DÖNEM:
22 CİLT: 117 YASAMA YILI: 4
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ
TUTANAK DERGİSİ
92 nci Birleşim
23 Nisan 2006 Pazar
İ
Ç İ N D E K İ L E R
I. -
GEÇEN TUTANAK ÖZETİ
II. - GELEN KÂĞITLAR
III. -
BAŞKANLIĞIN GENEL KURULA SUNUŞLARI
A) ÇEŞİTLİ
İŞLER
1.- Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in
Genel Kurulu teşrifleri
2.- Türkiye Büyük Millet Meclisinin
kuruluşunun 86 ncı yıldönümünün ve Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramının
kutlanması, günün önem ve anlamının belirtilmesi görüşmeleri
TBMM Genel Kurulu saat
14.00'te açılarak sekiz oturum yaptı.
Gaziantep Milletvekili
Abdulkadir Ateş, Avrupa Konseyi Genel Kurulunda son dönemde yapılan çalışmalara
ve Konsey ile Avrupa Birliği arasındaki bazı sorunlarla ilgili izlenimlerine
ilişkin gündemdışı bir konuşma yaptı.
Konya Milletvekili Halil
Ürün'ün, ülkemiz insanlarının daha hızlı kalkınarak daha huzurlu ve refah
içinde yaşam sağlaması konusunda yardımcı olacak olan teknokentlerin amacı ile
sorunlarının çözülmesi için alınması gereken tedbirlere ilişkin gündemdışı
konuşmasına Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun,
Sinop Milletvekili Engin
Altay'ın, Hükümetin nükleer enerji politikasına, Sinop'ta kurulması düşünülen
nükleer enerji santralının bölgeye verebileceği muhtemel çevresel zararlar ile
HES Projesinin hayata geçirilmesinin önemine ilişkin gündemdışı konuşmasına,
Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanı Mehmet Hilmi Güler,
Cevap verdi.
Türkiye Büyük Millet
Meclisi Başkanı Bülent Arınç'ın, İsveç Parlamentosu Başkanı Björn von Sydow'un
vaki davetine icabetle, beraberinde bir Parlamento heyetiyle İsveç'e resmî
ziyarette bulunmasına ilişkin Başkanlık;
Dışişleri Bakanı ve
Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül'ün:
İspanya'ya,
Tunus'a,
Yaptığı resmî ziyaretlere
katılacak milletvekillerine ilişkin Başbakanlık;
Tezkereleri kabul edildi.
Gündemin "Kanun
Tasarı ve Teklifleri ile Komisyonlardan Gelen Diğer İşler" kısmının:
3 üncü sırasında bulunan,
Kamu İhale Kanununa Geçici Madde Eklenmesine Dair Kanun Teklifinin (2/212) (S.
Sayısı: 305) görüşmeleri, daha önce geri alınan maddelere ilişkin komisyon
raporu henüz gelmediğinden;
4 üncü sırasında bulunan,
Bazı Kamu Alacaklarının Tahsil ve Terkinine İlişkin Kanun Tasarısının (1/1030)
(S. Sayısı: 904),
5 inci sırasında bulunan,
Muğla Milletvekili Orhan Seyfi Terzibaşıoğlu'nun; 190 Sayılı Genel Kadro ve
Usulü Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile 2985 Sayılı Toplu Konut Kanununda
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifinin (2/727) (S. Sayısı: 1138),
Görüşmeleri, ilgili
komisyon yetkilileri Genel Kurulda hazır bulunmadığından;
Ertelendi.
6 ncı sırasında yer alan
ve İçtüzüğün 91 inci maddesi kapsamında değerlendirilerek temel kanun olarak
bölümler halinde görüşülmesi kararlaştırılmış bulunan, Nüfus Hizmetleri Kanunu
Tasarısının (1/1177) (S. Sayısı: 1123), müzakereleri tamamlandı; tümü üzerinde
elektronik cihazla yapılan açıkoylamalar sonucunda Genel Kurulda toplantı
yetersayısı bulunmadığı anlaşıldığından;
Alınan karar gereğince,
23 Nisan 2006 Pazar günü saat 14.00' te toplanmak üzere, birleşime 20.26'da son
verildi.
Ali Dinçer
Başkanvekili
Bayram Özçelik Ahmet Gökhan Sarıçam
Burdur Kırklareli
Kâtip Üye Kâtip Üye
II. - GELEN KÂĞITLAR
21 Nisan 2006 Cuma
Tasarı
1.- Terörle Mücadele
Kanununun Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı (1/1194)
(Avrupa Birliği Uyum; Anayasa; İçişleri ve Adalet Komisyonlarına) (Başkanlığa
geliş tarihi: 18.4.2006)
Teklifler
1.- Diyarbakır Milletvekili Aziz Akgül'ün; Millî Eğitim Temel
Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi (2/769) (Millî Eğitim,
Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonuna)
(Başkanlığa geliş tarihi: 14.4.2006)
2.- Diyarbakır Milletvekili Aziz Akgül'ün; Devlet Memurları
Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi (2/770) (Plan ve Bütçe
Komisyonuna) (Başkanlığa geliş tarihi: 14.4.2006)
3.- Van Milletvekili Cüneyit Karabıyık ile Kahramanmaraş
Milletvekili Hanefi Mahçiçek'in; Belediye Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun Teklifi (2/771) (İçişleri ile Plan ve Bütçe Komisyonlarına) (Başkanlığa
geliş tarihi: 18.4.2006)
BİRİNCİ OTURUM
Açılma
Saati: 14.00
23 Nisan
2006 Pazar
BAŞKAN:
Bülent ARINÇ
KÂTİP
ÜYELER: Harun TÜFEKCİ (Konya), Ahmet Gökhan SARIÇAM (Kırklareli)
BAŞKAN - Türkiye Büyük Millet Meclisinin
92 nci Birleşimini açıyorum.
(İstiklal Marşı)
III. -
BAŞKANLIĞIN GENEL KURULA SUNUŞLARI
A) ÇEŞİTLİ
İŞLER
1.-
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in Genel Kurulu teşrifleri
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri, Sayın
Cumhurbaşkanımız, dinleyici locasındaki yerlerini alarak, Yüce Meclisimizi
onurlandırmışlardır; kendilerine, Yüce Heyetiniz adına "hoşgeldiniz"
diyorum. (Ayakta alkışlar)
2.- Türkiye
Büyük Millet Meclisinin kuruluşunun 86 ncı yıldönümünün ve Ulusal Egemenlik ve
Çocuk Bayramının kutlanması, günün önem ve anlamının belirtilmesi görüşmeleri
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri,
gündemimize göre, Genel Kurulun 5 Nisan 2006 tarihli 84 üncü Birleşiminde
alınan karar uyarınca, Türkiye Büyük Millet Meclisinin kuruluşunun 86 ncı
yıldönümünün ve Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramının kutlanması ve günün önem
ve anlamının belirtilmesi amacıyla yapacağımız görüşmelere başlıyoruz.
Saygıdeğer milletvekilleri, 23 Nisan 1920
yılında açılan Türkiye Büyük Millet Meclisinin 86 ncı yıldönümünü kutluyoruz.
Millet iradesinin temsil makamı olan Meclisimiz daha nice 86 yıl halkımızı
onurla temsil etmeye devam edecektir.
Açıldığı yıldan itibaren ülkenin kaderine
el koyan, Kurtuluş Savaşını yöneten, cumhuriyeti ilan eden, devrimler
gerçekleştiren Meclisimiz, bu özellikleri nedeniyle dünya parlamentoları
arasında müstesna bir yere sahiptir. Bu müstesna Meclisi bize kazandıran,
bağımsızlık savaşımızın komutanı, ilk Meclis Başkanımız, cumhuriyetimizin
kurucusu Yüce Önder Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarını, sözlerimin hemen
başında minnetle anıyor, onların emanetini ilelebet koruyacağımızı ifade etmek
istiyorum.
Savaşı yöneten bu Meclis, hemen ardından
büyük bir kalkınma hareketi başlatmış ve devrim niteliğinde kanunlar
çıkarmıştır. Böylece, her yanı işgal edilmiş topraklardan yeni bir ülkenin
inşaını gerçekleştirmiştir. Bu yönüyle, Meclisimiz, o dönem için, fonksiyonu ve
gücü bakımından son derece etkin ve dinamikti.
1961 Anayasasıyla, Meclisimizin kullandığı
yetki, görev ve fonksiyonların bir kısmı diğer erklere devredilmiştir. Yasama,
yürütme ve yargı arasında kuvvetler ayırımı yapılmış; eşitlik, güç paylaşımı ve
denge sağlanmaya çalışılmıştır.
Saygıdeğer milletvekilleri, Türkiye'nin
geçirdiği birtakım olağanüstü şartlarla, kuvvetler ayırımında bir denge
sorununun oluştuğunu kabul etmek gerekir. Bugün tüm dünyada geçerli olan
parlamenter sistemin genel kuralları ülkemizde uygulansa da, Meclisimizin
fonksiyonu, gücü ve yetkileri kısmen erozyona uğramıştır. Yine de Meclisimiz,
kendi uhdesinde tuttuğu yasama ve denetim faaliyetlerini bugüne kadar başarıyla
sürdürmüş ve diğer erklerin görev alanlarına müdahil olmaktan titizlikle
kaçınmıştır.
Ancak, bugün, Meclisimiz, asıl görevi olan
yasama ve denetim faaliyetlerini yaparken, diğer erklerden birtakım eleştiriler
geldiğini görmekteyiz.
Meclisimizde kurulan araştırma
komisyonları görevlerini Anayasanın 98 inci ve İçtüzüğün 104 üncü ve 105 inci maddelerine
dayanarak gerçekleştirmektedir. Araştırma komisyonlarının çalışmaları,
milletimiz adına kullanılan bir denetim ve bilgi edinme hakkıdır.
Komisyonlarımızın çalışmaları yargılama anlamına gelmediği gibi, yargının
çalışma alanlarıyla da çakışmayan bir bilgi edinme faaliyetidir ve her yönüyle,
Anayasanın 138 inci maddesine aykırı değildir. Bu nedenle, komisyon
çalışmalarının yargı erkine bir müdahale olduğu iddiası, hukuk temelli bir
eleştiri değildir.
Saygıdeğer milletvekilleri, Türkiye'de
darbeler döneminin başlangıcı kabul edilen ve bürokratik iktidarın güçlendiği
1960 yılından itibaren, Meclisimizin gücü, yetkisi ve fonksiyonu, bu tür hukukî
temellere dayanmayan eleştirilerle daraltılmaya çalışılmaktadır. Anayasayı ve
tüm kanunları yapan, cumhurbaşkanını seçen, hükümeti içinden çıkaran ve aynı
zamanda denetleyen, savaş kararını alan ve ülkenin geleceğine yön veren bir
kurumun, bugün, sahip olduğu gücü ve yetkiyi tam olarak kullandığı
tartışmalıdır. Kimi zaman çok önemli mekanizmaların dışında bırakılan Meclisin
fonksiyonları daraltılmıştır.
Örneğin, ülkenin iç ve dış siyasetine çok
büyük etkisi olan ve "gizli anayasa" diye kabul edilemez bir
tanımlamayla anılan millî güvenlik siyaset belgesinin hazırlanılmasında,
Meclisimiz ve ilgili komisyonlarımız tamamen devredışıdır. Açıklanması ve
yayınlanması tamamen yasak olan bu belgenin, son haline karar verildiği günün
hemen ertesinde gazete manşetlerinde yer alması son derece dikkat çekicidir.
Yine bu belgeden yola çıkılarak hazırlanan iç güvenlik strateji belgesinin,
çete kurmaktan yargılanan kişilerin arşivinden çıkması, ne yazık ki, devlet
ciddiyetiyle hiçbir şekilde bağdaşmamaktadır.
Bu belgenin, Meclisimizin bilgisi ve
denetimi haricinde hazırlanması, Parlamentomuzun fonksiyonunun ve millet
iradesine verilen değerin ne durumda olduğunu göstermektedir.
Saygıdeğer milletvekilleri, demokratik bir
ülkede "gizli anayasa", "kırmızı kitap", "derin
anayasa" gibi tabirler, asla kabul edilemez kavramlardır. Bu kavramlar,
gizli, antidemokratik bir yönetimin iktidarda olduğunu ima eder. Türkiye
Cumhuriyetinin ve hepimizin tek bir anayasası vardır ve yürürlüktedir.
Millî güvenlik siyaset belgesi için
kullanılan gizli anayasa gibi bir tanımın bazı çevreler tarafından üretildiğini
ve resmî bir tanım olmadığını biliyoruz. Ancak, böylesine bir tanım, eğer,
kamuoyu tarafından kullanılıyor ve buna ciddî itirazlar gelmiyorsa, bu, bazı
kişilerin bilinçaltında ülkemiz için nasıl bir yönetim isteği olduğunu
göstermektedir.
Maalesef, her dönemde, ülkemizin en önemli
konusu olan Cumhurbaşkanlığı seçimi için yaşanan tartışmalarda, bazı kamuoyu
önderleri ve siyasetçilerin ifadeleri, bilinçaltında "gizli bir
anayasa" olduğunu ve buna göre hareket ettiklerini ortaya koymaktadır.
Yeri gelmişken, Sayın Cumhurbaşkanımızın
görev süresinin bitmesine uzun bir zaman varken, yeni cumhurbaşkanının kim
olacağını ve nasıl seçileceğini yoğun bir şekilde tartışmanın, Sayın
Cumhurbaşkanımıza karşı bir nezaketsizlik olduğunu belirtmek isterim. Bundan
üzüntü duymama ve bu tartışmalara girmekten imtina etmeme rağmen, yine de,
tartışmalarda, bazı kişilerin Meclisimizle ilgili beyanlarındaki yanlışlığa
burada değinmeyi, Meclis Başkanı olarak bir görev sayıyorum.
Saygıdeğer milletvekilleri, ülkemiz,
Meclisimizin çıkardığı bir Anayasayla yönetiliyor. Tüm kanunlarımız bu
Anayasaya uygun çıkarıldığı gibi, yargı ve yürütme de, yine mevcut Anayasamıza
göre görevlerini sürdürmektedir. Bu durumda, mevcut Anayasamıza göre, yeni
cumhurbaşkanının hangi özelliklerde olması gerektiği, Meclisimiz tarafından nasıl
ve ne zaman seçileceği açıkça ifade edilmiştir ve bu, herkesin malumudur.
Buna rağmen, mevcut Anayasamız açısından
hiçbir sorun yokken, yeni cumhurbaşkanını bu Meclisin seçip seçemeyeceğini
tartışmak, Meclisimizin meşruiyet sorununu gündeme getirir ki, bu, asla kabul
edilemez bir durumdur.
Ülkemizin yönetilme biçimi, erkler
arasındaki gücün kullanımı, meşruiyetlerin dayanak noktaları tartışma götürmez
bir şekilde nettir. Bu konu, Anayasamızın "Başlangıç" bölümünde
"kuvvetler ayrımının, devlet organları arasında üstünlük sıralaması
anlamına gelmeyip, belli devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret
ve bununla sınırlı medenî bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak
Anayasa ve kanunlarda bulunduğu" açıkça ifade edilmiştir.
Bu net açıklamaya rağmen, bazı kurumlar,
kendilerinin öncelikli olduğunu, hatta, daha üstün olduğunu düşünebilmektedir.
Hatta, bazı kurumlar, reform çalışmalarına karşı direnmektedirler.
SÜLEYMAN SARIBAŞ (Malatya) - Hangi
kurumlar Sayın Başkan?
MUHARREM KILIÇ (Malatya) - Hangi kurumlar?
BAŞKAN -
Saygıdeğer milletvekilleri, 23 Nisan 1920 yılında açılan Türkiye Büyük
Millet Meclisinin 86 ncı yıldönümünü kutluyoruz. Millet iradesinin temsil
makamı olan Meclisimiz, daha nice 86 yıl, halkımızı onurla temsil etmeye devam
edecektir.
Açıldığı yıldan itibaren ülkenin kaderine
el koyan, Kurtuluş Savaşını yöneten, cumhuriyeti ilan eden, devrimler
gerçekleştiren Meclisimiz, bu özellikleri nedeniyle dünyada takdir görmektedir.
Ne ilginçtir ki, artık işlevini yitirmiş,
yıllardır sorun üreten bazı kurumların kaldırılması, bu kurumlardan ve elitist
antireformculardan gelen tepkiler nedeniyle gerçekleştirilememiştir. Halkın
büyük çoğunluğunun istediği bu değişikliğe karşın, yürütmenin de, azınlık
antireformcuların talebini öncelemesi, ayrıca üzerinde düşünülmesi gereken bir
konudur.
Yüce Meclisimiz, 84 yıl önce saltanat
kurumunu kaldırmıştır; ancak, ne var ki, bugün, ülkede, bu kez kurumların
saltanatı hüküm sürmektedir.
ALİ TOPUZ (İstanbul) - Bir de
tarikatların...
V. HAŞİM ORAL (Denizli) - Tarikatların…
BAŞKAN - Saygıdeğer milletvekilleri,
özgürlüklerin genişletilmesinde, yasakların kaldırılmasında ve
demokratikleşmede temel iki zorunluluk vardır: Birincisi, Anayasaya uygun
olarak Meclisin karar alması; ikincisi ise, milletin mutabakatıdır.
Yeni bir düzenleme yapılırken veya Anayasa
değişikliğinde, kurumların görüşünü almak başka bir şeydir, kurumların
mutabakat şartını aramak başka bir konudur. Dünya üzerinde, daha çok demokrasi
için sadece kurumların mutabakatını arayan demokratik bir ülke örneği yoktur.
Türkiye'de doğal bir durummuş gibi gösterilen bu tutumun, demokrasi
anlayışımızı, özgürlüklere yaklaşımımızı ve hukuka olan inancımızın nasıl
olduğunu açıkça gösterdiği inancındayım.
Büyük Önder Atatürk'ün "Egemenlik
kayıtsız şartsız milletindir" sözünü hayata geçirmek için, bu Meclis,
saltanat kurumunu kaldırmış, düşmana karşı savaş vermiştir. Bundan sonra da, bu
ilke doğrultusunda, Meclisimiz, görevini kimseye bırakmadan sürdürmeye
kararlıdır. Anlaşılmaz bir şekilde, özgürlüklerin genişletilmesi, yasakların
kaldırılması için yıllarca bu kurumların mutabakatı beklenir olmuştur. Ancak,
bazı kurumlar, katılımcı demokrasinin gereği olan ortak akılda buluşmak bir
yana, görüş alışverişi için oluşturulan zeminleri bile reddetmektedir. Bu
durumda, bazı kurumların, katılımcı demokrasi yerine… Türkiye için uygun
gördüklerini iddia etmeleri, çok da dayanaksız olmayacaktır.
Saygıdeğer milletvekilleri, bugün,
özgürlüklerin genişletilmesi için güçlü bir anayasa değişikliği, artık, zorunlu
hale gelmiştir. Tartışılan tüm konuları içine alan, daha özgür, daha demokrat,
daha güçlü, daha mutlu bir Türkiye'nin inşaında gereken anayasa değişikliği
için ortak bir akıl oluşturmak gerekir. Tüm kurum, kişi ve kuruluşlar, bu
değişiklik için görüşlerini özgürce ifade etmelidir. Ancak, bir mutabakat
aranacaksa, sadece, Yüce Meclis çatısı altında, halkı temsil eden
milletvekillerinin mutabakatının aranması gerekir. Eğer, burada bir mutabakat
sağlanamazsa, gidilecek bir tek merci vardır, o da Yüce Milletimizin
iradesidir.
Saygıdeğer milletvekilleri, Yüce
Meclisimiz çatısı altında çıkarılan kanunlar tartışılırken pek çok meselenin
rejim tartışmasına çekilmesi, her geçen gün artmaktadır. Tarım alanında
yapılacak bir düzenleme, Belediyeler Kanununda yapılacak bir değişiklik,
hayvancılık, turizm ve benzeri onlarca konu tartışılırken, konu aniden birileri
tarafından rejim tartışmalarına getirilmektedir. Son olarak, önemli konumdaki
bir siyasetçinin, İstanbul'da bir eğlence merkezinin insanların ölümüne neden
olan kaçak yapılarının yıkılmasını, "rejimden ideolojik intikam
almak" olarak değerlendirmesi, durumun trajikomik yanını en çarpıcı
şekilde ortaya koymaktadır.
Türkiye'nin bir rejim sorunu yoktur.
Türkiye, rejiminin cumhuriyet olacağına, demokrasi olacağına bundan 83 yıl önce
karar vermiştir. Bugün de Meclisiyle, hükümetiyle ve tüm organlarıyla aynı
kararlılıkla yoluna devam etmektedir.
Saygıdeğer milletvekilleri, ülkenin
rejimine karşı bu kadar güvensiz olunamaz. Türkiye'nin rejimi, her konu tartışıldığında
sarsılacak, etkilenecek kadar zayıf değildir. Hiç kimse, cumhuriyetten,
demokrasiden, temel özgürlüklerden vazgeçme niyetinde değildir. Dolayısıyla,
ülkede bir rejim sorunu değil, rejimin sahibi olma tartışması vardır. Ülke
yönetiminde inisiyatif alanlarını genişletme ya da sahip oldukları gücü
kaybetmeme tartışmaları vardır. Laikliğin, Yüce Önder Atatürk'ün, cumhuriyetin,
bayrağın, rejimin sahibi milletin ta kendisidir. Milletin temsilcileri olan
bizler, tüm bu değerlere bağlı kalacağımıza, sahip çıkacağımıza milletvekili
olduğumuzda yemin ettik. Bugüne kadar, bu yeminimize muhalif bir tek davranış
dahi bu Yüce Meclisimiz içinde vuku bulmamıştır. (CHP sıralarından "Ya!..
Ya!.." sesleri) Dolayısıyla, millî değerlerimizin sahibi bir kesim, bir
grup değil, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkestir.
Milletimiz, ulusal ortak değerlerin
sahibidir ve kendi içinde büyük bir hoşgörüyle yaşamaktadır. Toplumumuz etnik
kimliğine, inancına, kültürüne göre kimseyi dışlamamakta ve bir arada barış
içinde yaşamaktadır.
Ayrıca, Avrupa Birliği müzakerelerini
sürdürdüğümüz bugünlerde, hâlâ, rejimin tehlikede olduğundan bahsetmek, hele,
bu tehlikenin Avrupa Birliğine üye olmak için bütün dönemlerden daha çok gayret
sarf eden, bunda da başarılı olan Meclisimizin, milletvekillerimizin eliyle
geleceğini iddia etmek, her açıdan dayanaktan yoksundur.
Saygıdeğer milletvekilleri, tartışmaların
odağında yer alan ve neredeyse tüm fikir ayrılıklarının gelip dayandığı bir
başka konu da laiklik ilkesidir. Açıkça belirtmeliyim ki, Anayasamızın
değiştirilemez maddesi olan laiklik ilkesine, Türkiye'de karşı çıkan kimse
yoktur. Bütün tartışmalar, laiklik ilkesinin farklı yorumlanmasından
kaynaklanmaktadır. Bu yorum farkı nedeniyle, kamusal alanda her dönemde farklı
uygulamalar yapılmış ve tartışma yaşanmıştır. Kamusal alan, yurttaşların ortak
meselelerini eşit ve özgürce tartıştığı alandır. Dolayısıyla, her bireyin,
ayırım yapılmadan haklarının korunduğu, haklardan yararlandığı ve kendilerini
özgür hissettiği bir alandır. Bu alanı güvence altına almak ve tüm
yurttaşlarına eşitçe kullanım hakkı sağlamak devletin görevidir. Kamu yararı,
devletin değil, halkın yararına doğru genişletilmelidir. Devlet, kamusal alanın
sahibi değil, koruyucusudur. Bu koruyuculuk, oradaki eşitliğin, adil paylaşımın
ve hizmetlerin her birey tarafından kullanılmasını sağlamaktır. Kamusal
alandaki özgürlüklerin ve hakların bir gruba, bir kesime kayması anında devlet
koruyuculuğu devreye girer ve haksızlığı önler. Devlet, kamusal alanda herkes
için geçerli olan hakları bir kesime yasaklayamaz ya da sınırlayamaz.
Buradan hareketle, laiklik ilkesinin yorum
farklılığını gündeme getirmek gerekir. Anayasamızın değiştirilemez maddesi olan
laiklik maddesi ilelebet var olacaktır; ancak, günün şartlarına, toplum
yapımıza uygun olarak yorum farklılıklarını da gidermek gerekir.
ALİ TOPUZ (İstanbul) - Mesela?!
BAŞKAN - Bu, laikliğin özünü
değiştirmeyecek, bilakis, toplumun bir arada, daha uyum içinde yaşamasına katkı
sağlayacaktır.
Dünyada birçok örneği olan laiklik uygulamasının
Türkiye'dekine benzer tek örneği sadece Fransa'da vardır. Orada bile,
laiklikten yola çıkarak hak ve özgürlükler bizdeki kadar kısıtlanmamıştır.
Laikliği, bir toplumsal barış ve uzlaşı
mekanizması olarak algılamak gerekir. Laiklik, devletin, inançlar karşısında
tarafsızlığını zorunlu kılar. Bütün inançların kendisini ifade etmesine imkân
vermek, bireylerin ibadet hürriyetini sağlamak laiklik ilkesinin temel
işlevidir. Devlet, bu işlevi uygulayan ve tüm inançlara eşit mesafede davranan
aygıttır. Sorun, işte burada başlamaktadır. Devlet, dinî inançların yaşanmasını
teminat altına alması gerekirken, tam tersine, kamusal alanda bazı inançların
yaşam hakkını, ifade hürriyetini kısıtlamaktadır. Bunun laiklik adına
yapılması, siyaset bilimi açısından büyük bir çelişkidir. Bu çelişki, yıllardır
Türkiye'nin iç huzurunu zedelemekte ve bitmez tükenmez sorunları beraberinde
getirmektedir. Aydınların, siyasetçilerin ve akademisyenlerin hep birlikte
çözmesi gereken, yorum farkından kaynaklanan işte bu çelişkidir.
Saygıdeğer milletvekilleri, dünya büyük
bir değişim içindedir. Küreselleşme hızla ilerleyip, dünyayı, âdeta küçük bir
köye çevirmiştir. Artık, dünya siyaset
oyununun kuralları değişti. Şimdi, değişimi anlamayan, hayata geçiremeyen ülkeler,
dünyada sadece kaderleri başkaları tarafından belirlenen figüranlar haline
geliyor.
Türkiye, dünya siyasetinin aktif bir
üyesi, dengeleri değiştirecek bir ülkesi olmak zorundadır. Hiçbir dönemde
pasif, edilgen ve boyun eğen bir devlet olmayı kabul etmeyen Türkiye, küresel
siyaset aktörü olmak için, hızla değişime ayak uydurmak zorundadır. Türkiye'nin
bu gücünü ve potansiyelini gören çevreler bugün aktif durumdadır. Batı
ülkelerinde, sözde Ermeni soykırımını bahane eden çevreler, Türkiye aleyhine
bir süredir kampanya yürütüyorlar. 24 Nisanı sözde soykırımın yıldönümü
sayanlar, yarın yeniden bu karalama kampanyasını gündeme taşıyacaklardır.
Üzülerek görmekteyiz ki, bazı dost
ülkelerin parlamentoları ve hükümetleri bu karalama kampanyasına alet
olmaktalar. Bu ülke parlamentolarının başkanlarına şahsım birer mektup
göndererek ve geçtiğimiz yıl siyasî parti genel başkanlarının müşterek
deklarasyonlarını da eklemek suretiyle, Türkiye'ye karşı haksızlık
yapılmamasını istedik. Yine de burada
bir kez daha açıkça ifade etmek istiyoruz ki, Türkiye'nin tarihinde utanılacak
bir şey yoktur. Bizi, işlemediğimiz bir suçtan dolayı mahkûm etmeye niyetli
olan ülkelere, bu Yüce Meclisin gereken cevabı anında vereceğini unutmasınlar.
Değerli milletvekilleri, terör olayları
son günlerde tırmanışa geçti. Terörizm, ülkemizin birçok bölgesinde,
askerimizi, polisimizi, sivil vatandaşlarımızı hedef alıyor. Amaçları, kargaşa
yaratmak, huzursuzluk çıkarmak ve nifak tohumları ekmektir.
Ülkemizin bütünlüğünü hedef alan bu
terörist faaliyetlerin tam da bu günlerde ortaya çıkması düşündürücüdür.
Türkiye ne zaman güçlense, ne zaman bölgesinde etkin olmaya çalışsa,
birilerinin maşası olan teröristler sahneye çıkıyor ve ülkenin gücünü
zayıflatmaya çalışıyorlar. Ancak, bu konuda başarılı olmaları mümkün değildir.
Ordumuz, güvenlik kuvvetlerimiz ve devletimizin tüm unsurları, terörizme karşı
büyük bir kararlılıkla görevlerinin başındadır.
Tüm bu nedenlerden dolayı, artık, iç
politik çekişmelerden kurtulmak gerekir; artık, enerjimizi tüketen ve yıllardır
ülkenin ilerlemesini engelleyen prangalardan kurtulmak gerekir. Teröre,
uluslararası karalama kampanyalarına karşı, yani, gücümüzü zayıflatmak
isteyenlere karşı birlikte hareket etmek zorundayız. Ortak bir akla ihtiyacımız
var, ortak hayal ve hedeflere ihtiyacımız var. Yıllardır kendi içimizdeki
çekişmeler, kavgalar yüzünden kaybettiğimiz enerji, ülkeye yeterince zarar
verdi; buna "dur" demenin zamanı gelmiştir.
Türkiye, tarihinin en önemli fırsatlarını
yakaladığı bir dönemden geçmektedir. Ülkenin en önemli değişim projelerinden
biri olan Avrupa Birliği üyeliğimiz yolunda artık çok kritik bir noktaya
geldik. Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği tüm dünyada büyük bir açılımın
işareti olacaktır. Halkının çoğunluğu Müslüman bir ülke tarihte ilk defa Avrupa
Birliği üyesi haline gelecektir ki, bu, medeniyetlerarası çatışma yaşanacağını
iddia edenlere en güçlü cevap olacaktır.
Öte yandan, krizlerle boğuşan bölgemiz
açısından da Türkiye'nin konumu hayatî önem taşımaktadır. Güçlü bir Türkiye,
sadece kendi halkına değil, bölgesindeki tüm halklara huzur ve barış
getirecektir.
Türkiye'nin tarihî geçmişi, Balkanlardan
Kafkaslara kadar tüm ülkelerde derin izler bırakmıştır. Bu ülkeler, geçmişin en
güçlü ülkesi ve geleceğin parlayan yıldızı olan Türkiye'ye hâlâ umutla
bakmaktadır. Bunun son örneğini, geçtiğimiz haftalarda, Meclisimizin ev
sahipliğinde yaptığımız İslam Konferansı Örgütü Parlamento Birliği
toplantısında gördük. 47 ülkenin parlamento temsilcileri, İstanbul'da yapılan
toplantıda, Türkiye'nin öncü gücünün önemini, bir kez daha, bize iletmiştir.
Meclisimiz, iki ayrı deklarasyonun hazırlanmasına öncülük ederek, dünya barışı
için, tüm ülkelere önemli çağrılarda bulunmuştur.
Bu nedenle, bölge ve dünya barışı için,
Türkiye, artık, bir misyon üstlenmek zorundadır. Tarihin akışını barışa doğru
değiştirecek bir güce sahipken, bunu kullanamayan bir ülkeden, tarih de,
gelecek kuşaklar da hesap soracaktır. Bu yüzden, üzerimizdeki ölü toprağını
atıp önce kenetlenmeliyiz; geleneksel korkulardan kurtulmalıyız. Bu Meclisin
açıldığı ilk günlerde olduğu gibi kucaklaşmalıyız, kol kola girmeliyiz ve büyük
Türkiye hayali için yola çıkmalıyız.
Saygıdeğer milletvekilleri, 23 Nisanın
hediye edildiği çocuklarımız, gençlerimiz ve gelecek kuşaklarımız için yeni
Türkiye'yi inşa etmeliyiz. Bireysel çıkarlarından vazgeçen vatanperverler
olarak kendimizi ülkemize adamalıyız.
Türkiye'nin bir milada ihtiyacı vardır;
yeni bir başlangıca, yeni bir hamleye, yeni hedeflere ihtiyacı vardır. Geçen
yüzyılın sorunlarını geçmişte bırakmanın vakti gelmiştir. Artık, yeni yüzyılda,
yeni bir Türkiye inşa etmek için ayağa kalkmalıyız. Artık, milletimiz, devletin
en önemli organları arasında kavga istemiyor. Yaptığımız her şey, tarihin
sayfalarına kaydediliyor. Gelecekte, hayırla, gururla, takdirle anılmak
istiyorsak, bu fırsatı kaçırmamalıyız.
Saygıdeğer milletvekilleri, sözlerimi
tamamlarken, Millî Egemenlik ve Çocuk Bayramının hepimize, özellikle bugünün
armağan edildiği çocuklarımıza hayırlı olmasını diliyorum.
Bu Meclisimizi kuran, yaşatan ve bugünlere
kadar gelmesini sağlayan, başta, gerçek reformcu, uzak görüşlü,
cumhuriyetimizin kurucusu ve ilk Meclis Başkanımız Mustafa Kemal Atatürk olmak
üzere tüm milletvekillerimizi minnetle anıyorum, rahmetle anıyorum, saygıyla
anıyorum.
Tüm Halkımızın Millî Egemenlik Bayramını
kutluyor, hepinize en derin saygılarımı sunuyorum. (AK Parti sıralarından
alkışlar)
Sayın milletvekilleri, Türkiye Büyük
Millet Meclisinde temsil edilen siyasî parti gruplarının grup başkanlarına ve
Mecliste üyesi bulanan diğer siyasî partilerin milletvekili olan genel
başkanlarına 10'ar dakika süreyle söz vereceğim.
Söz sırasını okuyorum: Adalet ve Kalkınma
Partisi Grubu adına, Genel Başkan Yardımcısı Adıyaman Milletvekili Sayın Dengir
Mir Mehmet Fırat… ("Mersin Milletvekili" sesleri)
Çok affedersiniz… Önümdeki yazı öyle
yazılmış... Mersin Milletvekili… Çok özür dilerim…
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı ve
Meclis Grubu Başkanı Sayın Deniz Baykal, Anavatan Partisi Genel Başkanı ve
Meclis Grubu Başkanı Sayın Erkan Mumcu, Doğru Yol Partisi Genel Başkanı Sayın
Mehmet Ağar, Halkın Yükselişi Partisi Genel Başkanı Sayın Yaşar Nuri Öztürk.
İlk söz, Adalet ve Kalkınma Partisi Grubu
adına, Genel Başkan Yardımcısı Mersin Milletvekili Sayın Dengir Mir Mehmet
Fırat'ındır.
Buyurun Sayın Fırat. (AK Parti
sıralarından alkışlar)
ADALET VE KALKINMA PARTİSİ GENEL BAŞKAN
YARDIMCISI DENGİR MİR MEHMET FIRAT (Mersin) - Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın
Başkan, sayın milletvekilleri, değerli misafirler; Türkiye Büyük Millet
Meclisinin kuruluşunun 86 ncı yılında bu yüce kürsüden Yüksek Heyetinizi saygıyla selamlıyorum.
Hepimiz biliyoruz ki, 23 Nisan 1920, Türk
Milletinin tarih içindeki yürüyüşünde çok mühim bir merhaleye tekabül
etmektedir. 23 Nisan 1920, milletin kendi kaderine hâkim olduğu, Türkiye'nin
istiklal ve hürriyet bayrağının açıldığı gündür. Türkiye Büyük Millet
Meclisinin kuruluş günlerindeki memleket şartları dikkate alındığında, bugün
sahip olduklarımızın değeri çok daha iyi anlaşılacaktır.
Bu Meclis, millî mücadelenin zor
şartlarında doğmuş ve millî mücadelenin esas karargâhı olmuştur. Millî
mücadelenin en sert günlerinde, Ulus'taki mütevazı binasının, okul sıralarından
oluşturulan, toplantı salonunda, Polatlı'dan gelen top sesleri altında
memleketin kaderine sahip çıkan Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin var olma
azim ve kararlılığının kurumsallaşmasıdır. Bu itibarla, bu Meclis, sadece
millet iradesinin değil, aynı zamanda istiklal ruhunun da tecelligâhı olmuştur.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem millî
mücadele sürecinde hem de cumhuriyetin ilanından sonra, yeni rejimin akıl ve
kalbi olma niteliğini muhafaza etmiştir. Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa
Kemal Atatürk, Meclisin yeni rejim içindeki konumunu açıklarken bu hususa
özellikle dikkat çekmiş ve Meclisin nazarî bir müessese olmadığını, hakikati
temsil eden bir müessese olduğunu ifade etmiştir.
23 Nisan 1920 tarihinin bir başka önemli
hususiyeti, millî egemenlik fikrini Türkiye'deki siyasî rejimin temel ilkesi
haline getirmesidir. Millî egemenlik, devlet ve siyaset teorisi açısından çok
mühim bir kavramdır ve egemenliğin, millete, onu oluşturan fertlerin müşterek
iradesine ait olmasını işaret eder. Millî egemenlik kavramı, Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin demokratik meşruiyet temelinde kurulduğunun da en bariz
örneğidir. 23 Nisanla birlikte, millet, siyasî rejimin aslî ve tayin edici
aktörü haline gelmiştir, yani, 23 Nisan demokrasimizin miladıdır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, siyasî
rejimin üstün gücü olarak varlık bulmuştur; çünkü, millî irade, Türkiye Büyük
Millet Meclisinde vücut bulmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk, millî mücadelenin
çetin şartlarında dahi, Türkiye Büyük Millet Meclisinin demokratik bir zemin
olarak muhafazasına büyük önem göstermiş, Meclis üstünlüğünü temel prensip
olarak benimsemiştir.
Şu sözler Büyük Atatürk'e aittir:
"Millet ve memleket nam ve hesabına yegâne müracaatgâh burasıdır; yani,
Meclisi Âlinizdir. Bu hakkı meşru, bu hakkı millî, bu hakkı tabiî, hiçbir sebep
ve bahaneyle ve hiçbir mütalaa ile hiçbir şahsa ve hiçbir heyete terk
edemeyiz." Tekrar ve ısrarla altını çizmek istiyorum: Meclisimiz, millet
iradesini esas alan demokratik hayatımızın en merkezî kurumudur. Kurtuluş
Savaşının en zor günlerinde dahi Meclisin üstünlüğü prensibinden asla
vazgeçilmemiştir. Savaşın en netameli günlerinde, en kritik kararlar Meclis
kürsülerinde müzakere edilmiştir. Birinci Meclis, demokrasinin her koşulda ve
her zaman taviz verilmeden uygulanabileceğini gösteren en güzel örnektir.
Cumhuriyetin ilanından sonra, Büyük
Atatürk, tüm toplumsal reform projelerini, Meclisten kanun çıkarılması
suretiyle millet iradesine dayanarak hayata geçirmiştir. Hiç kuşkusuz,
Atatürk'ün temel amacı, demokratik kurum ve yapıların yerleşmesi ve millet
iradesinin taviz verilmeden uygulanmasıdır. Onun sahip olduğu çağdaş Türkiye vizyonunun
temelinde, demokratik bir yönetim ideali vardır; ancak, şunu ifade etmek
isterim ki, Türk siyasî hayatı, dönem dönem, Meclisin siyasî sistem içindeki
yerinin aşındırılması gayretlerine şahit olmuştur. Unutmayalım ki, millet adına
söz söyleme yetkisi, yalnızca bu milletin seçilmiş meşru temsilcilerine aittir.
Cumhuriyetimizin demokratik ideallerini tartışır hale getirmenin hiçbir geçerli
mazereti yoktur. Birinci Meclis tecrübemizin de sarahatle gösterdiği üzere,
demokrasi, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde lüks değildir; gerektiğinde
fedakârlık yapılabilecek bir lüks olarak da görülmemelidir.
Bu çerçevede, cumhuriyetimizin temel
nitelikleri arasında öncelik sırasına göre bir ayırıma gitmek de söz konusu
olmamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, Anayasamızdaki tanımıyla, demokratik, laik ve
sosyal bir hukuk devletidir. Bu temel niteliklerin hiçbiri diğerine mâni
olmadığı gibi, birbirlerinin yerlerine ikame edilmeleri de mümkün değildir.
Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; Türkiye, artık, kurumsallaşmış, kökleşmiş ve 7'den 70'e
millete mal olmuş aslî değerlerini tartışma konusu yapmaktan kurtulmalıdır.
Türkiye Cumhuriyetinin temelinde, halkın kendi kaderine hâkim olacağı,
demokratik bir yönetim felsefesi yatmaktadır. Bunun aksini iddia etmek,
cumhuriyetimizin kuruluş felsefesine en büyük ihanettir.
Ne mutlu bizlere ki, cumhuriyetimizin
kuruluş ideallerine, bugün, her zamankinden daha yakınız. 42 yıllık Avrupa
Birliğine yönelişimizde en kritik aşamayı, artık, geride bırakmış bulunuyoruz.
Yüce Meclisimizin 86 ncı kuruluş yıldönümünü kutlarken, bugün, Avrupa Birliğine
katılım müzakerelerini başlatmış bir Türkiye'ye sahip olmanın bahtiyarlığını
yaşıyoruz. Bu başarı, her şeyden önce, aziz milletimizindir, onun değişim
iradesini hayata geçiren, tarihî reformlara, cesur kararlara imza atan bu Yüce
Meclisindir.
Millî irade fikri, millî egemenlik
nosyonu, millet kavramının da demokratik bir muhtevada tanımlanmasını ve
değerlendirilmesini gerektirir. Bugün, Türkiye'de, millet kavramı etrafında iyi
niyetli addedilemeyecek tartışmalara tanık olmaktayız. Açıkça ifade etmek
gerekir ki, modern millet fikrinin tayin edici unsuru vatandaşlık kavramıdır.
Millî egemenlik nosyonu, bu demokratik millet tanımına uygun olarak, milletin
bütün fertlerinin millî iradenin teşekkülüne eşit biçimde katılması gerektiği
ön kabulüne dayanır. Bu çerçevede, inanca, kültüre ve etnik köküne dayalı
farklılıklar gerekçe gösterilerek millet bütünlüğünü bozan, bir anlamda millet
mefhumunu rafa kaldıran ayırımcı söylemlerden uzak durmak, demokratik
özgürlükçü düzenin muhafazası bakımından elzemdir.
Bir kez daha vurgulamak isterim ki,
egemenlik, milletin bütününe aittir ve milletin meclisinde vücut bulur.
Bu hissiyatla, Yüce Meclisimizi en samimî
duygularımla selamlıyorum. 23 Nisan Millî Egemenlik ve Çocuk Bayramınızı tebrik
ediyor; sizleri sevgiyle, saygıyla selamlıyorum.
Teşekkür ederim. (AK Parti sıralarından
alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederim Sayın Fırat.
Söz sırası, Cumhuriyet Halk Partisi
Genel Başkanı ve Meclis Grubu Başkanı
Sayın Deniz Baykal'a aittir.
Sayın Baykal, buyurun efendim. (CHP
sıralarından ayakta alkışlar)
CUMHURİYET HALK PARTİSİ GENEL BAŞKANI VE
MECLİS GRUBU BAŞKANI DENİZ BAYKAL (Antalya) - Sayın Başkan, Sayın
Cumhurbaşkanımız, sayın milletvekilleri, saygıdeğer konuklar, 23 Nisanın ve gençliğimizin, geleceğimizin gerçek
sahibi sevgili çocuklarımız, sevgili yurttaşlarım; hepinizi, şahsım ve
Cumhuriyet Halk Partisi adına sevgilerle, saygılarla selamlıyorum.
Bütün halkımızın Ulusal Egemenlik ve Çocuk
Bayramını kutluyorum. Ülkemizin, barış, mutluluk, refah ve bağımsızlık içinde
daha nice bayramlar geçirmesini diliyorum. Türkiye Büyük Millet Meclisinin
açılışını gerçekleştiren Gazi Mustafa Kemal'i ve Birinci Meclisten başlayarak
bugüne kadar bu kutsal çatı altında görev yapmış tüm millet temsilcilerini
saygıyla selamlıyorum.
Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışının
86 ncı yılını kutluyoruz. Bu dönem, dünya tarihinde en köklü değişimlerin,
siyasal ve sosyal en büyük çalkantıların yaşandığı dönem olmuştur. Bu 86 yıl
içinde, imparatorluklar çağı kapanmış, büyük ideolojiler dünya siyasetine yön
vermiş, daha sonra ideolojiler çağı kapanmış, bir büyük dünya savaşı yaşanmış,
dünyanın siyasî haritası altüst olmuş, değişmiş, en büyük çalkantılar
yaşanmıştır. Bu dönemde, Türkiye Büyük Millet Meclisi, bir büyük tarihsel
kargaşa coğrafyasında bir temel istikrar unsuru olarak varlığını sürdürmüştür.
Türkiye Büyük Millet Meclisi dünyanın en
eski ve köklü 10 parlamentosundan birisidir. 86 yıldır, dünyanın en istikrarlı
kurumlarından birisi olarak görev başındadır. Türkiye Büyük Millet Meclisi bir
askerî zaferin eseri değildir; tam tersine, askerî zafer Türkiye Büyük Millet
Meclisinin eseridir. Bu niteliğiyle de Türkiye Büyük Millet Meclisi, belki
dünyanın tek gazi parlamentosudur. Türkiye Büyük Millet Meclisinden önce ne bir
devlet, ne bir cumhuriyet ne de bir ordu vardır. Devleti de, cumhuriyeti de,
orduyu da, Türkiye Büyük Millet Meclisi kurmuştur. Ordunun adı Türkiye Büyük
Millet Meclisi Silahlı Kuvvetleridir. Millet Meclisi ve onun dayandığı millî
irade, bütün siyasî varlığımızın çıkış noktası, yaşam kaynağı olmuştur.
Hiç kuşkusuz, 23 Nisan 1920'de gerçekleşen
olay, tarihin yeniden yazılmasıdır. Altıyüz yıllık hukuk, siyaset, egemenlik
kavramları ve kurumları, bir damla kan akıtılmadan, bir silah patlamadan
yerlerini bir yeni anlayışın kavramlarına, kurumlarına terk etmişlerdir.
Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışı,
yeni bir siyasal oluşumun ilk ve çarpıcı adımıdır. Açılan Meclis, ne bir
meşrutiyet meclisidir ne de bir danışma meclisidir. Saltanata, hanedana,
hilafete dayalı olan egemenlik anlayışlarının tümünü reddeden, meşru egemenlik
temeli olarak millî iradeyi esas alan bir Millet Meclisidir. Bu yönüyle de,
Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışı, yepyeni bir siyaset felsefesinin ve
köklü bir zihniyet değişiminin yansımasıdır.
Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışı
hem bir sonuçtur hem de bir başlangıç. Hanedana, saltanata ve hilafete dayalı
bir egemenlik anlayışı ve o egemenlik sisteminin içerisinde oluşan Birinci ve
İkinci Meşrutiyet Meclisleri, sorumlusu oldukları mutlak bir yenilgi ve
teslimiyet karşısında fiilen, hukuken ve siyaseten tükenmişlerdir. O nedenle,
Türkiye Büyük Millet Meclisini, Birinci ve İkinci Meşrutiyet Meclislerinin devamı saymak büyük bir yanlışlık olur.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, millî
iradenin egemenliğini öngören ve millî iradeyi fiilen harekete geçirerek,
hanedanın, saltanatın ve hilafetin dışında yeni bir egemenlik zemini yaratan bu
tarihî sürecin sonucunda açılmıştır. O nedenle, Türkiye Büyük Millet Meclisini,
Birinci ve İkinci Meşrutiyet Meclislerinin devamı saymak, bu büyük dönüşümü
anlamamak ve bu büyük dönüşümün isimsiz kahramanlarına en büyük haksızlığı
yapmak demektir.
Türkiye Büyük Millet Meclisinin arkasında
Erzurum Kongresi vardır. Erzurum Kongresinin arkasında Sivas Kongresi vardır.
Sivas Kongresinin arkasında da Amasya Tamimi vardır. Onun da arkasında 19 Mayıs
1919 vardır, Mustafa Kemal vardır. (CHP sıralarından alkışlar)
Bugün çok daha iyi görüyoruz ki, 23 Nisan
1920'de yaşanan, bir başlangıç olmuştur. Tebaalıktan yurttaşlığa, cemaatten
topluma, teokratik zihniyetten laik anlayışa, dogmatizmden özgür düşünceye,
zorbalıktan hukuka, din sömürücülüğünden dine saygı anlayışına geçişin
sağlanması temel amaçtır.
86 yıl sonra bugün geldiğimiz noktada bu
amaçlara ulaştığımızı söylemek, ne yazık ki, mümkün değildir. Cemaat
zihniyetinin, teokratik anlayışın, dogmatik düşüncenin, zorbalık kültürünün,
din sömürücülüğünün varlığını ve etkinliğini hâlâ sürdürüyor olması, yer yer,
zaman zaman iktidar olanaklarıyla destekleniyor olması, cumhuriyet projesine
ilk günkü heyecanla sahip çıkmanın, artık, bir zorunluluk haline dönüştüğünü
bize gösteriyor. Cumhuriyet, bu güçlükleri yenme mücadelesi olmaya devam
ediyor.
23 Nisanın temeli millî iradedir. Millî
irade, bütün yurttaşların eşitliğini gerektirir; ancak o zaman devlet, bir ırk
devleti, bir kan, bir kafatası devleti olmayacaktır; bir din devleti, bir
mezhep, bir tarikat devleti ancak o zaman olmayacaktır; bir aşiret devleti
olmayacaktır; yurttaşlık bilincine dayalı bir ulusal devlet olacaktır.
23 Nisan 1920, millî iradeye dayalı
egemenlik anlayışının ilk adımıdır. Millî irade, yurttaşların hukuk eşitliğini
zorunlu kılar. Millî iradeyi bir kez benimseyince, milleti oluşturan
vatandaşların dinine, mezhebine, eğitimine, servetine, ırkına, aşiretine,
tarikatına göre ayırım yapamazsınız. Bu durum sizi cumhuriyete götürür. Bu,
sizi kadın-erkek eşitliğine götürür. Bu, sizi laikliğe götürür.
Millî irade, millî hâkimiyet, onların
doğal sonucu olarak cumhuriyet ve yine onların doğal sonucu olarak da laiklik
ve demokrasi. Giderek eksiksiz demokrasi. Giderek tam demokrasi. Demokrasi,
ancak böyle bir temel üzerinde yükselebilir. Cumhuriyet, demokrasinin işte bu
altyapısıdır. O nedenle, cumhuriyet ile demokrasi arasında bir çelişki değil,
bir bütünleşme söz konusudur.
Türkiye Büyük Millet Meclisinin temelinde
yatan millî irade anlayışı, bizi, cumhuriyete, cumhuriyet de demokrasiye
taşımıştır. Cumhuriyeti tahrip ederek demokrasiyi güçlendirmek mümkün değildir.
Cumhuriyeti eksilterek demokrasiyi çoğaltamazsınız. Demokrasinin sağladığı
olanakları kullanarak bunu gerçekleştiremezsiniz. Eğer öyle yaparsanız da sonuç
değişmez. Cumhuriyete karşı programlanmış bir demokrasi, sadece cumhuriyeti
değil, kendi kendisini de tahrip eder.
Din ve siyaset ayırımı demokrasinin
temelidir. Din ve siyasetin kuralları birbirinden farklıdır. Dinde iman ve
teslimiyet esastır, demokratik siyasette ikna ve sorgulama. Dinde gerçek tektir
ve değişmez, demokratik siyasette gerçek çoktur ve değişir. Dinde muhalefete
yer yoktur, demokratik siyaset muhalefetsiz olmaz. Demokrasinin olanaklarını
kullanarak dinî siyasete açmaya kalkışanlar olabilir; ama, din ve siyaset
ayırımını esas almayan hiçbir rejim demokratik kalamaz. Batı, yüzlerce yıl
kardeş kanı akıtarak bu gerçeği öğrenmiştir. Biz, 23 Nisanda yöneldiğimiz rejim
içinde kimsenin burnunu kanatmadan bu gerçeği yaşıyoruz.
Laiklik anlayışı, devletin bütün
inançlara, dinlere, mezheplere saygı göstermesini ve eşit davranmasını
gerektirir. Bu doğrudur; ama, laiklik anlayışı, aynı zamanda, hiçbir inancın,
mezhebin, dinin, devletin hukukunu, eğitimini ve yönetimini oluşturmasına izin
verilmemesini de öngörür. Siyasetin referansı demokrasi olmaktan çıkar din
olursa, bunun sonucu, önce oluk oluk kardeş kanı, sonra da koyu ve karanlık bir
otoriter rejimdir.
Bakın, bugün, Türkiye nereye gidiyor: Bir
yandan, Bakanlar Kurulu, en öncelikli tehdit irticadır diye karar alıyor; öte
yandan, devletin bütün kademelerinde, başta Millî Eğitim olmak üzere, bütün
bakanlıklarda, sinsi bir kadrolaşma almış başını gidiyor.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Baykal, lütfen, devam
ediniz.
DENİZ BAYKAL (Devamla) - Teşekkür ederim
Sayın Başkan.
Yetkililer, vatandaşları dindar
olanlar-olmayanlar diye ayırmaya başlıyor ve bu ayrışma, temelinde karar
alıyor, uygulama yapıyor. Toplumda, yer yer, birilerinin, kendilerini din
zabıtası yerine koyarak, baskı ve şiddet uygulamaya başladığına tanık oluyoruz.
Anayasa, hukuk ve devlet düzenimizin bir temel ilkesi olarak laikliği savunup
sahiplenmek görevi, ne yazık ki, hükümete rağmen, kadın-erkek her yaştan
cumhuriyet kuşaklarının sorumluluğu haline dönüşmüştür. Çeşitli çıkar
hesaplarıyla, kişisel kaygılarla bu olumsuz gidişi görmemezlikten gelme, örtbas
etme çabalarına rağmen bu görev başarılacaktır. Bunu başaracak olan da, Irak'ı,
İran'ı, Afganistan'ı en doğru şekilde değerlendiren, Türkiye'yi, Ortadoğu Arap
kültürünün egemen olduğu büyük güçlerin oyuncağı, din ve mezhep çatışmalarına
sürüklenmiş bir ülke olmaktan kurtaracak olan Türk Halkıdır.
Türkiye'de, İslamiyet, laiklik ve
demokrasi arasında eşsiz bir uyum vardır. Bu, Türkiye'nin altın üçgeni, altın
sentezi, iç barışın ve kalkınmanın altın anahtarıdır. Bunu gözümüz gibi koruyup
sürdürmeli, bozmak isteyenlere meydanı boş bırakmamalıyız.
Dünyada, sömürgesi olmayan tek
imparatorluğu Anadolu oluşturmuştur. Trablusgarp'tan Balkanlara, Suriye
çöllerinden Kafkas dağlarına uzanan bir büyük coğrafyada, Anadolu'nun çocukları
toprağın altında yatmaktadırlar. Yenilen ve çözülen bir imparatorluğun bütün
coğrafyalarından anayurtları Anadolu'ya gelen insanlar, yeni Türkiye'nin
temelini oluşturmuşlardır. Bu insanlar, farklı etnik kimliklerden, ırk
kökenlerinden, mezheplerden, kültürlerden koşup gelmişlerdir. Anadolu'ya
gelirken, kimse, onların kafatasını, ırkını, kanını sormamıştır. Onlar,
Anadolu'ya, kendi anavatanlarına, kendi bayrakları altında birlikte yaşamak
için gelmişlerdir. Hâlâ, son dönemlerde, milyonlarca insan, İran'dan, Kuzey Irak'tan,
Balkanlardan, Kafkaslardan, Afganistan'dan, güvenlik ve refah arayışı içinde
Türkiye'ye geliyor. Ne işsizliğimiz ne yoksulluğumuz, çorbamızı ve dostluğumuzu
onlarla paylaşmamıza engel olmuyor; çünkü, biz, göç etmenin ne demek olduğunu
bilen bir toplumuz. Yunan isyanını, 93 Harbini, Balkan Savaşlarını, Birinci
Dünya Savaşını, millî mücadelenin, güneydoğudaki onbeş yıllık çatışmanın
acısını yaşamış, bedelini ödemiş insanlar olarak, kendi vatanımızda, kendi
milletimizi oluşturarak, kendi bayrağımız altında yaşamak istiyoruz.
Türkiye Cumhuriyetini, hiçbir etnik
projenin, ırk ayırımcılığının tehdit etmesine izin vermeyeceğiz. Avrupa ortaçağ
koşullarında iken, Anadolu'da Mevlanalarıyla, Edebalileriyle, Yunus
Emreleriyle, Hacı Bektaş Velileriyle bir aydınlanma çağı yaşanmıştır. Bu
kültürde, yetmişiki millet birdir. Kimsenin, etnik kimliği lehine ya da
aleyhine bir unsur olamaz. Bizim milliyetçilik anlayışımız, bir ırk, kan ve
kafatası milliyetçiliği değildir. Bir siyasal bilinç, bir siyasal dayanışma milliyetçiliğidir.
Bu topraklarda, el ele vererek, tam bir eşitlik içinde, kardeşçe yaşamayı içine
sindiren insanlar olarak bir millet oluşturuyoruz. Yüzelli yıllık acılarla dolu
bir tarihin içinde şekillenmiş bir ulusal kimliği, hiçbir etnik hevesin, hiçbir
ırkçı yönelişin dağıtmasına izin veremeyiz.
Çevremizde yaşanan etnik dağılmanın nelere
yol açtığını görüyoruz. Bizim, milliyetçiliğimiz, herhangi bir husumetten,
düşmanlıktan beslenen bir milliyetçilik değildir. Hiçbir başka millete, ırk ya
da etnik kimliğe karşı bir duruşumuz yoktur. Bizim milliyetçiliğimiz kimseye
karşı değil, kendimiz için bir milliyetçiliktir. Bizim milliyetçiliğimiz
şiddete, teröre yönelen bir milliyetçilik değildir; ama, şiddete, teröre boyun
eğecek bir milliyetçilik de değildir. Aşiretlere, kavimlere, etnik kimliklere,
mezheplere, ırk ayırımlarına dayanan, dağınık, parçalanmış bir toplumsal
yapıdan ulusal düzeyde bir bütünlük çıkarmaya yönelen, bütünleştirici,
yükseltici, çağdaş bir milliyetçiliktir. Ayrılıktan bütünlüğe, yerellikten
ulusallığa yöneliktir.
Herkesin etnik kimliği kendi özel
dünyasının bir parçasıdır. Ona hep beraber saygı duyarız; ama, kimsenin kendi
etnik kimliğini devlete bir damga gibi vurmasına, devleti belli etnik
kimliklerin lehine ya da aleyhine kullanmasına göz yumamayız. Etnik kimliğimiz
ne olursa olsun, eşitlik ve kardeşlik içinde hep beraber yaşayacağız. Atatürk "Türkiye'yi kuran Türkiye
ahalisine Türk Milleti denir" demiştir ve bunu söylerken o ahalinin içinde
farklı kimliklerin olabileceğini düşünmüştür. Türklük, bugün Anadolu'da yaşayan
insanların ortak kimliğidir. Onu etnik çerçeveye sığdırmak ve dar bir
kategoriye indirmek yanlıştır. Cumhuriyetimizde, inancı, ırkı, ailesi, aşireti,
kökeni ne olursa olsun; cinsiyeti, derisinin rengi, diploması ne olursa olsun,
herkes eşittir. Türk Milleti budur ve "Türk Milleti" tanımı kimsenin
etnik kimliğine saldırı değildir.
Alt kimlik-üst kimlik tartışmalarıyla,
bizi birbirimize bağlayan bağ olarak bazen vatandaşlık kimliğini, bazen din
bağını öne sürüp "Türk Milleti" kavramından uzak durmaya çalışarak
Türk Milleti gerçeğini örtbas etmek mümkün değildir. Böyle bir çabanın terörle
mücadeleye de hiçbir katkısı olmaz. Zaten terörün amacı "Türk
Milleti" tanımını parçalamaktır. Bunu başarabilecekleri umudunu vererek
terörü etkisizleştiremezsiniz. Tam tersine, ona umut ve cesaret verirsiniz. Türkiye'nin
tapusu ayrı ayrı yetmiş milyon vatandaşın her birisindedir. Her bir pay
eşittir.
Bakın, Irak bugün paramparça; Kürtler bir
tarafta, Sünnîler bir tarafta, Şiîler, Türkmenler bir tarafta. Ekonomi perişan,
can güvenliği yok. Bütün bunların temelinde ne var; bütün bunların temelinde
etnik bir parçalanmayı talep etmek, onun peşine düşmek ve onu desteklemek
arayışı var. Biz, Irak laboratuvarını görmüşüz, oradaki faciaya tanık olmuşuz.
Şimdi Türkiye'de aynı oyun tezgâhlanacak, küçük küçük etnik siyasal
yapılanmalar birilerinin işine geliyor diye koca Türkiye etnik parçalanmaya
tabi tutulacak! Birilerinin masadaki hesabı uygulanıverecek! Bedeli ne olursa
olsun, oluk oluk kan akarmış, on binlerce insan ölürmüş, mühim değil!
Değerli arkadaşlarım, buna izin veremeyiz.
Burası bizim vatanımız. Ülkemize hep birlikte sahip çıkacağız, bayrağımıza hep
birlikte sahip çıkacağız. Ayrı bayrak arayışlarına girenler, onları, insan
hakları, demokrasi adına kanatları altına alanlar, sanmasınlar ki Türkiye buna
göz yumar.
Herkes aklına çok iyi yerleştirsin;
Türkiye'nin ulusal bütünlüğünü parçalama gücü, ne içeride ne dışarıda kimsede
yoktur. Çünkü, biz, ulusal bütünlüğümüzü kimsenin lütfuyla sağlamadık,
Türkiye'yi bize kimse atıfet diye vermedi. Türkiye'yi, tarihin içinden, büyük
acılar çekerek, fedakârlıklar yaparak, alnımızın teriyle, canımızla, tenimizle
hep birlikte çekip çıkardık. Çanakkale şahidimizdir, Sakarya şahidimizdir,
Lozan şahidimizdir, 23 Nisan şahidimizdir. Ne zora ne de korku ve yönlendirmeye
teslim olmayız. Herkesin aklını başına almasını istiyoruz. Burası Türkiye
Cumhuriyetidir ve Türkiye Cumhuriyeti olarak kalacaktır.
Bütün çocukların ve milletimizin Ulusal
Egemenlik ve Çocuk Bayramını kutluyorum, Yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum.
(CHP sıralarından ayakta alkışlar, Anavatan Partisi sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Sayın Baykal, çok teşekkür
ederim.
Söz sırası, Anavatan Partisi Genel Başkanı
ve Meclis Grubu Başkanı Sayın Erkan Mumcu'ya aittir.
Sayın Mumcu, buyurun efendim. (Anavatan
Partisi sıralarından ayakta alkışlar)
ANAVATAN PARTİSİ GENEL BAŞKANI VE MECLİS
GRUBU BAŞKANI ERKAN MUMCU (Isparta) - Sayın Başkan, Sayın Cumhurbaşkanımız,
değerli milletvekili arkadaşlarım; sözlerime başlarken sizleri saygı ve
sevgilerimle selamlıyorum.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri;
sizleri ve vekili olmaktan, emanetini taşımaktan onur duyduğumuz milletimizi
yeniden saygıyla selamlıyor, 86 ncı yılını idrak ettiğimiz Ulusal Egemenlik
Bayramımızı kutluyorum.
Yine, sözlerimin başında, çatısı altında
bulunmaktan onur duyduğumuz millî egemenlik mabedinin kurucusu Büyük Önder Gazi
Mustafa Kemal Atatürk ve kahraman arkadaşlarını şükranla, minnetle, rahmetle
anıyor, aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum.
Milletimizin bir ve bağımsız yaşama azim
ve iradesine dayanarak, milletimizin istiklaline ve istikbaline yönelen en ağır
ve acımasız saldırılar karşısında dimdik durarak destanlaşan bir mücadele
veren, içinden nice şehitler, nice gaziler çıkarmış bu Yüce Meclisin naçiz bir
üyesi olmaktan duyduğumuz gururu, siz değerli arkadaşlarımla paylaşmaktan
duyduğum sevincimi bir kez daha ifade etmek isterim.
Sayın Başkan, Yüce Meclisin değerli
üyeleri; her köşesinde refahın ve geniş fırsatların bulunduğu, herkesin güven
içinde özgürce yaşadığı, insanlığa kendi özgün katkısını sunan, en yetkin ve en
nitelikli düzeyde rekabet ederek çağdaş uygarlık ailesi içinde saygın yerini
almış bir Türkiye, hiç şüphesiz, hepimizin ortak arzusu, içtenlikle
paylaştığımız ortak idealimizdir.
Milletimizin, bu idealin uzun bir geçmişi
ve sağlam bir toplumsal temeli vardır. Tarihsel yürüyüşümüze ruh ve şekil veren
bu ideal; bağımsız, özgür ve güçlü bir millet olarak birlikte var olmak;
insanlığın, adalet ve hak üzerinde temellenen bir düzen içinde birlikte
yaşamasına öncülük ve hizmet etmek olarak ifade edilebilir. Nitekim, millet
olarak tarih boyunca verdiğimiz mücadele, sadece var olmaya çalışmakla sınırlı
kalmamış, adalet, ahlak ve hak değerlerinin hayat bulduğu bir uygarlık
mücadelesi olarak yaşanmıştır.
Sayın Başkan, Yüce Meclisin değerli
üyeleri; Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışının 86 ncı yılında, Meclisin
açılışını, gazi Meclis olmasının öyküsünü ve bu günün, milletimizin çocuklarına
armağan edilişinin anlamını ne kadar konuşsak yeridir. Çocuklarımızın daha
müreffeh, daha güçlü, daha gelişmiş bir Türkiye'de yaşamaları, Türkiye'nin
dünyada daha güçlü ve itibarlı bir ülke olarak yerini alabilmesi için yapmamız
gereken daha çok şey var; ancak, millet olarak bir arada ve bağımsız olarak
yaşamak için verdiğimiz mücadelenin ve tarih tecrübesinin çocuklarımıza ve genç
kuşaklara aktarılması, onlara, kendine inanmak, kendi değerlerine güvenmek,
yapabileceğine inanmak, cesur olmak, lider olmak ve daima geleceğe ilerlemek
ufkunu ve bilincini aşılamak hepsinden daha değerli, hepsinden daha önemlidir.
Büyük Önder Atatürk'ün liderliğinden ve
O'nun manevî mirasından her zaman öğrenilecek çok şey var, alınacak çok ders
var. Kendine ve milletine inanmak ve güvenmek, kendi aklıyla ve iradesiyle
sorunlarını çözmek ve geleceğe doğru yürüyüşünü cesaret ve kararlılıkla
sürdürmek bu derslerin başında gelmektedir.
Değerli milletvekilleri, ulusal egemenlik
devrimi, sadece kendi kaderini kendisi tayin iradesinden ibaret bir devrim
olarak görülemez. Zira, o gün de ve bugün de sürekli mücadelelerle yenilenen ve
değişmekte olan dünya düzenine bağımsız bir irade olarak katılmak ve katkıda
bulunmak azim ve düşüncesinden koparılmış bir bağımsızlık düşünülemezdi ve
bugün de düşünülemez. Onun için, millî Meclisin vazgeçemeyeceği bir misyonu da,
bu dünya düzenine şekil veren küresel iradeye katılmak veya katkıda
bulunmaktır. Hiç şüphesiz bu katılım, milletimizin gücü, enerjisi, üretkenliği
ve yaratıcılığı üstüne kurulacak bir süreçtir. Onun için, güncel gelişmeleri ve
geleceğe şekil veren süreçleri küresel bir gerçeklik kavrayışı içinde anlamak
ve hayata geçirmek zaruretimiz vardır. Bugünkü dünyada bunun tek yolu yine
kendine güven ve yine kendi kaynaklarını harekete geçirmektir. Bu kaynakların
başında ve bu kendine güvenin odağında kendi insanımız, kendi toplumumuz
vardır. Şu halde, yapmamız gereken iş, tehdit odaklı bir içe kapanma yerine,
fırsat odaklı bir dışa dönüklüğü seçmek ve toplumsal enerjiyi bireyin aklı ve
vicdanını özgürleştirmek suretiyle serbest bırakmaktır. Bunun için elimizdeki
en önemli araçlardan birisi, hiç şüphesiz, laikliktir. Ancak, bu kavram
etrafındaki tartışma ve uzlaşmazlıklara bir son vermemiz kaçınılmaz bir öncelik
olarak gözükmektedir.
Kimilerinin, laikliği, insanımızın aklını
özgürleştiren ama vicdanını baskılayan anlayışları karşısında, kimilerinin,
vicdanı özgürleştirirken eleştirel aklı baskılayan anlayış ve yorumları, toplum
yaşantımızda gerilim, sürtünme enerjisi yaratan bir israfa dönüşmektedir.
Laiklik, insanın hem aklı hem vicdanıyla özgürleşmesi ve bu yolla
çağdaşlaşmasıdır. Bu gerçeği toplumsal ve siyasal hayatımızın derinliklerine
nüfuz eden bir kültüre, yaşama biçimine dönüştürebildiğimiz zaman, Atatürk'ün
işaret ettiği muasır medeniyet seviyesinin önüne geçmek noktasında büyük
atılımlar gerçekleştirebileceğimizden hiçbir kuşkum yoktur. Bugün de bu sınavı
vermek, sadece tarih karşısında değil, gelecek kuşaklara karşı da
sorumluluğumuzu yerine getirmek yükü omuzlarımızdadır. Bu sorumluluğun gereğini
yerine getirmek için ülkemizin sorunlarını kendi ortak aklımızla
çözebileceğimize inanmak, emin olunuz, yeterlidir.
Burada tüm milletvekili arkadaşlarıma bir
kez daha hatırlatmak ve bir çağrıda bulunmak istiyorum: Geçmişi unutmayalım;
ama, geriye de bakmayalım. Sorunlara odaklanıp, toplumun enerjisini ve
dikkatini dağıtıp israf eden, siyasî rekabeti, toplumun gelecek umutlarını
kıran ve toplumsal gerginlikleri artıran siyaset yaklaşımlarından mutlaka uzak
durmalıyız. 86 yıl önce bu Meclisi kuranlar, eyyamcılığı, teslimiyeti ve
korkaklığı yenerek bunu başardılar.
Bu millet, her zaman olduğu gibi, milletin
hukukunu ve ülkenin menfaatlarını koruyup gözeten, emanetini layıkıyla taşıyıp
yüksekte tutan evlatlarını baş tacı edecektir. Çünkü, milletin efendisi, daima
milletine hizmet edendir.
Bu duygu ve düşüncelerle Yüce Meclisin
açılışının 86 ncı yılında Yüce Önder Atatürk'ü ve milletimizin istiklal ve
istikbaline hizmet etmiş olan tüm şehitlerimizi ve gazilerimizi rahmet ve
şükran duygularımla anıyorum. Bu mutlu günümüzde sevgili çocuklarımızın
bayramını bir kez daha kutluyorum. Vekili olduğum milletime saygılarımı,
sevgilerimi ve gönülden sadakatimi sunuyorum. (Anavatan Partisi sıralarından
ayakta alkışlar, AK Parti ve CHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Sayın Mumcu, çok teşekkür ederim.
Söz sırası, Doğru Yol Partisi Genel
Başkanı Sayın Mehmet Ağar'a aittir.
Sayın Ağar, buyurun efendim. (Alkışlar)
DOĞRU YOL PARTİSİ GENEL BAŞKANI MEHMET
KEMAL AĞAR (Elazığ) - Sayın Cumhurbaşkanımız, Sayın Türkiye Büyük Millet
Meclisi Başkanı, sayın milletvekilleri; konuşmama başlarken, başta Gazi Mustafa
Kemal Atatürk olmak üzere, Birinci Meclisimizin bütün üyelerini rahmet ve
şükranla yâd ediyorum. Meclisimizin açılışının 86 ncı yıldönümünü ve bugünü
armağan ettiğimiz çocuklarımızın 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını
içtenlikle kutluyorum.
Bu bayramın taşıdığı anlama uygun olarak
dünyanın dört bir yanından gelip misafirimiz olan ve burada kardeşlik havasını
ve coşkuyu teneffüs eden çocukların şahsında tüm dünya çocuklarına da mutlu bir
geleceği içtenlikle diliyorum. İnşallah, bu çocuklarımız vasıtasıyla dünyaya
yayılacak kardeşlik iklimi, gelecekte dünyamızı daha yaşanır kılacak, ırkına,
milliyetine ve dinine bakılmaksızın bütün insanlık için daha yaşanılır bir
dünyanın oluşmasına katkıda bulunacaktır.
Bütün samimiyetimle, 23 Nisan 1920'de
açılan Meclisin havasının, ruh halinin ve iradesinin hem bugünkü Meclisimize
hem de dünyanın her yerindeki milletleri adına karar verme, irade ortaya koyma
noktasındaki meclislere de hâkim olmasını temenni ediyorum.
Türkiye, Gazi Mustafa Kemal Atatürk
önderliğinde, temel hedef olan millet iradesini hâkim kılma yolunda çok
mesafeler kaydetmiştir. Vazgeçilmezimiz olan demokrasi temel zeminimizde,
demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti modelinde tek belirleyici güç, Yüce
Türk Milletinin yüksek iradesi olacaktır ve bu yolda azim ve kararlılığımız
eksilmeksizin devam etmelidir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri;
Birinci Meclisin fotoğrafları hepimizin gözlerinin önünde; fukara
kıyafetleriyle, bastonuyla, ceketiyle mebus fotoğrafları; milletin
fotoğraflarından farkı olmayan fotoğraflar; yani, Ulus Meydanı'nın aynası olan
Meclis koridorları, o fotoğraflar her yerde ve hepimizin gözünün önünde. O
Meclisin mebuslarının, Taş Handa, Tacettin Dergâhında, hangi şartlar altında
yaşadıklarını az çok hepimiz biliyoruz. Kalacak yer bulamayanların, hangi amaç
uğruna, eş, dost, tanıdık, kimi buldularsa da onun evine sığındıklarını da
biliyoruz; o günkü Meclisin çatısı altında olanlardan hiçbirinin, bu çileleri,
ikbal uğruna çekmediklerini de biliyoruz. Bilmeyenler için söyleyelim: Onlar
bir gaye için Ankara'da toplandılar, onları bu zorluklara katlanmaya razı
kılan, peşinde koştukları yüce ve mukaddes bir gayeydi. O gayenin ne olduğunu
da bu Meclisin her ferdinin öğrenmesi gerekir. Öğrenmeli ki, o Meclisin ruhu,
bu Mecliste de yaşayabilsin. O Meclisin müzakerelerini açıp okumak, hepimiz
için zaman zaman yapılması lazım gelen bir görevdir. O Meclisin fotoğrafları
hafızalarda hep yaşamalıdır; çünkü, o Meclis, tam da milletle aynı surete
sahip, milletle aynı dili konuşan bir Meclistir; diliyle de, haliyle de,
fikriyle de millettir; milletle aynı düşünen, milletle aynı yaşayan meclistir
Birinci Meclis.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri;
şimdi, size, hepinizin ismini duyduğunu ümit ettiğim, Birinci Meclisin Dersim
Mebusu Diyap Ağa'dan iki adet anekdot aktaracağım. Bunlardan birincisi: Diyap
Ağa mebus olarak Ankara'ya gidecektir; hemşerileri sitemkâr bir tarzda
serzenişte bulunurlar: "Ağa, sen mebus oluyorsun, buralardan da
gidiyorsun, artık, bizi unutursun" demişlerdir. Cevabı şudur: "Ben
sizin sütünüzün mayasıyım, bunu bilesiniz" der ve Ankara'ya doğru gider.
İkinci hatırası da: Yunan Ordusu
taarruzdadır. Türkiye Büyük Millet Meclisi orduları Sakarya'nın güneyine
çekilmiş, Mecliste de, Kayseri'ye ya da Konya'ya taşınmanın seçenekleri
tartışılmaktadır. Bu ortamda Diyap Ağa kürsüye çıkar "biz, buraya, kaçmaya
değil, ölmeye geldik" der ve Meclis Ankara'da kalır. (Alkışlar)
Bir tek vatandaşının derdini -hem vatan
topraklarının bir bölümü işgal altındayken- saatlerce Meclis gündemine taşıyan
ve en önemlisi, o dertlere derman bulan bu Meclistir. Bugün tartışılmaz kabul
ettiklerimizi tartışan da o Meclistir.
Değerli arkadaşlarım, bu örnekleri
uzatabiliriz. Bunların hepsi bu Meclisin çatısı altında yaşandı ve bu
yaşananların ve söylenenlerin hepsi de bu Meclisin arşivlerinde ve zabıtlarında
mevcut.
Meclisin bugün mekânı değişmiş olabilir,
koltukları da değişmiş olabilir, bütün bunların hepsiyle birlikte, Meclisteki
simalar da değişmiş olabilir. Ancak, o Meclisten bu Meclise değişmemesi gereken
bir şey var: O Meclisin ruhunu bu Meclise taşımalı, o ruh, bugünkü bu Meclisçe
de yaşatılmalıdır; çünkü, bugün sıralarında oturduğumuz bu Meclis, kurtuluşun
Meclisidir; bu Meclis kuruluşun Meclisidir; bu Meclis kurucu Meclistir, kuran,
yüksek bir iradenin Meclisidir. Bu Meclis, Anadolu'ya sığınan ve elde
kalanların hepsinin; ama, bilaistisna hepsinin ve herkesin Meclisidir; ırkına,
meşrebine, mezhebine, dinine, varlığına, yokluğuna, kılığına, kıyafetine
bakılmaksızın, herkesin meclisi olmuştur. Bu Meclisin mayasında, milletin
mücadele azmi, sarsılmaz iradesi, âlicenap ruhu vardır. Onun için, bugün,
konuşurken, yazarken, düşünürken, o Meclise hâlâ atıfta bulunuyoruz, o Meclisin
zabıtlarından milletin duygularını okuyoruz, o Meclisin zabıtlarından milletin
sesini dinliyoruz.
Değerli arkadaşlarım, o Meclisin bugün
hâlâ yücelttiğimiz özelliği, o Meclisin salonlarında, milletin, yalnızca
milletin sesinin yankılanmasıydı. Bunu şunun için söylüyorum: Siyaset kurumu,
hangi araştırmaya bakarsanız bakın, güven sıralamasında aşağıya doğru
düşmüştür. Milletvekilliği, güçlü bir itibarın sahibi olmanın arayışı
içerisindedir. Müşterek vazifemiz, milletvekilini, millet karşısında, başı
eğik, boynu bükük hale getirmemektir. Bunun yolu, kahvenin, sokağın, mutfağın
gündemini siyasetin gündemi haline getirmekten geçer; bunun yolu, feryat eden
çiftçinin, kepenk kapatan esnafın, ülkenin her yerinde can ve mal endişesi
taşıyan vatandaşın dertlerine çarenin bu Mecliste konuşulmasından, bu Mecliste
aranmasından ve bu Mecliste bulunmasından geçer.
En başta söyledim; Diyap Ağa ne diyordu
hemşerilerinin endişesini giderirken: "Ben sizin sütünüzün
mayasıyım." Sorduğum sual şudur: Meclis, bugün, milletin mayası olmak
mecburiyetindedir. "Mayası mıdır, değil midir" sorusunun millet vicdanında
bir cevabı vardır ve bu cevap, inşallah, hepimizin yüzünü güldürecek ve yüzünü
ağartacak bir cevaptır. Millet, bu Meclisten, o Meclisin ruhunu istiyor; itibarı
güçlendirmek için, o ruhu geri istiyor; o Meclisin cesaretini bu Mecliste
görmek, o Meclisin iradesini bu Mecliste görmek, o Meclisin kararlılığını bu
Mecliste bulmak istiyor; daha önce gördüğünü görmek istiyor; rahata değil
meşakkate, şöhrete değil itibara talip olan insanların yoğunlukla var olduğu Meclisi
görmek istiyor.
Değerli arkadaşlarım, Meclisin iradesi
zedelenmişse Türkiye'nin iradesi zedelenir, Meclisin cesareti kırılırsa
Türkiye'nin cesareti kırılır, Meclisin ufku daralmışsa Türkiye'nin de ufku
daralır. Bu Meclisin Türkiye hayalleri tükenmişse, Türkiye'nin hayalleri
tükenir. Sonuç olarak, bu Meclis nasıl bir Türkiye'yi tahayyül ediyorsa,
gelecekteki Türkiye de mutlaka öyle olacaktır. Onun için, hiç kimsenin, bu
Meclisin Türkiye ufkunu daraltmaya, Türkiye için hayal kurmasını engellemeye
hakkı yoktur. Doğru Yol Partisi olarak davamız, Meclise asliyetini iade etmek;
yani, süt ile mayayı ayırmamak sözünü vermektir.
86 ncı yılda, bugüne bizi taşıyan, başta
Büyük Önder Atatürk, O'nun değerli Birinci Meclis arkadaşları olmak üzere,
tekrar, rahmetle ve şükranla kendilerini yâd ederken, Türkiyemizin güçlü
geleceğinin, bugünkü çocuklarımızın gelecekte alacakları yönetim makamlarıyla,
her zamankinden daha parlak, daha muhteşem olacağına inancımı gönülden
tekrarlıyor; hepinizi, en içten duygularımla, saygılarımla selamlıyorum.
(Alkışlar)
BAŞKAN - Sayın Ağar, çok teşekkür ederim.
Son konuşma, Halkın Yükselişi Partisi
Genel Başkanı Sayın Yaşar Nuri Öztürk'e aittir.
Sayın Öztürk, buyurun efendim. (Anavatan
Partisi sıralarından alkışlar)
HALKIN YÜKSELİŞİ PARTİSİ GENEL BAŞKANI
YAŞAR NURİ ÖZTÜRK (İstanbul) - Yüce Meclisin Sayın Başkanı, Saygıdeğer
Cumhurbaşkanım, değerli milletvekilleri, saygıdeğer konuklar; Millî Egemenlik
ve Çocuk Bayramımızı bütün içtenliğimle kutluyor, Halkın Yükselişi Partisi ve
şahsım adına, hepinize saygılarımı, sevgilerimi sunuyorum.
Burada, Sayın Başkandan başlayarak, millî
irade meselesi, doğal olarak, Millî Egemenlik Gününün anıldığı bu saatlerde,
hatta, bazı eleştirel ifadeler de kullanılarak gündeme getirildi.
Şimdi, ben, bir eleştiri değil, ama bir
tespit yapmak istiyorum; çünkü, milletin yasama iradesinin anıtı, Kâbesi
buradır. İleriye yönelik, bunun üzerinde hepimizin düşünmesi lazım.
Şimdi, millet iradesi burada tecelli eder.
Yalnız, dünyanın mutlaka gördüğü, ama bazı gerekçeler ve hesaplarla ifade
etmediği, telaffuz etmediği bir gerçeği bizim görmemiz lazım ve bunun önlemini
almamız lazım.
Şimdi, bu Meclis, bugün, şu haliyle, 360
kişilik bir sandalyeyle temsil edilen bir iktidara sahiptir; öyle bir hükümet
çıkmıştır. Bu hükümetin ve bu sandalye sayısının arkasında, kullanılan oyların
yüzde 34'ü, geçerli oyların yüzde 24'ü vardır. Yani, şimdi, bunu millet
iradesinin tecelligâhı olan bu mekânda millî egemenlik tartışılırken, hiç
değilse, bir biçimde ifade etmek lazım. Kopenhag Kriterlerini bize ısrarlı bir
biçimde veren ve hatta dayatan Batı'nın, bilmiyorum, hesaplarına uygun olsaydı
"ben, yüzde 24 oyla yüzde 67 sandalye alan bir hükümeti, Kopenhag
Kriterlerine uygun, demokratik bularak, onu muhatap almam" der miydi,
demez miydi? Bu sorunun sorulması gerekir; ama, benim esas konuşmam o değil.
Değerli milletvekilleri, laik ve
demokratik Türkiye Cumhuriyetinin egemenliği konusundan hangi vesileyle
bahsedilirse edilsin, cumhuriyetin kuruluş yıllarında karşılaştığımız bazı
badireler akla gelir ve onlar, bugün de akla gelmektedir. Egemenliğimizin daha
ilk günlerinden beri karşılaştığı temel tehlikeler, bugün de aynıdır ve daima
şu iki başlık altında belirginleşmektedir: Birincisi irticaî tehdit, ikincisi
bölücü tehdit. Dikkatlerden kaçmayan bir başka nokta da bu iki tehdidin her
zaman ve tartışmasız bir biçimde dışarıdan kotarıldığı ve içimizden kendisine
destek ve yandaş bulduğudur.
11 Eylül terör olayının ardından,
siyasetlerini, din, özellikle, İslam ekseninde yoğunlaştıran Batı, Türkiye'de
laik devletin egemenliğini sarsmak ve ülkemizi BOP projesi için bir atlama taşı
ve ikmal merkezi haline getirmek maksadıyla, beklentisini daha çok irtica
odaklı tahribe yönlendirmiş bulunuyor.
Sayın milletvekilleri, irtica denince ne
anlamaktayız; bugün, aktüel konu, Bakanlar Kurulundan Millî Güvenlik Kuruluna
kadar konuşuluyor. Cumhuriyetin banisi Büyük Atatürk, irtica denince ne
anlıyordu; bunun cevabı ciddî biçimde tespit edilmezse, ülkede hem tahrip
kendini rahatlıkla saklar, hem de dindar insanlar rahatsız olur ve bu ülkenin
zararına olur sonuçta.
Değerli milletvekilleri, irtica, dinin
ihanet aracı yapılması halinde vücut bulan kötülüğün adıdır. Kurtuluş Savaşının
zabıtlarını, tarihî vesikasını ve nihayet, lügatini kullanır, iyi tespit
ederseniz, oradan ciddî bir irtica tanımı çıkar. İrtica, tarihte hep Hıristiyan
Batı çıkarlarına kullanılmış ve işletilmiştir. Bunu da görmek lazım. Günümüzde
daha çok "siyasal İslam" unvanıyla Batı tarafından sahneye çıkarılan
irtica, tarihi boyunca, desteği, itibarı, alkışı Müslümanlardan almış; ama,
hizmeti, bilerek veya bilmeyerek, bir biçimde Batı emperyalizmine vermiştir. Ne
ilginçtir ki, bunu da tespit etmek lazım tarihin önünde, İslamın ana kaynağı
Kur'an, irticaı, hem de irtica kökünden bir kelime kullanarak "ehlikitap
hesabına işleyen fitne" olarak tanıtmaktadır. İrticaın bu omurga
noktasının iyi yakalanması lazım.
Bizim Kurtuluş Savaşı destanımız, temelde
iki düşmana karşı verildi. Bunları da Kurtuluş Savaşı zabıtlarından alıyorum.
Birisi vatansızlar, birisi de imansızlar. Atatürk, şöyle diyor bunu ifade
ederken: "Birtakım vatansızların ve dinsizlerin propagandaları, bizim için
hareket düsturu olamaz. Kurtuluş Savaşının serüvenini basiretle inceleyenler
görürler ki, vatansızlar içinde önemli miktarda mürteci vardır, yani, din
perdesi altında ülke aleyhine hıyanet sergileyenler.
Aziz milletvekilleri, şunu görmezlikten de
gelemeyiz, üzerinde düşünmekten de kendimizi vareste tutamayız: Kurtuluş Savaşı
verilirken, Kuvayi Milliye askerleri, altında şeyhülislam fetvası olan bir
yazıyla ve Yunan uçakları, işgalci Yunan uçakları marifetiyle Anadolu halkının
üstüne atılan bu fetvayla, kâfir ve katli vacip asiler olarak
nitelendiriliyordu. Bunu görmeden Türkiye'nin geleceğine şekil vermenin ve
kendimizi aldanmaktan kurtarmanın bir çaresi olacağı kanaatinde değiliz.
Eğer ortada bir ihanet yoksa veya bir
dalalet yoksa din üzerinden oynanan, din omurgalı yanlışlar irtica diye
anılamaz. Bu da çok hayatîdir. Bu ikisini birbirinden ayırmazsanız, dindar ile
dinciyi ve din üzerinden hıyanet yapan ile din konusunda yanlışları olanı
birbirine karıştırırsınız ve bu bir facia olur. Dindardaki yanlışlar, teknik
tabirleriyle hurafe olur, cehalet olur, geleneksel tutuculuk olur. Bunların
tümü, bilgisizlik, bilinçsizlik olayıdır. İrtica ise, bilinçli ve organize bir
hıyanet ve dalalet olayıdır.
Atatürk'ün gözüyle irtica nedir sorusuna da bakmak lazım. Atatürk, irticaı
iki temel açıdan değerlendirmektedir; birisi felsefî ve genel açı, öbürü
Kurtuluş Savaşı yapısı açısından. Birinci anlamda irtica, ölümsüz Atatürk'e
göre, hayatı geri götüren ve güzel olan her şeyi tahribe yönelen bir şer
unsurdur. Şöyle diyor: "Hayatın felsefesi, tarihin garip tecellisi şudur
ki; her iyi, her güzel, her faydalı şey karşısında onu imha edecek bir kuvvet
belirir. Bizim lisanımızda buna irtica denir." Bu, genel çerçeve.
"Kurtuluş Savaşı destanının ölümsüz erleri irticaa karşı da savaş
vermişlerdir." Sadece işgalcilere karşı verilmiş bir savaş değil Kurtuluş
Savaşı. "Bu erler, sarayın Teali İslam Cemiyeti adı altında memleketin her
tarafında irtica hareketleri tertiplediğinden, onlarca defa şikâyetçi
olmuşlardır."
İrticaın, İslamın Batı'daki baş düşmanı
-bu, Atatürk'ün tabiridir- İngilizler
tarafından beslenip kotarıldığı, Atatürk'ün, altını sürekli çizerek ifade
ettiği bir gerçektir, 30'a yakın yerde benim tespitim. Atatürk'e en büyük
düşmanlığı da İngilizlerin yapması sebepsiz değildir. Bu da Kurtuluş Savaşı
zabıtlarında var.
İrtica hıyanetinin Kurtuluş Savaşına
problem çıkardığı günlerde, Atatürk şunu söylemiştir…
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından
kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Öztürk, lütfen devam
ediniz.
YAŞAR NURİ ÖZTÜRK (Devamla) - "İrticaî hareketin teşvikçisi
İngilizler olup, merkez beyni de İstanbul'dadır" diyor Büyük Atatürk.
İrticaın, yine o günlerde Ermeni hainleriyle işbirliği yaptığını da Kurtuluş
Savaşıyla ilgili zabıtlardan öğreniyoruz.
Değerli arkadaşlar, Atatürk, irtica gibi
hurafeye de karşıdır; ama, hurafeyi irticayla aynı kefeye asla koymamıştır.
Bizim, sanıyorum ki, 2000'li yıllarda, hâlâ, içine düştüğümüz ciddî hatalardan
birisi budur. Atatürk hurafeye de karşı, doğru; ama irticaa karşı tavrı
hurafeye karşı tavrından farklıdır. Hurafeye hepimiz karşıyız. İrticaın ağır
biçimde mahkûm edilişi, dinsel karakteri yüzünden değil, hıyanet karakteri
yüzündendir. Mürteci hain kadrolar, işin bu püf noktasına asla değinmezler, tam
aksine, onu sürekli gözden kaçırarak, Atatürk'ü irticaa karşı değil de, dine
karşı gösterirler. Oysaki, Atatürk, hıyaneti söz konusu olmayan dinsel karşı
çıkışların hiçbir eksikliğine, hiçbir hurafesine bakmadan onları bağrına
basmış, hatta yüceltmiştir. Şu tarihî tespiti, O'nun ağzından arz etmek
istiyorum; diyor ki: "Müslüman ahaliden vatan haini olanlardan
gayrısının manevî kuvvetleri pek
yüksektir. Anadolu'ya kalpten bağlanarak geleceği beklemektedirler." Eğer
dinî olumsuzlukların içinde dalalet ve hıyanet karakteri yoksa, Atatürk,
bunları, düşman bellememiştir; bunları, uyarı odağı olarak ve bunları acıma
odağı olarak görmüştür.
Bir tarif daha veriyor: "Vicdan
yerine düşman parası tanıyan alçaklık!.." Bunların kaynakları, hepsi
burada yazılı; merak eden arkadaşlara veririm.
Bir tanım daha veriyor "millete
düşman, düşmanlara dost olarak takip edilen haince siyaset" diyor.
Değerli milletvekilleri, Atatürk'e dinmez
bir hınç ve hatta kin duyan Batı, irticaî hareketleri, antiemperyalist Atatürk
cumhuriyetini kundaklama aracı olarak sürekli kullanmıştır ve ne yazık ki,
bugün de kullanmaktadır. İslam dünyasında emperyalizme karşı mücadele ederek
onu mağlup edip ona rağmen devlet kuran tek ülke Türkiye, tek lider de Mustafa
Kemal Atatürk'tür. Onun içindir ki, emperyalizmin temsilcileri, uzantıları ve
dahildeki hizmetçileri, Atatürk'ü içlerine asla sindirememişler; onu, her
zaman, yok etmek ve yıkmak için uğraşmışlardır.
Atatürk devriminin sağladığı muhteşem
gelişme, Türkiye'de -konuşmacı arkadaşların hemen hepsi bir biçimde temas etti-
bu gelişme, Batı'daki benzeri gelişmelerden çok daha fazla bir şeydir; çünkü,
Batı'da böylesi bir gelişme, -Sayın Baykal ona kısmen temas etti- dinin insan
hayatından tümden kovulmasıyla sağlanmıştır. Oysaki, bizde bu gelişme,
Atatürk'ün ışığı sayesinde, dinin gerçeği ve ruhuyla kucaklaşan bir gelişmedir.
İşte 100 000'e yakın cami, işte Türkiye…
Türkiye Cumhuriyeti sadece işte bunun
için, Türkiye Cumhuriyeti sadece bizim için değil, bütün İslam dünyası için bir
tür kutsal emanettir. Demokrasi ve ilerleme adına İslam dünyasına bugün nelerin
reva görüldüğüne bakarsak, bu emanetin anlam ve önemi, bir kere daha, önümüzde
tebellür eder. Bu emanetin anlamlarından biri de, bağımsızlık, demokrasi ve
gelişmeyi emperyalizmin boyunduruğuna girmeden sağlamış olmaktır. Atatürk,
emperyalizme karşı mücadelede, İslamın ve Müslümanların istiklal, şahsiyet ve
direnişini feda etmeden demokrasiyi ve ilerlemeyi gerçekleştiren tek liderdir.
Başkalarının vesayet ve boyunduruğuna girmeden, İslamın temel değerlerini
koruyarak, demokrasi ve çağdaşlaşmanın olabileceğini fiilen gösteren de O'dur.
Emperyalist ruh ve emellerini bugün
küreselleşme perdesi altında yaşatan Batı, işte bu yüzden, İslam dünyasında iki
mirasın tahribini esas almıştır, stratejilerinin omurgasına oturtmuştur: Bu
miraslardan birincisi, Hazreti Muhammed mirasıdır, yani, İslamdır; ikincisi de,
Mustafa mirası, yani, Atatürk Cumhuriyetidir. Egemenliğimizin, Kurtuluş
Savaşında ve bugün, temel ve yıkılmaz direnç kaynağı olan bu iki miras, çeşitli
bahaneler, operasyonlar, müdahalelerle yozlaştırılarak etkisizleştirilmek
istenmektedir. Türkiye, bu iki mirasın en dirayetli coğrafyası olduğu içindir
ki, BOP ve benzeri sömürü ve istila projelerinin, öncelik ve ivedilikle hedefe
Türkiye'yi yerleştirdiklerini görüyoruz. Türkiye, sadece anavatanı olduğu
Atatürk mirasına yönelik tahribin değil, İslam mirasına yönelik tahribin de
temel hedefi olmuştur. 11 Eylül sonrasının din ve özellikle İslam ekseninde
seyreden siyasetlerinden en büyük ıstırap payını da, ne yazık ki, Türkiye
almaktadır. Gelişmeler iyi niyetle değerlendirilseydi, bunun tam aksi olmak
lazım gelirdi.
Değerli arkadaşlar, İslam mirasını
çökertmek için Hazreti Muhammed'e hakaret ve Muhammed devrinin bittiğine
ilişkin kampanyalar açıldı Batı'da. İki strateji belirlenmiştir bu noktada:
Birisi, Muhammed'e hakaret; birisi de, İsa'yı tek kurtarıcı olarak tekrar geri
getirmek. Birinci strateji, Müslüman düşmanı Batılılara yazdırılıp çizdirilen
hakaretlerle yürütülürken; ikinci strateji, Türkiye'deki dinci cemaatlerin İsa
methiyeleriyle kotarılmıştır. İsa, hepimizin peygamberi. Biz, aynı kendi
peygamberimiz gibi bir milim eksiği olmadan ona saygı duymak zorundayız; ama,
bu saygı Hazreti Muhammed'i ve nihayet İslam coğrafyalarında İslam mirasının
tahribini maskelemek için bir bahane yapılamaz. Yapılan budur.
BOP Projesine bir peygamber aradılar; o,
yeniden gelecek İsa; öyle belirlendi. Bir kitap lazımdı; onu da
İncilleştirilmiş Kur'an olarak belirlediler. İslam mirasının tahribi sadedinde,
dinlerarası diyalog, karma namaz, Kalvenist ve Protestan İslam denemelerinden
sonra, Kur'an'ın İncilleştirilmesi sürecini de açtılar, yokladılar milleti;
başarı çıkmadı tabiî.
Atatürk mirasına yönelen şer ise,
tahribatını üç başlık altında öne çıkarmaktadır: Kişiden gittiğinde Atatürk'e
saldırmakta, ilkeden gittiğinde laikliğe saldırmakta, kuvvet ve kurumdan
gittiğinde Türk Silahlı Kuvvetlerine saldırmaktadır. Bunu, bazen sinsi,
maskeli; bazen açık, zamana zemine göre seçeceği yolla ve sistemle yapmaktadır.
Türkiye'yi ve Türk Devletinin egemenliğini tahrip siyasetlerinin saldırı
hedeflerinde daima bu üç değer vardır.
Milletimizin hâkim kanaati şudur
-sözlerimi bitirmek istiyorum- Atatürk mirasını bir direnç gücü olmaktan
çıkarıp, Anadolu'da 1071 Malazgirt'ten beri sürdürülen kavgayı tamamlamak
istiyorlar. Kavganın Batı hesabına tamamlanmasını, Çanakkale ve Kurtuluş
Savaşında Batı için büyük bir hayal kırıklığına dönüştüren Atatürk'tür. O
yüzdendir ki, egemenliğimizi tacize yönelik bütün sataşmaların ilk hücum hedefi
Atatürk ve onun büyük mirasıdır.
Değerli arkadaşlar, Batı, bir kin ve inat
uğuruna akıl almaz çelişkilerin girdabına düşmektedir. Bir yandan, Türkiye'de,
bugün, Amerika ve Avrupa basınında, özellikle Amerika'da, İslama faşist bir
gelişmenin Atatürk rejimini yıkmak istediğini söylüyor; öte yandan, Hantington
kuramları ve Avrupa Parlamentosu raporlarıyla bize "Atatürk'ten
vazgeçin" dayatması yapmaktadır. İşte, çelişki ve tutarsızlık budur. Batı,
özellikle ABD, eğer Türkiye'de böyle bir gidiş olduğuna inanıyor ve bundan
ürküntü duyuyorsa, BOP meyanındaki ılımlı İslam projesinden vazgeçip,
Türkiye'nin de, kendisinin de hayrına olacak yeni bir proje öne çıkarmalıdır.
Değerli milletvekilleri "ılımlı
İslam" adıyla küresel Hıristiyan odakların öne çıkardığı projenin
yarattığı tahrip ve hayal kırıklığı çok derin olmuştur. Bunun yarattığı
travmadan halkımız hâlâ kurtulmuş değildir. Ortadoğu'yu, ama öncelikle
Türkiye'yi hedef alan bu ılımlı İslam nedir? Siyaset, bu eksende yürütülüyor.
Bununla kastedilen bizim dinimiz İslam olamaz; çünkü, İslamın ana kaynağı
Kur'an, getirdiği dinin adının tek kelimeyle İslam olduğunu ve bu ad üzerinde
hiçbir kişi ve kuvvetin operasyon yapma hakkı olmadığını açık ve ısrarla
bildirmektedir. O halde, ılımlı İslam denilen, ne idüğü belirsiz, sözde dinin
merkezine oturduğu BOP Projesi, o proje de bizim içinde yer alacağımız bir
proje olamaz. Bizim içinde yer alacağımız bir projenin, her şeyden önce bizim
temel değerlerimizi tahrip etmemesi gerekir ve bir de, bu projede, bu
coğrafyanın kaderiyle ilgili kararların alındığı masada Türkiye'nin olması
gerekir. O masada olmayan Türkiye'ye, masada kararlar alındıktan sonra
taşeronluk ve hizmet görevi -yıllardan beri yapılan budur- verildiğinde, buna,
Büyük Türkiye'nin ve bu ülkenin millî iradesinin saygı duyması ve geçit vermesi
mümkün olmamalıdır diye düşünüyoruz.
BAŞKAN - Sayın Öztürk, çok affedersiniz…
Bütün konuşmacılar süreleri içinde kaldılar, hatta 10 dakikayı bile geçmediler.
Lütfen, konuşmanızı tamamlar mısınız.
YAŞAR NURİ ÖZTÜRK (Devamla) - 20 dakika
konuşan var Sayın Başkan!.. Sayın Baykal 20 dakika konuştu!..
BAŞKAN - Sayın Baykal 20 dakika konuşmadı,
çok az bir süreyle aştı…
YAŞAR NURİ ÖZTÜRK (Devamla) - Tam 20
dakika konuştu.
BAŞKAN - Diğer üç konuşmacı, 10 dakikayı
bile tamamlamadı.
YAŞAR NURİ ÖZTÜRK (Devamla) - Peki
"kes" derseniz keserim Sayın Başkanım.
BAŞKAN - Kesmiyorum ama…
YAŞAR NURİ ÖZTÜRK (Devamla) - Zaten yılda
bir defa konuşuyorum benim grubum filan olmadığı için.
BAŞKAN - Efendim, böyle bir günde hatibin
sözünü kesmek büyük bir saygısızlık olur.
YAŞAR NURİ ÖZTÜRK (Devamla) - 2 dakika
daha…
BAŞKAN - Ben, buna dikkat ediyorum; ama,
20 dakika oldu.
Lütfen, tamamlar mısınız.
YAŞAR NURİ ÖZTÜRK (Devamla) - Peki,
teşekkür ediyorum Sayın Başkanım.
Saygıdeğer milletvekilleri, son
zamanlardaki karikatür krizinin Müslüman vicdanlarda açtığı yara da çok derin olmuştur.
Ilımlı İslam denen bu dayatma din
projesinin, Türkiye açısından ikinci tahribine de dikkat çekmek lazım. Bu da,
demokratik, laik, hukuk devleti için yarattığı tehdittir. Türkiye Cumhuriyeti
bir din devleti midir ki, ılımlı İslam türünden bir tercih kendisine öneriliyor
veya dayatılıyor?! Burası, anayasal, laik, bir hukuk devletidir; yani, bize bir
din devleti türü değil de falancası diye bir dayatmanın yapılması, Türkiye'de
millî egemenliğin tahribinin bir başka ifadesi olarak görülmesi lazım. Eğer,
ılımlı İslamla Türkiye dışındaki ülkelere bir şeyler verilmek isteniyorsa, o
zaman, karma namaz, Kalvenist ve Protestan İslam denemelerini, mesela Suudi
Arabistan'da, Katar'da, Kuveyt'te, Irak'ta yapsınlar. Ilımlı İslam böylesine
bereketliyse, Irak'ı neden kanlı bir işgalle dehşet cehennemine döndürdüler;
götürselerdi ılımlı İslamı, iki hafta sonra demokrasi gelseydi.
Değerli arkadaşlar, Batı, Türkiye'de,
kendine itaati dinleştirecek bir din devleti kurmak istiyor. Bu istek,
Türkiye'de, Batı'nın çıkarlarına zarar vereceği düşünülen toplumcu gelişmelerin
ezilmesi pahasına işlerlik kazanmaktadır. Batı, bir yandan, İslamdan nefretini
her vesileyle dile getiriyor, öte yandan, kendisine itaatkâr olacağını
düşündüğü hurafeci bir din modelini, Türkiye'yi kullanarak yaygınlaştırmak ve
diğer İslam coğrafyalarına da dayatmak istiyor.
Değerli milletvekilleri, Batı'nın, Atatürk
cumhuriyetini tahripte ikinci kanadı olan AB, egemenliğimizi taciz anlamına
gelecek taleplerini, açık veya dolaylı yollardan, giderek artan bir dozda
sıralamayı sürdürmektedir. Son talepleri, Fırat ve Dicle havzasının kontrolünü
ele almak olarak ifade edildi. Türkiye'nin, AB'ye ortaklık hayali uğruna,
artık, verecek hiçbir şeyinin kalmadığı düşüncesindeyiz. Bu hayale ulaşmak için
biz ısrar ettikçe, onlar verilemeyecek şeyler istemektedirler. Türkiye, artık,
verilecek bir şeyi kalmadığını anlamak ve kabul etmek zorundadır diye
düşünüyoruz. Türkiye, AB'ye ortaklık hayalinden vazgeçip, alternatifini, kendi
ruh ve dirayetinden kendisi yaratmalıdır.
Değerli milletvekilleri, değerli konuklar;
son bir cümle olarak şunu arz etmek istiyorum: Kurtuluş Savaşı gibi muhteşem ve
müthiş bir destanı yazmış milletin çocuklarının, muasır medeniyet seviyesinin
üstüne çıkmak için gereken ateşi kendi topraklarından yaratacak gücü
göstereceklerine olan inancımı tekrarlıyor; Yüce Meclisi ve değerli konukları
saygıyla selamlıyorum. (Alkışlar)
BAŞKAN - Sayın Öztürk, çok teşekkür
ederim.
Sayın milletvekilleri, Türkiye Büyük
Millet Meclisinin kuruluşunun 86 ncı yıldönümünün ve Ulusal Egemenlik ve Çocuk
Bayramının kutlanması ve günün önem ve anlamının belirtilmesi amacıyla yapılan
konuşmalar tamamlanmıştır.
Sözlü soru önergeleri ile diğer denetim
konularını sırasıyla görüşmek için, 25 Nisan 2006 Salı günü saat 15.00'te
toplanmak üzere, birleşimi kapatıyorum.
Kapanma
Saati: 15.44