DÖNEM : 22 CİLT : 1 YASAMA YILI : 1
T. B. M. M.
TUTANAK DERGİSİ
4 üncü Birleşim
26 . 11 . 2002 Salı
İ
Ç İ N D E K İ L E R
I. - GEÇEN TUTANAK ÖZETİ
II. - GELEN KÂĞITLAR
III. - BAŞKANLIĞIN GENEL
KURULA SUNUŞLARI
A) TEZKERELER VE ÖNERGELER
1. - Karadeniz Ekonomik İşbirliği Parlamenter Asamblesi
(KEİPA) Başkanı Apostolos Kaklamanis’in Atina’da düzenlenecek 20 nci KEİPA
Genel Kuruluna KEİPA Türk Delegasyonunu davetine icabet edilmesine ilişkin
Başkanlık tezkeresi (3/4)
B) ÇEŞİTLİ İŞLER
1. - Plan ve Bütçe Komisyonu ile Kamu İktisadî Teşebbüsleri
Komisyonunda bağımsız milletvekillerine düşen 1’er üyelik için aday olmak
isteyen bağımsız milletvekillerinin yazılı olarak başvuruda bulunmalarına
ilişkin Başkanlık duyurusu.
2. - Genel Kurulu ziyaret eden Kosova Meclisi Kosova Türk
Partisi Milletvekillerinden oluşan heyete “Hoş geldiniz” denilmesi.
IV. – HÜKÜMET PROGRAMI
1. - Başbakan Abdullah Gül tarafından kurulan Bakanlar
Kurulu programı üzerindeki görüşmeler.
I. - GEÇEN TUTANAK ÖZETİ
TBMM Genel Kurulu saat 15.00'te açıldı.
Bakanlar
Kurulu Programı üzerinde
26 Kasım 2002 Salı
günü yapılacak görüşmeler
ile 28 Kasım 2002 Perşembe günü yapılacak güven oylamasının, gündemin
"Özel Gündemde Yer Alacak İşler" kısmında yer almasına ve bu günlerde
işaret oyuyla yapılacak seçimlerin de yapılmasına, 27 Kasım 2002 Çarşamba günü
Genel Kurul çalışması yapılmamasına,
26 Kasım 2002 Salı günü yapılacak Bakanlar
Kurulu Programı üzerindeki görüşmelere saat 13.00'te başlanmasına, hükümet ve
siyasî parti grupları adına yapılacak konuşmaların 60'ar dakika (bu süre birden
fazla konuşmacı tarafından kullanılabilir), kişisel konuşmaların 10'ar dakika
olmasına, görüşmelerin tamamlanmasına kadar çalışma süresinin uzatılmasına,
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık
Divanının 15 üyeden kurulmasına ve görev yerleri dağılımının; Adalet ve
Kalkınma Partisi Grubuna 3 başkanvekili, 4 kâtip üye, 2 idare amiri, Cumhuriyet
Halk Partisi Grubuna 1 başkanvekili, 3 kâtip üye, 1 idare amiri şeklinde
olmasına,
Türkiye Büyük Millet Meclisi
komisyonlarından Dilekçe Komisyonu ile Türkiye Büyük Millet Meclisi Hesaplarını
İnceleme Komisyonunun 15'er üyeden, Plan ve Bütçe Komisyonunun Anayasa gereği
40 üyeden, Kamu İktisadî Teşebbüsleri Komisyonunun 3346 sayılı Kanun gereği 35
üyeden, İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu ile diğer komisyonların 24'er üyeden
kurulmasına ve komisyon üyeliklerinin siyasî parti gruplarına dağılımınına
ilişkin Danışma Kurulu önerisi kabul edildi.
Başbakan Abdullah Gül tarafından Bakanlar Kurulu Programı
okundu.
Anayasanın 110 ve İçtüzüğün 124 üncü maddeleri gereğince
Bakanlar Kurulu Programı üzerindeki görüşmeleri yapmak ve gündemdeki diğer
konuları sırasıyla görüşmek için, 26 Kasım 2002 Salı günü saat 13.00'te
toplanmak üzere, birleşime 16.27'de son verildi.
Bülent Arınç
Başkan
|
Sinan Özkan |
Suat Kılıç |
|
Kastamonu |
Samsun |
|
Geçici
Kâtip Üye |
Geçici
Kâtip Üye |
|
|
|
No. : 1
II. - GELEN KÂĞITLAR
26 . 11 . 2002 SALI
Yazılı Soru Önergeleri
1. - İstanbul
Milletvekili Azmi Ateş'in, üst kurul ve kurulların personel sayısı ile
fayda-maliyet durumlarına ilişkin Maliye Bakanından yazılı soru önergesi (7/1)
(Başkanlığa geliş tarihi: 22.11.2002)
2. - İstanbul
Milletvekili Azmi Ateş'in, yurt dışına gönderilen üst kurul ve kurul personeline
ilişkin Maliye Bakanından yazılı soru önergesi (7/2) (Başkanlığa geliş tarihi:
22.11.2002)
3. - İstanbul
Milletvekili Azmi Ateş'in, üst kurul ve kurulların denetimi ile yeniden
yapılandırma çalışmalarının ne zaman tamamlanacağına ilişkin Başbakandan yazılı
soru önergesi (7/3) (Başkanlığa geliş tarihi: 22.11.2002)
BİRİNCİ OTURUM
Açılma Saati : 13.00
26 Kasım 2002 Salı
BAŞKAN : Bülent ARINÇ
GEÇİCİ KÂTİP ÜYELER : Muzaffer KÜLCÜ (Çorum), Mehmet ERASLAN
(Hatay)
BAŞKAN - Türkiye Büyük
Millet Meclisinin 4 üncü Birleşimini açıyorum.
Toplantı yetersayısı
vardır; gündeme geçiyoruz.
Başkanlığın Genel Kurula
sunuşları vardır.
Türkiye Büyük Millet
Meclisi Başkanlığının bir tezkeresi vardır; okutup, oylarınıza sunacağım.
III. - BAŞKANLIĞIN GENEL
KURULA SUNUŞLARI
A) TEZKERELER VE
ÖNERGELER
1. - Karadeniz Ekonomik
İşbirliği Parlamenter Asamblesi (KEİPA) Başkanı Apostolos Kaklamanis’in
Atina’da düzenlenecek 20 nci KEİPA Genel Kuruluna KEİPA Türk Delegasyonunu
davetine icabet edilmesine ilişkin Başkanlık tezkeresi (3/4)
2 Kasım 2002
Türkiye Büyük Millet
Meclisi Genel Kuruluna
Karadeniz Ekonomik
İşbirliği Parlamenter Asamblesi (KEİPA) Başkanı Apostolos Kaklamanis'ten alınan
bir yazıda, 26-28 Kasım 2002 tarihleri arasında Atina'da düzenlenecek 20 nci
KEİPA Genel Kuruluna KEİPA Türk Delegasyonu davet edilmektedir.
Söz konusu davete icabet
edilmesi hususu, Türkiye Büyük Millet Meclisinin Dış İlişkilerinin Düzenlenmesi
Hakkında 3620 sayılı Kanunun 9 uncu maddesi uyarınca Genel Kurulun tasviplerine
sunulur.
Bülent Arınç
Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanı
BAŞKAN - Kabul edenler...
Kabul etmeyenler... Kabul edilmiştir.
B) ÇEŞİTLİ İŞLER
1. - Plan ve Bütçe
Komisyonu ile Kamu İktisadî Teşebbüsleri Komisyonunda bağımsız
milletvekillerine düşen 1’er üyelik için aday olmak isteyen bağımsız
milletvekillerinin yazılı olarak başvuruda bulunmalarına ilişkin Başkanlık
duyurusu.
BAŞKAN - Sayın
milletvekilleri, Plan ve Bütçe Komisyonu ile Kamu İktisadî Teşebbüsleri
Komisyonunda bağımsız milletvekillerine de 1'er üyelik düşmektedir. Bu
komisyonlara üye olmak isteyen bağımsız milletvekillerinin 29 Kasım 2002 Cuma
günü saat 18.00'e kadar Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına yazılı olarak
başvurmalarını rica ediyorum.
Gündemin "Özel
Gündemde Yer Alacak İşler" kısmında bulunan, Başbakan Sayın Abdullah Gül
tarafından kurulan Bakanlar Kurulunun Programı üzerinde görüşmelere başlıyoruz.
IV. - HÜKÜMET PROGRAMI
1.- Başbakan Abdullah Gül tarafından kurulan
Bakanlar Kurulu programı üzerindeki görüşmeler.
BAŞKAN - Görüşmelerde,
İçtüzüğün 72 nci maddesine göre, siyasî parti gruplarına, hükümete ve şahısları
adına 2 üyeye söz verilecektir.
Genel Kurulun 23.11.2002
tarihli 3 üncü Birleşiminde alınan karar gereğince, siyasî parti grupları ve
hükümet adına yapılacak konuşmalarda süre 60'ar dakikadır -bu süre birden fazla
konuşmacı tarafından kullanılabilecektir- kişisel konuşmalarda ise süre 10
dakikadır.
Program üzerinde söz alan
sayın üyelerin adlarını sırasıyla okuyorum: Cumhuriyet Halk Partisi Grubu adına
Antalya Milletvekili Sayın Deniz Baykal -Adalet ve Kalkınma Partisi Grubundan
isim henüz bildirilmedi- şahısları adına; Diyarbakır Milletvekili İhsan Arslan,
Mardin Milletvekili Nihat Eri, Trabzon Milletvekili Asım Aykan, Konya
Milletvekili Ahmet Işık, Ağrı Milletvekili Mehmet Melik Özmen, Erzurum
Milletvekili Mustafa Ilıcalı, Kahramanmaraş Milletvekili Mehmet Yılmazcan,
Diyarbakır Milletvekili Cavit Torun, Kırıkkale Milletvekili Vahit Erdem,
Tekirdağ Milletvekili Tevfik Ziyaeddin Akbulut, Konya Milletvekili Mustafa
Ünaldı, Ankara Milletvekili Ersönmez Yarbay, Kütahya Milletvekili Hüsnü Ordu,
Kars Milletvekili Selami Yiğit.
İlk söz, Cumhuriyet Halk
Partisi Grubu adına, Antalya Milletvekili Sayın Deniz Baykal'ın.
Buyurun Sayın Baykal.
(CHP sıralarından ayakta alkışlar)
Sayın Baykal, istirham
ediyorum... Bir arzım var.
III. -
BAŞKANLIĞIN GENEL KURULA SUNUŞLARI (Devam)
B) ÇEŞİTLİ
İŞLER (Devam)
2. - Genel
Kurulu ziyaret eden Kosova Meclisi Kosova Türk Partisi Milletvekillerinden
oluşan heyete “Hoş geldiniz” denilmesi.
BAŞKAN - Şu anda, Kosova
Meclisi Kosova Türk Partisi Milletvekilleri Sayın Mahir Yağcılar, Sayın Gani
Sadık, Sayın Nasiye Baş Parlamentomuzu teşrif ettiler. (Alkışlar)
Kendilerine, Türkiye
Büyük Millet Meclisi adına hoş geldiniz diyorum.
IV. -
HÜKÜMET PROGRAMI (Devam)
1. -
Başbakan Abdullah Gül tarafından kurulan Bakanlar Kurulu programı üzerindeki
görüşmeler. (Devam)
BAŞKAN - Sayın Baykal,
buyurun.
CHP GRUBU ADINA DENİZ
BAYKAL (Antalya) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; 58 inci hükümetin Programı hakkında Cumhuriyet Halk Partisinin
görüş ve değerlendirmelerini sunmak üzere huzurunuza gelmiş bulunuyorum;
hepinizi ve ekran başında bizleri izleyen halkımızı, şahsım ve Partim adına
içten sevgilerle, saygılarla selamlıyorum.
Konuşmama başlarken, çok
güç bir dönemde görev yapmış bulunan 21 inci Dönem milletvekillerine ve başta
Sayın Ecevit olmak üzere, siyasî parti liderleri Sayın Bahçeli'ye, Sayın
Yılmaz'a, Sayın Çiller'e ve Sayın Kutan'a iyi dileklerimi iletiyor ve
esenlikler diliyorum.
3 Kasım seçimleri
ülkemizde yepyeni bir dönemin açılmasını sağlamıştır. 41 400 000 seçmenden 17
000 000 seçmenin oyu Meclise yansımıştır; yani, toplam seçmenlerin sadece yüzde
41'i. Cumhuriyet Halk Partisi, yeni muhalefet anlayışında, Meclisimizde temsil
şansı bulamamış olan yüzde 59 seçmenin taleplerini göz önünde bulundurma
dikkati ve çabası içerisinde olacaktır.
3 Kasımda siyasî
hayatımız yeni bir dönüm noktasına gelmiştir ve 50'li yıllardan bu yana ilk kez
Parlamentomuzda sadece iki siyasî parti yer tutmuştur. Bu, ülkemiz bakımından
bir şans da olabilir, bir şanssızlık da. Bunu şans ya da şanssızlık haline
dönüştürme konusunda sorumluluk biz-lerdedir.
Eğer, milletimizin bu
kararını, Parlamentoda iki siyasî partiden oluşan bir yapıyı sağlıklı biçimde
işletebilirsek, Türkiyemizin önündeki sorunların çözümü için bunu bir çıkış
noktası olarak değerlendirebilirsek, öyle umut ediyorum ki, bundan, ülkemiz de,
milletimiz de çok şey kazanacaktır. Bunu bu hale getirmek, hepimizin temel
görevi, temel sorumluluğudur.
Değerli arkadaşlarım,
seçimlerde, milletimiz, Adalet ve Kalkınma Partisine de, Cumhuriyet Halk
Partisine de yoksulluğu ve yolsuzluğu yenmek için oy verdi. Geride bıraktığımız
kriz döneminin derin sarsıntıları altında bunalan seçmenimiz, milletimiz, çıkış
yolunu bu iki siyasî partiyi Meclise taşımakta gördü ve ikimize de
"yolsuzluğu ve yoksulluğu yenin, Türkiye'nin önünü açın" görevini,
talimatını verdi. Bu talimatı doğru anlamak lazımdır, bu talimatı iyi
değerlendirmek lazımdır. Biz, bu anlayış içindeyiz ve bu dönemde muhalefet
anlayışımızı, uzlaşma ilkesine dayanan, iyi niyetli, sorun çözümüne katkı
vermeye yönelik bir anlayış etrafında şekillendirmek istiyoruz. Bu doğrultuda
bundan sonra da kararlı bir biçimde davranmaya devam edeceğiz.
Değerli arkadaşlarım,
bizim bu dönemi değerlendirirken dikkat etmemiz gereken bazı noktalar vardır:
Bir defa, Türkiye'nin
gündeminin yoksulluk ve yolsuzlukla mücadele olduğunu unutmayacağız; bu, gerçek
gündemdir. Bu gerçek gündemi bir tarafa bırakıp yapay gündem maddeleri üretmeye
kalkarsak, milletin bize görev verirken düşündüğünün ötesinde hedefleri kendi
kararımızla gerçekleştirmeye yönelirsek, Türkiye'nin gündemini saptırırsak,
korkarım, tarihî bir fırsatı israf etme konusunda tehlikeli bir açılımı yapmış
oluruz. O nedenle, gündemi korumak çok büyük bir önem taşıyor.
Yoksulluk ve yolsuzlukla
mücadele; başka bir gündem maddesi yok. Başka bir gündem maddesini milletin
iradesinin ötesinde millete dayatmaya kalkmak, Türkiye'yi büyük sorunlarla,
sıkıntılarla karşı karşıya bırakır. O nedenle, dikkat edilmesi gereken birinci
nokta, bu gerçek gündeme sahip çıkmaktır.
İkincisi, Parlamentoda
temsil ettiğimiz seçmen kitlesinin, Türkiye'nin genel nüfusu ve genel seçmen
kitlesi içerisinde belli bir azınlığı temsil ettiğini unutmamaktır.
Parlamentoya yansıyan seçmen, Türkiye'deki genel seçmenin yüzde 41,2'sidir. Bu,
bize, mütevazı davranmak, alçakgönüllü olmak, ölçümüzü çok iyi bilmek
mükellefiyetini, görevini yüklemektedir; temsil ettiğimiz seçmen kitlesinin
Türkiye'nin büyük nüfusu içerisinde belli bir kesimi yansıttığını unutmamak ve
Türkiye'yi, o bize oy verenlerden yola çıkarak bütün milleti etkileyecek
kararları alırken, iyi niyetle uzlaşmaya, istişareye, dayanışmaya ve toplumun
desteğini almaya önem vermek mecburiyetiyle bizi karşı karşıya bırakmaktadır.
Bunları gözetmeliyiz,
gerçek gündeme sahip çıkmalıyız, yapacağımız işlerde "yetki bizdedir, güç
bizdedir, istediğimizi yaparız" anlayışını askıya almayı bilebilmeliyiz.
Değerli arkadaşlarım,
eğer böyle davranırsak Türkiye'nin önünü açarız. Biz, böyle davranmaya açık bir
yaklaşım içerisinde muhalefet yapacağız. Biz, sorunların çözülmesi için
muhalefet yapacağız. Bizi buraya gönderen iradenin ne beklediğini biliyoruz. O
doğrultuda atacağınız her adım bizden destek görecektir; yani yoksullukla
mücadele için, yani yolsuzlukla mücadele için atacağınız her adımda sizin
yanınızdayız, arkanızdayız, bütün gücümüzle size destek olacağız; bu konuda
hiçbir tereddüde gerek yoktur. (Alkışlar)
Bunu, sizin için ya da
kendimiz için değil, milletimiz için yapacağız; çünkü, millet bunu istiyor.
Bunu yerine getirebilirsek, başarılı oluruz; siz de başarılı olursunuz, biz de
başarılı oluruz. Bunu yapamazsak, bunu yapmaktan birbirimizi alıkoyarsak,
birbirimizi engellersek, bunun bedelini, geçmişte örneğini gördüğümüz gibi, siz
de ödersiniz, biz de öderiz. Yeter ki, bu doğru gündeme sahip çıkalım; yeter
ki, bu doğru gündemi benimseyelim ve sürdürelim.
Değerli arkadaşlarım, bu
anlayıştayız, bu umutla baktık Hükümet Programına.
Hükümet Programı
hakkındaki değerlendirmemi birazdan daha ayrıntılı söyleyeceğim; ama, izin
verirseniz, başlangıçta, bu Hükümet Programıyla ilgili iki hayal kırıklığımı
sizlerle paylaşmak istiyorum.
Önce, bu Hükümet
Programında, birdenbire, bir yeni anayasa yapma kararına tanık olduk.
Değerli arkadaşlarım, bir
ülkenin, bir parlamentonun yapabileceği en önemli, en hayatî iş, belki, bir
anayasayı iptal etmek, yeni bir anayasayı yapmaktır. Bu, düşünülebilecek en
muazzam sorumluluktur. Böyle bir muazzam sorumluluğu, bir parlamento grubunun,
bir hükümetin, seçimden kısa bir süre sonra, birdenbire, hükümet programında
ilk kez ifşa etmesi kadar şaşırtıcı, kabul edilemez bir durum düşünülemez.
Anayasayı yeniden yapma arzusu içindeyseniz, bunu, beklenir ki, seçimden önce
ilan edeceksiniz, seçimde bunu konuşturacaksınız, nasıl bir anayasa
istediğinizi millete ilan edeceksiniz, özünü, içeriğini söyleyeceksiniz,
Anayasayı niçin iptal etmek istediğinizi anlatacaksınız ve milletten bunun için
oy alacaksınız.
Böyle bir şey oldu mu;
hayır, böyle bir şey olmadı. Böyle bir ilan yapmadınız; seçim beyannamenizde
böyle bir ifade yok, seçim propagandalarınızda böyle bir hedef yok, seçmen
böyle bir konudan haberdar değil.
Seçim beyannamesinde yok,
daha sonraki çalışmalarda yok, seçim meydanlarında yok, televizyon
konuşmalarında yok, radyo konuşmalarında yok, Acil Eylem Planında yok;
muhalefetle sağlıklı ilişki geliştiriyorsunuz, muhalefet sizinle sağlıklı
ilişki geliştiriyor "her konuyu konuşacağız, paylaşacağız,
danışacağız" diyorsunuz; ama, muhalefet liderinin haberi yok, muhalefet
partisinin haberi yok böyle bir iradeden, böyle bir karardan, böyle bir
arayıştan, böyle bir ihtiyaç içerisinde olduğunuzdan, hiçbirimizin haberi yok,
kamuoyunda kimsenin haberi yok, medyanın haberi yok, sivil toplum
kuruluşlarının haberi yok, baroların haberi yok; birdenbire, bir bakıyoruz,
önümüze bir Hükümet Programı geliyor ki, Hükümet Programında "bu Anayasayı
bırakacağız, yeni bir anayasa yapacağız" diyorsunuz.
Değerli arkadaşlarım, bu
doğru bir yaklaşım değildir. Daha işin başında, yola çıkarken, Anayasayı
değiştirmek değil, Anayasayı iptal edip, yenisini yapmak gibi bir iddiayı,
kamuoyunun bilgisi ve hazırlığı dışında, kamuoyuyla paylaşmadan, ani bir talep
olarak Hükümet Programında ortaya koymak, kabul etmeliyiz ki, hiç uygun
olmamıştır, tereddütleri artırmıştır. Zaten bir tereddüt ortamının içerisine
maalesef girmeye başladık çeşitli yanlışlıklar nedeniyle. Tereddütler hızla
artmaya başlamıştır, kaygılar genişlemeye başlamıştır, tedirginlikler artmaya
başlamıştır. Bu ortamda "Anayasayı değiştireceğiz" diyorsunuz.
Değerli arkadaşlarım,
Anayasayı değiştirecek Parlamento çoğunluğu burada vardır; ama, biliniz ki, bir
anayasanın değiştirilmesi, sadece Parlamentonun matematiksel çoğunluğuyla
gerçekleştirilecek bir konu olarak düşünülemez. Anayasa, bizim tarihimiz
boyunca, kuvayi milliyeden, müdafaai hukuktan günümüze kadar yaşadığımız büyük
olayların ortaya koyduğu bir temel siyasî özü yansıtmaktadır. Yani
"Anayasayı değiştireceğiz; çoğunluğumuz var, değiştireceğiz" demek,
uygun değildir değerli arkadaşlarım. Buraya, bu konuya dikkatinizi çekmek
istiyorum. Hiç doğru olmamıştır, böyle bir açılımla ortaya çıkılması hiç doğru
olmamıştır; Türkiye'yi birden gerginleştirecek, rejim tartışmalarını gündeme
getirecek, siyasî sorunları tahrik edecek bir anlayışın işareti olarak
görülmüştür.
Değerli arkadaşlarım
"çoğunluğumuz var, gücümüz var, yaparız" yaklaşımıyla Türkiye
yönetilemez. Bu konuyu Adalet ve Kalkınma Partisinin ve hükümetin bir yeni
değerlendirmeye tabi tutması gerektiğine inanıyorum.; Yani, niye değiştirmek
istiyoruz? Anayasanın falan falan maddelerini değiştirelim, bunca maddesi
değişti, daha değiştirilmesi gereken maddesi varsa, getirin değiştirelim,
konuşalım. Neyi değiştirmek istiyorsunuz, niçin değiştirmek istiyorsunuz,
söyleyin, biz de katkı verelim; ama "Anayasayı değiştirmek istiyoruz"
derken, Anayasanın bazı maddelerinden ve kurumlarından topyekûn kurtulma
arayışını mı ifade ediyorsunuz? Böyle bir arayış mı var? Anayasayı ayak bağı
sayan, Anayasanın temellerini, siyasî çıkış noktalarını sessizce ortadan
kaldırmaya yönelik bir arayış içinde misiniz? İster istemez bu sorular akla
geliyor. Bu soruların akla gelmesini önlemenin yolu, gerekeni yapmaktır.
Değerli arkadaşlarım,
cumhuriyetin 80 yıllık kazanımlarını, toplumu oluşturan tüm kesimlerin ve
kurumların düşünce ve duyarlılıklarını, Türkiye'nin hassas dengelerini yok
sayarak, güç bendedir diye yeni bir anayasa yapmayı kimse aklından
geçirmemelidir. (CHP sıralarından alkışlar) Bu uyarıyı yapmayı tarihî bir görev
olarak görüyorum.
Değerli arkadaşlarım, bu,
birinci hayal kırıklığımız. Birden anayasa değişikliğiyle başlandı, Anayasayı
yenilemekle başlandı. Hiçbir şey yokken, konuşulmamışken, birden Hükümet
Programı, madem Parlamentoda çoğunluğumuz var, yeni bir anayasa yapıverelim
diye yola çıkıldı. Bir sürpriz olmuştur, bir hayal kırıklığı olmuştur.
İki; bu Hükümet
Programında çok temel bir konuyu görememekten büyük üzüntü duyuyorum;
dokunulmazlıklar konusu. Değerli arkadaşlarım, dokunulmazlıklar konusu, bizim,
geçmiş kriz döneminden ülkemizi çıkarabilmek için, Parlamentonun mutlaka
benimsemesi gerektiğine milletçe inandığımız bir temel çıkış yoludur. Bu,
seçimde konuşuldu, bu, millet tarafından benimsendi, sahiplenildi ve bildiğim
kadarıyla, Adalet ve Kalkınma Partisinin programında var. Sayın Parti Genel
Başkanıyla seçim öncesinde Arena Programında yaptığımız konuşmada, açıkça, bu
konuyu derhal sahiplenip gereğini yapacaklarını Sayın Genel Başkan da ifade
ettiler; 65 milyon bu sözlere tanık olmuştur.
Değerli arkadaşlarım,
seçimde vaat edilmiş bir konu var, yapılmıyor; seçimde adı bile anılmamış bir
konu, öncelikle gündeme getiriliyor. Bu çarpıklığa dikkatinizi çekiyorum.
Niçin, dokunulmazlığın kaldırılması konusunda bir tereddüt içerisindesiniz?!
Niçin bu konuda bir kararlılık sergilenemiyor?! Sayın Parti Genel Başkanı diyor
ki: "Bu konuda acele etmeyelim. Hakkında dava açılmış benim bazı
arkadaşlarım var; çok değerli insanlardır. O nedenle, bunu şimdi gündeme getirmek
istemiyorum."
Değerli arkadaşlarım,
yani, dokunulmazlık konusu "bazı arkadaşlarımız hakkında dava açılmıştır,
o nedenle gündeme getirmeyelim" diye değerlendirilecek bir konu mudur?!
Tam tersine, benim bildiğim, Türkiye'ye egemen kılmak istediğimiz yeni siyaset
anlayışı içerisinde "eğer benim arkadaşlarım hakkında dava açılmışsa,
derhal dokunulmazlığı kaldırmak lazım, derhal bu konuda düzenleme yapmak
lazım" denilmesini gerektirir. (CHP sıralarından alkışlar)
Değerli arkadaşlarım
"kendi arkadaşlarımı, kendi milletvekillerimi sakınmak için dokunulmazlığı
kaldırmayacağım..." Böyle şey olur mu?! "Eğer benim arkadaşlarım
hakkında iddia varsa, o iddia dolayısıyla, öncelikle kaldıracağım..."
Tabiî, bunu söyleyebilmek, önce, o arkadaşların, gerçekten, açılan davalar
karşısında suçsuz olduğuna kesin bir inanç sahibi olmayı gerektirir. O inanç
varsa, bunu söyleyebilirsiniz; o inanç yoksa, dokunulmazlık konusunda 65
milyona verdiğiniz sözü unutmaya başlarsınız; doğru olmaz. Türkiye'nin
kurtulmak istediği siyaset anlayışının içerisine doğru işte böyle gidilir,
buralardan başlar; verilen sözler tutulmamaya başlar, vaatler unutulmaya
başlar, kendinizi düşünmeye başlarsınız; ilkeyi, temel prensibi, kurumu değil,
yakınlarınızı kollamaya başlarsınız ve bu, sizi, çok tehlikeli bir istikamete
götürür.
Değerli arkadaşlarım,
temiz bir siyasete ihtiyaç var. Türkiye, büyük yolsuzlukların içerisinden
geçti. Yolsuzlukları kurutmak için, işe, baştan başlamak lazımdır. Baştan
başlanılacak yer siyasettir. Siyasetin himayesi olmadan Türkiye'de yolsuzluk
yapılabilir mi?! Yapılan geçmişteki yolsuzluklar gelip siyasete dayanmıyor
muydu?! Bunu aşamazsak, yolsuzlukların hesabını, nasıl, kimden, ne hakla
sorabiliriz?! Kendimiz yolsuzluk hesabını vermekten korkarsak, dokunulmazlık
zırhının arkasına saklanmaya kendimizi mecbur sayarsak, kimden, ne hakla
yolsuzluk hesabı sorabiliriz?! (CHP sıralarından alkışlar)
Değerli arkadaşlarım,
siyaset cesaret gerektirir; siyaset cesaret gerektirir. Hele böyle konularda,
mutlaka cesur olmak zorundasınız. Yolsuzlukla itham edildiyseniz
kaçmayacaksınız, korunmaya kalkmayacaksınız; halkın önüne çıkacaksınız,
hesabınızı vereceksiniz. Cesaret budur, Kasımpaşalılık işte budur değerli
arkadaşlarım. (CHP sıralarından alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, bu
iki hayal kırıklığımı sizlerle paylaşmış bulunuyorum. İyi bir çıkış olmadı, iyi
bir başlangıç olmadı.
Ben, buradan, AKP
yönetimine bir çağrıda bulunuyorum: Gelin, siyaseti birlikte kirlilikten
arındıralım. Aranızda yargılananlar var; bunlar suçsuzlarsa, bırakın aklansınlar.
Aklanmalarını engelliyorsanız, o zaman suçlu olduklarını siz de kabul
ediyorsunuz demektir. Açıkça söylüyorum: Sadece lojmanları satarak ya da boş
sözler söyleyerek siyasete saygınlık kazandırılamaz. (CHP sıralarından
alkışlar)
Asıl, dokunulmazlıkları
kaldırdığınız zaman siyasete saygınlık kazandırırsınız. Vatandaş size yeni bir
anayasa yapmanız için değil, yolsuzlukları ve yoksullukları kaldırmanız için
yetki verdi; bunu unutmayınız.
Değerli arkadaşlarım, son
günlerde büyünün bozulmaya başladığını üzüntüyle görüyorum. Toplumun duyarlı
olduğu konuların üstüne inatla ve meydan okuyan tavırla gidilmeye başlandı.
Seçim döneminde verilen sözlerden Acil Eylem Planında dönülme işaretleri
başladı; siyasetin temeli olan güven unsuru kaybolmaya yüz tuttu.
Vakit geçmeden, işin
başında, görevimizi iyi niyetle yapmak istiyoruz: Devletin temel kurumlarıyla
asla kavga etmeyiniz. Cumhurbaşkanının uyarılarını dikkatle değerlendiriniz.
Cumhuriyetin seksen yıllık kazanımlarına dokunmayınız. Anayasal düzenin temelleriyle
oynamayınız. Rejim sorunu çıkarmayınız.
Değerli arkadaşlarım,
önümüzdeki gerçek gündemimizi hiçbir şey bize unutturmamalıdır. Bu gündemi
temel almaya devam etmeliyiz. Gündem, yoksullukla mücadeledir, yolsuzlukla
mücadeledir.
Bakın, Hükümet Programında
da ifade edildiği gibi, toplam sivil istihdamın yaklaşık yüzde 40'ı tarım
sektöründe çalışmakta; ancak, bu sektörün gayri safî millî hâsıla içindeki payı
yüzde 14'e gerilemiş bulunmaktadır. Tarım kesiminde çalışanlar, halen,
toplumumuzun en düşük gelirli, sosyal refahın nimetlerinden en yoksun kesimini
oluşturmaktadır. Tarım kesiminin sorunlarını, istihdam ve sosyal politikalar
açısından ele almak gerekir. Tarımda mazot, ilaç, gübre, tohum gibi girdilerin
fiyatları çok yükselmiş, buna karşılık ürün fiyatları yerinde saymıştır. 1998
yılında 2 kilo buğday karşılığı 1 litre mazot alınırken, bugün 6 kilo buğday
karşılığı 1 litre mazot alınabilmektedir. Daha geçen yıl 1 kilo kütlü pamukla 2
litre mazot alınırken, şimdi, 2-3 kilo pamukla 1 litre mazot alınabilmektedir.
Çiftçi, bu maliyetin altından nasıl kalkacaktır? Çiftçimiz, ekonomik krizin
faturasını en ağır ödeyen kesim olmakla kalmamış, son üç yıldır uygulamaya
konulan tarım politikalarının büyük darbesini de yemiştir. Son yıllarda, bu
kesime dönük tarımsal destekleme araçlarının bir bir tasfiye edildiğini
görüyoruz. Destekleme kurumları ya tasfiye edilmiş ya tasfiye programına
alınmış ya da işlevsizleştirilmiştir. Hükümetinizin bu konulardaki tutumu
belirsizliğini korumaktadır. Hükümet Programında tarıma ilişkin bölüm, son
derece yetersiz ve muğlak ifadelerden oluşmaktadır; önceki açıklamalarınızda
yer alan vaatler de ortadan kalkmış gözükmektedir. Oysa, milyonlarca
üreticimiz, bazı soruların cevabının hemen şimdi verilmesini beklemektedir.
İşte sorular:
Ziraat Bankasını yeniden
çiftçiye dönük özerk bir ihtisas bankası yapma konusunda adım atılacak mıdır?
Hükümetiniz, kamu
bankalarını özelleştirmeyi planlıyor; peki, Ziraat ve Halk Bankaları için neler
öngörülmektedir?
Ziraat ve Halk
Bankalarına kredi borcu olan çiftçi ve esnafın şubat krizinden sonra yüzde
200'lere yükseltilen faizlerinde, seçim meydanlarında söz verdiğiniz gibi bir
indirim yapmayı ve borç faizlerini silmeyi düşünüyor musunuz?
Kredi kartı
kullanıcılarını -hiçbir günahları olmadığı halde- yaşanan ekonomik kriz sonucu
yüklendikleri ağır faizlerden kurtarmayı düşünüyor musunuz?
Tarımda yüzbinlerce
üretici, Ziraat Bankası ve tarım kredi kooperatifleri borçlarını ve özellikle
bunların yığılan faizlerini ödeyemez durumdadır. İzmir'in bazı köylerinde,
Antalya Demre'de, Mersin'de olduğu gibi dolu afetini yaşamış, ancak, Afetler
Yasasının dar elbisesi nedeniyle kapsama alınamamış çiftçinin durumu daha da
perişandır. Hükümetinizin bu kesimlerle ilgili politikası nedir?
Benzer biçimde, tarım
satış kooperatifleri birlikleri konusunda, Hükümet Programında tek bir satıra
bile yer verilmemiştir. Söz konusu birlikler, 2000 yılında çıkarılan yasayla,
sözde "özerkleştirme" adı altında aşırı yetkilere sahip olan Yeniden
Yapılandırma Kurulunun insafına bırakılmıştır.
Tariş, Fiskobirlik,
Trakyabirlik, Çukobirlik, Antbirlik gibi 16 adet kooperatif birliğine gerçek
anlamda bir özerkleştirme sağlayacak mısınız?
Bu birliklere kamusal
kaynak teminini yasaklayan yasa hükmünü değiştirmeyi düşünüyor musunuz?
Egeli kooperatifçilerin
önemli bir finans kaynağı olan Tarişbankın tekrar Tariş'e verilmesini savunuyor
musunuz?
Hükümet Programında bu
konulara hiç değinilmemiş olmasını yadırgatıcı bir boşluk olarak
değerlendiriyoruz. Hükümeti bu konularda acilen bir açıklama ve düzenleme
yapmaya davet ediyoruz.
Acil Eylem Planında
"arz açığı olan yağlı ürünlere prim sistemi uygulanacaktır" ifadesine
rağmen, Hükümet Programında, niçin, prim uygulamasının hiç bahsi geçmemektedir?
AKP'nin seçim
beyannamesinde pamuk, ayçiçeği, zeytinyağı gibi yağlı bitkiler yanında, buğday
ve mısır gibi ürünlerin dahi prim sistemi kapsamına alınacağı belirtildiği
halde, Hükümet Programı bu konularda niçin suskundur?
Ege'de, Antalya'da,
Çukurova'da erken gelen yağışlarla büyük bir kalite kaybına uğrayan ve pamuğun
bazı yerlerde hasat edilmeden tarlada bırakılmasına yol açan olumsuz hava
koşulları, kütlü pamukta maliyet-fiyat ilişkisini bozmuş ve çiftçi zarara
uğramıştır. Bu koşullarda çiftçinin tek umudu, bir an önce 2002 mahsulüne makul
düzeyde bir prim verilmesidir. Bunun gerçekleşmemesi halinde, Türkiye'nin ve
özellikle Ege'nin önümüzdeki yıl pamuk ekim sahaları kapsamlı bir biçimde
daralacak, ithal faturamız ve döviz
giderlerimiz kabaracaktır. Bu konuda ne
gibi bir önleminiz vardır? Açıkladığınız Acil Eylem Planının pamuk primine
ilişkin vaadinin gün geçirilmeden uygulanmasını bekliyoruz. Bütün bunlar için
yasal bir destek arıyorsanız, tüm katkımızı çiftçiden yana vereceğimizi
bilmenizi isterim.(CHP sıralarından alkışlar)
Fındık üreticileri bu yıl
perişan olmuştur; fiyatlar, geçen yılın altına düşmüştür. Seçim meydanlarında
"fındığınızı 4 Kasıma kadar satmayın; biz, iktidara gelince size 3 000 000
lira fiyat vereceğiz"diyen AKP'li yetkililer şimdi acaba nerededirler?!.
Bu vaatlerle oy toplayan partiniz, sorumluluğunun gereğini yerine getirecek
midir?
Aynı şekilde,
şekerpancarında kotaları kaldıracağını, Tütün Yasasını değiştireceğini
söyleyerek seçmenlerden oy isteyen ve oy alan partinizin bu konulardaki
politika önerileri, Hükümet Programında niçin hiçbir şekilde yer almamıştır?
Programınızda tarımsal
KİT'lerin tümü için özelleştirme
tercihi belirtildiğine göre, Tekel'in şeker fabrikalarının tasfiyesini gündemde
tutarak şekerpancarı ve tütün üreticisine ne gibi bir koruma sağlayabileceksiniz?
Sizin tarım modelinizle, ekmeğini tarımdan kazanan güçsüz küçük üreticiler
tamamen piyasa güçlerinin insafına ve tarımsal piyasaların büyük çaplı
belirsizliklerine mi terk edilecektir? Hükümetiniz, bunun yaratacağı ekonomik
tasfiye süreçlerinin, yeni kırsal göç dalgalarının ve toplumsal sorunların
acaba farkında mıdır?
Acil Eylem Planında
"mülkiyete dayalı olarak uygulanan doğrudan gelir desteği aksaklıklarının
giderilmesi ve dargelirli çiftçiyi hedefleyen bir yapı oluşturulması"
şeklindeki ifadenizi destekliyoruz; ancak, bu ifadenin Hükümet Programında yer
almamış olmasını da büyük bir eksiklik olarak değerlendiriyoruz. Bilindiği
gibi, 2001 yılında, 1 800 000 çiftçi ailesi, mülkiyet belgelerini
tamamlayamadığı için, doğrudan gelir desteği sisteminden yararlanamamıştı;
Hükümet Programında bu konu yer almamıştır. Bu kapsamdaki yoksul ve küçük
çiftçi için önlemleriniz nelerdir? Öte yandan, üretimle ilişkilendirilmeyen ve
bu şekliyle ürün desenini değiştirmeye yönelik iddiası olmayan bu uygulamanın
yeniden tasarlanması düşünülmekte midir?
Doğrudan gelir desteğinin
2002 yılı ilk taksit ödemeleri, seçim öncesinde 14 ilde başlatılmıştır; ikinci
taksitlerin, 2003 bütçe döneminin ilk ayları içinde ödenecek olmasını anlarız;
ama, yüksek enflasyonun geçerli olduğu bir ekonomide, eşitliği bozmamak ve yeni
mağdurlar yaratmamak için, birinci taksit ödemeleri, tüm illerde 2002 yılı
içinde tamamlanmalıdır. Bunun için gerekirse bir ekbütçe çıkararak hemen
ödemeler tamamlanmalıdır. Ayrıca, pamuk ve ayçiçeği prim ödemeleri ve fındıkta
söz verdiğiniz fiyat düzeyinin tutturulabilmesi açısından, 2002 yılı
ekbütçesine bu ödemeleri de dahil etmeli ve uygulamayı hemen başlatmalısınız.
Üreticiye verilen sözler, çiftçinin en haklı taleplerini yansıtmaktadır; şimdi,
verilen sözlerin gereğini yapma zamanıdır.
Seçim beyannamenizde ve
Acil Eylem Planında önemle altı çizilen, bizim de çok önemsediğimiz bir konu
da, gübre, mazot, tohumluk, tarım ilaçları gibi girdilerde ağır vergilerin
azaltılması yoluyla çiftçinin üzerindeki tahammül edilemez yükün
hafifletilmesidir. Biz, bu taahhüdünüzü sonuna kadar destekliyoruz; ancak, bu
ifadelerden hiçbirinin Hükümet Programında yer almamış olmasını da
yadırgıyoruz. Eğer, bunun arkasında, uluslararası finans kuruluşlarının olası
baskılarından çekinme kaygısı varsa, biliniz ki, bu konularda her şart ve
durumda çiftçimizin yanında yer alacağız. (CHP sıralarından alkışlar) Yeter ki,
Türkiye'nin, tarımımızın, çiftçimizin sorunlarını çözme kararlılığında bir geri
adım veya bir zafiyet belirtisi söz konusu olmasın.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; açlık sınırında olan yoksullara sağlanacak destek, vatandaşlık
hakkının sonucu olarak, bir sosyal güvenlik yardımı niteliğinde ve mutlaka
nakdî olmalıdır. Bunun adı, Batı ülkelerinde olduğu gibi "aile
yardımı" olmalı ve Uluslararası Çalışma Örgütünün bizde de kabul edilen
ancak uygulanamayan normlarına uygun düzenlenmelidir. Artık, iane, sadaka
sisteminden, sosyal hak sistemine kesin bir geçiş yapmanın zamanı gelmiştir;
gelişmiş ülke olma iddiasını sürdürmenin başka bir yolu yoktur. Kamyonlardan
atılan yiyecek paketleri için birbirini ezen vatandaş görüntüleri, Avrupa
Birliği için takvim bekleyen bir ülkeye yakışmakta mıdır?! Bu görüntüler daha
hafızamızdan silinmeden beş yıldızlı otellerde görkemli iftar sofraları
düzenlemek, İslamiyetin temel anlayışına ne kadar uygun düşmektedir?! (CHP
sıralarından alkışlar) Bütün bunlar, yoksullar yararına balolar düzenlenmesinde
olduğu gibi, yoksulluk sorununu çözmüyor, aksine kalıcılaştırıyor.
Açlık sınırı altında
yaşayan sadece işsizler değildir; bunların yanında, Bağ-Kur ve SSK
emeklilerimiz de yardıma muhtaç hale gelmişlerdir. SSK emeklilerine verilen
asgarî 240 000 000 liralık emekli aylığıyla geçinmek artık mümkün değildir;
Bağ-Kur emeklilerine verilen aylık ise, tümüyle sefalet ücretidir. SSK ve
Bağ-Kur emekli maaşları, mutlaka, acilen yükseltilmeli ve geçmişimizi borçlu
olduğumuz bu insanlara, hayatlarının son döneminde insanca yaşayacak emekli
maaşı verilmeli ve hastane kapılarında itilip kakılmaktan kurtarılmalıdır. SSK
emeklilerinin intibak sorunu da geciktirilmeden çözümlenmelidir. Elbette,
Emekli Sandığı emeklilerinin emekli maaşları da, insanca yaşayacakları düzeye
çıkarılmalıdır. Cumhuriyet Halk Partisi olarak, biz, Bağ-Kur, SSK ve Emekli Sandığını
tek çatı altında toplamayı ve emekliler arasında maaş farklılıklarını gidermeyi
öneriyoruz. Çalışan herkes, çalışma süresi ve ödediği prim oranında emekli
maaşı almalıdır; emekliler arasındaki uçurum giderilmelidir.
Cumhuriyet Halk Partisi,
işsizliği, temel sorun olarak kabul etmektedir. Hem ekonomik krizde işsiz kalan
milyonlara iş bulabilmek hem de her yıl çalışmak durumuna gelen 500 000 genci
istihdam edebilmek için özel istihdam projeleri uygulanması gerekmektedir.
Ancak, bu yetmez, mevcut işsiz sayısının azaltılabilmesi için, Cumhuriyet Halk
Partisi Programında belirtildiği gibi, birkaç yıl üst üste 1 000 000 kişiye
yeni iş alanları açılması gerekmektedir.
Toplumu tehdit eden
boyutlara ulaşmış bulunan işsizliği, ekonominin canlanmasıyla kendiliğinden
çözümlenecek bir sorun gibi algılamak yanlıştır.
Bilgisayar yazılım
teknolojisi alanında, Silikon Vadisi örneğinde olduğu gibi, teknoloji öbekleri
oluşturmak; kendi işini kuracak insanlara proje ve düşük faizli kredi desteği
sağlamak; gençlere uygulamalı meslek edindirme eğitimi vermek; gençlerin
istihdamında özel vergi ve sigorta primi indirimlerine gitmek; istihdam
vergilerinin yükünü azaltmak; kayıtlı istihdamı özendirmek önemli
satırbaşlarıdır.
Ayrıca, özellikle
Güneydoğu ve Doğu Anadolu'da, GAP İdaresinin önemli hazırlıklar yaptığı köye
dönüş projesinin yeterli kaynaklara kavuşturulması, böylece Diyarbakır'ın,
Batman'ın, Siirt'in ve diğer göç alan illerin varoşlarında oluşan sağlıksız
yapılaşmadaki işsiz güçsüz, köylü kesimlerin yeniden tarımsal faaliyete
döndürülmesi; köylerde tahrip olan altyapı ve konut dokusunun yeniden imarı
yoluyla inşaat ve diğer sektörlere yeni talepler yaratılması ve ayrıca istihdam
yaratıcı yeni kırsal kalkınma projeleri uygulanmaya konulması sağlanmalıdır.
Sınır ticaretine etkinlik
kazandırılması da başta güneydoğu olmak üzere, sınır illerimizde nakliye ve
benzeri sektörlerdeki işsizliğe bir ölçüde çare olacaktır. Habur, Nusaybin,
Akçakale, Türkgözü, Aktaş, Doğu Kapı, Nahcivan gümrük kapıları, sınır ticareti
durduğu için tümüyle işlevsiz kalmıştır. Özellikle Habur Sınır Kapısında, sınır
ve mazot ticaretinin en kısa zamanda başlatılması, yöre halkı açısından hayati
önem taşımaktadır. (CHP sıralarından alkışlar)
Sınır kapılarıyla komşu
ülkeler arasında demiryolu bağlantılarının kurulması, sınır ticaretinin daha da
gelişmesi için şarttır.
Acil Eylem Planında
iddialı vergi reformu önerilerine yer verilmişken, Hükümet Programında somut
önerilerden uzak durulmuştur. İki paragrafa sıkıştırılan vergi bölümünde ne
vergi yükünü tabana yayacak vergi indirimlerinden, ne vergi barışından ve bunun
içerdiği kapsamlı af paketinden ne de malî miladın bir ay içinde yürürlükten
kaldırılması önerisinden tek bir söz dahi edilmiştir. Bunun anlamı nedir;
yoksa, seçim beyannamesi ve Acil Eylem Planını hazırlayan AKP yetkilileri,
tutamayacakları ve iyi tasarlanmamış vaatler mi vermişlerdi?! Bu vaatlerin
gerçekleştirilmesi başka bir bahara mı bırakılmıştır?! Ancak, unutulmamalıdır
ki, seçmen kitleleri, bu vaatlere göre oy tercihlerini yapmışlar ve AKP'yi iktidara taşımışlardır. Şimdi, bunların
peşini bırakmamak, muhalefet olarak bizim en temel görevimiz olacaktır.
Bugün, ülkemizde, toplam
vergi gelirlerinin yüzde 66'sını, tüketim üzerinden alınan vergiler
oluşturmaktadır. Bu, dengesiz bir durumdur. Gelir ve Kurumlar Vergilerindeki
kayıp ve kaçaklar önlenemediği için, tüketim vergilerine yüklenilmekte, KDV ve
ÖTV gibi vergilerin oranları sürekli yükseltilmektedir. Bu haksız durumu
önlemek için, KDV ve ÖTV oranları düşürülmelidir. Bu oranların yüksekliği hem
maliyetleri artırarak piyasayı durgunluğa itmekte hem de fiş, fatura
pazarlığını teşvik ederek vergi kaçağına yol açmaktadır.
Cumhuriyet Halk Partisi
olarak, KDV ve ÖTV oranlarının anlamlı bir şekilde düşürülmesinden yanayız.
Buradan ortaya çıkacak gelir kaybını, vergi idaresini güçlendirerek,
kayıtdışılıkla mücadele sonucu artırılacak gelirlerden karşılamalıyız. AKP
Hükümeti, seçim öncesinde bu vergilerin düşürülmesi konusunda verdiği sözleri
unutmuş gözükmektedir. Oysa, seçim meydanlarında, AKP Lideri "ilacın,
kanın KDV'si olur mu" diyordu. Bu sözler unutuldu mu?! Hükümeti, sağlık,
ilaç, temel gıda, tarım girdileri üzerindeki KDV ve ÖTV oranlarını öncelikle
düşürmeye davet ediyoruz. (CHP sıralarından alkışlar)
Seçim beyannamesi veya
Acil Eylem Planı uygulamaya sokulacaksa, hükümetin, gündeme bir vergi affı
getireceği anlaşılıyor. Krizden zarar gören iyiniyetli mükelleflerin gecikme
zamları ve cezalarında indirim doğal karşılanabilir; ancak, sahte belge düzenleyenler, hayalî ihracat yapıp yüz
milyarlarca lira KDV iadesi alanlar, kesinlikle, af dışında kalmalıdırlar. (CHP
sıralarından alkışlar) Ayrıca, vergi görevlerini zamanında yerine getiren,
kuruşuna kadar vergisini zamanında ödeyen iyiniyetli vatandaşları aldatılmış
duruma düşürmemek gerekir. Bu, uzun vadede vergi bilincini zayıflatan en önemli
etken olmaktadır. Af yoluyla tahsilinden vazgeçilen kamu alacakları, sonuçta
kime yüklenecektir? Sadece bu nedenle, önümüzdeki süreçte daha çok vergi ödemek
zorunda kalacak olan dürüst mükelleflerin vergi affından sağlayacakları yarar
nedir?
Hükümetin, uygulanmakta
olan IMF destekli istikrar programını aynen uygulamakta kararlı olduğu
anlaşılmaktadır. Bu durumun, AKP'nin seçim öncesi duruşuyla çeliştiğini de
görmemezlikten gelemeyiz. Daha önce söylediğimiz bir gerçeği bugün bir kez daha
hatırlatmakta yarar var; IMF ile teslimiyetçi bir ilişki içine girilmesi, hem
Türkiye'nin ulusal hedefleri açısından sıkıntı yaratır hem de Türkiye
gerçekleri gözardı edileceği için başarısızlıkla sonuçlanır. Bizden uyarması!..
(CHP sıralarından alkışlar)
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; basına yansıyan haberlere göre, hükümet, daha güvenoyu almadan
bürokraside önemli değişikliklere gitmeye başlamıştır. Bu, iktidarın,
bürokrasiyi yönetimi anlayışında tehlikeli eğilimlerin varlığını gündeme
getirmektedir. Oysa, hükümetin, mevcut bürokratik kadroların dürüst ve
yetenekli olanlarını görevde tutmak gibi temel bir ilkesi olmak gerekirdi. Yeni
atanacak bürokratların belirlenmesinde AKP'ye yakınlık değil, yetenek ve liyakat
esas alınmalıydı. Cumhuriyet Halk Partisi, bürokrasideki atamaları bu kıstaslar
çerçevesinde yakından izleyecektir.
Yeni kurulmuş bulunan
memur sendikalarının grev hakkıyla donatılmasını istiyoruz. Ayrıca, yönetici
kadroların belirlenmesinde bu sendikaların görüşlerine başvurulmalıdır.
Devletin etkin ve verimli
bir yapıya kavuşturulması, vatandaş odaklı e- devletin kurulması Cumhuriyet
Halk Partisinin hedefidir. Kamu yönetimi, halka hesap soran değil, halka hesap
veren saydam bir yapıya kavuşturulmalıdır.
Hükümet Programının
çalışma yaşamına ilişkin alanındaki eksiklikleri çok daha vahim boyutlarda
bulunuyor. Programda "sendika" kelimesi sadece bir kez telaffuz
ediliyor; ancak, işçilerin mevcut haklarının da ortadan kaldırılacağına ilişkin
önemli belirtiler vardır. AKP Programı, ülkemizi bir ucuz emek cenneti haline
getirecek düzenlemeleri içerirken, sendikal hak ve özgürlükleri görmemezlikten
gelmektedir. Programda ücret politikalarına ilişkin herhangi bir ibare yoktur;
asgarî ücretle çalışan milyonlarca işçiyle ilgili tek satıra yer verilmemiştir.
Seçim öncesinde, iki eşit
taksitte, çalışanlara iade edileceği açıklanan çalışanların Zorunlu Tasarruf
Fonunda ve Konut Edindirme Fonunda biriken yaklaşık 14 katrilyon lira
tutarındaki alacaklarına ilişkin, Programda tek satıra yer verilmemiştir.
Böylelikle, Hükümet, seçim öncesi vaatleri ile seçim sonrası icraatları
arasındaki çelişkileri unutturmayı hedeflemektedir.
Hükümet Programında,
eşleriyle birlikte sayıları 10 000 000'u aşan ve işsizlerden sonra halkımızın
en yoksul kesimini oluşturan emeklilere yönelik tek satıra yer verilmeyerek,
seçimlerde desteğini aldığı kesimlerin sorunlarına ilgisiz olduğunu daha yolun
başında ortaya koymaktadır.
Unutulmaması gereken çok
önemli bir konu daha var; o da, mevcut emekliler arasındaki ayırımdır. Bugün,
aynı tutarda ve aynı sürede prim ödediği halde farklı emekli aylığı alan
yurttaşlarımız vardır. Bu farklılıkların da daha doğrusu, bu adaletsizliğin de
önlenmesi gerekmektedir. Bu düzeltilmediği takdirde, daha önce çıkan yasalarla
emekliler arasında yaratılan haksızlık devam edecektir. Özellikle, işçi
emeklileri bu haksızlığın giderilmesini beklemektedirler. Biz, Cumhuriyet Halk
Partisi olarak, tüm işçi emeklileri adına bu taahhüdün de takipçisi olacağız.
Sayıları yaklaşık 3 500
000'i bulan işçi emeklilerinin her birinin, 25 Ağustos 1999'dan bugüne kadar,
emekli maaş farkı olarak 200 000 000 liradan fazla alacağı var. Bu alacakları,
yargı kararı olmasına rağmen, ödenmiyor. Her bir emeklinin yargıya başvurma
zorunda bırakılması fevkalade üzüntü vericidir. Kaldı ki, bu yola gidilmesi de
devlete daha büyük yük getirecektir.
57 nci hükümet döneminde
sosyal güvenlik alanında yapılan değişiklikler bazı haksızlıklara yol açtı.
Örneğin, işçi ve Bağ-Kur emeklilerine refahtan pay verilmemesi, bir yasa
maddesi olarak düzenlendi. Bir anlamda, emekliler emekli oldukları tarihteki
gelire mahkûm edildiler. Millî gelir artışından emeklilere pay verilmemesi, en
hafif açıklamasıyla, bir insanlık ayıbıdır. Bu utancın Hükümet Programında
düzeltilmemesi üzüntü vericidir.
Seçim bildirgelerinde ve
programlarında "kamu çalışanlarına grevli, toplusözleşmeli sendikal
haklarını geliştirmek için gerekli düzenleme yapılacak" denilmesine
rağmen, Hükümet Programında bu konuda da tek satır yoktur.
Hükümet kurulur kurulmaz
bazı ekonomik güç odaklarının istekleri doğrultusunda açıklama yapan bazı
bakanlar, henüz yürürlüğe girmemiş, yaşanılan krize hiçbir etkisi ve katkısı
olmamış İş Güvencesi Yasası ile çıkarmak istedikleri İş Yasasının ilişkilendirileceği
yönündeki açıklamalarıyla, emek kesimini kaygıya sevk eden bir tavır
sergilemişlerdir.
Programda, kaçak
işçilikle ilgili, sadece yabancı kaçak işçiliğin önleneceğine ilişkin açıklama
vardır. Oysa kaçak işçilik, yerli yabancı ayırımı yapılmadan engellenmelidir.
Kaçak çalıştırma ayıbı, aynı zamanda kanundışı çalıştırma anlamına gelmektedir.
Asıl olması gereken ise, kayıtdışı ekonomiyi kayıt altına alarak devlet
gelirini artırmak olmalıdır. Bunun için sadece istihdam vergilerini indirmek yeterli
olmayacaktır. Türkiye, ucuz ve vasıfsız emeğe dayalı mal ve hizmet ticareti
alanında kaldıkça, kayıtdışı istihdam talebinin önü alınamayacaktır.
Türkiye'nin bulunduğu bu noktadan, uluslararası rekabette anlamlı bir çıkış
yakalayamayacağının artık anlaşılması gerekmektedir.
Değerli milletvekilleri,
sağlık sorunu Türkiye'nin gündemindeki önemli ve acil konulardan biridir. Bu
alanda, hem çok büyük bir savurganlık yaşanmakta hem de insanlarımız hastane
kapılarında perişan olmaktadır. Hiçbir sosyal güvencesi olmayan
vatandaşlarımızın zaman zaman hastanelerde rehin kaldıklarını gazetelerde
okuyoruz. Ancak, burada, şu gerçeğin altını çizmekte yarar var: Sağlık sorununu
sadece sigorta kapsamında olmayan nüfusa indirgerseniz yanlış yapmış olursunuz;
çünkü, sağlık sistemimiz bir sorunlar yumağı halindedir ve dikkatle, özenle
çözümlenmesi gereken bir sorundur.
Bugün, doktor hastanın
ayağına gitmemektedir. Bugünkü sistemde hastayı doktora taşıyoruz.
Hakkâri'deki, Mardin'deki, Artvin'deki, hatta Kırşehir ve Kırıkkale'deki
hastayı Ankara'ya taşıyoruz; çünkü, hastanın bulunduğu yerde doktor yok, doktor
varsa da hastane yok. Hekim dağılımında ciddî dengesizlikler var.
Hastane-muayenehane ilişkisi üzerine kurulan bir sağlık sisteminden yarar
sağlayamazsınız. Vatandaş, bıçak parası vermekten bıkıp usanmıştır. (CHP
sıralarından alkışlar) Çıkar sistemi üzerine kurulan bir sağlık sisteminden
beklenen faydayı sağlayamazsınız. Hasta ile kamuda çalışan hekimin arasına para
giriyorsa, sağlık sisteminden bekleneni elde edemezsiniz. Yine, muayenehaneye
gitmeyen vatandaş, hastanede tedavi edilemeyecektir. Bu döngünün, bu çirkin
çıkar ilişkisinin kesilmesi için, tam zamanlı çalışma ilkesinin özendirilmesi
gerekir; ama, maalesef, Hükümet Programında, bu çok önemli konuda bir satır
dahi yok. O zaman sormak gerekiyor; siz, bu çıkar ilişkilerini ortadan
kaldırmadan, sağlıkta nasıl reform yapacaksınız?
Bakın, Türkiye
gerçeklerini size hatırlatmak istiyorum: Anadolu'daki birçok sağlık ocağı
doktorsuz, ebesiz, hemşiresiz birer virane haline gelmiştir. Bu manzaraları,
seçim çalışmalarında hepiniz gördünüz. İnsanlarımızın taleplerini çok çabuk
unutuyoruz. Türkiye'deki 6 000 sağlık
ocağı ve 12 000 sağlık evinin, bir an önce, personel ve teknik donanımlarının
tamamlanarak, temel ve koruyucu sağlık hizmetlerinin yurttaşların ayağına
ulaştırılması sağlanmalıdır. Ancak bu şekilde hastanelerin önündeki kuyrukları
engelleyebilir ve etkin bir hasta sevk zinciri kurabilirsiniz.
Sağlık reformunun bir
diğer önemli halkası da, sağlık çalışanlarının durumudur. Bugün, sağlık
çalışanları, büyük bir özveriyle gece gündüz çalışmaktadırlar. Bu insanların
hakkını vermeden, yani insan unsurunu ihmal ederek sağlıklı reformu nasıl
yapacaksınız? Bu konuda da, Hükümet Programında tek satır yoktur.
Eğitim, kişi için temel
bir insan hakkı, devlet için ise yerine getirilmesi zorunlu bir ödevdir. Bilgi
çağının gereklerine uygun, çağdaş, laik, demokratik bir eğitim sisteminin
yapılandırılmasının, eğitimde Atatürk ilke ve devrimleri ile öğretim birliği
anlayışından ödün verilmemesinin takipçisi olacağımız bilinmelidir. (CHP
sıralarından alkışlar)
Öğretmenlerimizin, eğitim
bilimleri uzmanlarının, üniversite öğretim elemanlarının yaşam koşulları ve
özlük hakları mutlaka iyileştirilmelidir. Meslek eğitimine dönük ortaöğretim
kurumlarında eğitim görenlerin seçtikleri dalda yüksekeğitime devam
edebilmelerinin yolu açık tutulmalıdır.
Üniversitelerin, çağdaş, demokratik kurumlar olarak gelişmelerini sağlayacak
önlemler mutlaka alınmalıdır.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri, Hükümet Programının dışpolitikayla ilgili bölümü hakkındaki
görüşlerimizi açıklamadan önce şu hususları belirtmekte yarar görüyorum:
Dışpolitika ülkemizin yüksek menfaatlarını ilgilendiren bir alandır.
Dışpolitikayı, şartları ne olursa olsun, iç siyasî çekişmelere feda etmek çok
yanlış olur. Biz, sorumluluk duygusu içinde, yapıcı bir muhalefet olduğumuzu
dışpolitika alanında da kanıtlayacağız. İçinde yaşadığımız bu çok hassas
dönemde, iktidarıyla muhalefetiyle, herkesin duyarlılık içinde, sorumluluk içinde
hareket etmesi lazımdır.
Dışpolitika devamlılık
ister; iktidarın değişmesi, Türkiye'nin ulusal çıkarlarını değiştirmemiştir.
Ulusal çıkarlarımızın gereği olan temel dışpolitika anlayışımızın da
değiştirilmemesi gerekir. Bu bakımdan, Sayın AKP Genel Başkanının geçtiğimiz
günlerde yurt dışında düzenlediği bazı basın toplantılarında geçmiş
hükümetlerin dışpolitika yaklaşımlarını kökten eleştiren sözlerini
yadırgadığımızı söylemek zorundayım. Eğer değişen dünya koşullarında bizim
politikalarımızda da bazı düzenlemelere ihtiyaç duyulacak olursa, bunun
konuşulacağı yer hükümettir, Millî Güvenlik Kuruludur, en önemlisi, Türkiye
Büyük Millet Meclisidir. (CHP sıralarından alkışlar) Sayın Genel Başkanla
yaptığım görüşmede, basına ifade ettiği bazı düşüncelerin gerçek niyetlerini
yansıtmadığı veya yanlış anlaşıldığı izlenimini aldım; ancak, dışpolitikada
söylenen her cümlenin, her kelimenin özel bir anlamı ve önemi vardır. Yalnız
bizim neyi kastettiğimiz değil, sözlerimizin diğer ülkeler tarafından da nasıl
anlaşılacağı önemlidir. Örneğin "statükocu bir yaklaşımı
benimsemiyoruz" dediğiniz zaman, ne kastettiğinizi herkes farklı bir
şekilde anlayabilir. Eğer ülkemiz açısından veya Kıbrıs'taki soydaşlarımız
bakımından bugünkünden daha iyi koşullar yaratacak durumda değilseniz,
statükodan vazgeçmek size çok şey kaybettirebilir.
Ülkemiz, şu anda,
dışpolitika alanında ciddî sınavlarla karşı karşıyadır. Bir yandan Kıbrıs
meselesi, bir yandan AB üyeliği ve bir yandan da güney sınırlarımızın ötesinde
dolaşan savaş bulutları, dışpolitikaya büyük bir hassasiyetle ve sorumlulukla
eğilmemizi zorunlu kılıyor. Hal böyleyken, ne yazık ki, Hükümet Programının
dışpolitika bölümünün çok genel ve müphem ifadelerle kaleme alındığını
görüyoruz.
Bununla birlikte, şunu
belirtmek isterim ki, dışpolitika alanındaki bazı temel hedeflerde hükümetle
aynı görüşleri paylaşıyoruz. Örneğin, Avrupa Birliğine tam üyeliği öncelikli
hedefimiz olarak kabul etmek, katılım müzakerelerine bir an önce başlanması
gerektiğini vurgulamak doğru tespitlerdir. Kamuoyumuzda da Türkiye'ye AB
üyeliği için bir müzakere tarihi verilmesi, öncelikli bir hedef olarak
benimsenmiştir; bu, gerçekten çok önemlidir. Biz de parti olarak bunu kuvvetle
destekliyoruz. Ben de Varşova'da bazı Avrupa Birliği liderleriyle yaptığım görüşmelerde
bunu kuvvetle dile getirdim. Bu konuda tam desteğimize güvenebilirsiniz.
AB üyeliği amacına
ulaşmak için, hükümet tarafından yurt içinde nelerin yapılacağını söylemek
elbette doğrudur; ama, AB ile ilişkilerimizde yaşanan sorunların sadece Türkiye'nin
eksikliklerinden kaynaklandığı izlenimini vermek doğru değildir. Sayın
Cumhurbaşkanımızın Prag'ta yaptığı basın toplantısında da belirttiği gibi,
Türkiye'nin üyeliği konusunda AB tarafında bir samimiyet eksikliği olduğu
kuşkusuzdur. Biz beklerdik ki, Hükümet Programında, ülkemize karşı yapılan
haksızlıklara, uygulanan çifte standartlara karşı kuvvetle ve kararlılıkla
mücadele edileceği yolunda ifadeler de yer alsın. (CHP sıralarından alkışlar)
Ancak, bu anlama gelecek sözlere pek rastlayamadık.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; Sayın AKP Genel Başkanı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin
kuruluş yıldönümü vesilesiyle Lefkoşe'ye yaptığı ziyaret sırasında, basının
önünde, Türkiye ve Kıbrıs'ın eşzamanlı olarak AB'ye girmesi gerektiğini
söyledi. Bu, doğrudur; Türkiye'nin şimdiye kadar izlediği politikalara da
uygundur; ancak, biz, Sayın Erdoğan'ın aynı sözleri, AB liderleriyle yaptığı
konuşmalarda da dile getirdiğine dair bir habere rastlamadık. Eğer söylediyse
ve hükümet, bunu, burada, Yüce Meclisin huzurunda teyit ederse bundan ancak
mutluluk duyarız.
Değerli arkadaşlar,
burada bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Sayın Erdoğan'ın, Başbakan
Tony Blair ile görüşmelerde bulunmak üzere Londra'ya yaptığı ziyaretten önce,
İngiliz Avam Kamarasının Dış İlişkiler Komitesinin Türkiye-Avrupa Birliği
ilişkileri konusunda hazırladığı raporu okuduğunu tahmin ediyorum. Avam
Kamarasının yüz sayfalık raporunu bir cümleyle özetlemek gerekirse, orada
deniliyor ki: "Türkiye'nin kendisinden beklenen demokratik reformları
yapması çok önemlidir; ama, Türkiye'nin AB üyelik sürecine girmesi için Kıbrıs
meselesinin çözümü, olmazsa olmaz bir şart niteliğindedir." İşte,
karşımızdakilerin görüşleri bunlardır, bu meseleleri birbirine bağlamak
isteyenlerin görüşleri bunlardır.
Türkiye'nin AB'ye üyelik
süreci, Kıbrıs sorunu ve Avrupa savunma ve güvenlik politikası birbirine
bağlanamaz. AB üyeliği Türkiye'nin hakkıdır. AB'nin Türkiye'ye üyelik
müzakereleri takvimi verme karşılığında ülkemizden Kıbrıs'ta taviz istemesi
kabul edilemez. Kıbrıs'ta eğer bir çözüm şansı varsa, o çözüm şansı
gerçekleştirilmelidir; AB takvimi vermeseler de gerçekleştirilmelidir. Kıbrıs
bir sorunumuz, AB bir sorunumuz; her ikisinde de hakkımızı sonuna kadar takip
etmeliyiz.
Hükümet, aynı zamanda
AGSP konusundaki tutumundan taviz verebileceği, İngiltere ve ABD ile varılan
Ankara mutabakatından geri adım atılabileceği izlenimi veriyor. Önce şurasını
belirteyim ki, bu mutabakat hakkında Yüce Meclise bugüne kadar bilgi
verilmemiştir. Metin ne diyor? Vermeye hazırlandığınız anlaşılan tavizlerden
sonra durum ne olacaktır? Hükümet, Avrupa ordusunun, Kıbrıs'ta ve Ege'de,
Türkiye'nin çıkarlarını etkileyebilecek bir rol oynamayacağı hususunda Yüce
Meclise güvence verebilecek durumda mıdır?
Son günlerde Sayın AKP
Genel Başkanının ziyaret ettiği her ülkede farklı bir dil kullandığı dikkati
çekiyor. Belki de gittiği ülkelerdeki devlet adamlarının beklentilerini
karşılamaya çalışıyor; ama, unutulmasın ki, dışpolitikada nabza göre şerbet
vermek çok yanlış olur ve ileride devleti sıkıntıya sokabilir. Üstelik Sayın
Erdoğan kimin namına konuşuyor; hangi sıfatla konuşuyor?! Yoksa, kendisi
Başbakan naibi konumunda mıdır?! (CHP sıralarından alkışlar)
Sayın Başkan, değerli
arkadaşlar; Türkiye-AB ilişkilerinde yaşanan sorunlar ve gecikmeler yalnız
yabancılar tarafından değil, bazı Türk siyaset adamları tarafından da sadece
Türkiye'nin eksikliklerinden, kusurlarından kaynaklanan meseleler gibi takdim
edildi. Hep Türk tarafı kusurlu görüldü ve Türkiye'nin atacağı adımlarla bu meselelerin
çözülebileceği inancı yayılmak istendi. Şimdi de bazı beyanlarda bunun izlerine
rastlanıyor. Bu yılın başlarında öyle bir hava yaratıldı ki, sanki Türkiye
Büyük Millet Meclisinin idam cezasını kaldırması ve yerel dillerde eğitim ve
yayın hakkının önündeki engelleri giderecek yasaları çıkarması halinde
Türkiye'nin AB yolu kendiliğinden açılacaktır. Türk kamuoyunda yaratılan
izlenim buydu. Oysa ne gördük; Türkiye Büyük Millet Meclisi üstün bir gayretle
bu yasaları çıkardı; ama, buna rağmen, AB Komisyonu, Türkiye'ye üyelik
müzakeresi için tarih verilmesini önermedi. Demek ki, mesele bundan ibaret
değilmiş. Demek ki, başka nedenlerle, Türkiye'nin üyelik sürecini, türlü
bahaneler icat ederek geciktirmek isteyenler varmış. İtiraf edelim ki, bu
çevrelerle, zamanında, gerekli mücadelenin cesaretle, kararlılıkla yapılamamış
olması bir eksiklik olmuştur.
Öyle anlaşılıyor ki,
sorunlar, sadece Türkiye'den kaynaklanmıyor. AB'den kaynaklanan sıkıntılar da
var; ama, bu sıkıntıları açıkça dile getirmek yerine, bütün kusuru, bütün
eksiklikleri Türkiye'ye atfetmek yolunu seçiyorlar. Bu, doğru bir yaklaşım
değildir, haklı bir yaklaşım değildir, insaflı bir yaklaşım değildir.
Nitekim, görüyoruz ki,
Avrupa'da önemli görevler üstlenen ve daha önce de kendi ülkelerinde çok önemli
görevlerde bulunan bazı şahsiyetler, hiçbir kayıt ve şarta bağlamaksızın,
Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkıyorlar. Fransa eski Cumhurbaşkanı ve şimdiki AB
Konvansiyonu Başkanı Giscard d'Estaing, birkaç gün önce "Türkiye'nin
üyeliği, AB'nin sonu olur" dedi. Ondan hemen sonra, Lüksemburg eski
Başbakanı Santer de üyeliğimize karşı çıkan beyanlarda bulundu. Eski Alman
Başbakanı Kohl ile son seçimlerde Alman Hıristiyan Demokratların Başbakan adayı
olan Stoiber de öyle düşünüyorlar. Bunlar demiyorlar ki, Türkiye şu şu
koşulları yerine getirirse, biz, bu ülkenin AB üyeliğini destekleriz. Kayıtsız,
koşulsuz, üyeliğimize karşı çıkıyorlar. Neymiş; Türkiye'nin topraklarının çoğu
Asya kıtasındaymış, başkenti Asya'daymış. Bazıları din farkını, kültür farkını
dile getiriyorlar. Bu sözlere hayret etmemek mümkün değildir. Türkiye 1949
yılında Avrupa Konseyine girerken, toprakları ve başkenti başka bir yerde
miydi?! (CHP sıralarından alkışlar) 1963 yılında Türkiye'nin Avrupa Birliğine
tam üyeliğini hedefleyen ortaklık anlaşmasını imzaladığımızda, dünyanın başka
bir bölgesinde mi yaşıyorduk?! Bu farklılıklarımızı şimdi mi keşfettiniz?!
Bunlar ciddiye alınacak görüşler değildir; ama, ne yazık ki, bu düşünceleri
dile getirenler, Avrupa'da çok önemli mevkilerde bulunan insanlardır ve Avrupa
kamuoyunun bu düşünceleriyle olumsuz yönde etkilendiğini de görüyoruz.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; bizim, hükümetten beklediğimiz, bütün bu haksızlıklara, çifte
standartlara, Türk Milletini incitici sözlere karşı, kuvvetle, cesaretle,
inançla ve kararlılıkla mücadele etmesidir. Bunu yaparsanız, biz de bütün
gücümüzle size destek veririz. Bunu yaparsanız, ülkemizin çıkarlarını her
şeyden üstün tutan Cumhuriyet Halk Partisini yanınızda bulursunuz, sivil toplum
örgütlerini yanınızda bulursunuz, Türk Milletini yanınızda bulursunuz. Hepimiz
tek bir yumruk gibi ülkemizin haklarını, menfaatlarını ve itibarını koruruz;
ama, bu cesareti gösteremezseniz, biliniz ki, sizin akıbetiniz de, sizden önce
bu sorumluluğu taşıyanlardan farklı olmayacaktır. (CHP sıralarından alkışlar)
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; Kıbrıs meselesinde bıkkınlık duymaya, sabırsızlık göstermeye
hakkımız yoktur. Diplomaside hiç yapılmaması gereken şey, yorgunluk ve
bıkkınlık emareleri göstererek, ulusal çıkarlardan taviz vermektir.
"Kıbrıs'ta bir anlaşma olsun da nasıl olursa olsun; bu mesele bize artık
yük oldu, başka menfaatlarımızı zedeliyor" diyemeyiz. Haklı olduğuna
inandığımız ve ülkemizin ve Kıbrıs'taki soydaşlarımızın hak ve çıkarlarına
hizmet eden tezlerimizi inançla savunmaya devam etmeliyiz. Kıbrıs konusunda,
Türkiye ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, şimdiye kadar tam bir uyum içinde,
işbirliği içinde, dayanışma içinde hareket etmiştir. Bu işbirliğinin ve
dayanışmanın sürdürülmesi önem taşımaktadır. Müzakerelerde Türk tarafını
dirayetle temsil eden Sayın Denktaş'ın görüşlerini dikkatle değerlendirmek
lazımdır. Sayın Denktaş'a verilen destek, azalmadan devam etmelidir.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; şimdi, önümüzde Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi
Annan'ın bazı görüşleri ve önerileri var. Önce, bu noktaya nasıl gelindiğini
hatırlatayım. Sayın Denktaş'ın önerisi üzerine, Kıbrıslı Türk ve Rum liderler,
bir araya geldiler, hiçbir dış baskı, etki ve öneri almadan Kıbrıs meselesine bir
çözüm bulmak için yoğun bir müzakere süreci başlattılar. Bu müzakerelerde bazı
ilerlemeler oldu; ama, öyle anlaşılıyor ki, bir uzlaşmaya varılamadı. İşte, bu
noktada, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri bazı görüşler ortaya attı. Eğer,
Kıbrıslı Türkler ve Rumlar, Genel Sekreterin böyle görüşler beyan etmesini
kabul ederlerse, bizim bir itirazımız olamaz, hatta, Genel Sekreterin bir
çözüme yardımcı olma çabalarını bir iyiniyet işareti olarak görürüz. Ne var ki,
o mevkide olan bir kimsenin önereceği fikirlerin, düşüncelerin, adil ve
tarafsız olması, yeni sıkıntılara yol açacak nitelik taşımaması beklenir.
Önce, işin zamanlamasına
bakalım. Bu öneriler, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Başkanı Sayın Denktaş'ın
ağır bir ameliyattan sonra henüz iyileşmediği, Türkiye'de Yüce Meclisin
çalışmaya başlamadığı, hükümetin henüz kurulma aşamasında olduğu bir zamana
rastlatılmıştır; bir hafta içinde de bir prensip mutabakatı istenmiştir. Böyle
bir zamanlama, uluslararası ilişkilerde geçerli olan kurallara uygun değildir.
12 Aralıkta düzenlenecek AB zirvesinden önce bu öneriler üzerinde mutabakata
varılmasını beklemek gerçekçi değildir. Bu gibi hayatî sorunlar zaman baskısı
içinde görüşülemez. AB'nin 12 Aralıkta yapması gereken şey, Türkiye'ye tam
üyelik için yakın bir gelecekte müzakerelere başlama tarihi vermek, Kıbrıs'ın
üyelik sürecini ertelemektir.
Biz defalarca söyledik,
bir kere daha tekrarlıyorum: Kıbrıs'ta çözümden yanayız, uzlaşmadan yanayız;
ancak, hedef, Kıbrıs'ta otuz yıla yakın zamandan beri iki ayrı coğrafyaya yerleşen,
kendi içinde mütecanis, uyumlu, homojen bir yapı oluşturan Kıbrıslı Türk ve
Rumları yeniden iç içe sokarak yeni çatışmaların tohumlarını...
(Mikrofon otomatik cihaz
tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Baykal,
konuşma süreniz bitti; ancak, sizi ikaz da etmedim, çok önemli bir noktaya
temas ediyorsunuz. Hükümet Programı üzerindeki görüşmelerin çok önemli olduğunu
biliyorum. Sürenizi kısıtlamıyorum. Lütfen, konuşmanızı tamamlayınız. (AK Parti
ve CHP sıralarından alkışlar)
DENİZ BAYKAL (Devamla) -
Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Çözüm, bugünkü sosyal
dokuyu bozmadan, Kıbrıs'ta oluşan toplumsal yapıyı esas alarak, bir ortak
devlet kurmaya çalışarak bulunabilir. Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin
önerilerinin temel felsefesi, temel mantığı ise, birbirinden farklı, ayrılmış,
mütecanis iki toplumu, 1974 öncesindekine benzer bir yapıya dönüştürmeyi
öngörmektedir. Yani, tatbikatta ne olacaktır; yüzyıllardır güneyde yaşadıkları
toprakları terk etmek zorunda kalarak kuzeye yerleşmiş, orayı vatan bilmiş,
evini barkını kurmuş, toprağını işlemiş, yatırım yapmış, otuz yıla yakın bir
süredir orada yaşamakta olan 55 000-60 000 Kıbrıs Türkü, bir kere daha her
şeyini terk edip göçmen olacak, sıfırdan yeni bir hayata başlayacaktır. Bunun
yaratacağı insanî ve toplumsal ıstırapları görmemek, düşünmemek mümkün
değildir. Mesele bununla da bitmiyor: Plan uygulanacak olursa, birkaç yıl
içinde, yaklaşık 20 000 Rum, Türklerin boşaltacağı bölgeye yerleşecek, daha
sonra bunların sayısı 60 000'e çıkacak, Türk kesiminin üçte 1'i Rum olacaktır;
Rum kesimin tümü Rum olmaya devam edecektir.
Peki, bunca yılın acı
tecrübelerinden sonra yeniden bir arada yaşamak zorunda bırakılan Türkler ve
Rumlar barış ve huzur içinde yaşayacaklar mıdır; bunu, kimse beklemiyor, tahmin
etmiyor. Bu nereden belli; bizzat, Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin
önerilerinden belli. Kuzeye bir Birleşmiş Milletler barış gücü yerleşecek. Bu
barış gücü ne yapacak; Türk kesimine yerleştirilecek Rumları koruyacak; yani,
Türk Devletinin güvenlik güçlerine itimat edilmeyecek, Rumları bu barış gücü
koruyacak, gerekirse barikatlar kuracak. Üstelik, Kıbrıs Türk Devletinin bu
barış gücünün görevine son verme yetkisi de hiç olmayacak.
Sayın Başkan, değerli
arkadaşlar; dünyanın yerleşmiş hiçbir demokrasisinde böyle bir sistem yoktur.
Genel Sekreterin planı sunulurken Belçika modelinden, İsviçre modelinden söz
ediliyor. Belçika'da Flamanlara karşı Wallonları Birleşmiş Milletler Barış Gücü
mü koruyor?! İsviçre'de farklı kantonlarda yaşayanların güvenliğini barış gücü mü
sağlıyor?! Mesele bununla da bitmiyor. Kuzeye yerleşecek Rumlar, KKTC'nin
vatandaşlığını kazanacak ve bütün siyasî haklara sahip olacaklar; yani, yirmi
otuz yıl sonra belki de, Kıbrıs Türk Parlamentosunun üçte 1'i Rumlardan
oluşacaktır ve böylece, başlangıçta kurulmuş gözüken siyasî eşitliğini içi
boşaltılmış olacaktır. Bu siyasî eşitlik varsayımına göre oluşturulmuş olan
merkezî Kıbrıs devleti Rumların kontrolüne otomatik olarak geçecektir; ayrıca,
bazı azınlıklara da Parlamentoda yer ayrılacaktır. Türk Meclisindeki bu yapısal
değişiklik, kuşkusuz merkezî devletin yapısına da yansıyacak ve orada bugün
öngörülen sistem de işlemeyecektir.
Getirilmek istenen
sistemin özü, 1960'ta kurulan başkanlık sisteminden farklıdır, birçok noktada
bunun gerisine gitmektedir. Yönetim yetkisi altı kişilik bir konseye veriliyor,
bunun ikisi Türk kesiminden olacaktır, bunlardan sadece birinin onayıyla
başkanlık konseyi istediği kararı alacaktır. Şimdi, bu sisteme bakarak, Kıbrıs
Türk Halkının haklarının eşitliğinden söz etmek, bunun tam korunduğunu
söyleyebilmek mümkün müdür?!
Mesele bununla da
kalmıyor, 1960 anlaşmalarına göre gerektiğinde Ada'ya tek taraflı müdahale
imkânına sahip olan Türkiye'nin bu hakkı da sulandırılıyor. 1960 anlaşmaları,
bu yeni koşullara uyduğu ölçüde uygulanacak. Ayrıca, Türklerin güvenliğini
korumakla görevli Türk Silahlı Kuvvetleri hem azaltılacak hem de Ada'da belli
yerlerde konuşlandırılmak zorunda kalacak.
Toprakla ilgili öneriler
de başka bir olumsuzluk örneği oluşturuyor. Sayın Denktaş'a iki harita sunulmuş
ve bunlardan birini kabul etmesi istenmiştir. Bu haritalardan birinde,
Türkiye'nin stratejik menfaatları ve güvenliği açısından büyük önem taşıyan
Karpas Burnu Rumlara bırakılıyor. Denktaş bunu kabul etmezse ikinci haritayı
kabul etmek zorunda, orada da, Ada'nın kuzeyindeki en verimli toprakların
bulunduğu Güzelyurt ve Magosa'nın geniş bölgeleri Rumlara veriliyor. Bu kesimde
Kıbrıs'ın en büyük su kaynakları yer almaktadır. Bütün kuzeyin yeraltı su
kaynaklarının yaklaşık yarısı buradadır. Kıbrıs tarımının can damarı olan
portakal bahçeleri buradadır. Kıbrıslı Türklerin bütün bu bölgeleri terk
etmeleri kaçınılmaz olacak. Plana göre, Barış Harekâtından sonra Türkiye'den
Kıbrıs'a gidenlerin durumu daha da kötü olacak. Neticede çok sayıda insan,
âdeta Ada'dan göç edecek.
İşte, taraflara sunulan
ve bazılarının kaçınılmaz fırsat gibi takdim etmeye çalıştığı planın özü budur.
Bütün bu nedenlerle Genel Sekreterin önerilerinde ciddî ve köklü değişikliklere
ihtiyaç bulunmaktadır.
Hükümet Programına
dönersek, orada bu plan hakkında ne deniliyor; aynen şöyle: "Birleşmiş
Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından yapılan barış planı olumlu
karşılanmakla birlikte, hükümetimizce sorunun kalıcı bir biçimde çözümü için
ulusal çıkarlarımız ve Kıbrıs Türklerinin Ada'daki varlığını ve güvenliğini
garanti altına alacak bir müzakere süreci öngörülmektedir." Öyle
anlaşılıyor ki, hükümet de, planın Kıbrıslı Türklerin varlığını ve egemenliğini
teminat altına alacak bir nitelik taşımadığının farkındadır. Eğer böyle ise, bu
planın olumlu karşılandığını nasıl söylersiniz?! Burada bir çelişki yok mu?!
Hükümete yakışan tavır, Kıbrıs Türkleri için yeni ıstıraplar doğuracak bu
planın bazı olumlu yönlerinin yanı sıra olumsuz yanlarını da açıkça ortaya
çıkarmak, programda bunları da vurgulamak olmaz mıydı? Bu kadar hayatî bir
konuda, üstelik, Türkiye'nin güvenlik çıkarlarına da zarar verebilecek bir
meselede cesaret gösteremeyecekseniz, bu cesareti nerede göstereceksiniz?!
Bir şey daha söyleyeyim:
Uzun yıllardan beri tüm bu haksızlıklara karşı cesaretle mücadele eden
insanlarımızı şahinlikle suçlamak, doğru ve insaflı bir yaklaşım değildir.
Ülkemize, millî çıkarlarımıza, millî itibarımıza zarar verecek bütün
davranışlara, bütün girişimlere karşı hepimiz şahin kesiliriz. (CHP
sıralarından alkışlar) Bütün Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri şahin
kesilir. Yurt içinde ve yurt dışında herkes bunu böyle bilsin. Bu gibi haksız
ve insafsız davranışlara karşı sessiz kalamayız, kayıtsız kalamayız.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; bakın, halkımız neleri istiyor, özetleyelim: Gelir dağılımının
adil paylaşılmasını istiyor, hastane kuyruklarında beklemeden insanca tedavi
olmak istiyor, adaletin gecikmeden tecelli etmesini istiyor, yoksulluk
sınırında veya yoksulluk sınırının altındaki aileler için ekonomik güvence
istiyor, her yurttaşın sosyal güvenlik şemsiyesi altında olmasını istiyor,
emekli aylığını alırken kuyruklarda ölmemek istiyor, çocuklarının daha iyi
eğitim ve öğretim hizmetine alınmasını istiyor ve en önemlisi, iş istiyor,
çalışarak üretime katkıda bulunmak istiyor; akşam, çalıştığı işyerinden evine
huzurla dönmek istiyor; gençler, yabancı elçiliklerin vize kuyruklarında umut
aramak yerine, kendi ülkesinde, kendi geleceğine güvenle bakabilmek istiyor;
kadınlar, her türlü baskıdan uzak, özgür, eşit, çağdaş bir toplum yaşamı içinde
yer almak istiyor. Yani, özetle, insanımız, bu ülkede onurlu bir insan gibi
yaşamak istiyor.
Gelin, iktidarı ve
muhalefetiyle bu tabloyu Türkiye'de kuralım. Biz muhalefet olarak, bu bağlamda
atacağınız her olumlu adımı destekleyeceğiz.
Halkımız, sadece bunları
mı istiyor; elbette ki hayır. Seçim meydanlarından yeni geldik, halkımızın
taleplerini kulağımıza küpe ettik. Halkımız, yolsuzlukların önlenmesini istiyor
ve ayrıca, devleti soyanlardan da hesap sorulmasını istiyor; ancak, hesap
sorarken, devletten, bankalardan çalınan paranın da son kuruşuna kadar geri
alınmasını istiyor. (CHP sıralarından alkışlar) Hiçbir çağdaş, demokratik
ülkede olmayan ve yolsuzluklara âdeta kapı aralayan mevcut milletvekili
dokunulmazlığının değiştirilmesini istiyor. (CHP sıralarından alkışlar) Adı
yolsuzluklara karışan bakanların ve milletvekillerinin adilce yargılanmasını
istiyor; yani "yapanın yanına kâr kalır" anlayışının, artık, terk
edilmesini istiyor, yargının bağımsız kalmasını istiyor.
Özetle, halkımız,
kendisine hizmet eden bir devlet istiyor. Biz, seçim meydanlarında halkımıza
söz verdik. İktidarda da olsak muhalefette de olsak bu taleplerin takipçisi
olacağız. Bu söylemimizi, bu taahhüdümüzü bu kürsüden şu anda bir kez daha dile
getiriyorum. Halkımıza söz veriyoruz, sizin taleplerinizin daima takipçisi
olacağız. (CHP sıralarından alkışlar)
Hükümet programının
başarılı olmasını diliyor, Yüce Meclisimizi ve Sayın Başkanımızı saygıyla
selamlıyorum. (CHP sıralarından ayakta alkışlar; AK Parti ve Bakanlar Kurulu
sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Sayın Baykal,
teşekkür ederim.
Program üzerinde konuşma
sırası Adalet ve Kalkınma Partisindedir.
Adalet ve Kalkınma
Partisi, program üzerinde üç konuşmacı tayin etmiştir; süreleri eşit olarak
kullanacaklardır.
İlk konuşma hakkı Amasya
Milletvekili Sayın Akif Gülle'ye, ikinci söz hakkı Mersin Milletvekili Sayın
Dengir Mir Mehmet Fırat'a, üçüncü söz hakkı Afyon Milletvekili Sayın Sait
Açba'ya aittir.
Buyurun Sayın Gülle. (AK
Parti sıralarından alkışlar)
AK PARTİ GRUBU ADINA AKİF
GÜLLE (Amasya) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; AK Parti Grubu adına,
58 inci hükümetimizin sosyal politikalarıyla alakalı görüşlerimizi belirtmek
üzere huzurlarınızdayım; sözlerime başlarken hepinizi saygıyla selamlarım. (AK
Parti sıralarından alkışlar)
3 Kasım 2002 tarihinden
önce siyaset, ekonomi, toplumsal yaşamdaki ciddî problemler, insanımızın günlük
hayatını ve geleceğe bakışını, maalesef, olumsuz yönde etkiledi. Bu nedenle,
Türk Halkı, yeni ve taze anlayışı, kararlı, önünü ve geleceğini görebilen,
ayakları yere basan, çağdaş bilgilerle donanmış, ufuk açıcı, gerçekçi program
ve projelere sahip kadroların önünü açtı. Diğer taraftan, gelir dağılımındaki
bozuklukları düzeltecek, yoksulluğu ortadan kaldıracak, toplumsal barışı temin
edecek, kurumlar ile yurttaşlar arasındaki toplumsal güveni sağlayacak,
bölgesinde ve tüm dünyada yeniliğin ve kalkınmanın öncüsü bir siyasî oluşumu
iktidara taşıma arzusunda olan insanımız, 3 Kasımda tercihini AK Parti üzerinde
yaptı ve AK Partiyi iktidara taşıdı.
Değerli milletvekilleri,
bize göre, Türkiye'nin sorunları çözümsüz değildir; çünkü, Türkiye, genç ve
dinamik bir nüfusa sahiptir. Milletimizin köklü ve zengin bir devlet geleneği
vardır. Toplumsal yardımlaşma ve dayanışma hasleti önemli bir servetimizdir.
İşte, bu büyük potansiyeli harekete geçirecek, halkımızı mutlu ve ülkemizi
itibarlı kılmaya kararlı olan partimiz, siyaset sahnesindeki yerini -hepinizin
bildiği gibi- 14 Ağustos 2001 tarihinde almıştı.
Partimizin hedefi, aynı
coğrafya üzerinde, asırlardır, barış, dostluk ve kardeşlik içinde birlikte
yaşayan, ortak bir kaderi paylaşan, sevinçleri, kederleri, kıvançları ortak
olan tüm halkımızı kucaklamaktı. Bu anlayışla yola çıkan partimiz, toplumsal
refah ve kalkınmanın sağlanması için ortak yaşam kıvancını besleyen, insanî
temel değerlerin gelişmesine imkân veren ortamın tesisini bireysel ve toplumsal
mutluluğun temeli saymıştı.
Değerli milletvekilleri,
düşünce ve sanatın ihmal edildiği, bireyin kişiliği, özgürlüğü ve sağlığına,
çevre ve doğanın korunmasına, kültür ve estetiğin gelişmesine gereken özenin
gösterilmediği bir ortamda yaşam kalitesinden söz etmek elbette mümkün
değildir.
Toplumsal refah ve
kalkınmanın sağlanması kadar, birey ve toplum hayatını olumsuz etkileyen sosyal
ve doğal çevre koşullarının da insanîleştirilmesi şarttır. Hayata, insana ve
topluma bir bütün olarak bakmayan kalkınma modelleri, yapılan işlerin sosyal
faydasını hesaba katmayan politikalar, insanı esas almadığı için mutluluk
üretemiyor ve yaşam kalitesini de, maalesef, geliştiremiyor.
Teknolojik gelişmenin,
herkese, durumunu ötekiyle mukayese imkânı verdiği günümüzde, küreselleşmenin
yıkıcı etkisi, insanı bir tüketim aracına da dönüştürmektedir.
Bize göre, nitelikli bir
hayat için üretilecek sosyal politikalarla maddî ve manevî dinamikleri birlikte
ele alma zorunluluğu vardır.
Kentleşmeden sağlık
kurumlarının idaresine, kültürel mekânların fonksiyonelliğinden çalışma
barışına, eğitim yönetiminden trafiğe, spordan engelli vatandaşlarımızın üretim
süreçlerine katılmasına kadar her alanda güleryüzlü bir yönetim, adaletin ve
kalkınmanın dinamiğini oluşturacak ve yaşam kalitesini geliştirecektir.
Bu bütünlük içerisinde,
kültürel dokunun, doğal kaynakların, çevrenin, yoksul ve kimsesizlerin
korunması, sanat ve estetiğin geliştirilmesi, bölgelerarası dengesizliklerin
giderilmesi; bakıma muhtaç yaşlılar, çocuklar ve işsizler için özel
programların oluşturulması, engellilerin hayatlarını kolaylaştıracak yapısal
önlemlerin alınması; sağlık ve sosyal güvenlik, trafik, spor, kentleşme,
eğitimde fırsat eşitliği ve eğitimde kalitenin yükseltilmesi, gelir
dağılımındaki bozuklukların giderilmesi, yolsuzlukla mücadele, yoksulluk ve
işsizlikle mücadele, kadın ve gençlere yönelik programlar, bir ülkenin sosyal
politikalarının temelini oluşturmak zorundadır. Sıraladığım bu özelliklerin,
Hükümet Programında gereği gibi yer almış olmasını görmüş olmamızdan dolayı
memnuniyetimizi bu noktada ifade etmek durumundayız.
Değerli milletvekilleri,
eğitim, sağlık, konut, ulaşım ve benzeri sorumluluklar, ülkemizde, ailelere
büyük yükler getirmektedir. Ailelerin, günlük ihtiyaçlarını karşılamakta güçlük
çekmesi, toplumun en temel direnç noktasının tehdit altında olduğunun açık bir işaretidir.
Bize göre, ülkemizde, sosyal güvenlik, sosyal hizmet ve sosyal yardım
politikalarının temelini Türk toplumunun dayanışmacı özelliği oluşturmaktadır.
Bu dayanışmacı özellik, evrensel hizmet disiplinlerini dikkate alan, kamu ve
sivil inisiyatif işbirliğini geliştirmeye imkân sağlayan yasal, idarî ve malî
zeminlerin oluşturulmasıyla sosyal hizmet kalitesini de elbette artıracaktır.
Ekonomik ve sosyal
ihtiyaç içerisinde olan kişi ve ailelere el uzatmak, toplumsal ve kamusal bir
sorumluluktan öte, insanî ve aynı zamanda da vicdanî bir görevdir. Toplum ve
devlet ilişkilerinde vicdanların yaralandığı en önemli alan birey ve ailenin
kendisini güvensiz ve de çaresiz hissetmesidir. Özellikle, son yıllarda
ülkemizin içine düştüğü ekonomik çöküntü, işsizlik, yoksulluk ve sefalet bu
alanda telafisi pek de kolay olmayan büyük yaraların açılmasına, maalesef,
sebebiyet vermiştir. Hükümetimizden ilk beklentimiz, bu alanlarda hiç vakit
kaybetmeden acil tedbirlerin alınması ve kaderi, yoksulluk ve sefalet olmayan bu
kitleleri rahatlatmasıdır; çünkü, bize göre, devlet, anayasal bir hak olan
sosyal güvenliği herkes için sağlamak mecburiyetindedir. Hükümet Programında bu
konuların öncelikli olarak yer aldığını, boş laflar değil, dolu dolu cümleler
olarak yer aldığını da huzurlarınızda ifade etmek mecburiyetindeyim.
Değerli milletvekilleri,
eğitim, ülkemizin öncelikli hedefleri arasında yer almaktadır. Bu cümleden
olarak, eğitimde temel hedefimiz, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller
yetiştirmektir. Ülke sorunlarımızın kaynağı da çözümü de elbette eğitimin
niteliğinden geçmektedir. Nüfusumuzun yüzde 52'sinin çocuk ve gençlerden
oluşması ve dünyanın en genç ülkelerinden biri olmamız, eğitime öncelik vererek
eğitimin niteliğini yükseltmemiz açısından büyük bir önem taşımaktadır. Eğitim
sistemimiz, çocuk ve gençlerimizin gelecek kaygısının sebebi değil, güvenli bir
geleceğin dayanağı olmalıdır. Çağımızda nitelikli işgücü ve rekabet edilebilir
bir üretim, hiç şüphesiz, yetişmiş insan kaynaklarına bağlıdır.
BAŞKAN - Sayın Gülle, bir
saniye...
Bakanlar Kurulu
sıralarında bulunan değerli milletvekillerimiz, hem hatibi dinlemiyorsunuz hem
sayın bakanları meşgul ediyorsunuz hem de dikkati dağıtıyorsunuz. (CHP
sıralarından alkışlar)
Sayın Gülle, buyurun
efendim.
AKİF GÜLLE (Devamla)-
Teşekkür ederim Sayın Başkanım.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; nitelik ile istihdam ve üretim arasındaki ilişkilerin
belirleyiciliği açıktır. İnsan kaynağını nitelikli kılmanın yolu ise hiç
şüphesiz eğitimden geçmektedir. Mevcut eğitim sistemimiz, üretim ve istihdam
süreçlerini ve meslekî formasyonu, bilginin kullanım alanını, maalesef, hesaba
katmayan bir sistemdir. Okulöncesi eğitim, temel eğitim, ortaöğrenim ve
yükseköğrenim, kademeli olmak üzere, amaçları, programları, uygulamalarıyla,
ülkenin ve çağın ihtiyaçlarına bugün itibariyle cevap vermekten de uzaktır.
Türk eğitim sisteminin temel zaafı, meslekî eğitime yeterince önem ve değer
verilmemesinde, maalesef, odaklanmaktadır.
Genel lise eğiliminin,
eğitim politikalarının temel karakteristiğini oluşturması, Türkiye'yi, meslekî
formasyondan yoksun büyük bir gençlik örgüsüyle bugün yüz yüze bırakmıştır.
Ülkemizdeki ekonomik ve
sosyal güvensizlik ortamı, özellikle, genç kuşakları oldukça ve derinden
etkilemektedir.
Psikososyal sorunlara yol
açan ve kimlik bunalımı olarak yansıyan güven sorunu ve gelecek kaygısı,
gençlerimizi yurtdışı arayışlarına, maalesef, sevk etmekte ve de
yöneltmektedir.
Toplumun mimarı olan
öğretmenlerin ve eğitim yöneticilerinin çağdaş usullerle yetiştirilmesi,
mevcutların ciddî bir hizmetiçi eğitim programına tabi tutulması, hiç şüphesiz,
büyük önem taşımaktadır ve öyle inanıyoruz ki, hükümetimizin de öncelikleri
arasında yer alacaktır.
Öğretme yerine öğrenmeye
öncelik verilmeli, interaktif eğitim ağırlıklı olarak uygulanmalı, yaygın ve
örgün eğitimin her aşamasında yeni bir model olarak e-eğitim yürürlüğe
konulmalı, eğitimi belirli dönemlerle sınırlamak yerine yaşam boyu eğitim
anlayışı benimsenmeli; yeni okul, bina ve tesisleri ile eğitim müfredatı, çağdaş
beklentilere göre, lisan, bilgi işlem, araştırma laboratuvarlarına göre yeniden
mutlaka tasarlanmalı, spor ve seçmeli derslere, elbette, oldukça ağırlık
verilmeli.
Bugün için eğitim
sistemimizin, toplumun ihtiyaç ve beklentilerini karşılayamadığını toplumumuzun
bütün kesimleri kabul etmektedir. Sorun, sadece öğretmenlerin, okulların, okul
idarelerinin başarısızlığı değil, sorun, bir sistem sorunudur. Eğitim
niteliğinin düşük olması, ihtiyaçlara cevap üretecek bir eğitimin verilmemesi,
toplumsal alanda demokratikleşmenin yerleşmesinden gelir dağılımı
adaletsizliğine kadar geniş bir alanda, maalesef, çok büyük çöküntülere
sebebiyet vermiştir.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; toplumsal barışın zedelendiği, gençlerin haksız rekabete maruz
bırakıldığı, kişiliğinin baskı altına alındığı ilk yer, unutmayalım ki,
okuldur. Çözüm, niteliği, üretimi ve sonuç almayı hedefleyen bir eğitim
sistemine ülkemizin bir an önce geçmesidir.
Eğitim sistemiyle sürekli
oynanması eğitimin niteliğini yok etmektedir. İlk ve orta öğrenimden
üniversiteye kadar eğitim sisteminin ülke ihtiyaçlarına cevap vermediğini, az
önce de ifade ettiğim gibi, herkes kabul etmektedir.
Yüksek Öğretim Kurulu,
üniversitelerin özerk yapısını, bilimsel araştırmayı, üniversitenin kalifiye
insan yetiştirme amacını yok etmiş, Kurul, üniversitelerin üzerinde bir asayiş
ve denetim birimi haline, maalesef, gelmiştir.
Sosyal yaraların
kaynağında yer alan işsizlik, kalifiye işgücü eksikliğiyle doğrudan etkilidir.
Eğitimin nitelik zaafları yalnızca ekonomik sonuçları doğurmuyor, yaşamımızın
-unutmayalım ki- bütün alanlarını, maalesef, içine alıyor.
Vatandaşlık bilincinin
gelişmemesi, hukuk devletinin yerleşememesi, refah ve adaletin
yaygınlaşamaması, toplumda suç potansiyelinin yükselmesi, ulusal barış ve güven
zeminin oluşmaması, eğitimin toplum ihtiyaçlarına göre verilmeyişiyle yakından
ilintili ve bağlantılıdır.
Değerli milletvekilleri,
dünyanın her yerinde, sistemler, geleceklerini ve güvenlik alanlarını eğitim
sistemiyle oluştururlar. Ülkemizdeki eğitim sisteminin sorunu ise, değişime
açık olmaması, aksine, değişime karşı direnç oluşturmasıdır. Değişime karşı
direncin, statükoda ısrarın, her alanda topluma ağır bedeller ödettiği yer,
unutmayalım ki, eğitim sistemimizdir. Bunun için, dogmatik ve otoriter eğitim
modellerinden bir an önce vazgeçmek zorundayız.
Şimdiye kadar, eğitim
sorunları kendi zemininde, bilimsel gerçeklere uygun olarak tartışılmayıp,
topluma biçim verme çabasına giren, buyurgan anlayışla sürdürüldüğünden,
üretilen çözümler ve sisteme yapılan müdahaleler, çözüm yerine, maalesef,
problem üretti.
Kısaca, toplumsal dokunun
korunması, sosyal adaletin sağlanabilmesi ve herkesin öngörülebilir bir gelecek
tasavvuruna sahip olması, her şeyden önce nitelikli bir eğitimden geçmektedir.
Hükümetimizden, sosyal
politikalar kapsamında, eğitimde başarıyı mutlaka ödüllendirecek bir anlayışla,
öğretmen ve araştırma görevlileri, öğretim üyeleri öncelikli olmak üzere, özlük
haklarında iyileştirmeleri bir an önce, beklediğimizi huzurlarınızda ifade
etmek istiyorum.
Buna paralel olarak,
eğitimin bütün kademelerinde, kimseyi mağdur etmeden, cumhuriyetimizin ve
demokrasinin kazanımlarını evrensel değerlerle bütünleştiren, ülkenin kalkınma
önceliklerine ve bilgi çağının ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yeniden
düzenlenmelidir.
Eğitimde fırsat
eşitliğini kaldıran, cinsiyet ayırımcılığına yol açan, nitelikten çok niceliğe,
sonuç almaktan çok şekilciliğe odaklanan ve haksız rekabet yaratan uygulamalara
da, hiç vakit kaybetmeden son verilmelidir. Hükümetimizin, eğitim
politikalarında aynı anlayışları paylaştığını, Programın içerisinde görmüş
olmamızdan dolayı da memnuniyetimizi, ayrıca, tekraren ifade etmek istiyorum.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; mensubu olmaktan onur duyduğumuz 22 nci Dönem Türkiye
Cumhuriyeti Parlamentosu, muhalefetiyle iktidarıyla yeni bir dönemi başlatmak
zorundadır. Bu dönemin en önemli özelliği, başarının ve doğrunun, nereden ve
kimden gelirse gelsin, desteklenmesi, yanlış ve haksızlığın da, kimden ve
nereden gelirse gelsin, mutlaka engellenmesi olmalıdır.
3 Kasım seçimlerinde,
halkımız, geçmişe ait değerlendirme yapmış ve oylarını bu Meclise itibar
kazandıracak şekilde kullanarak, güçlü bir iktidar ve güçlü bir muhalefet
oluşturmuştur.
4 Kasım sabahı Türkiye'de
yeni başlayan hayat, aşsızlara aş, işsizlere iş, kimsesizlere kimse olma
umudunun önünü açmış, herkes ama herkes, bu Meclisin iktidarından ve
muhalefetinden övgüyle söz etmeye başlamıştır.
Bu dönemin Parlamentosu,
sorunları çözülmüş, yoksullukları giderilmiş, işsizleri iş bulmuş ve dünya
milletleri arasında hak ettiği yere ulaşmış bir Türkiye'yi yakalayabilme
potansiyeline sahiptir. Bunu yapabilirsek, itilmişliğin, kakılmışlığın
pençesinde ezilmiş insanımızı hakkı olan şerefli ve haysiyetli yaşama
seviyesine ulaştırabilirsek, hem iktidar hem de muhalefet için bundan daha
büyük bir şeref olabilir mi?!
Sözlerimin sonunda, sayın
hükümetimize başarılar diliyorum, Parlamentomuza başarılar diliyorum ve
hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Teşekkür
ederim.(Alkışlar)
BAŞKAN - Sayın Gülle,
teşekkür ederim.
Adalet ve Kalkınma
Partisi Grubu adına ikinci konuşma, Mersin Milletvekili Sayın Dengir Mir Mehmet
Fırat'a aittir.
Buyurun Sayın Fırat. (AK
Parti sıralarından alkışlar)
AK PARTİ GRUBU ADINA
DENGİR MİR MEHMET FIRAT (Mersin) - Sayın Başkanım, değerli milletvekili
arkadaşlarım; hepinizi, Grubum adına saygıyla selamlıyorum.
58 inci Hükümetin
Programı üzerinde, özellikle, insan hakları, özgürlükler ve demokrasi konusunu
işlemek üzere huzurunuzda bulunuyorum.
Hükümet Programını, Sayın
Başbakanın sunuşu sırasında dikkatle dinledik ve ilk intibamız şu oldu: Her
şeyin ötesinde, Adalet ve Kalkınma Partisi olarak, halkımıza, bazı siyasî
belgelerle taahhütlerde bulunmuştuk. Bu taahhütlerimiz, Partimizin programında,
seçim beyannamemizde ve Acil Eylem Planımızda yer almıştı. Hükümet Programıyla,
halkımıza sunmuş olduğumuz ve seçimlerde halkımızın güvenini istemiş olduğumuz
programla bu üç siyasî belgenin örtüşüp örtüşmediğini dikkatle inceledik ve
şunu gördük: Hakikaten, Hükümet Programımız, gerek partimizin programı, gerekse
seçim beyannamemiz ve gerekse acil eylem planımızla tıpatıp uyuşmaktadır.
Bu, şunu gösteriyordu:
Halkımıza vermiş olduğumuz sözün hayata geçirileceğinin ve geçirmekte azimli
olduğumuzun kesin deliliydi. Burada, dolayısıyla, hükümetimize, bu konuda,
özellikle teşekkür etmek istiyoruz. Bu üç siyasî belgemizde de, girişlerinde,
çok detaylı olarak bir konunun incelendiğini ve öncelik verildiğini görüyoruz.
Türkiye'de optimal bir demokrasinin yakalanması, temel hak ve özgürlüklerde
dünya standartlarının yakalanması ve artık, bir hukuk devleti oluşumunun
ötesinde, hukukun üstünlüğünün var olmasının savaşımını veren bir siyasî
partiydik ve bunlara öncelik veriyorduk.
Sayın Baykal'ın biraz
önce üzerinde durduğu, hakikaten, önceliğimiz, halkımıza vermiş olduğumuz söz,
yolsuzluk ve yoksulluğun önlenmesiydi. Ancak, yoksulluk ve yolsuzluğun
önlenmesinin temel niteliklerinden biri, bunlarla mücadelenin temel
nedenlerinden biri, argümanlarından biri, hiç unutulmaması lazım gelir ki,
demokrasidir, insan haklarıdır ve hukukun üstünlüğüdür. Eğer, bunlar yok ise,
yoksulluğu ve yolsuzluğu önleyebilmek mümkün olamaz. (AK Parti sıralarından
alkışlar)
Değerli arkadaşlarım,
üzerinde ısrarla durulması gereken şey şudur: Çok uzun bir süredir, Türkiye,
Türk halkı bir ikilemle karşı karşıya bırakılmıştır; özellikle jakoben ve
elitist bir idareci kesim tarafından, halkımıza, ekmek mi yaşam hakkı mı veya
insan hakları mı demokrasi mi ikilemi geti-rilmiştir. Artık, insanlarımız şunun
farkına varmıştır ki, bu ikilemle bir noktaya varabilmek mümkün değildir.
Ekmek, özgürlük ve demokrasi; neden üçü bir arada olmasın?! Zaten ikisi
olmadan, özgürlük ve demokrasi olmadan, hukukun üstünlüğü tesis edilmeden
yolsuzluğun önlenemeyeceğini geçmişten görüyoruz. Sayın Baykal da bu konuda
bayağı şikâyetçi, hepimiz de şi-kâyetçiyiz. Ancak, çözüm demokraside, çözüm
insan haklarında, çözüm hukukun üstünlüğünde.
Özetler isek, bu
programın temelinde şunu gördük; girişinde, özellikle ilk 20-30 sayfasında şu sözü
veriyor hükümet bize: Özgür, özerk, eşit bireylerden oluşan, bilgilendirilmiş,
özgür halkın, hukukun egemenliği altında, sivil toplumun, özgürlükçülüğe,
çoğulculuğa ve katılımcılığa yaslanan normlarına göre, özgür halk tarafından,
özgürce yönetilmesini taahhüt ediyor bize. Bu, bence çok önemli, altı çizilmesi
gereken bir konu. Demokrasinin ve AK Partinin odağında, hak ve özgürlüklerle
donatılmış, özgür ve özerk bireyin olduğunu tescil ediyor bu Hükümet Programı.
Eğer, odağa insanımızı alır isek, Türk halkını, Türk ferdini alır isek,
çözümler daha kolaylaşacaktır kanısındayım.
Sayın Baykal'ın
konuşmasının girişinde yapmış olduğu, iki konuda, Adalet ve Kalkınma Partisine
yönelik eleştirisini anlamak mümkün olmadı. Özellikle sosyaldemokrat bir parti
yapısı içerisinde olan Cumhuriyet Halk Partisini, özellikle insan hak ve
özgürlüklerini parantez içerisine almış, demokrasiyi olmazsa olmaz kabul
etmeyen 1982 Anayasasının savunucusu halinde görmek beni üzmüştür. (AK Parti
sıralarından alkışlar) Anayasalar toplumsal konsensüsü gerektirir; çünkü,
toplumsal kontratlardır. Ancak, 1982 Anayasasını yapan Danışma Meclisinin
üyeleri, millî iradeyle bu sıralara oturarak, bu toplum adına bir anayasa
yapmamışlardır; bir otoriter iradenin buraya tayin etmiş olduğu insanların
düzenlemiş olduğu bir anayasadır ve parantezlerle doludur. İnsan hak ve
özgürlükleri ötelenmiştir. Demokrasi şekil olarak vardır, içi boşaltılmıştır.
Evet, şu söylenebilir;
yüzde 93'le, büyük bir çoğunlukla kabul edilmiş bir anayasadır denilebilir. Şekil
olarak doğrudur; ancak, içerik olarak doğru değildir; zira, o günkü oylamayı,
halkoylamasını hatırlarsak, o Anayasa hakkında karşıt görüş belirtmek suçtu,
onu beğenmedim veya şu noktası yanlıştır demek cezayı gerektiriyordu.
Aynı şekilde, oy
zarflarının şeffaf olduğunu unutmamak gerekir; yani, kabul oyu mu ret oyu mu
kullanıldığı görülen bir zarfla yapılan oylamanın, gizlilik esasına uygun bir
oylama olmadığını zihinlerimizden silmemiz mümkün değildir.
Kaldı ki, büyük bir
çelişki daha vardır kendi içerisinde: Yalnız Anayasa oylanmamıştır, aynı
oylamayla, bir devlet başkanı, bir cumhurbaşkanı seçimi de ortaya
getirilmiştir. Seçim nedir; seçim, en az iki kişinin yarışması demektir. Tek
bir kişinin oylamaya sunulmasının demokratik olduğunu söyleyebilmek mümkün
değil bence. O zaman, eğer, bu toplum Anayasaya "evet" demişse Devlet
Başkanı, Devlet Başkanına "evet" demişse Anayasa boşluktadır.
Anayasalar kutsal
kitaplar değildir, her zaman değişebilir. Zaten, değişmesini, o süreç
içerisinde, 1982'den bugüne kadar, en az altı kez değiştirerek göstermiş bu
irade ve halen de değiştirilmesi gerektiğini, birçok maddesinin değiştirilmesi
gerektiğini de ifade ediyoruz, mutabıkız bu konuda.
Peki, o zaman, biz,
Anayasayı yeniden yapalım dediğimiz zaman, biz bunu AK Parti çoğunluğuna
güvenerek yapmıyoruz; onun bir devamı var, bu Meclisin içerisindeki Muhalefet
Partisi, bu Meclisin dışarısındaki muhalefet partileri, sivil toplum kuruluş
örgütleri, toplumun çeşitli katmanlarıyla bir araya gelerek, bir Anayasa
yapılması gereklidir diyoruz. Buna hayır demenin sebeplerini anlayabilmek bence
mümkün değildir. (AK Parti sıralarından alkışlar)
İkinci konu
dokunulmazlık: Evet, bizim programımızda dokunulmazlık konusu ele alınmıştır ve
dokunulmazlığın sınırlandırılması programımız gereğidir. Ancak, dokunulmazlığı
yalnız Parlamento seviyesinde düşünebilmek veya bunu öne sürmek de popülizmin
ötesine geçemez; çünkü, şu Anayasa incelendiği zaman, Türkiye'de mevcut 2 750
000 civarındaki kamu görevlisinin dokunulmaz olduğunu görüyoruz; Anayasanın
ilgili maddesi, Memurin Muhakematı Hakkında Yasa... Hâkimler ve Savcılar
Yasasını inceleyin; hâkimlere dokunamazsınız, belli bir prosedüre tabidir;
güvenlik güçleri, aynı şekilde dokunulmazlıkları vardır; askerler, dokunabilmek
mümkün mü?
Biz diyoruz ki, herkes,
bir hukuk devleti içerisinde, hukuk güvencesi altında yargılanabilmelidir, bu
bir şereftir.(AK Parti sıralarından alkışlar) Ancak, yalnız halkın
temsilcilerinin dokunulmazlığını ortaya koyabilmek bence popülizmin ötesine
geçmez. (AK Parti sıralarından alkışlar) Bugün, yalnız Afrika'da, Gabon'da bir
Memurin Muhakemat Yasası vardır. Artık modern dünyada bunlar yok. Gelin, hep
birlikte, 2 750 000 memurun yargılanmasının önünü açalım; gelin, olağanüstü
bölgelerde yaşayan kamu görevlilerinin yargılanmasının önündeki engelleri
açalım. (AK Parti sıralarından alkışlar) Ha, bunların tümünü sağlayalım;
hakikaten o gün Parlamentonun, bir hukuk devleti içerisinde, emin bir hukuk
devleti içerisinde adil bir yargılanmaya hazır olduğunu, AK Partinin de buna
evet diyeceğini kesinlikle belirtmek istiyorum.
ABDULKADİR ATEŞ
(Gaziantep)- Gelin, örnek olalım.
DENGİR MİR MEHMET FIRAT
(Devamla)- Değerli arkadaşlar, dokunulmazlığın ötesinde, bir de Türkiye'de
dokunulmazlar var. Dokunulmazlık, yasalardan ve Anayasadan gelen bir ayrıcalık;
ama, Türkiye'de belli bir kesime, ellerinde bulundurdukları ekonomik ve medya
gücünden dolayı dokunulamıyor. (AK Parti sıralarından alkışlar) Bunların yasada
yeri yok. İşte, bu Meclisin görevi, önce bu dokunulmazların dokunulmazlıklarını
kaldırmaktır. Ondan sonra, söylediğim, devlet erkinin içerisinde yer almış olan
insanların dokunulmazlıklarının da bu Anayasa içerisinde yeniden gözden
geçirilmesi gerekir; onun yanında olmaya biz hazırız.
Biz kimseyi korumuyoruz.
Eğer, korumak iddiasında olsaydık, 21 inci Dönem Meclisi erken seçim kararı
aldıktan sonra, erken seçimin ertelenmesinde, Adalet ve Kalkınma Partisine
sunulmak istenen siyasî rüşvetlere evet der ve Genel Başkanımızın milletvekili
ve başbakan olması için gerekli olan değişikliklere, seçimin ertelenmesi uğruna
evet diyebilirdik; ama, yapmadık bunu. (AK Parti sıralarından alkışlar) Bugün
Genel Başkanımız milletvekili değildir, dokunulmazlığı yoktur ve hakikaten,
sizin biraz önce belirtmiş olduğunuz o Kasımpaşalılık özelliklerini halen devam
ettirebilmektedir ve yargılanmaya açık olan bir kişidir. (AK Parti sıralarından alkışlar)
O bakımdan, bizim,
dokunulmazlığın, dokunulmazlık zırhının arkasına sığınma gibi bir çabamız yok.
Eylem planımız içerisinde, yani, bir yıllık eylem planımız içerisinde, bu, yer
almamıştır; ancak, 22 nci Dönem Meclis, AK Partinin de önderliği içerisinde, bu
sınırlamaya gidecektir. Bu, taahhütlerimiz arasındadır ve taahhütlerimizi
yerine getirmek de bizim görevimizdir, boynumuzun borcudur halkımıza karşı.
Halkımıza güvenmek
durumundayız. Halkımızın kısıtlanmış olan özgürlüklerini, şu veya bu kuruma
veya şu birliğe gireceğiz diye değil, insanımız hak ettiği için, insanımızın
hakkı olduğu için, modern dünyadaki insanların özgürlükleriyle eşit bir özgürlüğe
getirme ve rejimi de dünyada en üst seviyedeki, optimum noktadaki demokrasiyi
yakalamak yönünde çabalarımızı sürdüreceğiz.
Biz, toplumumuzun, ekmeği
ve özgürlüğü konusunda bir ikilem içerisinde yaşamasına son vereceğiz. 58 inci
Hükümetimizin Programının temelinde de bu yatmaktadır. Yani, kısacası, biz,
insanlarımızın mutlu ve kardeşçe yaşamasını istiyoruz. Şairin dediği gibi
"bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine" bu toplumun
mutlu ve müreffeh yaşamasını sağlamaktır amacımız.
Hepinizi saygıyla
selamlıyorum. (AK Parti sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Sayın Fırat, çok
teşekkür ederim.
Adalet ve Kalkınma
Partisi Grubu adına üçüncü konuşma, Afyon Milletvekili Sayın Sait Açba'ya
aittir.
Sayın Açba, buyurun
efendim. (AK Parti sıralarından alkışlar)
AK PARTİ GRUBU ADINA SAİT
AÇBA (Afyon) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Adalet ve Kalkınma
Partisi Grubu adına, Hükümet Programı üzerinde söz almış bulunuyorum; hepinizi
saygıyla ve sevgiyle selamlıyorum. (AK Parti sıralarından alkışlar)
Hükümet Programımızın,
daha çok ekonomik nitelikli bölümleriyle ilgili bazı genel değerlendirmelerde
bulunmak istiyorum.
Ülkemizin, genç ve
dinamik nüfusu, zengin doğal kaynakları, girişimci ruhlu insanları, tarihî ve
tabiî güzellikleri ve jeostratejik konumuyla büyük bir ekonomik kalkınma
potansiyeline sahip bir ülke olduğunu hepimiz biliyoruz. Ancak, bugüne kadar,
cumhuriyet döneminde uygulanan ekonomik ve malî politikalar çerçevesinde,
maalesef, hep popülist zeminde politika yapılması, belli kesimlerin
menfaatlarına odaklanan bir politikanın seçilmesi, fayda-maliyet analizlerini
içermemesi ve sosyal yansımaları gözardı etmesi, ekonomik politikaların hep
devletçi zeminde gelişmesi, tekelci nitelikli olması ve rekabete açık olmaması
sonucu, âdeta, ekonomik politikaların, ekonomik sorunlar üreten mekanizmalar
haline dönüştüğünü hep beraber görüyoruz.
79 yılda 58 hükümetin
kurulmuş olması ve her 14 aya bir hükümetin düşmesi sonucu ortaya çıkan siyasal
istikrarsızlıkların, ekonomideki olumsuzlukları besleyen en önemli etkenlerden
biri olduğunu da açıkça ifade etmemiz gerekiyor.
Ülkemizde, demokrasi ve
insan hakları standartlarının çağdaş dünyanın çok gerisinde kalması, baskıcı ve
kanun devleti anlayışı çerçevesinde, toplum fertlerinin kabiliyetlerinden faydalanılamaması,
yine, ekonomik kalkınmamızı etkileyen en önemli unsurlardan biri olmuştur.
Siyasal iktidarların
ekonomik faaliyetlerinin nihaî amacı, insanların yaşam kalitesini artırmaktır,
onların refah ve mutluluğunu artırmaktır; ama, ülkemizde uygulanan ekonomik
politikalar sonucunda insanımızın yaşam kalitesinin artmadığını, refah ve
mutluluğun artmadığını, gerçekten, uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen,
cumhuriyet döneminde, ciddî bir ekonomik çöküntü içinde, halkımızın ağırlıklı
bir kesiminin, maalesef, mutsuz olduğunu, ekonomik sıkıntılar içinde
hayatlarını idame ettirdiklerini hepimiz görüyoruz.
Bugün, toplumun en önemli
problemi deyince, aklımıza, açlık ve fakirlik geliyor. Gerçekten, Türkiye'de,
son hükümet döneminde uygulanan ekonomik politikalar sonucunda, toplumun
tamamıyla açlıkla karşı karşıya kaldığını, yüzde 15'e ulaşan bir kitlenin,
maalesef, açlık sınırının altında kaldığını hepimiz biliyoruz. Fakirlik
problemi de, yoksulluk problemi de, gerçekten, bütün boyutlarıyla, ağırlıklı
bir biçimde, kitlelerin ağırlıklı bir sorunu olarak devam ediyor.
Diğer taraftan, yanlış
finansman politikaları sonucunda ve sağlam finansman kaynaklarının
kullanılmaması, kolay finansman kaynaklarının siyasî yönetimler tarafından
tercih edilmesi suretiyle, büyük bir borç batağıyla, büyük bir faiz batağıyla
karşı karşıya olduğumuzu ve Türkiye'nin en öncelikli problemlerinden birisinin
bu olduğunu da yine hepimiz biliyoruz.
Tabiî, bu bağlamda,
ekonomik ve malî alandaki bu yanlışlıkların sonucunda, ekonomik krizlerin,
sürekli olarak, ekonomide eksik olmadığını, enflasyonun süreklilik arz
ettiğini, sonuçta, yine, işsizliğin büyük boyutlara ulaştığını, bilhassa son
hükümet döneminde de ciddî anlamda bir işsizlik probleminin çok ileri boyutlara
taşındığını ve toplumu tehdit eder noktaya, âdeta, sosyal barışı dinamitleyecek
noktaya gelmiş olduğunu da, yine hepimiz biliyoruz.
Hayat pahalılığı ve
enflasyon da, yine, önceliklerimiz arasında. Rüşvet ve yolsuzluklarla
bütünleşmiş olan bir kamu yönetimiyle de hep beraber karşı karşıyayız.
Diğer taraftan, hantal,
merkeziyetçi bir yapı içinde, kaynakların da sağlıklı bir biçimde
kullanılamadığını, büyük kaynak israfıyla ülkenin idare edilmekte olduğunu,
yine, hepimiz görüyoruz. Bunlar Türkiye'nin hayatî konularıdır ve siyasî
yönetimlerin gözardı edemeyecekleri öncelikleridir; dolayısıyla, Adalet ve
Kalkınma Partisinin de öncelikli konuları arasında yer almaktadır.
Biz, AK Parti olarak,
ekonomi yönetiminin ortaya çıkardığı uygulamaların sosyal yansımalarının da
birlikte değerlendirilmesi gerektiğinin, sosyal politikaların çok önem arz
ettiğinin altını çizmek istiyoruz. Gerçekten, sosyal politikalar -biraz önce de
ifade ettiğim gibi, bilhassa gelir dağılımındaki ciddî anlamda bozukluklar-
Türkiye'de sosyal barışı tehdit eder hale gelmiştir. Gelirin belli ellerde
toplanması, sanayi mülkiyetinde ciddî anlamda temerküzleşme, büyük sermaye
gruplarının tekelci, oligopol piyasalar içinde boy göstermesi, gerçekten, ülke
kaynaklarının yanlış yöne yönlendirilmesi ve siyaset üzerinde de bir
egemenliğin, bir hükümranlığın ortaya çıkması gibi bir tehlikeyle, hâlâ karşı
karşıyayız.
58 inci hükümetin hareket
noktası, merkezî idarenin yeniden yapılanması ve sürmenaj hale gelmiş olan,
hantal, merkeziyetçi yapıdan uzak bir mekanizmanın tesisidir. Bununla ilgili
olarak adımlar atılmıştır; bakanlıkların sayısının azaltılması suretiyle,
merkezî idarede yeniden yapılanma suretiyle ilk adımlar atılmıştır. Ancak, bu
adımların yeterli olmadığını düşünüyoruz. Bakanlıkların görev tanımlarının da
net bir şekilde yapılması suretiyle, daha ileri adımları da önümüzdeki günlerde
atacağımızı açıkça ifade ediyoruz.
Ancak, merkezî idarede
yeniden yapılanma ve hantal merkeziyetçi idarî yapının çözülmesi açısından AK
Partinin önemle üzerinde durduğu bir konu; uzun yıllardır bütün siyasî
iktidarların gündeminde olan, hatta, komisyonlarda görüşülüp Genel Kurula kadar
indirilen mahallî idareler reformu noktasında bugüne kadar hiçbir adım
atılmadığını görüyoruz; ama, hazırladığımız eylem planı çerçevesinde, yakın bir
gelecekte, mahallî idareler reformunu sağlamak suretiyle bu alanda ülkede ilkel
demokrasinin gerçek anlamda demokrasiye dönüşmesi açısından, yerel demokrasinin
en önemli kaynakları olan mahallî idareler reformunu sağlamakla ilgili olarak
önemli adımları atacağımızı da yine açıkça ifade etmemiz gerekiyor.
Türkiye insanı, gücü hep
merkezde tutan, kaynağı hep merkezde tutan, yetkiyi hep merkezde tutan, tekelci
ve baskıcı bir yönetim sergileyen, sürekli popülist olan, şeffaf olmayan
siyasal yönetimlere bugüne kadar tanık olmuştur; ancak, şimdi, Adalet ve
Kalkınma Partisi iktidarıyla, tek başına iktidarla, bu devran sona ermektedir.
Artık, merkezdeki güç ve yetki, merkezdeki kaynak, ademi merkeziyetçi
uygulamalarla halkımızla paylaşılacaktır. Kamu yönetimine şeffaf, katılımcı ve
demokratik bir yönetim anlayışı hâkim olacaktır. Bu yeni anlayışı, Hükümet
Programımızın, parti programımızın, seçim beyannamemizin satır aralarında
görmemiz mümkündür.
Merkezî idarenin yeniden
yapılanması, mahallî idareler reformu kaynakların etkin kullanılabileceği bir
ortam hazırladığı için bunun yansıması devlet harcamalarının azalması demektir
veya diğer bir ifadeyle, mevcut kaynaklarla daha fazla hizmet yapılabilmesi
demektir.
Türkiye ekonomisi, yanlış
kamusal finansman yöntemleriyle -biraz önce ifade ettiğim gibi- bugün ağır bir
borç bunalımı içindedir, âdeta, Düyunu Umumiye döneminin şartlarını
yaşamaktayız; bu sorun aşılmadan enflasyonu yenmek, işsizliği yenmek, fakirliği
yenmek mümkün değildir. Türkiye, maalesef, 1984'ten beri uygulanan finansman
politikaları... Kamu finansman politikalarında hâkim olan unsur, kolay bir
finansman yöntemi olması nedeniyle, borçlanma olmuştur. Siyasî iktidarlar,
hiçbir kaygı duymaksızın, borçlanma mekanizmasını, iç ve dış borç enstrümanlarını,
maalesef, sorumsuz bir şekilde kullanmışlardır. Bunun sonucunda, gerçekten,
toplum ciddî bir faturayla karşı karşıya kalmıştır.
Sorumsuz bir şekilde
borçlanma politikalarının uygulanması sonucunda, çok yüksek bedellerde faiz
ödenmesi nedeniyle, Türkiye, âdeta, sıcakpara cenneti haline gelmiştir;
dışarıdan, ciddî anlamda, bazı yollardan 15 milyar dolara kadar varan sıcakpara
akımlarıyla, gerçekten, Türkiye ekonomisinin altına, her an patlamaya hazır
bombalar her an konulmuştur ve istikrar programları çerçevesinde, en son
uygulanan istikrar programı çerçevesinde, maalesef, bu bombaların patladığını
ve Türkiye'nin, bütün ekonomi kesimleriyle birlikte ağır bir ekonomik krizin
içine girdiğine hep beraber tanık olmuş bulunuyoruz. Türkiye, 1984'ten beri,
maalesef, her yıl, neredeyse yüzde 40'lara varan reel faizlerle bir borçlanma
politikası izlemiştir. Hiçbir ekonominin, çoğu yıllarda sürekli yüzde 40'larda
devam eden reel faizlere dayanması mümkün değildir. Bunun sonucu gelir
dağılımının bozulması olmuştur, bunun sonucu açlık sınırının altında büyük
kitlelerin kalması olmuştur, bunun sonucu fakirlik olmuştur, bunun sonucu
iktisadî sektörlerin bir bir çökmesi, geniş anlamda ekonomiye durgunluğun hâkim
olması olmuştur. Ekonomi, bu uygulamalar çerçevesinde, maalesef, üretimden
uzaklaştırılmıştır. Türkiye ekonomisi, 1984'ten itibaren her geçen yıl
üretimden uzaklaştırılmak suretiyle, maalesef, ranta yöneltilmiştir, tamamıyla
spekülatif alana yöneltilmiştir. Devletin kaynaklarının bu alana aktarılması
sonucunda, diğer iktisadî sektörler de ciddî anlamda zarar görmüş, bir taraftan
da sosyal boyutta çok büyük tehlikeler ortaya çıkmıştır.
Bütçeden yüklü faiz
transferleri, bir bakıma, ülkemizdeki fakirleşmenin en önemli nedenidir.
Bütçeden yüklü faiz transferlerinin, bir bakıma, Türkiye ekonomisinin diğer
ülkeler nezdinde denetim altına alınması ve uluslararası finans kurumlarının
denetimi altına girmesi şeklinde bir sonuç doğurmuş olduğunu yine açıkça ifade
edebiliriz. 1995-2002 döneminde bütçeden transfer edilen faiz miktarı,
maalesef, 184 milyar dolara ulaşmıştır. 2003 yılında da, en son hükümetin
hazırlamış olduğu bütçe tasarısına baktığımızda, 66 katrilyon liralık bir faiz
yükü vardır; ki, neredeyse her vatandaşımız 1 milyar liralık bir faiz yüküyle
karşı karşıyadır. Faiz karşısında, maalesef, bu ülkenin vergileri tükenmiştir;
artık, vergilerin dışında diğer devlet gelirleri de faize ödenir hale
gelmiştir. Örneğin, 1997 yılında 100 liralık verginin 48 lirası faize giderken,
maalesef, 2001 yılında 100 liralık vergi karşısında 108 lira faiz ödenir hale
gelinmiştir ve en son yılın tablosu da bundan farklı değildir.
Vatandaşın ödediği
vergilerin hizmete yansımaması, ona hizmet olarak gelmemesi, bir bakıma,
vatandaşın, devlete, siyasî iktidarlara karşı güvenini de gittikçe azaltmıştır
ve bu çerçevede, vergi ödeme bilinci de ciddî anlamda körelmiştir. Vergi ödeme
bilincini körelten diğer unsurlar da hepinizin bildiği gibi, Türkiye'nin malî
sistemindeki, bilhassa bankalar sistemindeki vurgunlardır, bankaların içinin
boşaltılmasıdır; tabiî bu, siyasetçi, bürokrat ve bankacının işbirliği
çerçevesinde gerçekleşmiştir. Maalesef, yine bankaların hortumlanmasında millî
iradeyi by-pass eden bazı kesimlerin de görev aldığını hepimiz biliyoruz.
Siyasî yozlaşma sonucu, büyük sermaye kesimlerinin güdümündeki siyaset çoğu
dönemlerde hükümran olmuş, siyasetçi, bürokrat, bankacı işbirliğiyle bankaların
içi boşaltılmıştır.
Diğer taraftan,
siyasetçi, bankacı, bürokrat üçgeninde kamu bankalarından alınan krediler, geri
dönmeyen donmuş krediler olarak karşımıza çıkmış, bir de buna gizli bütçe
açıkları dediğimiz kamu bankalarının görev zararları ilave edilince, malî
sistem tamamiyle çökertilmiştir.
Şimdi hükümetimize düşen
en önemli görev, ekonomi yönetimini çok başlılıktan kurtarmaktır, tek çatı
altına toplamaktır; bunun adımları atılmıştır, yeni adımlarla bu adımlar
güçlendirilecektir. Kamu borç stoku -2001 yılı sonu itibariyle- gayri safî
yurtiçi hâsılanın yüzde 93'ü gibi yüksek bir düzeye çıkmıştır; Maastricht
Kriterlerine göre düşündüğümüzde, yüzde 60'lık sınırı geçmemesi gerekmektedir.
Güçlü ekonomiye geçiş
programının mimarlarının da, maalesef, kamu borç stoklarıyla ilgili olarak,
diğer makroekonomik göstergelerle ilgili olarak vermiş oldukları hedeflerden
çok ciddî anlamda sapmış olduklarını, etkili bir ekonomik performans
sergilemediklerini de yine hepimiz biliyoruz.
Bu kısır döngünün
kırılabilmesi için, biz, Adalet ve Kalkınma Partisi olarak, kamu açıklarının
başlıca nedenleri olan cari harcamalardaki yüksek artış, kısa vadeli yüksek
reel faizli borçlanma, verimsiz ve hantal kamu idaresi, kamuda istihdam
fazlası, kamu harcamalarındaki savurganlık, yolsuzluklar ve kamu hizmetlerinin
maliyetlerinin yüksekliği, yüksek maliyetli çalışan KİT'ler, aktuaryel
dengeleri bozulmuş olan sosyal güvenlik kurumları, rasyonel olmayan teşvik,
sübvansiyon politikaları gibi konuları bir masaya yatırmak ve etkin tedbirler
almak suretiyle bunun üstesinden geleceğimizin mesajını, programımızda, seçim
beyannamemizde ve Hükümet Programımızda da arz etmiş bulunuyoruz.
Tabiî, sadece bunun
yapılmasının yeterli olduğunu düşünmüyoruz. Bunun yanısıra, gelirler
politikamızın, kamu harcamaları politikamızın etkin bir borç yönetimi
politikasıyla desteklenmek suretiyle, Türkiye'nin bu kısır döngüden çıkacağı inancındayız. Madencilik
sektöründe, turizm sektöründe, tarım sektöründe, öngördüğümüz çeşitli atılımlar
çerçevesinde, bu kısır döngünün aşılacağı inancındayız.
Hepimizin ortak görüşü,
ekonomi yönetiminde en önemli unsurun güven olduğudur. Tek başına işbaşına gelen
ve halkın güvenini kazanan bir hükümetin görevde olmasının, bir bakıma,
hükümetin kurulduğu bugünden, hatta seçimlerden itibaren, iktisadî hayatı
rahatlatmış olduğunu hepimiz biliyoruz. Halkın güvendiği bir yönetimin ve
uyumlu ve rasyonel hareket eden bir muhalefetin varlığının, yeni dönemin en
önemli kazancı olduğunu düşünüyoruz.
Sürdürülebilir borç
yapısı için olumlu bir ortamın da oluştuğunu düşünüyoruz. Yüzde 75'lerdeki faiz
oranlarının yüzde 50'lere düşmüş olmasının da önemli bir kazanım olduğunu düşünüyoruz.
Hatırlarsınız, Mayıs
2002'de, faizler yüzde 53, dolar 1 370 000 lira, Ulusal 100-Endeksi 11 400
civarındayken, başbakanın rahatsızlığı, diğer taraftan hükümet ortakları
arasındaki ciddî anlaşmazlık, bilhassa Avrupa Birliği konusundaki ciddî tartışmalar,
ekonomide ciddî anlamda bir belirsizlik ortamının doğmasına neden olmuş, faiz
oranları yüzde 75'e yükselmiş ve dolar da 1 600 000 lirayı geçmişti. Bunun, iki
aylık dönem içinde gerçekleştiğini biliyoruz; ama, iki aylık dönemin
faturasının, neredeyse, Türk malî yönetimine 14 milyar dolar civarında
olduğunun da altını çizmemiz gerekiyor. Sadece içborçlar açısından
düşündüğümüzde, dolardaki ve faizlerdeki bu artışlar nedeniyle, bilhassa
dolardaki artışlar nedeniyle, içborçlarımızdaki yansımasının 5,5 katrilyon
civarında olduğunu düşünürsek, gerçekten şu andaki durumumuzun ne kadar olumlu
bir konumda seyrettiğini ve etkili ekonomi politikalarıyla, etkili para
politikalarıyla, etkili kur politikalarıyla bunun daha ileri seviyelere
çıkarılacağını da yine açıkça ifade etmemiz gerekiyor.
Hükümet Programının
hayırlı olmasını temenni ediyorum ve bütün değerli milletvekillerimizi saygıyla
selamlıyorum.
Teşekkür ediyorum Sayın
Başkanım. (AK Parti sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Sayın Açba,
teşekkür ederim.
Sayın milletvekilleri...
MUSTAFA ÖZYÜREK (Mersin)
- Sayın Başkan...
BAŞKAN - Buyurun Sayın
Özyürek.
MUSTAFA ÖZYÜREK (Mersin)
- Sayın Başkan, İçtüzüğün 69 uncu maddesine göre, Sayın Genel Başkanımızın
yaptığı konuşmayla ilgili bir düzeltme hakkı istiyoruz; Grup adına bu hakkı
istiyoruz.
Sayın Dengir Mir Fırat'ın
konuşmasında, Sayın Genel Başkanımızın konuşması farklı şekilde
değerlendirilmiş ve yansıtılmıştır. Bu konuda, lütfederseniz, Grubumuz adına
Sayın Önder Sav bir açıklamada bulunacaktır.
BAŞKAN - Sayın Özyürek,
Sayın Dengir Mir Mehmet Fırat'ı dikkatle izledim; Sayın Baykal'a atfen, onun
sözlerini nezaketli biçimde eleştirdi. Sataşma veya sözlerini yanlış şekilde
tevil etmeyi görmedim; dolayısıyla, 69 uncu madde kapsamına giren bir keyfiyet
olmadığına inanıyorum.
Teşekkür ediyorum.
MUSTAFA ÖZYÜREK (Mersin)
- 1982 Anayasasıyla ilgili çok farklı ve yanlış bir değerlendirme oldu Sayın
Başkanım.
BAŞKAN - Efendim, Sayın
Baykal kendi düşüncelerini ifade ettiler, Sayın Fırat da kendi düşüncelerini
özenli biçimde ifade ettiler.
Teşekkür ediyorum.
Gruplar adına konuşmalar
bitirilmiştir.
Şimdi, kişisel
konuşmalara geçiyoruz.
Birinci söz hakkı,
Diyarbakır Milletvekili Sayın İhsan Arslan'dayken, Sayın Arslan, söz hakkını
Giresun Milletvekili Sayın Nurettin Canikli'ye devretmiştir.
Giresun Milletvekili
Sayın Nurettin Canikli; buyurun efendim. (AK Parti sıralarından alkışlar)
Süreniz 10 dakikadır.
NURETTİN CANİKLİ
(Giresun) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 58 inci hükümetin programı
üzerinde şahsım adına söz almış bulunuyorum; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Programda yer alan
ekonomik görüş ve taahhütlerin, esasında, milletimizin görüş ve taleplerini
içerdiğinin öncelikli olarak belirtilmesi gerekir. Milletimiz, AK Partiyi büyük
çoğunlukla iktidara taşımakla, ekonomide istikrarın sağlanması yanında,
büyümenin gerçekleştirilmesi, istihdam imkânlarının iyileştirilmesi, fakirlikle
mücadele edilmesi ve gelir dağılımının düzeltilmesi gerektiği yolundaki
iradesini ortaya koymuştur. Kısacası, millet, çok net mesajlar vermiştir.
Milletimiz, enflasyonla
mücadele adı altında, üretimin azaltılmasına yol açacak politikalar
uygulanmasına karşı çıkmaktadır. Milletimiz, bir an önce işsizlik problemine
çözüm bulunmasını istemektedir. Milletimiz, ticaretin canlandırılmasını,
tarımın desteklenmesini arzu etmektedir. Özetle, milletimiz, refah seviyesinin
yükseltilmesini istemektedir. Bu mesaj, hükümet tarafından doğru bir şekilde
algılanmış ve bugün görüşmesi yapılan programa yansıtılmıştır.
Hükümetimizin, programda
ifade ettiği adımları atacağından hiç kimsenin kuşkusu bulunmamaktadır. Bu
anlamda, hükümet de milletin taleplerini programına yansıtarak, üzerine düşeni
yapmıştır.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; milletimizin ve hükümetimizin dışında, görevini ve üzerine
düşeni yapması gerekenler de bulunmaktadır. Örneğin Merkez Bankası da, bu
iradeye uygun hareket etmek ve politika üretmek durumundadır.
Bugünlerde, piyasaların
hükümetimize olan güven ve desteğinin sonucu olarak, faiz oranlarının yanında
döviz fiyatının da düştüğünü biliyor ve görüyoruz. Bu gelişme, dövizin fiyat
istikrarını bozabilecek ve ihracatımızı olumsuz yönde etkileyebilecektir. Diğer
taraftan, dövizdeki düşüş dış talebi ve ithalatı kamçılayarak, cari işlemler
açığının büyümesine yol açabilecektir. Enflasyon oranından bağımsız bir kur
politikası düşünülemez. Merkez Bankası, bağımsızlığının arkasına sığınarak ve
enflasyon hedeflemesi politikasını gerekçe göstererek, döviz fiyatında
istikrarsızlığa ve Türk Lirasında aşırı değerlenmeye müsaade edemez,
etmemelidir. Merkez Bankası, 2001 Şubat krizindeki büyük katkısını ve bu krizin
nedenlerini hiçbir zaman unutmamalıdır. Sadece toplam talebin azaltılması,
kısılması ve döviz fiyatının baskı altına alınmasıyla enflasyonla mücadelede başarı
elde edilemez. Bu şekilde enflasyon oranlarında geçici düşüşler elde
edilebilir; ancak, yakın geçmişte görüldüğü gibi bu düşüşler kesinlikle kalıcı
değildir. Merkez Bankası, bu gerçekleri de hiçbir zaman unutmamalıdır.
Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; üzerine düşeni yapması gerekenlerden birisi de, başta IMF
olmak üzere uluslararası finans kuruluşlarıdır. 57 nci hükümet döneminde
IMF'yle yapılan son derece katı ve sert, sadece enflasyonla mücadeleyi
hedefleyen bir program uygulamaya konulmuştur. IMF Programının, bugüne kadarki
uygulamasında, sosyal politikalarla ve büyümeyle ilgili bölümler eksiktir; daha
doğrusu, söz konusu bu program, bugüne kadarki uygulamaları itibariyle, böyle
bir kaygı taşımamıştır. IMF, artık, geçmişteki hatalarından ders almalı ve katı
tutumunu terk etmelidir. 2001 yılı şubat krizinde IMF'nin ağır sorumluluğu
bulunmaktadır. Brezilya ve Arjantin ekonomilerinin kaosa sürüklenmesinde,
IMF'nin hatalı yönlendirmelerinin büyük payını inkâr etmek mümkün değildir.
Anti IMF'ci değilim;
ancak, böyle bir suçlamaya muhatap olmamak için de, gerçeklerin örtülmemesi
gerektiğine inanıyorum. Evet, IMF geçmişte çok büyük hatalar yapmıştır; ki,
kendisi de, kurumsal olarak, bu hatalarını kabul etmiştir. Hatta, bir adım daha
ileri giderek, IMF'yle uyumlu çalışmış ülkelerden, ekonomik gelişmişlik
seviyelerini Batı Avrupa ülkeleri seviyesine çıkarmış bir ülke dahi olmadığını
rahatlıkla söyleyebiliriz. IMF, bu gerçekleri de unutmamalıdır; hatalar
yaptığını ve bundan sonra da yapabileceğini kabul etmeli ve dayatmacı
anlayışını terk etmelidir. Bana göre, ilk gerçekçi yaklaşımı faizdışı fazla
oranında göstermeli ve yüzde 6,5'lik faizdışı fazla oranının yüzde 4'lere
çekilmesi için gerekli esnekliği göstermelidir. Keza, tarımın desteklenmesinde
daha etkili ve akılcı argümanlar kullanılmalıdır. Doğrudan gelir desteği
politikası bir aldatmacadır. Fındık üreticisi ile buğday üreticisine aynı
miktar destek sağlamak, mantıkla bağdaşmaz ya da 200 dönüm arazisi olan ile 3
dönüm arazide tarımla uğraşan çiftçiyi aynı kefeye koyamazsınız. Tarıma
verilecek destek, üretim miktarı ve ürünün çeşidiyle bağlantılı ve uyumlu
olmalıdır. IMF, hatalı tarımı destekleme politikasında da ısrar etmemelidir.
Üretimin ve istihdamın
artırılması için, tüketim harcamalarının artırılması gerekir. Bu amaçla,
marjinal tüketim eğilimi yüksek olan orta ve alt gelir grubunda bulunan
insanlara, gruplara gelir desteği sağlanması gerekir. Bu olmadığı takdirde,
üretimin artırılması kesinlikle mümkün değildir. IMF bütün bunları göz önünde bulundurmak
ve gerekli esnekliği göstermek zorundadır; hükümetimizin iyi niyetli
yaklaşımına, IMF de iyi niyetli karşılık vermek zorundadır. Hiç kimse unutmasın
ki, milletimiz, refahının artırılması konusunda kesin kararını vermiştir;
hiçbir kimse ve kuruluş, milletin sabrını zorlamamalıdır.
58 inci hükümetimizin
programının milletimize hayırlı ve uğurlu olmasını diliyor, hepinize saygılar
sunuyorum. (AK Parti sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Sayın Canikli,
teşekkür ederim.
İkinci kişisel söz hakkı,
Mardin Milletvekili Sayın Nihat Eri'ye aittir.
Sayın Eri, buyurun. (AK
Parti sıralarından alkışlar)
NİHAT ERİ (Mardin) -
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Sayın Abdullah Gül başkanlığındaki 58
inci cumhuriyet hükümetinin programıyla ilgili kişisel görüşlerimi arz etmek
üzere huzurunuzdayım. Yüce Meclisimize ve bizi izleyen aziz milletimize
saygılar sunuyor, halkımızın büyük umutlar beslediği yeni hükümetimize
başarılar diliyorum.
Yetmişdokuz yaşındaki
cumhuriyetimizin 58 inci hükümetinin programını müzakere ediyoruz. 79 yılda 58
hükümet kurulmuş, hükümetlerin ortalama ömrü 16 ay. Bu, bir siyasî
istikrarsızlık göstergesidir. Halkımız, 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan genel
seçimlerde AK Partiye tek başına iktidar, CHP'ye güçlü bir anamuhalefet görevi
vererek, iradesini siyasî istikrar yönünde kullanmıştır. Yüce Meclisin ve yeni
hükümetin bu tarihî fırsatı iyi değerlendireceğini, Kurucu Meclis gibi
çalışarak, halkımızın bizden beklediği ve Hükümet Programında da öngörüldüğü
gibi, yapısal değişiklikleri ve reformları gerçekleştirerek ülkemizin birikmiş
sorunlarına kısa zamanda çözüm getireceğine inanıyoruz.
Değerli arkadaşlar, 58
inci hükümet, içeride ve dışarıda büyük sorunlarla baş etmek zorundadır; bir
tarafta Kıbrıs ve Avrupa Birliği, diğer tarafta ekonominin canlanması,
işsizliğin önlenmesi, Türkiye'nin yeniden bir büyüme sürecine girmesi,
bölgelerarası gelişmişlik farkını ortadan kaldıracak tedbirlerin alınması gibi.
Hükümet, bakanlık
sayısını azaltmakla iyi bir başlangıç yaptı. 38 olan bakanlık sayısının 25'e
indirilmesi, başlıbaşına bir reformdur. Bununla da yetinmemeli; genel müdürlük
sayısının azaltılması ve özellikle kaynak israfından başka bir işe yaramayan
bölge müdürlüklerinin de lağvedilmesi ve il yönetimlerinin güçlendirilmesi
gereklidir. Bakanlıkların taşradaki görev ve yetkilerinin valiliklere ve il
özel idarelerine devredilmesi kaynak israfını azaltacak, hizmetlere sürat
kazandıracak ve yerel tercihlerin gerçekleşmesi imkân dahiline girecektir.
Değerli arkadaşlar,
halkımız, bizden iş ve ekmek istemektedir; ama, en az bunlar kadar da demokrasi
ve özgürlük talep etmektedir. Bu yeni dönemde, temel hak ve özgürlüklerin
önündeki tüm engellerin iktidar ve muhalefetin işbirliğiyle ortadan
kaldırılacağına inanıyoruz.
Değerli arkadaşlar,
Hükümet Programında "kesimlerarası gelir dağılımı bozukluğu yanında,
bölgeler ve iller arasındaki gelişmişlik farkı artarak devam etmektedir"
denilmekte; bunun aşılması için açlık sınırının altındaki ailelerin
belirleneceği, destekleneceği ve bu ailelerin çocuklarına eğitim ve sağlık
yardımı yapılacağı belirtilmektedir.
Aynî yardımların dağıtımı
esnasında vicdanları rahatsız eden, yardım alanların da onurunu zedeleyen
manzaralar yaşanmaktadır. Kanaatimce, belirlenecek ailelere aynî yardım yerine
nakdî yardım yapmak ve bunu da hak sahipleri adına bankalarda açılacak hesaba
yatırmak, hem daha kolay hem de yardım alanlar açısından daha onurluca
olacaktır. Üstelik, kaymakamlarımızın mesailerinin çoğunu alan dağıtım külfeti
de ortadan kalkacaktır.
Değerli arkadaşlar, her milletvekili
Türkiye milletvekilidir. Türkiye'nin tüm sorunları bizi ilgilendirir; ama, her
birimizin seçildiği bir seçim bölgemiz vardır. Seçim bölgemizin sorunları,
takdir edersiniz ki, bizim için önceliklidir. Müsaadelerinizle, hükümetin de
öncelikleri arasında sayılan sınır ticaretinin geliştirilmesi, yeni istihdam
alanlarının oluşturulması, turizmin yaygınlaştırılması ve desteklenmesi
bağlamında seçim bölgemle ilgili birkaç hususa değinmek istiyorum.
Değerli milletvekilleri,
ekonomik ve sosyal yönden kalkınmada birinci derecede öncelikli olan Güneydoğu
Anadolu Bölgemiz, 1991 yılında ortaya çıkan körfez krizi sonucu daha da
gerilemiş, bölgede dışticaret, nakliyecilik ve ihracata yönelik üretim durma
noktasına gelmiştir. Bölgede büyük çapta ekonomik sıkıntılar meydana gelmiş,
işsizlik had safhaya ulaşmıştır; ancak, 1994 Ağustosunda Birleşmiş Milletler
kararları doğrultusunda Irak'a insanî yardım ve tarıma dayalı mamul maddeleri
götüren kamyonların dönüşte büyütülmüş depolarla getirdikleri mazotun bölgede satılması
sonucu, gerek ekonomik gerekse sosyal açıdan büyük bir gelişme yaşanmıştır. Bu
durum bölgede kısa zamanda bir nakliye sektörünün oluşmasına yardımcı olmuştur.
Bu anlamda, 52 000'e yakın kayıtlı, sabit numarayı haiz kamyon ve TIR
bulunmaktadır. Bu yolla yapılan mazot ticareti bölge insanının gelir düzeyini
artırmakla kalmamış, büyük bir istihdam yaratmış, ihracata yönelik üretim yapan
sanayi sektörünün tam kapasiteyle çalışmasına vesile olmuştur. Ayrıca, diğer
bölgelerimizdeki çiftçilerimizin ürettikleri tarım ürünlerinin de, Irak'a bu
yolla ihraç edilmesiyle ülkemiz üreticilerine de büyük bir katkı sağlanmıştır.
Yaklaşık olarak üçyüz
günden beri, araçlar, mazot için Irak'a gönderilmemekte ve temel gıda maddeleri
de ihraç edilmemektedir. Gerek sanayicimiz gerekse nakliyecilerimiz ve diğer
kesimdeki esnafın iş yapamaz duruma düşmesi sonucu, bölge ekonomisi çökme
noktasına gelmiştir.
Değerli arkadaşlar,
Irak'a temel gıda maddesi götürüp mazot getiren bu 52 000 adet kamyon ve TIR,
bu işe yatırım yapmış bölge insanının bütün sermayesidir. Bunların içinde, aile
bütçelerine katkı olsun diye bir araya gelerek bir kamyona emekli ikramiyesini
yatırmak suretiyle ortak olan emekliler, ziynet eşyalarını satarak ortak olan
dul kadınlar vardır. Bu ticaretin yasaklanması sonucu, bu araçlar gün geçtikçe
yaşlanmakta, millî servet heba olmakta; ayrıca, araç sahipleri altından
kalkamayacakları vergiler ödemek zorunda kalmaktadırlar.
Değerli arkadaşlar, bölge
insanımız için Habur Sınır Kapısı iştir, aştır, ihracattır, istihdamdır;
mutlaka açılmalıdır.
Hükümetimizin, bu kanayan
yaraya gecikmeden çözüm getireceğine inanıyoruz.
Değerli arkadaşlar,
Programda, yeni turizm bölgelerinin ihdas edileceği ve bir turizm ülkesi olarak
"Türkiye" markasının oluşturulmasına dönük tanıtma projelerine önem
verileceği yazılıdır. Avrupa Birliği tarafından GAP bölgesinin kültür merkezi
seçilen, UNESCO'nun "Dünya Kültür Mirası Kentler" listesine almaya
hazırlandığı, Dünya Bankası, Avrupa Birliği ve UNESCO tarafından birçok projeyle
desteklenen ve bütünüyle SİT alanı olan Mardin'in, Kültür Bakanlığının da
istemi doğrultusunda turizm bölgesi olarak ilan edilmesinin, turizmde
"Türkiye" markasının oluşmasına önemli katkılar sağlayacağına
inanıyoruz.
Devlet Planlama
Teşkilatı, Kültür Bakanlığı ve Turizm Bakanlığının, Mardin'le ilgili projelere
destek vermelerini; bu bağlamda, dış
kredi finansmanı Dünya Bankası tarafından sağlanacak olan ve proje bileşenleri
arasında Mardin Kentsel Rehabilitasyon Projesinin ağırlıklı olarak yer aldığı
Türkiye Toplumsal Kalkınma ve Kültürel Mirası Projesi için gerekli olan ulusal
katkı payının Kültür Bakanlığı bütçesine konulmasını bekliyoruz.
Değerli arkadaşlar, GAP
kapsamında Dicle Nehri üzerinde yer alan ve ülkemizde henüz inşaatına
geçilmeyen en büyük hidroelektrik projesi olan Ilısu Barajı ve Hidroelektrik
Santralı, Atatürk, Karakaya ve Keban Barajlarından sonra Türkiye'nin en büyük
enerji üreten dördüncü barajı olacaktır. 1997'de Bakanlar Kurulu kararıyla,
Ilısu Barajı Hidroelektrik Santralı inşaatı ile elektromekanik teçhizatının
temin ve tesisi işi, yurtdışı kredisi, firmalarınca temin edilmek üzere yerli
ve yabancı firmalardan oluşan bir konsorsiyuma verilmiştir. Bilahara,
konsorsiyumda yer alan İngiliz, İtalyan ve İsveç firmaları konsorsiyumdan çekilmişlerdir.
Ülke ekonomisine büyük
katkıları olacak ve üç yılda kendisini finanse edecek, inşaat süresince
çevresindeki il ve ilçelerin istihdam açığını büyük ölçüde kapatacak olan
böylesine önemli bir projenin, ya tekrar Hazine Müsteşarlığının uygun göreceği
bir dış krediyle veya finansmanının Hazine tarafından özkaynaklardan
karşılanması suretiyle yapılması gerekmektedir.
Ilısu Barajı, ayrıca,
aşağısında yapılacak olan ve yılda 1 200 000 000 milyar kilovat/saat enerjinin
yanında 1 200 000 dönüm araziyi sulayacak olan Cizre Barajının sulama suyu ve
enerji üretimi için gerekli olan suyu da temin edecektir.
Değerli arkadaşlar, GAP
Projesinin en büyük tarımsal sulama kısmını teşkil eden Mardin-Ceylanpınar
ovalarının 220 kilometrelik Mardin sulama kanalı ve Mardin sulama depolamasının
ihalesi acilen yapılmalıdır.
(Mikrofon otomatik cihaz
tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Sayın Eri,
süreniz bitti; lütfen, konuşmanızı tamamlayınız.
NİHAT ERİ (Devamla) -
Değerli arkadaşlar, ihracatın çok yönlü olarak destekleneceği ve sınır
ticaretinin yeniden düzenleneceği hususu Hükümet Programında yer almıştır. Bu
açıdan, Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Ortadoğu'ya açılan bir ticaret kapısı
durumundadır. GAP'ın devreye girmesiyle artacak üretimin kolaylıkla ihraç
edilebilmesi ve daha genel bir yaklaşımla, GAP bölgesinin uluslararası bir
ticaret merkezi olabilmesi araçlarından olan sınır ticareti ve transit
ticaretin önündeki bürokratik engellerin kaldırılması, gerekli yasal
düzenlemelerin yapılması, ilave transit kapılarının açılması ve bu bağlamda,
Nusaybin Gümrük Kapısının transit ticarete açılması gereklidir.
Değerli arkadaşlar,
Kilis'ten başlayıp Cizre'ye kadar olan Suriye sınırında yer yer 200 ilâ 400
metre genişliğinde ve 600 kilometre uzunluğunda yüzbinlerce dönüm arazi, mayın
döşendiği için, yıllardan beri ekime kapalıdır. Mayın döşeme anahtarı
bulunmadığı için nerelere döşendiği tam olarak bilinmemektedir. Bir kısmı,
yangın, sel gibi afetlerle etkisiz hale gelmiştir. Güvenlik güçleri için engel
oluşturan mayınlı saha, yasadışı geçişler için engel oluşturmamaktadır. Bu
sahanın mayınlardan temizlenerek buranın topraksız köylülere satılması sonucu
sağlanacak kaynağın, sınırın daha iyi korunacağı termal kameralar, radarlar,
sensör ve uyarı sistemleriyle donatılmasında kullanılabilmesi mümkündür.
Değerli arkadaşlar,
güneydoğuda geçmişte yaşanan olaylar nedeniyle birçok köyün boşaltıldığı
malumunuzdur. Bölgede olayların sona ermesiyle köylerini terk edenlerin tekrar
köylerine dönmelerine izin verilmektedir. İskâna açılan köylerin, yol, su,
elektrik ve telefon gibi altyapılarındaki eksikliklerin giderilmesi için
devletçe sağlanan destek yetersizdir, ihtiyacı karşılamamaktadır. Bu iş için
ayrılan ödeneğin artırılması gerekmektedir. Ayrıca, köye dönüş yapanların gelir
artırıcı projelerle desteklenmeleri gerekmektedir.
Sözlerime son verirken,
58 inci hükümete başarılar diliyor; hepinizi saygıyla selamlıyorum. (Alkışlar)
BAŞKAN - Sayın Eri,
teşekkür ederim.
Sayın milletvekilleri,
Hükümetin söz talebi vardır.
Hükümet adına, Başbakan
Sayın Abdullah Gül konuşacaktır.
Buyurun Sayın Gül. (AK
Parti ve Bakanlar Kurulu sıralarından ayakta alkışlar)
Sayın Başbakan, süreniz
60 dakikadır; umarım ekonomik kullanacaksınız.
Teşekkür ediyorum.
BAŞBAKAN ABDULLAH GÜL
(Kayseri) - Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım, hepinizi bir kez
daha, şahsım ve Kabine üyesi arkadaşlarım adına saygıyla selamlıyorum. Bu
çalışmaların, milletimiz ve ülkemiz için hayırlı olmasını temenni ediyorum.
23 Kasım 2002 tarihinde
Hükümetimizin Programını burada okudum ve okuduktan sonra da bitirirken
hepinize şunu söyledim: Sizlerden, eksikliklerimizi ve yanlışlıklarımızı tespit
etmenizi, uyarmanızı, eleştirilerle düzeltmenizi özellikle bekliyor; ortak akıl
ve işbirliği içinde geleceğe umutla bakıyoruz. Bu bakımdan, sadece, Meclis
içindeki eleştirileri değil, Meclis dışındaki eleştirileri de dikkate
aldığımızı özellikle belirtmek isterim. Sayın Deniz Baykal başta olmak üzere
değerli arkadaşlarımız Sayın Akif Gülle, Sayın Dengir Fırat, Sayın Sait Açba,
Sayın Nurettin Canikli ve Sayın Nihat Eri'ye de teşekkür ediyorum. Buradaki
eleştirilerin, tavsiyelerin, tenkitlerin hepsinden iyi niyetli olarak
faydalanacağımızı bir kez daha teyit etmek isterim.
Yine, Hükümet
Programımızı burada anlatırken üç şeyi referansta bulundum; bunlardan biri
Hükümet Programı -burada okuduğum program- diğeri parti programımız ve diğeri
de Acil Eylem Planımız dedim. Bunların üçünü bir bütün şeklinde almak gerekir,
birbirini tamamlayıcı belgelerdir dedim. Bu açıdan da bunlara zaman zaman referanslarda
bulunulduğu için, değinmelerde bulunulduğu için memnuniyetimi ifade etmek
isterim.
Hükümet Programının içine
tabiî ki birçok detay girmiyor; ama, bunun detaylanmasını, acil eylem
planımızda ve diğer programlarımızda bulacaksınız.
Bir şeyin altını da
özellikle çizmek istiyorum: Biz seçimlerden önce seçim beyannamemizi
hazırlarken ve hemen seçimden sonra da acil eylem planımızı hazırlarken bunları
dikkatlice hazırladık. Bunları hiçbir zaman, sadece, düşünceleri, iyi niyetleri
ortaya koyan belgeler olarak düşünmedik. Bunları, yapabileceklerimizi çalıştık,
fizibl olanları, imkân dahilinde olanları düşünerek yazdık; o bakımdan, acil
eylem planında kendimizi zamanla da bağladık. Belki ilk defa bir siyasî parti,
milletin karşısına çıktı, bir ay içinde, üç ay içinde, altı ay içinde ve bir
sene içinde şunları, şunları yapacağım deme cesaretini gösterdi. O bakımdan, bu
belgelerin hepsi partimize ve hükümetimize aittir ve bu belgelerin hepsini
uygulamak için elimizden gelen azamî gayreti sarf edeceğiz. (AK Parti
sıralarından alkışlar)
Değerli arkadaşlar,
hepiniz, herkes değindi, Türk siyasî hayatında yeni bir dönem başlıyor. Eski
dönemi unutuyoruz, eski dönemin siyasî alışkanlıklarını, siyasî konseptlerini,
mantalitelerini bir kenara bırakıp, hepimiz geleceğe bakıyoruz; çünkü,
halkımız, gerçekten geçen üç dört sene içerisinde çok büyük sıkıntılar çekti,
dertlerine dert katıldı, problemleri daha da kronik hale geldi ve neticede, hep
beraber gittiğimiz 3 Kasım seçimlerinde, hepimiz açık seçik milletin önüne
çıktık ve millet kararını verdi; iki partili bir Meclisi uygun gördü, iktidar
partisine açık bir çoğunluk verdi ve tek başına iktidarı getirdi.
Şimdi, bu dönemin
değerini ve kıymetini hepimizin bilmesi gerekir. Birikmiş sorunları,
çözülemeyen sorunları, yapısal değişiklikleri, köklü reformları hep beraber
yapmamız gerekir ve başarı da hepimizin başarısı olacaktır, ortak başarı
olacaktır. Bununla muhakkak ki şunu söylemek istiyorum: Muhalefet bizi
denetleyecektir, eleştirecektir, doğru bulduğu noktalarda da destekleyecektir.
Yeni siyaset tarzı da bunu gerektirmektedir.
O açıdan, diyaloğa,
karşılıklı işbirliğine çok önem veriyoruz ve devamlı tekrarladığım bir şey,
biz, Meclisteki aritmetik çoğunluğumuzun değerini muhakkak ki biliyoruz; çünkü,
bunu millet vermiştir bize, siyasî irade böyle tecelli etmiştir; ama, bir
ülkeyi yönetmek için, Meclisteki aritmetik çoğunluğun da her şey anlamına
gelmediğini biliyoruz. Meclis içi muhalefet, Meclis dışı muhalefet, ki bu
dönemde önemli hale gelmiştir, Türk siyasetinin önemli partileri Meclis dışında
kalmıştır, onlarla diyalog, sivil toplum örgütleriyle diyalog, ülkemizin,
devletimizin kurumlarıyla diyalog ve işbirliği... Bunların hepsiyle birlikte,
muhakkak ki, bir ülke daha iyi bir şekilde yönetilebilir. Bunun bilinci
içerisindeyiz. O açıdan hedefimiz şudur: Türkiye'yi muasır medeniyetlerin
üzerine çıkarmak. Bu ilke, cumhuriyetimiz kurulurken, Büyük Atatürk tarafından
hepimize işaret edilmiştir; bugünkü anlamıyla da, çağdaş, demokrat, gelişmiş,
kalkınmış ülkelerin üzerine çıkmaktır. Bunun için, hepimiz, elbirliği
içerisinde çalışacağız. Bunun için, hepimiz, güçlerimizi seferber edeceğiz.
Değerli arkadaşlar, Sayın
Deniz Baykal, konuşmalarında "yolsuzluk ve yoksullukla mücadele ederseniz,
hepimiz arkanızda olacağız" dediler ve biz de, kendilerini, ilk defa,
burada alkışlayarak teşekkür ettik. (AK Parti sıralarından alkışlar) Bunu, hep
beraber yapacağız gerçekten. Bunun için, biz, şeffaflığa çok önem veriyoruz,
açıklığa çok önem veriyoruz, öngörülebilirliğe çok önem veriyoruz. Bunlara çok
vurgu yaptık, programımızda da çok vurgu yaptık, Hükümet Programımızda da çok
vurgu yaptık ve onun için de, şunları, burada, huzurunuzda bir kez daha okumak
istiyorum:
"Kamunun kaynak
dağıtım mekanizmalarında yolsuzluğun azaltılabilmesi için, vergi, ihaleler,
devlet yardımları, krediler, teşvikler, sübvansiyonlar, gümrük işlemleri, işe
alma, terfi ve tayinlerde, siyaset-sermaye ilişkilerinde şeffaflık sağlanarak
siyasî kayırmacılık önlenecektir.
Kamu yönetiminde gereksiz
yere genişletilen gizlilik kültürüyle mücadele edilecek, kamunun bütün iş ve
işlemlerinde şeffaflık asıl, gizlilik ise istisna olacaktır. Vatandaşın bilgi
edinme hakkı kanunu çıkarılacak ve kamu kuruluşlarının evrak akış sistemleri ve
karar alma süreçleri yeniden düzenlenecektir." Yönetim ve karar alma
sürecinin her aşamasında toplam kalite anlayışını benimseyecek, belirsizlikleri
azaltacak, öngörülebilir bir yönetim sağlayacağız. Bunları, yolsuzlukları
önlemek için söylüyorum; çünkü, yoksullukların da anasebebi yolsuzluklardır.
Değerli arkadaşlar, bu
açıdan, biz, sadece hesap sormayacağız yapılan yolsuzluklarla ilgili. Bunları
da hiçbir zaman siyasetin konusu yapmayacağız. Bunları, bağımsız mahkemeler,
savcılar, hâkimler takip edeceklerdir, biz de idare olarak bunların önündeki
engelleri açacağız ve bunların her türlü bilgiye rahatlıkla ulaşmalarını temin
edeceğiz. Ama, bir şeyi daha burada söylemek istiyorum -biz, bunu belgelerimize
de geçirdik- biz, sadece yolsuzlukların hesabını sormayacağız, biz, hesap da
vereceğiz. (AK Parti sıralarından alkışlar) Dolayısıyla, kamuda hizmet
yapanların, ülkeyi yönetenlerin yeri geldiğinde hesap da vermeleri
gerekliliğine inanıyoruz.
Değerli arkadaşlar, o
açıdan, bunların özellikle bilinmesini istiyorum.
Sayın Deniz Baykal'ın
konuşmasında benim en çok önem verdiğim husus -muhakkak ki, söylediklerinin
hepsi değerlidir- yeni anayasayla ilgili değindikleri noktalardır. Basında ve
kamuoyunda, bugün, bu konuyla ilgili çeşitli yazılar gördüm. O bakımdan, bu,
gerçekten önemlidir. Tereddütleri gidermek istiyoruz. "Tereddütlere yol
açmayınız" dediniz, bunları gidermek istiyoruz.
Bizim, Hükümet
Programında ortaya koyduğumuz yeni anayasa talebi, arzusu bir vizyonu ortaya
koymaktadır. Bu, aslında, sadece bizim partimizin değil, bütün partilerin
siyasî belgelerine bakarsanız, bütün hükümet programlarına bakarsanız,
anayasayla başlarlar, yeni bir anayasa, daha çağdaş bir anayasa, 21 inci Yüzyıl
mantalitesini kavrayan bir anayasa, aslında, hepimizin idealidir. Bununla
ilgili, sivil toplum örgütlerinin de çalışmaları vardır; TÜSİAD'ın, MÜSİAD'ın,
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliğinin, baroların çalışmaları vardır. Bütün
toplantılarda baro başkanları konuşmalarına yeni anayasayla başlarlar. Anayasa
Mahkemesinin kuruluş yıldönümlerinde yapılan konuşmalarda bu tip talepler
vardır. Aydınların, sosyaldemokrat entelektüellerin, yazarların, çizerlerin,
herkesin bu konuda talepleri vardır. Hepimizin de bunda katkıları vardır. Sayın
Deniz Baykal'ın da -ben hatırlıyorum- daha önceki dönemlerde milletvekili arkadaşlarıyla
birlikte, bu Anayasanın değiştirilmesiyle ilgili, Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanlığına sundukları teklifler vardır. Dolayısıyla, önemli olan şey bu talep
değil, önemli olan, bunun nasıl yapılacağı, nasıl ele alınacağıdır; ki,
zannediyorum, esas hassas olan bu noktadır. Bu, gerçekten çok önemli bir
konudur; çünkü, bunlar bir gün içerisinde... Biz "benim çoğunluğum var,
Anayasayı değiştirecek bir çoğunluğa da ulaşabilirim, Anayasayı birden bire
değiştiriyorum, şu maddeleri istediğim gibi yazıyorum" anlayışında
değiliz. O bakımdan, tereddütlere hiç mahal yoktur. Bizim, gizli kapaklı hiçbir
niyetimiz de yoktur. (AK Parti sıralarından alkışlar) Hiçbir arayış içerisinde
de değiliz. Arayış içerisinde olduğumuz tek bir şey vardır, ülkemizi, Türkiye'yi,
milletimizi, çağdaş ülkelerdeki, kalkınmış, gelişmiş ülkelerdeki ortama
ulaştırmaktır. Bizim tek amacımız, Türkiye'yi o noktalara getirmektir. (AK
Parti sıralarından alkışlar) Zaten, bu hedef de, cumhuriyet kurulurken hepimize
görev olarak verilmiştir.
Değerli arkadaşlar, bu
noktaya gelince biraz durmak istiyorum. Bir anayasa değişikliği nasıl yapılır;
bir anayasa değişikliği, büyük bir uzlaşmayla, büyük bir konsensüsle yapılır.
Buna, sadece, Türkiye Büyük Millet Meclisi içerisindeki uzlaşma da yetmez.
Demin saydığım bütün sivil toplum örgütleri, toplumun değişik kademeleri,
değişik katmanları, hep beraber, bir araya gelecek, toplantılar yapılacak,
konferanslar, paneller düzenlenecek, burada fikirler ortaya çıkacak ve
neticede, Türkiye Büyük Millet Meclisinde bir uzlaşma komisyonu
oluşturulacaktır. Önemli olan bir başka nokta da şudur: Uzlaşma komisyonlarının
bir geleneği vardır; buralarda siyasî partiler Meclisteki çoğunluklarına göre
temsil edilmezler, eşit temsil edilirler. Dolayısıyla, bu uzlaşma komisyonunu
beraber kuracağız, Cumhuriyet Halk Partisi ve AK Parti beraber kuracaktır;
bizlerin, ortak, aynı şekilde, eşit çoğunlukta üyelerimiz olacaktır. Bunlar,
oturacak, çalışacak ve neticede, karşımıza uzlaşılan konular gelecektir. Daha
önce de böyle olmuştur. İki dönem üst üste çalıştık; Anayasanın 37 maddesini
uzlaşarak buraya getirdik; ama, 37 maddenin içerisinden 34'ünü geçirebildik. O
açıdan, eğer arzu edilirse -geçirilmeyen maddeler tartışılmıştır,
görüşülmüştür- bunun içerisinde dokunulmazlıkla ilgili madde de vardır, bunu
hemen getirebiliriz; ama, yine söylediğim gibi, bunu, beraber, uzlaşarak
yapacağız; bunu, tek başına bir siyasî
parti yapmayacaktır; bunun da altını, özellikle çizmek istiyorum.
Dokunulmazlıklar
önemlidir gerçekten; milletin karşısına çıkarken alnımızın açık olması gerekir.
Milletten ayrı, milletten ayrıcalıklı olmamamız gerekir; biz, buna inanıyoruz.
Dokunulmazlık sadece
şunun için gereklidir: Millet adına görev yapan milletvekillerinin, hiç
kimseden korkmadan, çekinmeden, doğru bildikleri şeyi söyleyebilmeleri ve
yapabilmeleri için gereklidir. Yoksa, dokunulmazlıklar, şahsî istismar konuları
olmak için, şahsî ayrıcalıklar elde etmek için kesinlikle söz konusu
olmamalıdır. (AK Parti sıralarından alkışlar)
Partimizi kurarken bu
konuları çok tartıştık; bunlarda açık, net neticelere ulaştık ve bu konuyla
ilgili şunları söyledik: "Milletvekili ve bakanların yargılanmaları
önündeki anayasal engeller kaldırılacak; dokunulmazlık, tüm kamu görevlilerinin
yargılanabilmeleri önündeki engeller ve ayrıcalıklarla birlikte ele alınacak ve
milletvekillerinin Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerine inhisar
ettirilecektir."
Bunu hep beraber
yapabiliriz. Bir gerçektir, dokunulmazlık deyince sadece milletvekillerinin
dokunulmazlığı akla geliyor; ama, biraz önce arkadaşımın da bu kürsüde izah
ettiği gibi, Türkiye'de o kadar çok dokunamadığınız kesimler ve kişiler vardır
ki, bunların hep beraber ele alınması gerektiğine inanıyoruz. (AK Parti
sıralarından alkışlar) Çünkü, biz, her şeyin açık olmasını istiyoruz;
gizlilikte, sadece devletin güvenliğiyle ilgili istisnalar olmalıdır; onun
dışında, her şey, açık olmalıdır. Sadece bizler değil, sadece hükümet değil,
sadece milletvekilleri, siyasetçiler değil, yeri geldiğinde, herkes, devlet
memurları da bu millete hesap verebilmelidir. (AK Parti sıralarından alkışlar)
Biz, devlet memurluğu,
kamu yönetimi, kamu kurumları anlayışında da farklı düşünüyoruz. Bunlar, farklı
diyorum; ama, aslında, bunlar, hepimizin uzun yıllar konuştuğumuz ortak
görüşlerdir; ama, siyasî irade olmadığı için harekete geçirilemeyen konulardır.
Kamu görevlileri neyle finanse ediliyor, kamu kurumları neyle finanse ediliyor;
bunlar, toplanan vergilerle finanse ediliyor. Vergileri, sadece zenginlerden
almıyoruz; vergileri sadece -Kurumlar Vergisi- şirketlerden almıyoruz.
Vergileri, ne yazık ki, bugün, asgarî ücretle geçinen insanlardan da alıyoruz.
Dolayısıyla, vergileri harcarken, biz, hepimiz çok dikkatli olmak zorundayız.
Onun için kurumları tekrar gözden geçirip Türkiye'de devleti küçültmeliyiz.
Onun için kurumlardaki kamu görevlileri; yani, memurlarımız, millete, vergi
ödeyen insanlara hizmet ettiklerini ve onlara hizmet etmek için var oldukları
şuurunu bilmeleri gerekir. O açıdan hiçbirimizin ve hiç kimsenin ayrıcalığı söz
konusu değildir. (AK Parti sıralarından alkışlar)
Değerli arkadaşlar,
ekonomik konulara geçecek olursam; IMF'yle ilişkiler bir realitedir, gerçektir;
bu da, bizim iktidarımızda başlamamıştır. Ne yazık ki, son üç dört sene
içerisinde Türkiye, basiretsizlik ve becerisizlik yüzünden kendisini iyi
yönetemediği için krizler içerisine girmiştir, halk çok kaybetmiştir. Neticede,
bildiğiniz gibi, geçen hükümet, Sayın Kemal Derviş'i davet etmek zorunda
kalmıştır ve ekonominin dizginlerini Sayın Kemal Derviş'e vermişlerdir ve
IMF'yle yeni bir anlaşma, yeni bir stand by anlaşması yapılmıştır ve
yürürlükteki program odur. Dolayısıyla, bu program bizim eserimiz değildir,
Sayın Kemal Derviş de, şu anda, Cumhuriyet Halk Partisinin çok değerli bir
üyesidir. Cumhuriyet Halk Partisine katılırken, Sayın Deniz Baykal'ın,
kendileriyle ilgili söylediklerini hep beraber de takip ettik. Kendileri
faydalı, değerli işler de yapmıştır. Kim iyi iş yaparsa, kim Türkiye'ye katkı
verirse iktidar-muhalefet demeden, ayırım yapmadan bunu görmemiz gerekir,
takdir de etmemiz gerekir; ama, eksikler de vardır. O açıdan, biz, gerek
Hükümet Programımızda gerekse acil eylem planımızda, yürürlükte olan ekonomik
programın eksikliklerini açık açık gördük ve bunları söyledik. Nedir bunlar;
sosyal taraflar, sosyal politikalar çok eksiktir dedik. Başka ne dedik; tarımla
ilgili politikalar yine çok eksiktir dedik. Bunları söylerken de, Türkiye
nüfusunun yüzde 15'inin açlık sınırının altında olduğunu hepimiz biliyoruz,
bunu görmezlikten gelemeyiz. Geçen program, yürürlükteki program bunu
görmezlikten gelmiştir, "ölen ölür, kalan sağlar bizimdir" anlayışı
içerisinde uygulanmıştır; ama, biz böyle yapamayız. Biz, bu ülkenin her ferdi
bizim vatandaşımızdır, onun acısını biz hissederiz; dolayısıyla, onun sorunlarını
çözmek bizim önceliğimizdir dedik. (AK Parti sıralarından alkışlar) Ayrıca,
tarım kesimi söz konusu olduğunda da, Türkiye nüfusunun yüzde 40'ı tarımdadır,
tarım sektöründe istihdam olmaktadır. Biz, nüfusumuzun yüzde 40'ının iştigal
ettiği bir alanı, yine görmezlikten gelemeyiz.
Türkiye'de ekonomi sadece
finans demek değildir, reel ekonomi söz konusudur, sanayi söz konusudur, ticarî
hayat söz konusudur, tarım sektörü söz konusudur; dolayısıyla, bunları
gördüğümüz için yeni bir ekonomik programla karşınıza çıkacağımızı söyledik. Bu
bağlamda, Sayın Deniz Baykal'ın burada yaptığı tavsiyeyi biz de aynı şekilde
kabul ediyoruz. IMF, Dünya Bankası, diğer uluslararası finans sektörleri veya
kuruluşlarla, onurlu bir şekilde muhakkak ki, ilişkilerimiz sürecektir. Biz, kendi
işimizi kendimiz bileceğiz, kendi işlerimizi başkalarına havale etmeyeceğiz,
onlarla konuşacağız, ortak programlarımız olacaktır, karşılıklı tartışacağız;
ama, biz, kendi işimize kendimiz hâkim olacağız. Türkiye'de reformlar
yapılacaksa -ki, yapılması gerektiğine inanıyoruz- bu reformları biz yapacağız,
bizim inisiyatifimizde olacaktır. (AK Parti sıralarından alkışlar)
Tarım sektörü yüzde 40'ı
istihdam ediyor; ama, ne yazık ki, tarımın millî gelire katkısı yüzde 14. O
bakımdan, tarımdaki nüfusumuzun büyük bir kısmı gizli işsizdir. Tarım, bizim
için gerçekten önemlidir. Önce, işlenebilir toprakların işlenmesi açısından
önemlidir; sonra, nüfusun tutulması açısından önemlidir; yoksa, nüfusun, zaten
çarpık olan şehirlerimize aktığını, akın ettiğini düşünürseniz, şehirlerin
yaşanamaz hale geleceğini ve imkânların yetersiz olacağını göreceksiniz.
O açıdan, değerli
arkadaşlar; biz, tarım politikalarının temel hedeflerini de açık açık koyduk:
Tarımın verimli olması! Hangi ürün verimlidir, hangi üründe arz fazlası vardır,
hangi üründe ihtiyaç vardır; bunlarla ilgili çalışmaların yapılacağını ve hangi
ürünün destekleneceğini, bunları da açık açık belirteceğiz.
Ayrıca, doğrudan gelir
yardımı devam etmektedir. Bununla ilgili yine, Dünya Bankası, IMF programları söz
konusudur; ama, bunun da gözden geçirilmesi gerektiğine inanıyoruz. Burada,
sadece, mülkiyet esasına dayalı olan gelir desteğinin çok doğru olmadığını
biliyoruz. Mülkü, arazisi olan insanların bazıları şehirlerde. Şehirlerde çok
zengin, büyük işler yapmaktadırlar; ama, o mülkiyet üzerinde çalışan insanlar
fakir çiftçilerdir, köylülerdir. Sizin yaptığınız destek ise, şehirdeki o mülk
sahibine gitmektedir. Bunlar gözden geçirilecektir; eminim ki, bunları sizler
de uygun buluyorsunuzdur.
O açıdan, tarıma öncelik
veriyoruz, hayvancılığa öncelik veriyoruz. Tarım girdilerinin ucuzlatılması
gerekliliğine inanıyoruz; bunların başında da mazot olduğuna inanıyoruz.
Doğrudur, haklısınız, Hükümet Programında değinilmemiş; ama, bunu bir bütün
olarak gördüğümüz için, biz, Acil Eylem Planımızda bu konuyu çok dikkatli bir
şekilde yazdık. Özellikle, mazottaki fiyat indirimini önümüzdeki günlerde
gerçekleştirmek zorundayız. (AK Parti sıralarından alkışlar) Ama, bunu, her
şeyi yaparken, bilinçli olarak da yapmak zorundayız. Çünkü, şimdiye kadar
Türkiye bilinçli şekilde yönetilmediği için, karşılıksız paralar basıldığı
için, karşılıksız vaatlerde bulunulduğu için bu ekonomik krizlerin içine
düşmüştür.
Şimdi, bizim mazeretimiz
yoktur. Şu anda biz iş yapma noktasındayız. Bütçemizi elimize alıyoruz;
gelirimiz-giderimiz nedir. Harcama reformunu yapacağız. Harcama reformuyla elde
ettiğimiz tasarrufların önceliği köylüye olacaktır, fakirlere olacaktır ve
köylü söz konusu olduğunda da köylünün girdilerinin ucuzlatılması olacaktır;
bunun da başında mazot gelecektir. (AK Parti sıralarından alkışlar)
Sağlık, yine en önemli
konulardan biridir; çünkü, yeri geldiğinde hepimizin karşı karşıya kaldığı bir
gerçektir; fakir halkımızın, özellikle en çok sıkıntı duyduğu noktadır. Bu
bağlamda, sağlık hizmetinin sunumu ile finansmanını birbirinden ayırmayı
düşünüyoruz; çünkü, sağlık sigortası uzun vadeli sigorta kollarından
çıkarılacaktır, nüfusun tamamını kapsayacak şekilde bir genel sağlık sigortası
sistemi kurulacak, prim ödeme gücü bulunmayanların primleri devlet tarafından
karşılanacaktır. (AK Parti sıralarından alkışlar) Burada önem verdiğimiz nokta
şudur; sağlıkta köklü reform; hastaların da hakkı vardır, hastaların da doktor
seçme hakkı olacaktır, bu da doktorlar arasında rekabeti oluşturacaktır. Hangi
doktor hastasına titiz davranıyor, hangi doktor gerçekten hastasını yakından
takip ediyor, bu da ortaya çıksın. Rekabetin, sadece ticarette, sanayide değil,
sağlık sektöründe de iyi neticeler vereceğine inanıyoruz. Eğitim sektöründeki
rekabetin de, üniversiteler arasındaki rekabetin de, liseler arasındaki
rekabetin de Türkiye'nin faydasına olduğuna inanıyoruz.
Değerli arkadaşlar,
dışpolitika, tabiî ki, hepimizin çok dikkatle takip ettiği bir konudur. Belki
de siyasî partiler arasındaki, iktidar-muhalefet arasındaki en az farklılık
dışpolitikada söz konusudur; çünkü, ulusal çıkarlarımız söz konusu olduğunda
hepimiz birleşiriz, hepimiz aynı istikamette enerjilerimizi sarf ederiz.
Bugün de önümüzde çok
önemli dışpolitika konuları söz konusudur. Şöyle gözden geçirecek olursak;
Avrupa Birliğiyle ilgili önemli bir toplantı 12 Aralıkta Kopenhag'da
yapılacaktır ve Avrupa Birliğinin sınırları yeniden tespit edilecektir; dünyada
çok önemli yeni bir organizasyon söz konusu olacaktır; yeni yapılanma söz
konusu olacaktır.
Kıbrıs meselesi
önümüzdedir. Kıbrıs meselesiyle ilgili Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin
ortaya attığı yeni bir adım söz konusudur.
Irak çok önemli bir
meseledir bizim için; çünkü, komşumuzdur. Olup bitenler Irak'ta, komşumuzda olacaktır.
Birinci Körfez Savaşının maliyetini ödeyen bir ülke olarak, muhakkak ki, burada
olup bitenler de hepimizi yakından ilgilendirmektedir.
O açıdan, dışpolitikada
sloganlara, retoriğe yer olmadığına inanıyoruz. Bunun için birikimler... Biz,
evet, yeni iktidar olduk; ama, bu konuların hepsinin geçmişi vardır. Bununla
ilgili dosyalar vardır. Dışişleri Bakanlığı, Genelkurmay, Millî Güvenlik
Kurulu, Türkiye'nin diğer birimleri oradan buradan bu konuların içerisine
girmiştir. Dolayısıyla, birikimler söz konusudur.
Bu konularla ilgili biz
hayalî programlar düşünemeyiz; ama, şüphesiz ki, dışpolitikada da dinamik olmak
zorundayız. Dışpolitikada da statükoyla bir yere varılamadığını hepimiz
biliyoruz. (AK Parti sıralarından alkışlar) Dünya bir yerlere varıyor, siz ise,
o zaman, dışarıda kalıyorsunuz. Bu, kesinlikle şu anlama gelmez; hak ve
hukukumuzdan hiçbir zaman vazgeçemeyiz. Muhakkak ki, Türkiye'nin çıkarı,
milletimizin çıkarı her şeyin üstündedir. Sonunda tek lokmamız varsa, bunu
paylaşacak, buna bir öncelik vereceksek, muhakkak ki, bu, millî çıkarlarımıza
ayrılacaktır; ona harcanacak kuruş...
Bunu peşinen söyledikten
sonra, Avrupa Birliğiyle ilgili iktidar-muhalefet, Meclisiçi-Meclisdışı
partiler, hepimiz, âdeta dört koldan görev yapmaktayız. İktidar partisi olarak,
AK Parti Genel Başkanı olarak Sayın Tayyip Erdoğan'ın çalışmalarını, gezilerini
takip ediyorsunuz. Bir siyasî parti genel başkanı olarak bu ziyaretlerini
yapmaktadır.
Aynı şekilde,
Anamuhalefet Partimizin Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal da Varşova'ya
gitmişlerdir. Bunun dışında, bilmediğimiz, muhakkak ki birçok gayretler
içindedirler, telefonlarla görüşmektedirler, mektuplar yazılmaktadır;
Avrupa'nın liderleri ile Cumhuriyet Halk Partisinin, sosyal demokratların kendi
hukuklarını devreye koymaktadırlar.
Sayın İsmail Cem
Meclisdışı bir partinin genel başkanıdır; iki gün önce ziyaret ettiler, bugün
yurt dışındadırlar.
Aynı şekilde, Sayın
Cumhurbaşkanımız ve herkes, üstüne düşeni yapmaktadır.
Biz şuna inanıyoruz ki,
Türkiye'nin Avrupa Birliğine tam üyeliği sadece Türkiye'nin çıkarına değildir,
Avrupa Birliğinin de çıkarınadır. Avrupa Birliği, dünyada stratejik bir rol
oynayacaksa, Türkiye gibi, nüfusu Müslüman olan bir ülkeyi içine almak
zorundadır; ama, çok dar bir açıdan bakacaksa, o da kendilerinin bileceği bir
iştir. (AK Parti sıralarından alkışlar)
Biz, nüfusu Müslüman olan
bir ülkenin, demokrat, açık, şeffaf ve modern dünyayla bir arada olabileceğini
göstermek istiyoruz. Bu bağlamda, Türkiye'nin Avrupa Birliğine üyeliği, dünya
barışına da bir hediye olacaktır, Avrupa ile Doğu arasında gerçek bir köprü
oluşacaktır; Avrupa ile Ortadoğu, İslam ülkeleri, Türk cumhuriyetleri, bütün
bunlarla Avrasya arasında... Türkiye'nin üyeliği Avrupa Birliğini
güçlendirecektir, eğer Avrupa Birliği dünya barışında stratejik bir rol
üstlenmek istiyorsa.
Bunun için, muhakkak ki,
bize düşen görevler vardır önce. Burada da, bizim yine gerçekçi olmamız
gerekir. Avrupa Birliği kulübünün şartları yazılıdır. Bu şartları yerine
getirmeden "ben, ortaklığa, tam üyeliğe adayım" demenin de bir anlamı
yoktur. Şimdiye kadar, biraz, böyle zaman kaybedilmiştir. Bizim özel
şartlarımız var, özel statümüz var, bizi anlayışla karşılayın, biz bu şekilde
sizinle beraber olalım; böyle bir şey olamaz. Kopenhag siyasî kriterleri,
Maastricht kriterleri ortadadır. Maastricht kriterleri, tam üyelik için, tarih
almak için şart değildir, bu geçiş süreci içerisinde yerine getirilebilecek
konulardır; ama, Kopenhag siyasî kriterleri, evet, şarttır.
Burada da bir şeyin
altını çizmek istiyorum, istismarı önlemek için, Avrupalıların istismarına dur
demek için. Kopenhag siyasî kriterleri ölçülebilir bir şey değildir ki... İşte,
borçlarınız millî gelirinizin yüzde 60'ı olacak; bu, ölçülür; enflasyon şu
kadar olacak; bu, ölçülür; ama, eğer iyiniyetli olmazsanız, siyasî kriterleri
ilelebet yerine getirmediniz diye iddia da edilebilir. O bağlamda, biz şuna
inanıyoruz ki, 3 Ağustosta bu Meclisten geçen paket, aslında, Kopenhag siyasî
kriterlerinin önemli bir kısmını karşılamıştır.
Şu anda tam üyeliğe giriş
yapacak birçok ülke, bizim kadar bile siyasî kriterleri yerine
getirmemişlerdir. Ayrıca, bizim hükümetimizin ilk etapta çıkaracağı bir paket
vardır. Bunu, muhalefet partisiyle de görüşeceğiz. Bunun sadece bizim eserimiz
olmasını da istemiyoruz; bu tip önemli yasa değişikleri Meclisin eseri olsun
istiyoruz. Bundan sonra, bize karşı "siz siyasî kriterleri yerine
getirmiyorsunuz" deme hakkı yoktur; ben buna inanıyorum, arkadaşlarım buna
inanıyor ve milletimiz buna inanıyor. O açıdan, Kopenhag'da kesin bir tarih
elde etmek için hep beraber elimizden geleni yapmaya devam edeceğiz.
Değerli arkadaşlar,
Kıbrıs, muhakkak ki, önemli bir sorundur. Bizim burada anlayışımız da şudur:
Çözümsüzlük, çözüm değildir. Ne yazık ki, böyle bir algılama vardır Türkiye söz
konusu olduğunda; bu da yanlıştır. Tabiî ki çözümü istiyoruz. Çözüm olsun ki
herkes yoluna devam etsin, çözüme ulaşalım ki bir güven ortamı oluşsun, Ada bir
barış adası olsun, Ada'daki zenginliklerden herkes faydalansın; ama, bu demek
değildir ki, biz bıktık artık, masanın üstünde her şeyi teslim edelim ve
çıkalım... Böyle bir şey değil. Muhakkak ki, onurlu, şerefli bir şekilde, her
iki tarafı tatmin edici bir sonuca ulaşacağız. (Alkışlar)
Bu bağlamda, Birleşmiş
Milletler Genel Sekreterinin son teklifini, projesini, biz "bu olmaz"
diye elimizin tersiyle itmedik. Bu, konuşulabilecek, üzerinde çalışılabilecek
bir tekliftir diye baktık. Bununla ilgili detayları veya görüşleri Hükümet
Programına koymamız, tahmin edersiniz ki mümkün değildi; çünkü, bunlar
çalışılacak şeylerdir. Ancak, biz, genel anlamda pozitif bir yaklaşım
içerisindeyiz; oturacağız, konuşacağız, tartışacağız. Tabiî ki, Kıbrıs'ta Sayın
Rauf Denktaş'ın görüşleri de önemlidir. Bütün bunları değerlendirdikten sonra,
uzmanlarımız, diplomatlarımız, siyasetçilerimiz, hep beraber, burada olumlu
şekilde bir çözüm olsun diye gayret edeceğiz; ama, bu, Kıbrıs'ın geleceğiyle
ilgili kaygılarımızdan vazgeçtiğimiz anlamına gelmez.
Burada en çok dikkat
edeceğimiz noktalardan biri şudur: 1990'ların ortasına doğru Bosna'daki
katliamlara, insanlığın utandığı sahnelere şahit olduk; ondan sonra, yine
Kosova'da şahit olduk. Halbuki, ona benzer manzaralar Kıbrıs'ta 1970'li
yılların başında olmuştu. O açıdan, kaygılarımızda haklıyız. Bütün bunları
giderecek, iki egemenli tek bir devlete, bunu gerçekleştirecek bir projeye,
doğrusu, bizler de destek vereceğiz. Bu, oturulup konuşulduktan sonra,
tartışıldıktan sonra ortaya çıkacak bir netice olacaktır.
Değerli arkadaşlar,
tabiî, aslında birçok konuya değinildi; ama, öne çıkan konular bunlar olduğu
için ben de bunlarla ilgili olarak hükümetimin görüşlerini ifade ettim.
Sözlerimi daha fazla uzatmak istemiyorum.
Yeni bir dönemdeyiz.
Hepimiz aynı geminin içindeyiz. Bu geminin alt katı, üst katı yok. Bu gemi
batarsa, bu geminin altındaki de üstündeki de zarar görür. Onun için, bize oy
verdi -oy vermedi, şu partiden- bu partiden değiliz, hepimiz bu ülkenin şerefli
vatandaşları olmak istiyoruz ve hepimiz bu ülkede mutlu olmak istiyoruz.
Mutluluğun da kaynağı, temel hak ve özgürlüklerin garanti altına alındığı,
kalkınmış, zenginleşmiş, gelişmiş bir ülkedir. Bunu oluşturursak mutluluklar
devam eder ve paylaşılabilir. Bunun için bir fırsat doğmuştur. Geçen dönemleri
hatırlarsanız, nasıl bir karmaşa vardı, siyasî irade ortaya çıkamıyordu ve
Türkiye kaybediyordu. Şimdi, milletimiz, tek başına bir iktidar vermiştir, iki
partili bir Türkiye Büyük Millet Meclisi oluşturmuştur. Bunun imkânlarından hep
beraber faydalanalım, Türkiye'de yapılması gereken köklü reformları elbirliği
içerisinde yapalım ve milletimizin yüzünü güldürelim ve başarı hepimizin olsun
diyorum.
Tekrar, hepinize saygılar
sunuyor, teşekkür ediyorum. (AK Parti ve Bakanlar Kurulu sıralarından ayakta
alkışlar, CHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Sayın Başbakan,
teşekkür ederim.
Sayın milletvekilleri,
İçtüzüğümüzün 61 inci maddesi gereğince, son söz milletvekilinindir. Hükümet
iki kişisel konuşmadan sonra söz aldığı için, bir arkadaşımızın daha konuşması
gerekmektedir. Ankara Milletvekili Sayın Önder Sav, Başkanlığımıza gönderdiği
dilekçesinde, bu bağlamda söz istemektedir.
Hatırlayacağınız gibi,
birleşimin başında, kişisel söz talebinde bulunan sayın milletvekillerinin
isimlerini okumuştum. Üçüncü sırada Sayın Asım Aykan yer almaktadır;
dolayısıyla, Sayın Önder Sav'a söz vermem mümkün değildir.
Kişisel konuşmasını
yapmak üzere, Trabzon Milletvekili Sayın Asım Aykan'ı davet ediyorum.
Buyurun Sayın Aykan. (AK
Parti sıralarından alkışlar)
Süreniz 10 dakikadır.
ASIM AYKAN (Trabzon) -
Sayın Başkan, saygıdeğer milletvekili arkadaşlarım; şahsım adına söz almış
bulunuyorum; bu vesileyle, hepinizi hürmetle selamlıyorum. 10 dakikayı da daha
iktisatlı kullanarak, iftar vaktindeki arkadaşlarımızı fazla bekletmek
istemiyorum.
Hükümetimizin ülkemiz
için hayırlı hizmetler yapmasını diliyorum.
Biz, seçim meydanlarında,
insanlarımıza "aman bizi koalisyona bırakmayın, mutlaka, tek başına
iktidar verin" şeklinde yalvardık. Burada, Türk Milletine huzurlarınızda
şükranlarımı sunuyorum. Bu, aynı zamanda, şu anda muhalefet sıralarında olan
kardeşlerimizin de ortak arzusuydu. Nasip bizimmiş. Milletimiz, elli yıldan
sonra, iki partili bir Meclisi; ama, güçlü biçimde, tek başına bir siyasî
iktidarı işbaşına getirmiş bulunuyor. Umuyorum, biz de, milletimizin vermiş
olduğu bu siyasî avantajı, ona hizmet etme biçiminde, en güzel şekilde
değerlendireceğiz.
Sevgili arkadaşlar,
Hükümet Programını şöyle bir özet haline getirip baktığımız zaman, satır
başlarıyla şu hususları tespit etmek mümkün: Birincisi, özgürlüğe önem veriyor
hükümetimiz. Türkiye'nin de ihtiyacı bu.
İnsan şahsiyetini
belirleyen ana unsur özgürlüktür ve dünyada, özgür olmadan kalkınmış bir ülke
bulamazsınız. Bu kategoride, özellikle ticaretin önündeki, teşebbüsün önündeki
sınırların kaldırılmasında çok büyük önem olduğu kanaatindeyiz. Özellikle son yıllarda Türk
müteşebbislerinin sınırlarımıza doğru kaçtıklarını görünce, bizim insanımız
işsizken fabrikaların yurtdışına kaçtığına görünce, bunun ne kadar önemli
olduğunu vurgulamakta fayda görüyoruz.
Özgürlüğün olduğu her
ülkede, arkadan zenginlik gelir. Türkiye'nin zenginliğe şiddetle ihtiyacı var.
Bizimle yirmi sene evvel beraber olan ülkeler bugün 10 000 doların üzerinde
millî gelire ulaşmışken Türkiye'nin 2 000 dolarlık millî gelire inmesi,
utanılacak bir tablodur. Dolayısıyla, hükümetimizin, zenginliği ortaya
çıkaracak olan bütün unsurları öne alarak sonuçlandıracağı kanaatindeyiz. Bu
açıdan biz de kendilerine her türlü desteği vereceğiz.
Zengin olmak da yetmiyor
değerli kardeşlerim, arkadaşlar, bunun adil paylaşılması gerekiyor. Trabzon'da,
seçim çalışması esnasında, Beşikdüzü'nde seyyar satıcılık yapan bir üniversite
mezununun bizlere hitaben söylediği cümleler hâlâ beynimde duruyor. Üniversite
mezunlarının işportacılık yaptığı bir yerde, eğer, biz, serveti adil paylaştıramıyorsak
ve bu insanların ümidini yiyorsak, onları, ümitsiz halde, aşsız ve işsiz
bırakıyorsak, eşsiz bırakıyorsak, çok düşünmemiz gereken bir tabloyla karşı
karşıya olduğumuzu bilmemiz gerekiyor.
Devletin yayınlamış
olduğu rakamlara göre, Türkiye'de yüzde 10 nüfusun hiçbir geliri yoktur.
Böylesine bir tabloda, eğer servetimizi adil paylaştıramıyorsak, serveti
artırmanın da fazla bir anlamı olduğuna inanmıyoruz.
Dördüncü husus, hukuk
devleti konusudur. Eğer, bir ülkede hukuk devleti bihakkın yerleşmemişse ve bu
anlayış insanlarımız tarafından benimsenmemişse, insanların hem geçmişiyle
ilgili endişeleri olur hem günleriyle ilgili, yaşadıkları anla ilgili
endişeleri olur hem de gelecekle ilgili endişeleri olur. Ayrıca, bu servet
dağılımının ve özgürlüklerin sınırını da hukukla tayin etmek mümkündür.
Dolayısıyla, Türkiye'nin, umuyorum, 58 inci hükümet elinde, bir an önce, gerçek
anlamda hukuk devletine kavuştuğunu göreceğiz.
Hükümet Programındaki ana
unsurlardan bir tanesi ise, demokrasidir. Demokratik anlamda Türkiye'nin
istenen düzeye gelmediğini herkes biliyor. Özellikle, 11 milyona yakın oy almış
bir siyasî partinin genel başkanının şu anda Parlamentoda bulunmaması ayıbını,
Türkiye uzun süre daha kaldıramaz! (AK Parti sıralarından alkışlar)
Hükümetimizin altını
çizdiği bir diğer husus ise, yeniden yapılanmadır. Ben, şahsen belediye
başkanlığından geliyorum, dokuz yıla yakın belediye başkanlığı yaptım. Her
zeminde şunu söylüyorduk -burada birçok belediye başkanı arkadaşımız var-
Ankara'yı küçültmeden Türkiye'yi büyütemezsiniz. Ne yaparsanız yapın, önce
Ankara, ilgilendiği alanlar itibariyle küçülmek zorundadır ve görev alanlarında
da etkili olmak zorundadır. Yetkileri -hizmet anlamında, özellikle, hizmeti
sunmak anlamında söylüyorum- Anadolu'ya yaymak zorundayız.
Bu yeniden yapılanma
içerisinde sosyal kurumlarımızın ve sağlık kurumlarımızın birleştirilmesi ve
entegre edilmesi çok önemli bir olaydır ve halkımızın dört gözle beklemiş
olduğu bir olaydır.
Bir diğeri de,
yerelleşmedir. Dünyada yerelleşmeden kalkınmış bir tek ülke görmedim. Belediye
Başkanlığım döneminde Amerika'dan Çin'e, Rusya'dan aşağıya kadar her tarafı
gezdik. Herkes yerelleşerek kalkındı. Türkiye de yerelleşerek
kalkınabilecektir. Şahsen, biz, bunun altını özellikle çizmek istiyoruz ve hükümetimize,
acil eylem planı içerisine böyle bir yaklaşımı koymuş olmasından dolayı da
şükran borcumuzu sunmak istiyoruz.
Doğumuyla hizmetler alan,
ölümüyle hizmetleri devreden -insanlarımız açısından söylüyorum- yerel
yönetimlerin güçlenmesi gerekiyor. Bu anlamda, gerek kaliteli teknik eleman
gerek mevzuat noktasından gerekse de yerinde vergi koyma, vergi ihdas etme ve
sivil toplum örgütleri, seçilmiş kişilerle oluşan kent meclisleri marifetiyle
kenti yönetme anlamında yerel yönetimlerin ciddî anlamda desteklenmesi
gerektiği kanaatindeyiz.
Değerli milletvekilleri,
sözlerimi bitirmeden önce, bölgesel anlamda birkaç hususu ifade etmek
istiyorum. 57 nci hükümet döneminde Maliye Bakanı, giderayak, bazı belediye
başkanlarına, kendi siyasî çizgisini gözetmek suretiyle para gönderdi. Ben
Trabzon'dan geliyorum. Tabiî, haklı olarak, oradaki arkadaşlarımız, onlara
gönderilmişse siz de bize gönderin diyor; ama, ayırım yapmaksızın, para
gönderilmeyen her belediyeye hakkı olan bu paraların gönderilmesi gerektiğini
burada ifade etmek istiyorum ve Sayın Maliye Bakanımızı göreve davet ediyorum.
(AK Parti sıralarından alkışlar)
Doğu Karadeniz Bölgesiyle
ilgili olarak, KEİPA bünyesindeki ülkelerle, İran, Azerbaycan, Ermenistan,
Gürcistan, Rusya ve Ukrayna dahil olmak üzere, özellikle sınır ticaretinin
geliştirilmesi anlamındaki tedbirlere önem verilmesini özellikle istirham
ediyoruz.
Sayın Genel Başkanımızın
15 000 kilometrelik duble yol müjdesini burada alkışlıyorum. Bu anlamda,
özellikle Samsun-Sarp arasındaki yolun bir an önce bitirilmesi için
hükümetimizin özel dikkat göstereceğini umuyorum.
Doğu Karadeniz Bölgesinin
köy yolları Türkiye'nin en kötü köy yollarıdır. Bizzat seçim çalışmasından
geldiğim için söylüyorum. Belki belli bölgelerimizde var; batıda olabilir, Ege'nin
bazı yerlerinde var; ama, Artvin'den Ordu'ya, Samsun'a kadar köy yollarını,
kardeşlerimiz isterlerse beraberce bir ziyaret edelim. Rehabilite edilmiş yol
nispeti yüzde 10. Yani, asfalt diyebileceğimiz yol, yüzde 10. Yüzde 90'ı katır
yoludur. Dolayısıyla, ilgili bakanlığımızın bu bütçeleriyle köy yollarının
yapılmayacağını özellikle bilmelerini istiyorum. Bu bütçeyle, elli yıl daha bu
yollar yapılamaz. Hükümet Programına, bu yollarla ilgili ciddî anlamda kaynak
ve ekipman konulmasında fayda görüyoruz.
Cumhuriyet Halk Partisi
Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal'ın, Genel Başkanımızın açıklamasıyla ilgili
bir hususu oldu. Fındığa 3 000 000 lira fiyat önerdiklerini ifade ettiler. Bunu
düzeltmek istiyorum. Bizatihi bizim de takip etmiş olduğumuz bir çalışmadır bu.
Fındığa, Genel Başkanımızın önerdiği fiyat 3 000 000 değil, 2 000 000'dur. AK
Parti de bir şey söylerse, mutlaka yapar; bundan kimsenin şüphesi olmasın! (AK
Parti sıralarından alkışlar)
Doğu Karadeniz Bölgesinde
yayla turizminin, özellikle Hükümet Programımızda yer almasını istiyoruz.
Ormanın mülkiyetinde olan arazileri turizme açmak için sayın valilerimiz ve
ilgili arkadaşlarımız yıllardır Ankara'ya gidip geliyorlar. Turizm alanı olarak
belirlenmiş olan yerlerin, bir yasayla, derhal Orman Bakanlığının uhdesinden
özel idarelere 49 yıllığına devredilmesi gerekiyor. Buraların halihazırının
yapılması lazım, imar planının yapılması lazım, yollarının yapılması lazım,
teşvik verilmesi lazım, mülkiyet probleminin -gerekirse yabancılara da açmak
üzere- halledilmesi lazım ki, Doğu Karadeniz Bölgesinde korkunç bir turizm
potansiyeli var; fakat, şimdiye kadar, maalesef, toplu halde meseleye
yaklaşılmadığı için, konu, dünyaya kapatılmış ve dünyadaki tur operatörlerinin
Karadeniz'de buluşturulması suretiyle milyarlarca dolarlık dövizin bütçeye
kazandırılması lazım. Türkiye'deki turizm sıfır kodundadır ve en az bin koduna
çıkarılması gerekiyor.
Ayrıca, Batum ile Hopa
arasında 20 kilometre yol yaptığımız zaman, Hopa Limanıyla beraber, ta Çin'e
kadar gidebiliyoruz. Yapacağımız 20 kilometrelik demiryoludur. Özellikle
Ulaştırma Bakanımıza, bunu huzurlarınızda hatırlatmak istiyorum. Oraya
getirilecek olan bu imkân birçok ihracat kapısını da bize açmış olacaktır.
Saygıdeğer
milletvekilleri, daha fazla zamanınızı almak istemiyorum; sürem doluyor; 58
inci hükümetin ülkemiz için faydalı çalışmalar yapacağını umuyorum ve Kabinede
görev alan arkadaşlarımıza huzurlarınızda başarılar diliyorum, hepinizi
saygıyla selamlıyorum. (AK Parti sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Sayın Aykan,
teşekkür ederim.
Sayın milletvekilleri,
Bakanlar Kurulu Programı üzerindeki görüşmeler tamamlanmıştır.
Güvenoylamasının,
Anayasanın 110, İçtüzüğün 124 üncü maddeleri gereğince, görüşmelerin bitiminden
bir tam gün geçtikten sonra yapılması gerekmektedir. Buna göre, güvenoylaması,
28 Kasım 2002 Perşembe günü yapılacaktır.
Başbakan Sayın Abdullah
Gül tarafından kurulan Bakanlar Kurulu hakkında güvenoylamasını ve gruplarca
aday gösterildiği takdirde Başkanlık Divanına ve komisyonlara üye seçimlerini
yapmak için, alınan karar gereğince, 28 Kasım 2002 Perşembe günü saat 15.00'te
toplanmak üzere, birleşimi kapatıyorum.
Kapanma Saati: 16.26