DÖNEM: 22 CİLT: 146 YASAMA
YILI: 5
TÜRKİYE
BÜYÜK MİLLET MECLİSİ
TUTANAK DERGİSİ
62’nci Birleşim
13 Şubat 2007 Salı
İ Ç İ N D E K İ L
E R
Sayfa I. - GEÇEN TUTANAK ÖZETİ
II. - GELEN KÂĞITLAR
III. - YOKLAMA
IV. - BAŞKANLIĞIN GENEL KURULA SUNUŞLARI
A) TEZKERELER VE ÖNERGELER
1.- TBMM Başkanlığınca, esas komisyon olarak İçişleri
Komisyonuna havale edilen, konuları bakımından aynı mahiyette
olduklarından birleştirilerek görüşülmesine karar verilmiş
olan kanun tekliflerinin esas komisyon olarak kendi komisyonlarında
görüşülmesine ilişkin Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu
Başkanlığı tezkeresi (3/1203)
B) GENSORU, GENEL GÖRÜŞME, MECLİS SORUŞTURMASI VE MECLİS ARAŞTIRMASI
ÖNERGELERİ
1.- İzmir Milletvekili Hakkı Ülkü ve 46 milletvekilinin,
belediyeler ve bağlı kuruluşlarının ihalelerinin araştırılarak
etkin denetim yollarının belirlenmesi amacıyla Meclis araştırması
açılmasına ilişkin önergesi (10/422)
V. - ÖNERİLER
A) DANIŞMA KURULU ÖNERİLERİ
1.- (11/8) esas numaralı gensoru önergesinin gündeme
alınıp alınmaması hususundaki ön görüşmelerin Genel Kurulun
13/2/2007 Salı günkü birleşiminde yapılmasına ilişkin Danışma Kurulu
önerisi
VI. - GENSORU, GENEL GÖRÜŞME, MECLİS SORUŞTURMASI VE MECLİS ARAŞTIRMASI
A) ÖN GÖRÜŞMELER
1.- Anavatan Partisi Grubu Adına Grup Başkanı Isparta
Milletvekili Erkan Mumcu ile Grup Başkanvekilleri Malatya Milletvekili
Süleyman Sarıbaş, Ankara Milletvekili Muzaffer R. Kurtulmuşoğlu
ve Gaziantep Milletvekili Ömer Abuşoğlu'nun, terör ve asayiş olaylarındaki
artış ve ahlaki çöküntüye karşı gerekli önlemleri alamadığı, toplumda
ayrışma ve huzursuzluğa neden olduğu, KÖYDES projesi ve mahalli
idarelerin yetersiz denetimi sonucu kamu kaynaklarının kullanımını
tartışmalı hâle getirdiği iddiasıyla İçişleri Bakanı Abdülkadir
Aksu hakkında gensoru açılmasına ilişkin önergesi (11/8)
2.- Tekirdağ Milletvekili Mehmet Nuri Saygun ve
30 milletvekilinin, küresel ısınma konusunun araştırılarak alınması
gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla Meclis araştırması açılmasına
ilişkin önergesi (10/351)
3.- Ankara Milletvekili Yakup Kepenek ve 59 milletvekilinin,
küresel ısınmanın ülkemizdeki etkilerinin araştırılarak alınması
gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla Meclis araştırması açılmasına
ilişkin önergesi (10/399)
4.- Gaziantep Milletvekili Fatma Şahin ve 20 milletvekilinin,
küresel ısınmanın neden olduğu sorunların ve oluşturduğu riskin
araştırılarak alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla
Meclis araştırması açılmasına ilişkin önergesi (10/417)
5.- İstanbul Milletvekili Ekrem Erdem ve 106 milletvekilinin,
Türkçedeki bozulma ve yabancılaşmanın nedenleri ile toplumsal
birlik ve beraberliğimiz üzerindeki etkilerinin araştırılarak
alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla Meclis araştırması
açılmasına ilişkin önergesi (10/365)
VII. - SORULAR VE CEVAPLAR
A) YAZILI SORULAR VE CEVAPLARI
1.- İzmir Milletvekili Erdal KARADEMİR'in, kalorifer
kazanlarının denetimine ilişkin sorusu ve Sanayi ve Ticaret Bakanı
Ali COŞKUN'un cevabı (7/19849)
2.- İstanbul Milletvekili Emin ŞİRİN'in, TMSF'nin
satışa çıkardığı bir binaya ilişkin sorusu ve Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı
Abdüllatif ŞENER'in cevabı (7/19902)
3.- İzmir Milletvekili Enver ÖKTEM'in, gizli bir
yazının basına dağıtıldığı iddiasına ilişkin sorusu ve Devlet Bakanı
ve Başbakan Yardımcısı Abdüllatif ŞENER'in cevabı (7/20037)
I. - GEÇEN TUTANAK ÖZETİ
TBMM Genel Kurulu saat 14.00'te açılarak beş oturum
yaptı.
Kahramanmaraş Milletvekili Fatih Arıkan, Kahramanmaraş'ın
kurtarılışının 87'nci yıl dönümü münasebetiyle, ilin, ekonomik
alanda kaydettiği ilerlemelere,
Gaziantep Milletvekili Abdulkadir Ateş, Gaziantep'e
"Gazi" unvanı verilişinin 86'ncı yıl dönümü münasebetiyle,
ilin, günümüzde, ekonomik, sosyal ve
kültürel alanlarda göstermiş olduğu başarılara,
İlişkin gündem dışı konuşma yaptılar.
Sinop Milletvekili Mustafa Öztürk'ün, ülkemizdeki
yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımının artırılmasının
önemine ilişkin gündem dışı konuşmasına Enerji ve Tabii Kaynaklar
Bakanı Mehmet Hilmi Güler cevap verdi.
Edirne Milletvekili Rasim Çakır ve 35 milletvekilinin,
su kaynakları üzerindeki risk ve sorunların araştırılarak sürdürülebilir
yönetimi için alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla
Meclis araştırması açılmasına ilişkin önergesi (10/421) Genel Kurulun
bilgisine sunuldu; önergenin gündemdeki yerini alacağı ve ön görüşmesinin,
sırası geldiğinde yapılacağı açıklandı.
Gündemin "Kanun Tasarı ve Teklifleri ile Komisyonlardan
Gelen Diğer İşler" kısmının:
1'inci sırasında bulunan, Kamu İhale Kanununa
Geçici Madde Eklenmesine Dair Kanun Teklifi'nin (2/212) (S. Sayısı:
305) görüşmeleri, daha önce geri alınan maddelere ilişkin komisyon
raporu henüz gelmediğinden,
2'nci sırasında bulunan, Bazı Kamu Alacaklarının
Tahsil ve Terkinine İlişkin Kanun Tasarısı'nın (1/1030) (S. Sayısı:
904) görüşmeleri,
3'üncü sırasında bulunan, Sağlık Hizmetleri Temel
Kanunu, Sağlık Personelinin Tazminat ve Çalışma Esaslarına Dair
Kanun ile Tababet ve Şuabatı San'atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanunda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı'nın (1/1226) (S. Sayısı:
1247) görüşmelerine devam olunarak 10'uncu maddesine kadar kabul
edildi; verilen aradan sonra,
İlgili komisyon yetkilileri Genel Kurulda hazır
bulunmadığından;
Ertelendi.
4'üncü sırasında bulunan ve Cumhurbaşkanınca
bir kez daha görüşülmek üzere geri gönderilen 26/9/2006 Tarihli ve
5545 Sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu'nun (1/1251) (S. Sayısı:
1253) müzakeresini müteakiben, elektronik cihazla yapılan açık oylamadan
sonra kabul edilip kanunlaştığı açıklandı.
Uşak Milletvekili Alim Tunç, konuşması sırasında
bazı sözlerinin yanlış anlaşılabileceği gerekçesiyle bir açıklamada
bulundu.
13 Şubat 2007 Salı günü saat 15.00'te toplanmak üzere,
birleşime 19.56'da son verildi.
Sadık Yakut |
|
|
Başkan
Vekili |
|
|
|
Harun Tüfekci |
Türkân Miçooğulları |
|
|
İzmir |
|
Kâtip
Üye |
Kâtip
Üye |
Ahmet Küçük |
|
|
Çanakkale |
|
|
Kâtip
Üye |
|
|
No.: 81
II. - GELEN KÂĞITLAR
9 Şubat 2007 Cuma
Tasarılar
1.-
Sporda Dopinge Karşı Uluslararası Sözleşmeye Katılmamızın Uygun
Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı (1/1302) (Milli Eğitim, Kültür,
Gençlik ve Spor ile Dışişleri Komisyonlarına) (Başkanlığa geliş tarihi:
2.2.2007)
2.-
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Suudi Arabistan Krallığı Hükümeti
Arasında Karayoluyla Yolcu ve Yük Taşımacılığının Düzenlenmesi
Hakkında Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun
Tasarısı (1/1303) (Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm ile Dışişleri
Komisyonlarına) (Başkanlığa geliş tarihi: 6.2.2007)
Teklifler
1.-
Kahramanmaraş Milletvekili Mehmet Yılmazcan'ın, Sanayi ve Ticaret
Bakanlığının Kuruluş Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun Teklifi (2/947) (Sanayi, Ticaret, Enerji,
Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonuna) (Başkanlığa geliş
tarihi: 5.2.2007)
2.-
Gaziantep Milletvekili Fatma Şahin ve 9 Milletvekilinin; Gaziantep'e
İstiklal Madalyası Verilmesi Hakkında Kanun Teklifi (2/948) (İçişleri
Komisyonuna) (Başkanlığa geliş tarihi: 6.2.2007)
Gensoru Önergesi
1.-
Anavatan Partisi Grubu Adına Grup Başkanı Isparta Milletvekili Erkan
MUMCU ile Grup Başkanvekilleri Malatya Milletvekili Süleyman SARIBAŞ,
Ankara Milletvekili Muzaffer R. KURTULMUŞOĞLU ve Gaziantep Milletvekili Ömer ABUŞOĞLU'nun, Terör ve Asayiş Olaylarındaki
Artış ve Ahlaki Çöküntüye Karşı Gerekli Önlemleri Alamadığı, Toplumda
Ayrışma ve Huzursuzluğa Neden Olduğu, KÖYDES Projesi ve Mahalli
İdarelerin Yetersiz Denetimi Sonucu Kamu Kaynaklarının Kullanımını
Tartışmalı Hale Getirdiği İddiasıyla İçişleri Bakanı Abdülkadir
AKSU Hakkında Anayasanın 99 uncu ve İçtüzüğün 106 ncı Maddeleri
Uyarınca Bir Gensoru Açılmasına İlişkin Önergesi (11/8) (Başkanlığa
geliş tarihi: 7/2/2007) (Dağıtma tarihi: 9/2/2007)
No.: 82
12 Şubat 2007 Pazartesi
Teklifler
1.-
İzmir Milletvekili Bülent Baratalı ve 19 Milletvekilinin; Türkiye
Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun Teklifi (2/949) (Milli Savunma ile Plan ve Bütçe Komisyonlarına)
(Başkanlığa geliş tarihi: 2.2.2007)
2.-
Ankara Milletvekili Muzaffer R. Kurtulmuşoğlu'nun; Büyükşehir Belediyesi
Kanunu ile Belediye Kanununa Ek Madde Eklenmesi Hakkında Kanun
Teklifi (2/950) (İçişleri; Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler ile
Plan ve Bütçe Komisyonlarına) (Başkanlığa geliş tarihi: 6.2.2007)
Rapor
1.- Tanık Koruma Kanunu Tasarısı ve Adalet Komisyonu
Raporu (1/1290) (S. Sayısı: 1343) (Dağıtma tarihi: 12.2.2007) (GÜNDEME)
Sözlü Soru Önergeleri
1.- Mardin Milletvekili Muharrem DOĞAN'ın, Güneydoğu
Anadolu'daki sel mağdurlarına yapılan yardımlara ilişkin Başbakandan
sözlü soru önergesi (6/2521) (Başkanlığa geliş tarihi: 26/1/2007)
2.- Antalya Milletvekili Feridun Fikret BALOĞLU'nun,
Kızılay yönetimiyle ilgili bazı iddialara ilişkin İçişleri Bakanından
sözlü soru önergesi (6/2522) (Başkanlığa geliş tarihi: 26/1/2007)
3.- Antalya Milletvekili Feridun Fikret BALOĞLU'nun,
Rize'nin termal turizm merkezleri arasına alınmamasına ilişkin Başbakandan
sözlü soru önergesi (6/2523) (Başkanlığa geliş tarihi: 29/1/2007)
4.- Antalya Milletvekili Feridun Fikret BALOĞLU'nun,
Antalya-Kemer karayoluna ilişkin Başbakandan sözlü soru önergesi
(6/2524) (Başkanlığa geliş tarihi: 29/1/2007)
5.- Antalya Milletvekili Feridun Fikret BALOĞLU'nun,
Antalya-Alanya karayoluna ilişkin Başbakandan sözlü soru önergesi
(6/2525) (Başkanlığa geliş tarihi: 29/1/2007)
Yazılı Soru Önergeleri
1.- Manisa Milletvekili Nuri ÇİLİNGİR'in,
BAĞ-KUR'lu hastaların üniversite hastanelerinde karşılaştıkları
zorluklara ilişkin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanından yazılı
soru önergesi (7/20335) (Başkanlığa geliş tarihi: 31/1/2007)
2.- Hatay Milletvekili Züheyir AMBER'in, Bolu Dağı
Tüneline ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi (7/20336) (Başkanlığa
geliş tarihi: 25/1/2007)
3.- Konya Milletvekili Atilla KART'ın, geçici işçilere
kadro verilmesi çalışmalarına ilişkin Başbakandan yazılı soru
önergesi (7/20337) (Başkanlığa geliş tarihi: 26/1/2007)
4.- Antalya Milletvekili Feridun Fikret BALOĞLU'nun,
Kızılay'ın kurban bağışlarını değerlendirmesine ilişkin Başbakandan
yazılı soru önergesi (7/20338) (Başkanlığa geliş tarihi: 26/1/2007)
5.- Antalya Milletvekili Feridun Fikret BALOĞLU'nun,
Kızılay Teftiş Kurulunun düzenlediği toplantılara ilişkin Başbakandan
yazılı soru önergesi (7/20339) (Başkanlığa geliş tarihi: 26/1/2007)
6.- Antalya Milletvekili Feridun Fikret BALOĞLU'nun,
Kızılay yönetimiyle ilgili bazı iddialara ilişkin Başbakandan
yazılı soru önergesi (7/20340) (Başkanlığa geliş tarihi: 26/1/2007)
7.- İzmir Milletvekili Ahmet ERSİN'in, serbest
bölgelerde uygulanan bazı teşviklerin kaldırılmasına ilişkin
Başbakandan yazılı soru önergesi (7/20341) (Başkanlığa geliş tarihi:
26/1/2007)
8.- Mardin Milletvekili Muharrem DOĞAN'ın, Bolu
Dağı Tüneline ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi (7/20342)
(Başkanlığa geliş tarihi: 26/1/2007)
9.- İstanbul Milletvekili Emin ŞİRİN'in, Terör
Mağdurları Sosyal Dayanışma ve Yardımlaşma Derneğinin taleplerine
ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi (7/20343) (Başkanlığa geliş
tarihi: 29/1/2007)
10.- Adana Milletvekili N. Gaye ERBATUR'un, çocuk
ve kadınlara yönelik şiddetle ilgili genelge doğrultusundaki çalışmalara
ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi (7/20344) (Başkanlığa geliş
tarihi: 29/1/2007)
11.- Adana Milletvekili N. Gaye ERBATUR'un, çocuk
ve kadınlara yönelik şiddetle ilgili genelge doğrultusundaki çalışmalara
ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi (7/20345) (Başkanlığa geliş
tarihi: 29/1/2007)
12.- Antalya Milletvekili Feridun Fikret BALOĞLU'nun,
Bolu Dağı Tüneline ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi
(7/20346) (Başkanlığa geliş tarihi: 25/1/2007)
13.- İzmir Milletvekili Ahmet ERSİN'in, derin devlet
konusundaki bir açıklamasına ilişkin Başbakandan yazılı soru
önergesi (7/20347) (Başkanlığa geliş tarihi: 29/1/2007)
14.- İzmir Milletvekili Canan ARITMAN'ın, Hrant
Dink cinayeti soruşturmasına ilişkin Başbakandan yazılı soru
önergesi (7/20348) (Başkanlığa geliş tarihi: 30/1/2007)
15.- Mardin Milletvekili Muharrem DOĞAN'ın, bir
milletvekilinin sahibi olduğu eczaneye yönelik ilaç yolsuzluğu
iddialarına ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi (7/20349)
(Başkanlığa geliş tarihi: 30/1/2007)
16.- Konya Milletvekili Atilla KART'ın, vekaleten
görev yapan bürokrata ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi
(7/20350) (Başkanlığa geliş tarihi: 31/1/2007)
17.- Adana Milletvekili N. Gaye ERBATUR'un, Bergama
Çocuk Cezaevindeki hukuki ve psikolojik yardım hizmetlerine ilişkin
Adalet Bakanından yazılı soru önergesi (7/20351) (Başkanlığa geliş
tarihi: 25/1/2007)
18.- Konya Milletvekili Atilla KART'ın, avukatların
Ceza Muhakemeleri Kanunu kapsamındaki alacaklarına ilişkin Adalet
Bakanından yazılı soru önergesi (7/20352) (Başkanlığa geliş tarihi:
26/1/2007)
19.- Muğla Milletvekili Fahrettin ÜSTÜN'ün, Muğla'daki
bazı tesislerdeki istihdama ilişkin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanından
yazılı soru önergesi (7/20353) (Başkanlığa geliş tarihi: 29/1/2007)
20.- İzmir Milletvekili Hakkı ÜLKÜ'nün, su kaynaklarının
durumuna yönelik çalışmalara ilişkin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanından
yazılı soru önergesi (7/20354) (Başkanlığa geliş tarihi: 30/1/2007)
21.- Eskişehir Milletvekili Mehmet Vedat YÜCESAN'ın,
doğalgaz fiyatında indirim yapılmamasına ilişkin Enerji ve Tabii
Kaynaklar Bakanından yazılı soru önergesi (7/20355) (Başkanlığa geliş
tarihi: 31/1/2007)
22.- Tunceli Milletvekili V. Sinan YERLİKAYA'nın,
bazı asayiş olaylarının sorumlularına ilişkin İçişleri Bakanından
yazılı soru önergesi (7/20356) (Başkanlığa geliş tarihi: 26/1/2007)
23.- İstanbul Milletvekili Emin ŞİRİN'in, görevden
alınan Trabzon Emniyet Müdürüne ilişkin İçişleri Bakanından yazılı
soru önergesi (7/20357) (Başkanlığa geliş tarihi: 29/1/2007)
24.- Antalya Milletvekili Nail KAMACI'nın, Antalya
Büyükşehir Belediyesiyle ilgili bir iddiaya ilişkin İçişleri Bakanından
yazılı soru önergesi (7/20358) (Başkanlığa geliş tarihi: 29/1/2007)
25.- Samsun Milletvekili İlyas Sezai ÖNDER'in, Vezirköprü
Belediyesinin bir arsa üzerindeki tasarrufuna ilişkin İçişleri
Bakanından yazılı soru önergesi (7/20359) (Başkanlığa geliş tarihi:
29/1/2007)
26.- Bursa Milletvekili Kemal DEMİREL'in, Bursa'daki
bir köyün su ihtiyacına ilişkin İçişleri Bakanından yazılı soru
önergesi (7/20360) (Başkanlığa geliş tarihi: 31/1/2007)
27.- Samsun Milletvekili İlyas Sezai ÖNDER'in, 19
Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinin hemşire kadrosu
ihtiyacına ilişkin Maliye Bakanından yazılı soru önergesi
(7/20361) (Başkanlığa geliş tarihi: 29/1/2007)
28.- Trabzon Milletvekili M. Akif HAMZAÇEBİ'nin, Gelir İdaresi Başkanlığındaki
bir soruşturmaya ilişkin Maliye Bakanından yazılı soru önergesi
(7/20362) (Başkanlığa geliş tarihi: 29/1/2007)
29.- Bursa Milletvekili Mustafa ÖZYURT'un, şehir
içi toplu taşımacılıktaki vergi yüküne ilişkin Maliye Bakanından
yazılı soru önergesi (7/20363) (Başkanlığa geliş tarihi: 29/1/2007)
30.- Bursa Milletvekili Mustafa ÖZYURT'un, Bursa'nın
öğretmenevi ihtiyacına ilişkin Milli Eğitim Bakanından yazılı
soru önergesi (7/20364) (Başkanlığa geliş tarihi: 29/1/2007)
31.- Denizli Milletvekili Mustafa GAZALCI'nın,
ders kitaplarının incelenmesine ilişkin Milli Eğitim Bakanından
yazılı soru önergesi (7/20365) (Başkanlığa geliş tarihi: 31/1/2007)
32.- İzmir Milletvekili Ahmet ERSİN'in, İzmir-Buca'daki
bir hastane inşaatına ilişkin Sağlık Bakanından yazılı soru önergesi
(7/20366) (Başkanlığa geliş tarihi: 26/1/2007)
33.- Eskişehir Milletvekili Mehmet Vedat YÜCESAN'ın,
Eskişehir'deki aile hekimliği uygulamasına ilişkin Sağlık Bakanından
yazılı soru önergesi (7/20367) (Başkanlığa geliş tarihi: 30/1/2007)
34.- Bursa Milletvekili Kemal DEMİREL'in, zeytin
fidanı üreticilerine yönelik bir düzenlemeye ilişkin Tarım ve Köyişleri
Bakanından yazılı soru önergesi (7/20368) (Başkanlığa geliş tarihi:
29/1/2007)
35.- Hatay Milletvekili Mehmet ERASLAN'ın, ayçiçeğinin
ekonomik değerine ilişkin Tarım ve Köyişleri Bakanından yazılı
soru önergesi (7/20369) (Başkanlığa geliş tarihi: 30/1/2007)
36.- Hatay Milletvekili Mehmet ERASLAN'ın, şekerpancarının
ekonomik değerine ilişkin Tarım ve Köyişleri Bakanından yazılı
soru önergesi (7/20370) (Başkanlığa geliş tarihi: 30/1/2007)
37.- Hatay Milletvekili Mehmet ERASLAN'ın, mısırın
ekonomik değerine ilişkin Tarım ve Köyişleri Bakanından yazılı
soru önergesi (7/20371) (Başkanlığa geliş tarihi: 30/1/2007)
38.- Hatay Milletvekili Mehmet ERASLAN'ın, pamuğun
ekonomik değerine ilişkin Tarım ve Köyişleri Bakanından yazılı
soru önergesi (7/20372) (Başkanlığa geliş tarihi: 30/1/2007)
39.- Hatay Milletvekili Mehmet ERASLAN'ın, buğdayın
ekonomik değerine ilişkin Tarım ve Köyişleri Bakanından yazılı
soru önergesi (7/20373) (Başkanlığa geliş tarihi: 30/1/2007)
40.- Hatay Milletvekili Züheyir AMBER'in, Diyanet
İşleri Başkanlığı yurtdışı teşkilatına atanacak personele ilişkin
Devlet Bakanından (Mehmet AYDIN) yazılı soru önergesi (7/20374) (Başkanlığa
geliş tarihi: 25/1/2007)
41.- Malatya Milletvekili Ferit Mevlüt ASLANOĞLU'nun,
cep telefonlarındaki özel numara uygulamasına ilişkin Ulaştırma
Bakanından yazılı soru önergesi (7/20375) (Başkanlığa geliş tarihi:
26/1/2007)
42.- Antalya Milletvekili Nail KAMACI'nın, Devlet
Halk Dansları Topluluğunun yurt dışı seyahatiyle ilgili bir iddiaya
ilişkin Kültür ve Turizm Bakanından yazılı soru önergesi (7/20376)
(Başkanlığa geliş tarihi: 29/1/2007)
43.- Adana Milletvekili Mehmet Ziya YERGÖK'ün,
Gebze'deki akaryakıt kaçakçılığı ile ilgili iddialara ilişkin Devlet
Bakanından (Kürşad TÜZMEN) yazılı soru önergesi (7/20377) (Başkanlığa
geliş tarihi: 30/1/2007)
44.- İstanbul Milletvekili Ali Kemal KUMKUMOĞLU'nun,
bakıcı anne olarak çalışanların sorunlarına ilişkin Devlet Bakanından
(Nimet ÇUBUKÇU) yazılı soru önergesi (7/20378) (Başkanlığa geliş tarihi:
31/1/2007)
No.: 83
13 Şubat 2007 Salı
Tasarı
1.- Bazı Vergi Kanunlarında Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun Tasarısı (1/1304) (Plan ve Bütçe Komisyonuna) (Başkanlığa
geliş tarihi: 9.2.2007)
Teklif
1.- İstanbul Milletvekili Algan Hacaloğlu ve 34
Milletvekilinin; 3069 Sayılı "Türkiye Büyük Millet Meclisi
Üyeliği ile Bağdaşmayan İşler Hakkında Kanun" ile 3628 Sayılı
"Mal Bildiriminde Bulunulması, Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele
Kanunu'nun" 5'inci, 9'uncu ve 3'üncü Maddelerinde Değişiklikler
Yapılması, "TBMM Dışı Faaliyet Gelirlerinin Beyanı" ve Bu
Konularda Uygulamanın İzlenmesi ile Görevli "TBMM Siyasi
Etik Kurulu" Kurulmasına İlişkin, "TBMM Siyasi Etik Yasası"
Adında Kanun Teklifi (2/951) (Anayasa Komisyonuna) (Başkanlığa geliş
tarihi: 12.2.2007)
Meclis Araştırması Önergesi
1.- İzmir Milletvekili Hakkı ÜLKÜ ve 46 Milletvekilinin,
belediyeler ve bağlı kuruluşlarının ihalelerinin araştırılarak
etkin denetim yollarının belirlenmesi amacıyla Anayasanın 98 inci,
İçtüzüğün 104 ve 105 inci maddeleri uyarınca bir Meclis araştırması
açılmasına ilişkin önergesi (10/422) (Başkanlığa geliş tarihi:
9/2/2007)
13 Şubat 2007 Salı
BİRİNCİ OTURUM
Açılma Saati: 15.04
BAŞKAN: Başkan Vekili Sadık YAKUT
KÂTİP ÜYELER: Ahmet Gökhan SARIÇAM (Kırklareli), Yaşar TÜZÜN (Bilecik)
BAŞKAN - Türkiye Büyük Millet Meclisinin 62'nci
Birleşimi'ni açıyorum.
III. - Y O K L A M A
BAŞKAN - Elektronik cihazla yoklama yapacağız.
Yoklama için beş dakika süre vereceğim. Sayın
milletvekillerinin oy düğmelerine basarak salonda bulunduklarını
bildirmelerini, bu süre içerisinde elektronik sisteme giremeyen
milletvekillerinin salonda hazır bulunan teknik personelden yardım
istemelerini, buna rağmen sisteme giremeyen üyelerin ise, yoklama
pusulalarını, yoklama için öngörülen ve görevli personel aracılığıyla,
beş dakikalık süre içerisinde Başkanlığa ulaştırmalarını rica
ediyorum.
Yoklama işlemini başlatıyorum.
(Elektronik cihazla yoklama yapıldı)
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri, toplantı yeter
sayısı vardır.
Gündeme geçiyoruz.
Başkanlığın Genel Kurula sunuşları vardır.
Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu
Başkanlığının İç Tüzük'ün 34'üncü maddesi uyarınca verilmiş bir tezkeresi
vardır, okutuyorum:
IV. - BAŞKANLIĞIN GENEL KURULA SUNUŞLARI
A) TEZKERELER VE ÖNERGELER
1.- TBMM Başkanlığınca, esas komisyon olarak İçişleri Komisyonuna
havale edilen, konuları bakımından aynı mahiyette olduklarından
birleştirilerek görüşülmesine karar verilmiş olan kanun tekliflerinin
esas komisyon olarak kendi komisyonlarında görüşülmesine ilişkin
Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Başkanlığı tezkeresi
(3/1203)
1/2/2007
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına
Başkanlığınızca 7/12/2006 tarihinde esas Komisyon
olarak İçişleri Komisyonu'na tali Komisyon olarak da Adalet Komisyonu,
Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu
ile Komisyonumuza havale edilen 2/903 esas numaralı "Trabzon
Milletvekili Cevdet Erdöl ve 18 milletvekilinin; Çocukların Uçucu
Maddelerin Zararlarından Korunmasına Dair Kanun Teklifi",
Komisyonumuzun 9/1/2007 Salı günkü 43'üncü toplantısındaki gündemine
alınmıştır.
Bu arada; İstanbul Milletvekili Gülseren Topuz
tarafından hazırlanarak Başkanlığınıza sunulan 2/921 esas numaralı
"Uçucu, Çözücü ve Yapıştırıcı Maddelerin Zararlarından Çocukların
Korunması Hakkında Kanun Teklifi" ile Samsun Milletvekili Mustafa
Çakır'ın 2/922 esas numaralı "Uçucu Maddelerin Kullanılmasının
Denetlenmesine Dair Kanun Teklifi"; 9/1/2007 tarihinde Başkanlığınızca
tali Komisyon olarak Komisyonumuza havale edilmiştir. Bu üç teklif
konuları bakımından aynı mahiyette oldukları için Komisyon Toplantısı
sırasında birleştirilerek görüşülmelerine karar verilmiştir.
Tekliflerin Komisyonumuzda geneli üzerinde yapılan
görüşmeleri sırasında, Komisyon üyesi milletvekillerimiz tarafından,
söz konusu tekliflerde Komisyonumuzun esas Komisyon olarak belirlenmesinin
uygun olacağı görüşü dile getirilmiştir.
Teklifler genel olarak incelendiğinde de kanun
tekliflerinin amaç ve içerik açısından Komisyonumuzu ilgilendirdiği
görülecektir.
Tüm bu nedenlerle, alt komisyona havale edilerek
halen görüşmelerine devam olunan 2/903, 2/921 ve 2/922 esas numaralı
kanun tekliflerinin, İçtüzüğün 34 üncü maddesi gereğince esas Komisyon
olarak Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonuna havale
edilmelerini arz ederim.
Prof.
Dr. Cevdet Erdöl
Trabzon
Komisyon
Başkanı
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri,
okunmuş bulunan tezkeredeki Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler
Komisyonunun talebi İçişleri Komisyonunca uygun bulunduğundan,
bu istem, İç Tüzük'ün 34'üncü maddesinin dördüncü fıkrası uyarınca
Başkanlığımızca yerine getirilmiştir.
Bilgilerinize sunulmuştur.
Meclis araştırması
açılmasına ilişkin bir önerge vardır, okutuyorum:
B) GENSORU, GENEL GÖRÜŞME, MECLİS SORUŞTURMASI
VE MECLİS ARAŞTIRMASI ÖNERGELERİ
1.- İzmir Milletvekili Hakkı Ülkü ve 46 milletvekilinin,
belediyeler ve bağlı kuruluşlarının ihalelerinin araştırılarak
etkin denetim yollarının belirlenmesi amacıyla Meclis araştırması
açılmasına ilişkin önergesi (10/422)
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına
Kamu İhale Kurumu'nun verilerine göre
2004 yılında belediyelerin ve bağlı kuruluşlarının verdiği ihalelerin
toplam tutan 2.2 katrilyon iken, bu rakam 2005 yılında bir anda 6.1 katrilyona
çıkmıştır. Arada 4 katrilyon gibi çok büyük bir artış bulunmaktadır.
Buna göre belediyelerin verdiği ihalelerin toplam tutarı KiT'leri
de, Millî Savunma Bakanlığı'nı da Sağlık Bakanlığı'nı da geride bırakarak
%20'lik bir payla ilk sıraya yükselmiş durumdadır. Türkiye'deki 3225
belediyenin yaklaşık 1900'üne AKP'li adayların seçildiği 2004 Yerel
seçimleri sonrasına denk gelen bu harcamalar Dünya Bankası yetkililerinin
de dikkatini çekmiş ve 2004 yılında 10 katrilyon lira olan mahalli
idarelerin yaptığı harcamaların, 2005'te bir anda 14 katrilyona
çıkması karşısında aradaki bu 4 katrilyonluk harcamanın nerede
ve ne için kullanıldığını sorgulama gereği duymuşlardır. Belediyelerin verdiği
ihalelerin aynı dönemde 4 katrilyon civarında bir artış göstermiş
olması bu paranın nerelere gittiğini açıkça göstermektedir.
Basında çok sık konu
edildiği gibi, özellikle belediye ihalelerinin önce aynı belediyenin
kendi şirketine verilmesi, ardından da ihaleyi alan belediye şirketinin
üstlendiği işi, başka şirketlere devretmesiyle halkın paraları
usulsüzce siyasi ve ekonomik ranta dönüşmekte, yeni zenginler yaratılmakta
ve kamu zarara uğratılmaktadır.
Öte yandan kamu gücüyle
kurulmalarına rağmen özel hukuka tabi olan belediye şirketleri,
keyfi bir şekilde siyasi oy istismarı için kullanılmakta, çoğu belediye
şirketi eşe, dosta, partililere hizmet etmekte, adam kayırma, rüşvet
ve yolsuzluklar için açık kapı oluşturmaktadır.
Bu şekilde vasıfsız
kişilerce yönetilen bir çok belediye şirketi zarar etmekte, borçlarını
ve zararlarını temizlemek ise, devlete yani yoksul halkımıza düşmektedir.
Nitekim birer özel hukuk kişisi oldukları sıkça ifade edilerek adeta
dokunulamaz oldukları öne sürülen bu belediye şirketlerinin kamu
kurum ve kuruluşlarına olan borçları takas ve mahsuplaşma yoluyla
ödenmeye çalışılmaktadır. Büyükşehir belediyelerine bağlı şirketleri
kapsamak üzere, gerek 5216 sayılı yasanın Geçici 3. maddesinde; gerekse
bu maddede değişiklik yapan ve 26 Aralık 2006 günü kabul edilen 5568
sayılı yasada buna ilişkin düzenlemeler yapılmıştır. Bu yasalarda
kullanılan "...sermayesinin %50'sinden fazlası Büyükşehir belediyelerine
ait şirketlerin..." ibaresi, açıkça bu özel hukuka tabi oldukları
öne sürülen belediye şirketlerini ifade etmektedir. Dolayısıyla
"özel" oldukları için kamu denetimine bağlı olmadıkları
öne sürülen belediye şirketlerinin borçları, kamu olanaklarıyla
ortadan kaldırılmaya çalışmaktadır. Bu çok büyük bir çelişkidir.
Bunun gibi daha bir çok kamu olanağından yararlanan ve hem rekabet
hukuku açısından hem ülke ekonomisi açısından büyük bir zarar neden
olan belediye şirketleri, kamudaki en ciddi "kara delik"
olarak görülmektedir. Merkez Bankası Başkanı da, Dünya Bankası temsilcileri
gibi yerel yönetim harcamalarının şeffaf olmadığını belirterek,
bu duruma dikkat çekmektedir.
Belediye şirketlerinin
kamu denetimine tabi tutularak ciddi bir zararın ve istismarın
önleneceği açıktır. Oysa, bugün hükümetin, Türkiye'deki belediye
şirketlerinin kar ve zarar durumlarını, yönetim kurullarında kimlerin
olduğunu, nasıl yönetildiklerini ve hatta sayılarının tam olarak
kaç olduğunu dahi bilmemesi ve bu konularda herhangi somut bir
adım da atmaması TBMM'nin denetim görevini yerine getirmesini zorunlu
kılmaktadır.
Bu gerekçelerle, belediyelerin
ve bunlara bağlı tüm idareler, şirketler ve iştiraklerin 2005 ve
2006 yıllarında verdiği ihalelerin incelenerek, usulsüzlüklerin
saptanması ve belediyelere bağlı şirketlerin merkezi idare tarafından
denetiminin sağlanması için alınacak yasal ve idari tedbirlerin
belirlenmesi amacıyla Anayasa'nın 98. ve İçtüzüğün 104. ve 105. maddeleri
uyarınca bir Meclis Araştırması açılması hususunda gereğinin yapılmasını
saygılarımızla arz ve teklif ederiz.
1-
Hakkı Ülkü |
(İzmir) |
2-
Nadir Saraç |
(Zonguldak) |
3- Erdal Karademir
|
(İzmir) |
4- Orhan Sür |
(Balıkesir) |
5- Feridun Ayvazoğlu |
(Çorum) |
6- Feridun Fikret Baloğlu |
(Antalya) |
7- Ali Oksal |
(Mersin) |
8- Atilla Kart |
(Konya) |
9- Yılmaz Kaya |
(İzmir) |
10- Mehmet Ziya Yergök |
(Adana) |
11- Muharrem Kılıç
|
(Malatya) |
12- Ali Rıza Gülçiçek |
(İstanbul) |
13- Mehmet Semerci
|
(Aydın) |
14- Tuncay Ercenk
|
(Antalya) |
15- Uğur Aksöz |
(Adana) |
16- İlyas Sezai Önder |
(Samsun) |
17- Algan Hacaloğlu
|
(İstanbul) |
18- Ramazan Kerim Özkan (Burdur) |
|
19-
Mehmet Mesut Özakcan (Aydın) |
|
20-
Erol Tınastepe |
(Erzincan) |
21-
Sedat Pekel |
(Balıkesir) |
22-
Türkân Miçooğulları |
(İzmir) |
23-
Bülent Baratalı |
(İzmir) |
24-
Nurettin Sözen |
( |
25-
Halil Ünlütepe |
(Afyonkarahisar) |
26-
Mustafa Özyurt |
( |
27-
İzzet Çetin |
(Kocaeli) |
28-
Atila Emek |
( |
29-
Ali Cumhur Yaka |
(Muğla) |
30- Mevlüt Coşkuner |
(Isparta) |
31- Şevket Arz |
(Trabzon) |
32- Mehmet Işık
|
(Giresun) |
33- Mehmet Boztaş
|
(Aydın) |
34- Kemal Demirel |
(Bursa) |
35- İsmail Özay |
(Çanakkale) |
36- Kemal Sağ |
(Adana) |
37- Abdulaziz Yazar
|
(Hatay) |
38- Mustafa Gazalcı
|
(Denizli) |
39- N. Gaye Erbatur
|
(Adana) |
40- Nuri Çilingir |
(Manisa) |
41- Necati Uzdil
|
(Osmaniye) |
42- Gürol Ergin
|
(Muğla) |
43- Hüseyin Ekmekcioğlu |
(Antalya) |
44- Mehmet Yıldırım |
(Kastamonu) |
45- Mustafa Yılmaz |
(Gaziantep) |
46- Yakup Kepenek
|
(Ankara) |
47- Mehmet Küçükaşık |
(Bursa) |
BAŞKAN - Bilgilerinize
sunulmuştur.
Önerge gündemde yerine
alacak ve Meclis araştırması açılıp açılmaması konusundaki öngörüşme,
sırası geldiğinde yapılacaktır.
Danışma Kurulu önerisi
vardır, okutup, oylarınıza sunacağım.
V. - ÖNERİLER
A) DANIŞMA KURULU ÖNERİLERİ
1.- (11/8) esas numaralı gensoru önergesinin gündeme
alınıp alınmaması hususundaki ön görüşmelerin Genel Kurulun
13/2/2007 Salı günkü birleşiminde yapılmasına ilişkin Danışma Kurulu
önerisi
Danışma Kurulu Önerisi
No:213 Tarihi: 13.2.2007
9.2.2007 tarihli Gelen
Kâğıtlar Listesinde yayımlanan ve bastırılarak dağıtılan İçişleri
Bakanı Abdülkadir AKSU hakkında 11/8 Esas Numaralı Gensoru Önergesinin
Gündeme alınıp alınmaması hususundaki görüşmelerinin Genel Kurulun
13.2.2007 Salı günkü Birleşiminde yapılmasının Genel Kurulun onayına
sunulması Danışma Kurulunca uygun görülmüştür.
|
|
|
Bülent Arınç |
|
|
|
Türkiye Büyük Millet Meclisi |
|
|
|
Başkanı |
|
Eyüp Fatsa |
K. Kemal Anadol |
Ömer Abuşoğlu |
|
AK Parti Grubu |
CHP Grubu |
Anavatan Partisi Grubu |
|
Başkanvekili |
Başkanvekili |
Başkanvekili |
BAŞKAN - Danışma Kurulu
önerisi lehinde söz isteyen Ümmet Kandoğan, Denizli Milletvekili.
Sayın Kandoğan, süreniz
on dakikadır.
ÜMMET KANDOĞAN (Denizli)
- Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; sizleri saygıyla selamlıyorum.
Bu haftaki Meclis çalışmalarımızın milletimiz ve memleketimizin
hayrına vesile olmasını temenni ediyorum.
Bugün, çok önemli bir
gündem maddesiyle toplanıyoruz. Anavatan Partisi Grubunun İçişleri
Bakanımız hakkında vermiş olduğu gensoru önergesini görüşeceğiz.
Uzun zamandan beri Türkiye'de çok ciddi asayiş problemleri yaşanıyor.
Bu Hükûmetin işbaşına geldiği günden beri İçişleri Bakanlığı görevini
deruhte eden Sayın Bakanımızla ilgili verilen bu gensorunun içeriğine
bakacak olursak, özellikle Hrant Dink cinayetiyle ilgili olarak
alınması gereken tedbirlerin alınmadığı, ülkenin ciddi manada
bir kaos içerisine girdiği şeklinde, bir Sayın Bakan hakkında ciddi
eleştiriler yapılıyor.
Şimdi, Sayın Bakanımız,
hem 58'inci hem de 59'uncu Hükûmetlerde İçişleri Bakanlığı görevini
sürdürüyor. Bu dönemde Hablemitoğlu cinayeti işlenmiş, bu dönemde
terör Türkiye'nin değişik yörelerinde can almaya devam etmiş, bu
dönemde bir Danıştay üyesi, Türk siyasi tarihinde ilk defa, duruşma
anında menfur bir suikast sonucu hayatını kaybetmiş, yine bu Hükûmet
döneminde, geliyorum denen bir cinayet, daha önceden ilgili mercilere
ikaz yazıları yazılmış olmasına rağmen ve mahkeme safahatında da
çok çeşitli saldırılara maruz kalan bir genel yayın yönetmeni, güpegündüz,
İstanbul'un en işlek caddelerinde vurularak hayatını kaybetmiştir.
Danıştay saldırısını,
şöyle hafızalarımızı yoklayacak, değerlendirecek olursak, daha
o gün, daha o gün, Başbakan Yardımcısı Sayın Mehmet Ali Şahin, çıkıp
televizyon ekranları karşısında "sürprizlere hazırlıklı
olun" açıklamasını yaptı. Hafızalarımızı tazeleyelim. Daha
cinayetin üzerinden dört saat geçmiş, elde hiçbir ciddi bilgi ve bulgu
yok, bu Hükûmetin bir Bakanı, Başbakan Yardımcısı çıkıp "sürprizlere
hazırlıklı olun" açıklamasını yapıyor. Sanki elinde çok gizli
yerlerden gelmiş bilgiler ve belgeler varmışçasına böyle bir açıklamada
bulunuyor.
Ben, şimdi, buradan,
hem Sayın İçişleri Bakanımıza hem Sayın Mehmet Ali Şahin'e soruyorum:
Ne oldu? Danıştaydaki bu menfur saldırının neticesi ne olmuştur?
Sayın Başbakan "Ucu nereye kadar giderse gitsin, üzerine gideceğiz."
demişlerdi, ama bugün Danıştay saldırısının neticesinde elimizde
hangi bilgiler, hangi bulgular, hangi neticeler var Allah aşkına,
sizlere sormak istiyorum. Yine, Türkiye'nin gündemine bomba gibi
düşen bir cinayetle ilgili olarak, maalesef, Sayın Başbakan, her konuda
olduğu gibi böyle önemli bir konuyu da bir "derin devlet" senaryosu
içerisinde bir yerlere havale etmenin gayreti içerisinde ve telaşı
içerisindedir. Siz, dört buçuk yıldan beri bu ülkeyi yöneten bir Başbakan
olarak, dört buçuk yıldan beri bu ülkeyi yöneten bir Başbakan olarak
ve bu cinayetle ilgili olarak, devletin istihbarat kuruluşlarına
ve emniyet müdürlüklerine bu konuyla ilgili ihbarlar yapılmış
iken bunun tedbirini almayacaksınız, bu genel yayın yönetmeninin
hayatını koruyamayacaksınız ve sonra da çıkıp milletin karşısında,
bu tür cinayetleri derin devlete havale edeceksiniz. Varsa elinizde
böyle bir bilgi, belge, doküman, çıkın ortaya, söyleyin Sayın Başbakan.
Emniyetin istihbaratı, Jandarmanın istihbaratı, MİT'in bütün organlarıyla
size bağlı olduğu bir dönemde, böyle bir görevi yapan bir Başbakanın,
çıkıp milletin karşısında, ne idiği belirsiz, ne olduğu belirsiz
bir derin devlete bu cinayeti yıkmasının altında biz başka maksatlar
arıyoruz. O nedenle, bir Başbakan cinayetleri böyle yerlere havale
etmez, bunun üzerine gider, buradan söylüyorum. Derin devletle ilgili
hangi bilgiler, belgeler elinizde varsa Sayın Başbakan, gidiniz,
gidiniz üzerine, gidiniz üzerine ki, yeni cinayetler işlenmesin,
yeni ocaklar sönmesin, yeni gözyaşları akıtılmasın. Bu ülkenin birinci
derecede emniyetinden, asayişinden sorumlu olan insan, Sayın Başbakan
ve onun emrinde çalışan Sayın İçişleri Bakanıdır.
Bakınız, bugün bütün
gazetelerde var. Türkiye'de kaç dakikada bir hırsızlığın olduğu,
gasbın olduğu, kapkaçın olduğu, fuhşun olduğu, cinayetin olduğu
bugün bütün gazetelerde yer alıyor. Artık, şehirlerimizde vatandaşlarımız
can ve mal emniyetinden emin olmadıklarını haykırıyorlar. Büyük
şehirlerde hayat yaşanılmaz bir hâle geldi. Ee, böyle bir dönemde
İçişleri Bakanıyla ilgili gensoru verilmeyecek de ne zaman gensoru
verilecek değerli milletvekilleri? Daha memleket ne kadar kan gölü
hâline gelecek? Gasp, kapkaç, hırsızlık, uyuşturucu, fuhuş daha ne
kadar büyük boyutlara ulaşacak ki ondan sonra bir gensoru verilecek?
Bakınız, böyle önemli
bir dönemde Emniyet Genel Müdürlüğü aylardır boş. Bu ülkenin en
önemli kurumlarının başında olan Emniyet Genel Müdürlüğü görevine,
bu Hükûmet, maalesef, daha bir atama bile yapamamıştır, vekâletle idare
edilmektedir. Vekâlet, elbette, asil olanın, asaleten bu görevi yürütenin
bütün haklarına sahiptir, ancak, böyle önemli bir makama, böyle
önemli bir göreve getirecek bir insan mı bulamıyorsunuz? Göstermelik
olarak, Trabzon Valisini, Trabzon Emniyet Müdürünü görevden alarak
toplumu susturmaya mı çalışıyorsunuz? Böyle önemli bir cinayeti,
cinayetin failiyle resim çektiren üç-beş kamu görevlisinin üzerine
yıkarak aradan sıyrılmaya mı çalışıyorsunuz? Aradan sıyrılmaya
mı çalışıyorsunuz? Bunun sorumluluklarını o üç-beş kamu görevlisinin
üzerine yıkmak mı istiyorsunuz? Ama, bütün gelişmiş ülkelerde, demokrasinin
tam hâkim olduğu ülkelerde, hukukun gerçekten o ülkeye hâkim olduğu
devletlerde, bütün bu olup bitenlerden sonra, İçişleri Bakanının
şapkasını çıkarıp, önüne koyup bir vicdan muhasebesi yapması gerekir
değerli milletvekilleri. Bir vicdan muhasebesi yapılması lazım,
çünkü "geliyorum" diyen bir cinayet işlendi ülkede ve cinayetin
neticesinde, dünya üzerinde Türkiye aleyhinde o kadar kampanyalar
geliştirecekler ki, bu cinayeti önleyememenin faturasını 73
milyon insan, hepimiz çekeceğiz.
Bakınız, işte, Amerikan
Temsilciler Meclisinde sözde Ermeni soykırımıyla ilgili getirilen
tasarı hepimizin gözleri önünde ve öyle sıkıntılı bir dönemden geçiyoruz
ki, Sayın Gül, Amerika'yı ikna etmek için giden Sayın Gül, Amerika'dan
ikna edilmiş bir vaziyette geri dönüyor. Türkiye'nin Dışişleri Bakanı
-altını çizmek istiyorum- Temsilciler Meclisi Başkanından randevu
alamıyor, Dış İlişkiler Komisyonu Başkanından randevu alamıyor, Senato
Çoğunluk Komisyonu Başkanından randevu alamıyor. Böyle bir Dışişleri
Bakanına sahibiz. 73 milyonluk dev bir ülke olan Türkiye'nin Dışişleri
Bakanının Amerika'daki düştüğü manzaraya bakın değerli milletvekilleri!
AHMET YENİ (
ÜMMET KANDOĞAN (Devamla) - Yüreğimiz
sızlıyor, vicdanımız sızlıyor. Nasıl olur da bir dışişleri bakanı
bu kişilerden randevu alamaz! Nasıl alamaz? Niçin alamaz?
AHMET YENİ (
ÜMMET KANDOĞAN (Devamla) - Ayıpsa bu sizin
ayıbınız, ayıpsa bu Dışişleri Bakanının ayıbı, milletin ayıbı değil
Sayın Milletvekili.
BAŞKAN - Sayın Kandoğan… Sayın Kandoğan…
ÜMMET KANDOĞAN (Devamla) - Bu, elbette…
ÖZKAN ÖKSÜZ (
ÜMMET KANDOĞAN (Devamla) - Değerli milletvekilleri,
Türkiye Cumhuriyeti devleti, geçmişten günümüze dünyaya nizam
veren ülke olmuştur, her zaman fikri, görüşü alınan bir ülke olmuştur.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Kandoğan, lütfen toparlar
mısınız.
ÜMMET KANDOĞAN (Devamla) - Toparlıyorum.
BAŞKAN - Buyurun.
ÜMMET KANDOĞAN (Devamla) - Bakınız
-elinizi vicdanınıza koyunuz- bütün dünya üzerindeki gelişmeler
karşısında Türkiye'nin herhangi bir aktif rol oynaması söz konusu
mudur? Türkiye'nin dünya üzerindeki herhangi bir noktada görüşünü
açık ve net bir şekilde ortaya koyabildiği ve bu görüşün diğer ülkeler
tarafından değerlendirilmesi söz konusu mudur? İşte Irak meselesi.
Irak'a bu Hükûmet dürbünle bakıyor, dürbünle. Hem de dürbünün tersiyle
bakıyor. Bütün olup bitenler karşısında ülkemizde bu Hükûmetin aktif
bir politikası var mı? Sayın Başbakan grup konuşmalarında esip gürlüyor,
ama, ertesi günü Amerika'nın Irak Büyükelçisi ile Ulusal Meclis Başkan
Yardımcısı Irak'tan cevap veriyorlar: "Siz Irak'ın iç işlerine
karışmayın. Bu, Irak'ın iç işleridir. Kerkük'teki referandum da zamanında
yapılacaktır." Şimdi siz 73 milyonluk bir ülkenin başbakanı
olarak konuşacaksınız, ama, ertesi günü, sizlerin muhatabı bile
olması söz konusu olmayan insanlar sizin bu konuşmanıza cevap olarak
çok ağır sözlerle 73 milyonluk bir ülkeyi rencide edecek sözler söyleyecekler.
Bunu kabul etmemiz mümkün değildir.
Bütün bu meselelerin
üstesinden gelebilmek, ülkeyi bir huzurlu ülke hâline getirebilmek,
cinayetlerin önüne geçebilmek, gasbı, kapkaçı, hırsızlığı, uyuşturucu,
fuhuş meselesini gündemden çıkaracak, terör meselesini kökünden
kazıyacak bir içişleri bakanına, bir hükûmete ihtiyacımız olduğu
inancımı bir kez daha ifade ediyor, yüce heyetinizi saygıyla selamlıyor,
Danışma Kurulu önerisinin lehinde olduğumu ifade ediyorum. (Anavatan
Partisi sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum
Sayın Kandoğan.
Başka söz talebi yok.
Öneriyi oylarınıza
sunuyorum: Kabul edenler… Kabul etmeyenler… Öneri kabul edilmiştir.
Alınan karar gereğince
gündemin "Özel Gündemde Yer Alacak İşler" kısmına geçiyoruz.
Bu kısma alınan, Anavatan
Partisi Grubu Adına Grup Başkanı Isparta Milletvekili Erkan Mumcu
ile Grup Başkan Vekilleri Malatya Milletvekili Süleyman Sarıbaş,
Ankara Milletvekili Muzaffer R. Kurtulmuşoğlu ve Gaziantep Milletvekili
Ömer Abuşoğlu'nun, terör ve asayiş olaylarındaki artış ve ahlaki çöküntüye
karşı gerekli önlemleri alamadığı, toplumda ayrışma ve huzursuzluğa
neden olduğu, KÖYDES Projesi ve mahalli idarelerin yetersiz denetim
sonucu kamu kaynaklarının kullanımını tartışmalı hale getirdiği
iddiasıyla İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu hakkında Anayasa'nın
99'uncu ve İç Tüzük'ün 106'ncı maddeleri uyarınca bir gensoru açılmasına
ilişkin (11/8) esas numaralı Gensoru Önergesi'nin gündeme alınıp
alınmayacağı hususundaki görüşmelere başlıyoruz.
VI. - GENSORU, GENEL GÖRÜŞME, MECLİS SORUŞTURMASI
VE
MECLİS ARAŞTIRMASI
A) ÖN GÖRÜŞMELER
1.- Anavatan Partisi Grubu Adına Grup Başkanı Isparta
Milletvekili Erkan Mumcu ile Grup Başkanvekilleri Malatya Milletvekili
Süleyman Sarıbaş, Ankara Milletvekili Muzaffer R. Kurtulmuşoğlu
ve Gaziantep Milletvekili Ömer Abuşoğlu'nun, terör ve asayiş olaylarındaki
artış ve ahlaki çöküntüye karşı gerekli önlemleri alamadığı, toplumda
ayrışma ve huzursuzluğa neden olduğu, KÖYDES projesi ve mahalli
idarelerin yetersiz denetimi sonucu kamu kaynaklarının kullanımını
tartışmalı hâle getirdiği iddiasıyla İçişleri Bakanı Abdülkadir
Aksu hakkında gensoru açılmasına ilişkin önergesi (11/8)
BAŞKAN - Hükûmet? Yerinde.
Önerge daha önce bastırılıp
dağıtılmıştır.
Şimdi gensoru önergesini
okutuyorum:
Türkiye Büyük Millet
Meclisi Başkanlığına
Ülkemizde, 58. ve 59.
Hükümet döneminde, terör ve asayiş olaylarındaki artış, ahlaki çöküntü
ve asayiş önlemlerinin alınamaması nedeniyle, toplum genel bir ayrışma,
yarılma ve kargaşa ortamına doğru sürüklenmiş ve bu yüzden halkımız
her türlü provokasyonlara açık hale gelmiştir.
Bu nedenle, İçişleri
Bakanı Sayın Abdülkadir Aksu hakkında Anayasanın 99 ve Türkiye Büyük
Millet Meclisi İçtüzüğünün 106'ncı maddesi uyarınca gensoru açılmasını
arz ve talep ederiz.
|
Erkan Mumcu |
Süleyman Sarıbaş |
|
Isparta |
Malatya |
|
Anavatan Grup Başkanı |
Anavatan Grup Başkanı Vekili |
|
Muzaffer R. Kurtulmuşoğlu |
Ömer Abuşoğlu |
|
Ankara |
Gaziantep |
|
Anavatan Grup Başkanı Vekili |
Anavatan Grup Başkanı Vekili |
Gerekçe
İçişleri Bakanlığı
Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunun 2 nci maddesine göre; Bakanlık,
yurdun iç güvenliğini ve asayişini, kamu düzenini ve genel ahlakı,
Anayasada yazılı hak ve hürriyetleri korumak ve suç işlenmesini
önlemek, suçları takip etmek ve yakalamakla görevli ve sorumludur.
Ancak İçişleri Bakanı
Sayın Abdülkadir Aksu'nun 58. ve 59. hükümette İçişleri Bakanlığı
görevini yürüttüğü dönem; ülkede iç huzuru bozan, halkta infial
uyandıran ve ayrışmaya neden olan kargaşaların ve cinayetlerin yaşandığı,
gasp ve tecavüz olaylarının arttığı ve maalesef Bakanlığın gereken
önlemleri alamadığı gibi suçların arkasındaki gerçek odaklara
da ulaşılamadığı bir dönem olmuştur.
Ülke genelinde yaşanan
asayiş olaylarındaki geometrik artışın durdurulması ve gerekli
tedbirlerin alınması için Grubumuzca 27.06.2006 tarihinde TBMM Başkanlığına
verdiğimiz Genel Görüşme önergemiz, bu güne kadar görüşülememiş
ve halen TBMM gündeminde beklemektedir. Gerekli uyarı ve önerilerimize
rağmen kargaşa ortamının devam etmekte olması karşısında, bu defa
sorunu Gensoru Önergesi haline getirip Sayın İçişleri Bakanına
milletimizin güvensizliğini ortaya koymak zorunlu olmuştur.
Sayın İçişleri Bakanının
dönemi; ne yazık ki terörün, asayiş olaylarının, töre cinayetlerinin,
ahlaki çöküntünün ve fuhuş olaylarının geometrik olarak artış gösterdiği
yıllar olmuştur. İçişleri Bakanlığı genel asayişin sağlanmasında
da acziyet içerisindedir. Halk sokağa çıkamaz, yolda yürüyemez,
can ve mal güvenliği sağlanamaz hale gelmiştir. Ayrıca İçişleri Bakanlığının
önleyici ve koruyucu işlevlerini yerine getirememesinden dolayı
yaşanan olaylar vatandaşta devlete karış güven zaafı oluşturmuştur.
Sayın İçişleri Bakanı
görevi sıfır terörle devraldığı halde, gelinen noktada ülkeyi bölünme
korkusu yaşatacak bir vaziyete getirmiştir. Terör, fuhuş, çocuk
istismarı, gasp gibi toplumda infial uyandıran olaylardaki artış,
Devletimizin dayanak noktası olan halkımızda genel çöküntü yaşanmasına
neden olmuş ve toplum ayrışmaya başlamış, yönlendirilmeye ve provokasyona
açık hale gelmiştir.
Sayın İçişleri Bakanı
Abdülkadir Aksu'nun dönemi içeride ve dışarıda ülkemizin itibarını
zedelemeye yönelik cinayetlerin ve karışıklıkların dönemi olmuştur.
İçişleri Bakanlığı en temel görevlerinden olduğu halde, geliyorum
diyen suçların işlenmesini dahi önleyememektedir. 19 Aralık 2002
günü yazar Necip Hablemitoğlu cinayeti işlenmiştir. Danıştay tarafından
verilen bir karardan sonra gerek Danıştay ve gerekse karar veren
hâkimler hedef gösterilmesine rağmen yeterli güvenlik önlemleri
alınmamış ve saldırı sonucu bir değerli yargıcımız hayatını kaybetmiş,
diğer daire üyeleri ise yaralanmışlardır. Bakanlık saldırıyı önleyemediği
gibi saldırı sonrasında faillerin arkasındaki suç odaklarına veya
azmettiricilerine de ulaşamamıştır.
Yine 16 yaşında bir
çocuk 10 milyar değerindeki silahı alıp Rahip Andrea Santoro'nun yaşadığı
kilisenin kapısına dayanıp onu öldürmüştür. Suç takibinin yapılamaması,
daha sonraki cinayet ve kargaşaların oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Son olarak gazeteci Hrant Dink, Bakanlıkça koruma önlemlerinin
alınmaması ve yönetim zafiyeti nedeniyle istihbari bilgilerin
gözardı edilmesi nedeniyle sokak ortasında öldürülmüş ve sadece
tetikçiyle birlikte birkaç kişinin yakalanması ile olayın çözüldüğü
intibaı kamuoyuna verilmeye çalışılmıştır.
İçişleri Bakanı Abdülkadir
Aksu'nun görevindeki yetersizliği ve kötü yönetimi, terör, asayiş,
kargaşa ve cinayet hadiselerini dayanılmaz boyutlara taşırken,
ülkemizde huzurun kaynağı olan Emniyet teşkilatında bölünmelere,
kadrolaşmaya, görevlilerin birbirine güven duymamasına neden
olmuştur. Güvenlik güçlerimizin kendi aralarında işbirliği ve koordinasyon
içerisinde çalışmaları gerekirken kötü yönetim nedeniyle aralarında
bir iletişimsizlik hatta çatışma olduğu yönünde güçlü emareler ortaya
çıkmıştır.
Öte yandan İçişleri
Bakanlığının denetimindeki, KÖYDES Projesi Belediyeler, BİT'ler
ve diğer mahalli birimler yeteri kadar denetlenmediğinden, kamu
kaynakları ayrımcı bir anlayışla ve israfla kullanılmış ve hatta
bunlar tarafından kullanılan kaynakların birçok yolsuzluğun da konusu
haline geldiği ülkede yoğun bir şekilde tartışılır olmuştur.
Bu sebeplerle, görevini
hakkıyla yerine getiremeyen İçişleri Bakanı Sayın Abdülkadir Aksu
hakkında, Anayasanın 99 ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü'nün
106 ncı maddesi uyarınca gensoru açılması ihtiyacı doğmuştur.
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri,
Anayasa'nın 99'uncu maddesine göre, bu görüşmede, önerge sahiplerinden
bir üyeye, siyasi parti grupları adına birer milletvekiline ve Bakanlar
Kurulu adına Başbakan veya bir bakana söz verilecektir.
Konuşma süresi, önerge
sahibi için on dakika, gruplar ve Hükûmet için yirmişer dakikadır.
Şimdi, söz alan sayın
üyelerin isimlerini okuyorum: Önerge sahibi olarak Süleyman Sarıbaş,
Malatya Milletvekili. Grupları adına: Cumhuriyet Halk Partisi Grubu
adına Atilla Kart, Konya Milletvekili; AK Parti Grubu adına Aziz Akgül,
Diyarbakır Milletvekili. Hükûmet adına: Abdülkadir Aksu, İçişleri
Bakanı.
İlk söz, önerge sahibi
ve aynı zamanda Anavatan Partisi Grubu adına söz isteyen Süleyman
Sarıbaş, Malatya Milletvekili.
Sayın Sarıbaş, süreniz
otuz dakikadır.
Buyurun. (Anavatan
Partisi sıralarından alkışlar)
ANAVATAN PARTİSİ GRUBU
ADINA SÜLEYMAN SARIBAŞ (Malatya) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.
Sayın Başkan, parti
grubumuz olarak İçişleri Bakanı Sayın Abdülkadir Aksu hakkında
Anayasa'nın 99 ve İç Tüzük'ün 106'ncı maddeleri gereğince gensoru
önergesi vermiştik, gerek önerge sahibi olarak gerek partim grubu
adına sözlerime başlarken yüce heyeti, yüce Meclisimizi ve milletimizi
saygıyla selamlıyorum.
Değerli arkadaşlar,
herkesin bildiği gibi, ülkede bir suç işlenirse bu suçun önce hukuki
sorumluları olur, yani bu işi azmettirenler, bu işin tetikçileri
olur ve -hukuki sorumluluk sahiplerini- cumhuriyet savcılığımız,
yargımız mutlaka gerekli soruşturmayı yapar. İdari sorumluları
olur gerekli tedbirleri almayan, valisi olur, Emniyeti olur, başkaları
olur, idari sorumluları olur, idari sorumluları da müfettişlerimiz,
denetim kurumu elemanlarımız gerekli araştırmaları yapar ve kanunun
verdiği yetkiye göre disiplin cezaları olur. Bir de, her olayın siyasi
sorumlusu vardır ve siyasi sorumlunun bu millete hesap vermesi
için öngörülen yol, öngörülen metot Türkiye Büyük Millet Meclisidir.
Yani, demokrasilerde olayların siyasi sorumlularının muhatap
olacağı yer, millet adına Türkiye Büyük Millet Meclisidir ve Millet
Meclisine hesap vermesi gerekir. Siyasetin hesap sorduğu yerin
adı Meclistir.
Biz istedik ki, Türkiye'de
bu olaylar olunca hiç bu siyasi hesap sorma yöntemine gitmeden, öncelikle
daha önce verdiğimiz bir Meclis genel görüşme talebimizle
-27/6/2006'da vermişiz- gündeme alınsın ve ülkedeki asayiş olayları,
ahlaki çöküntü ve toplumda ayrışma hisleri yaratan, toplumu provokatif
eylemlere açık hâle getiren konuları bu Meclis müzakere etsin, önlemleri
tartışsın ve ona göre de devletimiz gereğini yapma kudretini ortaya
koysun. Ancak, her zaman olduğu gibi, AK Partinin çoğunluk oylarıyla
o gün bu görüşmeyi yapamadığımız için, yani altıncı aydan bugüne
yaklaşık dokuz aylık dönemde Türkiye'de 700 bin asayiş olayı meydana
geldi. Türkiye'de derin yaralar açan, toplumda infial uyandıran ve
toplumu "nereye gidiyoruz" sorusuyla karşı karşıya getiren
hadiseler oldu. Stadlarda insanlar, neredeyse iki-üç provokatörün
ağzından çıkacak laflarla, Allah korusun, kan gövdeyi götürecek
bir pozisyona yaklaştılar. Ülkenin bir tarafında, artık devlet var
mı yok mu, devletin gücü hissediliyor mu, bu, çok belli değil. Dolayısıyla,
gensoruyu niye verdiniz derseniz, işte, gensoruyu, dört yıldır bu
ülkede yaşanan ve ülkenin, bir korku cenneti… Daha dün, denizaşırı
ülkelerin yayınladığı bir deklarasyonda, Türkiye'nin asayiş yönünden
emniyetli bölge olmadığı, gidenlerin birkaç defa düşünmesi gerektiği
yolundaki uyarılarına da bakarsak, Türkiye'nin bir korku cennetine,
bir suç sarmalına büründüğü ve yetkililerin bunu nasıl önleyeceklerini
bir türlü akıl edemedikleri bir durumla karşı karşıyayız.
Gazetelerden bahsetmeyeceğim.
Bir haftadır gazeteler, Türkiye'de nelerin olduğunu gayet yazıyor.
Gazetelerin yazmasına gerek yok, bu Mecliste bulunan ve televizyonları
başında bizi dinleyen herkesin evine veya iş yerine mutlaka bir
hırsız uğramış; mutlaka, Kızılay'a alışverişe çıkan hanımlarımızın,
Taksim'e alışverişe çıkan hanımlarımızın mutlaka çantaları gasbedilmiş;
mutlaka, İstanbul'da yaşayan taksi şoförlerimiz, Ankara'da yaşayan
taksi şoförlerimiz, müşteri alırken, müşterinin kimliğini, adresini
teyit ettirmeden alamamanın korkusunu yaşamış ve büyük de gösteriler
yapmışlar. Türkiye öyle bir duruma gelmiş ki dört senelik dönemde,
devletin varlığı hissedilmediği gibi, asıl önemli olan şey, benim
ülkem, benim devletim, benim hakkıma tecavüz olursa, hukukuma tecavüz
olursa, malıma tecavüz olursa, benim bir devletim var ve benim bu devletim
bunun gereğini yapar anlayışından toplum yavaş yavaş uzaklaşmış
ve kendi başının çaresine bakmak gibi nahoş bir duruma gelmiş.
Değerli arkadaşlar,
bugün Türkiye'de son dört yılda istihdam sağladığınız en büyük iş
özel güvenlik kuruluşları. Bakın, özel güvenlik kuruluşu elemanlarının
sayısı olağanüstü artmış. Her yerde var. İş yerlerinde var, marketlerde
var, bankalarda var, sitelerde var, her yerde özel güvenlik kuruluşları
elemanlarıyla insanlar kendi güvenliklerini devlete güvenmedikleri
için bihakkın tahsis etmeye başlamışlar. Kimler? Bu özel güvenlik kuruluşlarına
yeterli ödemeyi yapabilecek güçte olanlar. Oysa bu toplumun 60 milyonunun
böyle bir olanağı yok. Yani parasıyla kendisine güvenlik mensubu,
güvenliğini sağlayacak eleman istihdam etme olayı yok. Zaten olamaz
da.
Biz devleti niye kurduk?
İnsanlar devleti niye kurarlar? Devlet, o coğrafyada birlikte yaşama
arzusunda olan insanların ortak iradesiyle kurulmuş örgütlü varlığın
adı. Peki, siz bu örgütlü varlığın örgütünü milletin güvenliğine,
milletin selametine, milletin hayrına kullanamaz, tamamen kendi
iradeniz, kendi kadrolaşmanız doğrultusunda, hatta hatta kendi içlerinde
çatışma ortamı yaratarak bizatihi kendisinin varlığını güvenliğin
meselesi hâline getirirseniz, bu ülkede insanların, Anadolu'nun
garip insanlarının vergileriyle ayakta tutmaya çalıştıkları devletleri
kendilerini koruyamıyor duygusuna kapıldıkları an, işte o an,
bu devletin itibarının, bu devletin onurunun zedelendiği andır. Onun
için, bu ülkeyi bu duruma getirenlerin bir hesap vermesi gerekir.
Siyaseten bir hesap vermesi gerekir. Bu Meclisler bunun için kurulmuş.
Siyasi sorumlulardan hesap sorsunlar diye kurulmuş.
Mesela, Sayın Bakanım,
Türkiye'de bu cinayetler olmasaydı biz bu gensoruyu verir miydik? Veya,
mesela, Sayın Bakanım, gerek kalır mıydı, gerek olur muydu? 2006 yılında,
Türkiye'de -dikkat edin arkadaşlar- 800 bin, mala ve cana karşı cürüm
işlenmiş, suç işlenmiş. Hükûmeti devraldığınızda bu sayı 230 bin
idi. Dört senede, geometrik bir artışla, buraya gelmiş. 2007'de, muhtemeldir
ki, 1 milyon 200 bin vatandaşımız, bir asayiş olayıyla, asayiş tecavüzüyle
karşı karşıya kalacak.
Eskiden hiç olmayan
İnternet sitelerindeki ahlaki çöküntü, çocuk suçlarının artması…
Örnekler vereyim Sayın Bakanım, İstanbul'da, 2006 yılında, 11.900 çocuk
suçu… Emniyet Müdürlüğünün arşivlerinde var, sitelerinde var, çocuk
pornografisi suçlarını alışkanlık hâline getirmiş, itiyat hâline
getirmiş bir suç zanlısı, 22 defa gözaltına alınmış ve tutuklanmamış.
İstanbul'da 3.700 İnternet
sitesi var, İnternet kafe var ve burada, sıfır-on sekiz yaş arası demeyeyim,
altı-on sekiz yaş arası, yılda 1 milyon çocuk, bu tür suçlarla tanışır
hâle gelmiş.
Devletin bir görevi
var arkadaşlar, devlet bir şey yapar. Devlet ne yapar? İnsan, devletinden
ne ister? Huzur ister. Huzur ister, akşam başını yastığa koyduğu zaman,
güvenlik içerisinde, rahatlık içerisinde, bir devleti olduğu anlayışıyla,
güveniyle, inancıyla huzurlu uyumak ister. Birincisi budur. Bu varsa,
bir devleti olduğuna, bir milleti olduğuna inanır.
İkinci bir şey ister:
Refah ister, zenginlik ister, herkes kadar ve herkes gibi, bir sıcak
çorbası kaynasın ister ve herkes gibi, bir sosyal güvenliği olsun
ister ve herkes gibi, alan el değil, veren el olmak ister.
Şimdi, bir ülkede, 20
milyon insan, Sayın Bakanın açıklamasıyla 19 milyon insan, Sayın Abdüllatif
Şener Bey'in açıklamasıyla 19 milyon insan, eğer, şayet, yoksulluk sınırının
altındaysa, yani refahtan pay alamamışsa, yani sizin böbürlenerek
söylediğiniz o 5.500 dolarların onda 1'ini değil, yirmide 1'ini yılda
kazanamıyorsa, bu ülkede asayiş önlemlerini, polisiye tedbirlerini
almanın imkânı var mı, hukuku var mı? Bunu yapmadınız. Bunu yapmayınca,
gelir dağılımındaki bu bozuk adaletsizlik ve bu bozuk düzen, maalesef,
öteki Türkiye, ara sokaklar… Bir hanımefendinin söyleyişiyle, geride
kalan sokaklardaki insanları çaresizliğe, umutsuzluğa ve maalesef,
suç tacirlerinin elinde malzeme olmaya doğru iterken, devlet olarak
hiçbir şey yapmadık. Hiçbir şey yapmadık.
Şimdi, arkadaşlar,
Sayın Bakanım; kutsalları vardır insanların. Sorumluluk sahibi
insanların kutsalları vardır. Yani, bir siyasetçinin kutsalı: 1)
koltuk, 2) deri koltuk, 3) koltuk oğlu koltuk, değildir, olamaz da. Nedir
mesela? Sayın Bakanım, sizin limitiniz nedir, standardınız nedir?
Bir ülkede içişleri bakanı hangi olaylar olursa istifa eder? Veya,
İçişleri Bakanı asayiş işleriyle ilgilenmez, o hiçbir zaman istifa
etmez, her gelen hükûmetin bakanıdır, diye Anayasa'da bir madde mi
var? Gelin deyin ki: Kardeşim, benim bu konudaki standardım yıllık 4
milyon suç, 800 binle falan istifa etmem, yıllık 4 milyon suç olursa
hayhay, istifa ederim. Bilelim yani. Bir bilelim, kıstasınızı bir
görelim. Veya deyin ki: Hrant Dink olmaz, 10 tane Hrant Dink lazım benim
istifa etmem için. Ona da saygı duyalım, millet de bilsin ama.
Gensoruyu Hrant Dink
olayından on gün sonra verdik, on beş gün sonra verdik. Dedik ki, bu ülkede
hâlâ erdem denilen şeyler var, hâlâ onur denilen şeyler var, bunun siyasi
sorumluları erdemli insanlardır, erdemli insanlar olmaları gerekir,
herhâlde istifa ederler, böyle bir gensoruya gerek kalmaz. Ama, ne yazık
ki, o makamlar bırakılmıyor. Niye bırakılmıyor? Söyleyeceğim niye
bırakılmadığını. Değerli arkadaşlar, hemen şuradan söyleyeyim,
bir Bakanın ağzıyla söyleyeyim. Diyor ki bir Sayın Bakan: "İki
buçuk yıllık sürede, otuz altı ülkenin kayıtlarına göre, Türkiye'ye
gönderilen petrol miktarı değer itibarıyla 28 milyar dolardır. Ülkemiz
kayıtlarına göre ise giren petrolün değeri 9,3 milyar dolardır. Yani
iki buçuk yıllık dönemde 18 milyar dolarlık fark vardır ve bu, kaçak
yollarla girmiştir. Yıllık 7,5 milyar dolardır." Kim diyor? Abdüllatif
Şener Bey diyor.
Şimdi, bu ülkenin sınırlarından
yıllık 7,5 milyar dolarlık kaçak petrol giriyor, 1,5 milyar dolarlık
şeker giriyor, 2,5 milyar dolarlık sigara giriyor, 500 milyon dolarlık
çay giriyor ve bu ülkede Gümrük Müsteşarlığı denilen, İçişleri Bakanlığı
denilen kurumlar var ve o kurumlar, bu haksız rekabeti, bu haksız kazancı
ve bu haksız kazancın hangi çete örgütlerine, hangi mafya örgütlerine
gittiğini biliyor, gereğini yapmıyor, ama, Bakanlıkta da, deri
koltukta da kuzu kuzu oturuyor.
Şimdi, bunun siyasi
sorumlusundan hesap sormayacağız, gensoru vermeyeceğiz de… Kamuoyunda
bazen duyuyorum: "Canım, zaten çoğunlukları var, niye gensoru
veriyorsunuz? Çoğunlukları var, reddolacak."
Evet, reddedeceksiniz,
çoğunluğunuz var, ama, bu milletin de vicdanı var. Bunu bilmesi lazım
bu milletin. Birilerinin, bunu bu millete söylemesi lazım. (Anavatan
Partisi sıralarından alkışlar) 7,5 milyar dolarlık petrol kaçakçılığının
kimlerin cebine gittiğinin hesabını birinin vermesi lazım.
On defa söyledik, Sayın
Bakan şu Habur'un yerini bir değiştirin, dedik. Değiştiremediniz,
cesaret dahi edemediniz. Niye? Orada bir düzen kurulmuş. İşte, biraz
önce saydığım 20 milyar doları bulan kaçakçılık düzeninin elemanları
var.
İstanbul… İstanbul'da
her türlü çeteleşmenin, her türlü mafyalaşmanın devam ettiği emniyet
kayıtlarında, emniyetin size sunduğu raporlarda var. Ama, katilin
menşei (Vali, Emniyet Müdürü alınıyor.) dokuz ay evvel ihbar edilmesine
rağmen, "Beni öldürecekler, güvenliğimi alın." demesine
rağmen, bağıra bağıra gelen bir hadisenin emniyetini, güvenliğini
almayan Vali ve Emniyet Müdürü İstanbul'da duruyor. Soruşturma açtınız
Emniyet Müdürüne. Kimleri dinleyecek bu soruşturma müfettişleri?
Emniyetin alt kademesindeki memurları. Amirleri başlarındayken
bu memurlar nasıl ifade verecek Sayın Bakan? İdare hukukunu bilmeniz
lazım, böyle bir şey var mı? Açığa alamazsınız. Alamazsınız, çünkü, orada
öyle bir düzen kurulmuş ki, biraz önce saydığım düzenden herkes yemleniyor
ve herkes menfaatleniyor. Ondan sonra da, gariban vatandaş "Benim
çantamı kim çaldı, benim evimi kim yardı?"
Biraz önce Aydın il
başkanımız aradı; on beş günde, Aydın il başkanımızın evini, duvarlarını
makineyle delmek üzere, iki defa soymuşlar. Zararı 200 milyar lira
civarında. Emniyet demiş ki: "Ben ne yapayım? Ben ne yapayım?"
Bakın, hiçbir hırsızlık
vakasının sahibi emniyete gitmiş, netice almış değil. Ben buradan,
emniyet mensuplarımıza, bu görevi vatan görevi bilerek cansiparane
ülkenin güvenliği için çalışan insanlarımıza hiçbir şey söylemek
istemiyorum. Ama, devleti devlet gibi yapmazsanız, devleti devlet
gibi örgütlemezseniz, devleti devlet gibi sorumluluk altına sokacak
siyasi iradeyi ortaya koymazsanız, o insanlar, o şevki, o heyecanı
bulamazlar ise, hele hele verdiğiniz üç beş kuruşla, insan standartlarının,
yaşama standartlarının altında aldıkları ücretlerle, bir ülkenin
kocaman asayiş sorumluluğunu onların omuzuna yükleyip, sorumluyu
da onlar tayin ederek işin içinden çıkamazsınız Sayın Bakanım, çıkamazsınız.
Evet, kumar, bahis,
şiddet içerikli oyunlar ve pornografik yayınlar ile ülkenin bölünmez
bütünlüğünü hedef alan İnternet sitelerinin sayısı 124 bine çıkmış
arkadaşlar. Bir yılda yüzde bilmem kaç, binin üzerinde bir rakamla
artmış ve hiçbir önlem almamışız, hiçbir yasal tedbirimiz de yok. Çocuklara
karşı cinsel taciz, evlerde şiddet olayları… Bütün bunlar toplumda
bir ahlaki çöküntüyü beraber getiren şeyler. İnternet üzerinden kumar…
Ee, şimdi, bütün bunlar bir ülkede olacak, ama, ülkenin de bir İçişleri
Bakanı varmış gibi… Ne iş yapar, onu bilemiyorum. Şemdinli olaylarında
göremezsiniz -beş gün sonra açıklama yapmıştır- Hrant Dink olayında
göremezsiniz, efendim, Danıştay baskınında İçişleri Bakanını göremezsiniz.
Oralarda hiç açıklama yapmaz Sayın Bakan, olay soğuduktan sonra, gelir,
eline yazılmış bir kâğıtla, bu kürsüden "Yapılacaktır, edilecektir…"
Ama, yapılmadı bir şey. Yapılmadı Sayın Bakan. Keşke yapılsaydı. Yani,
biz, sizi, eski bir Anavatanlı olarak hasım ilan etmedik, ama, keşke
yapılsaydı. Keşke yapılsaydı bütün bunlar.
Bakın, Sayın Bakanım,
İstanbul Emniyet Müdürü diyor ki: "Benim haberim olmadı."
Dokuz ay evvel yapılan, "Hrant Dink'in öldürüleceğinden benim
haberim olmadı." diyor. Sizin haberiniz oldu mu Sayın Bakanım?
Sizin oldu mu haberiniz? Böyle bir ihbardan haberiniz var mıydı?
İÇİŞLERİ BAKANI ABDÜLKADİR
AKSU (İstanbul) - Oradan konuşurum.
SÜLEYMAN SARIBAŞ (Devamla)
- Sizin de haberiniz yoktu.
Peki, bir ülkede, toplumda
infial yaratacak olaylar olacak, bunun ihbarı, dokümantasyonu ilgililere
kavuşacak, o ilin Emniyet Müdürü ve bu ülkenin İçişleri Bakanının
haberi olmayacak! Ondan sonra, döneceksiniz "Ne yapalım canım,
derin devlet var..." Peki, siz bu kadar sığsanız, sizin altınızdaki
her şey size derin gözükür zaten. Siz sığ olmayın. Ne yani, bu devlet
kuyu mu? Bu devlet, bin yıldır, bu ülkede, bu coğrafyada, adam gibi,
milletini refaha kavuşturan ve dünyaya şan, şeref salan, itibar ve
onur sahibi olmuş bir devlet yönettiğiniz devletin adı. Böyle ucuz
polemiklerle devleti zan altında bırakmaya ne hakkınız var?
Şimdi, bir şey okuyayım.
KÖYDES projeleri var. Arkadaşlar, hakikaten, bu KÖYDES projeleri,
biliyorsunuz, İçişleri Bakanlığımızın denetimi ve kontrolünde.
Başbakanın daha dünkü ifadesini okuyayım size: "Bana Trabzon'dan
bir mektup geldi. Belediye Meclis üyeleri kumpas kurmuşlar, KÖYDES'le
ilgili işlerde Kaymakam Bey'i tehdit etmişler, 'İşleri şuraya vereceksin.'
demişler. Olay bana geldi, ihbar mektubunu partimin yetkili kurullarına
verip gereğini yaptım."
Siz suçları partinizin
yetkili kurullarıyla mı araştırıyorsunuz Sayın Bakan? Yani, devlet
partiden mi yönetiliyor? Partinin yetkili elemanları, devlet adına
soruşturma yapan, devlet adına tedbir alan anlayışlar mıdır? Cemaatlerde
bu var, ama partilerde de mi bu var? Niye sayın savcıya göndermediniz?
Niye Sayın İçişleri Bakanına göndermediniz veya niye emniyet müdürüne
göndermediniz de, partinizin yetkili organlarınıza gönderdiniz?
Şimdi, bu anlayışla
yönettiğiniz devlet ve bu devlet adına görev yapan insanlar, kahraman
vatan evlatları, sizin bu yönetim anlayışınızla nasıl görevini
yapabilir?
Gelelim şu "Hepimiz
Ermeni'yiz." meselesine. Hrant Dink acaba o olayı yukarıdan seyretseydi,
ne derdi diye düşündüm. "Hayır, beyler, hepinizin Ermeni olmasına
gerek yok, ben sizin Ermeni olmanızı istemiyorum. Olduğunuz gibi
olun, ama iki şey olmayın: İkiyüzlü olmayın, Ogün olmayın. İnsan olun." derdi.
(Anavatan Partisi sıralarından alkışlar) Hrant Dink'in diyeceği
buydu. "İnsan olun." derdi. Biz, onda dahi, politik emellerimize,
politik hedeflerimize varmak için ikiyüzlülük yaptık. Olduğumuz
gibi olamadık, göründüğümüz gibi olamadık, devlet olarak olamadık,
millet olarak olamadık. Oysa, bizim olmamız gereken şey, ikiyüzlü
olmamak ve bu ülkede Ogünlerin yetişmesine fırsat vermemek,
Ogün'leri yetiştiren membaları kökünden kurutmak olmalıydı. Bunun
adı insan olmaktır. Bunu olabilseydik, bugün bu hadiseler bu ülkede
olmayacaktı.
Değerli arkadaşlar,
2006 yılında, 2005'e göre suç oranları yüzde 64 artmış. Rakamları vereyim:
2002 yılında 230 bin, 2003 yılında 319 bin, 2004 yılında 470 bin, 2005 yılında
580 bin, 2006 yılında 800 bin, 790 küsur bin. Nereye gidiyoruz? Nereye
gidiyoruz? Yani, bu geometrik artışlarla, 2007'de 1 milyon 200 bin,
2008'de 1 milyon 600 bin, 2009'da 2 milyon insan… Bunun bir failleri
var, bir mağdurları var. Ankara Adliyesine, arkadaşlar, günlük giren
sayısı, yani, giren vatandaş sayısı 50 bin. 50 bin kişi! Yılda ne yapar,
biliyor musunuz? Ayda 1,5 milyon, yılda da 20 milyon insan Ankara Adliyesine
giriyor çıkıyor. Bunların bir muğberlik, bir ihtilaf davaları var.
Devlet ihtilaf önleyemiyor, çözemiyor, halledemiyor ve ondan sonra,
birileri "Ben İçişleri Bakanıyım…", birileri "Ben Başbakanım.
Bu ülkeyi rahat rahat yönetiyoruz. Aslında, çok da kolaymış yönetmek…"
Aynen, geçmişte bir Millî Eğitim Bakanının "Şu okullar olmasa şu
millî eğitimi ne güzel yönetirim." dediği gibi. Hakikaten, anlayışınız, "canım,
bunlar olur, her toplumda oluyor; ne olacak? Köyden şehre göç var, göç
olan toplumlarda bu olaylar, hadiseler olur, bizi de fazla ilgilendirmez"
diyorsanız, bunun sorumluluğunu, siyasi sorumluluğunu yüklenemiyorsunuz
demektir.
Şimdi, kolluk kuvvetlerimizle kışla
arasına, yani karakolumuzla kışla arasına sokmak istediğiniz
şey ne, nifak ne? Bir karakolda bir fotoğraf çekiliyor. Burada, ulusal
televizyonlarımızın yabancılara devrini öngören kanunu çıkartırken,
bu kürsülere çıktık dedik ki: "Bunu yapmayın; bu, ulusal güvenliğimize,
ulusal bütünlüğümüze ihanettir, yapmayın." Yaptınız, sonuçta
TGRT'yi bir yabancı aldı. O fotoğrafı diğer ajanslara, diğer toplumu
bilgilendiren mekanizmalara servis ederek, "jandarma karakolunda
çekilmiştir bu fotoğraf" diye, ülkemizin güvenliğiyle bire
bir ilgili bir kurumumuz töhmet altına sokulmanın gayretleri gösterildi.
Kim yaptı? Mülkiyeti yabancıya ait bir televizyon. İşte, elin adamı
gelir, senin ülkendeki güvenlik kuvvetlerini birbirine düşürmeye
çalışır, ama o ülkenin İçişleri Bakanı, "canım, dolar geliyor
ya, mesele yok" der.
Değerli arkadaşlar, her şey para mıdır?
Her şey para mıdır, her şey paraya mı tahvil edilir? "Şundan şu kadar
dolar gelecek, bundan bu kadar dolar gelecek" şeklindeki bir anlatım
tarzınız, anlayışınız… Siz ki, manevi ve millî değerlerle övünen bir gruptunuz.
Ne oldu da her şeyin adı "para" oldu, ne oldu da her şey dolarlarla
ölçülür oldu? Bu ülkenin onurlu kurumları, bu ülkenin itibarlı kurumları,
bu ülkenin itibarlı işletmeleri, bu ülkenin millî değerleri nasıl
oldu da dolara tahvil ediliyor böyle? İşte, her şeyinizi dolara
tahvil ederseniz, elin adamı sizin karakolunuzla kışlanızı birbirine
düşürmenin gayretini yapar, sonra da kenara geçer, güle güle oturur.
Değerli arkadaşlar,
dört aydır bu ülkede Emniyet Genel Müdürü atanmaz. Niye atanmaz Sayın
Bakanım, Ömer Dinçer'den onay çıkmadı mı? Bu ülkede, bakın, arkadaşlar,
bütün alanlardaki ideolojik yapılanmayı kadrolaşma bazında yapan
Ömer Dinçer'dir. O işlere katmazlar da Sayın Bakanı. Ne vali ataması,
ne emniyet müdürü ataması, ne Emniyet Genel Müdürü ataması, ideolojik
anlamda Ömer Dinçer'in onaylamadığı hiçbir atama gerçekleşemez. Haa,
başka atamaları yaparlar. KİT'lerde, BİT'lerde, rant getirecek yerlerde,
belediye takımından gelenlere hayhay. Onlara da Ömer Dinçer karışmıyor
zaten. Şimdi, böyle dedirtir, dört ay bu ülkede Emniyet Genel Müdürünü
atayamayan bir devlet bana bu lafı söyletir. Keşke söylemeseydim,
keşke olmasaydı. Bu ülkenin çok değerli valileri var, niye atayamadınız
bir tanesini, niye atayamadınız, dört aydır neyi beklersiniz? "Canım,
Emniyet Genel Müdürüne gerek yok, zaten biz o alt kadrolarda yeterli
şeyi yaptık..." Yeterli şeyi, neler yaptığınızı da çok iyi biliyorum,
ama devletimin selameti için, milletimin selameti için söylemeyeceğim,
onları yaptınız.
Türkiye'nin güvenliği
başka yerlerden soruluyor artık. Yapmayın Sayın Bakan, yapmayın,
yapmayın bunu. Ondan sonra Türkiye'de çeteleşme faaliyetleri kol
geziyor, mafya faaliyetleri kol geziyor, kaçakçılık faaliyetleri
kol geziyor; haksız kazanç bu ülkenin bölünmez bütünlüğünü tehdit
edenlerin ceplerine gidiyor, İstanbul'un rant yerleri, rantiyeleri
bu haksız kazanç paralarını kazananların mülkiyetine geçiyor,
sermaye el değiştiriyor. Eğer, bu hoşunuza gidiyorsa, arzu ettiğiniz,
tasarladığınız şey böyle bir şeyse siz bu millete ait olamazsınız,
siz bu millete ait olamazsınız, bu milleti yönetmeyi hak etmiyorsunuz
demektir. Çıkın ve itiraf edin. Çıkın ve bu paraların nereye gittiğini
itiraf edin. Gelin bu görevden istifa edin Sayın Bakanım. Bakın, Abdülkadir
Aksu olarak çok daha onurlu, çok daha saygın olursunuz. Batı ülkelerinde
olduğu gibi, evindeki dadıyı sigortasız çalıştıran bakan istifa
ediyor. Bir vergi borcunu ödemeyen bakan istifa ediyor; ama, ülkesinde,
bu kadar, asayişsizliği, ahlaki çöküntüyü, toplumu provokasyonlara,
ayrışmalara, yarılmalara açık hâle getiren bir bakan, istifa eder
ise itibar kazanacak. Keşke istifa etseydiniz ve ben bu lafları burada
söylemeseydim, üzülerek söylüyorum, üzülerek söylüyorum. Niye
üzülerek söylüyorum? Çünkü, devletimin güvenlik kuvvetlerinin
bir zafiyet yaşaması ve bu devletin güven duyulmayan bir anlayışla
kamuoyuna lanse edilmesi beni üzen bir şey. Ya devlet başa ya kuzgun
leşe! Devlet! Adam gibi devletim olmalı benim. Güçlü devlet, güçlü
devlet! (Anavatan Partisi sıralarından alkışlar) Ne diyordu Hazreti
Ömer? "Fırat kıyısında kuzusunu kaybeden, koyunun sorumluluğu
Ömer'den sorulur." Sizden hiçbir şey sorulmuyor mu Sayın Bakan? Hiçbir
şey mi sorulmuyor? Ne kaçakçılıklar ne cinayetler ne ahlaki çöküntü
ne bu kadar mala karşı cürümler ne bu kadar kadrolaşma, ideolojik yapılanma…
Bakın, daha üst bir şey söyleyeyim: Bu milletin birliği ve bütünlüğü
için, bu milletin huzuru için -bırakın bu rakamları makamları da
bir tarafa attım- gelin, hep beraber bir şey yapalım, hep beraber bir
şey yapalım: Siz, siyasi sorumluluğu üstlenin. Güzel şeyler yapalım.
Yine, millete kendinizi anlatın, yine gelin bakan olun; ama, bu milleti
ayrışma noktalarından, bu milleti bölünme noktalarından ve bu milleti
provokasyona açık hâllerden kurtaralım. Bir statta bir kişi
"biz, bilmem kimiz" diye bağırıyorsa, o stadın tamamı o provokatörü
devlete teslim etmeli, o provokatöre teslim olmamalı. O da devlete
güvenle olur. O da devlete itibar kazandırmakla olur.
(Mikrofon otomatik
cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Sarıbaş,
lütfen toparlar mısınız.
SÜLEYMAN SARIBAŞ (Devamla)
- Toparlıyorum efendim.
BAŞKAN - Buyurun.
SÜLEYMAN SARIBAŞ (Devamla)
- Televizyonlarda seyrettiniz. Sanık Samsun'da yakalandı. İstanbul
Valisi mikrofonların üstüne hoplaya hoplaya, heyecanla:
"Otuz altı saat içinde sanığı yakaladık." Hadi canım! Sen
mi yakaladın? Sanık kendisini yakalattı zaten, heyecanın ne kardeşim!
Senin görevin, adamın ölmesini önlemek. Sanığı da Samsun yakaladı,
sen değil. Sanık kendini Samsun'da teslim etti. O heyecanın ne? Bir
şey yapmanın gayretiyle mikrofonların üstüne atlayarak, sanki vatan
kurtaran kahraman gibi… Biz senin ne vatan kurtardığını falan biliyoruz,
İstanbul'u ne hâle getirdiğini de biliyoruz, İstanbul'da neler yaptığını
da biliyoruz. Oğlunuzun, kızınızın, efradınızın, eşrafınızın
neler yaptığını çok iyi biliyoruz. (Anavatan Partisi sıralarından
alkışlar) Heyecanlanmayın! Bu millet o heyecanlarınızın bir gün
hesabını soracak. Bu millet kendisini bu korku çemberine sürükleyenlerin,
bu asayişsizlik çemberine sürükleyenlerin tavırlarının hesabını
bu millet soracak.
"Devletimi istiyorum" diyor,
devletimi istiyorum! Bir gazeteci arkadaşa dedim ki: "Ne istiyorsun?
Bir kelime söyle, millet ne istiyor?" Aynen şöyle dedi: "Devletimi
istiyorum." "Devletimi istiyorum, kaybettiğim ve varlığını
hissetmediğim devletimi istiyorum." diyor. (AK Parti sıralarından
gürültüler) Bu millet devletini isteyecek sizden, bu millet devletini
isteyecek.
MAHFUZ GÜLER (Bingöl)
- Kim?
SÜLEYMAN SARIBAŞ (Devamla)
- Millet isteyecek, millet!
MAHFUZ GÜLER (Bingöl)
- Nerede? Ne zaman?
SÜLEYMAN SARIBAŞ (Devamla)
- Bu millet devletini isteyecek.
ABDULLAH VELİ SEYDA
(Şırnak) - Yalancı!
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri,
lütfen!
SÜLEYMAN SARIBAŞ (Devamla)
- Var olmayan, var olmaması için elinizden gelen tahribatı yaptığınız
devletini istiyor millet sizden.
ABDULLAH VELİ SEYDA
(Şırnak) - Ayıp!
SÜLEYMAN SARIBAŞ (Devamla)
- Bir yolda gidiyorsunuz. Seçim, bu milletin, bu ülkenin makas değiştireceği
yerdir. Aksi takdirde, gideceğimiz yer uçurumun başıdır. Umut ediyorum,
aklınızı başınıza alırsınız.(AK Parti sıralarından "İftiracı"
sesi)
Öyle uzaklardan bağırmakla,
uzaklardan fetva vermekle değil. Çıkarsınız, şu saydığım rakamların
sebebini bu milletin gözünün içine baka baka anlatırsınız. Ben,
baka baka anlatıyorum. Alnım açık, yüzüm ak. Bu millet adına bu kürsüde
anlatıyorum. (AK Parti sıralarından "Yalan" sesleri)
Yalan diyorsam, yalan
söylüyorsam, bu rakamlar yalan söylüyorsa, sizin siteleriniz, sizin
istatistikleriniz yalan söylüyor demektir, millet yalan söylüyor
demektir. Gidin, tutun mikrofonlarınızı dedim televizyonlara,
İstanbul'da tutun, Ankara'da tutun, İzmir'de tutun, eğer yüzde 10 vatandaş
"ben, bu İçişleri Bakanından memnunum" derse, ben önergemi
geri çekiyorum. Yüzde 10, bakın, yüzde 90'ı saymıyorum; iddialı bir
rakam. (AK Parti sıralarından gürültüler) Yüzde 10 derse ki "Abdülkadir
Aksu iyi bir İçişleri Bakanı", ben önergemi çekiyorum. Buyurun,
var mısınız? (Anavatan Partisi sıralarından alkışlar, AK Parti sıralarından
gürültüler)
Saygılar sunuyorum.
(Anavatan Partisi sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum
Sayın Sarıbaş.
Önerge üzerinde Cumhuriyet
Halk Partisi Grubu adına söz isteyen Atilla Kart, Konya Milletvekili.
(CHP sıralarından alkışlar)
Sayın Kart, süreniz
yirmi dakikadır.
CHP GRUBU ADINA ATİLLA
KART (Konya) - Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Anavatan Partisi
Grubu tarafından İçişleri Bakanı hakkında sunulmuş olan gensoru
hakkında, Cumhuriyet Halk Partisi Grubu adına, söz almış bulunmaktayım.
Grubum ve şahsım adına Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.
Değerli arkadaşlarım,
ülkemizde gerek idari birimlerde ve gerek adli yapılanmada ciddi
sorunlar yaşanmaktadır. Kamu yönetimi, 59'uncu Hükûmet döneminde
etkinliğini ve verimliliğini büyük ölçüde kaybetmiştir. Bu konuda,
tüm kamu çalışanlarını kapsayan, kıdem ve liyakat üzerine kurulu
olan, adaletli ve teknik bir yapılanmayı esas alan kamu personel rejimi
düzenlemesi zorunlu bir hâle gelmiştir. Ancak, dört yılın sonunda
ortaya çıkan tablo şudur değerli arkadaşlarım: Hükûmet, bu konudaki
vaat ve söylemlerinde siyaseten dürüst olmamıştır. Acil Eylem Planı'nda
bu yasayı bir yıl içinde çıkaracağını söyleyen, Meclis Genel Kurulunda
ise sırasıyla 2003 yılı sonu, 2004 yılı sonu ve nihayet 2007 yılı başında
çıkaracağını ifade eden Hükûmetin amacının, sadece ve sadece örtülü
ideolojisi doğrultusunda kadrolaşmak olduğu bütün çıplaklığıyla
ortaya çıkmıştır, kamuoyu ve halk yanıltılmıştır. Hükûmetin vaat ve
söylemlerinin ciddiyetsizliği ile yürütmekte oldukları kadrolaşmanın
zafiyetini gösteren bir tablo söz konusudur.
Değerli arkadaşlarım,
59'uncu Hükûmet döneminde, cumhuriyetin temel niteliklerini değiştirmeyi
ve yozlaştırmayı hedef alan bir kadrolaşma süreci başlamıştır. Bunları,
somut örnekleriyle ve belgeleriyle anlatacağız. Cumhuriyet tarihi
boyunca, bu nitelikte ve düzeyde bir kadrolaşma hareketi, hiçbir
siyasi iktidar döneminde söz konusu olmamıştır. Bu hareket, toplumun
barış ve dayanışmaya dayalı yapısını derinden etkileyecek ve bozacak
boyutlara, maalesef, ulaşmıştır.
Bugün Türkiye'de,
3.719 üst düzey görev, değerli arkadaşlarım -müsteşar, müsteşar yardımcısı,
daire başkanı, genel müdür, genel müdür yardımcısı, il müdürü düzeyinde
söylüyorum- vekâleten sürdürülmektedir. Bu yapılanmayı gerçekleştiren
Başbakanın, başarısızlıklar, kamu hizmeti verimsizliği ve skandallar
ortaya çıktıktan sonra bürokratik oligarşi ve derin devletten söz
etmesi ve geçmiş hükûmetleri suçlaması, böyle bir gerekçeye sığınmak
istemesi ise, kara mizah olmanın dışında, aslında, tam bir hedef
saptırma ve aczin itirafıdır. Devlet adamı sorumluluğu ve ciddiyetiyle
bağdaştırılmayacak bir durum söz konusudur. Derin devlet olarak adlandırılan
hukuk dışı ilişkilere zemin hazırlayanlar ve o ilişkilerin içine
girenler, kendi acz ve yetersizliklerini ve ilişkilerini gizlemek
çabası içindedirler.
İşte, değerli arkadaşlarım,
bu yönetim anlayışıyla, ehliyet ve kıdeme bakılmadan, cumhuriyetin
temel niteliklerine karşı tavır almış kişilerden oluşan belli bir
sınıfa ve zümreye imtiyaz tanınmış, bu suretle ayrımcılık yapılmıştır.
Türkiye'de, kamu yönetiminde, yönetim krizi süreci başlamıştır değerli arkadaşlarım. Her alanda, bu
krizin yarattığı, zincirleme ve karmaşık sonuçlar yaşanmaktadır.
Böyle bir tabloda, Hükûmet, bilgi kirliliği içinde, hedef saptırarak,
gerçek sorunların ve sorumluların ortaya çıkmasını ve tartışılmasını
engelleme çabası içine girmiştir. Cumhuriyetin değerlerine karşı
yaratılan bu vasıfsız kadrolaşma, işte, değerli arkadaşlarım, en
çarpıcı şekliyle, emniyet yapılanmasında kendisini göstermektedir.
Değerlendirmelerimize,
İçişleri Bakanlığı Müsteşarından başlamak istiyorum.
Bakın, değerli arkadaşlarım,
Sayın Cumhurbaşkanının kararnameyi veto etmesi üzerine, İçişleri
Bakanı, ilgili Yasa'nın 37'nci maddesine dayanarak, Şehabettin
Harput'u, 17 Şubat 2003 tarihinde Müsteşar Yardımcılığına getirmiş,
daha sonra, 19 Kasım 2003 tarihinde Müsteşar Vekili yapmıştır. Sayın
Cumhurbaşkanının bu işlemi de hukuka aykırı bulması ve veto etmesi
üzerine, bu kez İçişleri Bakanı, Bakanlık onayıyla görevlendirme
yapmıştır. Oysa, çok basit bir devlet yönetimi terbiyesidir, adabıdır;
müsteşarlar üçlü kararnameyle atanırlar. Bu çok açıktır, ancak buna
rağmen, bu cüretkâr ve hukuk tanımaz uygulama yapılmış, Müsteşarlık
makamından itibaren hukuk dışı yapılanma süreci başlamıştır.
Şehabettin Harput
ile ilgili olarak, valilik dönemindeki iddiaların dışında, Müsteşarlık
görevini üstlendiği bu dönemde de -yani dört yıl içinde de- tarikat
ilişkileri ve zikir toplantılarına iştirak ettiğine dair bilgi
ve belgeler kamuoyuna yansımış ve soru önergelerine konu olmuştur.
FATMA ŞAHİN (Gaziantep) - Ne biçim konuşuyorsun
sen!
YAHYA BAŞ (İstanbul) - Vay anasını!..
K. KEMAL ANADOL (İzmir) - Niye rahatsız
oluyorsunuz?
ATİLLA KART (Devamla) - Bu ilişkileri,
yönetim uygulamalarında etkili olmuştur.
BAŞKAN - Sayın Kart,
bir saniye...
Sayın milletvekilleri,
lütfen...
AHMET YENİ (Samsun) -
Siz katılıyor musunuz?
BAŞKAN - Buyurun Sayın
Kart.
ATİLLA KART (Devamla)
- Sayın Bakan, yöneltilen önergelerimize hiçbir ciddi ve tatminkâr
cevap vermemiştir. Müsteşar niteliğini taşıyan 100 civarında vali
varken, bu özelliklere -biraz evvel saydığım özelliklere- sahip bir
kişide ısrar edilmesi elbette anlamlıdır. Hukuka aykırı ve özel
ilişkilere dayalı bir kamu yönetimi yapılanmasının varlığını
gösteren bir durum söz konusudur.
Sayın Bakan, size soruyorum:
Solunuzda oturan Sayın Müsteşarın ilişki ve yönetim uygulamalarından
bihaber misiniz, yoksa, "elbette farkındayım; ama, biz zaten
bir ekibiz" mi diyorsunuz? Olayın esası bu, değerli arkadaşlarım.
(CHP sıralarından alkışlar)
İşte, değerli arkadaşlarım,
geldiğimiz bu aşamada, Emniyet Genel Müdürlüğünün de -bu arada-
dört aydan bu yana vekâleten sürdürüldüğünü hemen vurgulamak istiyorum.
Peki, değerli arkadaşlarım,
emniyetteki bu kadrolaşma ve sonuçları neden bu kadar önemli? Neden
bu kadar ısrarla üzerinde duruyor ve eleştiriyoruz? Bunun yarattığı
tahribatlar neden çok ağır sonuçlar yaratmaktadır? Böyle bir yapı
içinde yargı mekanizmalarının gerçeğe ulaşmaları mümkün müdür? Gerçeğin
tespitini sağlamaları mümkün müdür? Bunları somut örnekleriyle
anlatmak istiyorum.
Bakın, değerli arkadaşlarım,
teknik dinleme ve istihbarat birimlerindeki özel ve yoğun kadrolaşma
sebebiyledir ki, adi nitelikte ve yerel ölçekte meydana gelen olayların
soruşturulmasındaki karartmanın yanında, ulusal boyutu olan kritik
olaylarda siyasi iktidarı korumaya ve gerçekleri gizlemeye, hedef
saptırmaya ve karalamaya yönelik provokasyonlar yaşanmaktadır.
Bu sebepledir ki, yargılama aşamalarında da gerçeğin tespiti mümkün
olamamaktadır. Böyle bir hazırlık soruşturması, böyle bir kolluk
yapılanması ortada durduğu sürece yargının gerçeğe ulaşmasını
bekleyemezsiniz.
Bu yapılanma içinde
münferit kadrolaşmalar yerine, genel tabloyu anlatmak istiyorum
değerli arkadaşlarım.
Bakın, bilindiği gibi,
polis amirliğinde rütbe sıralaması komiser yardımcılığından başlar,
komiser, başkomiser, emniyet amiri, 4, 3, 2, 1'inci sınıf emniyet
müdürü diye devam eder, en nihayet, sınıf üstü emniyet müdürüyle
sonuçlanır. Yani, ortada bir hiyerarşik yapılanma söz konusudur.
Ordudaki, askeriyedeki yapılanmaya paralel olan bir hiyerarşik
yapılanmadan söz ediyorum değerli arkadaşlarım.
Bakıyoruz, teşkilat
yasasında değişiklik yapan yasanın 55'inci maddesine göre, bu rütbelere
terfiler kıdem ve liyakate göre yapılır diyor, çok açık bir şekilde;
sınav şartı saklı kalmak üzere diyor. Kıdem sırası, Emniyet Genel
Müdürlüğünce, her yıl mart ayında topluca teşkilata duyurulur diyor.
Nitekim, duyuruluyor. İlgili kişiler çalışma süreleri içindeki
başarı ve ceza durumlarına göre puanlandırılır ve terfi ettirilir
diyor. Tamam, ne kadar güzel bir düzenleme, objektif bir düzenleme,
teknik esaslara uygun bir düzenleme. Arzu ettiğimiz bu.
Peki, uygulamaya bakıyoruz.
Uygulamaya bakıyoruz değerli arkadaşlarım. Uygulamada terfi
sıralaması yapılırken bu ilkelere uyulmadığını, kıdem sıralamasının
altüst edildiğini, hiçbir somut, teknik ve objektif ölçünün esas
alınmadığını, tamamen soyut ve subjektif ölçülerin esas alındığını
görüyoruz değerli arkadaşlarım.
Bakın, bu durum, 2003
ve 2005 yıllarına ait terfilerde çok açık bir şekilde ortaya çıkıyor.
Özellikle olayın önemi ve yürütülen mevkinin kritik konumu sebebiyle,
2'nci sınıftan 1'inci sınıfa ait terfilerle ilgili bilgi vermek istiyorum
değerli arkadaşlarım.
Bakın, genellikle
2'nci sınıfta 700 kişiye yaklaşan bir emniyet müdürleri kıdem sıralaması
vardır. Ee, burada, 80-81 kişinin 1'inci sınıfa terfisi söz konusu.
Ölçü ortada, biraz evvel anlattım. Çok somut, çok teknik, belirli
bir sürece, on yıla, on beş yıla, on sekize yayılan bir süreçten söz
ediyorum. Ee, doğal olanı nedir? İlk 81 kişinin terfi etmesi değil
midir değerli arkadaşlarım? Hadi, siyasi iktidarın takdir yetkisi,
belli ölçüler içinde elbette takdir yetkisi olacaktır, yasal sınırlar
içinde elbette takdir yetkisi olacaktır, bunu ilk 81'den seçmezsiniz
de ilk 100'den seçersiniz, 110'dan seçersiniz, ama bakın neyi görüyoruz
değerli arkadaşlarım? Şunu görüyoruz. Sayın Genel Başkanımız da
bugün Grup toplantısında ifade ettiler. 7 veya 8 kişi, değerli arkadaşlarım,
kıdeme uygun bir şekilde terfi ediyor, 72-73 kişinin tamamı, kıdem
sıralamasında ilk 150'den sonrası değerli arkadaşlarım. Sizleri
insafa ve bir vicdan muhasebesine davet ediyorum. Orada -bakın,
önümde liste var- ilk 10 sıradaki, terfi sırasındaki kişiler kıdem
sıralamasında kaçıncı sırada, onu okumak istiyorum. Bakın, sırayla
okuyorum: 294, 254, 175, 220, 308, 212, 278, 226, 271 ve 300.
Ee, böyle bir yapıda,
değerli arkadaşlarım, 294'üncü sıradaki kişiyi alıp 1'inci sıradaki
adamın önüne getirirseniz, o polisin, o amirin önüne getirirseniz,
orada o kişinin çalışma şevki kalır mı? Bu olayın kişisel boyutu.
Bu olayın bir de kurumsal boyutu var. Nedir o? Siz, aslında, yaptığınız
bu uygulamayla o kurumun arşivini yok ediyorsunuz, istihbaratını
yok ediyorsunuz, orada istihbarat zafiyetine yol açıyorsunuz, devletin
sürekliliğini dinamitliyorsunuz. Bunu yaptığınız içindir ki, İstanbul'daki
terör olaylarında, beş gün arayla meydana gelen olaylarda, o, önlenmesi
mümkün iken önlenemiyor. Van'daki uyuşturucu olaylarında devlet gerekli
müdahaleyi yapamıyor. İşte, değerli arkadaşlarım, bunları görmemiz
gerekiyor.
Bakın, daha somut bir
şey söyleyeyim, daha güncel bir şey söyleyeyim: Hrant Dink suikastı
öncesinde Trabzon Emniyet Müdürü olarak görev yapan, suikast tarihinde
ise Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı olarak görev
yapan Ramazan Akyürek'in de, 2003 yılına ait kıdem listesinde 281'inci
sırada olduğu hâlde ilk 81'in içine alındığını görüyoruz değerli
arkadaşlarım.
Peki, devam ediyorum:
İrticai faaliyette bulundukları Başbakanlık Takip Kurulu kayıtlarıyla;
yani, yine bu Hükûmetin sorumluluğunda olan bir kurumun kayıtlarıyla
sabit olan 17 kişi için Yüksek Değerlendirme Kurulu neden ikinci kez
özel olarak toplanıyor ve bu kişilerin terfisini yapıyor? Oysa, Yönetmelik'in
21 ve 22'nci maddelerine göre, çok açık olarak biliyoruz ki, Merkez
ve Yüksek Disiplin Kurulları, bunlar terfi yapamaz, ancak öneride
bulunabilir ve o zaman, buradan vardığımız sonuç şu, değerli arkadaşlarım:
Bu kurullar, yetki tecavüzü yaparak, kıdem kitabının dışına çıkarak
hukuka aykırı ve vasıfsız bir kadrolaşmaya yol açmışlardır. Yerleşik
kurallar çiğnenmiş, özel kadrolaşma yolu açılmıştır.
Peki, değerli arkadaşlarım,
böyle bir kadrolaşma niçin yapılıyor, neden yapılıyor? Bunun açıklaması
önemli, bunun tartışması önemli, bunun değerlendirmesi önemli. Bunun
bir açıklaması olabilir, o da şu:
Bakın, değerli arkadaşlarım,
kişisel ilişkiler ve cemaat dayanışması içinde kadrolaşmak amacıyla
yapılan sistemli bir çalışma söz konusu. Öyle ki, bu kadrolaşmaya
artık "(F) tipi kadrolaşma" denilmektedir değerli arkadaşlarım.
HACI BİNER (Van) - Hep
aynı şeyleri söylüyorsunuz.
ATİLLA KART (Devamla)
- Başta Polis Koleji olmak üzere,
Polis Akademisi ve polis okulları bu kadroların yönetimindedir
değerli arkadaşlarım.
HACI BİNER (Van) - Doğruları
konuşun.
ATİLLA KART (Devamla)
- Emniyet ilişkilerinde yaygın olarak kullanılan ifadesiyle, rejim
karşıtı kadrocu cemaat yapılanması anlamına gelen bir kadrolaşma
sürecinden söz ediyorum değerli arkadaşlarım.
Bakın, hemen bu aşamada
önemle ifade ediyorum, herhangi bir istismara yol açılmaması amacıyla
ifade ediyorum: Değerli arkadaşım, lütfen dikkatle dinleyin; din
ve vicdan özgürlüğü kapsamında ve felsefi anlamdaki tarikat yapılanmasını
burada tartışmıyoruz, konumuz bu değil. Sorun, bu kavramları ve değerleri
istismar ederek, mütedeyyin yurttaşlarımızın bu değerlerini ve
inançlarını kullanarak devlet yönetiminde egemenlik sağlama ve
bu suretle kadrolaşmanın yarattığı vahim sonuçlar noktasında yoğunlaşıyor.
Başka bir anlatımla, Anayasa'nın 24'üncü maddesinin son fıkrası anlamında
söylüyorum. Dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan
şeyleri istismar etme ve kötüye kullanmanın yarattığı ve yaratacağı
vahim sonuçlar noktasında düğümlenen bir süreçten söz ediyorum. Sorunun
esası ve özü burada düğümlenmektedir değerli arkadaşlarım.
HACI BİNER (Van) - Bunlar
hamasi laflar.
ATİLLA KART (Devamla)
- Değerli arkadaşlarım, bakın, belgelerden söz ediyorum, kıdem kitapçığından
söz ediyorum, emniyetin kendi kayıtlarından söz ediyorum. Bütün
bunlara rağmen, bunlara "hamasi laflar" derseniz, sizi o
zaman, sorumluluğunuz noktasında yeniden bir değerlendirme yapmaya
davet ediyorum, milletvekili sorumluluğunuz noktasında bir kez
daha düşünmeye davet ediyorum.
HACI BİNER (Van) - Siz
sorumluluğunuzu bilseniz böyle konuşmazsınız.
ATİLLA KART (Devamla)
- Değerli arkadaşlarım, emniyet kurumunun kimliğini ve tüzel yapısını
hedef almadan söylüyorum: Emniyet kurumu içinde, âdeta ve maalesef,
resmî üniforma giymiş yasa dışı ve kısmi bir örgütlenme söz konusudur.
Delil toplama ve soruşturma süreçlerine müdahalede bulunan ve
yönlendirme yapan bir ekipten söz ediyorum değerli arkadaşlarım. Yine
önemle ifade ediyorum, emniyet bünyesinde zor şartlarda, canı pahasına,
özveriyle ve sorumluluk duygusuyla görev yapan, kıdem ve liyakatlerine
uygun bir şekilde hak ederek terfi eden kamu görevlilerimizi, elbette,
bu değerlendirmenin dışında tutuyorum. Türkiye'yi karanlığa götürmek
isteyen bu kadrocu yapılanmaya karşı, ülkenin birlik ve bütünlüğüne
inanan tüm kamu görevlilerine bu aşamada önemli görevler düştüğü
açıktır. Emniyet mensuplarının büyük bölümünün bu anlayışla görev
ve sorumluluklarını sürdürdüklerine inanıyoruz.
Gelinen aşamada, değerli
arkadaşlarım, iç güvenlik örgütleri kimliğini ve işlevini kaybetmektedir.
Demokratik sisteme bağlılığı sağlayan yapılanma yerine, parti
devleti olma ve cemaatleşmeye hizmet eden bir yapılanma süreci
başlamıştır. Emniyet içinde doğmuş olan kaos ve kargaşa, zorunlu
olarak, hiyerarşik yapıyı zedelemektedir, bozmaktadır. Yönetim
kademelerinde doğmuş olan bu kaos ve çürüme sebebiyledir ki, muhtelif
güç odakları bilgi kirliliği yaratmakta, kamuoyunu yanıltmakta,
yönlendirme yapmakta ve hukuk dışı eylemlerini rahatlıkla gerçekleştirecekleri
bir zemini bulmaktadırlar.
Emniyet, kendi mensuplarıyla
ihtilaflı olan bir kurum hâline gelmiştir. 800 kişi civarında emniyet
müdürü kızakta bekliyor değerli arkadaşlarım, 1'inci sınıf emniyet
müdürü yıllardır bekliyorlar. Peki, bunlar kızakta bekletilirken
hemen 1'inci sınıf olan emniyet müdürlerinin yukarıda anlattığım
tablo içinde görevlendirilmesinin bir açıklaması olabilir mi? Açıklaması
olur tabii, biraz evvel anlattığım tablo içinde her taş yerli yerine
oturuyor değerli arkadaşlarım.
Bakın, artık, fotoğrafın
bütününü görelim: Son dört yıl içinde meydana gelen, Hablemitoğlu
cinayeti, yasa dışı telefon dinleme olayları, Kasım 2003 tarihinde
İstanbul'da beş gün arayla meydana gelen ve 55 yurttaşımızın ölümüne
yol açan terör saldırıları, Cumhuriyet gazetesine yönelik saldırılar
ve devamında Danıştaya yapılan saldırı, Atabeyler operasyonu,
Hizbuttahrir örgütünün Fatih Camisindeki eylemi, İsmailağa Camisindeki
linç eylemi ve Hrant Dink suikastı. Bu tabloyu, bu fotoğrafı takdir
ve vicdanlarınıza sunuyorum.
Bu gensoruyu sayısal
çoğunluğunuzla reddedebilirsiniz, ancak, bu takdirde, tüm bu olayların
vicdani ve yasal sorumluluğunu üstlenmek durumunda kalacağınızı
ifade etmek istiyorum değerli arkadaşlarım.
Bakın, kapkaç, hırsızlık,
gasp, fuhuş, uyuşturucu satışı, çocuk pornosu, Sosyal Hizmetler Kurumundaki
utanç verici tablolar, adam öldürme suçlarındaki hızlı artışlar,
orta dereceli okullarda, hem öğrenciler arasında ve hem de öğretmen
ve idarecilere yönelik saldırılar hep birlikte değerlendirildiğinde
şöyle bir tablo çıkıyor ortaya: Sosyoekonomik politikaların yarattığı
adaletsizlik ve çözülme ve çürümelerin yanında, vasıfsız kadrolaşma
ve soruşturma süreçlerindeki bilgi kirliliği ile yetersizliklerin
yarattığı bir asayiş sorunu yaşıyoruz.
(Mikrofon otomatik
cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Kart, lütfen toparlar mısınız.
Beş dakikalık süre veriyorum.
Buyurun.
ATİLLA KART (Devamla)
- Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.
Böyle bir asayiş sorunu
yaşıyoruz değerli arkadaşlarım. Olay bununla bitmiyor ama, olay bununla
bitmiyor. Bu, olayın asayiş boyutu. Bir de, yolsuzluk boyutu var. Anlatılacak
o kadar çok şey var ki, son derece sınırlı bir değerlendirme yapmak
istiyorum:
Bakın, İçişleri Bakanlığı
yerel yönetimlerin denetiminde de partizanlık ve ayırımcılık yaparak
yolsuzluğun zeminlerini yaratıyor. Öyle ki, AKP'li belediyeler
imar hakları dâhil olmak üzere -bakın, değerli arkadaşlarım, imar
hakları dâhil olmak üzere- ruhsat ve eklerine aykırı yapılaşmaya
gittikleri, bu durumlar fotoğraflarıyla ve belgeleriyle sabit olduğu
hâlde soruşturma izni verilmediğini görüyoruz. Geliyoruz, Cumhuriyet
Halk Partili ve diğer muhalefet partilerine mensup belediyeler
yönünden ise özel olarak kontrolör ve müfettişler görevlendirilip
belediyelerin çalışamaz, çalıştırılamaz hâle getirildiğini görüyoruz.
AKP İktidarında, bakıyoruz,
39 adet belediye şirketi kurulmuş, bunlara izin verilmiş. Bunların,
değerli arkadaşlarım, 31'i AKP'yle ilgili, AKP yönetimleriyle ilgili.
Diğer partilere de 1'er tane dağıtılmış. Bir inandırıcılık izlenimi,
bir tarafsızlık izlenimi yaratmak amacıyla böyle bir dağıtım yapılmış.
Bu şirketlerin denetimindeki ihalelerin tutarı 2004 yılında 2
katrilyon iken 2005 yılında 6 katrilyona ulaştığını bilgilerinize
sunuyorum. Denetlenemeyen, denetleme yolu kapatılan bir yolsuzluk
kapısı, İçişleri Bakanlığı aracılığıyla aralanmış ve yaratılmıştır.
İşte, değerli arkadaşlarım,
Cumhuriyet Halk Partisi olarak, tüm toplumsal olaylarda, iç ve dış sorunlarda
olduğu gibi asayiş konusunda da vahim gelişmeyi önceden gördük. Bu
süreçleri öngörülü bir şekilde tespit ettik, Hükûmeti uyardık. Alınması
gereken önlemleri, Sayın Genel Başkanımız en üst düzeyde, her zeminde
dile getirdi. Nitekim, iki buçuk yıl kadar evvel, bütün bu konularla
ilgili olarak, Meclis Başkanlığına verdiğimiz araştırma önergemiz
hâlen Genel Kurul gündeminin 167'nci sırasında bekliyor değerli arkadaşlarım.
Bütün çabalarımıza rağmen, bu konu, o dönemde kamuoyu ve medya gündeminde
yerini bulamamıştır. Bu sebeple kamuoyu ve medyayı, Cumhuriyet
Halk Partisine yönelik değerlendirme ve eleştiriler yaparken adaletli
davranmaya ve bu anlamda öz eleştiri yapmaya davet ediyoruz. Bugün
konuşulan konular, Cumhuriyet Halk Partisi tarafından üç yıldan
bu yana dile getirilen konulardır.
Böyle bir tablo içinde,
Sayın İçişleri Bakanının icraatlarını bir kez daha özetlemek istiyorum
değerli arkadaşlarım. Davranışlarını, bu olaylar karşısındaki
tepkilerini özetlemek istiyorum.
Diğer olayların dışında,
yukarıda on ana başlık altında sözü edilen olayların tümünde, bakıyoruz,
Sayın Bakan izini kaybettiriyor, olaydan sonra izini kaybettiriyor,
Sayın Bakana ulaşamıyorsunuz. İnceleme ve soruşturmaları sütre
gerisinde takip ettiğini ve yönlendirdiğini, sonra da çıkıp o klasik
demecini verdiğini görüyoruz. "Kanları yerde kalmayacaktır"
nakaratını tekrarladığını görüyoruz. Sayın Bakan, aslında, bu
yönüyle gerçekten son derece tecrübeli, soğukkanlı ve başarılı
bir bakan. Bu yönüyle son derece başarılı bir bakan. Bu tavrını, öyle
ki 1989 yılından bu yana sürdürüyor. Bakıyoruz, görev yaptığı dönemlerde,
döneme damgasını vuran 15-16 kritik siyasi cinayetin meydana geldiğini
ve çoğu cinayetin perde arkasının aydınlatılamadığını görüyoruz.
Değerli arkadaşlarım,
şudur, politika şu, uygulanan politika şu: Gerçeklerin hep gizlendiğini,
başka bir zamanda bu olayların başka bir şekilde tezahür ettiğini
görüyoruz. Tetikçinin yakalanması, görünür azmettirenin bulunması,
bu olayların çözüldüğü anlamına gelmez değerli arkadaşlarım. Bataklığı
kurutma ve kaynağa inme noktasında hiçbir ciddi iradenin olmadığını
görüyoruz. Onun için, değerli arkadaşlarım, topluma "işte,
biz, Ogün Samast'ı yakaladık, görevimizi yaptık" yolundaki mesajların
doğru ve gerçekçi olmadığını, inandırıcı olmadığını hemen ifade
etmek istiyorum. Tablo bundan ibaret değil, olay bundan ibaret değil.
Bakanın, işte, hukuki
ve siyasi sorumluluğu burada başlıyor değerli arkadaşlarım, buradan
itibaren başlıyor. Failin bulunmasıyla olay bitmiyor. Olayları yaratan
sebep ve zemin nedir? Sayın Bakan, maalesef, olayları yaratan sebep
ve zeminlerin öyle veya böyle içindedir. Kadrolaşma hareketinin
doğrudan içindedir.
Sayın Bakan, artık,
değerli arkadaşlarım…
(Mikrofon otomatik
cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Kart,
teşekkür ediyorum. Lütfen…
ATİLLA KART (Devamla)
- Sayın Başkan, bir dakika istirham ediyorum. Bir dakikada toparlayacağım.
BAŞKAN - Teşekkür
için açıyorum Sayın Kart. Lütfen…
Buyurun.
ATİLLA KART (Devamla)
- Değerli arkadaşlarım, Sayın Bakan, artık, siyasetçi ve devlet
adamlığı kimliğiyle, maalesef, yetersiz kalmakta ve güven vermemektedir.
Hükümeti devletin ve anayasal kurumların yerine yerleştirme politikalarından
artık vazgeçin Sayın Bakan.
Diğer olayları bir tarafa
bırakıyorum. Bakın, on başlık altında açıkladığım olayların tamamında,
siyasi sorumluluğun dışında, Sayın Bakanın kişisel anlamda hukuki
ve cezai sorumluluğunun bulunduğunu önemle ifade ediyorum. Bu sebepledir
ki, biz, bu gensoru önergesine elbette katılıyoruz, ama, gensoru
önergesinin yeterli olmadığı, Sayın Bakanın ve Sayın Başbakanın
bu anlamda görevi kötüye kullanma, Anayasa'nın 10'uncu maddesini
ihlal anlamda belli sınıf ve zümreye imtiyaz tanıma yönüyle de cezai
anlamda sorumlulukların bulunduğunu ifade etmek gereğini duyuyorum.
İşte, değerli arkadaşlarım,
bu tahribatları gidermek noktasında, Cumhuriyet Halk Partisi olarak,
kamuoyu huzurunda bir kez daha söz veriyoruz.
Bu değerlendirmelerle,
gerçeğe ulaşmak adına gensoruya destek vereceğimizi ifade ediyor,
Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (CHP ve Anavatan Partisi sıralarından
alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum
Sayın Kart.
Sayın milletvekilleri,
birleşime on dakika ara veriyorum.
Kapanma Saati: 16.37
İKİNCİ OTURUM
Açılma Saati: 16.51
BAŞKAN: Başkan Vekili Sadık YAKUT
KÂTİP ÜYELER: Yaşar TÜZÜN (Bilecik), Ahmet Gökhan
SARIÇAM (Kırklareli)
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri,
Türkiye Büyük Millet Meclisinin 62'nci Birleşimi'nin İkinci Oturumu'nu
açıyorum.
(11/8) esas numaralı
gensoru önergesinin gündeme alınıp alınmayacağı hususundaki görüşmelere
kaldığımız yerden devam edeceğiz.
Hükûmet yerinde.
Şimdi söz sırası, AK
Parti Grubu adına söz isteyen Aziz Akgül, Diyarbakır Milletvekili.
Buyurun Sayın Akgül.
(AK Parti sıralarından alkışlar)
Süreniz yirmi dakikadır.
AK PARTİ GRUBU ADINA
AZİZ AKGÜL (Diyarbakır) - Değerli Başkan, değerli milletvekilleri;
görüşmekte olduğumuz gensoru önergesiyle ilgili AK Parti Grubu
adına sizleri saygıyla selamlıyorum.
Bin bir emekle kurulmaya
çalışılan huzur ve güven ortamını sarsmaya, ülkemizin asırlardır
sürdürdüğü barış içinde bir arada yaşama tecrübesine gölge düşürmeye
hiç kimsenin hak ve yetkisi olamaz. Ülkemizde kaos ortamı oluşturmak
isteyenlere, devlet-millet dayanışmasıyla, milletimiz 73 milyon
insanıyla kenetlenerek, bundan önce olduğu gibi, bundan sonra da
bu tür tezgâhları bozacak iradeye sahiptir.
Bir insanlık suçu
olan terörün, ancak birlik ve beraberlik içerisinde önlenebileceğine
inanıyoruz. Ülkemizin huzuruna ve bölünmez bütünlüğüne yönelik
her türlü terör örgütüne karşı mücadelede kararlılığımız sonuna
kadar devam edecektir.
Öncelikle, gensoru
önergesinde belirtilen AK Parti İktidarının ülke bazında sıfır
terörle göreve başladığı sözü gerçeği yansıtmamaktadır. Nitekim,
AK Parti İktidarı öncesi beş yıl içerisinde meydana gelen terör
olay sayısı ile iktidarımız dönemini karşılaştırdığımızda, terör
olaylarının iktidarımız döneminde bariz bir şekilde azaldığı görülecektir.
AK Parti İktidarına kadar görev alan Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetlerinin
de bu konuda ellerinden gelen gayretleri gösterdikleri inancındayım
ve bu çabalarından dolayı onları da şükranla anıyorum.
AK Parti döneminde
Türkiye'de suç oranlarının geçmiş dönemler ve küresel gelişmelerden
bağımsız olarak arttığı, Türkiye'nin güvenli bir ülke olmaktan uzaklaştığı
ve toplumda kargaşaların yaşandığı iddiası asla doğru değildir. Sağlıklı
sonuçlara ulaşabilmek için, bütün olayların kayıt altına alınmasıyla
bu ancak mümkün hâle gelebilir. Yani, bir emniyet müdürünün ifadesiyle,
artık polis, uçan kuşun kanadı kırılsa suç numarası vermek durumundadır.
Buradaki değerli
sözcülerden, arkadaşlarımızdan Sayın Sarıbaş -ben burada çağrıda
bulunmak istiyorum- suç sayılarının artışıyla ilgili, eğer, biraz
evvel suç kayıtlarına her faaliyeti, her olayı titizlikle kaydettiğimiz
noktasındaki bu düşüncemize eğer inanmıyorsa, lütfen, herhangi
bir polis karakoluna gitsin ve orada çok açıkça bunları görecektir.
Diğer taraftan, dünyadaki
uygulamalar göstermektedir ki, kurumlar, toplumsal destek ve iş
birliği olmaksızın ülkelerinin güvenlik sorunlarını tek başlarına
çözemezler. Hatırlanacağı üzere, Hrant Dink cinayeti zanlısının
otuz iki saat gibi kısa bir sürede yakalanmasında, İçişleri Bakanlığının
bazı bilgileri basın yayın kuruluşlarıyla paylaşmasının önemli
bir katkısı olmuştur. Saydamlık ve kurumsal iş birliği…
BAŞKAN - Sayın Akgül,
bir saniye…
Sayın milletvekilleri,
lütfen, yerlerinize oturur musunuz.
Buyurun Sayın Akgül.
AZİZ AKGÜL (Devamla)
- Saydamlık ve kurumsal iş birliği, zaaf olarak değil, bir güç ve kendine
güven olarak algılanmalıdır.
Değerli milletvekilleri,
İçişleri Bakanlığına yapılan ithamlarda "asayiş olaylarındaki
geometrik artış" ifadesine yer verilmektedir. Oysa, suç oranlarındaki
değişimi gösteren en basit istatistikler dahi böyle bir tespiti
doğrulamamaktadır. Ülkemiz, mesela, Avrupa Birliğinin bazı ülkeleriyle
kıyaslandığında, altını çizerek ifade etmek istiyorum, en güvenli
ülkelerden birisidir. En çok eleştiriye uğrayan İstanbul'un suç
oranları dahi kendi ayarındaki birçok şehrin altındadır. Üstelik,
bu başarılar, Türkiye'nin sınırlı imkânlarına rağmen sağlanmıştır.
Mala ve şahsa karşı
suçlar ile hırsızlıkla ilgili sizlere bazı karşılaştırmalı örnekler
vermek istiyorum: 2005 yılında, mala karşı suçlarda, Türkiye'de
289.765 olay meydana gelirken, Fransa'da bunun 8,5 katı daha fazla
olan 2 milyon 457 bin 186 olay meydana gelmiştir. Yine, 2005 yılında,
şahsa karşı işlenen olay sayısı Türkiye'de 197.996 iken, Fransa'da bu
354.836 olarak gerçekleşmiş ve Türkiye'den yüzde 45 daha fazla olarak
meydana geldiğini söyleyebiliriz.
K. KEMAL ANADOL (İzmir)
- Ayaklanma oldu Fransa'da, ayaklanma.
ALİ RIZA BODUR (İzmir)
- Başka ülke ver; ayaklanma oldu o dönemde Fransa'da.
AZİZ AKGÜL (Devamla)
- Hırsızlıkta da 2005 yılında Türkiye'de 234.828 olay meydana gelirken,
Türkiye'den yaklaşık 10 kat daha fazla olmak üzere, Fransa'da 2 milyon
429 bin 552 hırsızlık olayı meydana gelmiştir.
Değerli milletvekili
arkadaşlarım, bir de, olayların aydınlatılmasıyla ilgili güvenlik
güçlerimizin ne kadar başarılı çalışmalar yaptığıyla ilgili de
sizlere bazı örnekler vermek istiyorum.
2005 yılında aydınlatılan
şahsa karşı işlenen asayiş olaylarında 2004 yılına göre yüzde 23 artış
olurken, bu oran 2006 yılında, olayların aydınlatılmasında daha büyük
bir başarı sağlanarak, 2005 yılına göre yüzde 59 bir artışla gerçekleşmiştir.
Yine, olayların aydınlatılmasıyla
ilgili, şahsa karşı işlenen asayiş olaylarında 2005 yılında 2004 yılına
göre yüzde 10 artış olurken, bu oran 2006 yılında, bir önceki yıla göre
yine çok büyük bir başarıyla, yüzde 43 olarak gerçekleşmiştir.
Aydınlatılan toplam
asayiş olayları değerlendirildiğinde, 2005 yılında 2004 yılına göre
yüzde 19 artış olurken, 2006 yılında, bir önceki yıla göre, olay aydınlatmalarında
yüzde 54 artış sağlanabilmiştir.
Bir de, sizlere İstanbul
ile benzer bazı Avrupa ülkeleri asayiş olayları mukayesesi de yapmak
istiyorum. 2005 yılında, asayiş olayları sayısı dikkate alındığında,
Berlin'de 262.176 olarak gerçekleşen bu olay İstanbul'un 2,5 katıdır
ve -sizler de takdir edersiniz, Berlin, İstanbul'dan nüfus itibarıyla
da çok daha küçük bir şehirdir- mala karşı işlenen suçlarda da benzer
bir durumu görüyoruz; orada da aynı, yani 2005 yılında İstanbul'da
mala karşı işlenen suçlarda 85.513 olay meydana gelirken, İstanbul'un
3 katı, yani 262.176 olay meydana gelmiştir. Hırsızlık olaylarında
da benzer bir durumu görüyoruz ve yine, Berlin'de, İstanbul'a nazaran,
hırsızlık olaylarında 2,5 kat daha fazla olay meydana geldiğini görüyoruz.
Paris'te de benzer bir durum var. Biliyorsunuz, Paris'in nüfusu İstanbul'a
-belki nüfus itibarıyla- daha yakın, ama, bakın, 2005 yılında asayiş
olayları sayısı itibarıyla değerlendirdiğimizde, Paris'te meydana
gelen olayların sayısı, İstanbul'un 2 katı; mala karşı suçlarda, İstanbul'a
nazaran 2,5 katı, hırsızlık olaylarında yine 2,5 katı kadar bir olay
sayısını görebiliyoruz.
Şimdi, burada, bu suç
ve suçlulukla ilgili değerlendirme yapılırken, ben, değerli arkadaşlarımızın
daha insaflı davranmalarını ve istatistiki verileri daha anlamlı
bir şekilde yorumlamaları gerektiğine inanıyorum.
Değerli milletvekilleri,
suç oranlarındaki bu iyileştirmelerin sağlanmasındaki basiretli
yönetimi yanında, senelerce kaymakamlık, il emniyet müdürlüğü,
Emniyet Genel Müdür Yardımcılığı, valilik yapmış bulunan İçişleri
Bakanı Sayın Abdülkadir Aksu, Türkiye'nin en tecrübeli içişleri
bakanlarındandır. Değerli milletvekili arkadaşlarım, tecrübe
ve yeterli bilgi birikimine sahip olmak, sizin için, yönetimde
önemli bir kriter değil mi acaba? Dünyanın terör tehdidiyle sarsıldığı
bir dönemde Sayın Abdülkadir Aksu'nun İçişleri Bakanı olması, Türkiye
için bir şanstır. Bugüne kadar, tarihimizde, asayişe müessir birçok
olay meydana geldikten sonra, failleri bulunmamışken dahi, hiçbir
içişleri bakanı istifa etmediği gibi, bakanlıktan da alınmamıştır.
Kaldı ki, Sayın Aksu'nun döneminde faili bulunamayan ve incelemesi
devam eden sadece bir tek olay vardır.
Bakın, burada da yine
muhalefetten arkadaşlarımız devamlı olay sayılarıyla ilgili değerlendirmeler
yapıyorlar. Biliyorsunuz, Sayın İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu
iki dönem İçişleri Bakanlığı yapmıştır. Bu iki dönemde de, birinci
döneminde, yani, 1991'deki süreçte, kendi dönemlerinde sadece 12
olay; şu anda da AK Parti İktidarı döneminde, kendi dönemlerinde 6
tane olay meydana gelmiştir. Yani, toplam altı buçuk yıllık dönemde,
sadece, toplam 18 olay meydana gelmiş. Ancak -ben ismini vermek istemiyorum-
her bir geçmişteki içişleri bakanımızın, hükûmetlerimizin, ülkemizdeki
asayişin, terörün azaltılması için çok ciddi gayretler içerisinde
olduklarına inandığım için, ismini söylemeden sadece dönemi ifade
etmek istiyorum. Bakın, 21 Kasım 1991-25 Haziran 1993, yani, yaklaşık,
sadece iki yıllık bir dönemde içişleri bakanlığı yapmış olan değerli
eski bir içişleri bakanının döneminde tam 22 olay meydana gelmiştir.
Dolayısıyla, sadece olay sayılarını söylemek suretiyle Sayın
İçişleri Bakanımızı buradan tenkit etmenin, ben, aynı zamanda pek
insaflı bir açıklama şekli olmadığına inanıyorum. Hatta, daha da
ileriye gidilerek, mesela, muhalefetteki değerli genel başkanlarımızdan
bir tanesi, olaylarda, yani, Sayın İçişleri Bakanımızın döneminde
meydana gelmiş olan cinayetler zikredilirken, onun zamanında, Sayın
İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu zamanında olmamış olaylar dahi
zikredilmiştir. Mesela, bunlardan bir tanesi, 31 Ocak 2007 tarihinde
yapılan açıklamada, emekli orgeneral Sayın Ersöz'ün -rahmetle anıyorum-
öldürülmesi olayı da Sayın Abdülkadir Aksu dönemine atfedilmiştir.
Halbuki, biliyorsunuz, bu, bir başka bakanın döneminde öldürülmüştür.
Tabii ki, biz bu olayların hiçbir tanesini tasvip etmiyoruz ve hiçbir
şekilde de bu tür hadiselerin meydana gelmemesi için elimizden gelen
gayreti gösteriyoruz. Ben, geçmiş dönemlerdeki hükûmetlerin ve siyasilerin
de ülkede barışın, huzurun tesis edilmesi noktasında ellerinden
gelen gayreti gösterdiklerine kesinlikle inanıyorum ve onlar da
en az bizim kadar gayretin içerisinde olmuşlardır.
Değerli milletvekili
arkadaşlarım, bugüne kadar, bakanlığı döneminde asayişe müessir
fiillerde Sayın İçişleri Bakanı, sadece bir bakan olarak değil,
bir emniyet müdürü, bir vali gibi sahada bilfiil çalışma yapmakla
kalmamış, olay meydana geldiğinde de olay yerine ilk giden kişinin
kendisi olduğu inkâr edilemez.
Bir partinin değerli
genel başkanı "Kameralar olmasaydı, Dink cinayetinin faili
yakalanmazdı." dedi. Şimdi sizlere soruyorum: İstanbul'daki
kameralar gökten zembille mi indi? Bunların İstanbul'a yerleştirilmesi
İçişleri Bakanı Sayın Abdülkadir Aksu tarafından sağlanmadı mı?
ALİ RIZA BODUR (İzmir)
- Bankanın kamerası.
AZİZ AKGÜL (Devamla)
- Sayın Abdülkadir Aksu'nun bu altı buçuk yıllık İçişleri Bakanlığı
döneminde hiç hatası yok mu? Bana göre var.
NURİ ÇİLİNGİROĞLU
(Manisa) - Say, say…
AZİZ AKGÜL (Devamla)
- Bu hatası nedir biliyor musunuz? Başkaları gibi şov yapmaz, devlet
ciddiyeti içinde, az ve öz konuşarak işini en iyi şekilde yapmaya
çalışır. Dolayısıyla, ne yazık ki, bir erdem ve fazilet olarak algılanması
gereken bu davranış biçimi, bazıları tarafından, belki anlamsız
olarak, bir zaaf olarak değerlendirilebilir.
Değerli milletvekillerim,
suç ve suçlulukla mücadele topyekûn bir mücadeledir. Bu, asla, sadece
İçişleri Bakanlığının görevi değildir. Suçların faillerinin bulunması
ve suçların önlenmesi bakımından büyük başarı elde eden İçişleri
Bakanı Sayın Abdülkadir Aksu'nun, bunun dışında, bakanlıkta elde
ettiği birçok başarı vardır. Ben sadece bu projelerden birkaç tanesini
bilgilerinize sunmak istiyorum: Belediyelerde Performans Ölçümü
Projesi, Mobil Elektronik Sistem Entegrasyon Projesi -biliyorsunuz,
İstanbul'da ilk defa uygulanmaya başlandı, şimdi Türkiye'nin her tarafına
yaygınlaştırılıyor-, Toplum Destekli Polislik Projesi, Suç Analizi
Projesi, Jandarma Bölgesinde Bilgisayar Destekli Suç Haritalarının
Oluşturulması ve Suç Analizlerinin Yapılması Projesi, Türkiye
Cumhuriyeti kimlik numarası uygulaması, Kimlik Paylaşımı Sistemi,
Sahil Güvenlik Komutanlığı Mobil Radar Projesi gibi birçok projeyi
zikredebiliriz.
Değerli milletvekilleri,
sorarım sizlere: İçişleri Bakanının daha ne yapmasını istiyorsunuz?
Bir İçişleri Bakanı, eline tabancayı alıp bizatihi suçlu kovalamasını
mı bekliyorsunuz? Biraz insaflı olmak gerekir. Bu güzel memleket
için candan çalışanların hakkını yememeniz gerekir. İçişleri Bakanı
Sayın Abdülkadir Aksu sizden takdir beklemiyor. Bütün üstün gayretler
karşısında kendisine teşekkür edilmesi gerekirken bu acımasız
tenkitleri, en hafif tabiriyle, insafsızlık olarak değerlendiriyorum.
Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir muamele görülmez. Mesela, Paris'teki
kenar mahallelerde geçen sene meydana gelen olaylar sebebiyle,
orada muhalefet İçişleri Bakanının istifa etmesini mi istedi? Hayır.
Ne yaptı? Toplumsal huzurun temin edilmesi için müşterek çalışmalar
yapıldı.
Değerli milletvekilleri,
muhalefetteki arkadaşların iddialarının aksine, ülkemizdeki
insanlar, ekonomik, sosyal ve siyasal etkinliklerini, zaman ve
mekân farkı olmaksızın, rahatlıkla yerine getirebilmektedirler.
Böyle bir toplumda kargaşa kavramını ortaya atmak, kavramların anlamını
bilmemek veya art niyetli olmak demektir. Gensoru önergesinde,
"kargaşa ortamı devam etmekte" şeklinde bir ifade bulunmaktadır.
Güvenlik konularında kavramlar böylesine özensiz kullanılmamalıdır.
Özellikle siyasi partiler, halkı tahrik edecek bu tür tahriklerden
kaçınmalıdır. Aksi takdirde, bu siyasiler, olmayan kargaşayı,
kitleleri yanlış bilgilendirerek kendileri getireceklerdir.
Bugünkü Türkiye'de,
kargaşa, yani kaostan bahsetmek mümkün değildir. Kargaşanın ne olduğunu
merak edenler, AK Parti İktidarı öncesindeki Türkiye'ye bakması
gerekir. Bırakınız kargaşayı, Türkiye, AK Parti İktidarı döneminde,
cumhuriyet döneminin en büyük büyüme oranlarını yakalaması yanında,
sürekli büyümeyi sağlamış ve bunun etkisi istihdama da yansımıştır.
AK Parti İktidarı olarak açlık sınırında olanların sayısını, 2002
yılında 926 bin olarak aldık ve 2005 yılında yüzde 33 azaltarak 623
bin kişiye indirdik. İşsizlik oranını da benzer şekilde azalttık.
2002 yılında yüzde 10,3 olarak aldığımız işsizlik oranını, Ekim-2006
itibarıyla yüzde 9,3'e indirgedik. Diğer taraftan, TÜSİAD onursal
başkanlarından Sayın Ömer Sabancı'nın ifadesiyle, sadece 2005 yılında,
Türkiye, kamu ve özel sektörleriyle birlikte yaklaşık 1 milyon 400
bin kişiye iş imkânı sağlamıştır. Bu durum, istikrarla mı yoksa kargaşayla
mı sağlandı! Eleştirirken insaflı olunması gerektiğine inanıyorum.
Bazı rakamlar daha
vermek istiyorum: Bakınız, İktidarımız döneminde, Aralık-2002'de,
buzdolabı fiyatı 1.092 YTL'ydi, Aralık 2006 tarihi itibarıyla bu,
655 YTL'ye geldi. Yani, yüzde 40, fiyatlarda düşme meydana geldi. Bu,
kargaşa ortamında olabilir mi? Bu, ancak ekonomik ve siyasal istikrar
zamanında olabilecek bir şeydir. Ortalama memur maaşlarıyla ilgili
değerlendirme yaptığımızda da: Aralık 2002'de 578 YTL olan maaş, Aralık
2006'da 995 YTL, yani yüzde 72 artırdık.
YÜCEL ARTANTAŞ (Iğdır)
- Polislerin maaşı ne kadar arttı?
AZİZ AKGÜL (Devamla)
- Maaş ve ücret artışlarına baktığımız zaman da hepimizi ilgilendiren
hususlara baktığımızda, net asgari ücrette bu, yüzde 106,5;
Bağ-Kur'lularda yüzde 186,4 olarak gerçekleşti.
(Mikrofon otomatik
cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Akgül,
lütfen toparlar mısınız.
Buyurun.
AZİZ AKGÜL (Devamla)
- Teşekkür ediyorum Değerli Başkanım.
Bundan iki gün önceki
Radikal gazetesinde, yani 11 Şubat tarihli Radikal gazetesinde,
yani 11 Şubat tarihli Radikal gazetesinde eski Hazine Müsteşarı
Sayın Mahfi Eğilmez -fevkalade değerli bir iktisatçı- kendisi, AK
Parti İktidarı döneminde uygulanan ekonomik politikaların elde
edilen sonuçlarını değerlendirirken aynen şu ifadeyi kullanıyor:
"Müthiş bir başarı!" Ve daha da ileriye giderek, son dört yılın
değerlendirilmesinde, zaten olağanüstü başarılı bir değerlendirme
olarak makalesinde yer veriyor. Şimdi, müthiş bir başarının elde
edildiği bir ortam, bir istikrar ortamı mı yoksa bir kargaşa ortamı
mı?
Diğer taraftan, bugün
"faili meçhul cinayet" kavramı neredeyse unutulmuştur;
suçlular, neredeyse anında yakalanmakta ve adli mercilere teslim
edilmektedir. İçişleri Bakanlığı birimlerinin görevi de zaten budur,
yani zanlıları yakalamak ve adli birimlere teslim etmek. Danıştay
cinayeti, çeşitli sivil ve resmî kurumlara bombalı saldırı girişimleri,
rahip cinayeti, Dink cinayeti gibi önemli siyasi saldırılardaki
zanlılar da çok kısa bir sürede yakalanmış ve adli makamlara teslim
edilmiştir. Bu, geçmişte pek de rastlanmayan bir durumdur. Bugün
Hükûmeti eleştiren birçok siyasi partinin iktidarları döneminde,
bu başarılar hayal dahi edilemezdi. Bu nedenle, birçok siyasi cinayet
faili meçhul kalmıştır. Güvenlik kuvvetlerimizin terörle mücadele
alanındaki bu başarısı, belki muhalefet tarafından takdir edilmeyebilir;
ancak, yabancı ülkeler tarafından takdirle karşılanmakta, yabancılar
güvenlik güçlerimizin bilgisine başvurmakta, güvenlik kuvvetlerimizin
eğitim imkânlarından faydalanması yönünde talepler yapmaktadır. Bütün
bunlar da güvenlik politikaları bakımından haklı bir gurur içerisinde
olmamızı gerektirmez mi?
ALİ RIZA BODUR (İzmir)
- Kendi başını deremeyen, gelin başı dermeye kalkarmış!
AZİZ AKGÜL (Devamla)
- Değerli milletvekilleri, bugüne kadar hukuka ve ahlaka uygun
başarılı bir şekilde çalışmış olan kahraman güvenlik personelimizi
takdir ediyorum, şehitlerimize Allah'tan rahmet diliyor, gazilerimize
de şükranlarımı arz ediyorum.
Konuşmamı, 3 Şubat
2007 tarihli, AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Sayın Recep Tayyip
Erdoğan'ın açıklamasında yer alan ifadeleri de hatırlatarak bitirmek
istiyorum: "Göreve geldiğimiz günden bu yana, bir olay hariç,
faili meçhul cinayet kalmamıştır. Dink cinayeti failini de otuz iki
saat içinde yakalayıp yargıya teslim ettik."
K. KEMAL ANADOL (İzmir)
- Babası ihbar etti.
AZİZ AKGÜL (Devamla)
- "Araştırmalarımız bununla kalmamış, 'bunun bağlantıları
olabilir' denilmiş, Hükûmetimiz bunun da üzerine gitmiştir. Şu anda
bu bitti mi? Bitmedi, bunların da üzerine gitmeye başladık. Ne gibi
yerlere gidiyorsa onların da takipçisiyiz ve yaptığımız olay şu:
Nereye ulaşıyorsa nereye kadar uzanıyorsa bunları deşeceğiz."
Hepinize saygılar
sunarım. (AK Parti sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum
Sayın Akgül.
Önerge üzerinde,
Hükûmet adına, İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu cevap verecekler. Sayın
Bakan söz istemişlerdir.
Buyurun. (AK Parti sıralarından
alkışlar)
Sayın Bakan, süreniz
yirmi dakikadır.
İÇİŞLERİ BAKANI ABDÜLKADİR
AKSU (İstanbul) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; konuşmama
başlamadan önce, yüce Meclisin siz değerli üyelerini saygıyla selamlıyorum.
Değerli arkadaşlar,
başta Bakanlık olarak, Emniyetimiz, Jandarmamız ve Sahil Güvenlik
personelimizle birlikte, yurdumuzun iç güvenliğini, asayişini
ve kamu düzenini sağlamak için çalışıyoruz ve her türlü tedbiri de
alıyoruz.
Değerli arkadaşlar,
Hükûmet olarak, teröre karşı olan mücadelemizi, bu konuda görevli
tüm kesimlerle koordinasyon ve iş birliği içerisinde, etkin ve kararlı
bir şekilde sürdürüyoruz.
Yine, Hükûmetimiz döneminde,
Terörle Mücadele Yüksek Kurulu, yeni bir konseptle kurumsal bir yapıya
kavuşturulmuş ve alınması gereken tedbirler en üst seviyede belirlenmeye
başlamıştır.
Hükûmetimizin iş başına
geldiği dönemde terör örgütleri sınır aşan çok uluslu bir karakter
sergilemeye başlamışlardı. 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika Birleşik
Devletleri'nde ve daha sonra sırasıyla İspanya, Londra, Mısır, İstanbul,
Ürdün ve Endonezya'da meydana gelen olaylar, terörün hangi boyutlara
ulaştığını göstermekteydi. Bakanlığım döneminde güvenlik kuvvetlerimizin
başarılı mücadeleleri neticesinde, önceki yıllara göre terör
olaylarının ivmesinin sürekli düştüğü, devamlı bir azalış trendinde
olduğu ve olayları önleme ve faillerin yakalanmasında güvenlik
güçlerimizin refleksinin arttığı da bir gerçektir.
2003 yılında, İstanbul'da,
sinagoglara, İngiltere Başkonsolosluğuna ve özel bir banka binasına
yönelik bombalı saldırıların failleri yirmi dört saat; 9 Mart 2004
tarihinde, İstanbul'da bulunan Hür ve Kabul Edilmiş Büyük Mason Locası
Derneğine yönelik saldırı olayının failleri iki günde; 24 Ekim
2004 tarihinde, Trabzon'da, McDonald's restoranda bomba atılması eylemini
gerçekleştiren fail olaydan çok kısa bir süre sonra; 5 Şubat 2006 tarihinde,
Trabzon'da, yine Santa Maria Kilisesi rahibi Andrea Santoro'nun silahlı
saldırı sonucu öldürülmesi olayının faili olaydan yirmi dört saat
sonra; 17 Mayıs 2006 tarihinde, Danıştay baskını olayının faili ve
iş birlikçileri hemen olay sonrası -ki, bunlar aynı zamanda 2006 Mayıs
ayında Cumhuriyet gazetesi binasına yapılan silahlı saldırının
da failleriydi- yakalanmış ve adalete teslim edilmişlerdi.
Görüldüğü üzere güvenlik
güçlerimiz suçluların büyük bir bölümünü kısa sürede yakalayıp
adalete teslim etmektedir. Ancak, 18 Aralık 2002 tarihinde Doktor
Necip Hablemitoğlu'nun öldürülmesi olayının aydınlatılmasına
yönelik özel bir ekip kurulmuş ve olayın çözümüne yönelik çalışmalar
da hassasiyetle sürdürülmektedir.
Bakanlığım döneminde
meydana gelen siyasi cinayet olaylarından, biri hariç, tamamının
failleri yakalanmış ve olaylar aydınlatılmıştır.
Güvenlik güçlerimiz
teröre karşı böylesine bir mücadele verirken diğer yandan da
Hükûmetimiz, terörle mücadele konusunda uluslararası iş birliğini
gerektiren birçok anlaşmaya da imza atmıştır. Bakanlığım döneminde,
uluslararası güvenlik iş birliği faaliyetleri kapsamında 25 ülkeyle
anlaşma, protokol, mutabakat zaptı ve toplantı tutanağı şeklinde
31 adet hukuki metin imzalanmıştır. Bu gerçekleştirdiğimiz iş birliği
sonucu, Avrupa Birliği, 2002 yılında DHKP/C, 2004 yılında PKK/KONGRA-GEL
ve İBDA-C terör örgütlerini; Amerika Birleşik Devletleri ise PKK
ve DHKP/C terör örgütlerini terör örgütleri listesine almıştır. (AK
Parti sıralarından alkışlar)
Yine, yaptığımız çalışmalar
sonucunda, terör örgütleri mensupları, dost ve komşu ülkelerde yakalanarak,
ülkemize iade edilmeye başlanmıştır. Bu çerçevede, 2002 yılından
bu yana, İran, Suriye, Irak, Yunanistan, Azerbaycan, Ukrayna ve Kazakistan'dan
toplam 177 terörist yakalanarak ülkemize teslim edilmiştir.
Emniyet teşkilatımızın
koordinesinde -bakın, burası çok önemli- DHKP/C terör örgütüne yönelik
olarak, İtalya, Hollanda, Almanya, Belçika ve ülkemizde eş zamanlı
olarak 1 Nisan 2004 tarihinde yapılan operasyon, müşterek operasyon
sonucu toplam 128 örgüt mensubu yakalanmış ve 65'i tutuklanmıştır.
Bu operasyonların önemli özelliği, ülkemizin uluslararası alanda
terör örgütlerine yönelik gerçekleştirdiği ilk operasyon olması
ve Bakanlığım döneminde gerçekleşmiş olmasıdır.
Yine, değerli arkadaşlar,
Bakanlığım döneminde çok sayıda bölücü terör örgütü mensubu etkisiz
hâle getirilmiş ve örgütün eylem stratejisi büyük ölçüde engellenmiştir.
Yine, söz konusu bölücü
terör örgütüne karşı 2004-2006 yılları arasında yapılan operasyonlar
neticesinde, silahlı ve bombalı saldırılar konusunda eğitim görmüş
toplam 168 terör örgütü mensubu yakalanmış ve böylece, örgütün,
muhtemel bombalama türü eylemleri de bu şekilde engellenmiştir.
Yurt içerisinde, güvenlik
güçlerimiz, bölücü, aşırı sol ve sağ ve dinî motifli terör örgütlerine
yönelik çok önemli operasyonları, yine, Hükûmetimiz döneminde gerçekleştirmiştir.
Yine, bu operasyonlar sonunda, 594'ü ölü, 70'i de yaralı olmak üzere
toplam 664 terörist etkisiz hâle getirilmiştir.
Sonuç olarak, terörle
mücadele alanında tüm güvenlik güçlerimiz ve yargı organlarımız,
bugüne kadar görülmediği şekilde, en üst düzeyde koordineli bir
iş birliği içerisinde çalışmaktadırlar.
Sayın Başkan, değerli
milletvekili arkadaşlarım; asayişin sağlanmasında en önemli kamusal
dinamiklerden birisinin de güvenlik tedbirlerinin sosyoekonomik
politikalarla desteklenmesi olduğuna inanıyoruz. Huzur ve asayişin
temini yalnızca bir polisiye sorun değildir. Elbette, öncelikli
olarak asayişin korunması ve huzurun temin edilmesi güvenlik güçlerimizin
işidir. Ancak, suç ve suçluluk birer sosyal hadisedir. Suç işlenmesinin
arkasındaki sosyal, kültürel, psikolojik ve ekonomik sebeplerin
bir arada düşünülüp değerlendirilmesi gerekmektedir. Nitekim,
biz, Hükûmet olarak meseleyi böyle görüyoruz; bunun için de kısa, orta
ve uzun vadeli olarak ele aldık ve çalışmaları da bu kapsamda yürütüyoruz.
Değerli arkadaşlar,
suç oranları ile ekonomik sorunlar arasında doğrudan bir bağlantı
vardır. Hükûmetimiz, ekonomik sorunların zirvede olduğu 2001 krizinden
hemen sonra işbaşına gelmiştir. 2001 krizi ekonomide önemli bir daralmanın
yaşandığı ve işsizlikte ciddi artışların olduğu bir dönemdir. İşsizlik
ve ekonomik krizi takip eden yıllarda suç oranlarında da ciddi bir
patlama görülür. Ülkemizde de önceki hükûmetlerin ihmalleri ve gerekli
adımları zamanında atmamış olmaları nedeniyle Hükûmetimize büyük
sorunlar yumağı miras olarak bırakılmış, onların hatalarının bir
yansıması olarak suç istatistiklerinde de kısmi bir artış olabilmiştir.
Dolayısıyla, Hükûmetimiz, önceki hükûmetlerin neden olduğu ekonomik
sorunların tetiklediği suçu artırıcı ortam ile de mücadele etmek
zorunda kalmıştır.
Sayın Başkan, değerli
milletvekili arkadaşlarım; Türkiye hızlı bir toplumsal değişim
ve dönüşüm sürecindedir. Önceleri Ceza Yasası'nda dahi tanımlanmamış
eylemler bugün suç olarak tanımlanmakta ve ilgililer hakkında yasal
işlem yapılmaktadır. Özellikle bilişim sektöründe -ki, bugün, Sayın
Genel Başkanımız, Grup toplantısında, bu konu üzerinde çok tafsilatlı
bilgiler de verdiler- meydana gelen gelişmeler, kredi kartı dolandırıcılığı,
İnternet yoluyla yapılan dolandırıcılıklar, hırsızlıklar, çocuk
pornosunun dijital teknolojiyle yayılması ve bunun gibi suç türleri,
teknolojik değişime bağlı olarak yeniden tanımlanmış suç türleridir.
İşte bu nedenlerle, özellikle gençlerimizin İnternet aracılığıyla
işlenen sanal suçlardan, bilgi kirliliğinden ve elektronik ortamdaki
tüm olumsuzluktan korunması da… Bunları içeren yasa tasarısı
Hükûmetçe hazırlanarak Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına
sunulmuştur. Bunlara paralel olarak da güvenlik teşkilatlarımızda
yeni birimler kurdurulmuş ve bu tür suçlarla mücadele başarılı
bir şekilde de sürdürülmektedir. Yeni tanımlanan bu suç türleri,
doğal olarak suç oranlarını da artırmaktadır.
Değerli arkadaşlar,
suç ve suçlu ile mücadele, toplumun tüm kesimlerinin birlikte yapması
gereken bir mücadeledir. Dünyadaki uygulamalar göstermektedir
ki, kurumlar, toplumsal destek ve iş birliği olmaksızın ülkelerinin
güvenlik sorunlarını tek başlarına çözemezler. İşte, Bakanlığımız,
bu anlamda birçok sivil toplum örgütüyle iş birliğine gitmiş ve çok
olumlu sonuçlar sağlanmıştır.
İktidarımız döneminde,
demokratikleşme ve vatandaşlarımız ile güvenlik güçlerimiz arasındaki
güven bağının güçlenmesi sonucu, daha önceden mağduru olduğu bir
suç nedeniyle karakola veya adli makamlara gitmekten tereddüt
eden mağdurlar ve yakınları, son dönemdeki büyük değişimle, sağladığımız
güven ortamından aldığı güçle, karşı karşıya kaldıkları, mesela,
tecavüz, aile içi şiddet ve cinsel suç gibi saldırıları güvenlik
güçlerimize artık bildirebilmektedirler. Bu, bildirimlerde, dolayısıyla,
suç istatistiklerinde de yerini almaktadır.
Çocuk pornosu, aile
içinde çocuklara taciz ve cinsel saldırı suçlarının kamuoyuna son
günlerde yansımasının nedeni, suçta yaşanan bir artıştan ziyade,
zaten geçmişte var olan bu suçların Bakanlığımızca tespiti ile cesurca
ve sorumluluk bilinciyle üzerine gidilmesinden de birazcık kaynaklanmaktadır.
Bakanlığım döneminde,
özellikle, şiddet gören ve tacize uğrayan kadınların ve çocukların
korunmasına da özel bir önem verilmiştir. Yukarıda zikrettiğim bu
suç türlerinin üzerine gitmiş olmamızla birlikte, doğal olarak, bu
suçlara ilişkin veriler de istatistiklerde yer almaktadır.
Değerli arkadaşlar,
gensoru önergesini veren arkadaşlarıma soruyorum: Bir ülkede
gerçekten kargaşa varsa, o ülkeye milyarlarca dolarlık yabancı
sermaye gelir mi? Ülkenin borsası yükselir mi? Para birimi değer
kazanır mı? Ülkede enflasyon tarihinin en düşük düzeylerine, tek
haneli rakamlara kadar iner mi? Eğer Türkiye bugün ekonomik bir atılım
içindeyse, yabancı yatırımcılar büyük bir ilgisini Türkiye'ye yönlendirmişse,
bu, Türkiye'mizin güvenli bir ülke olduğunun da açık bir göstergesidir.
Bakın arkadaşlar, ülkemizin
nasıl güvenli bir ülke olduğunu gösteren rakamları, biraz önce konuşan
arkadaşımız, Grubumuz adına konuşan arkadaşımız verdi, ben onlara
girmeyeceğim. Onun için, arkadaşlarıma diyorum ki, geliniz, artık,
yabancıların da gördüğü, ekonomi dâhil tüm alanlarda başarılı ve
güvenli olduğumuz gerçeğini artık kabul edin.
Sayın Başkan, değerli
milletvekili arkadaşlarım; vatandaşlarımızın huzur ve güvenliğini
temin eden güvenlik güçlerimizin sayısı da, suç ve suçlu ile mücadelenin
en önemli unsurlarından biridir. İktidara geldiğimiz tarihte polis
sayısı, olması gereken sayının çok altında idi ve gelişmiş ülkelerle
kıyaslanmayacak kadar düşüktü. Özellikle, İstanbul gibi bazı şehirlerimizde,
kişi başına düşen güvenlik görevlisi sayısı, âdeta suçlulara cesaret
verecek bir orandaydı.
Bizden önceki iktidar
döneminde, dokuz aylık eğitimle, yılda yaklaşık 10 bin polis memuru
kadroya katılırken, polis okulları kapatılarak, büyük bir kısmı,
polis meslek yüksekokullarına dönüştürülmüş. Polisin eğitim seviyesinin
artırılması bakımından olumlu, ancak polis sayısında muazzam bir
düşüş, yarı yarıya, 10 binden 4.500'e düşmüş ve 2002 yılı içerisinde
de hiç polis memuru mezun vermemiştir.
İşte, biz, bunu telafi
etmek için bütün gayretimizle yeni polis meslek yüksekokulları açtık,
dört yıllık fakülte, yüksekokul mezunlarına altı aylık yoğun eğitimle
polis olabilme imkânı getirdik ve sonuçta: İktidara geldiğimizde,
yılda ortalama 4.500 polis adayı kadroya katılırken, 2006 yılında
bu 11 binin üzerine çıkmıştır, 2007 yılı sonu itibarıyla da, inşallah,
17 binin üzerine çıkmış olacaktır.
Sayın Başkan, değerli
arkadaşlar; bir taraftan polis açığının kapatılması için tedbirler
geliştirirken, diğer yandan da bilişim ve iletişim teknolojilerini
en üst seviyede kullanarak, alan hâkimiyetinin sağlanmasını, dolayısıyla
suç ve suçlu ile daha iyi mücadele etmeyi de amaçlıyoruz.
Güvenlik güçlerimiz,
suçlulukla mücadelede etkinliği artırmak için bilişim teknolojilerini
de kullanarak çeşitli projeler yürütmektedirler. Bu maksatla, mobil
iletişim teknolojisinin kamu hayatındaki önemi doğrultusunda
olaylara en kısa süre içerisinde müdahale etmek, kişi hak ve hürriyetlerini
ön planda tutarak, vatandaşımıza en hızlı ve iyi hizmet sunma gibi
hedeflerimiz çerçevesinde, bildiğiniz gibi, 2005 yılında İstanbul
ilinde faaliyete geçirdiğimiz MOBESA Projesi'ni, şimdi, diğer illerimize
de yaygınlaştırmak için çalışmalarımızı sürdürüyoruz. 2007 yılı
Ocak ayı sonu itibarıyla, 34 il ve 14 ilçe olmak üzere, toplam 46 birimimizde
MOBESA Projesi'nin keşif ve projelendirme çalışmaları tamamlanmış,
birçoğunda ihale safhasına gelmiştir.
Yine, polisimizin,
Polis Bilgi Sistemi POLNET Projesi'ni de 2006 yılında…
(Mikrofon otomatik
cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Bakan,
lütfen toparlar mısınız.
Buyurun.
İÇİŞLERİ BAKANI ABDÜLKADİR
AKSU (Devamla) - Tamam.
…tüm emniyet birimlerini
kapsayacak şekilde yaygınlaştırdık. Suç Analiz Projesi kapsamınca,
Suç Analiz Merkezini faaliyete geçirdik. Suçun daha oluşmadan önlenmesini
amaçlayan Toplum Destekli Polislik Projesi'ni başlattık.
Yine, Jandarmamız,
"JEMUS" olarak isimlendirdiğimiz Jandarma Entegre Muhabere
ve Bilgi Sistem Projesi'ni tüm jandarma teşkilatımıza yaymak için
büyük bir atılım başlattık ve yine, jandarma bölgesinde işlenen suçların
yerleri, zamanları, yoğunlaşma dönemleri ve hassas bölgelerin belirlenmesiyle,
önleyici kolluk faaliyetlerinin etkin şekilde yürütülmesi maksadıyla
bilgisayar destekli Suç Haritalarının Oluşturulması ve Suç Analizlerinin
Yapılması Projesi'yle, Kimlik Bildirim Sistem Projesi'ni de jandarmada
devreye soktuk.
Yine, Sahil Güvenlik
Komutanlığımızın, görevlerini en iyi şekilde icra etmesi maksadıyla
da Mobil Radar Temini Projesi'ni devreye aldık.
Tüm bu çalışmaların
yanında, aynı zamanda, güvenlik birimlerimizin, araç, gereç, ekipman
ihtiyaçlarının karşılanmasıyla, hizmet binaları ve lojman ihtiyaçlarının
-bilhassa bu çok önemlidir- bilhassa Doğu, Güneydoğu Anadolu Bölgemizde
bu ihtiyaçların giderilmesi konusunda da önemli adımlar attık,
ciddi mesafeler aldık. (AK Parti sıralarından alkışlar)
Sayın Başkan, değerli
milletvekili arkadaşlarım; örgütlü suçların, mücadele edilmediği
takdirde ülke ekonomisine zarar verdiği, ticari faaliyetleri engellediği,
kanun hâkimiyetini zedeleyerek devlete olan güveni sarstığı, vatandaşlarımızın
huzur ve güvenliğiyle beden ve ruh sağlığını bozduğu da bilinen
bir gerçektir. İşte bu nedenle, İçişleri Bakanı olarak göreve başladığım
tarihten itibaren bu konuya da özel bir önem verdim. Ayrıca, hepinizin
bildiği gibi, insan ticareti, fuhuşla mücadele, uyuşturucu ticareti
de bugün toplum için utanç kaynağı olmaya devam etmektedir, bunlarla
da amansız bir mücadele yürütmekteyiz.
Güvenlik güçlerimiz,
gerek uluslararası terörizm, gerek yasa dışı göç ve insan ticareti,
gerekse uyuşturucu ticareti konularında çok başarılı bir mücadele
vermektedirler.
Şunu iftiharla söyleyeyim
ki, 2003, 2004, 2005, 2006 yılları, uyuşturucu, insan ve silah kaçakçılığıyla,
organize suçlarla mücadele açısından cumhuriyet tarihimizin en
başarılı yıllarından olmuştur. (AK Parti sıralarından alkışlar)
Uyuşturucu madde kaçakçılığına
karşı yapılan mücadele sonucu, rekor seviyede yakalamalar gerçekleştirilmiş
ve ulusal ve uluslararası seviyede faaliyet gösteren uyuşturucu
madde kaçakçılığı organizasyonları, çeteleri de çökertilmiştir.
(AK Parti sıralarından alkışlar)
Bakınız, sadece çok
büyük parti yakalamalardan bahsetmek istiyorum. Güvenlik güçlerimiz,
5 Kasım 2003'te 617 kilo eroin, 26 Ocak 2004'te 1 ton 4 kilo eroin, 29
Mart 2004'te 4 ton 910 kilo baz morfin, 21 Ekim 2005'te 1 ton 51 kilo eroin
olmak üzere… Bunlar, muhtelif tarihlerde ve tek seferde yakalanan
önemli miktarda uyuşturuculardır. Son dört yıl içerisinde gerçekleştirilen
22.339 operasyonda 48.145 şahıs yakalanmış ve değişik cinslerden toplam
59.618 kilogram uyuşturucu elde edilmiştir. (AK Parti sıralarından
alkışlar)
Ayrıca, son olarak,
Kapukule gümrük alanı içerisinde de, geçtiğimiz günlerde -9 ve 12
Şubat 2007 tarihlerinde- bir parti 564, bir parti de 202 kilo olmak
üzere, toplam 766 kilo da eroin yakalanmıştır. Güvenlik güçlerimiz…
(Mikrofon otomatik
cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Bakan,
buyurun.
İÇİŞLERİ BAKANI ABDÜLKADİR
AKSU (Devamla) - Biraz da sorulara da cevap verecektim, müsaade
ederseniz, biraz sonra, bazı arkadaşlarımızın şeyleri oldu.
Yalnız, bu uyuşturucuyla
mücadele konusundaki başarıları, İçişleri Bakanı olarak ben söylemiyorum,
uluslararası kuruluşların raporlarında bu, açık ve net bir şekilde
belirtiliyor. Bakın, 2005 Avrupa Birliği İlerleme Raporu'nda, ülkemizin,
sadece kişileri tutuklamak yerine kaçakçılık şebekelerini çökertmeyi
hedefleyen, daha gelişmiş soruşturma teknikleri kullanmaya başladığı
da belirtilmiştir.
Yine, öte yandan, aynı
raporlara göre 2003-2006 yılları arasında da biz, ayrıca organize
suç örgütlerine yönelik olarak da amansız bir mücadele verdik.
1.007 operasyon gerçekleştirildi organize suç örgütlerine karşı.
SÜLEYMAN SARIBAŞ (Malatya)
- Bize de ek süre vereceksin değil mi Sayın Başkan.
İÇİŞLERİ BAKANI ABDÜLKADİR
AKSU (Devamla) - Bakın, insan ticareti önlenmesi kapsamında, sadece
son üç ay içerisinde 11 ilimizde gerçekleştirilen projeli operasyonlar
neticesinde, fuhuş amaçlı çalıştırılan toplam 161 bayan ile bu işlerin
organizatörü olan organize suç örgütü elemanı 188 insan taciri
yakalanmıştır.
Geriye doğru son dört
yıllık icraatlarımızı göz önüne getirirsek, gösterişsiz, etkili
ve amansız bir suç ve suçlu ile mücadele yöntemini benimsediğimiz
hemen görülecektir. İktidarımız döneminde şov yapmadan, gerçekçi
tedbirler alınarak çetelerle ciddi mücadele edilmiştir.
Gerçekleştirilen
projeli operasyonlar neticesinde, ulusal ve uluslararası alanda
faaliyet gösteren çok sayıda organize suç örgütü çökertilmiştir.
(AK Parti sıralarından alkışlar) Bugün kendini organize suç örgütü
başı olarak lanse eden bir kişi bile dışarıda değil, göremezsiniz,
rastlayamazsınız.
ÖMER ABUŞOĞLU (Gaziantep)
- Yenileri türedi Sayın Bakan, yenilerinden haber ver.
İÇİŞLERİ BAKANI ABDÜLKADİR
AKSU (Devamla)- Bundan sonra da tüm yasa dışı faaliyetlere karşı
olan mücadelemiz kesintisiz bir şekilde devam edecektir. (AK Parti
sıralarından alkışlar)
Müsaadenizle, biraz
da son, İstanbul'daki müessif olaydan bahsederek konuyu tamamlamaya
çalışacağım. Bildiğiniz gibi, 19 Ocak 2007 tarihinde öldürülen gazeteci-yazar
Hrant Dink'in katil zanlısı yirmi dört saat sonra tespit edilmiş
-eşkâli ve kim olduğu- olaydan otuz iki saat sonra da yakalanmıştır.
Olay, gensoru önergesinin
gerekçesindeki tüm hususlar ve iddialar da dâhil olmak üzere, bütün
yönleriyle adli yönden cumhuriyet savcılarımız tarafından soruşturulurken,
idari yönden ve disiplin yönünden de görevlendirdiğimiz müfettişlerimiz
çalışmalarını sürdürmektedirler. Yürütülen soruşturmalar çerçevesinde,
kanunların gerektirdiği her şey yapılmaktadır. Kimin ihmali varsa,
kimin suçu varsa kanunlar nezdinde hak ettikleri cezaya çarptırılacaklarından
hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Olayın başından itibaren, sorumlu
bir Bakan olarak, bu menfur olayın üzerine kararlılıkla gidileceğini,
olayın, zaman, mekân, şahıs, kurum, bütün boyutlarıyla açığa kavuşturulması
ve sorumlularının tespiti için gerekeninin yapılacağını açıkladım.
Bu çerçevede, müfettişlerimiz ve yargı görevine devam ediyor.
Değerli arkadaşlarım,
değerli milletvekilleri; olayın başlangıcından bugüne kadar cumhuriyet
savcılarımız, güvenlik güçlerimiz ve müfettişlerimizce yapılan
tüm çalışmalar, hukuki zeminde sabırla ve dikkatle yürütülürken,
bütün bu çalışmaları ve gelişmeleri göz ardı ederek, âdeta başka
bir gezegende yaşıyormuşçasına olaylardan bihaber bir şekilde,
güvenlik güçlerimizin, adli organlarımızın insafsız bir ölçüde
eleştirilmelerini kabullenmemiz mümkün değildir.
MEHMET ZİYA YERGÖK (Adana) - Uzayda yaşıyorsun
sanki!
İÇİŞLERİ BAKANI ABDÜLKADİR AKSU (Devamla)
- Yine, maalesef, güvenlik teşkilatlarımız aleyhine açıklamalarda
bulunarak…
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Bakan, lütfen… Teşekkür
için açıyorum Sayın Bakan.
İÇİŞLERİ BAKANI ABDÜLKADİR AKSU (Devamla)
- Hayır, bunu bir tamamlayayım, bu güvenlik güçlerimizle ilgili…
BAŞKAN - Sayın Bakan, on dakika fazla
süre verdim, lütfen. (AK Parti sıralarından "konuşsun, konuşsun"
sesleri)
MAHFUZ GÜLER (Bingöl) - Anlatsın Sayın
Başkan, cevap veriyor.
MUSTAFA ÖZYÜREK (Mersin)
- Tamamlasın, tamamlasın Bakan, bakalım ne söyleyecek?
BAŞKAN - Bir saniye
sayın milletvekilleri…
İÇİŞLERİ BAKANI ABDÜLKADİR
AKSU (Devamla) - Ama, bütün iddialara cevap veriyorum.
BAŞKAN - Sayın Bakan,
buyurun siz.
İÇİŞLERİ BAKANI ABDÜLKADİR
AKSU (Devamla) - Peki.
MUSTAFA ÖZYÜREK (Mersin)
- Esas konuya yeni geldi, biraz daha konuşsun bakalım.
İÇİŞLERİ BAKANI ABDÜLKADİR
AKSU (Devamla) - Yine, maalesef, güvenlik teşkilatlarımız aleyhine
açıklamalarda bulunarak kurumlarımız arasında bir çatışma, çekişme
var olduğu görüntüsünü yaratmak ve yaymak isteyenler var. Bazı çevrelerin
teyit edilmemiş ve dedikodu niteliğindeki bilgileri gerçekmiş
gibi sunmaları, bu güzide kurumlarımızı ve bizleri üzmektedir,
incitmektedir. Gerek emniyet gerek jandarma ve gerekse sahil güvenlik
teşkilatlarımız, ülkemizin birliği, bütünlüğü, beraberliği ile
milletimizin huzur ve asayişi için, kardeş kuruluşlarla sırt sırta,
omuz omuza geçmişte birlikte yaptıkları çalışmaları, aynı duygu
ve düşüncelerle, bundan sonra da devam ettirecekler… (AK Parti sıralarından
alkışlar) Milletimizin emniyet
ve asayişinin sağlanması yolundaki hedefe birlikte yürüyecekler.
Şunu da herkesin bilmesini
istiyorum ki, bu kurumlarımızı birbirine düşürmeye matuf hareketlere
kesinlikle izin vermeyeceğiz. (AK Parti sıralarından "Bravo"
sesleri, alkışlar) Bu kurumlarımız, cumhuriyetimizin teminatı
olarak dimdik ayaktadırlar.
Değerli arkadaşlar,
kurumlarımızda, sayıları parmakla gösterilecek kadar az sayıdaki
personelin hatalarını ve amacını aşan davranışlarını, âdeta, bir
kurum politikasıymış gibi lanse edilme çalışması da vahim bir hatadır.
Bunu kendilerine siyasi malzeme yapanları da şiddetle kınıyorum.
(AK Parti sıralarından alkışlar) Özellikle, bu güzide anayasal kurumlarımızı
suçlayan, bu şekilde politika yapan, kadrolaşma ve ayrışma gibi,
gerçeklerle bağdaşmayan ifadeler sarf etmek suretiyle kaos ortamı
yaratmaya, milletimizin kafasını karıştırmaya çalışanları…
FERİDUN FİKRET BALOĞLU
(Antalya) - Sizin kafanız karışık!..
İÇİŞLERİ BAKANI ABDÜLKADİR
AKSU (Devamla) - …ve bundan medet
umanları aziz milletimiz çok iyi bilmektedir ve bunlara, gerekli cevabı
her zaman vermektedir. Yakın siyasi tarihimiz de bunun ibret dolu
örnekleriyle doludur. (AK Parti sıralarından "Bravo" sesleri,
alkışlar)
Sonuç olarak, Türkiye'nin
hukuk devleti olduğu gerçeğini göz ardı etmeyelim. Tüm iş ve işlemlerin
Anayasa ve kanunlarımız çerçevesinde yürütüldüğünü ve yargı denetimine
açık olduğunu sakın, ama sakın, aklımızdan asla çıkarmayalım.
FERİDUN FİKRET BALOĞLU
(Antalya) - Siz de çıkarmayın...
İÇİŞLERİ BAKANI ABDÜLKADİR
AKSU (Devamla) - Çünkü, bu kurumların hepsi, her zaman, herkese lazımdır.
Değerli arkadaşlarım,
şimdi, Müsteşarımla ilgili, terfilerle ilgili çok şeyler söylediler.
Sayın Başkanım, müsaade ederseniz, bir cümleyle...
MUSTAFA ÖZYÜREK (Mersin)
- Sayın Başkan, o zaman bize de söz hakkı verecekseniz, devam etsin...
İÇİŞLERİ BAKANI ABDÜLKADİR
AKSU (Devamla) - Benim Müsteşarımla ilgili Cumhurbaşkanlığına
hiçbir kararname gönderilmemiştir. (AK Parti sıralarından alkışlar)
Müsteşar, İçişleri Bakanlığı Teşkilat Kanunu'nun bana verdiği yetkiye
dayanarak önce Müsteşar Muavini, daha sonra da yine o Kanun'un bana
verdiği yetkiye dayanarak Müsteşar olarak çalıştırdım... (AK Parti
sıralarından alkışlar)
MUSTAFA ÖZYÜREK (Mersin)
- Niye kararname çıkarmıyorsunuz?
İÇİŞLERİ BAKANI ABDÜLKADİR
AKSU (Devamla) - Yine, Sayın Cumhuriyet Halk Parti Sözcüsü Arkadaşımın
kadrolaşmayla ilgili söylemlerinin hiçbirini tasvip etmiyorum.
FERİDUN FİKRET BALOĞLU (Antalya) - Yapmasaydın
o zaman...
İÇİŞLERİ BAKANI ABDÜLKADİR
AKSU (Devamla) - Bunları defalarca sordu, defalarca cevabını verdim;
yazılı verdim, sözlü verdim. Ama, şimdi, bakın değerli arkadaşlarım,
çok güzel bir söz var, güzel bir atasözü: Dinime küfreden, bari Müslüman
olsa. (AK Parti sıralarından alkışlar) Şimdi kadrolaşmadan bahsediyorlar.
Değerli arkadaşlarım, bir tek örnek vereceğim, kendi yaşadığım bir
örnek. Ben şu anda İçişleri Bakanıyım, ama, teröre de hedef olmuş
bir arkadaşınızım. Rahmetli Hamit Fendoğlu'na gönderilen bombanın
aynısı da bana gönderilmişti. Bomba patladı, Hamido, gelini, torunları
vefat etti. Ben inanıyorum ki, o zamanki Hükûmetin Başkanı rahmetli
Sayın Ecevit çok üzülmüştür, o zamanki İçişleri Bakanı da üzülmüştür,
o zaman bakan olan Sayın Genel Başkan da üzülmüştür, ama, İçişleri Bakanı
istifa etmemişti. Aksine, bakın...
(Mikrofon otomatik
cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Bakan,
lütfen...
İÇİŞLERİ BAKANI ABDÜLKADİR
AKSU (Devamla) - Son sözümü söylüyorum.
BAŞKAN - Lütfen Sayın
Bakan...
Buyurun.
İÇİŞLERİ BAKANI ABDÜLKADİR
AKSU (Devamla) - Değerli arkadaşlarım, kadrolaşma dediniz, bir örnek
veriyorum: Ben, 1'inci sınıf 1'inci derece Malatya Emniyet Müdürü
olarak Kahramanmaraş Vali Vekilliğinden o dönem alınıyorum, Adıyaman
Emniyet Şube Müdür Muavinliğine tayin oluyorum. İşte kadrolaşmanın
daniskası! (AK Parti sıralarından alkışlar)
Hepinize saygılar
sunuyorum, sağ olun, var olun. (AK Parti sıralarından "Bravo"
sesleri, alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum
Sayın Bakan.
ÖMER ABUŞOĞLU (Gaziantep)
- Sayın Başkan…
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri,
bir saniye…
Sayın Abuşoğlu, buyurun.
ÖMER ABUŞOĞLU (Gaziantep)
- Sayın Başkan, Sayın Bakan konuşmasında "önerge sahiplerine
soruyorum" diyerek soru yöneltmiştir şahsıma. Bunu cevaplandırmak
üzere, 69'uncu maddeye göre söz istiyorum.
BAŞKAN - Tüzük'te böyle
bir usul yok Sayın Abuşoğlu, lütfen.
ÖMER ABUŞOĞLU (Gaziantep)
- Sayın Başkan, Sayın Bakanın kendisi sormuştur bana, o sorunun cevabını
vermem lazım.
BAŞKAN - Bir saniye
Sayın Abuşoğlu, yok böyle bir şey.
Buyurun Sayın Anadol.
K. KEMAL ANADOL (İzmir)
- Sayın Başkan, Sayın Bakan… (AK Parti sıralarından gürültüler)
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri,
bir saniye… Lütfen…
K. KEMAL ANADOL (İzmir)
- Sayın Bakan partimizi kast ederek, birtakım yanlışlıklar yapmıştır.
MAHFUZ GÜLER (Bingöl)
- İsim vermedi.
K. KEMAL ANADOL (İzmir)
- Merhum Hamido öldürüldüğü vakit, merhum Ecevit Başbakan değildi.
Bu dizi yanlışları sürdürdü ve Cumhuriyet Halk Partisine gönderme
yaparak "Dinime küfreden bari Müslüman olsa." dedi. Bu,
açık sataşma.
BAŞKAN - Sayın Anadol,
konu anlaşılmıştır. Sayın Bakan savunma yaparken cevap vermiştir.
Teşekkür ediyorum.
İçişleri Bakanı Abdülkadir
Aksu hakkında (11/8) esas numaralı gensoru önergesinin gündeme alınıp
alınmayacağı hususundaki görüşmeler tamamlanmıştır.
Şimdi, gensoru önergesinin
gündeme alınıp alınmayacağı hususunu oylarınıza sunacağım.
Gensoru önergesinin
gündeme alınmasını kabul edenler… Kabul etmeyenler… Gensoru önergesinin
gündeme alınması kabul edilmemiştir. (AK Parti sıralarından alkışlar)
Birleşime on dakika
ara veriyorum.
Kapanma Saati: 17.55
ÜÇÜNCÜ OTURUM
Açılma Saati: 18.09
BAŞKAN: Başkan Vekili Sadık YAKUT
KÂTİP ÜYELER: Yaşar TÜZÜN (Bilecik), Ahmet Gökhan
SARIÇAM (Kırklareli)
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri,
Türkiye Büyük Millet Meclisinin 62'nci Birleşimi'nin Üçüncü Oturumu'nu
açıyorum.
Gündemin "Genel
Görüşme ve Meclis Araştırması Yapılmasına Dair Öngörüşmeler"
kısmına geçiyoruz.
Alınan karar gereğince,
bu kısmın 286'ncı sırasında yer alan, Tekirdağ Milletvekili Mehmet
Nuri Saygun ve 30 milletvekilinin, küresel ısınma konusunun araştırılarak
alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla; 338'inci sırasında
yer alan, Ankara Milletvekili Yakup Kepenek ve 59 milletvekilinin,
küresel ısınmanın ülkemizdeki etkilerinin araştırılarak alınması
gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla ve 356'ncı sırasında yer
alan, Gaziantep Milletvekili Fatma Şahin ve 20 milletvekilinin, küresel
ısınmanın neden olduğu sorunların ve oluşturduğu riskin araştırılarak
alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla Anayasa'nın
98'inci, İç Tüzük'ün 104 ve 105'inci maddeleri uyarınca bir Meclis
araştırması açılmasına ilişkin önergelerinin birlikte yapılacak
ön görüşmesine başlıyoruz.
2.- Tekirdağ Milletvekili Mehmet Nuri Saygun ve
30 milletvekilinin, küresel ısınma konusunun araştırılarak alınması
gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla Meclis araştırması açılmasına
ilişkin önergesi (10/351)
3.- Ankara Milletvekili Yakup Kepenek ve 59 milletvekilinin,
küresel ısınmanın ülkemizdeki etkilerinin araştırılarak alınması
gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla Meclis araştırması açılmasına
ilişkin önergesi (10/399)
4.- Gaziantep Milletvekili Fatma Şahin ve 20 milletvekilinin,
küresel ısınmanın neden olduğu sorunların ve oluşturduğu riskin
araştırılarak alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla
Meclis araştırması açılmasına ilişkin önergesi (10/417)
BAŞKAN - Hükûmet? Yerinde.
Meclis araştırması
önergeleri, Genel Kurulun 29/3/2006 tarihli 81'inci, 30/11/2006 tarihli
26'ncı, 23/01/2007 tarihli 53'üncü Birleşimlerinde okunduğundan, tekrar
okutmuyorum.
İç Tüzük'ümüze göre
Meclis araştırması açılıp açılmaması hususunda sırasıyla, Hükûmete,
siyasi parti gruplarına ve önergelerdeki birinci imza sahibine
veya onların göstereceği bir diğer imza sahibine söz verilecektir.
Konuşma süreleri,
Hükûmet ve gruplar için yirmişer dakika, önerge sahipleri için onar dakikadır.
Şimdi, söz alan sayın
üyelerin isimlerini okuyorum: (10/351, 399, 417) esas numaralı Meclis
araştırması önergelerinin ön görüşmesi üzerinde söz isteyen, Osman
Pepe, Çevre ve Orman Bakanı; Cumhuriyet Halk Partisi Grubu adına Rasim
Çakır, Edirne Milletvekili; Anavatan Partisi Grubu adına Züheyir
Amber, Hatay Milletvekili; AK Parti Grubu adına Adem Baştürk, Kayseri
Milletvekili.
Önerge sahipleri: Canan
Arıtman, İzmir Milletvekili; Yakup Kepenek, Ankara Milletvekili;
Fatma Şahin, Gaziantep Milletvekili.
İlk söz, Hükûmet adına
Osman Pepe, Çevre ve Orman Bakanı.
Buyurun Sayın Bakan.
(AK Parti sıralarından alkışlar)
Sayın Bakan, süreniz
yirmi dakikadır.
ÇEVRE VE ORMAN BAKANI
OSMAN PEPE (Kocaeli) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bugün,
dünyamızın artık değişmeyen bir gündem maddesi var. Değişmeyen bu
gündem maddesi, küresel ısınma ve iklim değişikliği. Bu, sadece bilimsel
toplantılarda tartışılan, müzakere edilen, bununla alakalı sivil
toplum örgütlerinin, sadece entelektüellerin tartıştığı bir konu
olmaktan çıkıp, geniş kitlelerin, dünyadaki bütün hükûmetlerin gündemini
oluşturan bir konu hâline gelmiştir. Öncelikle, Meclisimize böyle
bir önemli konuda bir araştırma komisyonu kurulması talebiyle verilmiş
olan önergelerden dolayı değerli milletvekili arkadaşlarımı kutluyorum.
Biz, Hükûmet olarak, bakanlıklar olarak bu konuyla alakalı tavrımızı,
kararlılığımızı, bugüne kadar yapmış olduğumuz pek çok uluslararası
ve ulusal etkinliklerimizle ortaya koymuşuz.
Biliyorsunuz, bu konuyla
alakalı, en son, 6 Şubat 2006 tarihinde üç bakan olarak, Bakanlığımızda,
ortak bir toplantıyla, ülkemizin küresel ısınma ve iklim değişikliğiyle
alakalı şu andaki fotoğrafı nedir, ilgili kurum ve kuruluşlar bu
konuyla alakalı olarak neler yapıyorlar ve neler yapmaları gerekir…
Elbetteki, bu ve bundan önce yapılan toplantılar, bizim, öncelikli
olarak ülkemizde bir kamuoyu duyarlılığı oluşturma noktasında ortak
bir hedefe doğru, ortak politikalarla yürümemiz noktasında, bir
noktada, bir durum tespiti yapmak ve kamuoyunun hassasiyetini, ilgi
ve alakasını bu noktaya çekmek istedik. Bunu da belli ölçüde gerçekleştirdiğimizi
düşünüyorum.
Tabii, öncelikli olarak,
toplantılarımızın tam odak noktasında olan Türkiye'de suyun daha
etkin kullanılması… Çünkü, küresel ısınmanın, iklim değişikliğinin
en fazla etkileyecek olduğu kaynak su kaynaklarıdır. Elbette ki,
küresel ısınmanın toprak, su ve havayla alakalı olumsuz olarak etkilediği
hususlar vardır, ama, hayatın başladığı ve hayatın da sürmesi için
olmazsa olmaz olan su, küresel ısınmanın en çok etkilemiş olduğu husustur.
Bu toplantımızda, yani,
6 Şubatta yapmış olduğumuz toplantıda Çevre ve Orman Bakanlığı,
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ve Tarım Bakanlığı olarak… Çünkü,
bu iki bakanlık, ülkedeki su kaynaklarıyla alakalı en büyük tasarrufu
olan iki bakanlık ve bu işin koordinasyonu noktasında da bizim Bakanlığımızın
ortak sorumlulukları var.
Biz, Bakanlık olarak,
değerli milletvekilleri, sadece 6 Şubattaki yapmış olduğumuz
toplantıyla değil, 3-4 Eylül 2004 tarihinde Uluslararası Ankara
İklim Konferansı'yla ilk olarak bu konuyla alakalı ağırlıklı bir şekilde
Türkiye'nin gündemine bu konuyu taşıdık ve hepinizin bildiği gibi,
İklim Değişikliği Koordinasyon Kurulu marifetiyle, ki, bu Koordinasyon
Kurulu bizim Bakanlığımızın başkanlığında toplanan 100'ün üzerinde
bilim adamının, üniversitelerin, sivil toplum örgütlerinin, meslek
kuruluşlarının, bütün bakanlıklardaki ilgili birimlerin tamamının
katılmış olduğu bir toplantıyla Türkiye Birinci Ulusal Raporu'nu
hazırladı. İklim Değişikliği Sekreteryasına bu raporu sunduk.
Bu birinci raporda, Türkiye şu andaki durumun fotoğrafını çekiyor
ve şu anda Türkiye ne durumdadır, Türkiye hangi kurumuyla, hangi
adımları atmak durumundadır, bunlar, bu Birinci Ulusal Rapor'da yer
alan hususlardır.
Tabii, bu arada, Paris'te
bundan kısa bir süre önce IPCC'nin yapmış olduğu toplantı neticesinde
açıklanan raporda, beyanda şunu görüyoruz: Bugün dünyadaki küresel
ısınmanın, iklim değişikliğinin yüzde 90 insan kaynaklı olduğunu
artık hep birlikte görüyoruz. İnsan kaynaklı olan küresel ısınmanın,
iklim değişikliğinin etkilerini minimize etmek için bu konuda
sadece hükûmetlerin, sadece yerel yönetimlerin, sadece sanayi
sektörünün değil, toplumun bütün kesimlerinin bu konuda yapabilecekleri
olduğuna inanıyoruz. Yani, bu mesele uluslar üstü bir mesele olarak
algılanıp ona göre meseleye bakılması gerekir diye düşünüyoruz.
Çünkü, iklimin, iklim değişikliğinin millî sınırları yoktur. Dolayısıyla,
uluslar üstü olan böyle bir sorunda, elbette ki ulusların ittifak
edecekleri belli kararların alınıp uygulanması, yine ulusların
millî çıkarları dikkate alınarak, bunların hayata geçirilmesi
şarttır.
9-12 Eylül 2005 tarihlerinde
İngiltere'de yapılan Avrupa Birliği Çevre Bakanları Toplantısında
-ben de katılmıştım o toplantıya- en iyi senaryodan en kötü senaryoya
kadar dünyanın bütün bölgelerinin bu iklim değişikliğinden nasıl
etkilenebileceği hususunda görüşler ortaya konuldu. Bu senaryolara
baktığımızda, Akdeniz havzasıyla alakalı birtakım değişiklerin,
Türkiye'nin de etkileneceği birtakım değişikliklerin olduğunu
görüyoruz. Tabii, bu uluslararası kuruluşların yapmış olduğu birtakım
simülasyonlar, hazırlamış oldukları birtakım senaryolar olduğu
gibi, Türkiye'nin de yapmış olduğu çalışmalar var. İstanbul Teknik
Üniversitesi ile Bakanlığımızın birlikte yapmış olduğu çalışmalarda,
en iyi senaryodan en kötü senaryoya kadar dört tane senaryonun üzerinde
duruyoruz. Yani, 1960-2000 yılları arasındaki iklimde meydana gelen
değişikliklerin, 2070 ile 2100 yılları arasında çok fazla değişikliğe
uğramayacağını öngören en iyi senaryonun karşısında, Türkiye'nin
batı bölgeleri başta olmak üzere, 2-3 derecelik hava sıcaklığının
artmasının, yağış rejimlerinin değişeceğine dair senaryolar olduğunu
da rahatlıkla ifade edebilirim.
Tabii, küresel ısınma
neticesinde, son yüzyıl içerisinde dünyanın ısısında 0,74 santigrat
derecelik bir artış meydana geldiğini yapılan toplantılarda, yapılan
deklarasyonlarda, yapılan ölçümlerde biz de görüyoruz. Elbette
ki, Türkiye, bu en iyi senaryodan en kötüsüne kadar bunların her birisini
ciddi şekilde takip etmek, bunlara göre de pozisyonunu yeniden şekillendirmek,
yeniden tayin etmek durumundadır.
Biliyorsunuz, biz,
Birleşmiş Milletlerin, İklim Değişikliği Sözleşmesi'ne 24 Mayıs
2004 tarihinde taraf olduk. Türkiye, İklim Değişikliği'ne taraf olduktan
sonra -ki, bu, Kyoto Sözleşmesi'ne doğru giden bir yol başlangıcı- bizim
hazırlamış olduğumuz bu Birinci Ulusal Rapor'da, bizim İklim Değişikliği
sekreteryasına göndermiş olduğumuz bu raporda, tabiri caizse,
Türkiye, yol haritasını çizmiştir. Bu yol haritasıyla, Türkiye,
hangi istasyonlara nasıl uğrayabileceğini ifade ediyor. Bir noktada,
Türkiye, şu andaki durumunu dünyaya deklare ediyor. Şu anda, Türkiye,
hiçbir şeyi gizli ve saklı tutmadan, bu raporla, ben şu anda buradayım
ve bundan sonra da şunları yapmak durumundayım diyor.
Tabii, bize, hemen şu
soruluyor: Sayın Bakan, Kyoto'ya niye taraf olmuyoruz? Niye Kyoto'ya
imza atmıyoruz?
Şimdi, şöyle sakil
bir anlayış var, biz bu akşam toplansak, Kyoto'ya imza atsak, Türkiye'nin
emisyonları bir anda 1990'ların altına gelecek, Türkiye bütün sektörlerde
fosil türevli yakıtların kullanılmasından enerji kaynaklarının
yenilenebilir enerji şeklinde kullanılmasına, hidroelektrik kapasitesinin
kullanılmasına, güneş enerjisinin kullanılmasına, hepsine, bir
anda sanki çözüm bulacakmışız gibi bir anlayış var. Aslında meselenin
çok önemli bir tarafı var ki, Türkiye, Kyoto'ya bugün imza attığı anda,
Türkiye'nin durumunun Mısır'dan, Türkiye'nin Cezayir'den, Tunus'tan,
Bahreyn'den, Pakistan'dan veyahut da bir başka ülkeden bir farkı var,
o da, Türkiye olarak OECD ülkesi ve Ek-B listesinde olması münasebetiyle
birtakım sorumlulukları var. Bu sorumluluklar, Türkiye'nin bugün
altından kalkabileceği, üstesinden gelebileceği durumlar değildir.
Dolayısıyla, Türkiye,
evet, 1990 yılından 2004 yılına kadar geldiğimizde görüyoruz ki,
Türkiye'nin emisyonları 170 milyon tondan 296 milyon tona gelmiştir.
Doğru, Türkiye, bu emisyonların yüzde 25'ini, ormanları ve tarım arazilerindeki
yapmış olduğu düzenlemelerle bunun yüzde 25'ini kontrol ediyor, absorbe
ediyor, yutuyor. Bizim bu konuyla alakalı üzerinde en çok duracak
olduğumuz husus şudur: Türkiye, küresel ısınmayla mücadele ederken
elbette ki, Çevre Bakanlığı olarak Çevre Kanunu'nu çıkardık. Buradan
sanayicilere belli sorumluluklar getirdik. Sanayicilere dedik
ki: "Acil olarak emisyonlarınızı kontrol edecek filtrelerinizi
takınız. Atık sularınızı arıtma tesislerinizde arıtınız ve tekrar
kullanınız." Yerel yönetimlere sorumluluklar getirdik. Dedik
ki belediyelere: "Sizlerin şu andaki vahşi depoladığınız
çöplüklerden çıkan metan gazları, karbondioksitin meydana getirmiş
olduğu sera gazından 21 kat daha riski yüksek olan bir gazdır. Dolayısıyla,
modern depolamalara geçin ve eskilerini rehabilite edin."
Belediyelere dedik ki: "Şu anda sizin şebekelerinizde yüzde
50, yüzde 60, yüzde 70'lik kaçaklar var. Bunları dünyanın ortalama
rakamlarına lütfen çekin." Bunu belediyelere söyledik, sanayiye
söyledik. Sadece söylemekle kalmadık, bununla alakalı olarak işi
sıkı tutuyor, birtakım yaptırımları, evet, sanayiciye de, belediyelere
de uyguluyoruz.
Şimdi işin bir başka
tarafı var. Devlet Su İşleri, daha önce kanalet tipi sulamalar yapıyordu
ve Tarım Bakanlığı da bu suyu salma sulamayla, tabiri caizse
"saldım çayıra Mevlam kayıra" diyordu, ama şimdi Devlet Su
İşleri kanalet tipinden, modelinden borulama sistemine geçiyor,
kapalı sisteme geçiyor. Bu, yağmurlama sulama ve damlama sulama
imkânını getiriyor. Yani suyu, bizim, tarımda da, sanayide de, evdeki
kullanma suyu olarak da ekonomik kullanmamız şarttır.
Peki, burada elbette
ki, sadece sanayi sektörünün, yerel yönetimlerin, belediyelerin,
tarımdaki üretim yapan çiftçinin sorumluluğu yok, ülkedeki herkesin
sorumluluğu var. Hükûmet ne yapıyor? Hükûmet, Yenilenebilir Enerji
Kanunu çıkarıyor -çıkardık- Türkiye'deki yatırımcıları yenilenebilir
enerji kaynaklarını kullanmak için teşvik ediyoruz. Yani, jeotermal
kaynakları, su kaynaklarını, bugün, rüzgârı, hidroelektrik kapasitesini
Türkiye tamamen kullansın istiyoruz, bunlara da birtakım teşvikler
getiriyoruz. Yine, enerjinin verimliliğiyle alakalı kanun komisyondan
geçti, Genel Kurul gündeminde bekliyor. Başka? Hükûmet olarak yirmi
yaşını geçmiş araçları trafikten kaldırdık, men ettik, çünkü, bu
araçlar büyük miktarda enerji tüketiyor ve fosil türevli yakıtlar
kullanan bu araçlar, küresel ısınmayı tetikliyorlardı.
Elbette ki, Tarım Bakanlığının
ürün desenleriyle, sulamada damlama sulamaya geçenlere yapmış
olduğu yüzde 50'lik hibe destekle bir noktada çiftçilerimizi teşvik
ediyoruz. Sanayicimizi de Çevre Kanunu'nun bize vermiş olduğu yetkiler
doğrultusunda yönlendiriyoruz ve kontrol ediyoruz.
Bir başka husus daha
var, Türkiye'de 100 binden daha fazla kaçak yer altı suyu kullanan kuyular
olduğunu biliyoruz. Bunlarla alakalı olarak, Bakanlığımızın tasarruf
alanlarıyla alakalı olarak valiliklere genelgeler gönderdik. Bu
genelgelerde, bu kuyuların behemehâl kapatılmasını istedik. Yine,
bu konuyla alakalı hem Tarım Bakanlığı hem Enerji Bakanlığı, üç bakanlık
olarak, şu andaki gayriyasal olan bu kuyuların yasal hâle gelmesiyle
alakalı, onların da üzerine düşeni yapmasını istedik. Bununla
alakalı olarak, elbette ki, bir gecede Türkiye'deki bütün kaçak kuyuların
tamamının tespit edilmesi… Bu sadece tarımda kullanılan bir iş değildir,
yani, yer altı sularını sadece köydeki vatandaşımız tarlasını
sulamak için kullanmıyor, bunları sanayici de kullanıyor. Dolayısıyla,
bu konuyla alakalı, bunların sayaçlandırılması, elektriklerinin
kesilmesi, birtakım yaptırımların uygulanmasıyla alakalı çalışmalar
var. Bununla alakalı, Devlet Su İşleri bu çalışmayı yapıyor.
Türkiye'de, bugün, geçen
yıla göre yağışlarda bir azlık olduğunu biliyoruz. Bu konuyla alakalı
Tarım Bakanlığımızın yapmış olduğu açıklamalar var. Bir tarımsal
kuraklık söz konusu değildir.
Değerli arkadaşlar,
1926 yılından 2006 yılına kadar, seksen yıllık Meteoroloji Genel Müdürlüğünün
Türkiye'deki yağışlarla alakalı elimizde raporları var. Seksen
yıllık yağış rejimine baktığımız zaman neyi görüyoruz? Türkiye,
her altı yılda bir hafif kuraklıkla karşılaşıyor, on sekiz yılda
bir daha orta ve ortanın üzerinde kuraklıkla karşılaşıyor. Türkiye'nin
1972'deki, 1984'teki yağış rakamlarına baktığımız zaman, 2005 ve
2006'nın rakamlarıyla bunları mukayese ettiğimiz zaman, bugün Türkiye'de,
hemen bugünden, eyvah bir kuraklık var deme imkânımız yok, ama, önümüzdeki
mart, nisan, mayıs aylarında genellikle Türkiye'nin yağıştan daha
fazla istifade ettiğini, barajlarının hem kullanma suyu, içme suyu
hem de enerjide kullanmış olduğumuz barajlarla alakalı, şu anda,
enerji barajlarımızda…
(Mikrofon otomatik
cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Bakan,
lütfen toparlar mısınız.
Buyurun.
ÇEVRE VE ORMAN BAKANI
OSMAN PEPE (Devamla) - Sayın Başkanım, değerli milletvekili arkadaşlarım;
tabii, son derece geniş, tafsilatlı bir konuda, öyle zannediyorum
ki, birkaç dakika daha zamana ihtiyacım var.
…şu anda, enerji barajlarımızda
herhangi bir sıkıntı yoktur. İçme suyuyla alakalı olarak sadece Ankara'da
bir sıkıntının olduğunu, İstanbul'da, Bursa'da, Kocaeli'nde -ki, riski
yüksek olan illerden bahsediyorum, bu iller o cümleden olan illerdir-
buralarda bu risk tamamen ortadan kalkmıştır.
Elbette ki, küresel ısınma, iklim değişikliği
bütün sektörleri etkiliyor, ekonomilere maliyeti gerçekten milyarlarca
dolarlık rakamlara tekabül ediyor. Biz bunun da farkındayız. Yani, birkaç derecelik
ısınmanın şu anda telaffuz edilmesi kolay, ama, bunun neticelerini
Allah göstermesin tabii. Şu anda, bunlar, hakikaten bütün kıtaları,
bütün bölgeleri, bütün ülkeleri etkileyebilecek son derece vahim
gelişmelere, vahim sonuçlara mahal verebilecek hususlardır. Bu
konuyla alakalı, elbette ki, bizim, Türkiye olarak, küresel ısınmanın
muhtemel risklerinin karşılanması noktasında, iklim değişikliğinin
ülkemizin ekonomisine ve bütün sektörlerine yapacak olduğu olumsuz
tesirleri minimize etme açısından Türkiye'nin yapması gereken
şey, öncelikli olarak su kaynaklarına sahip çıkmamız gerekiyor. Türkiye'nin
su kaynaklarının bir tane sigortası vardır. O da, Türkiye'nin orman
alanlarını genişletmesi lazım.
(Mikrofon otomatik
cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Buyurun.
ÇEVRE VE ORMAN BAKANI
OSMAN PEPE (Devamla) - Bu konuyla alakalı da çalışmalar yapıyoruz.
2006 yılında 400 bin hektarlık orman rehabilitasyon çalışması yaptık.
2007 yılında bu rakamı 500 binli rakamlara doğru taşıyacağız. Yine,
illerimizin, belediyelerimizin sulak alanları sanayiye ve de
yapılaşmaya açmamaları, yoğun kentleşme, çarpık kentleşme ve çarpık
sanayileşmenin kaçınılmaz bir olgusu olarak, maalesef, Türkiye'de
su kaynakları riske ediliyor, ama, biz, Bakanlık olarak yapmış olduğumuz
bir çalışmayı, çevre düzeni planlarını, Türkiye'deki metropoller
başta olmak üzere bütün büyük illerimizde bitiriyoruz ve dolayısıyla,
sulak alanların ve su kaynaklarının, su rezervlerinin ne pahasına
olursa olsun korunmasını öncelikli olarak gözetiyor.
K. KEMAL ANADOL (İzmir)
- Önce Devlet Su İşlerine söyleyelim Sayın Bakan.
ÇEVRE VE ORMAN BAKANI
OSMAN PEPE (Devamla) - Bu konuyla alakalı, Devlet Su işlerinin de
eski politikalarından…
BAŞKAN - Sayın Bakan
lütfen toparlar mısınız.
ÇEVRE VE ORMAN BAKANI
OSMAN PEPE (Devamla) - Sayın Başkanım toparlıyorum.
…eski politikalarından
geri döndüğünü, son elli yıl içerisinde Devlet Su İşlerinin yapmış
olduğu bataklık kurutma, sulak alan kurutmasıyla 1 milyon 300 bin
hektarlık alan, sözüm ona tarıma kazandırılmış görünüyor, ama, bunların,
daha sonra bu arazilerin, bu toprakların veriminin, tarımsal veriminin
düştüğünü, hiç de zannedildiği gibi olmadığını biliyoruz.
Elbette ki biz,
Hükûmet olarak, milletvekilleri olarak, Parlamento olarak, burada
bir araştırma komisyonu kurulmasını destekliyoruz, çünkü, bu meselenin
detaylı olarak, teferruatlı olarak, üniversitelerimizin de, milletvekillerimizin
de, bu işin uzmanlarının da, herkesin görüşünün içerisinde hamur
hâline getirileceği bir ortak görüş olarak ortaya çıkmasını arzu
ediyoruz, çünkü, böyle bir rapor bize ışık tutar, bize yol gösterir.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; elbette ki, küresel ısınma, iklim değişikliğiyle
alakalı, Parlamentomuzun birden fazla araştırma önergesi talebiyle
yapmış olduğu çalışmayı, iktidar ve muhalefet milletvekili arkadaşlarımızın
böyle bir talebini, Çevre ve Orman Bakanı olarak ben de destekliyorum,
arkadaşlarımı kutluyorum. Ümit ediyorum ki, Türkiye, bu son derece
önemli olan konuda, sadece ve sadece bu konuyla alakalı bir araştırma
komisyonu kurmakla kalmayacaktır.
Yapmış olduğumuz çalışmalarla
alakalı size birkaç ana başlığı ifade etme imkânını buldum. Ve şunu
çok rahatlıkla söyleyeyim ki, Türkiye, dünyadaki gelişmeleri yakından
takip ediyor, Hükûmet olarak takip ediyoruz, elimizdeki bütün imkânları,
bu konuyla alakalı, seferber ediyoruz.
Sayın Başkana ve siz
değerli milletvekili arkadaşlarıma, böyle bir konuyla alakalı,
Hükûmetimizin, Bakanlığımızın görüş ve düşüncelerini hem siz değerli
arkadaşlarıma hem de bu vesileyle kamuoyuna ifade imkân ve fırsatı
bulduğum için teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum. (Alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum
Sayın Bakan.
Önerge üzerinde Cumhuriyet
Halk Partisi Grubu adına söz isteyen, Edirne Milletvekili Rasim Çakır.
Buyurun Sayın Çakır.
(CHP sıralarından alkışlar)
CHP GRUBU ADINA RASİM
ÇAKIR (Edirne) - Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım;
Tekirdağ Milletvekili Mehmet Nuri Saygun ve 30 arkadaşının, Ankara
Milletvekili Yakup Kepenek ve 59 arkadaşının, Gaziantep Milletvekili
Fatma Şahin ve 19 arkadaşının, dünyadaki ve ülkemizdeki mevsim değişikliği
ve küresel ısınmayla ilgili, Anayasa'nın 98, Meclis İç Tüzüğü'nün
104 ve 105'inci maddeleri gereğince açılmasını talep ettikleri
Meclis araştırma komisyonu ile ilgili Cumhuriyet Halk Partisi Grubu
adına söz almış bulunuyorum. Bu vesileyle yüce heyetinizi saygıyla
selamlıyorum.
Değerli arkadaşlarım,
bugüne kadar 22'nci Dönem Parlamentosunda birçok konuda Meclis
araştırma komisyonu kurulması talebiyle karşı karşıya geldik. Bunların
bir kısmında, Cumhuriyet Halk Partisinin vermiş olduğu taleplerde
iktidar partisi milletvekillerinin "hayır" demesiyle,
komisyon kurulmadan sadece burada kaldı. Bazılarında ise, iktidar
partisi milletvekilleri de bu verilmiş olan önergeyi ve talebi uygun
bularak bazı konularda Meclis araştırma komisyonları kuruldu.
İnancım odur ki, Meclis
araştırma komisyonları, almış oldukları görevi, hangi konu olursa
olsun, en iyi şekilde yaptılar, görevlerini yerine getirdiler ve
yaptıkları araştırmaların sonunda hazırlamış oldukları raporlarla,
gerçekten çok değerli bilgileri yüce Meclise sundular ve Meclis de
bu raporları onayladı ve kabul etti, ama, maalesef, Meclis araştırma
komisyonlarının hazırlamış olduğu raporlar, Meclisin tozlu raflarına
kaldırıldı. Bundan önceki dönemlerde olduğu gibi bu dönemde de bu
raporlar ilgili yerlere gönderildi, ama, raporların uygulanması
ile ilgili, yürürlük ile ilgili, yürütmenin, Bakanlar Kurulunun
gerekli hassasiyeti göstermemesi veya gösterememesi neticesinde
bu çalışmalar, sadece ve sadece Meclisin tozlu raflarında kalan
birer belge hâline dönüştü.
O bakımdan, Meclis İç
Tüzüğü'nde gerekli düzenlemelerin bir an önce yapılarak Meclis
araştırma komisyonlarının çalışmalarının ve hazırladığı raporların
Bakanlar Kurulu üzerinde, yürütme üzerinde daha etkin ve daha uygulanabilir
bir noktaya getirilmesinin bir zaruret olduğunu düşünüyorum.
Eğer bu yapılmazsa,
şu an küresel ısınma ile ilgili üç tane önergeyle karşı karşıyayız.
Hükûmet veya sayın bakanlar, bu Meclis araştırma komisyonlarını, o
konuyla ilgili bir şey yapıyormuş gibi görünmek, ama aslında hiçbir
şey yapmamanın aracı olarak kullanıyorlar. Bunu somut bir örnekle
dikkatinize sunmak istiyorum. Daha önce Ergene nehrinin kirliliğiyle
ilgili, gerçekten Parlamentoda 550 milletvekilinin de katılımıyla
bir Meclis araştırma komisyonu kuruldu. Gerçekten, iktidar ve muhalefet
milletvekilleri hep birlikte, kol kola çok güzel bir çalışma yaptık
ve bu çalışmada, aksaklıkları ve çözüm önerilerini çok ciddi bir
rapor hazırlayarak yüce heyetinize sunduk. Bu, 22'nci Dönem Parlamentosunun
ilk Meclis araştırma komisyonuydu, ilk günlerde verilen bir önergeydi,
yani 2003 yılının başlarında. Aradan bu kadar zaman geçmiş olmasına
rağmen, maalesef, Ergene nehrinin kirliliğine yönelik -bu sadece
benim kanaatim değil, bu Trakya'da yaşayan bütün insanların ortak
kanaati- ciddi ve somut en küçük bir adım atılamadı. Yani bizim, eğer
bu Parlamentoyu bu ülkenin en üst karar organı olarak kabul ediyorsak
-ki ediyoruz- millî iradenin bu sorunla ilgili nedenleri ve çözüm
önerilerine yönelik yapmış olduğu değerli çalışma şu an Meclisin
tozlu raflarında bekleyen tarihî bir belge niteliğine büründü. O
bakımdan, bu hususu dikkatinize sunarak, bu konuda Meclisin bir
İç Tüzük değişikliği yapıp Meclis araştırma komisyonlarının, bilahare
yürütmeyi denetlemekle ilgili bu vermiş olduğu, yürütmeye vermiş
olduğu görevlerin yerine getirilip getirilmediğini denetlemekle
ilgili bir yasal statüye kavuşturulmasında ben ciddi bir gereklilik
görüyorum. Eğer bu yapılmazsa bu yaptığımız işin de çok önemli bir sonuç
doğuracağına inanmıyorum.
Değerli arkadaşlarım,
geçtiğimiz günlerde Hükûmetler Arası İklim Değişikliği Paneli
(IPCC) 21 sayfalık bir rapor hazırladı. Bu raporunda, küresel ısınmanın
nedenleriyle ilgili, küresel ısınmanın insan kaynaklı olduğuna
yönelik yüzde 90 oranında bir oran tespit etti ve yüzde 90 rakamında
bir konsensüs, bir uzlaşma sağlandı. Bu panele katılan yüz otuz ülkeden
500 tane bilim adamı görüşlerini ifade ettiler ve bir ortak noktada
buluştular.
2001 yılında yayımlanan
raporda bu oran yüzde 60 idi. Yani, küresel ısınmanın sebebi olarak
insanın gerekçe gösterilmesi oranı yüzde 60 idi. 2001 yılından 2007
yılına kadar bu oranın yüzde 60'lardan yüzde 90'lara gelmiş olması,
böyle kabul edilmiş olması tabii ki bütün dünyayı ayağa kaldırdı ve
dünyanın geleceğinin nereye gittiğine yönelik bilim adamlarının,
sivil toplum örgütlerinin ve siyasetçilerin ve aynı zamanda parlamentoların
bu konuyu daha bir yüksek sesle, daha hararetle, daha fazla, daha
yoğun biçimde tartışmalarına sebep oldu. Panele katılan Amerikalı
bilim adamı Susan Salomon, "Sera gazlarındaki artışın insan
faaliyetlerinin egemenliği altında olduğundan hiç şüphe
yok." diye bir kayıt koyarken, Colorado'daki Ulusal Atmosferik
Araştırma Merkezinden İklim Analizi Yöneticisi Kevin Trenberth
ise, "Bu, durduramayacağımız bir şey. Bununla yaşamak zorunda
kalacağız. Farklı bir gezegen yaratıyoruz." tezini savundu. Arizona
Üniversitesinden Jonathan Overpeck, bir şey yapmazsak ve bir şey yaparsak
neler olacağına dikkat çekerek, "Eğer bir şey yapmamaya karar
verirseniz, etkileri bir şey yapmamızdan çok daha büyük olacaktır."
görüşünü dile getirdi. Burada altı çizilmesi gereken en önemli
nokta, bugüne kadar Kyoto Protokolü'ne imza atmayan Amerika, Türkiye,
Çin ve Hindistan gibi ülkelerin bu Protokol'ü imzalamama gerekçeleri,
dünyadaki insan kaynaklı kirlilikten ziyade yaşanılan iklim değişikliklerinin
ve küresel ısınmanın dünyanın olağan bir dönüşümü, olağan bir değişimi
olarak savunmalarından kaynaklanmaktaydı. Yani, diyorlardı ki
"Dünyayı insan kirletiyor, ama bu kirlilik küresel ısınmanın
temel sebebi değildir. Dünya yüzyıllar boyunca hep dönüşmüştür,
hep değişmiştir. Bugün yaşadığımız küresel ısınma da dünyanın bu
değişim ve dönüşümünün bir sonucudur." gerekçesini ortaya
koyuyorlardı. İşte, IPCC'nin bu raporu şunu ortaya koydu ki:
"Hayır, tabii ki dünyada doğal bir dönüşüm var, ama bugünkü mevsim
değişiklikleri ve küresel ısınmanın temel sebebi yüzde 90 oranla
insanın dünyada yarattığı kirlilik."
Şimdi, biz siyasetçiler,
bilim adamlarının bu yol gösterişi doğrultusunda ciddi ve önemli
adımlar atmakla karşı karşıyayız.
Bu raporda çarpıcı
örneklere bir göz atalım isterseniz: Bu rapor "2100'e kadar sıcaklık
1,8 ila 4 derece artacak. Bu, binlerce yıldır iklimde meydana gelen
en dramatik değişikliktir." diyor. "Uzun süreli ve yoğun sıcak
hava dalgalarıyla daha sık karşılaşacağız." diyor. "Uygarlaşma
ne kadar yavaşlarsa yavaşlasın ya da sera gazlarının salımı ne kadar
azalırsa azalsın küresel ısınma ve deniz seviyesinin yükselmesi
asırlarca sürecek okyanuslardaki su seviyesi 18 ila 59 santimetre
yükselecektir." diyor. "Dünya daha şiddetli fırtınalara
sahne olacaktır." diyor. "Sıcaklık dalgaları daha sıklaşacaktır."
diyor. "Kutup buzulları eriyerek 2100 yılı yazında, artık, Antarktika
diye bir kıta olmayacaktır." diyor. "Bangladeş'ten Hollanda'ya
pek çok kıyı ülkesi sular altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya
olacaktır." diyor. Bu raporun yayımlanmasıyla, bütün dünya, bunu,
ürkütücü bir şekilde gördü ve tartışmaya başladı.
Şimdi, isterseniz,
ülkemizdeki etkilerine bir göz atalım. Bu rapora göre, ülkemizde,
Akdeniz havzası ve İç Anadolu Bölgesi küresel ısınmadan öncelikle
etkilenecek bölgeler. Bu bölgelerde tarımsal üretimin azalması
ve aşırı sıcaklar nedeniyle turizm gelirlerinin azalması beklentisi
çok yüksek.
Son dönemlerde yağışlarda
azalma ve barajlardaki su oranının azalması, içme suyu sıkıntısı
çekilmesine sebep olmakta.
Greenpeace -bir sivil
toplum örgütü biliyorsunuz- "Karadeniz ve Marmara dışındaki
bölgeler çölleşmeye doğru yol alıyor. Kuzey Afrika iklimi yukarıya
doğru genişleyerek Türkiye'yi içine alıyor. İleride, bütün verimli
delta ovaları tuzlanacak ve oralardaki tarım bitecek. Çukurova
en ciddi tehlike altındaki ova. Türkiye'nin turizm gelirleri de bu
süreçte darbe yiyecek, Türkiye, tarım üretiminin de yüzde 30'unu
kaybedecek." diyor. "Orman yangınlarının etki alanı ve süresi
artacak, özellikle, kentlerdeki içme amaçlı su gereksinimi artacak.
Yaz kuraklığının süresinde ve şiddetinde artışlar olacaktır."
diyor. "Bunun yanında, sıcaklar, insan sağlığını ve biyolojik
üretkenliği etkileyecek, kentlerde gece sıcaklıkları belirgin
biçimde artacak, bu da enerji tüketiminin artmasına sebep olacaktır."
diyor. "Isı stresi kaynaklı enfeksiyonlar sağlık sorunlarını
artıracak, deniz ekosistemlerinde ve balıkçılık alanlarında önemli
sosyoekonomik sorunlar çıkacaktır." diyor. "Deniz seviyesi
yükselmesine bağlı olarak yoğun yerleşme turizm ve tarım alanları
ile Haliç tipi kıyılar sular altında kalabilir." diyor.
Değerli arkadaşlarım,
bunlar illa böyle olacak anlamında söylemiyorum, kimseyi korkutmak
amacıyla da söylemiyorum, ama, bu konuda görüşü olan sivil toplum
örgütlerinin de görüşlerini dikkate alarak, bilim adamlarının görüşlerini
de dikkate alarak, biz siyasetçiler olarak, Parlamento olarak soruna
en akılcı, en doğru ve en bilimsel yöntemi, çözümü bulabilelim diye
söylüyorum.
Bilim adamlarının ve
sivil toplum örgütlerinin tespit, öneri ve uyarıları karşısında
Hükûmet ve bakanların konuya bakış açıları maalesef… Daha önce Çernobil
olayını yaşadık biliyorsunuz. Çernobil olayını yaşadığımızda
bir Sayın Bakan televizyona çıktı, bir bardak çay içti, dedi ki:
"Gönül rahatlığıyla çayı içebilirsiniz. Hiçbir sakınca yoktur."
Yani, o Sayın Bakan o günkü sorunun çözümünü bu şekilde toplumu aydınlatmakta
buldu, ama bugün herkes çok iyi biliyor ki özellikle Karadeniz'de ve
Trakya'da kanserden ölüm vakalarında çok ciddi artışlar var. Sadece
o Sayın Bakanın o şovu yapması insanların kanserden ölmesine engel
olamadı.
Öbür taraftan, Tarım
Bakanımız kuraklık tehlikesi olmadığını, buğdayda çimlenmenin
yeterli olduğunu ve -önümüzdeki yıl bilim adamları son yüz elli yılın
en sıcak yılını geçireceğiz diyor- Sayın Bakan önümüzdeki yıl üründe
verim düşüşü olmayacağını ifade ediyor. Sayın Sanayi Bakanı…
Enerji Bakanı, umuyorum diyor nisan yağmurlarında barajlardaki
ve göllerdeki su oranı yükselir. Umuyorum diyor. Ve Sayın Çevre Bakanımız
da… Bilim adamları, 1990 yılında toplam sera gazı emisyonu, atmosferdeki
sera gazı emisyonu 170 milyon ton iken, 2004 yılında bu rakamın 260
milyon tona çıktığını ifade ediyorlar ve diyorlar ki: "Bu dünya
için bir tehlikedir, bunun düşürülmesi gerekir." Bizim çok değerli
Çevre Bakanımız da çıkıyor diyor ki: "Hayır, kişi başına karbondioksit
üretimi bakımından Türkiye dünyada 87'nci sırada." Yani, bu ne
demektir biliyor musunuz değerli arkadaşlarım? Dünyayla bu anlamda
rakamlarımızı mukayese edebilmek ve iyileştirebilmek için, Sayın
Çevre Bakanı, Türk milletine "bol bol çocuk yapınız" diyor.
"Eğer, bol bol çocuk yaparsak, bol bol, karbondioksitten fazla çocuk
yaparsak, Türkiye'nin bu noktada dünyayla mukayesesi ve rakamları
daha avantajlı duruma gelecek" diyor. Ben böyle anlıyorum.
Sorunun çözümüyle
ilgili de, maalesef, Sayın Bakan, Ayşe ablalara, Fatma ninelere,
Ahmetlere, Hüseyinlere, dişinizi şöyle fırçalayın, suyunuzu
şöyle için gibi önerilerle geçiştirmeye çalışıyor.
Az önce Sayın Bakan
da ifade etti, "yerel yönetimleri uyarıyoruz" dedi. Bu
Hükûmet döneminde, 22'nci Parlamento Döneminde, kaç tane belediyemiz
arıtma tesisini tamamlamıştır ve işletmiştir? Kaç tane belediyemiz
katı atık imha ve ayrıştırma istasyonunu tamamlamıştır? Eğer, bu
hızla devam edersek, yani, Sayın Bakan daha dört dönem, beş dönem daha
bakan olursa, acaba, ömrü, bütün belediyelerin katı atık sistemlerini
yapmasına ve arıtma sistemlerini yapmasına yetecek mi? Bu hızla
devam edersek, Türkiye'nin bu sorunlarının çözümü 240 yıl gerektiriyor
değerli arkadaşlarım, 240 yıl!
Değerli arkadaşlarım,
temelde, bu sorunun çözümüyle ilgili kapitalist sistemin, insanların,
bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler anlayışından kaynaklanan,
kişilerin menfaatini her zaman toplumun menfaatinin önünde gören,
tek tek bireylerin menfaati sağlandığı noktada toplumun da menfaatinin
sağlanacağına inanan anlayıştan kaynaklandığını öncelikle ifade
etmek istiyorum. Maalesef, sistem, tüketime dayalı, tüketim toplumuna
dayalı, çarpık sanayileşmeye dayalı ve kendi içinde sivil toplum
örgütlerini güçlendirmeyerek, sistemi otokontrol yoluyla denetlenmesine
engel olarak, sanayileşen toplumun çevreyi katletmesine dayalı
bir ekonomik yapı var dünyada.
Sorunun bir diğer kaynağı
da, kanımca, bu sistemde, sorunların çözümünü günlük ve bireysel
çıkarlara dayalı gören dünyadaki ve Türkiye'deki sağ ve sığ iktidarların,
bu sorunun çözümüyle ilgili uzun vadeli, orta vadeli ciddi ve plana
dayalı bir çalışma yapmamasından kaynaklanıyor. İnanıyorum ki,
sosyal demokrat Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında bu ve bunun gibi
sorunlar, orta ve uzun vadeli projelerle, planlarla, akıllı ve doğru
adımlarla kesin, olumlu neticelere ulaştırılacaktır.
1920'lerde başlayan
kapitalist ekonomik sürecin bugüne kadar olan noktasında, bu dünyadaki
komünistler, sosyalistler, sosyal demokratlar, çevreciler sağcıları
bu konularda sürekli uyarmışlar, insanlığı bu konularda sürekli
uyarmışlar, ama, yeteri kadar etkin ve yönetim noktasında olamadıkları
için de bu sorun, bugün, artık, vazgeçemeyeceğimiz, erteleyemeyeceğimiz
bir sorun olarak hem dünyanın hem bütün insanlığın hem de yüce Parlamentonun
önüne gelmiştir.
Eğer, destek verirseniz,
bu komisyon kurulursa, Cumhuriyet Halk Partisi olarak görüşlerimizi
ve katkılarımızı, komisyonda görev yaparak seve seve sizlerle
paylaşacağımızı ifade ediyorum.
(Mikrofon otomatik
cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Buyurun Sayın
Çakır.
RASİM ÇAKIR (Devamla)
- Değerli arkadaşlarım, eleştirilerimizi yaptık, ama, bu noktada
önerilerimizi de kısaca ifade ederek sözlerimi tamamlamak istiyorum.
Öncelikle, enerjinin
temininde çevreye duyarlı enerji kaynaklarına yönelinmesini yaşamsal
bir zorunluluk olarak görüyoruz.
Enerjinin kullanımında
tasarrufa azami dikkat edilmesi gerekliliğine inanıyoruz.
Yer altı ve yer üstü
su kaynaklarımızın dengeli olarak kullanılması ve kullanımda azami
tasarruf ve maksimum faydayı sağlayacak tedbirlerin alınmasının
gerekliği olduğuna inanıyoruz.
Çözümlerle ilgili
oluşan uluslararası platformlara katılıp, alınan kararlara, çözüm
üretilmesi noktasında, samimi olarak destek verilmesi gerekliliğine
inanıyoruz. Bu anlamda, ülkemizin Kyoto Sözleşmesi'ni zaman geçirmeden
imzalaması ve imzalamayan ülkelere de siyasi tavrını koyması
gerekliliğine inanıyoruz.
Sayın Bakan az önce
ifade etti "Sanki, Kyoto Sözleşmesi imzalandığında bugünden
yarına bu dünyada sorunlar mı bitecek?" dedi. Ben de Sayın Bakana
soruyorum: Çevre Yasası'nı çıkardınız. Çevre Yasası'nı çıkardınız,
sanki bugünden yarına Türkiye'deki çevre sorunları mı bitti? Ama,
Kyoto Protokolü'nü imzalayarak, en azından, dünyanın bu noktada tespit
ettiği asgari standartlara kendimizi uydurarak, dünyaya ve insanlığa
karşı, Türk toplumu olarak görevimizi hiç vakit geçirmeksizin yapmak
durumundayız.
Tarım topraklarına
sahip çıkılması ve sanayileşmenin kesinlikle verimli tarım toprakları
üzerinde yapılmaması gerekliliğine inanıyoruz.
Bütçede özel fonlar
yaratılarak, ağaçlandırmaya ayrı bir önem ve hız verilmesi gerekliliğine
inanıyoruz.
Bütün bu önerilerle
ilgili yasa ve yönetmelik değişikliklerinin süratle yapılması
gerekliliğine inanıyoruz. Sadece üç bakanın toplantısıyla bu sorunların
çözülmeyeceğine inanıyoruz.
Çevreyle ilgili sivil
toplum örgütlerinin desteklenmesi, devlet tarafından desteklenmesi
ve…
(Mikrofon otomatik
cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Çakır,
lütfen…
RASİM ÇAKIR (Devamla)
- Bitiriyorum efendim.
BAŞKAN - Buyurun.
RASİM ÇAKIR (Devamla)
- …karar alma sürecinde çevre örgütlerinin de etkin olmalarının
gerekliliğine inanıyoruz.
Bunun yanında birçok
somut projelerimiz var Cumhuriyet Halk Partisi olarak. Cumhuriyet
Halk Partisinin tarihi ve arşivi, çevre konusunda, Türkiye'ye ve
dünyaya örnek olacak bir kapasitedir. Diliyorum, iktidarınız ve
insanlık ve Türk milleti bunlardan yararlanır.
Bu komisyonun, bu duygu
ve düşüncelerle ülkemize hayırlı olmasını diliyorum.
Cumhuriyet Halk Partisi
olarak böyle bir komisyonun içerisinde desteklemeyi ve aktif olarak
görev alacağımızı ifade ediyorum, yüce heyetinizi saygıyla selamlıyorum.
Teşekkür ederim Sayın
Başkan. (CHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum
Sayın Çakır.
Önerge üzerinde Anavatan
Partisi Grubu adına söz isteyen Züheyir Amber, Hatay Milletvekili.
Buyurun Sayın Amber.
(Anavatan Partisi sıralarından alkışlar)
ANAVATAN PARTİSİ GRUBU
ADINA ZÜHEYİR AMBER (Hatay) - Sayın Başkan, değerli milletvekili
arkadaşlarım; ülkemizin küresel ısınma sürecinde nasıl etkilendiğinin
tüm yönleriyle saptanması, hangi önlemlerin alınabileceğinin
araştırılması yönündeki Meclis araştırması hakkında Anavatan Partisi
Grubu adına söz almış bulunuyorum. Anavatan Partisi olarak bu konudaki
düşüncelerimizi kısaca buradan aktarmak istiyorum.
Sözlerime başlamadan
önce şunu hatırlatmak istiyorum değerli arkadaşlar: İklim değişimi
küresel bir olaydır ve çevresel, ekonomik, politik, teknolojik baskılar
altındadır.
Dünya atmosferi çeşitli
gazlardan oluşur bilindiği gibi. Bunların yanında, küçük miktarlarda
bazı asal gazlar bulunmaktadır. Güneşten gelen ışınlar (ısı ışınları,
kısa dalgalı ışınlar) atmosferi geçerek yeryüzünü ısıtır. Atmosferdeki
gazlar yeryüzündeki ısının bir kısmını tutar ve yeryüzünün ısı kaybına
engel olurlar; ki, karbondioksit havada en çok ısı tutma özelliği
olan bir gazdır.
Atmosferin ışığı geçirme
ve ısıyı tutma özelliği vardır. Atmosferin ısıyı tutma yeteneği sayesinde
suların sıcaklığı dengede kalır, böylece, nehirlerin ve okyanusların
donması engellenmiş olur. Bu şekilde oluşan atmosferin ısıtma ve yalıtma
etkisine sera etkisi denir. Dünya atmosferi cam seralara benzer
ve buna uygun bir özellik gösterir.
Son yıllarda atmosferdeki
karbondioksit miktarı hava kirlenmesine bağlı olarak hızla artmaktadır.
Metan, ozon ve kloroflorokarbon gibi sera gazları çeşitli insan aktiviteleri
ile atmosfere katılmaktadır. Bu gazların tamamının ısı tutma özelliği
vardır. Karbondioksit ve ısıyı tutan diğer gazların miktarındaki
artış, atmosferin ısısının yükselmesine sebep olmaktadır. Bu da
küresel ısınma olarak ifade edilir ki, yakın zamanda dünyada buzulların
erimesi ve okyanusların yükselmesi gibi ciddi sonuçlar doğuracak
iklim değişmelerine yol açmasından endişe edilmektedir. İnsanların
çeşitli faaliyetlerinin küresel ısınmaya katkısını şu şekilde
sıralayabiliriz: Enerji kullanımı yüzde 49, endüstrileşme yüzde
24, ormansızlaşma yüzde 14, tarım yüzde 13'tür.
İklim değişiyor, dünya
ısınıyor. Bilim adamları, kuraklık, seller ve olağanüstü hava koşulları
konusunda sürekli olarak uyarılarda bulunarak, giderek artan etkilerin
en büyük nedenlerinin başında insanlık geldiğini ifade ediyorlar.
Kısaca, iklim değişikliğinin ne olduğuna göz atacak olursak, bilim
adamları, doğal dengenin, insanlardan kaynaklanan yoğun bir ısınma
süreciyle bozulduğunu ve bu durumun, dünyadaki hayatın büyük bir
bölümünün tabi olduğu iklimin istikrarı için önemli çıkarımlara
yol açacağını söylüyorlar.
Yine, küresel ısınma
konusunda en sık duyduğumuz sera etkisi ise, atmosferde oluşan bir
tabakanın yarattığı etki olarak adlandırılabilir. Bu tabaka, güneşten
gelen ışınların dünyadan yansıdıktan sonra tekrar atmosferin dışına
çıkmasını engelliyor. Sera etkisi olmasaydı, dünyanın son derece
soğuk bir gezegen hâline gelmesi kaçınılmaz olacaktı.
Değerli milletvekili
arkadaşlarım, sera etkisini artırarak dünyanın normalden fazla
ısınmasına neden olan gazlardan bazıları, karbondioksit, metan ve
azotoksittir. Bu gazlar, modern endüstride ve tarımda kullanılmakta,
fosil yakıtların yanmasıyla açığa çıkmaktadır. Atmosferin konsantrasyonu
her geçen gün artmakta. Örneğin, atmosferdeki karbondioksit konsantrasyonu
1800'lü yıllardan beri yüzde 30'dan daha yüksek bir seviyede artmıştır.
Bilim adamlarının büyük bir çoğunluğu, sera etkisi yaratan gazların
salımındaki artışın, dünyanın ısısının yükselmesine neden olacağını
düşünmektedirler.
Değerli arkadaşlar
"ısınmanın kanıtı ne" diye bakacak olursak, sıcaklık kayıtları,
19'uncu yüzyıl sonlarında tutulmaya başlanmıştır. Ortalama küresel
sıcaklık 20'nci yüzyılda yaklaşık 0,6 santigrat derece artmış, bunun
sonucunda buzulların erimesi nedeniyle deniz seviyeleri de 10
ile 20 santimetre arasında yükselmiş durumdadır. Deniz buzulları
son kırk yılın yaz ve sonbahar döneminde yaklaşık yüzde 40'a varan
oranda incelmiştir. Buna karşılık, Antarktika'nın bazı bölümleri
daha da soğumuş durumdadır.
Sıcaklık ne kadar yükselecek?
Sera etkisi yaratan gazların salınımı engellenmezse, 2100'e kadar
ortalama küresel sıcaklığın 1,4 ile 5,8 santigrat derece artacağı
hesaplanmaktadır.
Olayın vahameti şöyle
açıklanabilir: Medeniyetin ortaya çıkışından beri küresel ortalama
sıcaklık sadece 1 santigrat derece artmıştır. Sera etkisi yaratan
gazların salınımı hemen kesilse bile, bilim adamları etkinin uzun
bir süre daha devam edeceğini söylüyor. Çünkü, büyük buz ve su parçalarını
da içeren iklim sisteminin normale dönmesi ancak yüzlerce yıl alabilecektir.
Küresel ısınma eğer bu şekilde sürecek olursa -hava durumu- küresel
anlamda çok daha sert hava olayları ortaya çıkacak, kıyı bölgelerde
yağış miktarı artarken, iç bölgelerde sıcak havanın etkisiyle kuraklık
baş gösterecektir. Artan fırtınalar ve deniz seviyeleri nedeniyle
daha çok sel meydana gelecek, bununla birlikte hava sıcaklıkları
bölgelere göre çok büyük farklılıklar gösterecek ve bu durumun sonuçları
tahmin edilemeyecek kadar güç olacaktır.
Bu ısınmanın tehlikeleri
ise ürkütücü sonuçlar içermektedir. Tatlı su kaynaklarının azalması,
gıda üretimi koşullarındaki genel değişiklikler, seller, fırtınalar,
sıcak dalgaları ve kuraklık nedeniyle ölümlerde yaşanacak artış
gibi potansiyel tehlikeler gündeme gelecektir.
Bu durumun en çok hızlı
iklim değişimine karşı hazırlık yapamayan yoksul ülkeleri etkileyeceği
söylenmektedir. Yaşam alanlarının hızlı değişimine ayak uyduramayan
birçok bitki ve hayvan türünün nesli yok olacak, Dünya Sağlık Örgütünün
verilerine göre sıtma ve yetersiz beslenme gibi nedenlerden milyonlarca
kişi ölümle yüz yüze gelecektir.
Bu konuda genel olarak
bir hatırlatma yapmak gerekirse, ısınmaya insan etkisinin ne kadar
olduğunu ve ısınmanın zincirleme etkilerinin neler olabileceğini
bilmiyoruz. Küresel ısınma, sabit buzulların erimesi ve sera etkisi
yaratan metan gazının yüksek miktarda salımı gibi gelecekte ısınmayı
tetikleyecek değişikliklere yol açabilir. Daha sıcak koşullar nedeniyle
büyüme hızları artan bitkilerin, büyüdükçe atmosferden daha çok
karbondioksit çekmesi gibi ısınmayı hafifletici etkileri de olabilir.
Ancak, bilim adamları, karmaşık dengenin, bu olumlu ve olumsuz etkilere
nasıl bir tepki verebileceği konusunda daha emin değiller.
Bilindiği üzere, geçtiğimiz
günlerde Fransa'nın başkenti Paris'te düzenlenen İklim Değişikliği
Paneli'nde, Hükûmetler Arası İklim Değişikliği Uzmanlar Grubu tarafından
yirmi bir sayfalık bir rapor yayımlandı. Birleşmiş Milletler İklim
Raporu'nda, küresel ısınmanın son elli yılda yüzde 90 oranında insan
eliyle yaratıldığı ve asırlarca süreceği belirtilmiştir. Araştırma
grubu, en son 2001 yılında yayımladığı raporunda "Sera gazları
küresel ısınmaya yol açan faktörlerden biri olabilir." demişti.
Aradan altı yıl geçti değerli arkadaşlar, bilim adamları, bu kez
"20'nci yüzyılın ikinci yarısındaki sıcaklık artışı yüzde 90
insanların eseri." demekte ve yaklaşan felakete dair olgular
sıralamaktadırlar. Raporda, insan eliyle sera gazlarının salımının
neden olduğu bugünkü sorunlar şöyle sıralanmıştır: Daha az soğuk
günler, daha sıcak geceler, öldürücü sıcak hava dalgaları, seller
ve yoğun yağışlar, yıkıcı kuraklıklar ve kasırga ile tropikal fırtına
gücünde artış.
Sayın Başkan, değerli
milletvekili arkadaşlarım; bu konuda Avrupa Birliğinin Felaket
Raporu'na değinmeden geçemeyeceğim. Avrupa Birliğini küresel
ısınmaya karşı bu kadar sert önlemler almaya iten geniş kapsamlı raporda
"2071 yılında ortalama hava sıcaklıkları, küresel ısınma nedeniyle
1990 yılındaki seviyenin 3 derece üzerine çıkarsa, Avrupa genelinde
her yıl 90 bin kişi sıcaklardan ölecektir." denilmektedir. "Aynı
tarihte 2,2 derecelik bir artış durumunda ise sıcaktan ölen insan
sayısı 36 bin kişi olacak." denilmektedir. Bu bulgu, en can alıcı
noktayı oluşturmaktadır.
Türkiye'nin de dâhil
olduğu Akdeniz ülkeleri için büyük bir kuraklık uyarısı yapılan
raporda, bu iklim bölgesinde turizm ve balıkçılığın biteceği, iklimi
ılımanlaşan Kuzey Avrupa'nın ise yeni turizm merkezi olacağı belirtiliyor.
Rapordan, durumun
önemi açısından birkaç örnek vermek istiyorum: Avrupa'nın kuzeyinde
daha ılıman bir iklim olacak. Bu sayede, tarım üretimi orada yüzde
70 artacak. Kuzey Denizi sahilleri yeni Riviera olacak. İsveç ve
İngiltere gibi ülkeler, küresel ısınma nedeniyle avantajlı konuma
geçecek. Kışlar ılıman geçeceği için, bu ülkelerdeki ölüm oranları
azalacak. Turistler artık tatilleri için Güney Avrupa'yı değil, kuzeyi
tercih edecekler. Dünya genelinde turistlerin yüzde 15'i Akdeniz
ülkelerini ziyaret ediyor, bu bilinmektedir. Ancak, küresel ısınma
nedeniyle, İtalya, Fransa, Türkiye, İspanya ve Yunanistan gibi Akdeniz
ülkelerinde kuraklık başlayacak, 100 milyar euroluk turizm sektörü
ağır darbe yiyecektir.
Deniz sularının en
az 1 metre yükselmesi bekleniyor. Bu durumda sahil bölgelerindeki
yerleşim birimleri sular altında kalacak. Küresel ısınmanın maliyeti
2020'de 4,5 milyar euro olacak, 2071'de ise maliyet, yıllık 42 milyar euroya
kadar çıkacaktır.
Küresel ısınma sadece
kuraklığa yol açmakla kalmayacak, aynı zamanda deniz sularındaki
asit seviyesinin de artmasına neden olacak. Akdeniz'deki balık türleri
yok olacak, birçok balık kuzeye göç etmek zorunda kalacak; dolayısıyla,
balıkçılık büyük darbe alacaktır.
Emisyon, yani, atmosfere
salınan zehirli gazların oranlarının 1990'daki seviyesinin yüzde
20 ya da yüzde 30 altına çekilebilmesi durumunda küresel ısınmanın
önüne geçilebilir. Ancak, bu başarılamazsa ısınma Avrupa'yı bölecek;
kuzey turizmle zenginleşirken, güneydeki kuraklık toprakları verimsizleştirip,
refahın düşmesine neden olacaktır.
Uygarlaşma ne kadar yavaşlarsa yavaşlasın ya da sera
gazlarının salımı ne kadar azalırsa azalsın, küresel ısınma ve deniz
seviyesinin yükselmesi asırlarca sürecek. Okyanuslardaki su seviyesi
18 ile 59 santimetre yükselecek.
Daha şiddetli fırtınalar
görülecek.
Sıcaklık dalgaları
daha sık yaşanacak.
Bangladeş'ten Hollanda'ya
pek çok kıyı ülkesi sular altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya
kalacaktır.
Dünya ısındıkça okyanuslar
buharlaşıyor ve su buharı atmosferde yoğunlaşarak sera etkisi
yaratıyor. Dolayısıyla hava daha da ısınıyor.
Doğa, artık insanların
ortaya çıkardığı yüksek karbondioksit miktarıyla baş edebilme kapasitesini
yitiriyor.
Bu noktada, sera gazı
salınımını 1990 yılı oranlarının yüzde 5 altına çekmeyi öngören
Kyoto Protokolü gündeme geliyor. Birçok Avrupa ülkesi ve Rusya bu anlaşmaya imza
koymuş durumda. Ancak, sera gazı üretiminin en büyük sorumlusu
olan Amerika Birleşik Devletleri ile endüstri devleri Çin ve Hindistan,
ekonomilerini baltalayacağı gerekçesiyle bu anlaşmaya karşı
çıkıyor ve imza atmaya yanaşmıyor.
Ülkemizde ise yağışsız
geçen kış ayları, barajlardaki doluluk oranını önemli ölçüde etkilemiş
durumdadır. Geçen yıl bu dönemde yüzde 43 seviyesinde olan doluluk
oranı bu yıl yüzde 25'e gerilemiştir. Konuyla ilgili koordinasyonsuzluk
ve politika eksikliği hâlen maalesef devam etmektedir. Her ne kadar
konuyla ilgili sayın bakanlar, beklenen yağışların yüzde
55-60'ının nisan ve mayıs aylarında olacağını, bilimsellikten uzak
bir şekilde, âdeta kâhin edasıyla ifade etseler de, bunu kimse garanti
edemez. Üstelik, açıklamalarındaki gibi, şu anda bizler bu yılı değil,
önümüzdeki otuz-kırk yılı konuşmalıyız. Belki biz bunu göremeyeceğiz
ama, geleceğimiz yavrularımız, gençlerimiz, onlar var. Belki de,
sevap için mezarımıza bir bardak dökecek su bulamayacaklar. Umarım,
bu sorunu daha bilimsel ele alacaklardır. Zaten, bugün burada da yapılacak
bilimsel çalışmaların önünü açmak için, bu araştırma komisyonunun
kurulmasını biz de istiyoruz.
UNESCO'nun raporuna
göre ise, 2050 yılında dünya nüfusunun üçte 2'si ciddi su sıkıntısıyla
karşı karşıya kalacak. Bu nedenle, Türkiye olarak bugünden tedbirimizi
almak zorundayız. Türkiye'de su kaynaklarının korunması ve sürdürülebilirliğinin
sağlanması artık erozyondan da önemli hâle gelmiştir. Vatanın sadece
toprağı değil, suyu da kutsaldır. Türkiye, su kıtlığı çeken ülkeler
arasında yer almamasına rağmen, nüfus artışı ve hızlı kentleşme sonucu
su kaynaklarının korunmasında problemler yaşamaktadır.
Her yıl, kişi başına
düşen yıllık içilebilir su miktarında bir düşüş meydana gelmekte,
kirlenme ve yanlış kullanım nedeniyle yüzey sularımız yok olma tehlikesiyle
karşı karşıya kalmaktadır. Türkiye yüzölçümünün yüzde 20'si sulanabilir
arazidir. Bu alan tam olarak sulandığında, ihtiyacımız olan su miktarı
102 milyar metre küptür. Nüfusumuzun da yakın gelecekte 80 milyona
çıkacağı düşünüldüğünde, ihtiyacımız olan su miktarı 112 milyar
metre küp olacaktır. Hâlbuki, normal yağışlı bir yılda ülkemize düşen
yağış içinde bizim kullanabileceğimiz miktarın 95 milyar metre
küp olduğu hatırlanırsa, Türkiye, su zengini değil, su fakiri bir
ülkedir. Mümkün olan
en kısa sürede en etkili yaygın ve örgün eğitim ve öğretim yöntem ve
kurumlarıyla en yakınımızda bulunanlardan başlayarak, ülkemizdeki
ve bölgemizdeki su kaynaklarımızın önemi iyi anlaşılmalı. Mevcut
kaynakların akım ve yeterlilikleri, istikrarlı olup olmadıkları
iyi araştırılmalıdır. İçme ve sulama suyu olarak kullanılabilecek
kaynaklarımız amaçlarına uygun olarak tasnif edilmeli, en son teknikler
kullanılarak en ucuz ve en bol şekilde bu su kaynakları insanlarımızın
hizmetine sunulmalıdır ve tabii ki, şu an sularımız konusunda karar
mercii olan 13 tane resmî kurumumuzu tek elde toplayıp, mevcut sularımızın
bir çatı altından yönetilmesini sağlamalıyız.
Değerli milletvekili arkadaşlarım,
Amerika gibi küresel ısınmanın dörtte 1'inden sorumlu olan bir ülke
işin dışında kaldığı sürece, küresel ısınmayı durdurmak zor. Küresel
ısınmanın maddi sonuçlarına karşı bile küçük ülkelerin yapabilecekleri
sınırlı, yani kuzey-güney ilişkisi var. Kuzey kirletiyor, güney bedelini
ödüyor. Gelişmiş ülkeler kadar gelişmekte olan ülkelere de sorumluluk
düşüyor. Hindistan, Çin de tehlike arz ediyor. Türkiye de üzerine düşeni
yapmalı ve yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanmak için adım
atmalı. Bu bağlamda, mutlaka Kyoto Protokolü'ne imza atmalıdır.
Kyoto Protokolü önemli bir adım, ama sorunu çözmez, özellikle Amerika
imza atmadıkça.
Türkiye ve Kyoto Protokolü'nden bahsetmek
istiyorum. 2001 yılında Marakeş'te gerçekleştirilen Yedinci Taraflar
Konferansı'nda alınan 26 numaralı Karar uyarınca, Türkiye'nin adı
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çevre Sözleşmesi ek-II listesinden
çıkarılmış ve taraflar Türkiye'nin özgün koşullarını tanımaya davet
edilmiştir. Böylelikle, Türkiye, 24 Mayıs 2004 tarihinde, sözleşmenin
ek-I listesindeki diğer ülkelerden farklı konumdaki bir ek-I ülkesi
olarak sözleşmeye katılmıştır.
Bilindiği gibi, Amerika Birleşik Devletleri
ve Avustralya Kyoto Protokolü'nün bütün süreçlerine baştan sona katılmış
olmalarına ve kabul edilen metni imzalamış olmalarına rağmen, daha
sonra kendi iç politik gerekçeleri sebebiyle protokolü onaylamamışlardır.
Dolayısıyla, Türkiye ve Beyaz Rusya Kyoto Protokolü'nü esas olarak
kabul etmekle beraber, tüm ülkelerin izlediği görüşmeler süreci
sonucunda konumlarını belirleyeceklerini beyan etmektedirler.
Bu çerçevede, Türkiye ve Beyaz Rusya bu temel farklılıkları nedeniyle,
Kyoto Protokolü'ne kökten itiraz eden Amerika Birleşik Devletleri
ve Avustralya'dan farklı bir konumda ele alınmaktadır.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
ZÜHEYİR AMBER (Devamla) - Bitirmek üzereyim
Sayın Başkan.
BAŞKAN - Buyurun Sayın Amber.
ZÜHEYİR AMBER (Devamla) - 3 Ekim 2005 tarihinde
yeni bir aşamaya geçen Türkiye'nin Avrupa Birliğine katılma süreci
de Kyoto Protokolü konusundaki strateji belirlenirken ele alınacak
en önemli parametrelerden birisidir.
Bir ülkenin Kyoto Protokolü kapsamındaki
esneklik düzeneklerinden yararlanılabilmesi için 2006 yılı sonuna
kadar; protokole taraf olmasının yanında 1990 yılı itibarıyla hem
kaynaklarca salınan hem de yutaklarca uzaklaştırılan bütün sera
gazlarının envanterini sekreteryaya sunmuş olması ve bu envanterin
ve öngörülen ulusal hesaplama sisteminin sekreterya tarafından
onaylanmış olması, yürütülecek projelerden kaynaklanacak salımların
izlenlenmesini, onaylanmasını ve kayıt altına alınmasını sağlayan
bir kayıt sistemini oluşturmuş olması, 2005 yılı itibarıyla gösterilebilir
ilerlemelerin ortaya konduğu bir ilerleme raporunu ve ek-B hedeflerini
kesinleştiren bir ilk rapor sunması gerekmektedir.
Ancak, Türkiye açısından yukarıda sayılan
gereklerin istenilen tarihte hazır olması mümkün değildir.
Ne yapılabilir? Enerjinin etkin kullanımı,
idareli kullanımı, yenilenebilir enerji kaynakları ve yeni politikalar
bu sorunun çözümünün parçası olabilir. Küresel ısınmanın etkilerini
tersine çevirmek için bu teknolojilerin birçoğu hâlen mevcut bulunuyor.
Bu alanda derhâl atılabilecek adımlar, temiz yakıt kullanan araba
üretimi, daha etkin araç gereç üretimi, uluslararası düzeyde enerji
tasarrufunu içerebilir.
Bireyler, kendilerine ait kişisel seralarındaki
gaz emisyonunu sınırlayarak anlık farklılık yaratabilir.
Büyük şirketler de, halihâzırda emisyon
oranlarını azaltma konusunda çeşitli yöntemler bulmaya devam ediyorlar.
Ancak bu alanda daha fazla yenilik için olağanüstü fırsatlar var.
Rüzgâr enerjisi, güneş enerjisi, melez
elektrik motorları ve alternatif yakıtlar gibi yeni temiz enerji
kaynaklarının geliştirilmesi ve kullanıma açılması sayesinde
küresel ısınma kontrol altına alınabilir.
Amerika Birleşik Devletleri ve Türkiye,
Kyoto Protokolü'ne imza atmayan iki ülke. ABD'nin yıllık emisyonu
5,5 milyar ton. ABD, böylece tüm dünyadaki emisyonun yaklaşık yüzde
24'ünü tek başına gerçekleştirmeyi başarıyor. Türkiye'nin durumu
da, Türkiye'de enerjiden kaynaklanan emisyonlar 1980 yılından itibaren arttı, 1998 yılında
bırakılan 60 milyon ton oldu. Sanayi kaynaklı 60 milyon ton, üretimden
kaynaklı 17,95 milyon ton, ulaşım kaynaklı ise 40 milyon tonun üzerinde.
Dolayısıyla, 1998'de toplam karbondioksit üretimimiz 200 milyon tonu
buldu. Çevre ve Orman Bakanlığımızın bu konuda hâlen ciddi bir çalışması
var mıdır, onu bilmiyorum.
Türkiye, yenilenebilir enerji için daha
yakın ve ciddi hedefler koymak zorunda. Bugün Türkiye'nin rüzgârdan
sağladığı enerji payı, tüm enerji sektörü içinde maalesef sadece
binde 1. Rüzgâr enerjisi konusunda da Batı Anadolu ve Karadeniz'de
önemli kapasite var, ayrıca, güneş enerjisi de var. Gelişmiş ülkeler
bunu 2020 yılında yüzde 25'lere çıkarmayı hedefliyor. Türkiye'nin
bir an önce bu payı yüzde 10'lara getirecek düzenlemeleri yapması
lazım. Yenilenebilir enerji kanununun çıkarılması, yatırımların
desteklenmesi gibi çalışmaları vakit geçirilmeden hayata geçirmemiz
gerekiyor.
Yıllarca teknolojisi açısından, ben
çevreci olarak eleştirdiğim nükleer enerji üretim zinciri, tümüyle
ele alındığında, sera gazı salımı konusunda en temiz seçenek olduğunu
kabul etmeliyiz. Nükleer enerjinin, iklim değişikliğine sebep
olan atmosferdeki sera gazı konsantrasyonunun azaltılmasında büyük
rolü vardır. Günümüzde nükleer santraller, elektrik sektöründen
kaynaklanan sera gazı salımında yıllık olarak yaklaşık yüzde 17
azalmaya sebep olmaktadır.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
ZÜHEYİR AMBER (Devamla) - Yani, bu santrallerin
yerine, fosil yakıtlı santrallerden elektrik elde edilseydi, her
yıl 1,2 milyar ton karbon atmosfere verilecekti. Nükleer enerji üretimi
sürecinde ortaya çıkan atıkların ve kullanılmış yakıtların yönetimi,
gelecek nesillere fazla bir yük bırakmadan, insan sağlığı ve çevrenin
korunmasını amaçlamaktadır. Ancak, nükleer atıkların (yüksek seviyeli
atıklar ve kullanılmış yakıtlar) hâlâ nihai depolanmasının uygulanmasına
geçilememesi, nükleer enerji açısından dezavantaj olduğunu da
göz ardı etmemeliyiz. Enerji kaynaklarının gelecek nesiller için
de yeterliliği, sürdürülebilir kalkınma açısından önemli bir konudur.
Özellikle fosil kaynak rezervleri kısıtlıdır. Nükleer yakıt hammaddesi
olan uranyum ve toryum rezervleri ise oldukça fazladır diyorum, hepinize
de saygılarımı sunuyorum.
Teşekkür ederim. (Alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum Sayın Amber.
Önerge üzerinde, AK Parti Grubu adına
söz isteyen Adem Baştürk, Kayseri Milletvekili. (AK Parti sıralarından
alkışlar)
Buyurun Sayın Baştürk.
AK PARTİ GRUBU ADINA ADEM BAŞTÜRK (Kayseri)
- Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım; küresel ısınmanın
neden olduğu sorunların ve oluşturduğu riskin araştırılması, gereken
önlemlerin belirlenmesi amacıyla hem AK Parti Grubundaki arkadaşlar
hem de Cumhuriyet Halk Partisi Grubundaki arkadaşlar tarafından
verilen araştırma önergesi hakkında Grubum adına söz almış bulunuyorum.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
İnsanoğlu, hep birlikte bir gemideyiz,
öyle düşünebilirsiniz ve insanoğlu ve tüm canlılar, saatte hızı
107.219 kilometre olan bir uzay gemisinin yolcularıdır. İnsan eliyle
yapılan uzay gemilerinin aksine, dünyada canlıların yaşaması
için gerekli olan su, hava ve yiyeceğe sahip olması için güneş enerjisiyle
çalışan ve kimyasal maddeleri geri döndüren tükenmez bir ikmal kaynağı
söz konusudur ve böylece, dünya, binlerce yıldır dengesini bozmadan
yaşamaktadır.
Dünyada hayat, kalınlığı 15 kilometre
olan ince bir hava ve toprak tabakasından oluşmaktadır. Yerküre
içinde 6 milyar insan ve yüz elliden fazla değişik devlet bulunmaktadır.
Bunun yanında, binlerce çeşit bitki, hayvan ve mikroorganizma binlerce
yıldır birlikte yaşamaktadır. Bitkiler, dünya yüzünde dört yüz elli
milyon yıldan beri, omurgalı hayvanlar dört yüz milyon yıldan beri ve
insanlar da on bin yıldan beri bu dünyada yaşamaktadır. Biyolojik
çeşitlilik, hayatı destekleyen ekolojik denge için de gereklidir.
Binlerce yıldır dengeli bir şekilde hayatiyetini sağlıklı devam
ettiren yerküre, sanayi devrimiyle birlikte insan eliyle tahribata
maruz kalmıştır. Çevremizdeki hava, toprak ve su kirlenmiş, ozon tabakası
incelmiş, iklim değişiklikleri görülmeye başlanmıştır. Bunların
en önemlisi de, iklim değişikliği ihtimalidir. Çünkü, bu, diğerlerinden
çok farklı olarak küreseldir. Yani, su kirliliği, ülkede su kirliliği
varsa, o suyun çevresinde oturanları ilgilendiriyor. Bir Kızılırmak
kirleniyorsa, Sakarya kirleniyorsa o sadece bizi ilgilendiriyor,
tedbir aldığımızda temizleyebiliyoruz veya toprak kirlenmişse
sadece o toprağı kullananları ilgilendiriyor ve tedbir alındığında
temizlenebiliyor. Benzer şeyi, tam olmasa da, hava kirliliği için
söyleyebiliriz, ama, iklim değişikliğine sebep olan sera gazları
öyle değil. Sera gazları, başta söylediğim gibi, ortak bir gezegende
hepimiz birlikte kullandığımız bir olgu. Dolayısıyla, tek başına
ülkeler bu problemi çözemezler, çözemiyorlar ve küresel ısınmanın
temel sebebi veya iklim değişikliğinin temel sebebi, atmosferde
tabii denge içinde var olan karbondioksit, metan ve azotoksitlerin
artmasıdır. Atmosferde bulunan bu gazlar, bu sera gazları, aslında,
gerekli miktarda olması gerekiyor. Eğer bu gazlar gerekli miktarda
olmasaydı, atmosfer veya dünya bugünkü sıcaklığından 30 derece
daha sıcak olurdu, dolayısıyla hayat olmazdı. Peki, yapılan şey
ne? Aslında, bunu bir battaniye gibi düşünürseniz, sera gazları,
yeryüzünde, atmosfer yüzünde battaniye gibi atmosferi sarmıştır.
İlave karbondioksit, ilave sera gazları bu battaniyeyi kalınlaştırıyor.
Çok kabaca böyle ifade edebilirim. Dolayısıyla, o dengeyi bozuyor
ve yeryüzü beklenenden ve dengeden daha fazla soğuyor veya ısınıyor.
Bugün problem, bu battaniyenin kalınlaşması
-böyle ifade edebilirim- ve battaniyeyi inceltecek -öyle ifade
edebiliriz- orman varlığının veya bir diğer ifadeyle yutakların
azalmasıdır. Bir hesaba göre, dünyadaki ilave atılan karbondioksitin
veya sera gazlarının ortamdan yutulması, alınması için Amerika kadar
bir alanın ormanlaştırılması gerekiyor. Bu, çok ciddi bir rakam.
Peki, şunu da bir analiz edersek: Peki,
bu sera gazları nereden ileri geliyor? Hep biliyoruz, ama çok kabaca
bir söylemek istiyorum: Bunlardan bir tanesi fosil yakıtlardan geliyor
ve önemlisi bu. Yani, fosil yakıtların (petrol, doğal gaz, kömür gibi)
enerji maksadıyla yakılmasından kaynaklanıyor. Karbondioksit
emisyonunun önemli bir kısmı buradan. Bir başka kısmı sanayiden
-bunlar önemsiz- mesela çimento sanayisi ve kimyasal proseslerden
çıkıyor. Bir başka kısmı ulaştırmadan çıkıyor. Hava, deniz, kara
ulaşımları, bunlar yakıt kullanıyorlar. Aslında bu da bir yerde bir
fosile dayanıyor. Sonra, katı atık yönetimi… Bu, bazen gözden kaçıyor.
Bu çöp depo sahalarında çıkan metan, karbondioksitten daha fazla,
21 kat daha fazla sera etkisi meydana getiriyor atmosferde. Bu da
önemli bir parametre. Ayrıca tarımda, tarımdaki çeltik üretimi,
çeltik tarımı ve anız yakma gibi hadiseler de sera gazının oluşmasına
sebep oluyor, artırıyor.
Devlet Planlama Teşkilatının Sekizinci
Beş Yıllık Kalkınma Planı'ndaki verilen rakamlara göre, onun rakamlarına
göre, dünyada toplam bir yılda 157 milyar ton karbon -monoksit değil-
sadece karbon salımı olmakta ve bunun 153,9 milyar tonu bitkiler ve
okyanuslar tarafından yutulmakta ve yılda net 3,2 milyar ton karbon
atmosfere verilmektedir. Bütün mesele de burada zaten. Demek ki,
ortalama 3,2 milyar milyon ton -kimden geliyor, nasıl geliyor, önemli
değil- atmosfere veriliyor. Peki, bunu kim veriyor? Biraz önce CHP
adına konuşan arkadaşımız, sanki, biz Kyoto Protokolü'nü imzalayınca
mesele çözülecekmiş gibi bahsetti.
Bakın, rakamları -yine DPT rakamları
bu verdiğim rakamlar- yine, tabii, Kyoto Protokolü ve İklim Değişikliği
Sözleşmesi'nde hep 1990 yılı esas alındığı için, 1990 yılı rakamlarını
söylüyorum: 1990 yılı rakamları itibarıyla, Amerika Birleşik Devletleri
1 milyar 346 milyon ton karbon -karbondiokside çevirmek istediğinizde,
bunu 3,66'yla çarpacaksınız- veriyor atmosfere. Bu, dünyadaki karbon
salımlarının yüzde 23'ü, 1990 yılı itibarıyla. Batı Avrupa ülkeleri
936 milyon ton karbon veriyor, bu da yüzde 16'sı. Japonya 274 milyon
ton veriyor, bu da yüzde 5'i. Toplam, gelişmiş ülkelerin dünyaya verdiği
karbon veya karbondioksit emisyonu yüzde 50'yi buluyor.
Bunun dışında, gelişmekte olan ve gelişme
durumunda olan ülkeler diye, Çin'i saydığımızda, Çin, 90 yılında
-çok fazla değil- 620 milyon ton, yüzde 11'ini oluşturuyor; Hindistan
153 milyon ton, yüzde 3'ü, nüfusuna göre çok az; Türkiye 35 milyon ton
-karbon olarak söylüyorum, tabii yine DPT rakamları; bunu karbondiokside
çevirdiğimizde aşağı yukarı 130 milyon ton eder- diğer ülkeler
1.290 milyon ton -yani, bu saydığım ülkelerin dışındaki- o da yüzde
22. Türkiye, yüzde 0,5 ediyor. Toplam 5 milyar 786 milyon ton karbon
emisyonunun ancak 35 milyon tonu Türkiye'den çıkıyor. Türkiye bunu
sıfıra indirse, hiç bırakmasa, dünyadaki bu değişikliğe hiçbir
etkisi olmaz. Bunu parantez açıp söylemek istiyorum. Sanki, Türkiye,
Kyoto Protokolü'nü imzalarsa çözecekmiş gibi…
CANAN ARITMAN (İzmir) - Yapmayalım mı
yani Vekilim?
ADEM BAŞTÜRK (Devamla)
- Yok, ben oraya geleceğim… Geleceğim oraya… Ben sadece rakamları
konuşturmak istiyorum. Yani, asıl meselenin endüstri ülkelerinde
olduğunu söylemek istiyorum.
Tabii, Çin'deki gelişmeleri,
Hindistan'daki gelişmeleri de dikkate aldığınızda, yine, ileriye
dönük olarak ihtimaller veya ihtimal hesapları yaptığınızda, işte,
2020 yılı itibarıyla bu ihtimal, aşağı yukarı gelişmiş ülkeler yüzde
40'a düşerek biraz azaltıyorlar, gelişmekte olan ülkelerse yüzde
29'dan yüzde 50'ye çıkarıyorlar. Çin
özellikle yüzde 20'lere kadar çıkıyor.
Tabii, yine, bu, dünyadaki kalkınma hızını
yüzde 2 diye alırsak eğer -yüzde 2,1- ve enerji taleplerini de yüzde
1,8 alırsak, dünya 2020 yılında 15,5 milyar ton petrol eş değeri enerji
tüketecek ve bunun karbon salınımı ise aşağı yukarı 10 milyar ton
olacak, yani, 5 milyar 786 milyon tonluk karbon salımı 2020 yılında,
eğer, bu gidişle olursa, bu gidişle -tedbir alınmazsa- 10 milyar tona
çıkacak. Tabii, burada, gelişmekte olan ülkeler biraz miktarını
azaltıyor, ama, diğerleri biraz daha artırıyor ve bu mukayeseyi,
biraz önce söylediğim mutlak değerleri, bir de fert başına mukayeseler
şekline dönüştürdüğümde, orada da çok ciddi çarpıcı rakamlar var.
Bunlar da 2003 yılı itibarıyla rakamlar: Kişi başına enerji tüketimi
yılda -bu da ton petrol eş değeri olarak- Türkiye 1,12 fert başına,
dünya 1,69; dünyanın ortalamasından daha da az; hele OECD ülkeleri
4,67; yani, onun neredeyse dörtte 1'inden daha az. Peki kişi başına
elektrik tüketimi ne kadar? Kişi başına elektrik tüketimi Türkiye'de
1.684, dünyada 2.429 ve OECD'de 8.044. Yine, enerji tüketimi açısından
Türkiye, OECD ülkelerinin yine dörtte 1'ine tekabül ediyor. Sera
gazlarına konu olan karbondioksit emisyonunu dikkate aldığımızda,
yine karbondioksit emisyonu Türkiye'de 2,87 ton, kişi başına yılda,
dünyada 3,99 ton, 4 ton deyin aşağı yukarı. Türkiye, yine ortalamanın
çok daha altında. OECD ülkeleri 11 ton, yılda, kişi başına.
Görüldüğü gibi, Türkiye karbondioksit
salınımı bakımından hem dünya ortalamalarının hem de OECD ortalamalarının
çok altında. OECD'nin çok altında, dünya ortalamasının altında ve
bu sebeple de -biraz önce söylediğim
karbon emisyonları sebebiyle de- son kırk yılda ölçülen karbondioksit
emisyonu açısından, karbondioksit emisyonu dünya atmosferinde
310 mikrogram/metre küpten 370 mikrogram/metre küpe çıkmış. Tabii,
ben burada mukayeseleri vermek
istedim ki, pozisyonu görmek açısından.
Görüldüğü gibi, gelişmiş ülkeler diyorlar
ki: "Bundan sonra karbon veya karbondioksit salınımını artırmayalım."
Pozisyonunu korumak istiyor. Fert başına enerji talepleri 8 bin
kilovatı bulmuş ve fert başına karbon miktarı 11 tonu bulmuş ve burada
diyor ki: "Biz bunu sabitleyelim." Ama, buna karşılık -ve
dünyanın yarısını kirletiyor, tek başına Amerika yüzde 25'ini kirletiyor-
diyor ki geri kalmış ülkelere: "Siz de sabit durun." Tabii,
sıkıntı burada başlıyor. Diyor ki geri kalmış ülkeler: "Biz de
sizin gibi gelişmek durumundayız. En azından eşitlik isteriz."
İşte bu durumda, deminden
beri konu olan uluslararası sözleşmeler gündeme geliyor. Peki, şunu
da -belki arkadaşlarım söylediler ama- ben çok şey etmeden; peki, atmosferde
bu sera gazı oluşursa ne türlü ihtimaller söz konusu olur? Çeşitli
senaryolar üretiliyor. Biraz önceki senaryoları yazabiliriz:
Aşırı sıcaklar olabiliyor, soğuyabiliyor, şiddetli yağışlar oluyor,
buzullar eriyor, denizler yükselebiliyor ve herkesin hemfikir olduğu,
ama, rakamda çok hemfikir olmadıkları bir konuda, 2100 yılına kadar,
2100 yılında, mesela bir senaryoya göre -aynı raporun iki değişik
şeyinden söylüyorum ben; bir 2000 yılı raporu bir de 2006 yılı raporu-
2000 yılı raporunda diyor ki: "Dünya sıcaklığı 1'le 3,5 derece
artacak 2100 yılında." Yeni yayınlananda da "1,4'le 5,8 olduğu
tahmin edilmektedir" diyor. Yani, tabii, ayrıca bu tahminleri
çoğaltabiliriz: Bu ısınmanın sonucu hidrolik döngünün değişmesi,
kara ve deniz buzullarının erimesi, kara ve buzul örtüsünün alansal
daralması, kuraklık, çölleşme, salgın hastalıkların ve zararlarının
artması gibi, dünya ölçeğinde sosyoekonomik sektörleri ve ekolojik
sistemleri ve dünya sağlığını ve insan sağlığını doğrudan veya dolaylı
etkileyecek önemli sonuçların ortaya çıkacağı beklenmektedir.
Peki, dünya bu gidişe
seyirci mi kalacak? İşte, dünya bu noktada seyirci kalmıyor. Birleşmiş
Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ve arkasında Kyoto
Protokolleri gündeme geldi biliyorsunuz ve bu sözleşmede ülkelerin
ortak, fakat farklı sorumlulukları, ulusal ve bölgesel kalkınma öncelikleri,
amaçları ve özel koşulları dikkate alınarak, tüm taraflara, insan
kaynaklı sera gazı salınımını azaltması, iklim değişikliğinin
önlenmesi ve etkilerinin azaltılması alanlarında ortak sorumluluklar
verilmiştir. Bu hükûmetler arası iklim değişikliği protokolünün
veya anlaşmasının temel kaideleri bunlar ve 2000 yılına kadar,
1990 yılındaki karbondioksit seviyesini yüzde 5 azaltmayı orada
tavsiye ediyor. Arkadaşlarım daha önce ifade ettiler, işte, 1 numaralı
liste, 2 numaralı liste diye… Türkiye önce Rio'da 1 numaralı listedeydi,
gelişmiş ülkeler listesindeydi, sonra Marakeş'te bu 2 numaralı
listeye alındı. Dolayısıyla, o yanlışlık düzeltildi ve bunun sonucunda
şunu görüyoruz bu aradaki geçen sürede: Yani, 1992 ile 2000 arasında,
bu 1 numaralı listedeki karbondioksit emisyonları yüzde 6,5 azalmış
ve 2 numaralı listede, gelişmiş ülkelerdeki karbondioksit emisyonu
ise yüzde 7,5 artmış, ama, başarılı olan bir grup var; o, AB ülkeleri. Orada da, AB ülkelerinde de bu aradaki
sekiz yıllık sürede yüzde 3,5 azalmış.
Biliyorsunuz, yine arkadaşlarım söylediler,
sera gazı salınımlarıyla ilgili, azalması yönündeki yükümlülükleriyle
ilgili sözleşmeler, Kyoto Protokolü, 26 Şubat 2004'te yürürlüğe
girdi. Türkiye de o Marakeş'teki düzeltmeler sebebiyle de o başlangıçtaki
sözleşmenin tarafı oldu, ama, hâlâ, Kyoto Protokolü'nün tarafı değil.
Aslında, bu anlaşmalarda
özel hükümler de konuyor. Mesela, Avustralya, İzlanda gibi ülkeler
yüzde 10 artı almışlar 1990'a göre, ama Avrupa Birliği, Amerika Birleşik
Devletleri ise salınım azaltma yükümlülüğü getirmişler. Bunun bir
tanesi yüzde 8, öbürü yüzde 7. Avrupa Birliği, kendi içinde bir organizasyon
yapmış, kendi ülkelerini düzenlemiş. Mesela, Lüksemburg 2020 yılına
kadar yüzde 28 emisyonu azaltırken, Portekiz'e yüzde 27 artma imkânı
verilmiş. Bu da Avrupa Birliğinin kendi içindeki düzenlemesi.
Türkiye'nin 2004 yılında
imzaladığı sözleşmeye göre yükümlülükleri, sera gazı yutaklarını
ve haznelerini (orman ve mera alanları) korumak ve artırmak, bu
amaç için ulusal politikalar oluşturmak, uygun önlemleri almak, Birleşmiş
Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Sekretaryasına
bildirimde bulunmak olarak sayılabilir, çok özet olarak. Bunun için
Türkiye, İklim Değişikliği Koordinasyon Kurulu kurdu ve bu Koordinasyon
Kurulu çalışmaya başladı ve bunun için gruplar oluştu, sekiz değişik
grup oluştu ve bununla ilgili olarak da ilk ulusal bildirimi geçen
yılın sonunda, bu yılın başında açıklandı, ilk İklim Değişikliği
Ulusal Raporu diye, bu Birleşmiş Milletlere söz verildiği rapor. Bunlar
şu anda yayınlanmış ve Çevre Bakanlığı sitesinde de var, kapsamlı
ve İngilizce hazırlanmış, zannediyorum Türkçeye de çevirecekler.
Bu rapora göre, 1990 yılında, biraz önce Sayın Bakan da söyledi, karbondioksit
emisyonu 170 milyon ton, 2004 yılında 296 milyon ton ve bunun yüzde
76'sı enerji…
(Mikrofon otomatik
cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Buyurun Sayın
Baştürk.
ADEM BAŞTÜRK (Devamla)
- …5,1'i tarım ve 9,3'ü atıklardan ortaya çıkmaktadır.
Türkiye, sera gazı
kontrolünde, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi'ndeki
ortak yükümlülükler doğrultusunda kalkınma önceliklerini, hedeflerini
ve artan nüfusunun ihtiyaçlarını gözeterek iklim değişikliğine
karşı yürütülen küresel mücadelede yerini almayı amaçlamaktadır.
Türkiye'de enerji talebindeki artışlar enerjinin doyma noktasına
ulaşmadığını göstermektedir. Gelecek on yıllarda da enerji talebi
artacaktır. Bu bakımdan, sera gazı azaltılmasında enerji tasarrufu,
enerjinin verimli kullanılması, yeni teknolojilerin ve yenilenebilir
enerji kaynaklarının yaygınlaştırılması, orman kaynağının artırılması,
gelecekte yararlanılacak politika araçları ve teknolojik
imkânların başında gelmektedir.
Sonuç olarak, sürdürülebilir
kalkınmayla birlikte çevrenin korunması ve geliştirilmesi esas
olmalıdır. Bu politikanın temel ilkesi, doğal kaynakların yönetimi,
insan sağlığı ve doğal dengenin korunması şartıyla, sürdürülebilir
bir kalkınmanın sağlanması ve gelecek kuşaklara, yaşanabilir fiziksel
ve sosyal bir çevre bırakılması esastır. Ülkemiz, iklim değişikliğiyle
ilgili taahhütlere girerken, ülkenin doğal kaynaklarının yönetimini,
sürdürülebilir bir kalkınmanın sağlanması gerektiğini, kalkınma
için enerjiye mutlaka ihtiyaç duyulduğunu, enerji temini için doğal
kaynak olarak su ve kömür dışında Türkiye'de ciddi bir kaynağın olmadığını,
fert başına enerji tüketimi ve karbondioksit salınımının gelişmiş
ülkelerin yaklaşık 1/3'ü ve dünya ortalamasının yüzde 70'i kadar
olduğunu dikkate almak gerekmektedir.
Bu bakımdan, dünyadaki
iklim değişikliklerinin ülkemize etkileri, ortaya çıkacak sonuçlar,
alınacak idari ve yasal önlemlerin belirlenmesi bakımından bir
Türkiye Büyük Millet Meclisi komisyonunun kurulmasının faydalı
olacağı kanaatimi ifade ediyor; bu vesileyle, yüce heyetinizi
saygıyla selamlıyorum. (Alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum
Sayın Baştürk.
Birleşime beş dakika
ara veriyorum.
Kapanma Saati: 19.51
DÖRDÜNCÜ OTURUM
Açılma Saati: 19.56
BAŞKAN: Başkan Vekili Nevzat PAKDİL
KÂTİP ÜYELER: Yaşar TÜZÜN (Bilecik), Ahmet Gökhan
SARIÇAM (Kırklareli)
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri,
Türkiye Büyük Millet Meclisinin 62'nci Birleşimi'nin Dördüncü Oturumu'nu
açıyorum.
(10/351, 399, 417) esas
numaralı Meclis araştırması önergelerinin ön görüşmelerine kaldığımız
yerden devam edeceğiz.
Hükûmet yerinde.
Şimdi söz sırası,
önerge sahipleri adına İzmir Milletvekili Canan Arıtman'a aittir.
Sayın Arıtman, buyurun
efendim. (CHP sıralarından alkışlar)
CANAN ARITMAN (İzmir)
- Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; son on beş yıl içinde insanlığın
sorunlarına bir yenisi daha eklendi: Küresel ısınma ve iklim değişimi.
Bu yapay bir iklim değişimidir ve yüzde 90 oranında insanların yaptıklarından
kaynaklanmaktadır. Jeolojik çağlar boyunca meydana gelen doğal iklim
değişikliği milyonlarca yılda oluşurken, bu yapay iklim değişimi
on beş-yirmi yıl gibi çok kısa bir zaman sürecinde ortaya çıkmıştır.
Küresel ısınma, insanların
çeşitli aktiviteleri sonucunda meydana gelen ve sera gazları
olarak nitelenen bazı gazların atmosferde yoğun bir şekilde artması
sonucunda yeryüzü sıcaklığının yapay olarak artması sürecidir. Küresel
iklim değişimi ise, küresel ısınmaya bağlı olarak iklim ögelerinin
değişmesi olayıdır.
Sera gazları içinde
en yüksek paya sahip olanı karbondioksittir. Bu gaz, bildiğiniz gibi,
petrol, kömür ve doğal gaz gibi fosil yakıtların kullanılması sonucu
atmosfere karışır. Bir yandan fosil yakıt kullanımının hızlı artması,
öte yandan, fotosentezle tonlarca karbondioksidi yutan ormanların
ve bitkisel planktonların tahribi, atmosferdeki karbondioksit
miktarını, son yüz altmış bin yılın en yüksek düzeyine ulaştırmıştır.
Karbondioksidin küresel ısınmadaki payı yüzde 50'dir, ama karbondioksit
moleküllerinin atmosferdeki ömrü elli-yüz yıl gibi çok uzun bir süreçtir.
O nedenle de, küresel ısınma konusunda alınacak önlemlerin başında
karbondioksit salınımının azaltılması gelir.
Küresel ısınma ve küresel
iklim değişikliği, ekolojik, ekonomik ve sosyolojik sonuçlara,
hem de dramatik sonuçlara neden olacaktır. Sıcaklıkların artmasıyla
kara ve deniz buzullarının erimesi, deniz seviyesinin yükselmesi,
iklim kuşaklarının yer değiştirmesi, şiddetli hava olaylarının,
sellerin, kasırgaların, hortumların daha sık olması ve şiddetlerinin
artması, kıyı bölgelerin sular altında kalması, nehir deltaları
ve çok verimli tarım alanlarının, sulak alanların sular altında kalması,
su yüzeylerinden buharlaşmanın artmasıyla toprağın kuruması, tarımsal
ürünlerin azalması, kuraklık, erozyon, çölleşme, salgın hastalıklar
gibi insan yaşamını ve sağlığını, sosyoekonomik sektörleri etkileyebilecek
sarsıcı olaylar yaşanacaktır.
Ayrıca, tüm eko sistemlerdeki
bozulmaya bağlı olarak canlı ve cansız çevrenin doğal dengesi de altüst
olacak, 2050'ye kadar bitki ve hayvan türlerinin üçte 1'i yok olacaktır.
Deniz seviyesindeki
yükselmeyle, tuzlu su, tatlı su kaynaklarını istila edecek, toprak
kalitesi bozulacak, tundralar bataklığa dönüşecektir. Ortaya
çıkacak iklim değişiklikleri neticesinde, kuraklık, susuzluk,
tarım alanlarındaki daralma, tarımsal ürünlerin azalması, kıtlık,
doğal afetler gibi nedenlerle dünyada kaos yaşanmaya başlanacak,
büyük göçler ve savaşlar ortaya çıkacaktır. Dünyanın sonunu petrol
savaşları getirmezse küresel ısınmanın getireceği kesindir. Önümüzdeki
on yıllarda da su savaşlarının çıkması kaçınılmazdır.
Emperyalist güçlerin
ülkemize göz dikmelerinin, ulus devleti yıkma girişimlerinin altındaki
en önemli nedenlerden biri de su kaynaklarımızdır. AB'nin, 17 Aralık
kararlarında, ülkemizin sularının ve barajlarının idaresinin
AB'ye ait bir üst yönetime verilmesinin altındaki neden de budur.
Küresel ısınma olgusu
insan sağlığına ölümcül etkiler getirecek, kitlesel ölümlere neden
olacaktır, ortalama yaşam süresi kısalacaktır. Aşırı sıcaklıklar
sebebiyle önce kalp-damar hastaları, diyabetliler, yaşlılar ve çocuklar
hayatını kaybedecektir. Aşırı sıcaklıklar nedeniyle biliyorsunuz
geçtiğimiz yaz tüm Avrupa ülkelerinde bu tür ölümlerle karşılaştık.
Ayrıca, beslenme yetersizliği, açlık ve susuzluğun getirdiği
ölümler olacak, aşırı sıcaklık ve su kaynaklarındaki azalmayla virütik,
bakteriyel ve paraziter enfeksiyonlar artacak, malarya yayılacak,
temiz suya erişememekten ishal, tifo, kolera salgınları görülecek,
kalp-damar hastalıkları, solunum yolu hastalıkları, astım ve alerjik
hastalıklar, göz ve deri hastalıkları, psikolojik hastalıklar da
artacaktır.
Bilim adamları, otuz
üç yıldır, küresel ısınmaya ve neden olacağı felaketlere hükûmetlerin
dikkatini çekmeye çalışıyor, ama ne yazık ki, sanayileşmiş, gelişmiş
ülkeler, bu çığlıkları, ekonomik çıkarlarını her şeyin üstünde
tuttukları için, duymazlıktan geliyorlar.
Bakın, ilk kez, Birleşmiş
Milletler Genel Kurulu daha 1988'de "iklim değişikliği insanlığın
ortak kaygısıdır" kararını aldı ve sonra da Birleşmiş Milletlerin
hazırladığı İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 1992'de Rio Konferansı'nda
imzaya açıldı, Türkiye ancak 2004'te taraf oldu. Ama, ne yazık ki, sözleşmeye
taraf olan ülkelerin bu konferanstaki taahhütlerini yerine getirmemeleri
neticesinde bu protokole bir de yasal bağlayıcılık getirecek yeni
bir düzenleme gerekli oldu ve bu şekilde Kyoto Protokolü ortaya
çıktı. 97'de yazıldı biliyorsunuz. Bu Kyoto Protokolü'ne göre, sera
gazı salınımı, 2012'de yüzde 5,2 oranında azaltılacak ve 90'lardaki
seviyeye, salınım düzeyine inecekti. Ama, tabii, bu protokolün yürürlüğe
girmesi için, zararlı sera gazı salınımlarının yüzde 55'inden sorumlu
olan en az elli beş ülke tarafından da imzalanması gerekiyordu. Bu,
sera gazlarının yüzde 36'sından sorumlu olan Amerika ile yüzde 18'inden
sorumlu olan Rusya'nın protokolü imzalamaması neticesinde yürürlüğe
giremedi. Ama, 2004'te Rusya'nın imzalamasıyla, 2005 itibarıyla da
Kyoto Protokolü yürürlüğe girmiş oldu. Amerika hâlâ imzalamamıştır.
AB ülkelerinin hepsi taraftır ve bu protokolü imzalamayan ülkelerden
biri de, ne yazık ki, ülkemizdir.
Birçok ülke hâlâ ekolojik
afetlere ait potansiyel tehlikeleri bir türlü görmek istememektedirler.
Ekonomik kârlılıklarını her şeyin üzerinde tutan bu ülkeler yüzünden,
yaşanılabilir bir dünya umudu tükenmektedir. 2007 Şubatında Paris'te yapılan son
IPCC toplantısının raporu, insanlığın ve dünyanın geleceği açısından
artık geri dönülmez noktanın eşiğinde olduğumuzu ilan etmiştir.
Kyoto Protokülü'nü
imzalamayan ülkelere şu bilimsel gerçekler acilen hatırlatılmalıdır:
Küresel ısınma ve iklim değişikliği, şimdiye kadar dünyanın gördüğü
ekolojik afetlerin en büyüğü, en tehlikelisidir. Küresel ısınmaya
neden olan sera gazları salınımı
hemen durdurulsa bile, gezegenimiz, on yıllarca ısınmaya devam
edecek ve bu ısınmanın etkileri de en az yüz yıl sürecektir. Besin
üretimi ve su kaynaklarının azalmasıyla, 2050 yılında göç edecek insan
sayısı 150 milyona ulaşacaktır. 2070'te 5,5 milyar insan gıda sıkıntısı
çekecektir ve 3,2 milyar insan da susuzluktan etkilenecektir. Çok
değil, en fazla yirmi-otuz yıl sonra, su kaynaklarını ele geçirmek
için bölgesel savaşlar yaşanacak ve ne yazık ki, bunun için de nükleer
silahlara başvurulacaktır. Yine, tarım alanlarının ve su havzalarının
hem korunması hem de ele geçirilmesi için çıkacak çatışmalar, dünyadaki
terörü de azdıracaktır ve en sonunda, sadece Kuzey Kutbu'nda birkaç
milyon insan yaşayabilecektir.
Ya Türkiye'nin başına
neler gelecek? Ülkemiz, iklim değişikliğinin olumsuz etkileri
açısından risk grubundaki ülkeler arasındadır. Şimdiden sulak alanlarımızın
yüzde 40'ını kaybettik, yıllık ortalama sıcaklıklarımız artıyor. Kar
yağışı giderek azalıyor, kış mevsimi ortadan kalkıyor. Göllerdeki,
barajlardaki su miktarı azalıyor, taban sularımızın seviyesi düşüyor
ve tarım alanlarımızın yüzde 40'ı kuraklık tehlikesiyle karşı karşıya.
Tarımsal ürünlerin hem çeşidi hem miktarı azalacak. Orman yangınları
artacak. Tarımsal hastalık ve tarım zararlılarında büyük artışlar
görülecek. 2050 yılında artık Akdeniz'e turist gelmeyecek. Ani ve
şiddetli yağışlar sellere, heyelan ve erozyona yol açacak, büyük
can ve mal kayıpları yaşanacak. Türkiye yüz yıl içinde Kuzey Afrika'ya
dönüşecek.
Dünyayı en fazla kirletenler
arasında olan ülkemiz artık acil önlemler almak zorundadır. Küresel
ısınmadan etkilenmeye çoktan başladık bile. Gerekli önlemleri almak,
artık sadece siyasi değil ahlaki bir görevdir. Bu işler, vatandaşa
"arabanı kullanma, lambayı yakma, musluğu kıs" demekle çözümlenemeyecek
kadar önemlidir ve kapsamlı planlamaları gerektirir.
Su kaynaklarımızı,
su havzalarımızı korumalı, iyi kullanmalı ve akıllıca yönetmeliyiz.
Yaşamak için, artık, su, petrolden çok daha önemlidir.
Atmosfere salınan
karbondioksidi geri emen ormanları korumalı, orman yangınlarına
karşı önlemler almalı, yeni ormanlık alanları üretmeliyiz. Bununla
ilgili, ormanların yok olmasına neden olacak 2/B yasası gibi yasal
düzenlemelerden de vazgeçmeliyiz.
Toprağı korumalı,
değişecek iklime göre tarımsal üretimimizi planlamalı, arazi
kullanım planı yapmalı, su planlaması yapmalıyız.
Temiz, yenilenebilir
enerji kaynaklarına ağırlık vermeli, su, rüzgâr, jeotermal ve güneş
enerjisi yatırımlarını desteklemeliyiz.
(Mikrofon otomatik
cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Buyurun Sayın
Arıtman, konuşmanızı tamamlayınız.
CANAN ARITMAN (Devamla)
- Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.
Bunların yanında toplumsal
duyarlılık yaratmaktan, turizmin çok değişecek geleceğini planlamaya
kadar yapılacak çok şey vardır ve elimizi çabuk tutmalıyız. Gelecek
nesillerimize yaşanabilir bir Türkiye bırakmak görevimizdir.
Sözlerimi Kızılderili
reisin ünlü dizeleriyle bitiriyorum: "Son ırmak kuruduğunda,
son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, beyaz adam paranın yenmeyen
bir şey olduğunu anlayacak." "Bu dünya bize atalarımızdan
miras kalmadı, biz onu çocuklarımızdan ödünç aldık."
Son söz olarak da, 2007
yılının tarihin yaşanmış en sıcak yılı olacağını hatırlatarak,
seçimleri yaza güze bırakmamanızı öneririm.
Saygılar sunarım.
(CHP ve Anavatan Partisi sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederim.
Önerge sahipleri adına
ikinci söz, Ankara Milletvekili Yakup Kepenek'e aittir.
Sayın Kepenek buyurun.
(CHP sıralarından alkışlar)
YAKUP KEPENEK (Ankara)
- Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın milletvekilleri,
bugün ele alınmasına karar verilecek olan Meclis araştırması önergem
üzerine kişisel görüşlerimi açıklamak üzere söz aldım. Hepinizi
saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.
Sözlerime başlarken,
ülkemizin yetiştirdiği çok değerli Anayasa hukukçusu, bilim insanı
Yavuz Sabuncu'yu yitirdiğimizi ve bu konudaki üzüntülerimizi,
hepimizin üzüntülerini dile getirmeme izin veriniz. O bağlamda,
kendisini saygıyla anıyorum.
Değerli milletvekilleri,
Birleşmiş Milletlerin ve diğer yeni kurumsal çalışmaların kanıtladığı
gibi, küresel ısınma, dünyayı tehdit eden önemli, çok önemli sorunlardan
biridir ve bu konu, son zamanlarda yoğun bir biçimde tartışılmakta,
tehlikenin çok büyük boyutlara ulaştığı vurgulanmaktadır. Benden
önce konuşan arkadaşlarım da, bunu, enine boyuna vurguladılar.
Değerli milletvekilleri,
küresel ısınma, esas olarak sanayileşmenin ürünüdür. Küresel ısınmanın
sanayileşmeyle başladığı bilimsel olarak kanıtlanmaktadır. Küreyi
ısıtanlar sanayileşmiş ülkelerdir. O zaman, çevre konusunda temel bir kural var
"Kirleten öder." diye. Bu kural, küresel ısınma konusunda
da geçerli olmalıdır. Sanayileşmiş ülkeler, küresel ısınmanın önlenmesi
için gereken masrafları üstlenmede birinci derecede sorumlu tutulmalıdır
ve eğer önlem alınacaksa, onlardan işe başlamak gerekmektedir.
Bir önemli konu daha
var: Küresel ısınmaya karşı önlem alınması piyasa koşullarına
terk edilmeyecek kadar önemlidir. Bize son yirmi beş-otuz yıldır piyasanın
her şeyi düzelteceği, yatırımları düzelteceği, daha çok yatırım
sağlayacağı, ekonomiyi kalkındıracağı ve her türlü yanlışın piyasa
tarafından düzeltileceği vurgusu yapıldı, zihinlerimize bu yerleştirildi.
Ancak küresel ısınmayla ilgili bilimsel veriler kanıtladı ki, piyasa
koşulları küresel ısınmayı önlemede çok yetersiz kalmaktadır. Haa,
o zaman, eğer piyasa koşulları küresel ısınmayı önlemede başarısız
ise -ki, öyledir- o zaman, ulus devletlere, devletlere ve uluslararası
kuruluşlara büyük görevler düşmektedir. Bizim önergemizin ele
alınması ve incelenmesiyle, sonuçlandırılmasıyla, bu konuda, ülkemize
ve dünyaya yönelik gelişmeler ele alınabilecektir.
Bir önemli alt başlık
daha vurgulanmalıdır: Küresel ısınma dünyada eşit dağılmıyor, haksız
dağılıyor. Küresel ısınmadan asıl zararı görenler yoksul ülkelerdir.
Bu, ülkemiz için de geçerlidir. Kuraklık, açlık, yoksulluk çeken bölgeler
genellikle düşük gelirli ve işsiz ve zorluk içinde, güçlük içinde yaşayan
kesimlerdir. Dolayısıyla, yapılması gereken düzenlemelerin,
incelemelerin, o bölgelerin durumunu düzelterek işe başlamasında
büyük yarar vardır. Önlemlerin alınmasında bu konu önemlidir.
Küresel ısınmayla ilgili
olarak, son günlerde Türkiye ısınma haritaları yayınlanıyor. Değerli
arkadaşlar, Türkiye'nin ısınma-kuraklık haritasını, küresel ısınma
haritasını Londra Üniversitesi yayınladı. Çok isterdim ki -burada,
geçen konuşmamda da vurguladım- Türkiye'nin bilim kuruluşları, kurumları
-başta TÜBİTAK olmak üzere, üniversiteler olmak üzere- kendi ısınma
ya da kuraklık haritamızı üretebilmiş olsunlar. Dilerim ve isterim
ki, TÜBİTAK, örneğin, Ulusal Deprem Konseyini yok saymak için Hükûmete
önerilerde bulunacak yerde bu işlerle uğraşsın ve üstelik o bilim
insanlarının hiç de haberi olmadan... Yani, Türkiye bilim dünyası,
biraz da kendi iç kavgalarından kurtulup, bu işlerle uğraşsın. Ama
bunun birincil koşulu, Hükûmetin bu kurumlara, yani üniversitelere
karşı tutumunu değiştirmesi, TÜBİTAK'ın etkin, verimli çalışır
hâle gelmesi için yasal düzenlemeleri hiç gecikmeden yapması ve
Türkiye'nin küresel ısınma karşısındaki bilimsel durumunun ortaya
çıkmasında kendi bilim kurumlarımızın etkin çalışmasının yollarını
açmasıdır.
Bu araştırmayla neyi
elde edebileceğiz, onlara tek tek gelmeden, hemen şunu söyleyeyim:
Türkiye, bir küresel ısınma ulusal programı hazırlamak zorundadır.
Bu konuda 3 bakanımızın girişimleri veya diğer girişimler hem gerekli
ön hazırlıklar yapılmadan ve hızla yapıldıkları için hem de Türkiye'deki
ve dünyadaki verileri, yeni gelişmeleri tam olarak değerlendirmeden
yapıldıkları için çok da verimli olmayabilirler.
Peki, Türkiye'nin küresel
ısınma ulusal programında vurgulanması gereken şeyler ne olmalıdır?
Önce, şunun altını çizmekte yarar var: Geçmişte, sanayileşmede,
enerji üretiminde, su kullanımında, ulaştırmada yapılan yanlışlar
tekrar edilmemelidir. Türkiye, bu konularda geçmişte büyük yanlışlar
yapmıştır. Türkiye, eskimiş teknolojilerin, bir anlamda -bu lafı
kullanmayı sevmiyorum ama- gelişmiş ülkelerin eskiyen teknolojilerinin
mezarlığına dönüşmüştür. Türkiye sanayisi ve diğer üretim birimleri
eski teknolojiyi, çevreyi kirleten teknolojiyi sürekli olarak
kullanmışlar ve bu konudaki yasal düzenlemeler uygulanamamış,
yaptırımlar uygulanamamıştır.
Sonuçta, şimdilerde,
eğer Kyoto Protokolü'nü Türkiye imzalarsa bunun maliyetinin 20
milyar dolar olacağı öne sürülmektedir, ama, bu süreçte, yani, Türkiye'nin
ilkel, çevreyi kirleten teknoloji kullanması sonucu bu süreçte
Türkiye'nin kaybı 20 milyar doların çok üzerindedir. Çevre kaybı, insan
kaybı, sağlık kaybı bu 20 milyar doların çok üzerindedir.
Dolayısıyla, yapılması
gereken bu konudaki yaptırımlara sonuna kadar sahip çıkmak, bunların
uygulanmasını sağlamak, çevreyi kirleten her türlü mal ve hizmet
üretiminin kendine çekidüzen vermesini sağlamaktır. Özelikle,
enerji, tarımsal üretim ve gıda güvenliği konularında son gelişmelere
göre, ulusal programın Türkiye'nin kendi olanaklarıyla yeni açılımlar
veya yeni adımlar atmasının da yolları açılmalıdır. Bu amaçla, Türkiye
ulaştırma sisteminin daha çok raylı sisteme dayandırılması, Türkiye
enerji üretiminin daha temiz enerji kullanır duruma getirilmesi,
Türkiye'nin su kaynaklarının daha planlı, programlı ve gelecek kuşakları,
nesilleri de düşünerek programlanması veya planlanması bir bütünlük
içinde ele alınmalıdır ve hepsinden önemlisi topluma doğru bilgi verilmelidir.
Afetlerin doğal değil insan eliyle olduğunun bilincine varılması,
bu bağlamda çok önemlidir. Toplum, halk, doğal afet yerine, bunların
insan davranışlarının sonucu olduğunun bilincine varmalıdır ve
toplumsal duyarlılık doğru bilgiye dayanılarak güçlendirilmelidir.
Meclis araştırması,
şimdiye kadar yapılan çalışmaların yerini alacak bir girişim değildir.
(Mikrofon otomatik
cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Kepenek,
konuşmanızı tamamlayınız, buyurun bir dakikalık süreniz.
YAKUP KEPENEK (Devamla)
- Bitiriyorum Sayın Başkan.
Tam tersine, gerek
Çevre Komisyonunun gerek diğer çalışmaların daha da güçlendirilmesini,
Hükûmetin alacağı yeni önlemlerin, yasal ve idari önlemlerin daha
sağlam dayanaklara, daha bilimsel dayanaklara kavuşmasını sağlayacaktır
ve bu çalışmaların sonrasında, ülkemizin küresel ısınma afetinden
daha iyi bir biçimde korunacağını düşünüyorum.
Önergemizi olumlu bulacağınızı,
onaylayacağınızı umuyor, bu duygularla hepinize saygılar, sevgiler
sunuyorum.
Teşekkür ederim Sayın
Başkan. (CHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederim.
Önerge sahipleri adına
üçüncü konuşmacı, Gaziantep Milletvekili Fatma Şahin.
Sayın Şahin, buyurun.
(AK Parti sıralarından alkışlar)
FATMA ŞAHİN (Gaziantep)
- Sayın Başkanım, değerli milletvekili arkadaşlarım; küresel
ısınmanın nedenlerinin araştırılarak gerekli önlemlerin alınmasıyla
ilgili vermiş olduğumuz araştırma önergesinde, önerge sahipleri
adına söz almış bulunuyorum ve yüce heyetinizi saygıyla selamlıyorum.
Değerli arkadaşlarım,
bizim birinci derece işimiz yasama ve denetleme. Ama, Anayasa'nın
ve İç Tüzük'ün bize verdiği bir hak daha var: Toplumsal sorunlarla ilgili
araştırma önergesi vermek, araştırma önergesi doğrultusunda Parlamentonun
hazırlamış olduğu raporla Hükûmete yol haritası çizerek, gerekli
çalışmaları yapmak.
Şimdi, küresel ısınma,
dönüp baktığımız zaman, bugün ne Türkiye'nin problemidir ne Avrupa'nın
problemidir; dünyanın problemidir, yani, toplumsal bir sorundur.
Ne oldu da bu hâle geldi?
Neden bu hâle geldiğimize dönüp bakacak olursak, hakikaten, ekolojik
dengede farklı sıkıntıların yaşandığını görüyoruz. Okyanuslarda
yükselmeler oluyor, değişik, farklı hastalıklar hayatımıza girmeye
başlıyor. Göçmen kuşlar göç etmiyorsa, kış uykusuna yatması gereken
hayvanlar eğer kış uykusuna yatamıyorsa bir yerlerde, dengede bir
bozukluk var demektir ve bu hâle gelmesindeki neden ve sonuç ilişkilerine
baktığımızda, insanoğlunun biraz önce, değerli milletvekillerimin
de söylediği gibi, sanayi devrimiyle beraber hızla sermayeyi tüketmeye
başladığını görüyoruz ve son yüzyıla baktığımız zaman, eğer insanoğlu,
fosil yakıtları 1 trilyon varil son yüzyılda tüketiyorsa ve aynı,
beraberinde de küresel orman miktarında yüzde 15 azalma oluyorsa,
aslında nedenleri de belli. Aslında, insanın nasıl sermayeyi hızlıca
tükettiğini çok net bir şekilde görebiliyoruz.
Peki, biz bu komisyonu
kurarak ne yapmaya çalışıyoruz? Biz, bu komisyonu kurarak şunu
yapmaya çalışıyoruz değerli arkadaşlarım: Özellikle, dünyada ve
Türkiye'de de bunun bir uzantısı olarak çok fazla bilgi kirliliği
var. Her kafadan bir ses çıkıyor. Biz, özellikle bu komisyonu kurduğumuz
zaman, önce, işin teorik kısmını, yani bu işe kafa yoran bütün akademik
bilim adamlarının, bu işe kafa yoran bütün sivil toplum kuruluşlarının
bütün görüşlerini derleyip toplayacağız ve en önemlisi, insanımızın
bilinç düzeyini yükselterek çevre nedir, küresel ısınma nedir, normal
hayatımızda ne yaptığımız zaman buna zarar veriyoruz, ne yapmadığımız
zaman bunu kâr hanemize yazabiliyoruz, bunun da çok çok önemli bir
bakış açısı olduğunu düşünüyoruz.
Evet, sera gazının
azaltılması gerektiğini söylüyoruz, çünkü, son yüzyıla baktığımız
zaman, özellikle karbondioksit miktarında yüzde 30, metan gazı miktarında
da yüzde 150'ye yakın bir artış var. Bu artış neden oluyor? Bu artışın,
özellikle endüstriyel atıklar noktasında bakıldığında -ben kimya
mühendisiyim, on beş yıl da özel sektörde çalıştım- her şey bir tarafa,
kimyasalı kullanan ve kimyasalı tercih eden mühendislerimizi bu
yönde bilinçlendirsek bile, burada çok önemli bir, elimize kazanç
olarak geçeceğini düşünüyorum. Yani, seçilen kimyasalda maliyetle
beraber çevrenin de çok önemli olduğunu ve kirlettiğimiz çevreyi
yeniden temizletmenin maliyetinin çok daha yüksek olduğunu, bunu
kullanıcılara ve seçicilere anlattığımız zaman bile çok önemli
bir aşama kaydedeceğimizi kendi sektörümden bildiğim için sizlerle
de paylaşmak istiyorum.
Bu iş, tabii ki -Çevre
Bakanımızı dinledik- yalnızca bir Çevre Bakanlığının işi değil. Bu
iş, bakanlıklar üstü bir iş; bu iş, partiler üstü bir iş değerli arkadaşlar.
Çevre Bakanlığımızın yapmaya çalıştığı çalışmalarla beraber,
Tarım Bakanlığımızın dönüp, ekosistem dediğimiz su dengelerini,
ovalardaki alkali miktarının, tuz miktarının tespit edilmesinden
tutun da, beraberinde sulak arazi planlamasına veya su tasarrufuna
kadar, birtakım, Tarım Bakanlığımızın ciddi anlamda beraber yapması
gereken bir iş var. Beraberinde dönüp baktığımızda, Enerji Bakanlığımızın
da temiz kömür teknolojisinin kullanımına, yenilenebilir enerjideki
yapılan çalışmalara ve enerji verimliliğinde önemli olarak yapılmaya
çalışılan başlıklarda, hakikaten, yapılması gereken çok önemli
işler olduğunu görüyoruz. Sanayi Komisyonunda yaklaşık dört yıldan
beri yaptığımız çalışmalarda, biz, AK Parti İktidarı olarak Yenilenebilir
Enerji Yasası'nı çıkardık. Hatta, Yenilenebilir Enerji Yasası'nı
çıkardıktan sonra birim fiyatta biraz daha cazibeli hâle gelsin,
rüzgâr enerjisinde, jeotermalde, güneş enerjisinde yatırım yapmak
isteyenlerin ellerindeki birim maliyetlerini yükseltmek için
iki maddelik yeniden bir yasa tasarısını komisyonumuzdan geçirdik.
Çevre Yasamızı çıkardık, yani, yasal anlamda baktığımız zaman,
Hükûmetimiz hakikaten bu noktada çok önemli işlerini yaptığını
bizler de biliyoruz, sizler de biliyorsunuz; ama, bunları bakanlıklar
üstüne çekip, Sağlık Bakanlığının dahi işin içine gireceği, ışınlarla
beraber, değişen ışın miktarıyla beraber oluşabilecek hastalıklarda
koruyucu ve önleyici tedbirleri almak, bu hastalıkların risk haritalarını
oluşturabilmek ve topyekûn hareket edebilmeyi başarmak zorundayız,
buna mecburuz.
Cumhuriyet Halk Partisi
Grubu adına söz almış milletvekilimizin, tabii ki, temennilerine
katılmamak mümkün değil. İç Tüzük'ü değiştirerek araştırma komisyonlarının
bakanlıklar üzerindeki yaptırım gücünü artırmak, biz de Parlamento
olarak, parlamenterlerin yaptırım gücü olarak önemli olduğunu düşünüyoruz,
ama, bunun hepsinin tozlu raflarda kalacağını düşünmenizin doğru
olmadığını ve bugün itibarıyla Sayın Başbakanımızın Grupta yaptığı
petrol kaçakçılığıyla ilgili yasal düzenlemenin, bu konuda çalışan
araştırma komisyonunun raporu doğrultusunda yapılan önemli bir yasal
çalışma olduğunu hatırlatmak istiyorum.
Ayrıca, ben, Töre ve
Namus Cinayeti Araştırma Komisyonunda çalıştım ve orada çıkardığımız
sonuçlar Sayın Başbakanımızın genelgesiyle ilgili bakanlıklarımıza
talimat olarak gönderildi ve bugün elimizde o konuda da ilgili bakanlıklarımızın
yaptığı hakikaten çok önemli çalışmalar var. Tabii ki, bu sorunlar
akşamdan sabaha düzelmiyor. Bu sorunlara ivedilikle kısa, orta
ve uzun vadede yapılacak işlemler noktasında bir yol haritası çizmemiz
gerekiyor.
Değerli arkadaşlar,
çevre, sağlık gibi; kaybedilmeden de anlaşılmıyor ve bunun maliyeti
de aynen sağlıkta olduğu gibi. İnsanlar hayatı boyunca bir şeyler
kazanmak için gerektiğinde sağlığını feda ediyor, ama, o elde ettiği
parayı tekrar sağlığını kazanmak için kullandığında aynı sonucu
elde edemiyor. Çevre de buna çok benziyor ve geri bildirimde bunu
düzeltmeye çalıştığımızda bunun maliyeti çok çok daha yüksek. Biz,
Kyoto Sözleşmesi'nin -bütün milletvekilleri arkadaşlarımız söyledi-
bir diğer tarafı da 2012'de Kyoto Sözleşmesi bitiyor değerli arkadaşlar.
Dünya yeni bir şeyler söylemesi gerekiyor bu konuda ve o kadar soyut
bir kavram ki, 1990 yılındaki sera gazı miktarını yakalamayı
hükûmetlere görev olarak veriyor. Hâlbuki, 90 yılının üzerinden çok sular geçmiş.
Her ülkenin, hem üzerindeki gelişmişlik kriterlerine, sanayileşmesine
baktığınız zaman farklılıklar var hem nüfus oranları çok farklı. Dolayısıyla,
2012'de her ülkenin kendi bireysel gelişimine, mevcut durumuna göre
yeniden masaya bir şeylerin konması ve bu konuda da çok önemli bir
uluslararası anlaşmanın imzalanması gerekiyor ve ben, buradan,
Türk Parlamentosunun dünyanın konuştuğu bu konuda bilim adamlarımızla,
sivil toplum kuruluşlarımızla, bu işi çok iyi bilen arkadaşlarımızın
olduğunu biliyoruz. Siyasi irade olarak, Parlamento olarak da, karar
vericiler olarak da, politikacılar olarak da, biz de, onların bu
bilgi birikimlerini toparlayıp gerekli kararı alabildiğimiz zaman,
inanıyorum ki, dünyada konuşulan bu konuda Türkiye'de çok daha önde
yol alabilecek kabiliyete, kapasiteye, sermayeye sahip bir ülkeyiz.
Biz, bunu, iyi kullanmamız gerektiğini düşünüyorum. Önemli olan
yalnızca ülkemizin suyu, havası değil, bölgelerarası iş birliği
de çok önemli ve en önemlisi, konuşmanın başında söylediğim gibi,
insanların bilincinin yükselmesi çok önemli.
(Mikrofon otomatik
cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Şahin,
konuşmanızı tamamlayınız.
Buyurun.
FATMA ŞAHİN (Devamla)
- Bitiriyorum Sayın Başkanım.
İngiltere'de kurulan
bir karbon derneğinin günlük insan hayatında, insan yaşarken, sabahleyin
kalkıp arabasına binip işine gidip yaptığı işlerle beraber, karbon
değeri olarak nasıl havayı kirlettiğinin bilimsel olarak günlük
yaşama dönüştürülerek ciddi anlamda bilinçlendirme yaptığını
görüyoruz. Bizim, hızla bu aşamaya gelip ve bu konuları bilinç yükseltmeye
dönüştürmemiz gerektiğinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çevre,
havadan ve sudan meselelerdir diye kesinlikle bakmamamız gerekiyor.
Çevre, hava kadar, su kadar önemlidir bilinciyle hareket etmemiz
ve bu zihinsel dönüşümü hep beraber gerçekleştirmemiz gerektiğini
düşünüyorum.
Bu Parlamentonun bu
önemli kararda olumlu görüş vereceğine inancım tamdır. Milletvekili
arkadaşlarımıza şimdiden şükranlarımı sunuyorum ve gene inanıyorum
ki bu üç aylık çalışma sonunda elde edilecek raporla beraber, gerekli
Hükûmet iradesiyle, biz, dünyada…
(Mikrofon otomatik
cihaz tarafından kapatıldı)
FATMA ŞAHİN (Devamla)
- Başkanım, bitiriyorum.
BAŞKAN - Sayın Şahin,
tamamlayınız konuşmanızı.
FATMA ŞAHİN (Devamla)
- …bir fark yaratacağımıza ve bütün dünyaya Türkiye'den olumlu bir
ses çıkaracağımıza inancımın tam olduğunu söylüyor ve yüce heyetinize
saygılar sunuyorum. (Alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederim.
Meclis araştırması
önergeleri üzerindeki ön görüşmeler tamamlanmıştır.
Şimdi, Meclis araştırması
açılıp açılmaması hususunu oylarınıza sunacağım.
Meclis araştırması
açılmasını kabul edenler… Kabul etmeyenler… Kabul edilmiştir.
Meclis araştırmasını
yapacak komisyonun 14 üyeden kurulmasını oylarınıza sunuyorum:
Kabul edenler… Kabul etmeyenler… Kabul edilmiştir.
Komisyonun çalışma
süresinin, başkan, başkan vekili, sözcü ve kâtip üyenin seçimi tarihinden
başlamak üzere üç ay olmasını oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler…
Kabul etmeyenler… Kabul edilmiştir.
Komisyonun, gerektiğinde
Ankara dışında da çalışabilmesi hususunu oylarınıza sunuyorum:
Kabul edenler… Kabul etmeyenler… Kabul edilmiştir.
Komisyonun kurulması
çalışmaları tamamlanmıştır, hayırlı olmasını diliyorum.
Sayın milletvekilleri,
alınan karar gereğince, bu kısmın 299'uncu sırasında yer alan, İstanbul
Milletvekili Ekrem Erdem ve 106 milletvekilinin, Türkçe'deki bozulma
ve yabancılaşmanın nedenleri ile toplumsal birlik ve beraberliğimiz
üzerindeki etkilerinin araştırılarak alınması gereken önlemlerin
belirlenmesi amacıyla Anayasa'nın 98'inci, İç Tüzük'ün 104 ve 105'inci
maddeleri uyarınca bir Meclis araştırması açılmasına ilişkin önergenin
ön görüşmesine başlıyoruz.
5.- İstanbul Milletvekili Ekrem Erdem ve 106 milletvekilinin,
Türkçedeki bozulma ve yabancılaşmanın nedenleri ile toplumsal
birlik ve beraberliğimiz üzerindeki etkilerinin araştırılarak
alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla Meclis araştırması
açılmasına ilişkin önergesi (10/365)
BAŞKAN - Hükûmet? Yerinde.
Meclis araştırması
önergesi Genel Kurulun 18/5/2006 tarihli 104'üncü Birleşimi'nde okunduğundan
tekrar okutmuyorum.
İç Tüzük'ümüze göre,
Meclis araştırması açılıp açılmaması hususunda, sırasıyla Hükûmete,
siyasi parti gruplarına ve önergedeki birinci imza sahibine veya
onun göstereceği bir diğer imza sahibine söz verilecektir.
Konuşma süreleri,
Hükûmet ve gruplar için yirmişer dakika, önerge sahipleri için on dakikadır.
Şimdi, söz alan sayın
üyelerin isimlerini okuyorum: Hükûmet adına, Millî Eğitim Bakanı Sayın
Hüseyin Çelik; gruplar adına, Cumhuriyet Halk Partisi Grubu adına
Denizli Milletvekili Mustafa Gazalcı, Anavatan Partisi Gurubu
adına Afyonkarahisar Milletvekili Reyhan Balandı, AK Parti Grubu
adına Şanlıurfa Milletvekili Mehmet Atilla Maraş; önerge sahipleri
adına, İstanbul Milletvekili Ekrem Erdem.
İlk konuşmacı, Millî
Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik.
Sayın Bakanım, buyurun.
(AK Parti sıralarından alkışlar)
MİLLÎ EĞİTİM BAKANI
HÜSEYİN ÇELİK (Van) - Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım;
İstanbul Milletvekili Sayın Ekrem Erdem ve 106 arkadaşının, milletvekilimizin,
Türkçenin bozulması, yozlaşması ve alınması gereken tedbirlerle
ilgili olarak bir Meclis araştırması yapılmasıyla ilgili vermiş
oldukları önerge üzerinde Hükûmet adına söz almış bulunuyorum. Yüce
heyetinizi en derin saygılarımla selamlıyorum.
Öncelikle, Sayın Milletvekilimiz
Ekrem Erdem Bey'e ve bu önergede imzası olan değerli AK Partili arkadaşlarıma
huzurlarınızda teşekkür ediyorum, çünkü son derece hayati, önemli
bir meseleyi Meclisin gündemine taşımış oldular.
Değerli arkadaşlarım,
Türkçe, dil, bizim ses bayrağımızdır. Yahya Kemal Beyatlı'nın ifadesiyle
"Türkçe, ağzımda annemin sütüdür." Bunlar, son derece önemli
ifadelerdir. Dil, kültürün en önemli taşıyıcı unsurudur. Eğer bir
memlekette o milleti ve o toplumu yozlaştırmak, eğer o ülkeyi bozmak
istiyorsanız, kültürünü yok etmek istiyorsanız, dilinden başlamalısınız,
yozlaştırmaya ve bozmaya dilinden başlamalısınız. Onun için, Türkçe,
kültürümüzün en önemli taşıyıcı unsuru, geçmişi bugüne, bugünü
geleceğe bağlayacak olan en önemli unsuru olduğu için, hepimizin
üzerinde hassasiyetle durması gereken, hepimizin özenle koruması
gereken son derece önemli kültürel bir unsurdur.
Değerli arkadaşlarım,
bildiğiniz gibi, bütün dünya dilleri birbirlerinden beslenirler,
kültürel etkileşim denen bir hadise vardır. Yeryüzünde saf dil, saf
musiki, saf mimari bulamazsınız. Bütün dünya dilleri birbirlerinden
etkilenmişlerdir, Türkçe de aynı serüveni yaşamıştır. Eski Türkçeye,
Köktürkçeye baktığınız zaman çok sınırlı sayıda bir kelime kadrosu
vardır, Köktürkçe, on yedi harften oluşan bir alfabeye sahiptir. Ama,
Türkçe, zamanla, tıpkı coğrafyasını genişlettiği gibi, kendi yapısını,
kelime kadrosunu da genişletmiştir.
İslam kültür ve medeniyetiyle
buluştuktan, tanıştıktan sonra Türkçe, Arapçadan, Farsçadan çok sayıda
kelime almıştır. Daha sonra, özellikle 18'inci asırdan itibaren,
18'inci asrın başından itibaren, bizim, bir Batılılaşma tarihimiz
var. Bu süreçte Batı'yla olan temaslarımız sonucunda da Batı'dan birçok
kelime Türkçemize girmiştir, dahil olmuştur ve Türkçeye baktığımız
zaman, Doğu dillerinden Batı dillerinden, Şark medeniyetinden
Garp medeniyetlerinden kelimeler var; ama, bütün fiiller mesela,
Türkçedir, bütün basit fiiller Türkçedir. Türkçe, diğer dillerden,
birleşik fiillerin dışında, basit fiil almamıştır.
Değerli arkadaşlarım,
bu, Osmanlı döneminde, zaman zaman, ifrat ve tefrit dediğimiz aşırı
kutuplar meydana gelmiştir. Ağdalı bir dil kullanmak ve dilde âdeta
sanatkârane bir eda takınmak bazıları için marifet kabul edilmiştir;
dil, bir meram ifade etme, bir meseleyi izah etme aracı olmaktan çıkmış,
bir sanat oyunu aracı hâline gelmiştir ve zaman zaman da son derece
kuru bir dil tercih eden insanlar olmuştur. İkisi de yanlıştır değerli
arkadaşlarım. Biz, bugün de duru Türkçeden yanayız, ama kuru Türkçeden
asla yana olmamalıyız. Duru Türkçeyle kuru Türkçe çok farklı şeylerdir.
Şimdi, meseleye şöyle
bakalım: Bugün, etrafımıza baktığımız zaman, benim şu konuşma yaptığım kürsüden hitap
ettiğim mikrofona, yukarıdaki lambadan Meclisin kendi adına, Türkiye
Cumhuriyeti devletinin adına varıncaya kadar öz Türkçe olmayan
kelimeler vardır, fakat bu kelimeler Türkçeleşmiştir. Bizim mantığımız,
bizim yaklaşımımız "Türkçeleşmiş Türkçedir" mantığı olmalıdır.
"Mantık" kelimesinden söz ediyorum, "Mantık" öz
Türkçe bir kelime değildir, ama bugün mantık denildiği zaman, muhatabımız,
kitlemiz orta kültür düzeyine sahip olan insanlar eğer bunu anlıyorsa,
biz bunu benimsemişsek, hayatımızın içerisine girmişse, bu, Türkçedir
demektir.
Fransız Şairi Valery
diyor ki: "Aslanın vücudu yediği diğer hayvanların vücudundan
meydana gelir, ama Aslan her zaman kendisidir." Aslan, sabah kahvaltısında
bir tavşan yediği zaman kulakları uzamıyor, akşam yemeğinde de bir
geyik yediği zaman boynuzları çıkmıyor. Aslana öyle bir mide, öyle
bir mekanizma verilmiştir ki, neyi yese aslana dönüştürüyor. Dolayısıyla
kültürel beslenme budur. Diğer kültürlerden beslenirsiniz, diğer
dünya dillerinden kelime alırsınız, ama dilinizin asli çekirdeklerini
muhafaza etmek zorundasınız. Âdeta dilin DNA'ları mahiyetindeki
eğer o asli unsurları korumazsanız, muhafaza etmezseniz dil kendisi
olmaktan çıkar.
Peki, bu, Türkçe için
böyledir, Batı dilleri için farklı mıdır? Hayır, Batı dilleri için
de bu böyledir. İngilizceye baktığınız zaman, İngilizcenin aslı
Britanya adasında oturan, kendilerine Britonlar denen bir milletin,
bir kavmin, savaşçı olan, balıkçılıkla geçinen, zaman zaman korsanlıkla
geçinen bir kavmin dilidir ve son derece sınırlı kelime kadrosuna
sahiptir. Ama, bugün, İngilizce Redhouse sözlüğünde 700 bin kelime
var değerli arkadaşlar. Niye? Çünkü, İngilizler, gittikleri bütün
diyarlardan kelime derlemişler, kelime devşirmişler, ama kendi
dil özelliklerine uydurmuşlar ve onu ifade ettikleri zaman o dilin
ezelden beri İngilizce olduğunu zannedersiniz; ona uydurmuşlar
ve dillerini zenginleştirmişler.
Aslında, cumhuriyetin
başında, daha doğrusu 20'nci yüzyılın başında Selanik'te çıkarılan Genç Kalemler mecmuasıyla
birlikte, o Genç Kalemler hareketinin başlangıcında Türkçenin böyle
bir mecraya oturtulması vardır ve başarılı da olmuştur. Yakup Kadri
Karaosmanoğlu'nun kullandığı Türkçe, Reşat Nuri Güntekin Türkçesi,
Halide Edip Adıvar'ın Türkçesi, Şevket Süreyya'nın Türkçesi, Yahya
Kemal'in Türkçesi, Kemal Tahir'in Türkçesi, aslında böyle bir Türkçedir.
Türkçenin, âdeta olgunlaştığı ve bütün o gereksiz süs püslerden
arındığı bir dönemdir. Fakat, daha sonra, cumhuriyetin başında,
özellikle bazı aydınlar dilde tasfiye, dilde arılaştırma hareketi
adı altında bir hareket başlatmışlardır. Öz Türkçe olmayan bütün kelimelerin
tasfiye edilmesi şeklinde yanlış bir yol seçilmiş. Atatürk bakmış
ki, bütün bunları attığınız zaman dilde çok büyük bir yoksullaşma
başlayacak. Atatürk, aslında, bu çıkılmaz yoldan usta bir manevrayla
geri dönüş anlamına gelen "Güneş Dil Teorisi"ni ortaya atmıştır
ve Güneş Dil Teorisi'yle birlikte, dilin tabii mecrasına girmesi
sağlanmış değerli arkadaşlarım.
Peki, günümüze geldiğimizde:
Şimdi, üzülerek ifade edeyim ki, dil, bir ortak paydadır; dil, üzerinde
uzlaşacağımız aslında bir zemindir; ama, bizim ülkemizde insanlar
kullandıkları kelimelere göre, tercih ettikleri kelimelere göre
zaman zaman kategorize edilmişler, sınıflandırmaya tabi tutulmuşlardır
ve bir zaman gelmiş, işte sağcılar şu kelimeleri kullanır, solcular
bu kelimeleri kullanır, bu kelimeleri kullananlar şucudur, bu kelimeleri
kullananlar şucudur şeklinde bir sınıflandırma ne yazık ki Türkiye'de
meydana gelmiş. Ama, özellikle şunu belirtmek istiyorum: 80'li yıllardan
sonra aşırılıklar büyük çapta törpülenmiş ve eğer, özellikle bir kelimenin
Türkçesi varsa -özellikle, özenti anlamına gelebilecek- bir yabancı
dilden onun karşılığındaki kelimeyi ısrarla kullanma pek sempati
görmemiştir.
Fakat, şunu belirtmek
isterim değerli arkadaşlarım: Bakın, biz İngilizlerin tıpkı aldığı
gibi kelimeler almışız Doğu dillerinden, Batı dillerinden. Mesela,
"gül" kelimesi, bugün Türkçede kullandığımız
"gül" kelimesi Farsçadır, ama Farslar, İranlılar
"gül" kelimesine "gül" demezler, onlar
"gol" derler. Şu futbol oynarken atılan gol var ya,
"gol" derler resmen, ama "gül" kelimesindeki incelik,
açıkçası "gol" kelimesinde yoktur. Onlar bülbüle "bolbol"
derler, ama biz bülbül diye inceleştirmişiz. Öte yandan, "şemsiye" dendiği zaman, hiçbir
Arap'ın aklına yağmurluk gelmez. "Şemsiye", güneşlik demek,
fakat biz onu almışız, "şemsiye" kelimesini yağmurluk olarak
kullanıyoruz, "şemsiye" dendiği zaman bizim aklımıza
"yağmurluk" gelir. Size daha ilginç bir örnek vereyim:
"Serbest" kelimesini biz Farsçadan almışız. "Serbest"
ne demek biliyor musunuz? Bizim bugünkü dilimizde "serbest",
hür demek, özgür demek. Farsçada "serbest"in tutsak olduğunu
biliyor musunuz, "serbest" başı bağlı demektir, hani beste
yapmak var ya "ser" baştır, "beste" besten fiilinden
gelir ve tutsak demektir, ama mana kaymalarına uğramış.
Dolayısıyla, eğer şu
kelime Farsçadır, şu kelime Arapçadır, şu kelime İngilizcedir, bu
da Rumcadır… Bakın, balık isimleri, bizim Türkçede şu anda kullandığımız
çinekoptan lüfere, efendim, uskumrudan bilmem birçok kelimeye,
yüzde 90'ı Rumcadır; fakat, bugün Türkçemize mal olmuş, biz bunları
kullanıyoruz. Bu konuda aşırılıklara gitmemek lazım değerli arkadaşlar.
Hani, Nasrettin Hoca'ya sormuşlar, demişler ki, sen kışı mı yazı mı
seversin? Demiş "niye, baharın canı mı çıktı, bahar yok mu?"
Şimdi, bahar varken,
ille de kış veya yaz kutuplarını tercih etmek zorunda değiliz. Bu
açıdan, dilde yapmacıklıklara gitmememiz gerekiyor. Bugün,
"teşhir salonu" varken, ille de "show room" kelimesini
kullanmanın bir manası yok. Ee, "teşhir" kelimesi de Türkçe
değil efendim, "teşhir" de Arapçadır derseniz, buna "sergi
salonu" derseniz, sergi salonunun manası başkadır; sergi salonu,
biliyorsunuz, daha çok resim sergilenen yerlerin adıdır, daha çok,
işte, sergiler açılan yerlerin adıdır. Ama "teşhir salonu"nu
birileri beğenmedi, Batı'daki örnekleri gibi bunu tuttu
"show room" yaptılar, ama "show room" yapmanın anlamı
yok.
Şimdi, tabelalarda,
değerli arkadaşlarım, tabelalarda, Ankara'da, İstanbul'da, büyük
şehirlerde dolaştığınız zaman, sanki Türkiye'de değil de İngiltere'de,
Avustralya'da veya Yeni Zelanda'da, Amerika'da dolaşıyormuşsunuz
gibi bir intibaya maalesef kapılıyorsunuz, böyle bir izlenim ediniyorsunuz.
Bu gereksiz bir özentidir, bu yapmacıklıktır ve dili yozlaştırır.
Bizim karşı olmamız gereken aslında budur. Nitekim, Sayın Ekrem Erdem
ve bu önergeye imza atan arkadaşlarımızın büyük bir çoğunluğu da
bundan aslında şikâyetçidir. Yoksa, efendim, gelin bütün kelimelerle
ilgili bir köken araştırması yapalım, eğer bunlar öz Türkçeyse alalım,
öz Türkçe değilse bunlardan vazgeçelim gibi bir yaklaşımın akılcı
bir yaklaşım olmadığını bütün arkadaşlarım kesinlikle biliyorlar.
Değerli arkadaşlarım,
bazı kelimelerin de aslında hem öz Türkçelerinin kullanılması
hem de diyelim ki Osmanlıcada kullanılan veya 20'nci yüzyılın neredeyse
sonuna kadar köylü vatandaşın bile anladığı karşılıklarını kullanmanın
yadırganacak bir tarafı yok. Diyelim ki, bir mahkûm için "beraat
etti" de dersiniz, şimdi "aklanmak" kelimesi tercih
edilir. "Yargıç" kelimesi ile "hâkim" kelimesinin
bir arada kullanılmasının dilde zenginlikten öteye bir zararı yoktur
aslında. "Hayat" kelimesi ile "yaşam" kelimesini
de bir arada kullanırsınız. "Hayat" kelimesinin öz Türkçesi
"yaşam"dır, ama, siz "Hayat memat meselesidir." dediğiniz
zaman, "yaşam" kelimesini kullanamazsınız. "Akıl"
kelimesinin öz Türkçesi "us"tur, ama "akıllı" ile
"uslu"nun aynı şey olmadığını bütün akıllı insanlar bilirler.
"Kalp" kelimesinin öz Türkçesi "yürek"tir, ama,
"yüreksiz" ile "kalpsiz" kelimelerinin aynı anlama
gelmediğini herkes bilir ve bilmek durumundadır. Dolayısıyla,
biz, "kalp" kelimesine de sahip çıkarız, "yürek" kelimesine
de sahip çıkarız, "akıl" kelimesine de sahip çıkarız,
"us" kelimesine de sahip çıkarız. (AK Parti sıralarından
alkışlar)
Değerli arkadaşlar,
neticede, "hâkimiyet" kelimesinin de "Hâkimiyet kayıtsız
şartsız milletindir." ifadesindeki "hâkimiyet" kelimesinin,
şahsen, benim kulağıma hoş gelmeyen veya sırıtan bir tarafını görmüyorum,
ama "egemenlik" kelimesini de kullanabilirsiniz, "istiklal"
kelimesini de kullanabilirsiniz, "bağımsızlık" kelimesini
de kullanabilirsiniz. Dolayısıyla, bir dil taassubu, bir kelime
taassubu, bağnazlığı içerisine girmenin, kesinlikle, dilimize
ve kültürümüze yararlı olabilecek hiçbir tarafı yoktur. Nitekim,
biz iktidara geldiğimizde, benim selefim olan, daha önceki, daha
doğrusu selefimin selefi olan Sayın Bakan bir genelge yayınlamış,
efendim, şu şu kelimeleri, "hak", "hukuk"tan tutun
da "istiklal"e kadar, "hâkimiyet" kelimesinden tutun
da "istikbal" kelimesine kadar, "Efendim, gelecek varken
niçin istikbal kullanalım?" şeklinde bunların bir özeti yapılmış
ve "ders kitaplarında bunlar olmayacak ve bunlar kesinlikle
kullanılmayacak, bunları kullanmak yasaktır" şeklinde bir genelge
yayınlanmıştı. Ben bu genelgeyi ortadan kaldırdım. Bunun doğru olmadığını,
bunun makul olmadığını, bunun mantıklı olmadığını, kültür konusunda
derinliği olan, gerçekten entelektüel derinliği ve birikimi olan
bütün insanlar bilirler.
Değerli arkadaşlarım
"onur" kelimesini kullanalım, ama "sizin buraya gelişinizden
büyük bir şeref duydum" demek de çok hoş bir ifadedir. "Şeref"
kelimesi, "haysiyet" kelimesi, daha bunun müteradifi
olan, eş anlamlısı olan birçok kelimeyi "onur" kelimesiyle
birlikte kullanabiliriz. "Onur" kelimesini kullanıyoruz
diye, yakın anlamlara gelebilecek on iki-on üç kelimeyi elimizin
tersiyle bir tarafa atmak zorunda değiliz; esas yozlaşma ve fakirleşme
budur.
Ben, üniversitedeki
hocalığım esnasında öğrencilere bol bol kitap okutmayı tercih
ederdim. Bir gün, merhum Sosyolog Mümtaz Turhan'ın "Kültür Değişmeleri"
isimli kitabını öğrencilere tavsiye ettim ve mecbur tuttum
"herkes okusun" dedim. 70'li yıllarda Kültür Bakanlığı tarafından
yayımlanmış bir kitap. Bu, Fuzulî'nin, Baki'nin dili değil, Nedim'in
dili değil, Namık Kemal'in, Yahya Kemal'in dili bile değil; Mümtaz
Turhan'ın, 70'li yıllarda, Kültür Bakanlığı tarafından yayımlanan
bir kitabı. Çocuklar geldi, bana dediler ki: "Sayın Bakanım..."
(AK Parti sıralarından "Hocam" sesleri) Aa, özür dilerim. "Sayın
Hocam, biz, bu verdiğiniz kitaplardaki dili anlamıyoruz, içinde
çok anlamadığımız sözcükler var." dediler. Ben de dedim ki
"Sevgili gençler, canınızı sıkmayın, ben size bundan sonra öyle
kitaplar tavsiye edeceğim ki, içinde, hiç, anlamadığınız sözcük olmayacak."
Sevindiler, "Ne tavsiye edeceksiniz?" dediler bana. Dedim
ki: "Cin Ali'nin Maceraları.", "Cin Ali'nin Maceraları"nda
hiç anlamadığınız kelime yok. Ama, değerli arkadaşlarım, eğer bir
genç ilkokuldan itibaren, ilkokul ikinci kademeye, liseye, üniversiteye
gidinceye kadar, her okuduğu kitaptan,
yüz kelime, elli kelime kapmıyorsa, onun adı okumak mıdır? Eğer,
bugün, üniversite gençliğimiz üç yüz-dört yüz kelimeyle konuşuyorsa,
eğer bizim birçok kerli ferli, kendisine entelektüel diyen insanımız
sekiz yüz kelimeyle, bin kelimeyle konuşuyorsa, burada bir yanlışlık
var demektir.
Dolayısıyla, dilde
aşırılıklara sapmak, dilde aşırılıkları tercih etmek dilin bizatihi
en büyük düşmanıdır, dili öldürür. Biz, kelime hazinesi zengin
olan bir toplum olmalıyız, insanlarımız böyle olmalı, sözlüğümüz
çok daha kabarık olmalı, bir kavramın karşılığında onlarca kelimemiz
olmalı. Bakın, bir kelimenin karşılığında onlarca kavram değil.
Bu, dilin yoksulluğu demektir. Bir kavramın karşılığında eğer onlarca
kelime varsa, işte o dil zengindir demektir. Bunu göz ardı etmemeliyiz.
Ama, altını çiziyorum,
özellikle İngilizcenin dünyada hâkim dil olmasıyla birlikte dünyadaki
bu Amerikanlaşma rüzgârlarından sonra McDonald's kültürüyle beraber…
Maalesef, bu sadece bizde değil, Singapur'da da böyledir, o çok geleneklerine
bağlı olan, o kültürlerine çok sahip çıkan Japonya da maalesef bu konuda
gevşedi ve Japonya'da da aynı şeyi görürsünüz; orada da marka hastalığı
başladı, orada da tabelalar yine bu şekilde değişmeye başladı.
Bizim ülkemizde de
Türkiye Büyük Millet Meclisinin değerli mensuplarının Türkçe konusunda
hassasiyet ortaya koyması, bir Meclis araştırması yapılmasını talep
etmelerini ben takdirle karşılıyorum. Ümit ediyorum ki, işin ehli
olan milletvekili arkadaşlarımızdan böyle bir komisyon kurulur,
Türk Dil Kurumuyla, Millî Eğitim Bakanlığıyla, Kültür Bakanlığıyla,
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumuyla ve diğer ilgililerle,
basın yayın dünyasıyla bu konuda ciddi temasları olur, araştırmalar
yapılır ve kamuoyuna çok sağlam, güzel bir rapor takdim edilir diye
ümit ediyorum. Bundan dolayı, bu beklentiden dolayı, bu araştırma
komisyonu kurulması yönündeki önergeyi Hükûmet olarak tasvip ettiğimizi,
desteklediğimizi huzurlarınızda ifade etmek istiyorum.
Bu geç vakitte aşağı
yukarı on dokuz dakika sizi tuttuğum için özür diliyorum. Sayın
Grup Başkan Vekilimiz, "Efendim, konuşmayalım, kısa keselim."
dedi, ama, biz bir başladık, baktık ki süre dolmuş.
Hepinize saygılar,
sevgiler sunuyorum. (AK Parti sıralarından alkışlar)
MUZAFFER BAŞTOPÇU
(Kocaeli) - Ağzına sağlık Sayın Bakan.
BAŞKAN - Evet, bu güzel
açıklamanız için teşekkür ediyorum Sayın Bakanım.
Cumhuriyet Halk Partisi
Grubu adına Denizli Milletvekili Mustafa Gazalcı.
Hatiplerin de sürelerine
riayet etmelerini istirham ediyorum.
Buyurun Sayın Gazalcı.
(CHP sıralarından alkışlar)
CHP GRUBU ADINA MUSTAFA
GAZALCI (Denizli) - Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım;
İstanbul Milletvekili Sayın Ekrem Erdem ve 105 milletvekili arkadaşın,
Türkçenin bozulması ve yabancılaşma nedenleri için verdikleri
Meclis araştırması önergesi üzerine, Cumhuriyet Halk Partisi adına
söz aldım. Tümünüzü saygıyla selamlarım.
Bu önergeyi destekleyeceğiz
biz de. Dil için, dilin bozulmasını önlemek ve yabancı sözcüklerden
korunması için yapılacak her türlü girişimi destekleriz. Ama, biraz
önce, burada, Millî Eğitim Bakanı konuşma yaptı. Ben, bir kez daha
çok üzüldüm. Onun, yalnız eğitim anlayışına, eğitim uygulamalarına
değil -kendisi dilci geçiniyor- dile yaklaşımına da katılmadığımı
söylemek istiyorum. (AK Parti sıralarından gürültüler)
MUZAFFER BAŞTOPÇU
(Kocaeli) - "Geçiniyor" ne demek? "Geçiniyor" ne
demek?
MUSTAFA GAZALCI (Devamla)
- Çünkü… Çünkü…
MUZAFFER BAŞTOPÇU
(Kocaeli) - "Dilci geçiniyor" ne demek?
AHMET IŞIK (Konya) -
Üslup uygun mu?
MUSTAFA GAZALCI (Devamla)
- Çünkü, bilgiçlik yaparak, sözcükleri, işte şu sözcük, bu sözcük,
efendim, şu şöyle, bu böyle, anılarını anlattı, bir sürü şeyler yaptı.
(AK Parti sıralarından "Doğru söylüyor." sesleri)
Doğru söylüyor tabii.
Ben de bir şey söylemiyorum. Sizin hoşunuza gitmiş olabilir. Ama, değerli
arkadaşlar, bu önergeye bakın. Bu önerge sahibi çıksın, söylesin.
Millî Eğitim Bakanının dil konusundaki yaklaşımı, yani "Türkçeleşmiş
Türkçedir, ne varsa bizimdir" anlayışı mı, yoksa -benim bu önergeden-
eğer, Türkçe konuşuyorsak, ortak dili konuşuyor ve anlıyorsak, hayır
kendi öz dilimizi yabancı etkilerden kurtaralım, geliştirelim
anlayışı mı? Ben, kişisel olarak, Millî Eğitim Bakanının yaklaşımının
bu önergeyle çeliştiğini düşünüyorum.
CÜNEYİT KARABIYIK
(Van) - Ne alakası var!
MUSTAFA GAZALCI (Devamla)
- Vicdanınıza bırakıyorum!
MUZAFFER BAŞTOPÇU
(Kocaeli) - Dinlememişsiniz, anlamamışsınız.
MUSTAFA GAZALCI (Devamla)
- Bakın, peki, birden, Ziya Gökalp'in size "leyl' sizin, 'şeb' sizin,
gece bizimdir/Değildir bir mana üç ada muhtaç."
Şimdi, değerli arkadaşlar,
bir dilde her dilden sözcüklerin çok olması o dilin zenginliği değildir.
Kendi diliniz, her eşyaya, her duyguya, her anlama bir sözcük üretebilmişseniz,
varsa… Zenginlik, kavramdadır, duygudadır, anlatımdadır.
Şimdi, bakın, Türkçe,
tarih boyunca saldırıya uğramıştır, ama yaşamıştır; çünkü, gerçekten
çok güçlü bir dildir, işlek bir dildir; hem kök olarak hem eklerin işlekliği
olarak dünyada sayılı dillerden biridir. Ama, değerli arkadaşlar,
yapılan bir tartışma var: İşte "yabancı sözcükleri dilden uzaklaştırdığınız
zaman dil yoksullaşır." Millî Eğitim Bakanı da, siz, "ne ilgisi
var" diyorsunuz "alakası" diyorsunuz, ama ben, gene, hadi
sizin dediğinizi söyleyeyim "hayır, yoksullaşır" diyor. Ben
de diyorum ki, böyle değildir.
Bakın, gerçekten de
Hunlardan beri Türkçe çok canlı bir biçimde yaşamış, gelmiştir ve
Farsçanın etkisi önce girmiştir, Türkçenin iyi bir sanat dili olmayacağı,
iyi bir bilim dili olmayacağı savlanmıştır. Onun için de, edebiyatta
Farsçanın etkisi gelmiştir, bir Divan Edebiyatı çıkmıştır biliyorsunuz.
Osmanlıca diye yapay bir dil çıkmıştır ortaya. Oysa, bundan bin yıl
önce yazılan sözlükler, lügatler, Türkçenin büyüklüğünü göstermiştir.
Ama, asıl dil devrimi, dil anlayışı, birçok alanda olduğu gibi, cumhuriyetle
beraber olmuştur. Bakın, Atatürk'ün, bu konuda, 2/9/1930'da söylediği,
Türk Dil Kurumunun önünde kazılı duran sözünü bir kez daha size okumak
istiyorum: "Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin
ulusal ve zengin olması, ulusal duygunun gelişmesinde başlıca etkendir.
Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki, bu dil, bilinçle
işlensin." Sürdürüyor Büyük Atatürk: "Ülkesini, yüksek bağımsızlığını
korumasını bilen Türk ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan
kurtarmalıdır." İşte anlayış bu; işte yaklaşım bu; yani, dile,
bağımsızlığın bir bütünlüğü içinde bakmak. Onun için de 1928'de yeni
ABC getirilmiş ve 1932'de de Türk Dil
Kurumu kurulmuştur. Türk Dil Kurumunun kurulması, Türkçenin gelişmesi
için kurumsal bir çaba harcama amacına yöneliktir. Oysa Batı'da,
dillerin yabancı diller etkisinden kurtulmak için kurumların oluşumu
16'ncı yüzyıla dayanır. Örneğin, İtalya'da 16'ncı yüzyılda böyle bir
akademi kurulmuştur, Fransa'da kurulmuştur, Almanya'da kurulmuştur.
Birçok alanda olduğu gibi, bizde, üç-dört yüzyıl sonra kurumsal bir
çalışma yapılabilmiş. Cumhuriyetten önceki çalışmalar, ya kişisel
etkilerle olmuştur ya da bir derginin çevresinde olmuştur.
Şimdi, değerli arkadaşlar,
bakın, Anayasa'mızın 134'üncü maddesi Atatürk Kültür, Dil ve Tarih
Yüksek Kurumunun kurulmasına ilişkin. Onun ikinci bölümünü okuyorum:"Türk
Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu için Atatürk'ün vasiyetnamesinde
belirtilen mali menfaatler saklı olup kendilerine tahsis edilir."
Şimdi, 12 Eylül birçok
kurumu yok ettiği gibi, dil için çalışmalar yapan Türk Dil Kurumunu
da kapatmıştır.
MEHMET EMİN MURAT BİLGİÇ
(Isparta) - Yanlış!
MUSTAFA GAZALCI (Devamla)
- Değerli arkadaşlar, Atatürk'ün kalıtı, yani vasiyeti çiğnenmiştir
bu girişimle.
MEHMET EMİN MURAT BİLGİÇ
(Isparta) - Mahkeme kararları sizi yalanlıyor.
MUSTAFA GAZALCI (Devamla)
- Değerli arkadaşlar, lütfen, bir düşünceniz varsa gelin burada
söyleyin. Bakın, biz sizin önergenizi desteklediğimizi söylüyoruz.
Ama, çoğulcu bir anlayışla sizin gibi düşünmediğimizi, biz yalnız
Batı'dan gelen sözcüklere değil, Doğu'dan gelen sözcüklere de, ister
Arapça, Farsça olsun ister İngilizce olsun, bu saldırılardan Türkçeyi
gerçekten kurtarmak gerekir. Çünkü, Türkçe doğru düşünmenin yoludur,
anlaşmanın aracıdır. Bakın, toplumla birlikte dil de gelişir, değişir,
canlı bir varlıktır, bir kültürdür, bir gömüdür, bir hazinedir bizim
ortak dilimiz. Hangi kökenden, hangi anlayıştan olursa olsun, sizlerle
bir ortak dil kullanmamız gerekir. Eğer, ortak dil kullanmazsak anlaşamayız.
Ne demek istediğimizi, eğer, sözcüklerle açık seçik ortaya koyamazsak
anlaşamayız birbirimizle.
Bakın, ünlü Çin bilgini
Konfüçyüs'e soruyorlar: "Bir memleketi yönetmeye çağrılsanız,
ilk ne yaparsınız, ilk iş ne yaparsınız?" Konfüçyüs diyor ki:
"İlk dilden başlarım." Şaşırıyor herkes. "Ya bunca kargaşa
var, bunca iş varken dilden mi başlarsın?" "Evet, dilden."
diyor. "Çünkü, dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi iyi anlatmaz.
Düşünce iyi anlatılmazsa, yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz.
Ödevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür
bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık
içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilmez. İşte
bunun içindir ki, hiçbir şey dil kadar önemli değildir." Gerçekten,
dil, bir bayraktır, dil bir yurttur. Onun için, dilin önemidir ki açıklık
gerekli.
Bakın, Dil Kurumu,
1932 yılında kurulduktan sonra, beş yüzün üzerinde yapıtlar ortaya
koymuştur dilin tanıtımı için, gelişmesi için. Hepinizin evinde
Dil Kurumunun yaptığı bir Türkçe Sözlük vardır, bir Yazım Kılavuzu
vardır. Türk Dil Kurumunun yaptığı tarama ve derlemelerle, binlerce
sözcük kazanılmıştır Türkçemize. Ama ne olmuş; bir 12 Eylül gelmiş,
bağımsız olan, özerk olan, kendi tüzel kişiliği olan bir kurumu kapatmış,
devlet dairesi durumuna getirmiş. Biz, komisyonda üç yıl önce tartıştık
bu konuyu, zaman zaman sizlere de getirdik. Gelin, değerli arkadaşlar,
AKP'liler, 12 Eylülle hesaplaşmak istiyor musunuz gerçekten? Yaraları
sarmak istiyor musunuz? Gelin, şu Dil Kurumunu, Tarih Kurumunu eski
özerk yapısına kavuşturalım. Bakın, TÖBDER mallarını geri verelim.
Ama, hiç yanaşmadınız siz. Bu, dil konusunda da öyle.
Şimdi, Sayın Bakanın,
Konfüçyüs'un hani, ilk işim dille başlarım, dediği gibi, 2003'teki
ilk uygulamalarından biri dille ilgili bir genelge çıkarmak oldu
talihsiz bir biçimde, ama dilin gelişimine ilişkin değil. Kendisi,
burada biraz örtülü bir biçimde Sayın Bostancıoğlu'nun genelgesini
de çarpıtarak anlattı. Sayın Bostancıoğlu şunu diyor genelgesinde,
burada var. Zamanı çok fazla almak istemiyorum. "Türkçe karşılığı
varsa onları kullanın." Bakın, okul öğrencilerine onu söylüyor.
"Yazı dilinde, önce, Türkçe karşılığı varsa Türkçe kullanın,
yabancı sözcük kullanmayın." diyor. Sayın Bakan, hemen geliyor,
bir genelge çıkarıyor, "O genelgeyi kaldırdım." diyor. Arkadaş,
Millî Eğitim Bakanı, yasalara göre o Millî Eğitim Bakanlığını yönetir,
Anayasa'ya göre yönetir, Millî Eğitim Temel Yasası'na göre yönetir;
ama, sizin birçok kararınız mahkemeden dönüyor. Daha yeni, işte, 1
Eylül 2006'da, ders kitaplarıyla verdiğiniz karar, Danıştaydan gene
döndü. Şimdi, burada, bakın, Sayın Bostancıoğlu, 7 Aralık 2000 tarihindeki
genelgesinde demiş ki: "Ana dilin, yabancı dillerin etkisiyle
oluşan kirlenmeden korunması gerekir. Zorunlu hâller…" Bakın,
tırnak içinde, Bostancıoğlu'nun sözünü okuyorum; Bakanın dediği
gibi mi, değil mi sizin takdirinize bırakıyorum: "Zorunlu
hâller ve teknik terimler dışında, Türkçe karşılıkları bulunan yabancı
sözcükler kullanılmamasına özen gösterilecek." Peki, Sayın
Hüseyin Çelik ne demiş ona bakıyoruz. Sayın Hüseyin Çelik demiş ki
-demin burada anlattığı gibi- 'sorun' kelimesini kullanmanız 'mesele'
veya 'problem' kelimesini kullanmanıza engel değildir, 'yaşam' kelimesini
kullanmanız 'hayat' kelimesini kullanmanıza…" Yani…
FEHMİ HÜSREV KUTLU
(Adıyaman) - Niye o kadar yaylanıyorsun okurken?
BAŞKAN - Sayın Kutlu,
lütfen…
MUSTAFA GAZALCI (Devamla)
- İşinize gelmeyince söz atıyorsunuz. Peki, peki…
Değerli arkadaşlarım,
bakın, genelgede "Doğu dillerinden, Batı dillerinden gelen,
derlediğimiz kelimeler bizim olmuştur." diyor Sayın Bakan. Şimdi,
ben önergeyi verenlere soruyorum: Doğu'dan, Batı'dan gelen yabancı
sözcükler bizim olmuş mudur olmamış mıdır?
MAHMUT GÖKSU (Adıyaman)
- Mustafa ismi de Arapça, ama, bizim…
MUSTAFA GAZALCI (Devamla)
- İşte, bakın, demek ki, sizinle, bir, bakışta, bir anlayış farkımız
var. Ben bu genelgeyi okuduğum zaman, yabancı sözcüklere karşı Türkçenin
korunması ve gelişmesi anlıyorum; ama, Bakanın buradaki konuşmasından
ve genelgeden bu anlam çıkmıyor. Yani, ille de Hüseyin Çelik'e hep
karşı olmak istediğimden değil. Ben sandım ki, bugün, bu genelge doğrultusunda
güzel, kısa bir konuşma yapar. Oo, bir başladı Meclis de Türkçe değil,
şu da Türkçe değil... Peki, Sayın Bakan, cumhuriyetin başında, yüz
sözcüklük bir mektupta yüzde 30 bile yoktu Türkçe sözcük, bugün tersi
olmuştur, şimdi yüzde 80, yüzde 90 Türkçe. Tabii ki diller birbirinden
etkileniyor, etkilenmesin demiyoruz, ama -Profesör Doktor Aydın Köksal'ın, dilci,
"Dil ve Ekin" diye, bakın orada masamın üzerinde bir kitabı
var, teknik bilimle ilgili 2.500'ün üstünde sözcük türetiyor bu kişi,
belki televizyonlardan dinlemişsinizdir,
kitabını okumuşsunuzdur- değerli arkadaşlar, dil, hiçbir çaba harcamadan,
onun için uğraşmadan, kendi başına bırakılamaz.
Atatürk o kadar büyük
bir düşünceyle, Dil Kurumunu devletin de etkisinden kurtararak bağımsız
bir biçimde kurmuş ki, bakın, özerk bir tüzel kişilik vermiş Dil Kurumuna,
Tarih Kurumuna. Şimdi ne olmuş? Şimdi, Hüseyin Çelik resmen kullanıyor
devletin gücünü, oturuyor, kendi kafasındaki dil anlayışını bir
genelge hâline döküp, çocuklara, böyle böyle böyle yapacaksınız
diyor.
RASİM ÇAKIR (Edirne)
- Sadece kendi kafasındaki değil, talimat alıyor başka yerlerden!..
MUSTAFA GAZALCI (Devamla)
- Bakın, Atatürk'ün büyüklüğüne bakın ki, Dil Kurumunun... Atatürk
de o zaman bir akademi kurar, bir devlet dairesi kurabilirdi, hayır
diyor, bütün, o türlü gelen istekleri reddediyor, ayrı, bağımsız
bir Dil Kurumu ortaya çıkarıyor. Ama ne oldu? 12 Eylül geldi, şu şu
sözcükleri kullanmayacaksın...
Değerli arkadaşlar,
bağımsız Dil Kurumunu yeniden açmaya var mısınız? Bakın, 2876 sayılı
Yasa hukuk çiğnemiştir. Bakın, Atatürk'ün vasiyeti çiğnenmiştir.
Demin size Anayasa'nın 134'üncü maddesinin ikinci paragrafını okudum.
Atatürk"ün "hakları saklı kalmak kaydıyla" dediği
hâlde, maalesef, orada çiğnenmiştir.
Siz, şimdi bir araştırma
önergesi vererek, belki -dilerim öyle olmaz- Sayın Bakanın mantığıyla,
efendim, Arapçadan, Farsçadan gelen sözcükler dursun, eh, İngilizceyse
çıksın… Oysa şunu demek gerekir: İster Batı'dan gelsin, İngilizceden
gelsin, Fransızcadan gelsin ister Doğu'dan gelsin, Arapça, Farsça olsun,
biz…
MUZAFFER BAŞTOPÇU
(Kocaeli)- Yasaklayalım…
MUSTAFA GAZALCI (Devamla)
- Hayır, yasakla olmaz. Bakın, yasaklı anlayış yasayla olursa olur;
ben tam tersini söylüyorum. Özerk, bağımsız, kendi çalışmalarıyla
ortaya konan bir dilcilikten söz ediyorum. Dili halk geliştirir, dili
yazarlar geliştirir, dili uzmanlar geliştirir. Siz istediğiniz
kadar yasaklayın, istediğiniz kadar yapın; olmaz.
Bakın, bugünkü kargaşanın
nedeni nedir? Yirmi yıldır dil dernekleri kuruldu seçenek olarak. Benim
öğretmenim Ahmet Miskioğlu -büyük bir dilseverdir kendisi- İstanbul'da,
tek başına Türk Dili Dergisi'ni çıkarıyor. Burada Türk Dili Dergisi
gene çıkıyor, ama, resmî, Türk Dil Kurumunun ortaya koyduğu yazım kılavuzu
ile Dil Derneğinin çıkardığı yazım kılavuzu birbirini tutmuyor. İşte,
kargaşa buradan çıkıyor. Bostancıoğlu'nun gönderdiği genelge ile
Sayın Hüseyin Çelik'in gönderdiği genelge birbirini tutmuyor, kargaşa
buradan çıkıyor.
Değerli arkadaşlar,
yasayla değil… Kimi belediyeler levhalardaki kirlenmeyi önlemek
için kimi destekleyici işler yapıyor. Bunları kutlamak gerekir
gerçekten, güzel bir şey. Dilimizi koruyalım, dilimizi geliştirelim,
ama, tek pencereden bakarak değil, tek bir yaklaşımla değil. Bu iş,
gerçekten sağcılık solculuk meselesi değil, ulus olmadır dil. Dil,
bir ulusun kültürüdür, bakın. Toplum ilerledikçe gereksinimlerine
uygun olarak dili ortaya koyar.
Değerli arkadaşlar,
dil konusunda ben de saatlerce konuşabilirim Sayın Bakan gibi, örnekler
de verebilirim, ama, dil, bağımsızlığımızdır bizim. Fazıl Hüsnü
Dağlarca'nın dediği gibi, ses bayrağımızdır gerçekten, yurdumuzdur.
Bizi açıklığa, duruluğa, birbirimizi iyi anlamaya…
(Mikrofon otomatik
cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Gazalcı,
ek bir dakikalık sürenizi başlatıyorum, konuşmanızı tamamlayınız,
teşekkür ediniz.
Buyurun.
MUSTAFA GAZALCI (Devamla)
- Peki.
Değerli arkadaşlar,
tabii, çok şey var söyleyecek, ama, biz, bu arkadaşların iyi niyetle
bu önergeyi verdiklerine inanıyoruz. Bakanın yaklaşımıyla değil,
bu önerge doğrultusunda, yani Türk dilinin ulusal benliğine kavuşması,
yabancı sözcüklerin etkisinden kurtulup yetkin bir bilim ve sanat
dili olması için çaba harcamak ve bozulmaya karşı önlemler almak
içindir desteğimiz. Yoksa, Bakanın -ayraç içinde söylüyorum- burada
söylediği yaklaşıma değil, genelge doğrultusunda söylediği yaklaşıma
değil. Önergedeki iyi niyete dayanarak destek veriyoruz. Gelin diyoruz,
varsanız, Türk Dil Kurumunu eski tüzel kişiliğine yine kavuşturalım,
üstelik Anayasa'yı bile değiştirmeden, bir yasa değişikliği yapma
olanağı var. Bırakın…
(Mikrofon otomatik
cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Gazalcı,
teşekkür ediyorum.
MUSTAFA GAZALCI (Devamla)
- Başkanım, bir cümle…
BAŞKAN - Vallahi, yirmi
bir dakikada meramınızı anlatamadınız, tekrar bir dakikada nasıl
anlatacaksınız, ben de merak ediyorum.
MUSTAFA GAZALCI (Devamla)
- Başkanım, Sayın Bakanın konuşmasına "Bu güzel konuşması
için" diyorsunuz, benimkini anlamak istemeyince yirmi bir dakikada
anlat…
Sizi de kınıyorum ve
hepinize saygılar sunuyorum. (CHP sıralarından alkışlar)
Olmadı, yakışmadı
size!
ORHAN ERASLAN (Niğde)
- Tarafsız ya Sayın Başkan!
BAŞKAN - Sayın Gazalcı,
size ek süre verdiğim için, müsamaha tanıdığım için mi beni kınadınız?
Teşekkür ederim, ben,
size yine de teşekkür ediyorum.
Anavatan Partisi Grubu
adına, Afyonkarahisar Milletvekili Reyhan Balandı.
Sayın Balandı, buyurun.
ANAVATAN PARTİSİ GRUBU
ADINA REYHAN BALANDI (Afyonkarahisar) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; Türk dilinde artarak devam eden bozulma ve yabancılaşmanın
nedenlerinin araştırılarak, toplumsal birlik ve beraberliğimiz
üzerindeki etkilerinin tespit edilmesi ve gereken tedbirlerin
alınması amacıyla açılmak istenilen Meclis araştırması hakkında
Anavatan Partisi Grubu adına söz almış bulunmaktayım. Yüce Meclisi
saygıyla selamlıyorum.
Sayın milletvekilleri,
Türkiye Büyük Millet Meclisinin 22'nci Dönemi içinde millî ve manevi
değerler ile insan hak ve görevleri alanında bugün en faydalı çalışmayı
yaptığı günlerden birini yaşıyor.
Türk dilinin korunup,
geliştirilmesinin yanında, küresel ısınmadan ülkemizin nasıl etkilendiği
ve küresel ısınmaya sebep olmamak için Türkiye'nin alması gereken
tedbirler de bu kürsüden dile getirildi. Ümit ediyoruz, araştırma
komisyonları kurulacak ve bunlar, gerçekten kayda değer sonuçlar
verecek.
Her iki konu da hayati
derecede önemli olmakla birlikte, hemen bugünden başlayarak eğer
acil önlemler alınmaz ve ülkemiz küresel ısınmaya karşı üzerine düşen
görevleri yapamazsa, olmayan bir dünyaya ne Türk dilini anlatabilir
ne de olmayan bir dünyada kalkınabiliriz diye düşünüyor ve hemen
buradan konuya geçiyorum.
Sayın milletvekilleri,
şimdi, sizlere çok az bilinen bir bilgiyi aktaracağım: Gazi Mustafa
Kemal Atatürk, Nutuk'u yazmadan önce Orhun yazıtlarının Necip Asım
Yazıksız tarafından yayımlanan metnini en ince ayrıntısına kadar
okuyup, incelemiştir. Sonra, Nutuk'u Orhun yazıtlarının planı üzerine
inşa etmiştir. Hatta bu sebeple, Orhun yazıtlarının üslubuyla Nutuk'un
üslubu arasında büyük benzerlikler ve paralellikler vardır. Bu durum,
büyük dâhinin hem köklerine ne kadar bağlı olduğunu hem de ondaki
dil ve tarih şuurunu göstermesi bakımından son derece önemlidir.
Nutuk'un sonuç bölümünü
oluşturan "Gençliğe Hitabe" ise, başlı başına Türk dilinin,
Türk hitabet sanatının eşsiz eserlerinden biri olma özelliğine sahiptir.
Türklük gurur ve şuurundan gücünü alan Atatürk, Türk milletinin geçmişte
olduğu gibi, gelecekte de en vazgeçilmez değerlerinden birinin,
bütün lehçe ve şiveleriyle birlikte Türk dili olduğunu kaydetmiştir.
Onun şu sözleri, bu bağlamda son derece kıymetlidir: "Büyük Türk
tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski
Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesini, Yakut Türklerinin
dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz."
Değerli milletvekilleri,
bilindiği gibi, 28 Ağustos 1928'de, çağdaş dünyaya uyum sağlamak amacıyla
harf devrimi gerçekleştirilmiştir. Bunu, Türk dilinin dünya dilleri
arasındaki yerinin belirlenmesi, köklerinin araştırılması, Türk
lehçe, şive ve ağızlarının da bilimsel yöntemlerle incelenmesiyle
ilgili çalışmalar takip etmiştir. Atatürk bu amaçlarla, 12 Temmuz
1932 tarihinde Türk Dil Kurumunu kurdurmuştur. Sonradan mirasının
bir bölümünü bağışladığı bu Kurumun tüzüğünün taslağı da, bizzat
Atatürk tarafından hazırlanmıştır.
Türk Dil Kurumu 26 Eylül
1932'de, Dolmabahçe Sarayı'nda, Atatürk'ün huzurunda, Birinci Türk
Dil Kurultayı'nı toplar. Dokuz gün süren kurultaya bilim adamı, yazar,
şair, gazeteci, öğretmen ve konuya ilgi duyan herkesin kayıt yaptırmak
suretiyle katılabileceği açıklanır. Kurultayda yapılan tüm konuşmalar,
radyodan ve şehir merkezlerinde kurulan ses düzeneklerinden halka
duyurulur. O kurultayda çok ciddi kararlar alınmıştır. O kararlardan
biri olan ve bugün unutulan, Sayın Bakanımızın da az evvel bahsettiği
Güneş Dil Teorisi, Türk dilinin eskiliğinin ve köklülüğünün, aynı
zamanda zenginliğinin de kanıtlanmasına yönelik bir faaliyetin
ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Yurt içinde ve yurt dışında büyük yankı
uyandıran teori, hem Türkçe konuşma ve yazma bilincinin gelişmesine
katkı sağlar hem de Türkçenin tarihî köken bilimiyle ilgili birçok
eserin hazırlanmasına vesile olur.
Değerli milletvekilleri,
dünya üzerinde irili ufaklı 30 bin farklı dil konuşulmaktadır. Bunların
bir kısmının, 25-30 kişilik kabilelerde geçerli birkaç yüz kelimelik
diller olmasına karşın, bir kısmı da dünyaca yaygındır. Dünyaca yaygın
dillerden biri de Türkçemizdir. Aslında, geçmişi ve büyüklüğüne
bakıldığında dilimizi eğer koruyup geliştirebilseydik; bilim,
teknoloji, ekonomide millî hislerimizle seferberlik ilan edebilseydik,
dünyada konuşulan, talep edilen, merak edilen ikinci ya da üçüncü dilin
Türkçe olması kaçınılmazdı.
Türkçemiz, okunduğu
gibi yazılan ya da yazıldığı gibi okunan, grameri kolay ve mantıklı,
alfabesinde de kafa karıştıran harfleri olmayan bir dildir. Onluk
sayısal sisteme, yani, desimal sisteme en uyumlu dil Türkçedir. Türkçedeki
uyumlu sayma ve dil sistemi örneğine bir eş daha yoktur. Bu husus,
Amerika Birleşik Devletleri'nde son yıllarda en çok satan "Being
Digital" isimli kitapta teyit edilmekte ve Türkçe uluslararası
bilgisayar kullanımı için en uygun dil olarak tanımlanmaktadır. Bu,
Türkçe'nin dünyada en yaygın dil olabileceği anlamına gelmektedir.
Eğer tren kaçmadıysa, bu konuya ilişkin çok acil ve kapsamlı çalışmalar
yapılmalıdır. Oysa, ilköğretimden başlayarak çocuklarımıza ana
dilimiz Türkçenin köklülük, tarih ve zenginlik olarak dünyanın ilk
on dili arasında yer aldığının anlatıldığına hiç şahit olmadık.
"Millî his ile dil
arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî
hissin inkişafında başlıca müessirdir." diyen Atatürk, çocuklarımıza
vatan sevgisi, bayrak sevgisi aşılanacaksa bunun dil sayesinde ve
önce dilimizi sevmekle mümkün olabileceğini ne güzel ifade etmiştir.
Maalesef, Türkçe'nin söz varlığını kullandığı üç yüz-dört yüz sözcükten
ibaret sananlar, Türkçenin anlatım gücü, dağarcığından ve zenginliğinden
habersizler. En önemli makamlara, yönetim kademelerine gelmiş
olanlar, aydın geçinenler bile, maalesef, ortalama sadece iki
yüz-üç yüz sözcük üzerinde bilgiye sahiptirler.
Yediden yetmişe her
bir Türk vatandaşı, sinsi ve derinden bir dil saldırısı altındayız.
Eskiden Arapça ve Farsçanın dilimize doluştuğu gibi, şimdi de İngilizce
ile insanımız, gençlerimiz bir beyin yıkanmasına maruz kalıyor. Dilimize
uzun yıllardır yerleşmiş Arapça, Farsça, Fransızca kökenli sözcüklerin
çokluğuna ve Türkçe karşılığı var iken onların yerini sinsice aldığına
bakılırsa, Atatürk'ün Türk diliyle ilgili sevgi ve uğraşısının ne
kadar yerinde olduğu ve pek çok konuda da olduğu gibi aynı tehdidi,
bu tehdidi de sezdiği ve bunda da haklı çıktığı görülüyor.
Sorun gerçekten o kadar
büyük ki, başta dilimiz olmak üzere, kültür değerlerimize duyulan
ilgisizlik, kayıtsızlık, yanlış Hükûmet politikalarıyla, gazete
ve televizyonların yanlış yayın politikalarıyla, halkın devletinden,
millî ve manevi değerlerinden uzaklaşmasıyla birleşince kaygı verici
bir boyuta ulaşıyor. Öyle ki, öğretmenler bile DVD (Di Vi Di) yerine
"De Ve De" diyecek olsalar, VCD (Vi Si Di) yerine "Ve Ce
De" diyecek olsalar alay konusu olacak hâle geldi.
Öz Türkçe sözcüklere
dönüş, yüzyıllar boyu oluşmuş etkileşimi bir çırpıda kaldırıp atmak
gibi ne kadar imkânsız ise, en büyük tehdit olan, başta İngilizce olmak
üzere, yabancı dillerin virüs gibi dilimizi zehirlemesine müsaade
etmemek o kadar imkân dâhilindedir. Binlerce yıl önce filizlenerek
gelişmiş koca bir çınar ağacının toprağına zehir dökenlere âdeta
yardım eder olduk. Bugün dilimizi doğru kullanmaktan, doğru telaffuz
etmekten o kadar uzaklaştık ki, dede torununu, anne çocuğunu anlayamaz
oldu, halkın birbirini anlamasına engel olundu.
Tatlı dil, güler yüz,
güzel huy insanı meftun eder. Dil tatlıdır. Acıyı, kahrı, öfkeyi, sevgiyi
ifade etmek bile; acı çekmenin de, çektirmenin de tadına varmak bile,
dilimizi iyi bilmek, doğru kullanmakla mümkündür. Binlerce yıl öteden
ruhumuza işlemiş, masum, güzel dilimizi önce sevmek, sonra sevdirmek
asıl çözüm yoludur. Kültürün de, sevginin de, ilmin de taşıyıcısı
dildir.
Şimdi, çocuklarımıza
Türkçe sevgisi adına değişik zaman
dilimlerinde yaşamış ve dünyaya mal olmuş bazı şairlerimizin
eserlerinden küçük paragraflar aktaracağım:
Yunus Emre'den:
"Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım,
Sevelim, sevilelim
Dünya kimseye kalmaz
Yunus sözün anlarsan
Mânâsını dinlersen
Sana iyi dirlik gerek
Burada kimsen kalmaz."
Ahmet Haşim'in Merdiven
şiirinden:
"Ağır, ağır çıkacaksın
bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş
rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın
semâya ağlayarak…
Sular sarardı… yüzün
perde perde solmakta,
Kızıl havaları seyret
ki akşam olmakta..."
Necip Fazıl Kısakürek'in
Gurbet şiirinden:
"Dağda dolaşırken
yakma kandili,
Fersiz gözlerimi dağlama
gurbet!
Ne söylemez, akan suların
dili,
Sessizlik içinde çağlama
gurbet!
Titrek parmağınla tutup
tığını.
Alnıma işleme kırışığını
Duvarda, emerek mum
ışığını,
Bir veremli rengi bağlama
gurbet."
"Yaşamak, bir
ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine"
diyen Nazım Hikmet'in Memleketim şiirinden:
"Ve sonra; ileri,
güzel, iyi
her şeyi,
hayran bir çocuk sevinci
ile kabule hazır,
çalışkan, namuslu,
yiğit insanlarım
yarı aç, yarı tok
yarı esir…"
Ne güzeldir dilimiz,
şiirlerimiz, kültürümüz, milletimiz. "Bu eserlere dünyaya
mal olacak binlercesini katmak varken, gençlerimize yabancı dilde
öğretim yüzünden yabancı bir düşünce tarzının, yerli özlemlere
ters bir bakış açısının, başkalarının çıkarları için oluşturulmuş
kalkınma modellerinin aktarılmakta oluşu, gençliğin bir bölümünü
dış kaynaklı beyin yıkayışlara kendi eliyle teslim eden ve bunu hevesle
yapan başka bir toplum ancak eski sömürgelerde vardır" diyor
bir eski politikacı.
Türk Dil Kurumu,
imkânsızlık ya da akademisyen yetersizliğinden olsa gerek, iddialara
göre, yanlışlarla dolu bir Türkçe Sözlük yayınlamış. Yükseköğretim
Kurulu, Türkçemizi bilim dalı yapmak için hiçbir eylemde bulunmuyor.
Buna karşılık İngilizce, Rusça gibi dillerin konuşulduğu ülkelerde
yabancı dillerdeki yayınları anında kendi dillerine tercüme edip
genç araştırmacıların ellerine sunan merkezler vardır. Bu merkezleri
kuramazsak, elbette, o ülkelerin gençlerine oranla bizim gençlerimiz
daha geride olacaklar. Elbette, yabancı dil öğretimine karşı olmadığımız
gibi, ne kadar çok öğrenilirse o kadar da iyi olacağını düşünüyor
ve savunuyoruz, ancak, önce ana dilini tüm ayrıntılarıyla öğrenip
kullanma yeteneğine kavuşmuş olmak kaydıyla ve bilim dilini kendi
ana dilimizde yapmak kaydıyla. Çünkü, insanlar, ana dillerinde daha
kolay öğrenirler, asıl yaratıcılık ana dilde olur, insanlar rüyalarını
bile ana dillerinde görürler. Ana dilde eğitim esastır. Böylece, ana
dilimize yeni terimleri de yerleştirme şansına sahip oluruz. Örneğin,
bir uzay mekiği bin beş yüz yeni kelimeyi İngilizceye katmış. Bunların
Türkçe karşılıkları bize yasak mıdır? Bunları kimler Türkçeleştirecektir? Tıpta yer alan hastalık ve terimlerin
Türkçe karşılıkları bulunamaz mı? Bu konuda çalışmalar yapanları
nasıl teşvik etmeliyiz?
Tabii, burada, Türkiye,
kendi problemlerini çözmekte geciktikçe, akrabası olduğu Türk
topluluklarına da yardım ve öncülük etmekte yetersiz kalmaktadır.
Bu, zaten, Türkiye için tasarlanan bir roldür. Türkiye'nin burada
kalması, içten içe çürümesi istenmektedir ve bu oyunlara gelmemizden
de memnuniyet duyulmaktadır. Bu ülkenin gençlerinin kafası allak
bullak edilmiştir.
Dil, Türkiye Cumhuriyeti
ve tüm Türk topluluklarının en köklü ve en meşru birliktelik paylaşım
alanıdır. Türkiye'nin sorunu, bunu fark edememektir. Bize kimlik kazandıran
bu değeri zayıflatmak, kendi kimliğimizi silik bir hâle getirmekle
eş değerdir. Türk milletini meydana getiren kişiler, teker teker
millî şuur sahibi olmalı, kalpleri millet sevgisiyle çarpmalı ve
bu şuur ve gurur içerisinde, tek vatan, tek bayrak ve Türk dilini geliştirip
yüceltmekle yükümlü hissetmelidir.
Dil, din, çeşitlilik
ve milliyetçilik, milleti birleştiren, renk veren değerler olması
gerekir. Oysa, başta Başbakan olmak üzere, iktidar, bir mağduriyet
ve eleştiri edebiyatı içerisinde, milletin devletle, millî duygularla
arasını açar bir tavır içine girmiştir.
Peki, ne yapmamız gerekir?
Öncelikle, bütün Türk dilini sevenler, kendi ülkemizde bizi konuk
durumuna düşürenlere tepki vermelidirler. Bu yurttaşlık sorumluluğumuzdur.
Dilseverlikle milliyetçilik arasındaki bağ unutulmamalıdır. Artık
bu yabancı isim ve marka hayranlığına bir son verilmeli, tabelalar,
şirket isimlerinde Türkçe kullananlar teşvik edilmelidir.
Değerli milletvekilleri,
diğer yandan, ülkemizi yabancı adlarla kirletenlerin başını Türk
üreticisinin, mühendisinin, işletmecisinin, girişimcisinin
çekmesi çok acıdır. Türk üreticisinin kendi emeğini Türkçe ile adlandıramaması
hem acı hem de utanç verici bir bilinçsizlik örneğidir. Artık ürettiği
giysiye, şekere, tatlıya, içinde yaşadığı iş yerine, işlettiği
lokantaya, çayevine, otele, alışveriş merkezine Türkçe ad bulamayanların,
yurt ve dil sevgisi nereye kaybolmuştur? "Ankamall" gibi,
"Bianko Rosso" gibi, "Chicken Last Stop" gibi,
"Mezzaluna" gibi, "Cakeland" gibi yüzlercesi, Ankara'daki
iş yeri adları, tüm Türkiye'de yayılmış iş yeri adları hakikaten
tüyler ürpertmektedir.
Eğitim millî olacaksa,
eğitim dili de Türkçe olmalıdır. Yabancı dilde eğitimin bizi bu noktaya
getirdiği tespit ve kabul edilmiştir. Gençler hem ana dillerinden
uzaklaşmış hem de bilgiyi edinememişlerdir. Yaptığımız bu ihanet,
millî ulus olma karakterimizden bizi sürekli olarak uzaklaştırmakta,
global kültürel hegemonyanın etkisine her an daha fazla sokmaktadır.
Sömürge kültürünün yaklaşık altı yüz yıllık tarihini bilenler ne
demek istediğimi iyi anlarlar.
Geçenlerde, Sayın
Başbakan, Antalya'da düzenlenen Türk Dünyası Kurultayı'nda,
"Türkçe konuşan devletler topluluğu kuralım" diye somut
bir öneri getirmiş ve Fransızca, İspanyolca konuşan ülkeleri örnek
vermiş. Öncelikle İspanyolca ya da Fransızca konuşan ülkelerin
halkları İspanyol değillerdir, başka milletlerden oluşur ve coğrafyaları
da epey farklıdır, bahsettiğim sömürge kültürünün bir uzantısıdır.
Türkçe konuşan devletlerde yaşayanlar ise Türk'türler, yani, bir
isim verilecekse, ancak "Türk devlet ve toplulukları iş birliği
örgütü" olabilir. Gerçi, "Türk" yerine "Türkiyeli"
diyen bir Başbakandan bunu düşünmesini beklemek de biraz hayalcilik
olur.
Şimdi, değerli arkadaşlar,
bütün bu sebeplerle rahatlıkla çağdaş öğretim yöntemlerini iyi uygulayamadığımızdan,
bunu başaramadığımız gibi bütün öteki konularda da nitelikli
bir öğretim düzenini yerleştiremediğimizi de söyleyebiliriz. Tabii,
bir de yabancı dille eğitimin öğrenciler bakımından yarattığı sorunları
bilmemiz gerekmektedir. Öncelikle, yabancı dilde eğitim yöntemiyle
gençlerimiz ne fizik, kimya, matematik, biyoloji gibi temel bilimleri
ne de yabancı dili öğrenebilmektedirler, yani ne İsa'ya yaranabilmektedirler
ne Musa'ya. Öncelikle, yabancı dil eğitimi yöntemleriyle gençlerimiz
kendisine güvenini yitirmekte, toplumsal düzeyde ise ulusuna,
devletine, ana diline, kültürüne olan güvenini ve bağlılığını yitirmesine
yol açmaktadır.
Dilimize hükmeden
tehditler şöyle demektedir: "Müslüman kalabilirsin ya da bir
başka dinde, ama beni yakalamak için değişmelisin. Dilini değiştirmelisin
önce. Yüksek ortamlarda benim dilimi kullanmalısın. Benim dilimi
ikinci dil ya da yabancı dil olarak öğrenmen yetmez, kendi dilin yabancı
kalmalı, hatta neredeyse etnik bir dil. Benim dilim ise yüksek ortamlarda
ana dil olmalı." Nedir bu yüksek ortamlar? En başta yüksekokullar,
sonra liseler, ortaokullar, ilkokullar, hatta anaokulları. "Kendi dilinle konuşmak sende aşağılık
duygusu yaratmalı."
Bir garabet de, Yükseköğretim
Kurulunun akademik yükselmeler için öngördüğü puanlama yöntemi.
Yabancı dille makaleye en yüksek puanı verirken, Türkçe özgün hitaba
en düşük düzeyde puan verilmektedir. Böylece, Türkçe kaynak olmadığı
için yabancı dille eğitim gibi sözde bir gerekçe de uzun dönemde Türkçeyi
yok edecek bir kısır döngüye dönüştürülmüş olmaktadır.
Sonuç olarak, değerli
arkadaşlar, Türkçeyle ilgili sorunun ana nedeni yabancı dille eğitimdir.
Bahse konu eğitim modeli, hem öğrencilerimizin hem öğretmenlerimizin
başarılarını engelleyen hem de uzun dönemde Türkçenin bilim dili
olarak gerilemesine, ulusal dil niteliğini yavaş yavaş yitirmesine
neden olacak çok sakıncalı bir yoldur. Bu gidişle, çocuklarımız, insanımız
Türkiye'nin ana dili ve yurttaşlık bilincinden yoksun, kendi bireysel
özüne, ulusuna güven duymayan, ezik, yabancılara özenen gelecek kuşakları
küreselleşme ortamında yabancı devletlerin, çok uluslu şirketlerin
iş birlikçiliğine kolayca sürüklenecekler, siyasal ve ekonomik
bağımsızlığın güvencesi olmayacaklar…
(Mikrofon otomatik
cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Balandı,
konuşmanızı tamamlayınız.
Buyurun.
REYHAN BALANDI (Devamla)
- Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Çünkü, uluslaşma da,
aydınlanma da, yeniden doğuş da bütün uluslar için, çağlar boyunca
hep ana dilde eğitim aracılığıyla gerçekleşmiş, dilini koruyup geliştirmekle,
yeni sözcükler ekleyip, dünyada kullanılan bir dil yapmaya çalışmakla
gerçekleşmiştir. Bunun tersi, hiçbir zaman ve hiçbir ülkede görülmemiştir.
Anavatan Partisi olarak,
bir araştırma komisyonunun kurulmasının çok önemli olduğuna katılmaktayız,
ancak, çıkacak sonuçların, komisyondan çıkacak sonuçların, çözüm
önerilerinin hayata geçirilmesinin takibi için düzenlemeler yapılmasını
da istiyoruz.
Türkçeye baskı ve boyunduruk
girişimleri dalgalar hâlinde günümüze kadar sürmüştür, ama, son
cumhuriyet devrimi atılımıyla Türkçe kendini bir kez daha kanıtlamış
ve dünyada önemli diller arasına girmiştir ve bu özelliğini devam
ettirmek için Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak herkes üzerine düşen
vazifeyi yerine getirmelidir diyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.
(Anavatan Partisi sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederim
Sayın Balandı.
AK Parti Grubu adına,
Şanlıurfa Milletvekili Mehmet Atilla Maraş.
Sayın Maraş, buyurun.
(AK Parti sıralarından alkışlar)
Süreniz yirmi dakika.
AK PARTİ GRUBU ADINA
MEHMET ATİLLA MARAŞ (Şanlıurfa) - Sayın Başkan, değerli milletvekili
arkadaşlarım; İstanbul Milletvekilimiz Sayın Ekrem Erdem ve 106
arkadaşının vermiş olduğu, dilimizde son yıllarda artarak devam
eden bozulma ve yabancılaşmanın nedenlerinin araştırılarak, toplumsal
birlik ve beraberliğimiz üzerindeki etkilerinin tespit edilmesi
ve gereken tedbirlerin alınması amacıyla Meclis araştırma açılması
talebiyle ilgili, AK Parti Grubu adına söz almış bulunuyorum. Yüce
heyetinizi saygıyla selamlıyorum. (AK Parti sıralarından alkışlar)
Türkçe, yeryüzünün
en eski ve en geniş coğrafya parçasında konuşulan, gelişmiş, zengin
bir kültür, bilim ve sanat dilidir. Türkçe, en geniş coğrafya parçasında
konuşuluyor, çünkü, bugün, artık, Türk dili, sadece Anadolu'da, Balkanlarda,
Türkistan'da ve Sibirya'da değil, çalışmak amacıyla Avrupa'ya, Amerika'ya,
Avustralya'ya giden vatandaşlarımız sayesinde dünyanın dört bir bucağında
konuşulur hâle gelmiştir. Türkçenin lehçeleri dediğimiz kolları,
Balkanlardan Uzakdoğu'ya kadar geniş bir coğrafyada konuşma ve yazı
dili olarak kullanılıyor. Türkçe, bugün Türk dil ailesinin en fazla
konuşulan kollarından biridir. Bugün, 70 milyon kişinin konuştuğu
Türkiye Türkçesi, sadece Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde
değil, diğer bölgelerde de konuşulan ve yazılan dillerdendir.
1980'lerin ortasında, UNESCO, hazırladığı bir raporda, Türkçenin,
dünyanın beşinci büyük dili olduğunu açıklamıştı. Şüphesiz, bu raporu
hazırlayanlar, Türk dilini ve lehçelerini bir bütün kabul ederek bu
sonuca ulaşmışlardı. Bugün, dünyada, Türk dilinin çeşitli kollarını
konuşan 200 milyonu aşkın insan bulunduğu sanılmaktadır.
Burada, herhangi bir
dilde yazılmış bir romanın Türkçeye çevirisi yapılabiliyorsa,
felsefe eserleri Türkçeye çevrilebiliyorsa, Türk yazarlarının
eserleri yabancı dillere çevrilebiliyorsa, Türkçe, bir kültür, sanat
ve edebiyat dilidir. Bilim eserlerinin yazılabildiği, çevrilebildiği,
yeni terimlerin üretilebildiği ve her aşamada öğretimin yapılabildiği
Türkçe bir bilim dilidir. Türkçenin bilim dili olmadığı, olamayacağı
konusundaki sözler ve iddialar boş iddiadan öteye gidemezler. Türkçe
gelişmiş bir dildir diyoruz, çünkü,
Türkçenin söz varlığı bugün 110 bine ulaşmıştır. Şimdi, burada, Değerli
Bakanımın demin konuşmasında "Türkçeleşmiş kelimeler, sözcükler
Türkçedir." dediği iddiaya ben de katılıyorum. Aksi takdirde,
bugün, 110 bin kelimeye, sözcüğe ulaşmış olan sözlükteki kelimelerin
tamamını atmamız gerekir.
MUSTAFA GAZALCI (Denizli)
- Niye tamamını atalım? Yüzde 80'i Türkçe!
MEHMET ATİLLA MARAŞ
(Devamla) - Mesela, bakın "kefen", "defter",
"kitap", "kâğıt", "meclis", "devlet",
"millet", "cumhuriyet", "halk", "parti",
"kravat", "pantolon", "saat", "rozet",
"duvar", "tavan", "taban", "lamba",
"elektrik", şimdi bunların hepsini atarsak, Türkçede bir şey
kalmaz. Bunların hiçbirisinin aslı Türkçe değil, ama, bunlar Türkçeleşmiş
kelimelerdir, sözcüklerdir. Dolayısıyla, Sayın Bakanımın bu iddiasına
ben de katılıyorum.
MİLLÎ EĞİTİM BAKANI
HÜSEYİN ÇELİK (Van) - "Cumhuriyet Halk Partisi" Türkçe mi
Atilla Bey?
MEHMET ATİLLA MARAŞ
(Devamla) - "Cumhuriyet Halk Partisi" Türkçeleşmiş Türkçe
efendim. "Cumhuriyet Halk Partisi" Türkçeleşmiş Türkçedir.
MUSTAFA GAZALCI (Denizli)
- Karşılığı varsa diyoruz. Karşılığı olan sözcükleri kullanalım.
MEHMET ATİLLA MARAŞ
(Devamla) - Var, var, karşılığı da var.
Türk Dil Kurumunun
1945'te çıkardığı birinci baskı Türkçe Sözlük'teki kelime, sözcük
miktarı 32 bindir. Bugün, değerli bir dil bilimci olan Sayın Mehmet
Doğan'ın sözlüğünde sözcükler 80 bin kelimeyi geçmiştir. Türk Dil Kurumumuzun
çıkardığı sözlükteki kelime miktarı da 110 bini aşmıştır. Demek ki, cumhuriyetin ilk yıllarında
32 bin civarında olan daraltılmış, atılmış, yani, kendi kültür ve medeniyetimizin
bir aracı olan dil, cumhuriyetin ilk dönemlerinde arılaştırma adına
birçok Türkçeleşmiş kelime "Arapçadır, Farsçadır" gerekçesiyle
atılmıştır, ama, şimdi, çok şükür, yaşayan, konuşulan dil bizim olduğu
için, bugün Türk Dil Kurumunun da kabul ettiği artık 110 bin kelimelik
çok zengin bir dil hâline gelmiştir Türkçe, yani asli hüviyetine kavuşmuştur.
MUSTAFA GAZALCI (Denizli)
- Neden şikâyet ettiğinizi anlamadım ben.
MEHMET ATİLLA MARAŞ
(Devamla) - UNESCO, daha sonraki yıllarda hazırlamış olduğu raporlarda
Türk dil ailesini bir bütün kabul etmeyerek, her Türk lehçesini sıralamada
ayrı ayrı değerlendirdi. Böylece, Türk dilinin sıralamadaki yeri
değişti. Bu durum gerçeği değiştirmez. Yaklaşık 12 milyon kilometre
karelik bir alanda, Türk dilinin birbirine uzak ve yakın lehçeleri
konuşulmakta, yazı dili olarak kullanılmaktadır. Bunlar içerisinde,
Türkiye Türkçesinin, güncel birtakım sorunlarına karşılık, kültür,
sanat, edebiyat ve bilim dili olduğu artık bugün tescil edilmiştir.
Türkçe, kavramlar yönünden
de son derece zengin bir dildir. Akrabalık ilişkilerimize verdiğimiz
önemin sonucu, akrabalıkla ilgili sözler, başka hiçbir dilde görülmeyecek
kadar fazladır, zengindir. Pek çok dilde, bırakınız "baldız",
"görümce", "elti" gibi sözlerin karşılıklarını
"teyze" ile "hala"yı ayırt edecek sözler bile yoktur.
Renk adlarımız, renklerin en küçük ayrıntısına kadar tonlarını verecek
şekilde zengindir; "yavruağzı", "gülkurusu",
"gök mavisi" gibi.
Sözlük kullanma alışkanlığımız
da aslında tam olarak gelişmemiştir, sözlere kendimize göre anlamlar
yükleyip kullanırız. Bu durum, yalnızca yabancı kaynaklı sözleri
değil, Türkçe kökenli sözleri de birbirine karıştırıp yanlış kullanmamıza
yol açıyor. Söz gelimi "gözaltına almak" ile "gözlem altına
almak" sözleri yerli yerinde kullanılamıyor. Bu yanlışı kitle
iletişim araçları yapınca yanlış kullanma, artık, toplumda hızlı
bir şekilde yayılıyor. Sözleri yerli yerinde, bilerek kullanmak
gerekir. Anlamı bilinmeyen sözler için mutlaka sözlüğe müracaat
edilmesi gerekmektedir.
Türkçenin kullanımıyla
ilgili olarak yaşanan sorunların başında, söyleyiş bozukluğu geliyor.
Türkçe kökenli sözlerde söyleyiş bozukluğu fazla görülmüyor, ama,
yabancı kaynaklı, alıntı sözlerde söyleyiş bozukluğuna sık sık
rastlamaktayız. Bu yanlışlardan kurtulmak için, kullandığımız sözün
doğru söylenişini bilmemiz gerekiyor. Dilimizde karşılığı bulunan
sözlerin Türkçesini kullanmak da, bu yanlışlardan bizi kurtarır. Dilimizde
karşılığı olmayan sözleri de kullanırken Türkçede kabul görmüş ve
yaygınlaşmış şekilleriyle kullanmamız gerekmektedir. Türk Dil Kurumunun
yayımlamış olduğu Türkçe Sözlük'ün 2005 yılındaki baskısında bu
tür sözlerin söylenişleri de verilmiştir; uzun söylenmesi gereken
ünlüler, ince söylenmesi gereken ünlüler belirtilmiştir. Radyo
ve televizyon sunucularına, spikerlerine bu konuda büyük görevler
düşmektedir. Sunucu ve spikerler sözleri doğru biçimlerde söylerlerse
doğru biçimler toplumda daha hızlı olarak yayılır. Önemli olan, Türkçeyi
doğru ve güzel kullanma konusunda bir duyarlılığın ve bilincin
uyanmasıdır.
Günümüz Türkçesinin
en önemli sorunu, yabancı dillerin, özellikle İngilizcenin Türkçeyi
olumsuz olarak etkilemesi. İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikan
ve İngiliz kültürleri bütün dünya dillerini etkilemeye başlamıştı.
Türkiye'de İngilizceyle öğretime başlandığı 1950'lerde Anglosakson
kültürünün yoğun etkisi de kendini hissettirmişti. İngiliz sadece
Türkçeyi değil başka dilleri de etkiliyordu. Fransızlar dillerini
korumak amacıyla yasa bile çıkardılar.
Yabancı dil öğrenme
düşüncesi zamanla yabancı dille öğretime dönüştü ve yaygınlaştı.
Çocuklarımıza yabancı dil öğretelim, hatta, çocuklarımız bir dil
değil birkaç dil öğrensinler, ama, yabancı dille öğretim yanlış bir
yoldur. Öğrenciler yabancı dili yabancı dil derslerinde öğrensinler.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; özentiyle dilimize yabancı sözlerin girişi son
yıllarda giderek arttı. Türkçesi varken yabancı kaynaklı sözleri
kullanmak, bize göre, özentiden başka bir şey değildir. Yabancı dillerin
etkisinin artması Türkçenin söz varlığını, söz dizimi özelliklerini
olumsuz yönde etkiledi. "Divan Oteli" demek dururken
"Hotel Divan", "Marmara Oteli" demek dururken,
"The Marmara" demek, Türkçenin söz dizimi özelliklerini
zorlamaktır.
Son zamanlarda bir de
çeviri yoluyla anlatım türü ortaya çıktı. Sözler Türkçe, ama, anlatım
kalıbı yabancı kaynaklı. Doğru olmayan bu kullanışlar giderek yaygınlaşıyor.
Mesela, "çay içmek", "kahve içmek" yerine ne diyoruz,
"çay almak", "kahve almak", "çay alır mısın",
"kahve alır mısın", "özür dilerim" yerine "üzgünüm"
gibi kullanışlar, bunlara sadece birkaç örnektir.
Türkçenin yapısına
ve mantığına aykırı bu yanlışlardan kurtulmamız gerekiyor. Türkçemize,
son yıllarda, Batı dillerinden, özellikle de İngilizceden bir söz
akımı olduğu gerçektir. Sözlerin bir bölümü teknolojiyle birlikte
geldi. Yeni bulunan ve yeni üretilen aletler ülkemize gelirken, adlarıyla
birlikte geldiler, yani, "air-conditioner" gibi, "disket"
gibi, "faks" gibi, "kamera" gibi, "monitör",
"printer", "radyo", "televizyon", "video",
"walkman", ilâ âhirihi. Dilimizin doğal gelişmesi içerisinde
bu aletlerin en az bir kısmına karşılık
bulunabildi, bir kısmına ise bulunamadı. Mesela, "buzdolabı",
"bilgisayar", "derin dondurucu" vesair.
Yeni bulunan ve üretilen
aletlerin adları girmekle kalmadı, bu aletlerin çeşitli özellikleri,
parçaları, kullanıcılarıyla ilgili sözler de dilimize girmeye
başladı. Hatta, bu sözlerden fiiller de üretildi, türetildi. Mesela,
"disk jockey" kısaltılmışı "DJ" olarak değil, İngilizcedeki
söyleniş biçimiyle "di jey". "Video jockey"
"VJ" değil, "vi jey" biçiminde kullanıldı.
"Fakslamak", "zaping yapmak", "zumlamak",
vesaire.
Yabancı kaynaklı söz
kullanmak artık bir özenti hâline gelmiştir ülkemizde. Günlük hayatta,
çarşıda, pazarda, radyoda, televizyonda, basında, okulda, sporda,
kısacası her yerde yabancı kaynaklı sözler artık bilinçsizce ülkemizde
kullanım alanına girmiştir. Şimdi, bu olumsuz duruma karşılık toplumda
Türkçe bilincini, Türkçe şuurunu uyandırmak ve canlı tutmak zorundayız.
Şimdi, bu yozlaşmanın
ve yanlış kullanımın önüne geçmenin önemli yollarından bir tanesi,
öncelikle toplumda Türkçe bilincinin uyandırılması demiştik, ancak,
özellikle iş yeri adlarındaki yabancılaşma karşısında yerel yönetimler
belki etkili olabilir diye düşünüyorum. İş yeri açılışı için, mesela,
ruhsat başvurusuna gelen iş sahiplerine, yabancı ad vermemek, ad
vermek isteyenleri engellemek… Mesela belediyelerimiz tarafından
böyle bir girişimde bulunulabilir. Adam dükkân açıyor "Tabelaya
ne koyacaksın, Türkçe mi, yoksa demin saydığım isimleri mi koyacaksın?"
diye böyle bir engel de konulabilir.
Dilin söz varlığının
zenginleştirilmesi, bütün bilim dallarında öğrenim ve araştırmanın
sürdürülmesi için dile terimlerin kazandırılması, dildeki gereksiz
yabancı ögelerin ayıklanması gerek ve şarttır. Bunlar yapıldığında
dilde iyileştirme, daha doğru bir söyleyişle gelişme ve zenginleşme
yaşanır.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; bilimde, teknolojide yaşanan gelişmeler dile
de yansır. Yeni kavramlara, yeni ürünlere, dilimizin kaynaklarından
yararlanarak karşılık bulmamız gerekir.
Türkçe söz köklerinden
işlek eklerle yapılan yeni türetmelerle dilin söz varlığı zenginleştirildiği
gibi, aynı yolla dile kazandırılacak terimlerle Türkçenin bilim
dili olarak gelişmesine de katkıda bulunabiliriz. Bu yapılmadığı
takdirde yabancı sözler, yabancı terimler dilimize girer. Dildeki
gereksiz yabancı ögelerin ayıklanması da ayrıca gereklidir.
Birer özenti alıntısı
niteliğinde olan "şov", "konsensüs", "transformasyon",
"efor" gibi gündelik kullandığımız bu sözlerin Türkçe karşılıkları
olmasına rağmen kullanıyoruz. Öncelikle, bu özenti alıntılarının
ayıklanması gerekir ve dilimizi, kendi asli kelimeleriyle kullanmaya
özen göstermemiz gerekir. Üstelik, bu alıntı sözler, dildeki birkaç
sözün yerine kullanılmakta, dilde yoksullaşmaya da meydan vermektedir.
Türkçede "değişim",
"dönüşüm", "kabuk değiştirme" gibi ince anlam özelliklerine
sahip sözlerimiz varken, bunların yerine kullanılan "transformasyon"
kelimesi dildeki yabancılaşmanın, yani söz varlığında yoksullaştığımızın
bir kanıtıdır. Üstelik, bu sözü, kimileri "transformation",
kimileri de "transformasyon" diye kullanıyor. Hâlbuki
"değişim", "dönüşüm" diyebilir.
Türkçenin şu andaki
en önemli sorunu aslında, dildeki yabancı ögelerin arındırılmasıdır.
Her dilde yabancı kökenli söz vardır. Hiçbir dil, saf değildir. Türkçe
de pek çok dile söz vermiş, pek çok dilden söz almış bir dildir. Türkçenin
İngilizceye de verdiği sözler vardır. Mesela, bunlardan en ilgi çekici
olanını aktarayım: Son zamanlarda, dilimize İngilizceden girdiğini
sandığımız "kiosk"tur. Bu söz, Türkçeden İngilizceye geçen
"köşk" sözünden türemiştir. İngilizler "köşk" diyemiyor
"kiosk" diyorlar. Ama, bunun aslı bizim. Bizden de İngilizceye
geçen kelimeler var.
Dildeki yabancı sözlerin
bir ölçüsü olmalıdır. Bu ölçü, dilin kimliğini bozacak derecede
olmamalıdır. Bir dil, gerek duyduğu sözlerin karşılığı bulunamaması
durumunda, yabancı dillerden aynen veya ses değişikliğine uğratılarak
alınabilir. En kötüsü, dilin söz dizimi özelliklerinin yabancılaşması,
yabancı eklerin dile girmesi, dilin mantığına aykırı kullanışların
yaygınlaşmasıdır. Türkçede çokluk eki "lar", "ler"
varken, İngilizcedeki çokluk eki olan "s" yani s'nin kullanılması,
Türkçede "nın", "nin" eki varken İngilizcede
"s" ekinin kullanılması, üzerinde dikkatle durulması gereken
bir konudur.
Geçenlerde İnternet'te
gördüm. Bir sayfada şöyle diyor:"Okuls" diyor, "okulları"
demiyor, "okuls." Ne demekse okuls? Yani, bu "s" ekinin
İngilizceden ne kadar böyle taklit edilerek kullanıldığının bir
göstergesi.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; dilimizi bekleyen tehlikeye gelince, üçüncü
bin yılın henüz başlarındayız. İnsanlığı yeni bin yılda nelerin
beklediği, geleceğin dünyasının nasıl olacağı, bilimde hangi noktalara
ulaşılacağı gibi çeşitli konularda bilim adamları birtakım öngörülerde
bulunuyorlar. Bu öngörülerden biri de yeryüzündeki dillerle ilgili.
Yeni bin yılın daha ilk yüz yılı sona ermeden, yeryüzündeki pek çok
dilin yok olacağı öngörüsünde bulunuluyor. Tabii, bu çok ürpertici
bir tablo. Bir dilin yok olması demek, bir kültürün, bir medeniyetin
de ve bir ulusun da yok olması demektir. Dilini kaybeden bir ulusun
bireylerinde genlerin birkaç kuşak daha yaşayacağı, ulusların biyolojik
olarak varlıklarını sürdürebileceği ileri sürülebilir.
Milleti oluşturan en
önemli öge dil olduğuna göre, dili yeryüzünden silinmiş bir milletin
varlığının da silinmiş olacağı bir gerçektir. Geçmişte bu durumun
çok örnekleri vardır. Ancak, Türkçe için böyle bir tehlike söz konusu
değildir. Türk milleti diline sahip çıktıktan sonra karamsar olmaması
gerekir.
(Mikrofon otomatik
cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Maraş,
bir dakika süre veriyorum, konuşmanızı tamamlayınız.
Buyurun.
MEHMET ATİLLA MARAŞ
(Devamla) - Teşekkür ederim, tamamlıyorum efendim.
Bu bilinç, bu şuur
uyandıktan sonra, Türkçemizin geleceği konusunda da artık endişeye
mahal kalmamalıdır.
Üçüncü bin yılda Türkçemizi
aydınlık günlerin beklediğine ben şahsen inanıyorum. Evet, şiir
okuyayım. Ülkemizde Türkçeyle ilgili tek resmî kurum olan Türk Dil Kurumu,
bunun yazım kılavuzları, sözlükleri, dil bilgisi kitapları hazırlama
görevi bu Kuruma tevdi edilmiştir. Ancak, bu işi yapan başka kurum
var dersek, herkesin bir kenara çekilmesi, Türkçenin katledilmesine
seyirci kalmak demek olur.
Bu noktada, bir şairimizin
bir dörtlüğünü bari burada serdedeyim. Bir şairimiz dille ilgili
şöyle diyor:
"Güzel dil Türkçe
bize,
Başka dil gece bize,
İstanbul konuşması,
En saf, en ince bize."
Türkçe, bizim kimliğimizdir,
adımızdır, soyadımızdır, türkümüzdür, şarkımızdır. Türkçe, bizim
ses bayrağımızdır. Bayrağımızı koruduğumuz gibi dilimizi de koruyalım.
(Mikrofon otomatik
cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Maraş…
MEHMET ATİLLA MARAŞ
(Devamla) - Efendim, bir cümle kaldı.
BAŞKAN - Buyurun efendim,
buyurun.
MEHMET ATİLLA MARAŞ
(Devamla) - Yahya Kemal'i unuttum, o da "Türkçe, ağzımda anamın
sütüdür." diyor, burada onu da analım.
Bayrağımızı koruduğumuz
gibi dilimizi de korumalıyız. Bu bakımdan, dilimizdeki bozulma
ve yabancılaşmanın araştırılması, sorunlarının tespit edilmesi
ve çözüm önerilerinin ortaya konması bakımından Meclis araştırma
komisyonunun kurulmasını ben de düşünüyor ve katılıyorum.
Yüce heyetinizi saygıyla
selamlıyorum. (AK Parti sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederim.
Saygıdeğer milletvekili
arkadaşlarım, son konuşmacı, önerge sahipleri adına İstanbul Milletvekili
Ekrem Erdem.
Sayın Erdem, buyurun.
(AK Parti sıralarından alkışlar)
Süreniz on dakika.
EKREM ERDEM (İstanbul)
- Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkçede son yıllarda artarak
devam eden bozulma ve yabancılaşmanın nedenlerinin araştırılmasıyla
ilgili olarak görüşülmekte olan araştırma önergesi üzerinde, önerge
sahipleri adına söz almış bulunuyorum. Sözlerime başlarken yüce
heyetinizi saygıyla selamlıyorum.
Milletleri millet yapan
unsurların başında gelen dil, birliğin ve bütünlüğün temel taşıdır.
Toplumlar, millet olmayı bir dile sahip olmakla elde ederler ve
millî varlıklarını ancak kendi dilleriyle koruyabilirler. Millî
kültürün de en önemli unsuru dildir. Millî kültürün doğması, gelişmesi
ve kuşaktan kuşağa aktarılması dille olur. Dilini geliştirip zenginleştiremeyen,
yabancı dillerin istilalarından koruyamayan milletler, bir kültür
oluşturamadıkları gibi, var olan kültürlerini de koruyamazlar.
Günümüzde savaşlar,
milletlerin dilleri, dinleri ve kültürleri üzerinden yapılmaktadır.
Silah yoluyla yok edilemeyen milletler, dil istilalarıyla ortadan
kaldırılmaktadır. Bu yöntem, sonuçları itibarıyla, silahlı işgallerden
çok daha etkili ve kalıcı olmaktadır. Tarihte büyük medeniyet kurmuş
birçok millet, tarih sahnesinden savaşlarla değil, dillerini kaybederek
silinmişlerdir. Anadolu'da önemli bir medeniyet olan Hititler ve İslamiyet'ten
önce batıya gelmiş olan Oğuzlar, Peçenekler ve Bulgarlar dilleriyle
beraber, Türklüklerini de kaybetmişlerdir.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; Atatürk'ün, Türkçeyi yabancı dillerin şekil ve kaidelerinin
tesirinden kurtarmak, çağdaş medeniyet seviyesine eriştirmek, günümüzün
ilim, teknik, fen, edebiyat, felsefe ve sanat gibi alanlardaki bütün
bu kavramları ifade edecek hâle getirerek yazı dili ile konuşma dilini
birleştirmek amacıyla başlattığı mücadele, sağlığında hedefine
ulaşmıştır. Ancak, Atatürk'ten sonra, dilde yapılan sadeleştirmenin
hududunun iyi çizilememesi, yeni meydana getirilen kelimelerin
dilin yapısına uygun olup olmamasına dikkat edilmemesi, Türkçenin
bünye ve gramerinin göz önünde tutulmadan şekil, mana ve mefhum bakımlarından
hatalı pek çok kelimenin üretilmesi, dil meselesinin bir ilim ve
millî kültür meselesi olarak ele alınmasından daha çok, politika ve
ideolojilerin ön planda tutulması, sadeleştirmenin tasfiyecilik
hâlini almasına ve hem dilimizin fakirleşmesine hem de onca mücadeleye
rağmen konuşma dili ile yazı dili arasında yeniden bir ayrılığın
doğmasına sebep olmuştur.
Bugün dilimizin iyi
konuşulup yazılamadığı, herkesin kabul ettiği bir gerçektir. Türkçemiz,
her gün biraz daha bozulmakta, kötü ve yanlış telaffuza, cümle bozukluklarına,
hemen herkesin konuşmasında rastlanılmaktadır.
Dilimizle ilgili sıkıntılardan
biri, kavramlar ve terimler üzerindeki anlayış birliğinin sağlanamamış
olmasıdır. Bu durum, dilde kavram kargaşasının ana sebebi olduğu
gibi, millî birliğimize de zarar verecek boyutta kamplaşma ve krizlere
sebep olmaktadır.
Dilimizle ilgili meselelerden
birisi de, dilimizin değişmez esaslara bağlanmış imla kurallarına
sahip olmamasıdır. Telaffuzu yazıya aynen aksetmeyen, imlası düzensiz,
herkesin keyfine göre değişen bozuk bir imla düzeniyle dil olmaz. Yazılışları
harf olarak aynı, ama söylenişleri ile manaları farklı
"adem-âdem", "alem-âlem", "kar-kâr" gibi kelimeleri
birbirinden ayırmak mümkün olamamaktadır.
Millet olarak dilimizle
ilgili sıkıntılardan birisi de yurt dışında göçmen olarak bulunan
vatandaşlarımızın karşı karşıya kaldıkları dil sorunlarıdır. Önümüzdeki
dönemde onları bekleyen en büyük tehlike, ana dillerini kaybetme
tehlikesidir. Bu da hem Türkiye için hem de yabancı ülkelere göç
eden vatandaşlarımız için büyük kayıplara yol açmaktadır.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; Batı ile siyasi ve ekonomik ilişkilerin gelişmesine
bağlı olarak yabancı dil öğrenme düşüncesi, zamanla yabancı dille
eğitime dönüşerek yaygınlaştı. Yabancı dille eğitim, birtakım eğitim
terimlerinin de dile girmesine neden olduğu gibi, bilim, teknik,
sanat konularında dilimizde karşılıkları olan ya da kolaylıkla
türetilecek kavramların yabancı karşılıklarıyla öğrenilmesine
ve yerleşmesine yol açmaktadır.
Bugün konuşmalarımızda
"konsensüs", "poşet", "star", "show"
gibi pek çok kelimeyi Türkçelerinin yerine kullanıyor, günlük konuşmalarımızda
da "evet"in yerini "yes"ler ve "okey"ler alırken,
vedalaşmalarımızı maalesef, "bye bye"larla yapıyoruz.
Son zamanlarda
"eskici", "derici", "neşe" gibi Türkçe veya
Türkçeleşmiş kelimeleri "eskidji", "derichi",
"neshe" şeklinde yabancı imla kurallarına göre yazıp okuyarak,
alfabemizi de bozduk. Biz, BBC'ye "bi bi si" diyoruz, ama, hiçbir
İngiliz TRT'ye "TRT" demiyor "ti ar ti" diyor.
Dilimize karşı kayıtsızlık
ve özenti maalesef iş adamlarımızı ve esnafımızı da etkilediğinden,
imal edilen mal ve ürünlerin isimlerinde, ticari unvan ve adlarda yabancılaşma
süratle artmaktadır. Televizyon isimlerinden program adlarına kadar
dilimizi dışlamış durumdayız.
Bütün bu aksaklıkların
sebebi, yabancı dille eğitimin yanı sıra dilimizin iyi öğretilememesi
ve bir dil bilincinin geliştirilememesidir. Gençlerimiz, kelime
ve deyimleri yerli yerinde kullanamamakta, özellikle de içinde
uzun ses bulunan kelimeleri doğru söyleyememektedir. Son derece
kıt kelime dağarcığına sahip gençlerimizin büyük bir bölümü, ne
yazık ki birkaç yüz kelimeyle günlük konuşmaları idare ediyorlar. Gençlerimiz,
Türk dilinin güzellik ve zenginliğinden, kendi dilinde düşünebilme
zevk ve onurundan maalesef mahrum durumdadırlar.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; bugün, hiçbir dilin tamamıyla saf olmadığı ve
olamayacağı bütün ilim çevrelerince kabul edilen bir gerçektir. İngilizler,
dünyanın her yerinden kelime derleyerek dünya üzerinde lisani bir
hâkimiyet kurmuşlardır. Başka dillerden kelime almak bir kusur değil,
zenginliktir. Her dilde mutlaka, ama mutlaka millî olması gereken
iki unsur vardır: Biri o dilin sesi, diğeri de o dilin mimarisi, gramer
kaideleri ve cümle yapılarıdır. Milletler, hem kendi hem başka dilden
aldıkları kelimeleri dilde kullanım birliği oluşturmak, herkesin
o sözcükleri aynı biçimde yazmasını, onlardan aynı anlamı çıkarmasını
sağlamak amacıyla kendi dillerinin musikisine uydurarak kullandılar.
Böyle millî bir musiki içinde kullanılan kelimeler, kökleri ister
millî ister yabancı olsun, mutlaka millî kelimelerdir. İngilizlerin,
Fransızların ve Arapların yaptığı gibi atalarımız da birçok yabancı
kelimeyi alarak, onlara kendi rengimizi vererek, Türkçenin sesiyle
ve estetiğiyle millîleştirmişlerdir. İtalya'nın "scala"sını
alarak "iskele" yaptıkları gibi.
Yeni ihtiyaçlar karşısında
Türkçe, kendi kelimelerini üretecek özelliğe sahip matematiksel
bir dildir. Türkçe, köke ardı ardına bitişebilen eklerle sınırsız
sayıda sözcük üretebilmesi gibi özellikleriyle olağanüstü bir gelişme
gücüne sahiptir. Bu eğilim yabancı kökenli sözcüklerde de kendini
göstermekte, "karar" gibi Arapça kökenli bir ad, "kararlılık"
ya da "kararlaştırılmışmış" gibi çekiminde karşımıza çıkabilmektedir.
Türkçenin söz varlığını
zenginleştirebilmesine imkân sağlayan bir başka özelliği de,
"demir yolu", "cankurtaran", "kaptıkaçtı",
"gecekondu" gibi ayrı ayrı sözcükleri birleştirmek yoluyla
birleşik adlar oluşturmasıdır. Dilin matematiksel yapısını, eklerin,
köklerin özelliklerini bilen, birleşik kelime mantığını çözen
her insan, ihtiyaç hissettiği sözcüğü birleştirerek futbolda
"sağ açık", "sağ iç", "sol iç", "sol
açık" gibi kelimeler üreten dil yapımızın bize sunduğu imkânları
kullanarak yeni kelimeler üretilebilir.
Türkçenin bir dünya
dili olarak yaygınlaşmasını istiyorsak, biz de dışarıda İtalyan
Kültür Merkezi, Goethe Enstitüsü, The British Council, Alliance
Française gibi Türk dilini ve kültürünü tanıtan, öğreten Türkçe
eğitim merkezleri, enstitüler, kültür merkezleri açmak mecburiyetindeyiz.
Ülkemize yönelik ön yargılardan ancak bu çalışmalarla kurtulabileceğimiz
gibi, ülkemizin tanıtımını, kültürümüzün ve dilimizin yaygınlaşmasını
böylece sağlayabiliriz.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; benliğimiz ve birliğimizin temel unsuru olan dilimizi
koruyup geliştirmek için, başta eğitim kurumlarımız olmak üzere,
basınımızdan yazarlarımıza, yöneticilerimizden vatandaşlarımıza
kadar her kesime önemli görevler düşmektedir.
Bir taraftan dilimizi
yabancı kelimelerin istilasından korumak için gerekli bütün tedbirleri
alırken, diğer taraftan da zenginleştirilmesine ve yaygınlaştırılmasına
katkıda bulunmak bir görevdir. Bu, dili bize miras bırakan atalarımıza
karşı vefamız, gelecek nesillere karşı borcumuzdur.
Bu duygu ve bu düşüncelerle
hepinizi saygıyla selamlıyorum. (AK Parti sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum
Sayın Erdem.
Sayın milletvekilleri,
Meclis araştırması önergesi üzerindeki ön görüşme tamamlanmıştır.
Şimdi, Meclis araştırması
açılıp açılmaması hususunu oylarınıza sunacağım.
Meclis araştırması
açılmasını kabul edenler… Kabul etmeyenler… Kabul edilmiştir.
Meclis araştırmasını
yapacak komisyonun 14 üyeden kurulmasını oylarınıza sunuyorum:
Kabul edenler… Kabul etmeyenler… Kabul edilmiştir.
Komisyonun çalışma
süresinin başkan, başkan vekili, sözcü ve kâtip üyenin seçimi tarihinden
başlamak üzere üç ay olmasını oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler…
Kabul etmeyenler… Kabul edilmiştir.
Komisyonun gerektiğinde
Ankara dışında da çalışabilmesi hususunu oylarınıza sunuyorum:
Kabul edenler… Kabul etmeyenler… Kabul edilmiştir.
Komisyon kurulmuştur.
Milletimiz için ve Türkçemiz için hayırlı olmasını diliyorum.
Saygıdeğer milletvekili
arkadaşlarım, kanun tasarı ve tekliflerini sırasıyla görüşmek
için, 14 Şubat 2007 Çarşamba günü, alınan karar gereğince saat
14.00'te toplanmak üzere birleşimi kapatıyorum, sizlere ve bizi izleyen
vatandaşlarımıza hayırlı geceler diliyorum.
Kapanma Saati:
22.11