul) – Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; öncelikle 2009 yılı merkezî bütçenin gerçekten gerek
komisyonlarda gerekse Genel Kuruldaki geceli gündüzlü yoğun çalışmalardan
sonra, yorucu çalışmalardan sonra bugün başarıyla tamamlanarak noktalanmış
olması ve gösterdiğiniz bu kabul sebebiyle şahsım, Hükûmetim adına sizlere
özellikle teşekkür ediyorum.
Şüphesiz ki önümüzde uzun, zorluklu bir yol var ve bu bütçeler,
bizim aynı zamanda heyecanımızı artıran ve geleceğe yönelik atacağımız
adımlarda da bize yol gösterici olacak. Şu anda mevcut bütçemizle 2009
noktasında gerek yatırımlarda gerekse diğer atacağımız adımlarda yatırıma,
üretime, istihdama yönelik kararlılığımız devam edecektir. Türkiye, her geçen
gün bir önceki güne göre daha ileri olacaktır, bundan kimsenin şüphesi olmasın,
bugüne kadar olduğu gibi. Görevi devraldığımız günden bugüne nasıl daha ileri
olduysa bundan sonra da daha ileri olacaktır. Yeter ki dayanışmamız artsın,
yeter ki dayanışma içerisinde hep birlikte bu yükü kucaklayalım, kaldıralım.
Ben bu vesileyle, tekrar, gösterdiğiniz bu nezakete, bu anlayışa
şahsım, Hükûmetim, milletim adına çok çok teşekkür ediyorum ve 2009 yılına
girerken yeni yılın, ülkemiz için, milletimiz için, insanlık için barışa,
sevgiye, kardeşliğe vesile olmasını da ayrıca temenni ediyorum.
Teşekkür ediyorum. (AK PARTİ sıralarından ayakta alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Başbakan.
Sayın milletvekilleri, sözlü soru önergeleri ile diğer denetim
konularını sırasıyla görüşmek üzere, alınan karar gereğince 6 Ocak 2009 Salı
günü saat 15.00’te toplanmak üzere birleşimi kapatıyorum.