DÖNEM : 21 CİLT
: 37
YASAMA YILI : 2
T. B. M. M.
TUTANAK DERGİSİ
118 inci Birleşim
25 . 6 .
2000 Pazar
İ Ç İ N D E K İ L E R
I. – GEÇEN TUTANAK ÖZETİ
II. – GELEN KÂĞITLAR
III. – YOKLAMA
IV. – KANUN TASARI VE TEKLİFLERİYLE
KOMİSYONLARDAN GELEN DİĞER İŞLER
1. – Uzun Vadeli Strateji ve
Sekizinci Beş Yıllık (2001-2005) Kalkınma Planının Sunulduğuna Dair Başbakanlık
Tezkeresi ve Plan ve Bütçe Komisyonu Raporu (3/600) (S. Sayısı : 516)
I. – GEÇEN TUTANAK ÖZETİ
TBMM Genel Kurulu saat 14.00’te açılarak iki oturum yaptı.
Her iki oturumda da yapılan yoklamada toplantı yetersayısı bulunmadığı
anlaşıldığından, alınan karar gereğince, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının
görüşmelerini yapmak için, 25 Haziran Pazar günü saat 14.00’te toplanmak üzere
birleşime 14.24’te son verildi.
Nejat Arseven
Başkanvekili
Cahit Savaş Yazıcı Mehmet Elkatmış
İstanbul Nevşehir
Kâtip Üye Kâtip Üye
No. : 162
II. – GELEN
KÂĞITLAR
25.6.2000
PAZAR
Raporlar
1. – Yükseköğretim Kurumları Teşkilâtı Kanununda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarıları ve Millî Eğitim, Kültür, Gençlik
ve Spor ve Plan ve Bütçe Komisyonları Raporları (1/650, 1/679) (S. Sayısı :
517) (Dağıtma tarihi : 25.6.2000) (GÜNDEME)
2. – Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilât, Görev
ve Yetkilerine İlişkin Konularla Kamu Personeli Arasındaki Ücret
Dengesizliklerinin Giderilmesi ve Kamu Malî Yönetiminde Disiplinin Sağlanması
İçin Yapılacak Düzenlemeler Hakkında Yetki Kanunu Tasarısı ve Plan ve Bütçe
Komisyonu Raporu (1/710) (S. Sayısı : 518) (Dağıtma tarihi : 25.6.2000)
(GÜNDEME)
BİRİNCİ
OTURUM
Açılma Saati
: 14.00
25 Haziran
2000 Pazar
BAŞKAN :
Başkanvekili Nejat ARSEVEN
KÂTİP ÜYELER:
Mehmet ELKATMIŞ (Nevşehir), Şadan ŞİMŞEK (Edirne)
BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, Türkiye Büyük Millet
Meclisinin 118 nci Birleşimini açıyorum.
Buyurun Sayın Güven.
TURHAN GÜVEN (İçel) – Sayın Başkan, dün de arz ettim;
Türkiye'nin önümüzdeki beş yılını, yani, geleceğini ilgilendiren fevkalade
önemli bir konuyu görüşmek üzere toplandık. Bu konunun, Meclisin büyük
çoğunluğuyla ele alınıp incelenmesi, irdelenmesi söz konusudur. (DSP ve MHP
sıralarından "siz neredesiniz" sesleri) Efendim, bu programı
hazırlayan ben değilim; bu programı, hükümet ortakları hazırladığına göre,
onların burada çoğunluğu sağlaması lazım.
Onun için, toplantı yetersayısını aramanızı talep
ediyorum efendim.
BAŞKAN – Peki efendim.
Değerli milletvekilleri...
ÖMER İZGİ (Konya) – Sayın Başkan...
BAŞKAN – Buyurun efendim.
ÖMER İZGİ (Konya) – Sayın Başkanım, değerli
milletvekilleri; Sayın Güven'in ifade ettikleri gibi, gerçekten, çok önemli bir
tasarının kanunlaşması için çalışacağız. Bu çalışmalar öncesinde, yoklama
isteğinde bulundular. Böylesi önemli bir kanun tasarısının yoklamasına karar
verecek olursanız, istirham ediyoruz, İçtüzüğümüzün 57 nci maddesinin üçüncü
fıkrasına göre ad okumak suretiyle yaparsanız, hem zaman kazanarak gelmek üzere
olan arkadaşlarımızı getirmiş oluruz hem de gelmeyen, böylesi önemli bir
toplantıya katılmayan arkadaşlarımız duyurulmuş olur.
Teşekkür ederim. (MHP, DSP ve ANAP sıralarından
alkışlar)
BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, elektronik cihazla
yoklama yapacağız.
ALİ IŞIKLAR (Ankara) – Başkanım, her sefer böyle
yapıyorsunuz; lütfen yani... Şu anda dışarıda olup, gelecek olan arkadaşlar
var.
ÖMER İZGİ (Konya) – Sayın Başkan, verilmiş kararı
değiştirecek değiliz; ama, ad okunmak suretiyle yoklama yapmanızın engeli neydi
acaba?!
BAŞKAN – Efendim, elektronik cihazla yapmanın daha
kolay olduğunu düşündüm.
ALİ IŞIKLAR (Ankara) – Efendim, kolay da, şu anda
dışarıda olup, gelecekler var. 3 dakikada...
BAŞKAN – Zaten, çoğunluk var gibi görünüyor; endişe buyurmayın
efendim.
ALİ IŞIKLAR (Ankara) – Muhalefet katılmıyor o zaman,
muhalefet katılmıyor, işaretlemiyor. Yapmayın...
III. – Y O K
L A M A
BAŞKAN – Yoklama için 3 dakika süre veriyorum.
Yoklama işlemini başlatıyorum efendim.
(Elektronik cihazla yoklama yapıldı)
BAŞKAN – Değerli milletvekilleri, toplantı yetersayımız
vardır; görüşmelere başlıyoruz. (DSP ve MHP sıralarından alkışlar)
Gündemin "Özel Gündemde Yer Alacak İşler"
kısmına geçiyor ve Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci Beş Yıllık (2001-2005) Kalkınma
Planının Sunulduğuna Dair Başbakanlık Tezkeresi ve Plan ve Bütçe Komisyonu
raporunun görüşmelerine başlıyoruz.
IV.
– KANUN TASARI VE TEKLİFLERİYLE KOMİSYONLARDAN
GELEN DİĞER
İŞLER
1. – Uzun
Vadeli Strateji ve Sekizinci Beş Yıllık (2001-2005) Kalkınma Planının
Sunulduğuna Dair Başbakanlık Tezkeresi ve Plan ve Bütçe Komisyonu Raporu
(3/600) (S. Sayısı: 516) (1)
BAŞKAN – Komisyon ve Hükümet yerinde.
Komisyon raporu, 516 sıra sayısıyla basılıp, sayın
üyelere dağıtılmıştır. Görüşmeler, Genel Kurulun 22.6.2000 tarihli 115 inci
Birleşiminde kabul edilen Danışma Kurulu önerilerine ve 3067 sayılı Kalkınma
Planlarının Yürürlüğe Konması ve Bütünlüğünün Korunması Hakkında Kanunun 2 nci
maddesinin hükümlerine göre, planın tümü üzerinde, bölümler itibariyle
yapılacaktır.
Bugün için, planın, Birinci, İkinci, Üçüncü, Dördüncü,
Beşinci ve Altıncı Bölümleri üzerinde görüşme yapılacaktır.
Konuşma süreleri, siyasî parti grupları, komisyon ve
hükümet için, hükümetin sunuş konuşması dahil, 2'şer saat, şahıslar için 10'ar
dakikadır. Siyasî parti gruplarının süreleri, en fazla 4'er konuşmacı olarak
kullanılabilecektir.
Planın hükümete geri verilmesine ilişkin gerekçeli
önergeler, Başkanlığa, planın bölümleri üzerindeki görüşmelerin bitimine kadar
2'şer nüsha olarak verilebilecektir. Planın tümü üzerindeki görüşmeler
tamamlandıktan sonra da, önerge kabul edilmeyecektir.
Bugün görüşülecek bölümleri Yüce Heyetinize arz
ediyorum: Birinci Bölüm, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı öncesindeki durum;
İkinci Bölüm, uzun vadeli gelişmenin temel amaçları ve stratejisi (2001-2023);
Üçüncü Bölüm, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının temel amaç, ilke ve
politikaları (2001-2005); Dördüncü Bölüm, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma
Planının makroekonomik politikaları, hedefleri ve tahminleri; Beşinci Bölüm,
Avrupa Birliğiyle ilişkiler; Altıncı Bölüm, Türkiye'nin bölge ülkeleri ve diğer
ülkelerle ekonomik ilişkileri.
Şimdi, komisyon raporunun okunup okunmaması hususunu oylarınıza
sunacağım: Raporun okunmasını kabul edenler... Etmeyenler... Raporun okunması
kabul edilmemiştir.
Planın sunuş konuşmasını yapmak üzere, hükümet adına,
Sanayi ve Ticaret Bakanı Sayın Kenan Tanrıkulu; buyurun efendim. (MHP, DSP,
ANAP ve DYP sıralarından alkışlar)
SANAYİ VE TİCARET BAKANI AHMET KENAN TANRIKULU (İzmir)
– Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planını,
hazırlanması sırasında kullanılan
(1) 516 S.
Sayılı Basmayazı tutanağa eklidir.
yöntemi ve dikkate alınan içsel ve dışsal etkenleri
açıklamak üzere huzurlarınızdayım. Hepinize saygılar sunarak sözlerime
başlıyorum.
İnsanlık, buhar gücünün üretim makinelerine
uygulanmasından, üretildiği yerden binlerce kilometre uzağa taşınan elektrik
enerjisinin üretiminde kullanımından sonra, yeni bir devrim yaşamaktadır. Daha
açık bir ifadeyle, birinci ve ikinci teknoloji devrimlerinden sonra,
dünyamızda, mikro-elektroniğe dayalı yeni bir süreçten geçilmektedir. Yeni bir
devrimle birlikte iletişim ve bilgisayar teknolojilerinde kaydedilen
gelişmeler, dünyanın küçülme sürecini daha da hızlandırmıştır. Kişiler,
kurumlar ve menfaat grupları arasındaki bağımlılıklar ve etkileşimler giderek
artmakta ve yeni bir dünya düzeni ortaya çıkmaktadır.
Her teknolojik devrimin arkasında olduğu gibi, bu
teknolojik devrimin de arkasında büyük fikrî ve sosyal birikimler
bulunmaktadır. İnsan hak ve hürriyetleri ile düşünce sahasındaki kazanımlar,
fertlerin toplumsal ve demokratik katılımıyla ekonomik girişimcilik yolunu
açmıştır. Sosyal alanda ve demokratik katılımcılık özelliğini kazanan ve bunu
topluma mal edebilen insan, ekonomik alanda da ferdî yetenek ve birikimlerini
üretim sürecine dahil etme imkânını bulmuştur.
Buradan görülmektedir ki, 21 inci Yüzyılın insanı,
kendine güvenli, rekabetçi ve iddialı insanlar olmak zorundadır. Bu yarışta
fertlerin sahip oldukları en büyük avantaj, sosyal sermayeleri olacaktır.
Toplumda veya toplumun bazı bölümlerinde oluşan güven duygusu anlamındaki
sosyal sermayeyi oluşturan en önemli etkenler, tarihî birikimler ve kültürel
miraslardır.
Küreselleşme süreci, kendi dinamiklerini oluşturarak,
insanların günlük hayatını ve dünya düzenini etkilemeye devam etmektedir.
Küreselleşmeyle ülkelerarası hareketlerin artması, ticaret, sermaye ve
teknoloji akımını transnasyonal hale getirmiş, klasik millî devlet olgusu da
aşılmıştır. Küreselleşme, belli coğrafî sınırlar içerisinde sürdürülen millî
iradeyi dünyanın her yerinde büyük bir gayretle savunulma zaruretini de ortaya
çıkarmıştır. Millî iradenin küresel dinamiklere uyum sağlayarak idamesi
kaçınılmaz olmuştur. Dünyayla rekabet edecek dinamiklere sahip olmayan ülkeler
de giderek gerilemektedirler.
Teknolojik sahadaki gelişmeler, 1950'li ve 1960'lı
yıllardan itibaren uluslararası ticareti etkilemeye başlamıştır. GATT sistemi
içerisinde düzenlenen kurallar, uluslararası mal ticaretini disiplin altına
almayı amaçlamıştır. 1980 yılından sonraki çalışmalar, uluslararası mal ve
hizmet piyasaları ile yatırımların entegrasyonunun dünya ticaret sistemi
içerisinde kurallara bağlanması safhasını oluşturmuştur. 1990'lı yıllardan
sonra, küreselleşme, yeni bir safhaya girmiştir. Bu yeni dönemde dünya
ticaretinin belirleyici unsurları, uluslararası sermaye akımları ve dolaysız
yatırımlardır.
Yeni dünya düzeninin amacı, ülkelerin ticaret ve
girişimcilik alanındaki kapasitesini artırmak, hayat standardını yükseltmek,
tam istihdamı ve istikrarlı bir şekilde artan reel gelir ve gerçek talep
hacmini sağlamak, aynı zamanda, dünya kaynaklarının sürdürülebilir kalkınma
hedefine en uygun bir şekilde kullanımına da imkân sağlamaktır. Bu gelişmeler
doğrultusunda da, ülkeler, hukukî ve kurumsal düzenlemelerini yeni oluşan dünya
düzenine intibak ettirmek; nesillerini, rekabetçi ortamın gerektirdiği
özgüvenli, girişimci, yeni fikirler üretebilen ve risk alabilen özellikte
yetiştirmek zorundadırlar.
Önümüzdeki dönemlerde ekonomik ve sosyal hayatın
sürükleyici ve hâkim unsuru, bilgiye erişim ve bilgiyi kullanım olacaktır.
Küreselleşme süreci, bilgiye önce ulaşmak ve önce kullanmak üzerine bir yarış
da başlatmıştır. Üretim unsurları içinde bilginin payı artmakta; gayri safî
millî hâsıla içinde bilgiye dayalı harcamaları yükselten ülkeler, teknolojik
devrime dayalı yeni dünya düzeninde de yerini almaktadırlar.
Dünyadaki birçok gelişme, birçok ülkeyi, yeni
stratejiler, politikalar ve öncelikler tespit etmeye, kaynak dağılımını yeniden
düzenlemeye ve istenilen hedeflere ulaşmada yeni projeler üretmeye de
zorlamaktadır. Bu sebeple, ülkeler, yeni dünya düzenine intibak etmek ve etkin
bir konum kazanabilmek için, bir plan dahilinde, gerekli reformları, önceden
belirlenmiş ilke, politika ve stratejiler çerçevesinde gerçekleştirmeye yönelik
çalışmalarda da bulunmaktadırlar.
İşte, bu yüzden, Türkiye de, ileriye yönelik makul bir
süre sayılan beş yıl için, 2001-2005 yıllarını kapsayan, dünyadaki gelişmelere
uygun, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planını hazırlamıştır.
Değerli milletvekilleri, planın hazırlanmasında
kullanılan yöntemleri üç ana başlık altında toplayabiliriz. Bunlardan ilki,
mevcut durumun tespiti, uzun vadeli strateji içerisindeki anafikir -ki, bu,
2001-2023 yıllarını kapsamaktadır- önümüzdeki beş yılda takip edilecek ilke ve
politikalar; bir diğeri, dış dünyadaki gelişmeler ve küreselleşmeye uyum ve
nihayet, hukukî kurumsal düzenlemeler ve bölgesel gelişme politikalarıdır.
Bu ana başlıklar, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı
öncesindeki durum; uzun vadeli gelişme stratejisi (2001-2023); Sekizinci Beş
Yıllık Kalkınma Planının temel amaç, ilke ve politikaları (2001-2005);
Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının makroekonomik politikaları, hedefleri ve
tahminleri; Avrupa Birliğiyle ilişkiler; Türkiye'nin bölge ülkeleri ve diğer
ülkelerle olan ekonomik ilişkileri; bölgesel gelişme hedef ve politikaları;
sosyal ve ekonomik sektörlerle ilgili gelişme, hedef ve politikaları; kamu
hizmetlerinde ve ekonomide etkinliğin artırılması alt başlıklarına da
bölünmüştür.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Sekizinci Beş
Yıllık Kalkınma Planı, dünyadaki gelişmeler ve küreselleşme sürecini yaşıyor
olmamız sebebiyle, diğer planlardan farklı bir arayış ve yöntemle de
hazırlanmıştır. Öncelikle, bilgi toplumunun hâkim olduğu küreselleşme
sürecinde, Türkiye'nin, mevcut kaynakları, teknolojik, ekonomik, sosyal,
kültürel ve kurumsal birikimi değerlendirilmiş, mevcut imkânlarla
ulaşılabilecek hedefler arasında ilişkilendirilmede bulunulmuş, hedeflere
ulaşmak için düzenlenmesi gereken kurumlar da tespit edilmiştir. Buna göre,
istikrarsızlık, kalite ve verimlilik altyapısı, teknoloji kültürü, fizikî
altyapı, sanayiin teknolojik seviyesi, bilgi ve iletişim altyapısı, atıl
işgücü, gelir dağılımındaki bozukluğun kaynak ataletine sebep olması, kamunun
ekonomik ve sosyal gelişmelere intibak etmekte güçlük çekmesi gibi konular,
Türkiye'nin, maalesef, zayıf yönlerini meydana getirmektedir. Bununla beraber, genç ve dinamik nüfus
yapısı, yenilikçi ve risk alabilen özelliklere sahip girişimcilik potansiyeli,
piyasa ekonomisi sahasındaki birikimi, sosyal altyapısı, en olumsuz şartlarda
dahi uluslararası rekabete uygun yapı geliştiren sanayisi, dış dünyaya
açılmaktaki özgüven ve tecrübe birikimi, yetişmiş kadroları ve nihayet, doğal
kaynakları ile jeostratejik konumu da, Türkiye'nin, güçlü ve avantajlı
yönlerini meydana getirmektedir.
Görüldüğü üzere, Türkiye, küresel rekabetin getirdiği
insan kaynaklarına, özgüvene, sosyal ve kültürel birikime sahip bir ülkedir. Bu
itibarla, önümüzdeki dönemde, ülkemiz açısından kötümser beklentiler içinde
olmak için hiçbir sebep de yoktur.
Değerli milletvekilleri, Türkiye, 21 inci Yüzyılda
dünya devleti olmak ve küreselleşme sürecinde layık olduğu konuma kavuşmak için
uzun vadeli tercihlerini de tespit etmiştir. 2001-2023 yıllarını kapsayan
Türkiye'nin uzun vadeli stratejisinin amacı, Atatürk'ün gösterdiği çağdaş
uygarlık düzeyini aşma doğrultusunda, Türkiye'yi, 21 inci Yüzyılda kültür ve
uygarlığın en ileri safhasına ulaştırarak, dünya standartlarında üreten,
gelirini adil paylaşan, insan hak ve sorumluluklarını güvenceye alan, hukukun üstünlüğünü,
katılımcı demokrasiyi, din ve vicdan özgürlüğünü en üst düzeyde gerçekleştiren,
küresel düzeyde etkili bir dünya devleti yapmaktır.
Öncelikle mevcut kaynaklar ve kurumlar disiplin altına
alınacak, insan yetiştiren kurumlar rekabete uygun, girişimci ve katılımcı bir
yapıya kavuşturulacaktır. Bu çerçevede, kamu finansmanı sağlam kaynaklara
dayandırılarak, gelir-gider dengesinin kalıcı bir çözüme kavuşturulmasını;
bütçe açıklarını düşürerek faizlerin aşağıya çekilmesini; Avrupa Birliğiyle
bütünleşmede Maastricht kriterlerinin gerektirdiği ekonomik parametrelerin
gerçekleştirilmesini; gelir dağılımı iyileştirilerek, yoksulukla mücadele
programının hayata geçirilmesini; Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı,
demokratik değerli benimsemiş, millî kültürünü özümsemiş, farklı kültürleri
yorumlayabilen, düşünme, algılama ve problem çözme yeteneği gelişmiş,
özgüvenli, girişimci bilgi çağı insanının yetiştirilmesini; özel sektör
kurumları yanında, bireysel yetenek ve potansiyellerin ekonomik sisteme dahil
edilmesi ve bu çerçevede, gençlere kendi işlerini kurabilecekleri altyapının
hazırlanmasını; sağlık hizmetlerinin halkımızın hak ettiği seviyede çıkarılması
ve hakkaniyet içerisinde yaygınlaştırılmasını; özgün tasarım yapabilen, marka
yaratabilen ve bilgi yoğun alanlara yönelebilen yeteneklerin teşvikini; bilgiye
ulaşımı kolaylaştırıcı her türlü hukukî ve kurumsal düzenlemelerin yapılmasını;
enerji talebinin güvenilir ve düşük maliyetle karşılanması için gerekli
çalışmaları, tarımsal üretimin maliyetini azaltıcı, rekabet gücünü artırıcı,
hayvansal üretimi geliştirici ve ormanları koruyucu düzenlemeleri; rekabet
ortamının itici gücü girişimciliği KOBİ'ler aracılığıyla destekleyen ve
istihdama katkıda bulunan projeleri; yine, rekabet unsurunun ana ayağını teşkil
eden kalite ve verimliliğin altyapısını güçlendirici faaliyetleri, bu ana
çerçeveler içerisinde desteklemeye yönelik çalışmalara da öncelik verilecektir.
Değerli milletvekilleri, sizlere, konuşmamın bu
bölümünde, plan döneminde ulaşılması beklenen makro büyüklükler hakkında da
bilgi vermek istiyorum. Makroekonomik büyüklükler belirlenirken, öncelikle,
Türkiye'nin mevcut üretim ve büyüme kapasitesi, dünya ekonomisindeki gelişme
eğilimleri ve dünya ekonomisindeki büyümenin Türkiye'ye katkısı ile Türkiye'nin
kendi dinamik unsurları dikkate alınmıştır.
Ülkemiz, halen, 206 milyar dolarlık gayri safî millî
hâsılasıyla, dünyanın 22 nci büyük ekonomisidir. Dinamik nüfus yapısı, dışa
açılma tecrübesi, sahip olduğu sosyal sermayesi ve birikimleriyle de, hamle
yapma noktasında bulunduğu inancındayız. Eğitim seviyesinin artırılması ve yeni
yetişen nesillerin yenilikçi yapıda olması, üretimde verimliliği artıracak
yapının oluşumunun hızlandırılması ve dışa açılmanın zorladığı yapısal
değişikliklerin gerçekleştirilmesiyle, gayri safî millî hâsılada, yıllık
ortalama yüzde 6,7'lik bir büyümenin gerçekleştirilmesi de beklenmektedir. Bu
büyüme artışının, yani, yıllık yüzde 6,7'lik büyüme artışının yüzde 30'luk
kısmının -ki, bu da yüzde 2'ye tekabül etmektedir- faktör verimliliğindeki
artıştan kaynaklanması da beklenmektedir.
Değerli milletvekilleri, bu arada, bir hususu da
sizlerin bilgisine sunmakta fayda görüyorum. Malumlarınız olduğu üzere,
planlar, belli şartları ve varsayımları dikkate almaktadır. Önceden görülmeyen
ani değişiklikler, planlarda sapmalara sebep olabilir; ancak, burada, plana
bağlı sistematik bir yöntemin uygulanması, yeni oluşan şartlara uygun tedbirler
almayı da kolaylaştırmaktadır. Kaynakların ve ekonomik faaliyetlerin belirli
strateji ve önceliklere yönlendirilip uygulanması, kalkınma ve gelişmeyi
hızlandırıcı, kaynak israfını önleyici ve kaynaklardan optimum faydayı
sağlayıcı tercihlerdir.
Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının durum tespiti
bölümünde alınan bir diğer husus da, planın ilk iki yılında istikrar programı
uygulanacağıdır. Plan hedeflerine ulaşmada ilk adımın istikrarı sağlamak
olduğunun idrakiyle, Sekizinci Planın ilk yılında, 2000 yılında 57 nci
cumhuriyet hükümeti tarafından uygulamaya konulan makroekonomik istikrar
programının da devamı öngörülmüştür. İstikrar programının son yılı olan
2002'de, enflasyon rakamı tek haneli rakamlara indirilerek, planın
uygulanabilirliği için uygun bir ortamın da sağlanması amaçlanmıştır.
Değerli milletvekilleri, Sekizinci Beş Yıllık Planın
hedeflenen diğer ekonomik parametreleri de şunlardır: Plan dönemi sonunda,
sanayiin gayri safî yurtiçi hâsıla içerisindeki payının yüzde 23,3'ten 23,8'e
ve hizmetlerin payının ise yüzde 59,5'ten 62,2'ye yükselmesi beklenmektedir.
Sekizinci Plan döneminde gayri safî millî hâsıla
büyümesine en yüksek, marjinal katkının, toplam faktör verimliliğinde öngörülen
artıştan gelmesi de beklenmektedir. Sürdürülebilir büyüme açısından önemli bir
olgu olan toplam faktör verimliliğinin başlıca belirleyicileri de şunlardır:
Eğitim, araştırma geliştirme harcamaları, doğrudan yabancı sermaye yatırımları,
dışa açıklık, kurumsal yapı ve altyapı yatırımları. Türkiye ekonomisinde, son
otuz yıllık dönemde, yılda ortalama yüzde 15'ler civarında seyreden ve son
yıllarda yüzde 20 düzeyini aşan toplam faktör verimliliğinin büyümeye
katkısının plan dönemi boyunca yüzde 30'lara yükselmesi de tahmin edilmektedir.
Plan döneminde, toplam faktör verimliliğinin artışı, kamu kaynaklarının artan
ölçüde eğitim, sağlık, ar-ge, haberleşme ve enerji yatırımlarına
yönlendirilmesiyle mümkün olabilecektir. Yedinci Plan döneminde 100 kabul
edilen kamu yatırım reel endeksinin, Sekizinci Plan döneminde eğitimde
243,6'ya, enerjide 241,5'e ve sağlıkta da 181,4'e yükselmesi hedeflenmektedir.
Plan döneminde büyümenin üretim yönünden geleneksel
belirleyicileri olan sermaye stoku ve istihdamda da belirgin bir artış
öngörülmektedir. Kamu ve özel yatırımlarda gerçekleşmesi beklenen artış
nedeniyle, toplam sabit sermaye yatırımlarının yılda ortalama yüzde 7,1
oranında artacağı da tahmin edilmektedir. İstihdam yapısının tarım dışı
sektörler lehine değiştirilmesi, işgücü piyasasının etkinleştirilmesi ve bilgi
çağının gerekleri doğrultusunda nitelikli işgücünün büyümeye katkısının
artırılması da sağlanacaktır. 2000 yılında, cari olarak yaklaşık 3 000 dolar
düzeyinde olan kişi başına gayri safî millî hâsılanın, 2005 yılında 4 300 dolar
seviyesine yükseleceği tahmin edilmektedir.
Değerli milletvekilleri, plan döneminde, kamu sabit
sermaye yatırımlarının yıllık ortalama yüzde 8,5 artması planlanmakta ve özel
sabit sermaye yatırımlarının ise yüzde 6,5 artacağı, yine, tahmin edilmektedir.
Özel sabit sermaye yatırım harcamalarında öngörülen artış, ağırlıklı olarak
makine ve teçhizat yatırımlarından kaynaklanmaktadır. 2001-2005 dönemindeki
özel tüketim harcamalarının yüzde 6,3 artacağı öngörülmüştür. Sekizinci Plan
döneminde, özellikle faiz giderlerinde sağlanacak azalışa bağlı olarak, kamu
reel harcanabilir gelirinin gayri safî millî hâsıla içindeki payının, 2000
yılındaki yüzde 4,5 seviyesinden, 2005 yılında, yılda yüzde 17,1 düzeyine
yükselmesi de beklenmektedir. Bu durum, kamu yatırımlarında önemli artışın
yanında, kamu tüketiminin de, plan döneminde, yılda ortalama yüzde 7,6 oranında
artmasını sağlayacaktır.
Yine, Yedinci Plan döneminde 100 olarak kabul ettiğimiz
özel yatırım reel endeksinin de, benzer bir eğilimle, Sekizinci Plan döneminde,
eğitimde 223,5'e, enerjide 117,4'e ve sağlıkta da 108,3'e yükselmesi
beklenmektedir.
Sekizinci Plan döneminde, ihracatın yıllık ortalama
olarak yüzde 11 artması ve 2005 yılında cari fiyatlarla yaklaşık 46,5 milyar
dolar seviyesine ulaşması beklenmektedir. Aynı dönemde ithalatın, yine, yılda
ortalama yüzde 10 artarak, 2005 yılında cari fiyatlarla 79 milyar dolar
seviyesine ulaşacağı tahmin edilmektedir. Böylece, ihracatın ithalatı karşılama
oranının ise, yine, plan dönemi sonunda yüzde 63 olması beklenmektedir.
2000 yılında 7,2 milyar dolar düzeyinde gerçekleşmesi
beklenen turizm gelirlerinin, 2005 yılında 11,6 milyar dolar seviyesine
ulaşacağı tahmin edilmektedir. Böylece, Sekizinci Plan döneminde cari işlemler
açığının gayri safî millî hâsıla içindeki payının temel yıldaki değerini
koruyarak, 2005 yılında yüzde 2,5 olarak gerçekleşeceği tahmin edilmektedir.
Değerli milletvekilleri, uygulanmakta olan makro
ekonomik programın ve ekonomide sağlanacak olan iyileşmenin de etkisiyle,
doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının dönem boyunca artarak, 2005 yılında 2,7
milyar dolar seviyesine ulaşacağı tahmin edilmekte; kamu kesimi dengesinin
sürdürülebilir bir yapıya da kavuşturulabilmesi için, kamu kesimi net dışborç
kullanımı ve özelleştirme gelirleri kritik bir önem arz etmektedir.
Vergi gelirlerinin gayri safî millî hâsılaya oranının
plan dönemi boyunca yaklaşık yüzde 22 düzeyini koruması da öngörülmektedir.
Sosyal güvenlik kuruluşlarına yapılan transferler, bu
transferlerin gayri safî millî hâsılaya oranı olarak 2000 yılında beklenen
yüzde 2,5'lik düzeyden, plan dönemi sonunda yüzde 1,7 seviyesine düşmesi de
hedeflenmektedir.
Kamu kesimi dengesi ve finansmanının, 2005 yılında
Avrupa Birliğine tam üyelik sürecinin önemli bir aşaması olarak kabul ettiğimiz
Maastricht kriterlerini sağlaması ve 2005 yılında toplam kamu kesimi borçlanma
gereğinin gayri safî millî hâsılaya oranının yüzde 3'ü olarak da gerçekleşmesi
beklenmektedir.
Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı dönemi boyunca
küreselleşme sürecine uyum açısından dışa açılma, hem bölgesel kalkınma hem de
kamu hizmetlerinde etkinliğin artırılması, üç ana faaliyet alanımızdır. Yeni
dünya düzeniyle bütünleşme, uygulamada dışa açılma ve yeni dünya düzeninin bir
parçası olmakla ancak gerçekleştirilebilir. Bu anlayışla Türkiye, önümüzdeki
beş yıllık dönemde Avrupa Birliği üyeliği süreci çalışmalarına hem hız verecek
hem de bu çerçevede Avrupa Birliği müktesebatına uyumu amaçlayan politika ve
tedbirleri içeren ulusal programı 2000 yılı sonuna kadar hazırlayarak yürürlüğe
koyacaktır.
Bölgesel bütünleşmelerin ekonomik ve sosyal işbirliği
imkânlarına katkısı ve dünya ile bütünleşmede sağlayacağı kolaylıkları da
dikkate alınarak, Karadeniz Ekonomik İşbirliği, Ekonomik İşbirliği Teşkilatı
(ECO) ve yine İslam Konferansı Teşkilatı ve Ticarî İşbirliği Konferansı Daimî
Komitesi -kısa adı İSEDAK- gibi ekonomik girişimciliği etkileyecek olan benzeri
oluşumların hepsi desteklenecektir.
Türk cumhuriyetleriyle ekonomik ve kültürel işbirliği
imkânları daha da geliştirilecek, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine kredi ve
teknik yardım artırılacaktır.
Sayın milletvekilleri, dengeli kalkınmanın en önemli
unsurlarından olan bölgesel kalkınmaya, Sekizinci Beş Yıllık Planda özel bir
önem verilerek, bölgesel kalkınma projelerinin sayısı da hızla artırılacaktır.
Bu çerçevede, Güneydoğu Anadolu Projesi, Zonguldak, Bartın, Karabük Bölgesel
Gelişme Projelerinin yanı sıra, plan çalışmaları son safhaya gelmiş olan Doğu
Anadolu ve Doğu Karadeniz Bölgesi Gelişme Projeleri uygulamaya konulacak, İç
Anadolu ve Yeşilırmak Havzaları Bölgesel Kalkınma Projelerinin çalışmalarına da
başlanacaktır.
Kalkınma planlarının yönetimi ve belirlenen hedeflere
ulaşmada alınacak tedbir ve düzenlemeler kamusal bir görevdir. Bu itibarla,
kamu kurum ve kuruluşlarına küreselleşme sürecine uyum ve dünyayla bütünleşme
ilkesi ışığında hazırlanan Sekizinci Plan hedeflerine ulaşmada da çok özel bir
görev düşmektedir. Kamunun, üzerine yüklenen bu görevi yerine getirebilmesi
için, kurumlarını oluşan yeni dünya düzeni şartlarına uygun bir şekilde yeniden
yapılandırmasıyla ancak mümkün görülebilecektir. Kamu kurumlarının yeniden
yapılandırılmasının esasları, kamunun performansının artırılması, yetki, iş
bölümü ve sorumlulukların açık bir şekilde tanımlanması, yetki devriyle
birlikte hesap verme sorumluluğunun ve idarî saydamlığın güçlendirilmesi, kamu
yönetici ve çalışanlarının niteliklerinin geliştirilmesi ve kamu hizmetleri
sunulurken bilgi ve iletişim teknolojilerinden yaygın bir şekilde
yararlandırılması konularından meydana gelecektir.
Değerli milletvekilleri, 14 Ağustos 1999 tarihli ve
23786 sayılı Başbakanlık genelgesiyle, Sekizinci Kalkınma Planı çalışmalarının
başladığı kamuoyuna duyurulmuş ve bu manada 98 adet özel ihtisas komisyonu da
kurulmuştur. Uzun dönemli, yani, 2001-2023 stratejilerinin de değerlendirildiği
özel ihtisas komisyonları, kamu, özel kesim, sivil toplum kuruluşları ve
üniversite öğretim üyelerinden oluşturulmuş ve toplumun böylece plan sürecine
katılımı da sağlanmıştır. 7 000 değerli üyenin katkılarıyla yürütülen ve 31
Ocak 2000 tarihinde tamamlanan özel ihtisas komisyonu çalışmalarının
altyapısını oluşturduğu Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, Haziran 2000
tarihinde de Yüce Meclisimize sunulmuştur. Sonraki aşamalarda, Plan ve Bütçe
Komisyonunun değerli üyelerinin katkılarıyla son şeklini alan plan metnini, şu
an, Genel Kurulumuzun görüşlerine arz ediyoruz.
Sekizinci Beş Yıllık Planımızın, Türkiye'nin yeni dünya
düzeninde layık olduğu yeri almasında beklenen katkıyı sağlamasını ve ülkemize
hayırlar getirmesini diliyor; hepinize saygılar sunuyorum. (Alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Bakan.
Değerli milletvekilleri, şimdi, grupları adına söz alan
sayın üyelerin isimlerini sırayla okuyorum:
Fazilet Partisi Grubu adına, Fazilet Partisi Genel
Başkanı Sayın Recai Kutan, Afyon Milletvekili Sayın Sait Açba, İstanbul
Milletvekili Sayın Ali Coşkun.
Doğru Yol Partisi Grubu adına, Hatay Milletvekili Sayın
Mehmet Dönen, Bursa Milletvekili Sayın Oğuz Tezmen.
Anavatan Partisi Grubu adına, Manisa Milletvekili Sayın
Ekrem Pakdemirli, İstanbul Milletvekili Sayın Bülent Akarcalı.
Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına, İzmir
Milletvekili Sayın Oktay Vural, Muğla Milletvekili Sayın Metin Ergun.
Şahısları adına: İstanbul Milletvekili Sayın Erol Al,
Tunceli Milletvekili Sayın Kamer Genç, Konya Milletvekili Sayın Veysel Candan,
Sıvas Milletvekili Sayın Cengiz Güleç, Adana Milletvekili Sayın Ali Tekin, Erzurum
Milletvekili Sayın Aslan Polat, Tokat Milletvekili Sayın Bekir Sobacı ve Rize
Milletvekili Sayın Ahmet Kabil.
Bugün, şahısları adına söz alan değerli üyelerimizden,
sadece iki arkadaşımız konuşabilecektir.
Şimdi, Fazilet Partisi Grubu adına, Fazilet Partisi
Genel Başkanı Sayın Recai Kutan; buyurun efendim. (FP sıralarından ayakta
alkışlar)
FP GRUBU ADINA MEHMET RECAİ KUTAN (Malatya) – Sayın
Başkan, muhterem milletvekili arkadaşlarım, televizyonları başında bu
müzakereleri takip eden değerli vatandaşlarım; hepinizi saygıyla selamlıyorum;
Sekizinci Beş Yıllık Planın milletimiz ve ülkemiz için hayırlı olmasını
diliyorum.
Muhterem arkadaşlarım, beş yıllık planlar, ülkemizin en
ciddî konularından, belki en başta gelen konularından birisidir. Böylesine
ciddî bir konunun müzakeresinde, şu hükümet sıralarının görünüşüne bir
bakınız!.. Bu, kullanılabilecek en basit tabirle, hükümet yönünden bir
ciddiyetsizliktir; bu ciddiyetsizliği yürekten kınıyorum. (FP sıralarından
alkışlar)
Değerli milletvekili arkadaşlarım, dünyanın çarpıcı
şekilde değiştiği bir çağa girdik. Bu köklü ve kapsamlı değişim rüzgârını
yakalayıp yakalayamamak gibi büyük bir sorunla karşı karşıyayız. Ülkemiz, daha
önce dünyada gerçekleşen büyük değişimleri iyi kavrayamadığı için, bugün ciddî
sorunlarla karşı karşıyadır. Dünyada büyük sanayi devrimi gerçekleşirken, biz,
kendi iç sorunlarımızla boğuştuk. Başımızı kaldırıp baktığımızda, çok gerilerde
kaldığımızı gördük. Bugün, yine, aynı iç sorunlarla boğuşmaktayız. Kendi icat
ettiğimiz yapay sorunlarla boğuşmaktan vazgeçip, yönümüzü dünyanın gittiği yöne
bir an önce çevirmezsek, yine kaybedeceğiz. Çağımız, her yılın, her günün,
hatta her saatin önemli olduğu bir çağ; bir sürat çağı; katı anlayışların,
ideolojik saplantıların çöktüğü bir çağ. Bu gerçeği bir an önce görmezsek, ne
kadar kalkınma planı yaparsak yapalım, varacağımız bir nokta yoktur. Nitekim,
bundan önce yaptığımız hiçbir kalkınma planı, hedeflerine maalesef yeterince
ulaşamadı. Aslında, hiçbir kalkınma planına çok zor hedefler konulmamıştı,
ulaşılması mümkün olmayan hedefler de yoktu; ama, maalesef, bu hedeflere
ulaşamadık; çünkü, dünyayı es geçtik, kendimizi, kendi insanımızı gözardı
ettik.
Dünya gerçeklerine våkıf bir Türkiye değil, belli
kesimlerin kafa yapısına, menfaatlarına uygun bir Türkiye'yi düşündük.
İdealimizdeki Türkiye, bu toprakların, bu coğrafyanın, bizim tarihimizin, bizim
kültürümüzün Türkiyesi değildi, yapay hayallerin Türkiyesiydi; gerçekleşmedi,
esasen gerçekleşemezdi. Şimdi, yapacağımız ilk şey, bu hayalden vazgeçmek,
dünya gerçeklerini, insanımızın gerçeklerini iyi tanımak. Milletimizi bir
kalıba sokmaktan artık kesin olarak vazgeçmeliyiz. En yetkili ağızların tek tip
insan yetiştirmekten bahsettiği bir ülke, çağı yakalayamaz.
Değerli milletvekilleri, bu ülkeyi çok iyi tanıyan bir
insan olarak konuşuyorum, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini, tarihini ve
coğrafî yapısını iyi bilen bir insan olarak konuşuyorum: Bu milleti bir kalıba
sokmaya kimsenin gücü yetmez, nitekim, şimdiye kadar da yetmemiştir. (FP
sıralarından alkışlar) Zaten böyle bir tavra, 21 inci Yüzyılın karakteri
müsaade etmez. Hangi planı yaparsanız yapın, içeriyi neyle doldurursanız
doldurun, kafanıza bu fikirleri yazmadan, bunları planın önsözüne geçirmeden,
başaracağınız hiçbir şey yoktur.
İçerisinde yaşadığımız yüzyıl, bireyin önplanda olduğu
bir yüzyıldır; insan haklarının, bireysel hürriyetlerin vazgeçilmezliğini
kalkınmanın temel eksenine oturtmuş olan bir yüzyıldır. Sanayi insan içindir,
kalkınma insan içindir, enerji insan içindir, ekonomik faaliyetler insan
içindir, devlet de insan içindir. Bunların hiçbiri, ama hiçbiri, insanın
onurunu, kimlik ve kişiliğini zedelemek için kullanılamaz. (FP sıralarından
alkışlar)
Yeni dünya düzenini oluşturan kolektif şuur budur. Bu
şuur, toplumların, milletlerin ortak vicdanına dönüşen, adil, paylaşımcı,
katılımcı bir yapıyı öngörmektedir. Binlerce yıllık kültür birikimimizle ve 77
yıllık cumhuriyet tecrübemizle, dünyaya bu açıdan bakabilirsek, evrensel bir
dönüşümü yakalayabiliriz.
Üzülerek söylüyorum ki, 21 inci Yüzyıla, ne altyapı
olarak ne de sosyal ve siyasal yapı olarak giremedik. Birçok ülke, yeni
kalkınma projeleriyle, yeni değişim heyecanıyla 21 inci Yüzyılı karşılarken,
biz, yüzde 6,4 nispetinde küçülmüş, gelir dağılımında dengesizliği büsbütün artırmış
bir ülke olarak 21 inci Yüzyıla girdik; pazar ekonomisine kesinlikle uymayan
yöntemlerle, halkımızdan esirgediğimizi batık bankalara peşkeş çekerek girdik.
Bütün bunlar, planlı ekonomilerde olmaması gereken şeylerdir. Şimdi, önemli
olan şu: Sekizinci Beş Yıllık Plan döneminde de bu tür çarpık uygulamalar
olacak mı, olmayacak mı? Olacaksa, niye boşuna plan yapıyoruz.
Değerli arkadaşlarım, kalkınma planlarını uygulayacak
olan siyasî kadrolardır. Siyasî kadrolarda yeterli bilgi birikimi, kararlılık
ve en önemlisi siyasî ahlak gereklidir. Eğer, bu plan döneminde, siyaset,
kendine yapılacak olan siyaset dışı baskılara karşı koyamayacaksa, hatta, bu
baskıyı yapanlara ya boyun eğecek ya da işbirliği yapacaksa, sonuç, yine
fiyasko olacaktır. (FP sıralarından alkışlar)
Beş yıllık kalkınma planları, sadece bağlı bulunduğu
beş yılın hedeflerini ortaya koymakla başarılı olamaz. Biz, Sekizinci Beş
Yıllık Plan içerisinde sadece önümüzdeki beş yılın hedeflerini koyarak
kendimizi sınırlamamalıyız. Bu beş yıllık uygulamanın önümüzdeki yıllara, en
azından cumhuriyetimizin 100 üncü yıldönümü olan 2023 yılına nasıl yansıyacağı
yönünde hesaplar yapmak zorundayız. Bu süre içerisinde, dünyanın durağan bir
süreçten geçmeyeceğini iyi bilerek, değişen şartlara nasıl paralellik
kuracağımızı tespit etmek zorundayız.
Muhterem arkadaşlarım, devletimizin bu yapısıyla bütün
bunları gerçekleştiremeyeceğimizi herkes bilmektedir. Herkes bilmektedir de, bu
sıkıntıları aşacak adımları atma cesaretini kimse göstermemekte... Galiba,
herkes bir şeylerden korkuyor. En önemli işimiz, bu korkuyu yenmektir. Açık ve
net olarak söylüyorum, bu yapıyla, bu devlet çarkı yürümez, yürüyemez. Devlet,
mutlaka, yeniden yapılandırılmalıdır; adalet sistemimiz, eğitim sistemimiz,
sosyal güvenlik sistemimiz, sağlık politikamız, kamu maliyesine ve ekonomiye
bakışımız, hukuk sistemimiz, çağın gereklerini içerecek nitelikte yeniden
yapılandırılmalıdır.
Değerli arkadaşlarım, 1999 yılı itibariyle okuma-yazma
oranı yüzde 85'tir. Yine, 1999 yılı itibariyle okullaşma oranı, okulöncesi
eğitimde yüzde 9,8, yükseköğretimde ise yüzde 18,7'dir. Bu rakamlar yüzde
100'lere ulaşmadan çağdaş bir ülke olmamız mümkün değildir. Oysa, biz, bu
rakamları yükseltmekten çok, çocuklarımızı hangi kalıba sokacağımızın, hangi
kalıba göre insan yetiştireceğimizin telaşına düşmüş durumdayız.
Dünya gençliğini tehdit eden uyuşturucu belası, aynı
şiddette, bizim gençliğimizi de tehdit etmeye başladı; bunda, eğitim
sistemimizdeki çarpıklığın rolü olduğu kadar, ülkemizin bir uyuşturucu yolunun
üzerinde bulunmasının da, elbette, payı vardır.
Geçenlerde, bir bakan, yüzlerce milyon dolarlık
uyuşturucu parasından söz etti. Uyuşturucunun, eskortlarla koruma altında
pazarlandığından bahsediliyor. Böyle bir ülkenin gençliğini uyuşturucudan
korumanın zorluğu ortadadır. Nitekim, uyuşturucu kullanımı, gençlerimiz
arasında, büyük şehirlerde yüzde 8 oranına kadar varmıştır. Konuşmakta
olduğumuz Sekizinci Kalkınma Planında, ben, gençlerimizi bu beladan kurtarma
doğrultusunda ciddî bir teklif, ciddî bir hazırlık göremedim.
Değerli milletvekili arkadaşlarım, gençleri es geçerek,
bir ülkenin geleceğine ait planlar yapmak mümkün değildir. Özellikle Türkiye
gibi ülkelerde, uyuşturucuyla mücadele, polisiye bir mücadele değil, bir ulusal
mücadele haline getirilmelidir. Artık, millet için şu kadar üniversite açacağım
demek yetmemektedir; açacağınız üniversitede gençlerin nasıl yetişeceği, işsiz
kalıp kalmayacağı da büyük önem taşımaktadır.
Bence, bu ülkede yapılacak en önemli şeylerden biri de,
ekonomiyi egemen rantiyeci sınıfın elinden alıp geniş kitlelere yaymadan,
yapılacak hiçbir plan amacına ulaşamaz; işsizlik, açlık, sefalet devam eder
durur. Türkiye, acilen -altını çizerek ifade ediyorum- ahlakî temelli ve sosyal
donanımlı bir pazar ekonomisine süratle geçmek durumundadır.
Bence, bizim planlayacağımız diğer en önemli bir konu,
herkesin ekonomik faaliyetlerde pay sahibi olduğu, siyasî, ahlakî ve sosyal
altyapıyı hazırlamaktır.
Muhterem arkadaşlarım, dünyada hiçbir ülkede,
Türkiye'de olduğu ölçüde karakteristik özellikler gösteren bir işsizlik durumu
yoktur. Mesela, çağdaş ülkelerde entelektüel işsizlik sıfır denecek düzeydedir;
yani, çağdaş ülkelerde, üniversiteyi bitirenler, hatta, liseyi bitirenler iş
arama durumunda değiller. Bizse, hem gençlerimizin üniversite bitirmesine
engeller koyuyoruz hem de onlara iş imkânı sağlamakta, maalesef, acze
düşüyoruz. Acze düşüyoruz; çünkü, bu tür sorunlara çağdaş çözümler aramak
yerine, toplum mühendisliği projeleri üzerinde çalışıyoruz, sonuçta da, planlar
hedefini bulamıyor.
Değerli milletvekilleri, dünyada, yeni ekonomik siyasî
güç merkezleri oluşmaktadır. Bu yeni durum, yeni bir tarihî dönemin
başladığının işaretidir. Sorun, Türkiye’nin bu yeni tarihî dönemin neresinde
yer alacağı sorunudur.
Toplumsal ve ekonomik kalkınmanın temel unsuru
insandır. İnsan unsurunu öne almadan, insanın, bireyin özgürlük alanını
genişletmeden, ekonomik kalkınmayı sağlamak, uluslararası yarışı kazanmak
mümkün değildir. Ekonomik ve sosyal alanda kalkınmanın diğer bir önemli şartı, bireyin
toplum içinde kendini güvence içerisinde hissetmesidir.
Sekizinci Beş
Yıllık Kalkınma Planının eğitim anlayışı içerisinde, bu gerçeklere de yer
vermek zorundayız. Özgürlük ve ahlak, toplumsal ve sosyal kalkınmanın
biribirinden ayrılmaz dinamikleridir. Çağdaş toplumsal sözleşmeyi ifade eden
anayasalar, bu önemli unsurları merkeze oturtan bir anlayış içerisinde
hazırlanır; Türkiyede bu anlamda, yeni demokratik ve sivil bir anayasa
hazırlamak mecburiyetindedir. Aynı anlayışı, kalkınma planları için de
düşünmek, çağdaş bir zarurettir.
Değerli milletvekilleri, bir ülkenin kaynakları ister
bol olsun, ister kıt olsun, kaynakların verimli kullanılması, şahısları,
şirketleri ve nihayet devlet yönetimindekileri büyük ölçüde alakadar etmiştir
ve etmektedir. Diğer yandan, ileride olabilecek hadiseleri, gelişmeleri tahmin
etmek veya ileride olunması lazım gelen yerin tespiti ve ona göre önceden
tedbir alınması da, benzer şekilde, devlet yöneticilerinin çok yakın ilgi
alanındadır. Umut vermek, vizyon göstermek de her siyasetçinin vazgeçemeyeceği
bir olgudur.
İşte, bütün bunlar bir araya geldiğinde, planlama fikri
ortaya çıkmıştır. Planlar devlet bazında ele alındığında, ideolojiler öne
çıkmakta, devletçi görüş veya hür teşebbüs anlayışına göre, planlama fikri ve uygulaması
değişmektedir. Devletçilikte merkezî planlama, liberal ekonomide ise yol
gösterici planlama ortaya çıkıyor. Bir de karma ekonomideki planlama anlayış ve
uygulaması var ki, Türkiye'deki planlama buna en uygun örnektir. Karma
ekonomide plan, devlet sektörü için emredici, özel sektör için yol
göstericidir. İşte bu anlayış içerisinde Türkiye, 1963 yılından beri planlı
ekonomiyi benimsemiş ve 1963-1967 yılları arasında Birinci Beş Yıllık Planı
uygulamıştır.
Ben, 1961'den, yani, o dönemlerde "plan mı, pilav
mı" tartışmalarının yapıldığı zamandan beri, plan hazırlıklarında bazen
şahsen, bazen kurumlarımı temsilen bulundum. Gerçekten de bizdeki plan, özel
ihtisas komisyonlarından da istifade edilerek Devlet Planlama Teşkilatı
tarafından titiz bir şekilde ve büyük emek vererek hazırlanmaktadır. Tahmin
ediyorum, şu gördüğünüz 260 sayfalık Sekizinci Beş Yıllık Plan, bir yılı aşkın
bir zaman içerisinde 1 000'in üzerinde bilim adamı, uzman ve bürokratın
hazırladığı binlerce sayfalık özel ihtisas komisyonu raporlarının bir nevi
muhassalasıdır. Bu konuda emeği geçen, başta Devlet Planlama Teşkilatı
mensupları olmak üzere herkese tebriklerimi ve teşekkürlerimi ifade ediyorum.
Bu planda, maalesef, hiçbir siyasî tercih ve öncelik
yoktur. Bu planda, bugünkü iktidarın vizyonu yoktur; hatta, bir giriş ve
hedefler bile belirtilmemiştir bu Sekizinci Plan teklifinde. Bu planda
teknisyenlik vardır, bu hükümetin anlayışı plana intikal etmemiştir. Hükümetin
bu planda ilgisinin olmadığının en somut işareti de, işte şu gördüğünüz hükümet
sıralarıdır. (FP sıralarından alkışlar)
1960'lı yılların başında 80 ila 100 kişilik olan Devlet
Planlama Teşkilatı kadrosu bugün 1 000 kişiye yaklaşmış ve işin enteresan
tarafı da, bu büyüme, 1980 yılından sonra olmuştur.
1960'ların karma ekonomi plan anlayışında, maalesef,
bir değişiklik, önemli bir değişiklik olmamış, hâlâ, aynı uygulamalar
yapılmaktadır. Piyasa ekonomisi seçen Türkiye'de, hâlâ, merkezî planlama, en
etkin şekilde uygulanmaktadır. Oysa, piyasa ekonomisini tercih eden Türkiye'nin
de planlama anlayışında, Japonya'da olduğu gibi, piyasa ekonomisine uygun bir
teşkilatlanma ve buna uygun planlar yapılması gerekmektedir.
Bizim planlarımız, ekonomik ve sosyal kalkınmayı
öngörmektedir; ama, bu planlarda, insanı yücelten, insanın moral değerlerini
geliştiren bir manevî kalkınma planlama anlayışı, maalesef, yer almamıştır.
Bu planın, Türkiye Büyük Millet Meclisinde ele alınış
tarzını da, ben, doğru bulmuyorum, yanlış buluyorum. Bir yıllık bütçeler bile,
Plan ve Bütçe Komisyonunda bir ay süreyle en ince ayrıntısına kadar müzakere
edilmektedir. Genel Kurulda da en az 10 gün süreyle görüşülmektedir. Bu
görüşmelere de, sorumlu olan bütün bakanlar eksiksiz olarak iştirak
etmektedirler. Beş yıllık, hatta, yirmiüç yıllık bir dönem için Türkiye'nin
geleceğini belirleyen böyle bir planın, toplam bir hafta içerisinde
kanunlaşmasını tasvip etmemiz, elbette ki, mümkün değildir; fevkalade yanlış
bir tatbikattır, altını çizerek ifade ediyorum.
Planlar böylesine aceleyle görüşüldüğü için, planları,
ne hükümetler ne de Yüce Meclisimiz dikkatle inceleme imkânına sahip olamıyor.
Nitekim, plan hedefleri ile uygulamaların sonuçları arasında büyük farklar
ortaya çıkmakta, bu durum ise, plana olan güveni sarsmaktadır.
Şimdi, Yedinci Beş Yıllık Plan hedefleri ile
sonuçlarına baktığımızda, bu sapmaları pek çok yerde görmekteyiz. Misal mi
istiyorsunuz; planlarda en önemli göstergelerden belki de birincisi, büyümedir,
yani, kalkınma hızıdır. Yedinci Plan döneminde, beş yıllık ortalama büyüme
yüzde 5,5 ilâ yüzde 7,1 olarak hedeflenmişken, gerçekleşme, maalesef, yüzde 3,3
olmuştur; kişi başına millî gelir 3 500 dolar civarında öngörülmüşken, 3 000
dolar bile zor bulunmuştur; gelir dağılımında düzelme olacak denilmiş, tam
zıddına, daha da bozulma olmuştur; işsizlik azalacak denilmiş, işsizlik
artmıştır; devlet küçülecek denilmiş, büyümüştür; eğitim, yönlendirici 5+3
şeklinde olacak denilmiş, tam bunun tersi, kesintisiz eğitim haline
dönüştürülmüştür; meslekî eğitime, çıraklık eğitimine özel önem verilecek denilmiş,
çıraklık okulları kapatılmış, meslek okullarına teşvik olunacağına, köstek
olunmuş, bu öğrencilerin üniversiteye girişleri zorlaştırılmıştır; bu arada,
Türkiye enerji sıkıntısını atlatacak denilmiş; ama, Türkiye karanlıklara
itilmiş, elektrik kesintileriyle, fabrika ve işyerleri felce uğratılmıştır.
Daha bunların sayılarını artırmak mümkündür; ama, bütün bunların suçunu,
günahını plana yüklemek, elbette ki doğru değildir. Planlar yazılı metinlerdir;
onlara hayatiyet veren, planı uygulayanlardır; yani, hükümetlerdir.
Nitekim, Sekizinci Plan, durum değerlendirmesi
yaparken, Yedinci Planı yönetenlerin, hükümetlerin karnesi haline dönüşmüştür.
1996-1997 yıllarına dikkat çekilerek, âdeta, 54 üncü hükümetin uygulamadaki
başarılarını vurgulamaktadır bu plan teklifi.
Mesela, 1996-1997 yıllarında, benim de içinde
bulunduğum 54 üncü hükümette, 1996'daki yüzde 7,1 ve 1997'deki yüzde 8,3
büyümelerle, iki yıllık ortalama yüzde 7,7 olmuşken, 1999'da eksi yüzde 6,4'lük
küçülmeyle 55 yılın küçülme rekoru kırılmış ve fert başına millî gelirde,
1998'de 3 244 dolardan 2 878 dolara, yani 1992 yılların seviyesine inilmiştir.
Değerli milletvekilleri, Türkiye planlı dönemde elbette
önemli mesafeler kat etmiştir; ama, bu aldığımız mesafeyi kendi içimizde değil
uluslararası arenada değerlendirmek mecburiyetindeyiz. Mesela, 1963 yılında,
yani Birinci Beş Yıllık Planın ilk yılında Güney Kore'nin fert başına millî
geliri sadece 135 dolar, Portekiz'in fert başına millî geliri 317 dolar,
Türkiye'nin fert başına millî geliri ise 236 dolardı. Yani, bu ülkeler arasında
gelirler neredeyse aynı seviyedeydi; ama, 1997'ye gelindiğinde Güney Kore'nin
millî geliri 9 500 dolara, Portekiz'in millî geliri 9 800 dolara, Türkiye'nin
ise 3 100 dolara çıkmıştır.
Bakınız, bizimle beraber zenginlik yarışına çıkanların
geliri bizden üç misli fazla olarak artmış durumdadır.
Bize benzeyen İtalya'yı da bir gözden geçirelim.
Kaynakları bizim kadar değil İtalya'nın. İtalya'nın 1963'te fert başına millî
geliri 841 dolardı; bizim -hatırlayacaksınız- 236 dolar. Yani, İtalya, o
dönemde bizim üç mislimiz gelire sahipti. 1997'de İtalya'nın millî geliri 19
700 dolara çıkarken bizim millî gelirimiz hâlâ 3 100 dolar bile değil, aşağıya
düştü. Yani, İtalya şu anda bizim altı mislimiz gelire sahiptir.
Benzer karşılaştırmaları diğer göstergelerle de
yapabiliriz. Mesela, 1960'ta Güney Kore'nin ihracatı 33 milyon dolar, bizimki
ise 321 milyon dolardı. Yani, ihracatımız, o dönemde fakir, bizden küçük,
imkânları bizim kadar olmayan Güney Kore'nin on misliydi. Gelelim 1997'ye.
Bizim ihracatımız 32 milyar dolar, Güney Kore'ninki ise 140 milyar dolar; yani,
bizim 4,5 mislimiz.
Şimdi düşünelim, bizim neyimiz eksik muhterem
arkadaşlarım; bana göre hiçbir şeyimiz eksik değil; eksik olan, sadece
yönetimdeki başarısızlıktır. Evet, bu başarısızlık, böylesine üzücü bir sonuç
veriyor.
Muhterem arkadaşlarım, planla ilgili olarak genel
değerlendirme yaparken, bu konuşmamın sonunda -hükümet sıraları boş; ama, Sayın
Hükümet Temsilcisi orada- hükümete önemli bir soru yöneltiyorum: Türkiye'nin
ekonomi ve sosyal yönetimini IMF'ye teslim ettiniz; buna mukabil, önümüze
getirdiğiniz Sekizinci Plan teklifi var; ancak, IMF'ye taahhüt ettiğiniz bazı
konularla, planda ortaya koyduğunuz bazı konular birbirleriyle çelişmektedir.
Bu önümüzdeki dönemde tatbikatınızı IMF'ye göre mi yapacaksınız, yoksa, eğer,
bu Yüce Meclis, bu Sekizinci Planı tasdik ederse, bu Sekizinci Plana göre mi
uygulama yapacaksınız? Bunun cevabını aziz milletimiz sizden bekliyor.
Sayın milletvekili arkadaşlarım, bu bölümde, ekonomimizle
ilgili olarak bazı önemli hususlara değinmek istiyorum. İlk olarak da tarım
hakkında bazı görüşlerimi açıklamak istiyorum.
Dünyadaki bütün ülkeler, bilhassa gelişmiş ülkeler,
tarım ürünlerinin stratejik ehemmiyetini bildiklerinden, tarımla uğraşanlara,
yani çiftçilerine büyük destek vermektedirler. İki gün evvel Sayın Tarım Bakanı
hakkında verdiğimiz gensorunun müzakeresi sırasında bu konu üzerinde çok
duruldu ve önemli rakamlar da verildi. Ben, bu rakamlara girecek değilim.
Ülkemizde, 1999 yılında, çalışan nüfusun yaklaşık yüzde
45'i tarımla geçinmektedir; yani, 20,4 milyon istihdamın 9,5 milyonu tarımda;
bu kesim, millî gelirin de takriben yüzde 15'ini alıyor. Daha peşinen görülüyor
ki, tarım kesiminde çalışanlar, millî gelirden, haksız bir şekilde, düşük pay
almaktadırlar. Oysa, gelişmiş ülkelerde, biliyorsunuz, Amerika Birleşik
Devletlerinde ve Avrupa Birliğine bağlı
ülkelerde, tarımda çalışanların nüfusu yüzde 2-3 civarında. O halde,
istihdam için, gelir dağılımındaki adalet için, iç göçü önlemek için, sosyal
maliyeti düşürmek için, stratejik tarım ürünlerinin korunması için, tarımda
sübvansiyon şarttır.
Hal böyle olunca, bakalım, dünyada ve bizde tatbikat
nasıl oluyor? İşte, elimde Meclis tarafından hazırlanmış bir çalışma, bir etüt
var. Bu araştırmaya göre, 1997 yılında, Amerika Birleşik Devletlerinde tarıma
yapılan destek, 23 milyar dolardır muhterem arkadaşlarım. 15 Avrupa Birliği
ülkesinde ise, destek, 73 milyar dolardır. Peki, Türkiye'de ne kadar; 5 milyar
dolar olduğu söyleniyor.
Amerika Birleşik Devletlerinde çiftçi başına 5 000
dolar destek verilirken, Avrupa Birliğinde, yaklaşık 7 000 dolar destek
veriliyor. Türkiye'de ise verilen destek, çiftçi başına sadece 150 dolardır
muhterem arkadaşlarım. Durum bu iken, şimdi bu hükümet, 5 milyar doları 1
milyar dolara indiriyor, yani çiftçi başına 150 dolarlık sübvansiyonu da 30
dolara indiriyor. Buna söylenecek bir tek söz var, el insaf, el insaf!.. (FP
sıralarından alkışlar)
Bu yanlış tutumla pamukçuluk öldü Türkiye'de,
hayvancılık öldü, fındıkçılık, çaycılık can çekişiyor, şimdi de buğdaycılığı
öldüreceksiniz.
Şimdi gelelim şu IMF niyetli buğday fiyatınıza;
buğdaya, kilo başına, ortalama 102 000 lira verdiniz. "Bunda da dünya
fiyatlarını dikkate aldık" dediniz, Şikago borsasındaki fiyatlardan
bahsettiniz. Ben şimdi size soruyorum: Amerika Birleşik Devletlerinde tarım
girdilerinin fiyatını da biliyor musunuz? Amerika'da 1 litre mazot, 100 000
lira civarındadır; Türkiye'de 440 bin lira. Amerika'da gübrenin fiyatı,
Türkiye'deki gübre fiyatının, neredeyse, yarısıdır. Aynı şekilde, elektrik
fiyatı da, Türkiye'deki elektrik fiyatının yarısı kadardır. Demek ki, yanlış
kabuller üzerine fiyat tespiti yapıyorsunuz.
Muhterem arkadaşlar, buğday deyince, bir hususu
özellikle Muhterem Heyetinize arz etmek istiyorum: Türkiye'de tarım arazisinin
toplamı, 28 milyon hektardır; bunun ancak 8,5 milyonluk hektarı, teknik ve
ekonomik bakımdan sulanabilir karakterdedir. Ancak, şu anda, Devlet Su İşleri
veya Köy Hizmetleri veya mahallî sulamalarla Türkiye'de sulanan arazi miktarı 4
ilâ 4,5 milyon hektar civarındadır. Demek ki, şu anda, Türkiye'de buğday
üretimi, kuru ziraat şartlarında yapılıyor. Peki, bu kuru ziraat şartlarında
iklim durumu nedir; buraların yüzde 90'ında yıllık yağış 300 ilâ 400 milimetre
civarındadır. Siz, bu şartlar içerisinde buğday üretiyorsunuz; yani, iklim
şartınız müsait değil. Köylü fakir, yeterince gübre kullanamıyor; ondan sonra
da, düşük verim oluyor; "efendim,
düşük müşük ben anlamam; ben, dünya fiyatlarına bakarak, buğday fiyatlarını
tespit ederim" diyorsunuz; bu, Türkiye gerçeklerine uygun değil muhterem
arkadaşlarım. Onun için, 102 000 lira yanlıştır; kaldı ki, yapılacak gerçekçi
hesaplamalara göre, köylüye verilecek en düşük fiyat 130 000 lira civarındadır. Ancak, maalesef, bu rakam
verilmiyor.
Şimdi,size şöyle bir hesap da yapmak istiyorum:
Muhterem arkadaşlarım, Toprak Mahsulleri Ofisi
bazı seneler 5 milyon ton civarında buğday alıyor. Diyelim ki, 102 000
lira ile 130 000 lira arasında 30 000 lira fark var; yani, hükümet insafa
geldi, köylü vatandaşlarımıza, buğdaycılara ilave 30 bin lira verdi; peki, bu
toplam 5 milyon ton karşılığında ilave ne ödemiş olacak; 150 trilyon lira;
yani, 240 milyon dolar. Siz, bir gecede, 5 aileye 5 milyar doları veriyorsunuz,
banka sahiplerini kurtarıyorsunuz, bunun yüzde 5'i olan bir miktarı, 20 milyon
insanımıza çok görüyorsunuz. (FP sıralarından alkışlar)
Muhterem arkadaşlarım, faize ödenen miktarlar için,
kamuoyu duysun diye, şu rakamları veriyorum : Biz, şu anda faize günde, 80
trilyon ödüyoruz; saatte 2,3 trilyon ödüyoruz. Ben, burada 1 saat konuşacağım,
o konuşmanın sonunda, faizcilere 2,3 trilyon ödenmiş olacak. Evet, diyorum ki,
eğer, siz, iki günlük faiz miktarını buğdaycılarımıza ödeseniz, 130 000 lirayı
çok rahatlıkla ödeyebilirsiniz.
Onun için, diyorum ki, bu nasıl yönetim anlayışıdır, bu
nasıl adalet anlayışıdır, bu nasıl halkçılık ve milliyetçilik anlayışı? (FP
sıralarından alkışlar) Sizi, millete şikâyet ediyorum, bundan sonra da
şikâyetimi edeceğim.
Pancara da kota koydunuz. Niçin; "şekerimiz
fazladır"diye. Türkiye ne kadar şeker üretiyor; en çok, 2 milyon ton.
Peki, Fransa, Türkiye'den daha küçük, daha da zengin, ne kadar şeker üretiyor;
5 milyon ton. Peki, fazla olan 3 ilâ 3,5 milyon ton şekeri Fransa ne yapıyor;
işte, kapı komşumuz, İran'a, Irak'a ve Suriye'ye satıyor.
Muhterem arkadaşlarım, ama, siz, pancar çiftçisini de
korumuyorsunuz ve böylece, buğday çiftçisini de, pancar çiftçisini de
öldürüyorsunuz.
Muhterem arkadaşlarım, bu vesileyle, bu pancar denilen
bitkinin önemini de Muhterem Heyetinize özellikle ifade etmek istiyorum.
Muhterem arkadaşlarım,
yüksek kotlarda, yani, yaylalarda, platolarda üretilebilecek tek sınaî
bitki, pancardır; öbür sınaî bitkileri üretemezsiniz. Mesela, Erzurum
yaylasında pamuk üretilemez, üretilecek tek sınaî bitki pancar. Bu pancar
sayesinde, Türkiye'ye teknik ziraat girmiştir, sulama kültürü girmiştir,
gübreleme kültürü girmiştir ve pancar ekilen yerlerde hayvancılık gelişmiştir;
öylesine önemli bir mahsul cinsidir.
Muhterem arkadaşlarım, ancak, bu koyulan kotalarla ve
uygulanacak olan politikalarla -ki endişe ediyorum, bu önümüzdeki günlerde
pancar fiyatları da ilan edildiğinde- artık, köylümüz pancar ekmeyecek.
Böylece, Türk çiftçisine vermediğiniz paraları, elin, yabancının çiftçilerine
vereceksiniz.
Muhterem arkadaşlarım, ülkemizde, gelir dağılımında da
büyük adaletsizlikler var. Nüfusun en zengin yüzde 20'si, millî gelirin yüzde
57'sini alıyor; bu grupta, fert başıda millî gelir 8 000 dolar civarında.
Nüfusun en fakir yüzde 20'si ise, millî gelirin sadece yüzde 5'ini alıyor; bu
grupta, fert başına yıllık millî gelir ise 700 dolar civarında. Bu oran
gittikçe bozulmakta, zengin daha zengin olmakta, fakir daha da
fakirleşmektedir. Yoksulluk sınırının altındaki nüfusumuzun sayısı da her geçen
gün artıyor ve aşağı yukarı 15 milyona yaklaşmış durumdadır.
Bu arada, ülkemizin değişik bölgelerinde, kalkınma
açısından da büyük farklılıklar, büyük uçurumlar, dengesizlikler vardır. Bu
dengesizlikleri gidermek üzere "kalkınmada öncelikli yöreler" diye
belirlenen yerlere özel teşvik tedbirlerinin uygulanma kararı alınmıştır.
Ancak, otuzyedi yıllık planlı kalkınma dönemine rağmen, bu bölgeler arasındaki
kalkınmışlık farklılıkları yeterince azaltılamamış, giderilememiştir; hatta,
bölgeler arası gelişmişlik farkı gittikçe de artmaktadır.
Gelişmişlik ile sanayileşme, neredeyse eş anlamlıdır.
Nitekim, sanayimizin en geliştiği Kocaeli, fert başına millî gelirde en yüksek
payı almaktadır. 1998 yılında, Kocaeli'nde kişi başına millî gelir 7 500 dolardı;
ama, Muş'ta 828 dolar, Ağrı'da 827 dolardı.
Gelişmiş illere çok sınırlı teşvikler verilmesine
rağmen, bütün önemli yatırımlar, önemli sanayi yatırımları hep bu gelişmiş
bölgelere gitmekte; dolayısıyla, bu bölgeler daha da zenginleşmekte ve bunun
sonunda, çok sayıda, anormal ölçüde göç almaktadırlar. Bu da, millî ekonomimizi
tahrip etmekte, sosyal patlamalara zemin hazırlamaktadır.
Geri kalmış bölgeler arasında Doğu ve Güneydoğu
Anadolu'nun çok özel bir yeri vardır. Çok çeşitli faktörlerin etkisiyle geri
kalmış olan bu bölgelerimiz, uzun yıllar süren terör olayları sebebiyle daha da
geri duruma düşmüşlerdir. Köyler ve mezralar boşaltılmış, köyünde evi, tarlası,
hayvanı olanlar, büyük şehirlere göç etmiş, fukaralaşmış, tam anlamıyla
yoksulluğun içerisine düşürülmüşlerdir.
Doğu Anadolu'ya ait şu göstergeler, bu bölgedeki
ekonomik çöküntünün mertebesini açıkça göstermektedir: Doğu Anadolu'da, toplam
nüfusumuzun onda 1'i, yani, yaklaşık 6,5 milyon vatandaşımız yaşamaktadır. Hal
böyleyken, Doğu Anadolu'daki toplam banka mevduatı, Türkiye toplam mevduatının
sadece yüzde 1,5'idir. Doğu Anadolu'daki traktör sayısı, Türkiye toplam traktör
sayısının yüzde 4'üdür; 1999 yılında alınan teşvik belgelerindeki yatırım
bedeli, Türkiye'deki toplam yatırım bedelinin sadece yüzde 2,2'sidir; 1998 yılı
kamu yatırım harcamalarının toplam kamu yatırım harcamaları içindeki yeri de
yüzde 3,5'tur. Doğu Anadolu'nun kredi payı ise, sadece yüzde 2,56'dır. Aşırı
derecede artan nüfus -nereden artıyor; göç sebebiyle- büyük şehirlerimizi,
âdeta yaşanamaz hale getirmiştir; belediye hizmetleri bakımından bu
belediyeler, acze düşmüşlerdir.
Terörle mücadelede alınan başarılı sonuçların ardından,
bu bölgelere ekonomik ve sosyal kalkınmayı sağlayacak projeler uygulanmalıdır.
Yıllardan beri, her hükümet, Diyarbakır'a gidiyor,
ardından bir ekonomik paket açıyor ve ardından da çeşitli vaatlerde bulunuyor;
ama, bugüne kadar, bu paketler, maalesef, hep sözde kalmıştır. Bu bölgelerimize
yeterli ekonomik destek, mutlaka verilmelidir.
Altını çizerek, önemine binaen şu hususu arz ediyorum:
Köye dönüş ve rehabilitasyon projesi, bu yaz içerisinde, mutlaka uygulamaya
koyulmalıdır. (FP sıralarından alkışlar) Bu köye dönüş projesi, dönülecek köyün
altyapısının, eğitiminin ve sağlık tesislerinin yapılmasını ve dönüş
yapacakların üretici hale getirilmesini mutlaka temin edebilmelidir. Bu
bölgelerde, artık, olağanüstü bir yönetim şeklinden normal yönetime
dönülmelidir.
Güneydoğu Anadolu'da uygulanan GAP benzeri bölgesel
kalkınma projeleri, Orta Anadolu, Doğu Anadolu ve Doğu Kardeniz Bölgelerinde de
uygulanmalıdır.
Saygıdeğer milletvekilleri, ülkemizde kamunun, yani,
devletin gelirleri ile giderleri arasındaki fark gittikçe artmaktadır. Bu açığı
kapatmak için devlet, 1980'lerden itibaren sürekli borçlanmakta, borcunu
ödeyebilmek için tekrar borçlanmakta, bir taraftan da, vatandaşa vergi üzerine
vergi yüklemektedir.
1981'de 1 trilyon olan içborç stoğu, 2000 Mayıs ayında
30 katrilyona çıkmıştır. Ödenen faizler de sürekli artmaktadır. Muhterem
arkadaşlarım, 20 senede ödediğimiz faizlerin tutarı 130 milyar doları
bulmuştur. Faizlerin bütçe içerisindeki payı ise, son üç senede daha da artmış
ve devletin vergi gelirleri faizleri karşılamaya artık yetmemektedir.
1997 yılında, faizlerin bütçe içerisindeki payı yüzde
28'iken, bu oran, 1999 yılı sonunda yüzde 42'ye çıkmış, 2000 yılı bütçesinde
ise, yüzde 56 olarak öngörülmüştür.
2000 yılının ilk beş ayının bütçe uygulamaları
neticelerine bakalım. Mayıs 2000 sonu itibariyle, bütçe harcamaları, 20,5
katrilyon, faiz giderleri ise, 11,7 katrilyon; yani, toplam harcamaların yüzde
57'si faize gitmiş durumdadır. Diğer yandan, mayıs sonu itibariyle, vergi
gelirleri toplamı, 10,2 katrilyon olmuş, faize giden para da 11,7 katrilyondur;
yani, 65 milyon insandan toplanan gelirler 250-300 aileye ödenen faizleri bile
karşılamamaktadır. Devlet, bu faizi ödeyebilmek için, başka kaynaklara müracaat
etmiştir. Devlet, yıllardan beri, binbir müşkülâtla edinilen milletin mallarını
satarak, millete değil, işte, bu faizcilere, rantiyeye ödemiştir.
Şu beş aylık uygulamalarla, devletin ödediği faizle
ilgili olarak, gelin sizinle bir hesap yapalım: Devlet, her ay, otuz günde
-biraz evvel de ifade ettim- 2,4 katrilyon, hergün 80 trilyon, her saat 3,3
trilyon, her dakika ise 55 milyar lira faiz ödüyor.
Bir şeye dikkatinizi özellikle, çekmek istiyorum: Geçen
yıl, Sayın Başbakan, Sayın Ecevit, güneydoğu için bir paket açıklamıştı
Diyarbakır'da. Bütün güneydoğu için hazırlanan bu paketin tutarını bilmem
hatırlıyor musunuz? Hani, gerçekleşmeyen paketin tutarı?!. Ben hatırlatayım: Sadece, 40 trilyon lira.
Peki, bir günlük faizin tutarı ne? 80 trilyon lira. Yani, yarım günlük faizi,
milyonlarca insanımıza ayırdığınızı, gittiniz açıkladınız; dediniz ki:
"Bakın, biz, ne büyük imkânlar getiriyoruz." Böylece, umut
dağıttınız; ama, yarım günde 40 trilyonu bir avuç mutlu azınlığa ödeyişinizi
gözden uzak tuttunuz.
Evet, muhterem arkadaşlarım, bu böyle gitmez, böyle
götüremezsiniz. Mazlum ve fakir insanların üzerinde âbâd olunmaz; halkçılık,
solculuk, milliyetçilik bu değildir. (FP sıralarından alkışlar) Bu, eş dost ve
ahbap çavuş kapitalizmidir. Komünizm, nasıl, insanı devlet adına sömürdü;
sömürdü ama, sonu gelmedi, yıkılıp gitti. Bu tekelci vahşi kapitalizm de, halkı
sömürüyor, halka zulüm yapıyor.
Değerli milletvekilleri, Komünist Sovyetler Birliği,
koskoca bir imparatorluk idi, bir ucundan bir ucuna saat farkı tam 11 saat idi,
böylesine büyük bir ülke, uçsuz bucaksız bir ülke, zengin yeraltı ve yerüstü
kaynakları var, namütenahi nehirleri, ormanları, boru hatları, insan
kaynakları, teknolojik seviye bakımından da -evet, Rusya, Amerika Birleşik
Devletlerinden önce uzaya gidebildi- gelişmiş; peki, niçin intihar edercesine
bu imparatorluk yıkıldı; kurulurken milyonlarca insanın ölümü ve gözyaşları
üzerine kuruldu da ondan. (FP sıralarından alkışlar) 70 yılda milyonlarca
insanın ölümüne, milyonlarca insanın ıstıraplarına sebep oldular. Sebebi basit,
adında "cumuhuriyet" bulunduğu halde, demokratik olamadı, insanı
devlete köle etti, düşünce ve ifade hürriyetini tanımadı, inanç ve vicdan
hürriyetine, insan haklarına saygı duymadı, teşebbüs hürriyetine müsaade
etmedi, hukuku, keyfîlikle uyguladı, sonra da yıkılıp gitti.
Şimdi, benzer uygulamaları, çok olmasa bile, Türkiye'de
de görüyoruz. İnsan hakları baskı altında, ifade hürriyeti yok, siyasetçi,
yazar, düşünür, gazeteciler hapse konulabiliyor. Dernekler, vakıflar baskı
altında. Sayın Cumhurbaşkanının ifadesiyle, tam bir polis devleti tatbikatı.
Teşebbüs hürriyeti, birileri için var, Anadolu sermayesi ve KOBİ'ler için yok.
Yabancı sermaye için, Türkiye'nin en iyi yerinde, en iyi arazisi tahsis
edilebiliyor. Sayın eski Cumhurbaşkanımız da "Çankaya arazisini de bu
proje için veririm" diyor; ama, Anadolu'nun garip insanlarının alınteriyle
kazanılmış bir KOMBASSAN'a teşvik belgesi bile verilmiyor; "git, Çin'e,
Amerika'ya yatırım yap; ama, Türkiye'de sana hayat hakkı yok"
denilebiliyor. Bir sigorta şirketi kurucuları, gece yarısı, caniler,
teröristler gibi evlerinden alınıyor; ardından mahkemede beraat ediyorlar; ama,
bu Dost Sigorta Şirketine hâlâ müsaade edilebilmiş değil. Kebapçı, manav,
sanayici, renklerine göre sınıflara ayrılabiliyor; ondan sonra da "neden
Kore'den ve Yunanistan'dan geri kaldık" diye soruluyor muhterem
arkadaşlarım.
Muhterem arkadaşlarım, bana tahsis edilen süre 1 saat.
Bu arada, tabiî, ülkenin pek önemli konuları var, bunları da gündeme getirmem
icap ediyordu; ancak, bu 1 saati elbette aşmak istemiyorum. Bu itibarla,
özellikle sosyal meselelerden, eğitim, sağlık, çevre meselelerinden ve
dışpolitikadan, özellikle Avrupa Birliğiyle olan ilişkilerimizden bahsetmeme
imkân kalmıyor. Bu itibarla, şimdi, konuşmamı şu görüşlerimle tamamlamak
istiyorum.
Sayın milletvekilleri, Türkiye, tarihi şerefle dolu,
muhteşem bir imparatorluğun vârisidir. Bölgenin her zaman en hatırlı ve en
büyük gücü olmuştur. Gelin, görün ki, ne bu tarihî mirasımızdan
yararlanmaktayız ne de bulunduğumuz coğrafyanın imkânlarından. Sekizinci Beş
Yıllık Kalkınma Planının dışpolitikayla ilgili bölümü daha çok bir durum
değerlendirmesi şeklindedir, genel ifadelerle çizilmiş bir tablo arz
etmektedir. Hedefler ve tahminler bölümünde izah edilen hususlar ise, daha çok
ekonomik çıkarlar çerçevesinde düşünülmüştür, politik bir planlama ifadesi
görülmemektedir.
Dışpolitikayla ilgili olarak kısaca şu soruları
soruyorum: Bugün, uluslararası anlaşmalara göre silahsız olması icap ederken,
silahlanmış olan Ege adalarının konumu, Ege karasularımızın durumu ile Kıbrıs
Adasında, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin geleceği konularında neler planlanmaktadır?
Helsinki Zirvesi ve adaylığa kabul kararından bu yana
ısrarla sorulan bu konular, henüz, aydınlığa kavuşmadığı gibi, ne plan
yapıldığı da, bu Planda net olarak cevaplandırılmamıştır.
Aynı derecede mühim olan Kuzey Irak Bölgesindeki
gelişmeler ve sınır boyumuzdaki durum hakkında veya o bölge ve genelde
Ortadoğu'ya yönelik bir plan eksikliği de söz konusudur.
En büyük enerji geçiş hatları üstünde olmasına rağmen,
acaba, Bakû-Ceyhan hattı gerçekleşebilecek mi gerçekleşmeyecek mi, yoksa bir hayalden
mi ibaret kalacak bunun da net olarak Planda yer alması temenni edilirdi.
Ortaasya cumhuriyetleriyle olan on yıllık bir ilişki ve
gayretten sonra, şu sıralarda Rusya Devlet Başkanı Putin'in girişimleriyle,
Rusya, o yerlere yeniden nüfuz kazanmaya başlamıştır. Türkiye'nin, net olmayan,
oyalayıcı ve büyük hatalar yapan dış politikası yüzünden, Ortaasya
cumhuriyetleri, politik olarak, neredeyse tamamen kaybedilmek üzeredir.
Değerli milletvekili arkadaşlarım, yeni teknolojik
gelişmelerle ve özellikle iletişim devrimiyle, şimdi, gözler, 21 inci Yüzyıla
çevrilmiş durumdadır. Düşünceden bilime, teknolojiden ekonomiye ve siyasete,
dünya yeniden kuruluyor. İnsanlık, daha adil, daha uygar bir dünya arayışına
girmiştir.
Dünya ekonomisinde ve siyasetinde oluşan bu yeni
dengeler, umutları olduğu kadar, kuşku ve endişeleri de beslemektedir.
Bütün bu dengeler oluşurken, Türkiye, içine kapalı,
kendi kabuğunda bir ülke olarak kalmaya devam edemez. Soğuksavaş dönemi
mantığıyla, başka güçlerin tekelinde olan dış politika kavramlarıyla artık
yürüyemez. Bu milletin sorumluluğunu üzerine alıp, yetkiyi IMF'ye veren siyasal
zihniyetlerle, bu ülke kendini kurtaramaz. Önemli bütün kararların,
uluslararası birtakım merkezlerin belirleyeceği politikalara göre alındığı bir ülke
olma konumuna daha fazla tahammül edemez. Kendi bürokratik yapısı ile
uluslararası güçlerin çıkarları arasında sıkışıp kalamaz. Türkiye,
geliştireceği esnek ve çok alternatifli stratejilerle dünya siyasetine
ağırlığını koymak mecburiyetindedir. Jeopolitik imkânlarımız, uluslararası
ekonomik ve siyasî ilişkilerde dinamik bir şekilde kullanılmalıdır. Türkiye,
güçlü bir ülkedir; bütün dünya bu gücün farkındadır; yazık ki, bütün dünyanın
farkında olduğu bu gücümüzün biz farkında değiliz. Biz, bizim devlet adamlarımız,
bizim siyasî elitimiz bu gücün farkına varır da etkin olarak kullanmaya
başlarsak, hem Türkiye kazanacaktır hem dünya kazanacaktır. Bu gerçek,
Türkiye'ye düşmanca bakanların korkulu rüyasıdır.
Yeni kurulmakta olan uluslararası yapılanmanın en katı
çelişkileri ve belirsizlikleri, Türkiye'nin içinde bulunduğu stratejik kuşak
üzerinde cereyan etmektedir. Nitekim, Avrupa Birliği, bu endişeyle, Türkiye'yi,
yeni kurduğu Avrupa savunma ve güvenlik kimliğinin dışında tutmuştur. Türkiye
en önemli üyelerinden biri olduğu halde, Türkiye'nin, NATO'da bu konularda
karar mekanizmasında yer alması istenmedi. Bütün bunların sıradan politikalar
olmadığını görmek mecburiyetindeyiz.
Görmek zorunda olduğumuz bir diğer konu, Yugoslavya ve
Karabağ krizlerinin önümüze koyduğu gerçektir. Bu gerçek, uluslararası
anlaşmaların sınırları garanti etmediği gerçeğidir.
Bütün bu gerçeklerin ışığında, altını çizerek söylemek
istediğim gerçek, milletimizin ve devletimizin geleceği açısından önemli ve
vazgeçilmesi mümkün olmayan bir gerçektir; bu gerçek, Misakımillînin, namusumuz
olduğu gerçeğidir. (FP sıralarından alkışlar) Geleceğimize bu ölçü içinde
bakmaktan vazgeçemeyiz; hiçbir gelişmeye, bu gerçeği feda edemeyiz; hiçbir
şekilde bu gerçeği tartışmayız, tartışılmasına da müsaade etmeyiz. Açıktır ki,
Türkiye, ortaya çıkan yeni uluslararası konjonktürü, bu açıdan
değerlendirecektir. Alacağı yeni konum, bu değerlendirmeler ışığında olacaktır.
Türkiye'nin bu yeni konumda üstleneceği uluslararası rol, ülkeiçi siyasî,
ekonomik ve kültürel parametrelerin göz önüne alındığı bir yenilenme süreci
içinde olmalıdır. Bu süreçte Türkiye, demokratik gelişimini, Kopenhag
Kriterlerine uyumunu sağlamalı, insan hakları, fikir ve düşünce özgürlüğü
açısından eksikliklerini mutlaka gidermelidir. Fert başına millî gelirde Avrupa
Birliği ülkelerini yakalamak zor ve imkânsız bir hedef değildir. Yeter ki,
devlet olarak, şu, vur kaç zihniyetine karşı, devlete yakışır bir tavır
içerisinde olalım; yeter ki, millet olarak, kendimize, kendi değerlerimize yeniden
sarılalım. Bu, aynı zamanda, evrensel değerleri yakalamanın da tek ve
vazgeçilmez yoludur.
Bu duygularla, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının,
memleketimize, milletimize hayırlı olmasını yürekten temenni ediyor ve Muhterem
Heyetinizi saygıyla selamlıyorum. (FP sıralarından ayakta alkışlar; DSP, MHP,
ANAP ve DYP sıralarından alkşılar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Genel Başkan.
Değerli milletvekilleri, biraz önce, konuşma sıralarını
arz etmiştim.
Şimdi, yine, Fazilet Partisi Grubu adına, Ankara
Milletvekili Sayın Cemil Çiçek; buyurun efendim. (FP sıralarından alkışlar)
Sürenizi, diğer iki arkadaşınızla birlikte, 20'şer
dakika olarak kullanacaksınız herhalde.
Buyurun efendim.
FP GRUBU ADINA CEMİL ÇİÇEK (Ankara) – Sayın Başkan,
sayın milletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının bugünkü
programdaki bölümleriyle ilgili olarak düşüncelerimizi ifade etmek üzere
huzurunuzdayım; bu vesileyle, hepinizi saygıyla selamlıyorum ve bu
müzakerelerin, milletimiz için hayırlı olmasını temenni ediyorum.
Bir siyasî iktidarın, siyasî heyetin, Yüce Meclise
sunduğu pek çok tasarı vardır; ancak, bu tasarılar içerisinde 3 tanesi özel
önem ifade eder. Bunlardan bir tanesi o hükümetin programıdır, ikincisi
kalkınma planlarıdır, üçüncüsü de bütçe tasarılarıdır.
Dolayısıyla, bugün müzakeresine başladığımız Sekizinci
Beş Yıllık Kalkınma Planının, bu hükümetin felsefesini anlamak, meselelere
nasıl baktığını tespit edebilmek bakımından özel bir önemi var; çünkü, bu
planlar vesilesiyle, geçmiş beş yıllık icraatlar ve gelecek beş yıl konuşulur.
Bu planlar teknik belgelerdir; ama, bir siyasî heyet
tarafından tercihler ve hedefler orta yere konulduğu için, aynı zamanda, bir
siyasî belgedir.
Bu siyasî belgeye bakarak, işbaşında bulunan iktidarın
dostları kimlerdir, ülkenin kaynaklarını önce kimlere tahsis ediyor, öz evlat
muamelesi gören sektörler, üvey evlat muamelesi gören kesimler nelerdir, yine
bu metinlerden anlamak mümkündür.
Bu metinler, aynı zamanda, geleceği bugünden düşünen ve
onu programlayan metinlerdir. Dolayısıyla, bu metinlere bakarak, işbaşında
bulunan siyasî iktidarların, dünya ve Türkiye gerçeğini, olup bitenleri nasıl
gördüğünü, bu değerlendirmelerinde bir göz hatası var mı, miyop mu ya da
hipermetrop mu ya da astigmatı var mı yok mu, yine bu metinlerden
anlayabilirsiniz. Hatta, bir adım daha ileri giderek, siyasî açıdan IQ'sunu da
bu metinlerden görme imkânınız vardır. Dolayısıyla, Sekizinci Beş Yıllık Planı
değerlendirirken, bu açıdan bakmakta fayda var.
Yine bu metinlere bakarak -plan dediğimiz şey,
gerçekten, özellikle Sekizinci Beş Yıllık Plan- hızlı, adil ve dengeli bir
kalkınmayı ne kadar gerçekleştirecek, buna ne kadar aracıdır, ülkenin iktisadî
imkânlarını sosyal meselelerin çözümünde ne ölçüde kullanıyor, bunu da görmek
mümkün.
Türkiye, bugüne kadar, yedi plan dönemini geride
bıraktı, sekizincisini burada müzakere ediyoruz; ama, çok samimi olarak, bir
tespit anlamında ifade ediyorum: Ben, bu planların bazılarının müzakerelerinde,
bu Mecliste bulundum. Bugünkü kadar heyecansız, ilgisiz bir plan müzakeresinin
olduğuna hiç şahit olmadım. Her defasında, mutlaka, parti genel başkanları
gelir, bu müzakereleri takip eder; özellikle başbakan ve hükümet, yurtdışı
seyahati yapanlar dışında, gelir, burada, ilgiyle izler; varsa söylecekleri,
bunları, burada ifade eder; milletvekilleri de tam kadro gelirdi. Şimdi, çok
açık ifade etmemiz lazım ki, belli oylamalarda tam kadro gelen iktidar
mensupları, vardiya usulü gelseydi, dün, bu Meclis açılırdı ve burada, bu müzakereyi
yapardı. Vardiya usulü dahi, bu Meclisin iktidar kanadı çalışmıyor. Kendisinin
ilgi göstermediği bir plana, muhalefetten ilgi beklemek, bunu önemsemek doğru
da olmaz. Dolayısıyla, bu plan, toplumda bir ilgi odağı olmamıştır. Geçmiş plan
müzakerelerini hatırlayın, Meclise sunulduğu günden itibaren, gazete
köşelerinde sayısız makale yazılır; planla ilgili, plan hedefleriyle ilgili
taştışmalar açılırdı. Eğer, farklı şey söylüyorsam, gidip, Meclise sunulduğu
günden bugüne kadar, bu planla ilgili acaba kaç tane makale yazıldı diye
bakabilirsiniz; sayısı 5-6'yı geçmez.
Plan müzakereleri başladığında, üniversiteler, siyaset
dünyası, iş dünyası, planla alakası olan sendikalar dahil, toplumun değişik
kesimleri, planla ilgili paneller, açıkoturumlar yaparlardı ve dolayısıyla, bir
akademik tartışma, Türkiye'nin gündemine gelmiş olurdu. Şimdi, bunların
hiçbirisi olmadığına göre, toplum da, toplumun değişik kesimleri de bu
hükümetten ve bu hükümetin ortaya koyduğu plandan hiçbir şey beklemiyor
demektir.
Peki, bunun sebepleri ne, bunun üzerine biraz eğilmemiz
lazım.
Bunun birinci sebebi, siyasî iktidarın popülaritesinin
toplumda giderek dibe vurduğunun göstergesidir. Artık, bu ülkede, insanlar,
hükümetin getirdiği hiçbir şeyi ciddiye almıyor, plan gibi önemli bir belgeyi
de ciddiye almıyor.
İkincisi, belki, artık, serbest piyasa düzenine
geçilmiş olmasından dolayı planın yeteri kadar önemi kalmamış olabilir. Bu, çok
masumane bir gerekçedir; ama, eğer böyle düşünülüyor, bundan dolayı ilgi yoksa,
günlerce Meclisi meşgul etmenin anlamı yok; Anayasanın 166 ncı maddesini
değiştirelim; bundan sonra plan müzakerelerini Mecliste yapmak gibi bir israfa
da, Meclis, yol açmış olmasın.
Belki bütün bunlardan daha önemlisi, plana ilgisizliğin
en önemli sebebi, şimdi, iki türlü plan var; bunlardan bir tanesi, müzakeresine
başladığımız plan; 2 088 vaatten oluşan, cek'li, cak'lı, büyüklere masallar
niteliğindeki bir plan; ikincisi, 64 maddelik, yılbaşından itibaren uygulamaya
konulan IMF ile ilgili plan. Şimdi, bu ikisi arasında, Türkiye, bir tercih
yapmak mecburiyetinde, bir değerlendirme yapmak mecburiyetinde.
Dolayısıyla, bu plana ilgisizliğin en önemli
sebeplerinden bir tanesi, burada ne yazılırsa yazılsın, ne vaat edilirse
edilsin, bunların hiçbirinin önemi yok; mühim olan, IMF ile yapılan anlaşmadır,
orada uygulamaya konulan plan ve programdır.
Kaldı ki, zaten, şu bakımdan da, bu 64 maddelik IMF
anlaşması önem ifade ediyor; üç yıllığına yapılmış bir anlaşma. Demek ki,
Sekizinci Beş Yıllık Planın ilk iki yılı da, zaten, bu 64 maddelik IMF plan ve
programı çerçevesinde yürütülecektir.
Peki, o zaman, Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak,
biz, neyi konuşuyoruz; bir halk tabiriyle "beziryağıyla yapılmış
pilavı" konuşuyoruz. Şimdi, beziryağıyla pilav olur mu olmaz mı? Hükümet
"olur; biz yaptık, olur" diyor. Yenir mi yenmez mi; "görmüyor
musunuz, biz, millete yediriyoruz" diyor. Dolayısıyla, bugün yaptığımız
iş, aslında, böyle bir yanlışın, burada müzakeresini yapmaktan ibarettir.
Aslında, gönül arzu ederdi ki, hükümet, buraya gelip
-bu hükümet, evet, 57 nci hükümet olarak gözüküyor; ama, Yedinci Beş Yıllık
Planın üç yılını aynı zihniyet kullanmış oluyor- gelecekle ilgili değil de
-birinci bölümde ifade edildiği gibi, Yedinci Beş Yıllık Planın üç yılını aynı
zihniyet, aynı felsefe, aynı istikamette karar alan insanlar, siyasî heyetler
yürüttüğüne göre- geriye dönük üç yılda, acaba hangi başarılar elde edildi;
bunların, değerlendirilmesi doğru dürüst yapılabilseydi ve orada elde edilmiş
başarılarla Meclisin ve milletin huzuruna çıkılabilmiş olsaydı. Bunların
hiçbirisi yapılmadı. Bu müzakerelere gelininceye kadar hükümetin övündüğü bir
tek husus var; o da, Türkiye'yi, tekrar, IMF'yle anlaşır hale getirmektir. O 64
maddelik planının kabulünü sağlamış olmakla övünüyor; ama, bunun Türkiye'ye bir
yararı var mı? Hani bir atasözümüz var: "Kel kız, ablasının saçıyla
övünürmüş." Ama, bilinmelidir ki, ablasının başındaki de peruktur.
IMF reçetesiyle düzlüğe çıkan, dünyada, hemen hemen
hiçbir ülke yoktur; çünkü, IMF'nin öncelikleri ile millî hükümetlerin
öncelikleri birbirinden farklıdır. Millî bir hükümet, halka dayanan bir
hükümet, halkın önceliklerinden hareket ederek plan hazırlayan bir hükümetin,
en evvel dikkat edeceği şey, toplumun imkânlarını, ülkenin imkânlarını geniş
kesimin ihtiyaçlarına sarf etmektir; halbuki, IMF'nin önceliği, dış sermayenin
ödemelerini sağlama almaktır. Beynelmilel sermayenin, şu an, Türkiye'den –rakam
her saat değiştiğine göre- en az, 100 milyar doların üzerinde, 110 milyar dolar
civarında alacağı var; öncelik, o alacakları sağlama almaktır. Onun için, biz,
burada, doğrusu, önceliklerini doğru dürüst tartışabileceğimiz bir hususla da
karşı karşıya değiliz. Keşke, burada, hükümet yerine Cottarelli olsaydı ya da
IMF İcra Direktörlüğü olsaydı, daha doğru bir muhatap bulmuş olurduk diye
düşünüyorum. (FP sıralarından alkışlar)
Değerli milletvekilleri, planlar, geleceği okumaktır,
gelecekle ilgili tespitleri bugünden yapmak ve ülke yönetimindeki ana
istikametleri tespit etmektir. Bunu kim yapacak; siyasî iktidar yapacak. Onun
için dedim ki, kalkınma planları bir siyasî metin. Şimdi, beş yıl sonrasını bir
hükümetin görebilmesi için, evvela, beş gün sonrasını görebilmek lazım. Acaba,
önümüzdeki perşembeyi bugünden görme imkânınız var mı?! Eğer önümüzdeki
perşembeyi bugünden görebiliyorsanız, beş yıl sonrasıyla ilgili hedeflerinize,
koyduğunuz rakamlara da bizim inanmamız gerekir. Şimdi, işbaşına geldiği günden
beri, öyle bir hükümetle karşı karşıyayız ki, hani bir söz vardır ya:
"Şeytan taşlamaktan, tavaf yapmaya vakit bulamıyor." Birbirinin
kuyusunu kazmaktan memleket hayrına iş yapmayan bir hükümetle, bir siyasî
heyetle Türkiye karşı karşıya. Görünüşe bakılırsa, şeklî olarak bir 350'lik
çoğunluk var gözüküyor; ama, şimdi, burada 350 yok. Böyle bir hükümetin özgül
ağırlığı yok, sorun çözme kabiliyeti yok. İşin acı yanı, bir yıl sonra, bugünkü
hükümetin kendisi, ülkenin baş sorunu haline gelmiştir. Zaten, bir ülkenin
başına gelebilecek en büyük felaket de, sorunları çözecek olanların baş sorun
haline gelmiş olmasıdır. Şimdi, haziran sıcağında bile buzlanan bir hükümetle
karşı karşıyayız. Münasebetler bir hafta buzdolabında buzlanıyor, sonra
birileri biraz tuz ekiyor, gevşiyor, sonra tekrar buzlanıyor. Önümüzdeki
perşembeden sonra, bu hükümetin geleceğini hep birlikte göreceğiz.
Şimdi, elbette, bir program ciddiyetle yürütülecekse,
istikrar şarttır. İstikrarı sayıda ararsanız yanılırsınız. İstikrarı, belli
şahısların, belli siyasî heyetlerin işbaşında bulunması olarak anlarsanız,
dünyanın en istikrarlı ülkesi Suriye, Irak gibi ülkelerdir. İstikrarı, politik
heyetlerde değil, politikalarda aramak lazım gelir; doğrusu budur. Şimdi,
350'lik bir çoğunluk var; ama, kabul etmek lazım gelir ki, bugünkü siyasî
iktidarın istikrarı -Allah sağlık ve uzun ömür versin- Sayın Başbakanın sağlığına
bağlı. Sayın Başbakan nezle olduğunda hükümet işi bir hafta aksıyor, grip
olduğunda devlet işi bir hafta aksıyor. Şimdi, böylesine pamuk ipliğine bağlı
bir ülkede, siz, beş yıl sonrası için, millî gelir şu noktaya gelecek, kalkınma
hızı bu olacak, okullaşma şöyle olacak; bunları söylemenizin hiçbir inandırıcı
yanı yoktur. Onun için, Türkiye, bugün, böylesine pamuk ipliğine bağlı, şeklî
bir istikrarı yaşıyor; ama, şu üç aydır olup bitenlere baktığınızda, bu testi
çatlamıştır; bu testinin bu saatten sonra su tutması da mümkün değil, sır
tutması da mümkün değil. Kaldı ki, bunun şaşılacak bir yanı da yoktur. Bir yıl
evvel bu kürsüden ifade etmeye çalıştım; çünkü, bu hükümet hem felsefeleri hem
hareket noktaları hem de siyasette bulunuş gerekçeleri çok farklı, zıtların bir
araya geldiği, içtima ettiği bir hükümet ve yine, cumhuriyet tarihinde,
muhalefeti kendi içinde olan da tek hükümettir; ayrıca dışarıdan muhalefet
aramaya da gerek yok. Böylesine bir hükümetin beş yıl sonrası için ciddî şeyler
orta yere koyması mümkün değil.
Şimdi, önümüze getirilen bu metindeki beş yıl sonraki
hedeflere bakabilmemiz ve onları inandırıcı bulabilmemiz için geriye dönük üç
yıllık uygulamasına ya da beş yıl sonrasının değil, beş ay geriye doğru olan
rakamlarına bir bakalım. Biraz evvel burada ifade edildi; Yedinci Beş Yıllık
Planda kalkınma hızı ne demişsiniz; 6,7; şimdi gerçekleşen ne; 3,5; yarısı.
Gayri safî millî hâsıla ne olacak demişsiniz; 223 milyar dolardan başlayacak,
planın sonunda 235 milyar dolara gelecek; 196 milyar dolar gerçekleşmiş. Şimdi
diyorsunuz ki, 302 milyar dolar olacak; her sene 20 milyar dolarlık bir artış
meydana gelecek. Kişi başına millî gelir ne olacak; yazmışsınız Yedinci Beş
Yıllık Plana, 3 530 dolar olması lazım; şimdi 3 000 doların altına inmiş.
Bundan sonra, Sekizinci Beş Yıllık Planın sonunda nereye gelecek; 4 300 dolara;
yani, her sene kişi başına 300 dolar fert başına millî gelirde artış olacak,
enflasyon tek haneli olacak, ihracat şu kadar olacak, ithalat bu kadar olacak.
Şimdi, bunları demişsiniz de, Yedinci Beş Yıllık Planda bunların hiçbirisi
gerçekleşmemiş. Bundan sonra gerçekleşecek olan ne ve buna bu toplum neden
inanacak, nasıl inanacak?!
Yalnız, bir şey var; denilebilir ki, işte, biz, beş ay
evvel söyledik, bir yıl evvel söyledik, enflasyon düşüyor. Şimdi, enflasyon
gerçekten düşüyor mu?! Mazotta düşmüyor, gübrede düşmüyor, mutfakta düşmüyor,
sokakta düşmüyor; ama, ben, size, bir yer söyleyeyim, enflasyonun düştüğü bir
tek yer var -çünkü, talebin olmadığı yerde enflasyon düşer- o da, kabristanda
düşmüyor; çünkü, orada, iş talebi yok, aş talebi yok, ekmek talebi yok, hiçbir
şey yok. (FP sıralarından alkışlar) Ama, orada kefene zam var, defne zam var;
orada da, belli ölçüde zam var.
AHMET AYDIN (Samsun) – Faizler düşüyor, enflasyon
düşüyor...
CEMİL ÇİÇEK (Devamla) – Evet, nasıl düştüğünü hep
beraber görüyoruz. 12 Eylül öncesi, terörün çıkıp da, ertesi gün birden nasıl
düştüğü gibi düşüyor; Türkiye'deki faizlerin nasıl düştüğü de belli.
Şimdi, oradakilerin, iş talebi, aş talebi yok da, bir
tek talepleri var; fatiha talepleri var; ama, onu da okuyacak insanların önünü
kestiniz, okullarını kapattınız. (FP sıralarından alkışlar) Bundan sonra, o
talebi kim yerine getirecek; onu da, kendi vicdanlarınıza havale ediyorum.
Dolayısıyla, bu zihniyetin gelecek beş yılına değil,
geçmiş beş aylık, dört aylık uygulamalarına baktığınızda bile, bütçe
açıklarında, dışticaret açıklarında, gelirlerin faize oranlarında, bütçe
harcamalarının faiz içindeki yerine, nispetine baktığınızda, bunların
hiçbirinin gereğinin yerine getirilmediği, tutmadığı orta yerde. Rakamları
verip, kimsenin kafasını karıştırmayalım; ama, bu hükümetin tebrik edilecek iki
yanı var -iki kesime verdiği sözü, her şeye rağmen, tutuyor- bir tanesi, IMF'ye
verdiği söz; ikincisi, bazı holdinglere verdiği sözü, Allah için, tutuyor. (FP
sıralarından alkışlar)
Şimdi, onun için, değerli milletvekilleri, planda ne
yazıldığı önemli değil, hükümetin ne yaptığı önemli; çünkü, yazılanlar, nasıl
olsa gerçekleşmeyecek olduktan sonra ya da yaptıklarınız yazdıklarınıza
uymuyorsa, biz "plan müzakeresi" adı altında, burada, güvercin falı
açıyoruz demektir. Buradaki vaatler ne zaman gerçekleşecek; üç vakte kadar
gerçekleşecek. O üç vakit ne zaman; onu, Allah bilir; çünkü, hükümet de
bilmiyor. Yazılmış buraya; gelir dağılımındaki eşitsizlik ortadan kaldırılacak,
fırsat eşitliği sağlanacak, şunda şu olacak, bunda bu olacak... Ama, bunları
buraya yazmak önemli değil de, bunları, hangi imkânla, hangi kaynakla
gerçekleştireceksiniz, onlara bakmak, daha uygun olur. Bugüne kadar, bu
hedeflerin gerçekleşmesiyle ilgili olarak, daha, doğru dürüst bir tasarı
getiremediniz. Şimdi, bakınız, harcama reformuyla ilgili bir tasarı yok, yargı
reformuyla ilgili bir tek tasarı yok, siyaseti kirleten ihale kanunuyla ilgili,
bir yıldan beri en ufak bir adım atılmadı. Şimdi, bütün siyasî partilerin
üzerinde ittifak etmiş, Mahallî İdareler Yasası diyoruz; ne zaman çıkacak; işte
demin söyledim; üç vakte kadar!
Peki, şu günlerde en çok lafı edilen ne; demokrasi
lafları. Şimdi, demokrasi noktasında da şu adımlar atılacak, bu adımlar
atılacak; ama, ben biliyorum ki, bu hükümetin en çok korktuğu şey, demokrasi.
Şimdi, bu hükümetten, özellikle, demokrasi üzerine çok söz edenlerin, özellikle
belli oylamalar öncesi, belli yerlerde demokrasi adına konuşanların, evvela bir
demokratik tövbe yapması lazım (FP sıralarından alkışlar) geriye dönüp
geçmişine bir bakması lazım; demokrasi adına nelere alet oldular, neleri
katlettiler, kimleri mağdur ettiler. Evvela bir demokratik tövbeden sonra, demokrasi
noktasında bu sözlerin söylenmiş olması gerekir; çünkü, bu ülkede, demokrasi
adına çok söz söylendi; ama, hiçbir şey yapılmadı. Dolayısıyla, şimdi, hükümete
ve iktidar ortaklarına düşen şey, demokrasinin lafını etmek değil,
demokratikleşmeyle ilgili bir paketi, Meclisin önüne getirip sunmaktır,
gündemde olanlara da öncelik vermektir.
Şİmdi, bir başka şey daha ifade etmeye mecburuz.
Tabiatıyla, Türkiye, bu reformları, bu saydığımız, saymak istediğimiz, en
azından vaat olarak burada zikredilen hususları yapmaya mecbur. Kurt-kuş
atışması, bizi ilgilendirmez; ama, bir şey hepimizi ilgilendiriyor: Akranıyla
uçamayan kuş, kendini hadava değil tavada bulur. Dolasıyla, şimdi, 65 milyonluk
bir ülke, eğer akranlarıyla uçmak istiyorsa, yani Portekiz'le, zikredilen,
İspanya'yla, İtalya'yla, Malezya'yla, Kore'yle uçmak istiyorsa, bu reformları
yapmaya, bu demokratik adımları atmaya, IMF reçetelerine göre değil, kendi
tercihlerine göre, kendi tespit ettiği usullere göre devleti yönetmeye, sistemi
yönetmeye mecburdur. Şayet bunlar yapılamıyorsa, bunlar yapılamayacaksa,
Türkiye'nin, burada, plan müzakeresi adı altında, bu neviden işlerle vakit
geçirmesinin anlamı yok.
Tabiî, şimdi, Planda birçok hedef var; bu hedef için
kaynak lazım. Kaynağı nereden bulacaksınız; dışarıdan bulursanız, IMF gelip,
oturuyor; içeriden bulmanız lazım, devletin, milletin imkânlarını doğru dürüst
değerlendirmeniz lazım; ama, başta söyledim, harcama reformu yok, fakat,
devletin kaynaklarını tüketen iki tane önemli husus var; bunlardan bir tanesi,
devletteki yolsuzluk, bir tanesi de, devletteki israftır.
Bakınız, bu ülkede 2 kilo baklava çalan adamı bu sistem
yargılayabiliyor; ama, 2 trilyon, 20 trilyon, 200 trilyon -rakam büyüdükçe-
hırsızlık yapanları yargılayamıyor, hâkim önüne çıkaramıyor, yargı önüne
çıkaramıyor. Biz de, Meclis olarak, kirli suyla bitli yorgan temizlemeye
çalışıyoruz. Yaptığımız iş de, netice itibariyle, siyaset adına budur. (FP
sıralarından alkışlar) Ya yaptığımız
iş, söylediğimiz şeyde hiçbir şey yok, suçluyoruz, ya da çok şey var,
kapatıyoruz; ama, bildiğim bir şey var, hangisini yapıyorsak yapalım, siyaseti
yapılamaz hale getiriyoruz, siyaseti vatandaşın huzuruna çıkaramaz hale
geliyoruz.
O sebeple, bir planın gerçekleşebilmesi, hedefine
ulaşabilmesi, şüphesiz, bir taraftan, siyasî istikrara, ama, öbür taraftan da
siyasî itibara bağlıdır. Siyasetin itibarını ayaklar altına verirseniz,
siyaseti, kambur taşımak, günah taşımak, hırsızlık, yolsuzluk taşımak, bunların
üzerini örtme olarak anlıyorsak, o takdirde, siyasî heyetlerin aldığı hiçbir
karara kimsenin itibar etmesi mümkün değildir. Nitekim, Sekizinci Beş Yıllık
Planın bugün ülkemizde çok fazla ilgi görmemesinin sebebi de budur.
Şimdi, deniliyor ki "Sekizinci Beş Yıllık Plan
döneminde 73 katrilyon yatırım yapılacak." Neyle yapacaksınız; bugünkü
hükümet, delik kovayla su taşıyor; kovada su yok ki... Olanı da zaten IMF'ye
tahsis ediyor. 1998 fiyatlarıyla bu 73 katrilyon nereden bulunacak? Şimdi, özel
sektörde takat kalmamış. Özel sektör, niye yatırım yapsın, faizcilik yapmak
varken, devlete parasını satmak varken, yüzde 150 ile yüzde 100 ile parasını
satmak varken niye üretim yapsın, niye yatırım yapsın, neden bu türlü işlere
giriversin; girmiyor, girmesi de mümkün değil. Devletin, zaten, yatırım yapacak hali, takatı da kalmadığına göre, samimî
olarak ifade ediyorum ki, bu Sekizinci Beş Yıllık Plandan benim çok fazla
beklentim yok, milletin de beklentisi yok; ilgisizliğinden zaten belli.
Benim ümidim ve beklentim... Zaten, bizim insanımız,
bizim milletimiz, artık, hükümetsiz de yaşamaya, hükümet engel çıkarmazsa
kendisi bir noktaya gelmeye alıştı; bu beceriyi de gösterdi. Ben, milletimizin
bu becerisine güveniyorum, Cenabı Hakkın yardımına güveniyorum ve bu planın,
her şeye rağmen, bütün bu eksikliğine rağmen, milletimize hayırlı olmasını
Cenabı Allah'tan niyaz ediyor, hepinize saygılar sunuyorum. (FP ve DYP
sıralarından alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Çiçek.
Fazilet Partisi Grubu adına, ikinci konuşmacı, Afyon
Milletvekili Sayın Sait Açba; buyurun efendim. (FP sıralarından alkışlar)
FP GRUBU ADINA SAİT AÇBA (Afyon) – Sayın Başkan,
değerli milletvekilleri; Fazilet Partisi Grubu adına, Sekizinci Beş Yıllık Plan
üzerinde söz almış bulunuyorum, hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Sekizinci Beş Yıllık Plan üzerinde, bilhassa makro
ekonomik göstergelerle ilgili bazı değerlendirmelere girmek istiyorum.
Türkiye'de cumhuriyet dönemi boyunca, maalesef, siyasî
iktidarların, iktisadî istikrarı sağlamak konusunda, kalkınmayı sağlamak
konusunda, gelir dağılımında adaleti sağlamak konusunda iyi not aldığını
söylememiz mümkün değildir. En son 2000 yılı itibariyle ulaştığımız makro
ekonomik göstergelere baktığımızda veya cumhuriyet tarihi boyunca gelişen
ekonomik göstergelere baktığımızda, sürekli olarak bir gerilemeyi, sürekli
olarak bir çöküntüyü ve kriz dönemlerini yaşıyoruz.
Şunu ifade etmemiz lazım: Gerçekten bu ülkede makro
ekonomik göstergeler yerinde olsaydı veya ekonomik performans yerinde olmuş
olsaydı, 1973'ten bugüne kadar, böyle, sürekli, gittikçe yükselen ve toplumu
gerçekten derinden etkileyen, fakiri daha fakir, zengini daha zengin yapan
"enflasyon" diye bir olayla karşılaşılmazdı. Dünya ülkeleri arasında
bu kadar uzun yıl, 27 yıl boyunca enflasyonla yaşayan bir başka ülkeyi
göstermemiz mümkün değildir. Bunun tek örneği, maalesef, Türkiye'dir. Tabiî,
enflasyonun, bu şekilde ekonomik hayata derinden hâkim olduğu bir ortamda,
makro ekonomik göstergelerin veya kalkınma plan hedeflerinin de böyle bir
ortamda, istikrarsızlık ortamında tutturulması imkânı yoktur. Tabiî, siyasî
iktidarların, bilhassa, popülist politikalar izlemesi, yine siyasî
iktidarların, zengini daha çok zengin edecek tarzda politikalar izlemesi,
Türkiye'deki çöküşün, krizin temel kaynakları olduğunu açıkça ifade etmemiz
gerekir.
Bugün için, Avrupa Birliğine giriş sürecinde olan bir
ülkeyiz. Helsinki'de adaylık statümüz tescil edildi; fakat, Avrupa Birliğiyle
ilgili göstergelere baktığımızda veya Türkiye'yle ilgili göstergelere
baktığımızda, aramızda çok önemli uçurumların olduğunu açıkça görürüz; hatta,
Avrupa Birliğine aday, şu anda, Türkiye'nin de dahil olduğu 13 ülke, bilhassa,
Doğu Avrupa rejimlerindeki ekonomik ve sosyal göstergelere baktığımızda, bu
göstergelerin de, yine, Türkiye'den çok ileri safhada olduğunu görürüz.
Dolayısıyla, Türkiye'nin, gerçekten, ciddî anlamda, hızlı bir biçminde yeniden
yapılanması, bilhassa, ekonomik özgürlükler konusunda yeniden yapılanması, kamu
yönetimi yönünde yeniden yapılanması, yine, demokratik hak ve özgürlüklerin
kullanılması açısından ciddî anlamda adımları atmasına ihtiyacı vardır.
Kalkınmanın temelinde en önemli unsur insandır. İnsanın temel hak ve
hürriyetlerini yeterince kullanamadığı bir ortamda kalkınmanın sağlanması,
gelişmenin sağlanması hiçbir zaman için mümkün olmayacaktır.
Şimdi, şunu ifade edeyim: Türkiye'de konulmuş olan
enflasyon hedeflerinin, 57 nci hükümetin koymuş olduğu enflasyon hedeflerinin
gerçekçi olmadığını, yılın ilk altı ayında aldığımız sonuçlar itibariyle açıkça
gördük. Konulan hedefler TÜFE'de yüzde 25, TEFE'de yüzde 20 idi; ama, yılsonu
beklentilerimiz nedir; yılsonu beklentileri, pek çok ekonomik çevrelerin de
mutabık kaldığı, yine uluslararası ekonomik çevrelerin de mutabık kaldığı yüzde
45-yüzde 50'ler civarındadır. Dolayısıyla, Türkiye'nin 2000 yılında yüzde
20-yüzde 25'lik bir hedefe, yine, 2002 yılında tek haneli bir enflasyona
ulaşabilme imkânının da bu çerçevede oldukça zor olduğunu söylememiz mümkündür.
Avrupa Birliği göstergeleriyle baktığımızda, enflasyon
açısından da çok ciddî bir uçurum vardır; yani, 25 kat gibi bir uçurum olduğunu
açıkça görüyoruz. Avrupa Birliğine aday ülkelerin, bilhassa Doğu Avrupa
rejimlerindeki enflasyon göstergelerine baktığımızda, aşağı yukarı Türkiye'yle
aralarında 4-5 kat fark yer aldığını açıkça görürüz. Mesela, Çek Cumhuriyetinde
enflasyon oranı yüzde 10'dur, Macaristan'da yüzde 14'tür, Polonya'da yüzde
11'dir. Avrupa Birliğine aday diğer ülkelerde, yine enflasyon oranları iki
rakamlıdır; ama, yüzde 10'lar civarındadır. Dolayısıyla, Türkiye'nin, bir
bakıma, Avrupa Birliğine aday olan diğer ülkeler arasındaki konumunun da
oldukça zayıf olduğunu ve bu performansını değiştirmesi gerektiği için, bu
yönde gerekli adımların acilen atılmasına ihtiyaç vardır.
Bugün, Türkiye'de kamu borç stoklarına baktığımızda,
Avrupa Birliği ülkelerindeki ortalama kamu borç stoklarının gayri safî millî
hâsılaya oranlarını karşılaştırdığımızda, aramızda ciddî anlamda bir uçurumun
olduğunu görürüz. 2000 yılı rakamlarına baktığımızda, bizdeki iç ve dış borç
kamu borç stokunun 160 milyar dolar civarında olduğunu görürüz ki, 2000 yılında
gayri safî millî hâsıla hedefimiz -gerçekleşme oranı- tahmin edilen 124
katrilyondur. Yani, bir tarafta 124 katrilyon lira, 96 milyar dolara tekabül
etmektedir ki, kamu borç stoklarının gayri safî millî hâsılaya oranı açısından
yüzde 80'lik bir oran vardır; ama, bu oranın, Avrupa Birliği ülkelerinde yüzde
60 ve yüzde 70'ler civarında olduğunu açıkça görürüz.
İşsizlik yönünde baktığımızda da, Topluluk karşısındaki
durumumuzun iyi olmadığını açıkça görürüz. Yine, işsizlik yönünden baktığımızda,
Avrupa Birliğine aday olan ülkeler karşısındaki konumumuzun da oldukça kötü
olduğunu görürüz.
Bugün için kişi başına millî gelir rakamımız 3 000
dolar civarındadır. Bırakınız Avrupa Birliği ortalamasını, Avrupa Birliğine
aday olan ülkeler karşısındaki durumumuzun da oldukça kötü olduğunu; yine,
yakın komşumuz Yunanistan karşısındaki durumumuzun da, 4,5 kat aleyhimizde
olduğunu açıkça görürüz. 2005 yılında, Sekizinci Plan dönemi sonunda, hedef
olarak, 4 300 dolar öngörülmüştür; ama, 4 300 doların da, yine Avrupa Birliği
ortalamaları karşısında, ancak üçte 1'lik bir oran olduğunu açıkça ifade
ederiz.
1999 yılında, hepinizin de bildiği gibi, Türkiye, eksi
6,4'lük bir küçülme yaşamıştır. 3 200 dolarlık, kişi başına gelirin, 2 889
dolara gerilediği, yani, Türkiye'nin 35 milyar dolarlık bir fakirleşme
yaşadığını görüyoruz. Tabiî, bunun nedenlerinin, belki, Sekizinci Plan
zabıtlarında, haksız bir biçimde bir bakıma, Asya krizine ve Rusya krizine
bağlanmış olduğunu görüyoruz ki, buradaki değerlendirmelerin tam anlamıyla
gerçekçi olduğunu söylememiz mümkün değildir. Tabiî, Güneydoğu Asya krizinin,
Türkiye üzerinde ciddî bir etkisi yoktur; çünkü, Güneydoğu Asya ülkeleriyle,
ekonomik ilişkilerimiz itibariyle, marjinal ilişkiler söz konusudur. Rusya'nın
etkisi olmuştur; ama, Rusya'yla yapılan ticaretin de, kriz döneminde yine devam
ettiğini açıkça ifade etmemiz gerekir. Dünyada yaşanan global krizden, Rusya
krizinin, belki, bavul ticareti itibariyle Türkiye'yi olumsuz yönde etkilemiş
olduğunu da yine açıkça ifade etmemiz gerekir.
Şimdi, 2000 yılındaki ekonomik göstergelere
baktığımızda, Sekizinci Plan hedeflerinin, bu ekonomik göstergeler veya mevcut
ekonomik performanslar çerçevesinde, tutturulamayacağı konusunda ciddî
endişelerimiz olduğunu söylememiz mümkündür. Örneğin, dışticaret açığı
konusunda, yine, ithalatta yaşadığımız, ihracatta yaşadığımız olumsuzluklar
sonucunda, bunların bu şekilde gerçekleşmeyeceğini söylememiz mümkündür. Üç
aylık cari işlemler açığımız, 2,5 milyar dolara ulaşmıştır. Dışticaret açığımız,
hemen hemen her ay, 1,5 milyar dolar civarında açık vermektedir. İthalatımızda
da çok hızlı bir artış söz konusudur.
Tabiî, Türkiye'deki krizin asıl kaynağının, 1987'de
başlayan, yanlış olan, bilhassa kamu kesiminde uygulanan politikalar, borçlanma
politikaları sonucunda oluştuğunu biliyoruz. Dolayısıyla, en son, bütçe
performansı yönünden geldiğimiz durum da, ne kadar olumsuz bir ortamda
olduğumuzun göstergesidir. Ocak-Mayıs 2000 döneminde, gelirler 12,8
katrilyondur, giderler 20,5 katrilyondur, bütçe açığı 7,6 katrilyondur ve
giderler için de; yani, 20,5 katrilyon için faiz ödemelerimizin miktarı 11,7
katrilyondur ki, 10,1 katrilyonluk vergi gelirlerini aşmış durumdadır;
neredeyse Türkiye'deki tüm gelir kaynakları faize tahsis edilir hale gelmiştir.
Dolayısıyla, bilhassa kamu kesiminde bütçe alanındaki bu olumsuzluklar, bir
bakıma, 2005 yılına yönelik yapılan projeksiyonlar konusunda bizi endişeye sevk
etmektedir.
Önemli bir husus da, 2000 yılı bütçesinin, IMF'nin
damgasıyla, bir bakıma, IMF'nin dizaynıyla gerçekleştiğini hiç kimsenin inkâr
etmesi mümkün değildir. Yine aynı şekilde, 2000 yılı bütçesinin yanı sıra,
hazırlanmış olan Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının da üç yılına IMF
damgasının vurulduğunu hiçbir zaman için inkâr etmemiz mümkün değildir. Dünya
ülkelerinden, IMF'nin reçeteleriyle kalkınan ülke örneğini de ciddî anlamda
söylememiz mümkün değildir.
Tabiî, Türkiye'deki krizin kaynağında, tamamıyla,
bilhassa Türkiye'nin son on yılına ciddî anlamda damga vuran krizin kaynağında,
kamu kesimindeki dengesizliklerin olduğunu açıkça ifade etmemiz mümkündür.
Sadece kamu kesimindeki dengesizlikler değil, bir de şunu ilave etmemiz lazım;
Türkiye'deki siyasal istikrarsızlıklar da çok önemli etkendir. 1995'ten bugüne
kadar, Türkiye'de, beş yılda beş hükümetin değiştiğini düşünürsek, böyle bir
siyasal istikrarsızlığın olduğu bir ortamda, gerçekten, mevcut ekonomik
performansı sağlamak ve ekonomik hedeflere ulaşmak da pek mümkün değildir.
Türkiye'nin 1999 yılı sonu itibariyle ulaşmış olduğu dışborç rakamına
baktığımızda 111 milyar dolardır. Tabiî, 111 milyar dolar, mevcut stok, gayri
safî millî hâsılanın, maalesef, yüzde 80'ini aşmış durumdadır. Halihazırdaki
içborç stokumuzu da ilave ettğimizde, 160 milyar dolarlık bir stokla karşı
karşıyayız. Tabiî, bu, bilhassa dışborç stoku çerçevesinde kısa vadeli
borçlarımızın yoğun olduğunu düşünecek olursak -29 milyar dolarlık bir kısa
vadeli borçtur- kısa vadeli borçların, bu şekilde önemli rakamlara ulaştığı bir
ortamda, o ülkede, gerçek anlamda bir üretimin, yatırımın yapılabilmesi imkânı
da yoktur.
Kısa vadeli borçların 13 milyar doları kamu kesimine
ait borçlardır, 15 milyar doları özel sektöre ait borçlardır. Tabiî, özel
sektörün borç alma hedefi, tamamıyla kendi işletmeleri için değildir.
Türkiye'deki yanlış uygulanan kamu finansman teknikleri nedeniyle, bir bakıma,
kamuya borç vermek için, dışarıdan, özel sektör, çok ciddî anlamda, bilhassa
ticarî bankalar kaynak getirmektedirler, devletin cazip olan yüksek faizli
senetlerini satın almak için.
Şimdi, şunu ifade etmemiz lazım: Kısa vadeli
borçlanmada en önemli sorun faiz sorunudur. Türkiye, kısa vadeli borçlanmada
veya uluslararası alanda borçlanırken çok yüksek faizlerle borç almaktadır.
Komşu ülkelerimizin bu alanda yapmış olduğu borçlanmalar da vardır; ama,
aramızda çok ciddî bir uçurum vardır. Geçen aylarda yapılmış olan 1,5 milyar
dolarlık bir borçlanma söz konusudur, uluslararası piyasalara aktardığımız,
otuz yıl vadeli, 1,5 milyar dolarlık bir tahvil ihracı söz konusudur. Belki bu
tahvil ihracını yaptığımızda -Türkiye'de pek çok kesimde, basın yayında yaygın
bir şekilde ifade edildi- oldukça sevindik; ama, borçlanma şartlarına
baktığımızda, maalesef, dünya ortalamasının 5 puan daha üzerinde
gerçekleşmiştir; dünya ortalaması yüzde 7 iken, Türkiye yüzde 12 ile
borçlanmıştır. Yani, 1,5 milyar dolar, otuz yıl vadeyle borçlandığımıza göre,
biz ne yapacağız; her yıl 180 milyon dolar faiz ödeme durumunda kalacağız ve
sonuçta, otuz yıl sonunda karşımıza öyle bir fatura çıkacak ki, bu fatura da 6
milyor 900 milyon dolar ve bunun 5 milyar 400 milyon doları sadece faiz. Yani,
şu anda, bu borçlanma sonucunda, sekizinci yıl sonunda, ödediğimiz faizler
anaparaya ulaşmış olacak. Böyle ağır şartlardaki bir borçlanmanın sevinç
vesilesi olarak görülmesinin ne kadar yanlış olduğunu ve gelecek nesillerimizi
ne kadar ipotek altına almış olduğunun da bir göstergesi olduğunu açıkça ifade
edelim. Hemen aynı günlerde Yunanistan'ın yapmış olduğu bir borçlanma var, o
borçlanmanın da yüzde 7 civarında gerçekleştiğini görüyoruz.
IMF'ye bağlı bir isitikrar programı içine girdik.
Tabiî, IMF istikrar programını yaparken, bir taraftan ne yaptı; döviz kurunu,
kazığa bağladı; diğer tarafta, TL'yi de nereye bağladı; dövize bağladı. Bu ne
demektir; ne kadar döviz girişi olursa,
Türkiye'de o kadar TL basılacak demektir. Tabiî, istikrar programını
hazırlayanlar, IMF'nin "ne kadar döviz, o kadar TL" cenderesini kabul
ederken; dövizin, sadece dış borçlanmayla değil, başka yollardan geleceğini de
hesap ediyorlardı; ama, bu yollardan gelmediğini açıkça gördüler.
Özelleştirmeden geleceğini düşündüler, gelmedi. Yine tahkim sonucunda,
Türkiye'ye ciddî anlamda yabancı sermaye gireceğini düşündüler, maalesef,
Tahkim Kanunun çıkmasından sonra, Türkiye'ye sadece 100 milyon dolarlık bir
yabancı sermaye girişi söz konusu oldu. Dolayısıyla, şu anda, hareket
edilebilir tek alan kaldı; o da borçlanma alanı. 2000 yılının ilk üç ayına
baktığımızda, Türkiye, net olarak 2,1 milyar dolar borçlandı. Tabiî, alınan bu
borçlar yatırım yapmak için mi; hayır, üretim yapmak için mi; hayır. Niçin
alındı bu borçlar; dövizle borçlanıp, içborç faizlerini ödeme hedefi vardı,
hükümetin, memur maaş ödemelerini yapmak için borçlanma hedefi vardı.
Bu dövizin anapara ve faizinin nasıl ödeneceği
konusunda da ciddî politikalar geliştirilmedi. Şimdilerde Hazinenin, 500 milyon
dolar dışborç almak için harekete geçmiş olduğunu biliyoruz. Bu dolarlar
gelince ne olacak; döviz, kazığa bağlandığından, TL dövize bağlandığından TL
banknot basılacak ve Ofisin almış olduğu buğday paraları bu kaynaktan ödenecek.
BAŞKAN –Sayın Açba, şu anda ikinci konuşmacı olarak 40
ncı dakikayı geçmiş bulunuyorsunuz. Tabiî, takdir sizin, istediğiniz kadar
konuşabilirsiniz; ama, üçüncü arkadaşınızın konuşma süresinin içinde olduğunuzu
hatırlatmak istiyorum.
Buyurun.
SAİT AÇBA (Devamla) – Teşekkür ederim, toparlıyorum.
Daha açık bir ifadeyle şunu ifade etmemiz lazım: Buğday
üreticisine TL ile ödeme yapmak için Hazine ne yapıyor; dışarıdan borçlanıyor;
ama, dışarıdan borçlandığı parayı, yine Hazinenin dışarıdaki hesabına
yatırıyor, yabancılardan almış olduğumuz kaynak da, yine yabancıların kasasında
kalıyor.
Biz, bütçemizi IMF'e endeksledik; biz, kalkınma
planımızın ilk üç yılını IMF'e
endeksledik. Hızlı bir trende seyahat ediyoruz; ama, nereye gittiğimiz belli
değil... Bu politikaların sonucu, -bilhassa toplumdaki sosyal etkileri
itibariyle- gerçekten, bilhassa gelir dağılımının daha çok bozulması yönünde
önümüzde çok ciddî tehlikeler var. Bu konuda, Türkiye'nin, bilhassa siyasî
yönetimlerin ciddî anlamda duyarlı olması gerekiyor.
Teşekkür ediyorum, değerli milletvekillerini saygıyla
selamlıyorum Sayın Başkan. (FP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Açba.
Fazilet Partisi Grubu adına üçüncü söz, İstanbul
Milletvekili Sayın Ali Coşkun'da.
Buyurun Sayın Coşkun. (FP sıralarından alkışlar)
FP GRUBU ADINA ALİ COŞKUN (İstanbul) – Sayın Başkan,
değerli milletvekilleri; sözlerime başlamadan önce, Grubum ve şahsım adına
hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının 5 inci bölümünü
oluşturan Avrupa Birliğiyle ilişkiler ve 6 ncı bölümünü oluşturan, Türkiye'nin
bölge ülkeleri ve diğer ülkelerle ekonomik ilişkileri konusundaki görüşlerimizi
bildirmek üzere söz almış bulunuyorum.
Değerli arkadaşlar, şunu hemen belirteyim ki, ülkemiz,
milletimiz ve mevcut devlet anlayışımız için, rahmetli Turgut Özal'ın
belirttiği gibi, bu yol sadece ince, uzun bir yol değildir; aynı zamanda,
dönüşü olmayan bir yola girmekteyiz. Bu sebeple, Avrupa Birliği olgusunu
günlerce tartışmamız; olayı, millete mal etmemiz; hep birlikte, bütün
kesimlerle uyum içinde çalışarak, konuyu, fevkalade ciddî olarak gündemde
tutmamız gerekmektedir; çünkü, bu olay, iyi ve kötü yönleriyle, tüm
toplumumuzu, ülkemizi ve gelecek nesilleri yakından ilgilendirmektedir. Avrupa
Birliğine girerken, bazı konularda egemenlik haklarımızı ipotek altına
aldırmakta olduğumuzu akıldan çıkarmamamız lazım. Konuyu iyi kavrayabilmek
için, ülkemizin konumunu da çok iyi anlamamız gerekmektedir.
2000'li yıllarda dünyada yeniden yapılanma başlayınca,
eski ideolojik ve siyasî dengeler, yerini, ekonomik, teknolojik, kültürel
zenginliklere ve bölgesel güçlere terk etmeye başladı. Türkiye, bütün Batı
ittifakları içinde yer almış, en zor günlerinde vecibelerini yerine getirmiş;
ancak, kazanılmış haklarını almaya geldiğinde, öncelikle Avrupa Birliği
dostları tarafından bu haklar yerine getirilmemiştir.
Değerli arkadaşlar, yıllarca, Batı'nın, Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetler Birliğiyle, komünist blokla en uzun hududunu paylaşan Türkiye,
doğunun, güneydoğunun, Karadenizin bugünkü geri kalmışlığını göze alarak,
bekçiliğini yapmıştır. Çünkü, kapalı sınırların yerleşim bölgelerinde kalkınma
olmaz ve bugünkü geri kalmışlığın zemini böyle hazırlanmıştır. Buna rağmen
Türkiye, zaman zaman dışlanmakla karşı karşıya kalmıştır.
Türkiye, dün olduğu kadar, bugün de ekonomik, sosyal,
kültürel bakımdan Batı'yı Doğu'ya (Asya'ya) bağlayan, İslam ülkelerine bağlayan
bir köprü durumundadır; ama, ne yazık ki, daha önce konuşan arkadaşların da
belirttiği gibi, Türkiye, politikalarında, bunu iyi değerlendirememiştir.
Değerli arkadaşlar, en güçlü müttefikimiz olan Amerika
Birleşik Devletleriyle, karşılıklı menfaat ilişkilerimizi fevkalade güçlendirme
durumundayız; ama, bundan önce komşularımızla, Türk cumhuriyetleriyle, İslam
ülkeleriyle, kültür birliği zemininde iktisadî ilişkilerimizi bugünkünden çok
daha ileriye götürme durumundayız. Uzakdoğu'yla ilgili ticaret hacmimizde, son
yıllarda beklenen artışlar olmamaktadır. Pasifik ve Asya ülkeleriyle olan
ilişkilerimizi de güçlendirmek, Türkiye'nin lehinedir; ancak, bu ilişkiler
geliştiği ölçüde Batı'yla; yani, Avrupa Birliğiyle pazarlık gücümüzü
artırabiliriz.
Değerli arkadaşlar, Bu yeni yapılanma düzeninde
Türkiye'ye bakış açısı şöyledir: -Bunu Clinton da ifade etmiştir-
"Türkiye, demokrasiyle İslamı uzlaştırarak, uyum içinde yaşayabilecek
örnek bir laboratuvar ülkedir" Avrupa Birliği gibi, güçlü bir sermaye
merkezinin, Kafkaslar, Ortadoğu ve Asya gibi, bir enerji merkezinin ve
Balkanlar, Afrika, Asya, Kafkaslar gibi, büyük bir pazar potansiyeli merkezinin
ortasında, âdeta, pergelin ayağıdır. Onun için Türkiye, bu yeni yapılanmada
önemli bir ülke durumundadır.
Önemli olan, Türkiye'nin teslimiyetçi politikalardan
vazgeçip, ülke menfaatlarını en üst düzeyde tutarak, önyargılardan uzak,
şahsiyetli politikalar gütmesine bağlıdır. Bu bakımdan, Birleşmiş Milletler,
NATO başta olmak üzere, İslam Konferansı Teşkilatı Ekonomik ve Ticarî İşbirliği Daimî Komitesinde -ki Başkanlığını
Türkiye yürütmektedir- ECO, yeni ismiyle EİT (Ekonomik İşbirliği Teşkilatı) bu,
yıllar önce RCD kuruluşu yıkılınca, onun yerine kurulmuş, Türkiye, Pakistan,
İran'la başlatılmış; ama, hedefi, Sovyet Sosyalist cumhuriyetler Birliğinin
yıkılmasıyla, yeni kurulacak Türk Cumhuriyetlerinin, Afganistan'ın
katılmasıyla, Asya'ya doğru büyük bir ekonomik güç oluşturması şeklindedir ve
Türkiye, bunun, lider ülkelerinden biridir; ancak, üzülerek belirtelim ki, son
aylarda İran'la geliştirilen olumsuz politikaların ışığı altında yeni
Cumhurbaşkanımızın bu toplantıya katılmaması da bir şansızlık olarak
değerlendirilebilir.
Hemen arkasından, D-8 ile ilgili ilişkiler, G-20 içinde
aldığımız görevi bilinçli olarak götürmek ve bölgemizin sorumluluğunda bu
çalışmaları taşımak. Word Trade Organization olarak bilinen Dünya Ticaret
Örgütünde çalışmalarımıza önem vermek. Hemen burada belirteyim ki, dünyanın
büyük ekonomik potansiyeli içinde, maalesef, Türkiye, ithalat hacminde binde 5,
ithalatta binde 7, müteahhitlik hizmetinde ancak yüzde 2 gibi bir pay alabilmektedir
ve bu, Türkiye'nin ekonomik pazarlık gücünü zayıflatmaktadır.
Üyesi olduğumuz OECD ülkeleri içindeki, başarılı
çalışmalarımızı devam ettirmemiz lazım ve ülkeler arasında şimdiye kadar yapmış
olduğumuz ikili anlaşmalara, dünden daha çok önem vermemiz lazım.
Ayrıca, gönüllü kuruluşların uluslararası ilişkileri,
aynı derecede önem arz etmektedir.
Değerli arkadaşlar, bunları niçin söylüyorum; işte,
kapısında beklediğimiz, kırk yıldır da sürdürdüğümüz Avrupa Birliği
ilişkilerinde, Türkiye'nin, masaya, mutlak surette, pazarlık gücünü artırarak
oturabilmesi lazımdır. Bunun da yolu, komşularıyla ve diğer ülkelerle olan
ekonomik gücünü, ilişkilerini artırmaktan geçer.
Cumhuriyetin kurucusu Atatürk, dışpolitikada
"yurtta sulh, cihanda sulh" sözünü söylemiştir; ama, bizim
politikada, üzülerek söylüyorum "yurtta sus, cihanda sus" politikası
izlenmiştir ve teslimiyetçi politikalarla Türkiye buraya gelmiştir.
Değerli arkadaşlarım, şimdi, Avrupa Birliğinin neden
kurulduğunu bir gözden geçirelim. 20 nci Yüzyıldaki büyük savaşlar, özellikle
İkinci Dünya Harbinden sonra, yanmış, yıkılmış Avrupa'da yeniden böyle feci bir
tabloyla karşılaşmamak için, 6 Katolik ülke, kendi aralarında, eğer ekonomik
işbirliğini, karşılıklı menfaatlarımızı geliştirirsek, savaşlara son veririz
düşüncesiyle masaya oturmuş ve Roma Antlaşmasını imzalamışlardır.
Tabiî ki, bunun yapılmasında ikinci bir korku, Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğinin, İkinci Dünya Harbinden sonra güçlenmesiyle
meydana gelen tehdittir. İşte, bunun için, önce, o gün için stratejik madde
olarak bilinen, Avrupa Kömür ve Çelik Birliği kurulmuş ve Avrupa Birliğinin
temelleri bunun üzerine atılmıştır. Hemen arkasından, 1950'li yıllarda Avrupa
Savunma Birliği teklifi getirilmişse de, başta Fransa'nın itirazıyla, bu
savunma birliği oluşmamıştır; ancak, bu yaşadığımız yıllarda, Batı Avrupa
Birliği şeklinde bir savunma hareketine başlanmış, şimdi de, Portekiz'deki,
biraz sonra değineceğim antlaşmayla, Avrupa Birliği Savunma ve Güvenlik Güçleri
kurulması kararı alınmıştır.
Avrupa Birliği kurulmasıyla, üç temel hedef
seçilmiştir. Birinci hedef, tek pazar, tek para, tek merkez bankasıyla ekonomik
entegrasyonu sağlamaktır. Bu sağlanmıştır ve Maastrich Antlaşması, bunda esas önemli unsurları ortaya koymuştur.
Avrupa Birliğinin, artık, tek bir merkez bankası vardır, Avrupa
Birliğine üye olacak ülkelerin merkez bankaları bu merkez bankasının şubesi
durumuna girecektir ve böylece, tek para birimi olan euro, 2002 yılından
itibaren bütün ülkelerde kullanılmaya başlanacaktır. Bu bakımdan, Türkiye,
tarih, kültür ve Müslüman yapısıyla çok kez benimsenmeyen, dışlanmış bir ülke
durumuyla karşı karşıya kalmıştır. Oysa ki, Avrupa Birliği, çok dinli -bunu
sonradan öğreniyoruz ki, çok dinden kasıt, Katolik, Protestan ve Ortodoks
beraberliğidir- çok kültürlü bir yapıyı hedeflemiş bulunmaktadır.
Değerli arkadaşlarım, bu siyasî entegrasyon
sağlandıktan sonra, yani, tek devlet yapısına kavuşulduktan sonra -ki,
konfederatif bir sistem olacaktır- bütün Avrupa Birliğine üye ülkeler federatif
devlet durumuna girecektir.
Üçüncü hedef ise, genişleme sürecidir. Bu süreçte,
Helsinki Zirvesinde, Türkiye'yle beraber 12 ülkenin daha adaylığı kabul
edilmiştir; 6'sı hakkında kesin, tam adaylık görüşmeleri başlamıştır -bunların
içinde Kıbrıs Rum da vardır- Türkiye ise 13 üncü sıraya konulmuştur. Şimdi,
düşünürsek, 12 Avrupa ülkesinden sonra Türkiye 13 üncü sırada bekletiliyordu;
şimdi, yine 13 üncü sıraya konuldu. Ben diyorum ki, acaba, Avrupa, 13 rakamını
uğursuz bildiği için, Türkiye'yi bu sırada bekletmekte midir?
Değerli arkadaşlarım, Avrupa Birliğinin belirlediği
değerleri ve amaçları paylaşma zorunluluğu Helsinki Anlaşmasıyla ortaya
konulmuştur. Helsinki Anlaşmasında ikinci önemli unsur, Kopenhang kriterlerine
uyum mecburiyetidir; bu, 4 üncü maddede yer almaktadır; 9 uncu maddede ise,
Kıbrıs sorunu 2004 yılına kadar Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri
aracılığıyla çözülemezse, bunun çözümü, Avrupa Birliği Konseyi kararına
bırakılmıştır. Bütün bunları bile bile, tekrar, sanki bu kriterlerde, mecburen
uyulması gereken bu hususlarda pazarlık hakkımız varmış gibi, şimdi, devletin
en üst kademelerinde tartışmalarla karşı karşıya kalıyoruz.
Değerli arkadaşlarım, Kopenhag kriterlerinde Türkiye'yi
fevkalade yakından ilgilendiren, diğer ülkeleri de ilgilendiren birçok husus
olmakla beraber, özgürlükler, insan hakları, güvenlik meselesi, adalet konusu,
hukuk devleti ve demokrasi konuları, taviz verilmeyen kriterler olarak önümüzde
durmaktadır. Ekonomide ise, serbest piyasa ekonomisi, rekabete dayalı bir pazar
yapısı, istikrarlı, makro ekonomik sorunlardan arınmış bir ekonomik yapı
istenilmekte ve bunların üzerinde taviz verilmeyeceği belirtilmektedir.
Bazı ekonomik hedefler ise, kısa olarak, şöyle
belirlenmiştir: Enflasyon binde 5 ilâ yüzde 5 olacaktır; faizler, üç ülkenin en
düşük faiz ortalamasından ancak yüzde 2 fazla olabilir. Bütçe açığı, gayri sâfi
millî hâsıla içerisinde maksimum yüzde 3 olacaktır; Türkiye'de, bilindiği gibi
yüzde 12'dir. Kamu borçları, gayri sâfi millî hâsıla içerisinde maksimum yüzde
60 olacaktır; şu anda, Türkiye'de yüzde 83'tür. Euro, Avrupa Birliği Merkez
Bankası limitlerine uyum sağlayacak ve kararlı, istikrarlı bir kur politikası
izlenilecektir.
Şimdi, bu gerçeklere nasıl uyulabileceği ve nasıl
halledileceği, bu konuştuğumuz, tartıştığımız Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma
Planı hedeflerinde göze çarpmamaktadır. Türkiye, bugüne kadar, kendi
vecibelerini büyük ölçüde yerine getirmiş; ama, daha önce de söylediğim gibi,
kazanılmış hakları kendisine verilmemiştir, anlaşmalara rağmen reddedilmiştir;
bunları hatırlayacağız. Emeğin serbest dolaşımında, hâlâ, bu hak verilmemiştir
ve turistlere, işadamlarına bile vize uygulanmaktadır; mal dolaşımı, kazanılmış
hak olduğu halde, Gümrük Birliği Anlaşmasına kadar kotalarla önlenmiştir ve
Dördüncü Malî Protokol yirmi yıldır yürürlüğe sokulmamıştır; miktarı az olmakla
beraber, prensip yönünden 600 milyon ecu değerindeki malî yardım, sunî
gündemlerle yapılmamıştır. Bu yapılmadı da, şimdi, Helsinki Kararları
sonrasında, Türkiye aday olduğu için, o anlaşmadaki kararlar çerçevesinde
yardım yapılıyor mu; hayır... Diğer ülkelere ve özellikle Doğu Avrupa
ülkelerine yapılacak yardımlar önümüzdeki on yılda 21 milyar euro olarak
belirlenmiştir, Türkiye'ye ise, vaat edilen yardımların henüz yirmide 1'i
gerçekleşmemiştir.
Değerli arkadaşlar, gümrük birliği deyince, fevkalade
önem taşımaktadır; çünkü, gümrük birliğine, Türkiye, siyasî karar organlarında
yer almadan sokulmuştur ve bununla birlikte, siyasî karar organlarının alacağı
her türlü karara, Türkiye, uymak mecburiyetinde kalmıştır. Bir tanesi, ortak
gümrük tarifesi dediğimiz, OGT; yani, üçüncü ülkelere uygulanacak vergilerdir.
Bunlar ortalama yüzde 5,1 nispetinde olduğu için, geçtiğimiz yıllarda, 1 Ocak
1996'dan itibaren Türkiye'ye üçüncü ülkelerden yapılan ithalatlar da cazip
olmuştur ve patlama noktasına gelmiştir.
Diğer taraftan, Avrupa Birliğiyle olan bütün gümrük
duvarlarımız kaldırıldığı için, dışticaret, Türkiye'nin aleyhine gelişmiştir.
1995 yılında yüzde 48,7 olan Avrupa'nın dışticaret payı, 1999 yılında yüzde
53,1'e, 2000 yılının dört ayında yüzde 54,7'ye çıkmıştır ve Avrupa Birliği ile
Türkiye arasında dışticaret açığı 11,4 milyar dolara ulaşmıştır; 2000 yılında
da, bunların olumsuz etkisiyle, Türkiye'nin dört yıllık dışticaret açığında
yüzde 370 gibi bir patlama olmuştur. Bu, fevkalade ürkütücüdür. Bugün dövizde
sorun gözükmemektedir; ama, bu belirtiler, gelecek yıl kur çapasının
kalkmasıyla, Türkiye'de büyük bir devalüasyonun eşiğine gelineceğinin çok üzücü
işaretleridir. Bununla ilgili de, Beş Yıllık Planda herhangi bir tedbir
görülmemektedir.
Değerli arkadaşlarım, vakit daraldı; çok şey
söylenilmesi gerekiyor.
BAŞKAN – Bitti.
ALİ COŞKUN (Devamla) – Efendim, Başkandan kalan 3
dakikalık hakkımızı lütfen...
Şimdi, eğri oturup doğru konuşalım. Avrupa Birliği
konusu millete mal edildi mi; devlet yönetiminin en üst kademeleri müşterek
politikalar oluşturabildi mi?
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN – Sayın Coşkun, süreniz tamamlandı efendim.
Mikrofonunuzu açıyorum; lütfen tamamlayın.
ALİ COŞKUN (Devamla) – Değerli arkadaşlarım, bunu,
Millî Güvenlik Kurulunun bir önerisi karşısındaki tabloda görüyoruz ve
fevkalade üzücü gelişmeler var. Şimdi, Avrupa Birliğiyle olan ilişkilerde yeni
bir sorun daha karşımıza çıkmış durumda. Size, sadece bir metin okumak
istiyorum: "Yetkili organların bu konudaki görüşü, halk, hâlâ, Avrupa
Birliği üyeliğinin ne anlama geldiğini bilmiyor. Egemenlik, tamamen değil; ama,
kısmen Brüksel'e verilecek" şeklindedir. Şimdi, biz, Avrupa Birliğine
girerek federe devlet olmayı kabul ediyor muyuz? Bunun kararını mutlak surette
vermemiz lazım. Hükümetin icraatında, bu işi topluma mal etme diye bir husus
görülmüyor. Bunu topluma mal ettik mi; millete sorduk mu; şu Yüce Mecliste
bunları tartıştık mı?.. Bu planı onaylamakla biz bunları kabul etmiş mi
olacağız? Bunları sormak istiyorum ve son olarak, hükümetin merkezî planlama
düşüncesinden kurtulmasını talep ediyorum; 40'lı yılların dayatmacı
zihniyetiyle bir yere gidemeyiz.
Bu hükümet iki unsur üzerine kuruldu: Bir tanesi
istikrar, öbürü ise uzlaşıdır. Şimdi görüyoruz ki, yoksullukta istikrarı
sağladılar; birbirlerini aklamada, menfaat bölüşmesinde de uzlaştılar!
Bu düşüncelerle, herkesin dikkatini çekiyorum ve
hepinizi saygıyla selamlıyorum. (FP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum efendim.
Saat 16.55'te toplanmak üzere birleşime ara veriyorum.
Kapanma Saati
: 16.39
İKİNCİ OTURUM
Açılma Saati
: 16.55
BAŞKAN :
Başkanvekili Nejat ARSEVEN
KÂTİP ÜYELER
: Mehmet ELKATMIŞ (Nevşehir), Melda BAYER (Ankara)
BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, 118 inci Birleşimin
İkinci Oturumunu açıyorum.
Çalışmalarımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz.
IV. – KANUN
TASARI VE TEKLİFLERİYLE KOMİSYONLARDAN
GELEN DİĞER
İŞLER (Devam)
1. – Uzun
Vadeli Strateji ve Sekizinci Beş Yıllık (2001-2005) Kalkınma Planının
Sunulduğuna Dair Başbakanlık Tezkeresi ve Plan ve Bütçe Komisyonu Raporu
(3/600) (S. Sayısı: 516) (Devam)
BAŞKAN – Komisyon ve Hükümet yerinde.
Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının görüşmelerinde,
şimdi, söz sırası, Doğru Yol Partisi Grubu adına, ilk olarak, Hatay
Milletvekili Sayın Mehmet Dönen'e aittir.
Buyurun Sayın Dönen. (Alkışlar)
DYP GRUBU ADINA MEHMET DÖNEN (Hatay) – Sayın Başkan,
değerli milletvekilleri; bugün, burada, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planını
görüşüyoruz. Sözlerime başlamadan önce şunu belirtmek istiyorum: Yürütme
organımız, hükümetimiz, hazırladığı bu beş yıllık kalkınma planına ne kadar
önem verdiğini, bu hükümet sıralarıyla bir kez daha ortaya koymuş oldu!
MEHMET EMREHAN HALICI (Konya) – Muhalefet de öyle!
TURHAN GÜVEN (İçel) – Bizim planımız değil.
MEHMET DÖNEN (Devamla) – Özellikle, iktidar partileri,
kendi iktidarının hazırladığı plana daha ciddî bir gözle bakmalı ve onu, daha
ciddî bir gözle gözlemlemeli ve onu yürütecek olan hükümet, ciddî biçimde bu
planın üstünde çalışmalı ve burada, Meclis çalışmalarına katılmalı diye
düşünüyorum.
Sayın milletvekilleri, 2001-2005 yıllarını kapsayan
Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planında, yılda, ortalama yüzde 6,7 oranında bir
ekonomik büyüme öngörülmekte, böylece, Kopenhag kriterlerine uyum için bir
ulusal program uygulamaya konularak, 2004 yılında Maastricht kriterlerine
ulaşılması hedeflenmektedir. Bildiğiniz gibi, Avrupa Birliği normlarında
"Kopenhag kriterleri" diye adlandırdığımız kriterler, demokrasi
kriterleri, Maastricht kriterleri dediğimiz kriterler ise, ekonomik
kriterlerdir.
Değerli milletvekilleri, bu planla, cumhuriyetin
yüzüncü yılına; yani, 2023 yılına kadarki dönemi kapsayan ve toplumsal dönüşümü
öngören uzun vadeli hedefler de benimsenmekte ve halen 2 900 dolar olan kişi
başına gelirin, 2023 yılında 20 000 dolarlara, Türkiye'nin toplam millî
gelirinin de 1,9 trilyon dolara ulaşması öngörülmektedir.
Değerli milletvekilleri, burada hemen belirtmek isterim
ki, 1960'lı yıllarda başlayan, hiçbir plan döneminde ulaşılmayan 6,7'lik büyüme
oranını hedef olarak belirlemek, gerçekçi bir yaklaşım değildir.
1960 ile 1970 arasındaki plana baktığımızda, büyüme
oranı yüzde 6,5 olarak gerçekleşmiş, 1970-1980 arasında yüzde 5,5 olarak
gerçekleşmiş, 1980-1990 arasında yüzde 4,5 dolayında gerçekleşmiş, 1990
sonrasında, 5 Nisan kararlarının hemen arifesinde; yani, 1995 ve 1996 yılları
dışındaki yıllarda büyüme oranı daha da düşmüştür. 1995 ve 1996 yıllarında,
Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı hedeflerini de aşarak, yüzde 7,7 büyüme
oranına ulaşılmıştır.
Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı döneminde,
birdenbire yükselerek 6,7'lere çıkması için, planda, haklı, mantıklı, yeterli
ve inandırıcı bir ekonomik analiz de yoktur.
Kalkınma planları, önceden belirlenmiş bir amaç setine
ulaşmak amacıyla, bir ulusun temel ekonomik değişikliklerinin düzey ve
büyüklüğünü etkilemek, yönlendirmek ve uzun dönemde ekonomik karar almayı
koordine etmek üzere hükümetçe yapılan bilinçli programlardır.
Sayın milletvekilleri, planlama, geleceği düşünmektir,
geleceği kontrol etmektir. Plan ve programsız toplum, yön duygusunu yitirmiş
bir toplumdur. Bugün, başta Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya olmak üzere,
pek çok gelişmiş, çağdaş ekonomi, plan enstrümanından yararlanmaktadır.
Örneğin, stratejik makro planlama yaklaşımının dünyadaki ilk uygulayıcılarından
birisi olan Amerika Birleşik Devletleri eski Başkanlarından Roosevelt'tir.
Roosevelt tarafından 1933'te başlatılan New Deal adlı, yani 1929 bunalımının
neden olduğu ekonomik ve sosyal çöküntüyle büyük boyuttaki işsizliğe çare
bulmak amacıyla geliştirilen plandır.
Başkan Clinton döneminde de stratejik plan yaklaşımının
benimsendiği bilinmektedir. Bu stratejinin temel unsurlarını, Başkan Yardımcısı
Al Gore "dünyanın içinde bulunduğu bu karmaşa döneminde, büyüme konusunu,
Amerika, kendi akışı içine bırakamaz ve bırakmayacaktır. Amerika, büyümeden
yana politikalara her zamankinden daha güçlü sarılacaktır" diyerek,
planlama anlayışını ortaya koymuştur.
Amerika Birleşik Devletleri, büyüme politikasını, bütçe
dengesi, devletin yeniden yapılandırılması ve kuralların azaltılması, eğitim ve
ar-ge yatırımlarının geliştirilmesi ile küresel ilişkilerin geliştirilmesi
ilkelerine dayandırmaktadır.
Değerli milletvekilleri, Japonya da, uzun dönemli
planlarıyla tanınmakta. Son olarak, Temmuz 1999'da, 2010 yılına kadarki dönemi
kapsayan İdeal Sosyoeokonomik Yapı ve Ekonomide Yeniden Doğuş Politikaları adlı
plan yürürlüğe konulmuştur. Bu planla ulaşılması amaçlanan ideal sosyoekonomik
yapının temel kavramları çeşitlilik ve yaratıcı yeniliktir. Bu yapıda, ulusal
ekonomi, azalacak olan nüfusa rağmen büyümesini sürdürecek, bilgi toplumuna
ulaşmayı, düşük doğum oranı ve yaşlanan nüfus nedeniyle ortaya çıkacak
sorunları çözmeyi, küreselleşmeden yararlanmayı, çevre kısıtlarıyla yaşamayı
amaçlamaktadır ve bu yeni yapının temelini, bağımsız ve özgür bireylerin
oluşturacağını da açık bir biçimde kararlaştırmıştır.
Değerli milletvekilleri, biz, hâlâ, düşündüğü için
insanları hapishaneye atarken, herhalde, bu planın arkasına, özgür düşünen
insanın dinamiğini koyamayacağız. Onun için de, baştan, bu planın başarılı olma
şansı yoktur.
Bakın, 1917 Bolşevik devrimiyle başlayan merkezî
planlama anlayışının arkasında da bireysel özgürlüklere dayalı insanın dinamiği
yoktu. O dinamik insandan yoksun, özgürlüklerden yoksun, halkın taleplerini
algılamadan yoksun merkezî planlamaların geldiği nokta, çok açık biçimde
ortada.
Değerli milletvekilleri, yukarıda, temel ilkeleri
açıklanmaya çalışılan Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya plan uygulamaları,
çağdaş piyasa ekonomilerinin örnek alması gereken plan yaklaşımlarıdır.
Hükümetçe hazırlanan Sekizinci Beş Yıllık Planı,
maalesef, hedef ve misyonu olmayan, önceki planların genel içerik ve sistematiğini
tekrar eden bir metin niteliğindedir. Bütünsellikten yoksun bu metinde,
ekonomi, sektörler itibariyle ve birbirinden ayrı kategoriler halinde ele
alınmakta; ancak, ulaşılmak istenen hedefler açık, inandırıcı ve kararlı bir
biçimde ortaya konulamamaktadır.
Değerli milletvekilleri, hatırlanacağı gibi, Birinci
Kalkınma Planı, onbeş yıllık bir perspektif ortaya koymuştu ve bu plan,
kalkınmayı öne çıkaran bir plandı. Daha sonraki İkinci Plan, yirmiiki yıllık
bir perspektifle hazırlanmış ve ana hedefleri, Avrupa Birliğiyle entegre olmayı
amaçlamaktı. Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı ise, vizyonu ve perspektifi
olmayan bir plandır. Planda ulaşılması hedeflenen rakamsal hedefler gerçekçi
olmadığı gibi, planın yapısal bir dönüşüm iddiası da yoktur.
Yapısal dönüşümü gerçekleştirmeden, öngörülen rakamsal
büyüklüklere ulaşılması imkânsızdır. Kaldı ki, bu rakamsal hedeflere,
konjonktürel olarak ulaşılsa bile, yapısal reformlar gerçekleştirilmeden bunun
kalıcı ve sürekli olmayacağını da herkes bilmektedir.
Yapısal dönüşümü öngörmeyen, reel sektörün gelişmesini
amaçlamayan bir kalkınma planıyla varılabilecek esaslı ve iddialı bir hedef de
bulunmamaktadır.
Kısaca, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, ana
ekonomik sektörler itibariyle, istatistiksel veriler ihtiva eden,
perspektifsiz, hedefsiz, misyonsuz bir metin olarak önümüzde durmaktadır.
Ülkemizde uzunca bir süredir, malî sektör çıkışlı
ekonomik bir sıkıntı yaşanmaktadır. Bu durumun temel nedeni, kamunun finansman
açığıdır. Bu açıklar, kısa dönemde bazı radikal önlemlerle kontrol altına
alınabilir. Uygulanan ekonomik rehabilitasyon politikası da bunu
amaçlamaktadır; ama, sorunların kalıcı bir biçimde çözümlenebilmesi, ancak,
reel ekonomide sağlanacak yapısal dönüşümlerle mümkün olacaktır. Bunun da yolu,
yeni bir perspektif ve stratejik makroplan çerçevesinde, ülke kaynaklarını,
Türkiye'yi 21 inci Yüzyılın bilgi çağına taşıyacak şekilde seferber etmeye
bağlıdır.
Sayın milletvekilleri, son günlerde, özellikle, Avrupa
Birliği ve Kıbrıs konusu çok güncel olduğu için, Cumhurbaşkanımızın, Kıbrıs'a
giderek, orada bazı açıklamalar yapmasını da göz önüne alarak, burada, Avrupa
Birliğiyle ligili birkaç söz söylemek istiyorum.
Değerli milletvekilleri, aslında, Helsinki doruk
toplantısında alınan kararlarla, Türkiye, Avrupa Birliğiyle bütünleşme
sürecinde çok önemli bir aşamayı kaydetmiştir. Helsinki kararlarını, iki ayrı
şekilde değerlendirmek gerekmektedir. Adaylığımızın tescil edilerek karara
bağlanmasını çok önemli bir kazanım olarak görüyoruz; ancak, bu, Kıbrıs ve Ege
konularında hükümetin verdiği ödünle ilgili eleştirileri de ortadan kaldırmaya
yeterli bir neden değildir. Hükümet, her ne kadar, koşul olmadığını ve pazarlık
yapılmadığını iddia etse de, ortada bir ödün olduğu da apaçık görülmektedir.
Bir müzakere sürecine dayandığı görülen ve Ankara'nın onayladığı metinde yer
alan Kıbrıs ve Ege ile ilgili düzenlemeler, açıkçası, ulusumuzu rahatsız
etmektedir.
Yunan Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu'nun, Helsinki
toplantısında alınan kararlarla ilgili olarak önemli bir saptaması var. Yunanlı
Bakan "artık, bundan sonra, Kıbrıs ve Ege sorunu, Avrupa Birliğinin sorunu
durumuna gelmiştir" diyor. Gerçekten, sonuç olarak da, bu kazanım,
Yunanistan'ın lehine görünmektedir; oysa, Yunanistan karasularının 12 mile çıkarılması
kabul edilemez. Bu, yalnızca Türkiye için değil, Karadenize kıyısı olan ve
Boğazlardan geçiş yapan ülkeler için de çok ciddî bir sorun olarak karşımızda
durmakta.
Öte yandan, Helsinki kararlarıyla, Kıbrıs Rum
tarafında, Avrupa Birliğine üyelik yolu açılmıştır. Oysa, Avrupa Birliğinin
dört büyük devleti, önceki yıl, bir bildiri yayınlayarak, Kıbrıs sorunu
çözülmeden Kıbrıs Rum tarafını Avrupa Birliğine almayacaklarını kesin bir dille
açıklamışlardır; ancak, şimdi, açık bir tavır değişikliğiyle, Kıbrıs sorunu
çözülmese de üyelik başvurusunu değerlendirebileceklerini ifade etmektedirler.
Yani, Kıbrıs Rum tarafının üyeliğinin önü açılıyor.
Kaldı ki, bu durum, Kıbrıs Anayasasına da apaçık
aykırıdır; çünkü, Kıbrıs Anayasasına göre, Kıbrıs'ın, Türkiye ve Yunanistan'ın
eşzamanlı olarak içinde bulunmadığı bir uluslararası örgütlenmeye girmesi
olanaklı görünmemektedir. Hükümet, Kıbrıs konusunda kendisiyle de çelişki
içerisindedir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti tanınmazsa, müzakerelere
oturmayacağını, konfederasyon kabul edilmediği takdirde başka bir konu
görüşmeyeceğini söyleyen hükümet, bu koşullar yerine getirilmediği halde
görüşmeleri sürdürmektedir.
Sayın milletvekilleri, şimdi, Türkiye'nin, hızla bu
sorunları çözmesi ve Avrupa Birliği için yapacağı çalışmaları planlaması
gerekir. Geleceğimiz için çok önem taşıyan bir dönemin içine girmiş
bulunuyoruz. Aslında, yapılması gerekenleri hepimiz biliyoruz. Öncelikle,
eşgüdüm konusunu çok önemseyerek ve Dışişleri Bakanlığımızın da birikimlerini
gözardı etmeden, bu çalışmaları yürütecek, planlayacak ve ilişkileri kuracak
yeni bir yönteme, yeni bir düzenlemeye ivedilikle ihtiyaç olduğu kanısındayız;
ama, bu, bugünkü hükümetimizin kurmaya çalıştığı bir "Avrupa Birliği Genel
Sekreterliği" olmamalıdır. Bununla, ya hükümet Avrupa Birliğine katılmayı
hafife almakta veyahut da bu konuyu, böyle bir genel sekreterlikle çözmeyi
amaçlayarak, çok büyük bir yanılgı içinde olmaktadır.
Değerli arkadaşlarım, Türkiye, Anadolu kimliğiyle,
Türk-Müslüman kimliğiyle ve Anadolu'daki bütün inanç ve etnik gruplarıyla bu
fırsatı çok iyi değerlendirmeli, siyasî ve iktisadî koşullarda, insan hakları
konusunda, kurumsal yapılanmalar konusunda gerekli düzenlemeleri vakit
geçirmeden yerine getirmelidir.
Türkiye'nin, aday ülke gibi, Avrupa Birliği mevzuatına
uyum sağlaması gerektiği bilinmektedir; ancak, bu bir şablon, tüm konularda
âdeta bir hap gibi yutturulması olarak da gözlenemez. Türkiye, tabiî ki,
müzakerelerde özgürlüğünü, gereksinimlerini ve beklentilerini dile
getirmelidir. Bunun için, önce Avrupa Birliği projesinin temel parametrelerini
ortaya koymalı, bir ufuk tanımlaması yapmalıdır hükümet. Eğer, hükümet, bu
tanımlamayı yapma yerine, hükümeti oluşturan siyasî partilerin liderlerinden
birisi gidip "Avrupa Birliğine katılmamız Diyarbakır'dan geçer"
dedikten ve Ankara'ya döndükten sonra, öbür iktidar partisinin genel başkanı
buna karşı demeç verir; yine, Güneydoğu'ya giden Başbakanımız, orada, Avrupa
Birliği kriterlerine, normlarına uygun demeçler verir, buraya gelir, hükümetin
diğer kanadı "biz, böyle bir karar almadık" derse, yani, kısacası,
hükümetin, kendi içinde, Avrupa Birliği kriterlerine ve normlarına uygun bir
görüş birliği yoksa ve bunları yapacak yerde, kurt-güvencin tartışmalarına işi
götürürlerse, Avrupa Birliği normlarını yakalamamız, gerçekten güçleşir değerli
milletvekilleri.
İSMAİL AYDINLI (İstanbul) – Kurt-kuş edebiyatıyla ne
alakası var Avrupa Birliğinin?!
MEHMET DÖNEN (Devamla) – Çok şeyle alakası var. Eğer,
Avrupa Birliği normlarını yakalayacaksanız sayın milletvekili...
İSMAİL AYDINLI (İstanbul) – Siz savunmuyorsunuz...
BAŞKAN – Efendim, müdahale etmeyelim lütfen hatibe.
MEHMET DÖNEN (Devamla) – Eğer, bu kriterleri...
Hükümetin, kendi içinde bir netlik kazanması gerekir. Yani, demokrasi
normlarından siz ne anlıyorsunuz, diğer ortaklarınız ne anlıyor...
İSMAİL AYDINLI (İstanbul) – Siz çok şey anlıyorsunuz!..
BAŞKAN – Sayın Aydınlı, lütfen müdahale etmeyin
efendim.
MEHMET DÖNEN (Devamla) – ...Bunları, çok iyi ortaya
koymak ve netleştirmek zorundasınız.
İSMAİL AYDINLI (İstanbul) – Siz çok şey anlıyorsunuz!..
MEHMET DÖNEN (Devamla) – Yani, bunun yerine, bir
kurt-kuş tartışmasının bizim için olumsuz olduğu görüşünde olduğumuz için
söylüyoruz. Bunlara girmeyin, bunlara gerek yok.
İSMAİL AYDINLI (İstanbul) – Siz çok şey anlıyorsunuz!..
BAŞKAN – Efendim, acaba, anlaşılmıyor mu, duyulmuyor mu
ikazım Sayın Aydınlı?!
İSMAİL AYDINLI (İstanbul) – Ama, alakası olmayan
şeylerden bahsediyor!
BAŞKAN – Sayın hatip, siz de, lütfen, Genel Kurula
hitap edin efendim.
Buyurun.
MEHMET DÖNEN (Devamla) – Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; aslında, Avrupa Birliğinin kriterlerinin, yani, demokratik
kriterlerinin ne kadar önemli olduğunu, bu, elimizdeki Sekizinci Beş Yıllık
Kalkınma Planını iyi inceler ve irdelersek, çok açık bir biçimde görürüz.
Şimdi, Sekizinci Beş Yıllık Plandan önceki Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı
da, bu Sekizinci Beş Yıllık Plan içerisinde özetler halinde sunulmuştur. Bu,
Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planının bir bölümünü, Doğru Yol Partisinin
içerisinde bulunduğu iktidar grubu yönlendirmiş, diğer bir bölümünü de, bugünkü
iktidarın büyük ve küçük ortaklarının içerisinde bulunduğu bir iktidar
yönlendirmiş.
Değerli arkadaşlarım, 1997, Yedinci Beş Yıllık Kalkınma
Planında tıpkı bir milat gibi. Bunu, ben söylemiyorum; bunu, buradaki rakamlar
söylüyor. Bakın, Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planında, 1995 ve 1996 ayrı bir
kategori olarak yer almış; yani, 1994'te 5 Nisan kararlarını almış bir
iktidarın uyguladığı ekonomik polikitalar sonucunda ortaya çıkan rakamlar var, bir
de, 1997'den sonra ortaya çıkan rakamlar var.
Değerli milletvekilleri, 1995 ve 1996 yıllarında,
Türkiye'nin en büyük ulusal büyüme, kalkınma rakamlarına ulaşılmıştır; yüzde
7,7. Türkiye, o dönemde, OECD ülkeleri arasında kalkınmada en önde gelen ülke
olarak seçilmiştir; ama, 1999'a geldiğimizde, 1995'te ve 1996'da yüzde 7,7 olan
büyüme, eksi yüzde 6'lara düşmüştür.
ALİ TEKİN (Adana) – 1994'ten de bahsedin!..
MEHMET DÖNEN (Devamla) – 1994'ü de konuşuruz... Biz,
burada bıraktığımız Türkiye'yi, siz, nereye getirdiniz; onun analizini
yapıyoruz. Bunu, ben yapmıyorum, bunu, iktidar olarak siz yapmışsınız, burada
yazıyor.
İSMAİL AYDINLI (İstanbul) – Siz, CHP'den geldiniz Sayın
Dönen; döne döne geldiniz!..
MUSTAFA ÖRS (Burdur) – Sen, kürsüden konuş, oradan konuşma!
BAŞKAN – Değerli milletvekilleri...
MEHMET DÖNEN (Devamla) – Ben, nereden geldiğimi ve
kökümü çok iyi bilen bir politikacıyım.
BAŞKAN – Sayın Dönen, siz, Genel Kurula hitap edin
efendim.
MEHMET DÖNEN (Devamla) – Yani, onu da, her zaman, her
yerde, her koşulda, her zeminde sizinle tartışırım.
İSMAİL AYDINLI (İstanbul) – Tartışalım...
MEHMET DÖNEN (Devamla) – Ama, sizin bugünkü
teslimiyetçi politikalarınızı, hiçbir zaman izlemedim ve izlemek durumunda da
değilim. (DYP sıralarından alkışlar)
İSMAİL AYDINLI (İstanbul) – Alakasız...
MEHMET DÖNEN (Devamla) – Şimdi, sayın milletvekilleri,
Sekizinci Beş Yıllık Planı alır, okursanız, buraya bunu okuyarak gelirseniz,
benim söylediklerim, buradaki analiz... Şimdi, burada diyorsunuz ki, kalkınma
hızı, 1995 ve 1996 yıllarında; yani, Doğru Yol Partisinin iktidar olduğu o
dönemlerde 7,7. Peki, Türkiye'de, bu
dönemde, gayri safî millî hâsıla, 1995 yılında 2 835 dolarken, 1997 yılına
geldiğimizde, 1998 yılına geldiğimizde, bu performansla 3 244 dolara gelmiş. Bunu,
biz, eğer, satın alma paritesine göre hesap edersek, 5 734 dolar olan 1995'deki
satın alma gücü, 1998 yılında 6 700 dolara çıkmış. Bu, bizim uyguladığımız o
dönemdeki ekonomik politikanın bir sonucu olarak çıkmış.
ALİ TEKİN (Adana) – Peki, enflasyon?..
MEHMET DÖNEN (Devamla) – Enflasyonu da konuşacağız...
Enflasyonu, her şeyi konuşacağız.
Değerli arkadaşlarım, bakıyoruz, 1999 yılına
geldiğimizde, ekonomi yüzde 6,5 oranında küçülmüş. Millî gelir, 3 244 dolardan
2 900 dolara düşmüş. Bakıyoruz, satın alma paritesine göre, 6 700 dolardan 5
500 dolarlar seviyesine geri düşmüş. Yani, bizim bıraktığımız Türkiye'den,
bugüne, Türkiye, fakirleşmiş. Biz, bunu söylüyoruz. Biz, söylemiyoruz, siz
söylüyorsunuz; iktidarın hazırladığı program söylüyor.
Şimdi, değerli milletvekilleri; bunu da neye
bağlamışız; demişiz ki, o dönemde, Asya ve Rusya krizleri vardı, bu krizlerin
etkisiyle, biz, ekonomiyi küçülttük, ekonomi daraldı.
Peki, sayın milletvekilleri; Asya ve Rusya kriziyle
ilgili de, 1997'de, 28 Şubat sürecinde demokrasinin kesintiye uğramasının,
burada hiç mi etkisi yok?!.
Şimdi, siz, demokrasiyi kesintiye uğratır ve o gün,
hatırlayın, Türkiye'deki bazı kebapçıları bile yasak listelerine alarak,
sermayeyi, yeşil, kırmızı, sarı diye renklere ayırırsanız, sermayeyi,
Türkiye'de tutabilir misiniz?.. Sizin, Türkiye'de sermayenin rengine değil,
Türkiye'de, sermayenin yeşerebileceği, işe, aşa dönüşebileceği ortamı
yaratmanız lazım. Var olan sermayenin de, Türkiye'de koşullarını, sermaye
piyasası koşullarını adil bir biçimde, herkes için ugulanabilir bir biçimde
koyarsınız, gayri meşru sermaye akışları varsa bunları da önlersiniz.
Değerli milletvekilleri, yine, o dönemleri hatırlayın;
bu ekonominin küçülmesinde, bu Meclisin kürsüsünden vergi reformu diye
adlandırılıp, ondan sonra da, vergi reformu diye adlandırılanlar tarafından
yeniden değiştirilen vergi yasalarının hiç mi payı yok?.. Yani, o günün
gazetelerine bakarsanız, çıkan o vergi yasalarıyla birlikte, kimilerine göre 15
milyar dolar, kimilerine göre 20 milyar dolarlık çok önemli bir kaynağın
Türkiye'den dışarı gittiğinin yazıldığını görürsünüz.
Şimdi, malî milat koyacaksınız, bir müddet sonra
vazgeçeceksiniz... Yani, ekonomiyi yaz boz tahtasına çevireceksiniz,
yatırımcıyı önünü göremez hale getireceksiniz, ekonomiyi küçülteceksiniz ve
ondan sonra da, burada, bu ekonomik performasta, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma
Planının hedeflerini tutturacaksınız... Bu, mümkün değil.
Değerli milletvekilleri, yine bu plana baktığımızda,
1995 ve 1996 yıllarında, ihracatımız, ortalama olarak yüzde 10,5 dolayında
artmış. Peki, 1999'da ne kadar artmış; yüzde 1,5 dolayında artmış. Kamu
borçlanma gereksinimi, o dönemlerde, özellikle 1995-1997 arasında yüzde 8,6
imiş, 1999'da yüzde 14,2'ye yükselmiş.
Değerli milletvekilleri, görüyoruz ki, kalkınma
planları, onu uygulayan iktidarların anlayışıyla ve uygulama biçimiyle çok
yakından ilgili. 1995 ve 1996'da uygulanan ekonomik politikayla ilgili alınan
sonuçlar çok olumlu, her alanda olumlu; ama, 1997'den sonra, alınan kararlar
sonucunda ekonominin geldiği nokta, hepimizin gözleri önünde.
Değerli milletvekilleri, bugün iktidar ortağı
partilerden birisi "geçen dönem biz yoktuk, biz yeni ortağız, yeni bir
anlayışla olaylara yaklaşıyoruz" diyebilir; ama, uygulanan ekonomik
politikaların bugününe baktığımızda, bugünün ilk 5 ayına baktığımızda, imalat
sanayiinde ilk iki ayda bir büyüme trendi görülmekle birlikte, bu trend, şimdi,
aşağı doğru inmeye başlamıştır; yani, ekonomi tekrar küçülmeye başlamıştır,
işsizlik oranı tekrar artmaya başlamıştır.
MURAT AKIN (Aksaray) – Aynen 1999'daki gibi.
MEHMET DÖNEN (Devamla) – Değerli milletvekilleri,
uygulanan ekonomik politikaların sonucu olarak, özellikle imalat sanayiinin
küçülmesine ve diğer sektörlerin küçülmesine göz atarsak, önümüzde, bu
programın başarılı olması için hiç de önemli sebep olmadığı noktasında hepimiz
birleşiriz.
BİROL BÜYÜKÖZTÜRK (Osmaniye) – Yanlış bir cümle!
MEHMET DÖNEN (Devamla) – Ben, yanlış düşünüyorsam,
gelirsiniz, Milliyetçi Hareket Partisinin adına, burada, dersiniz ki, siz
yanlış düşünüyorsunuz, biz doğru düşünüyoruz.
Değerli milletvekilleri, bakın, ilk beş ayda 10,5
katrilyon vergi toplamışız. Ne kadar borç; 11,7 katrilyon borç ödüyoruz. 10,5
katrilyon vergi topluyoruz, 11,7 katrilyon borç ödüyoruz. Büçte hedeflerine
bakıyoruz; bütçe hedeflerimiz tutuyor mu diye bakıyoruz: 2000 yılı bütçemiz
14,5 katrilyon civarında bir açık öngörüyor, ilk beş ayında 7,5 katrilyon açık
şimdiden var; yani, işçiye hiçbir şey vermemek, memura hiçbir şey vermemek...
MAHMUT ERDİR (Eskişehir) – Sizden öğrendik!..
MEHMET DÖNEN (Devamla) – ... çiftçiye hiçbir şey
vermemek adına yine de ekonominin gelişen trendi, makro ekonomik dengesi olumlu
yönde değil. Biz, buradan bunu söylemek istiyoruz.
Şimdi, uyguladığınız ekonomik politikaları uygulayan
ülkeler var. Özellikle, bugün, bizim tarım politikamızı Dünya Bankası adına
yürüten ve burada, daha önce gördüğümüz birliklerin yeniden yapılanmasını
sağlamaya çalışan Dores Palmaev, aynı zamanda Macaristan'ın da bu tür agro
sanayiini, yani gıda ve tarıma dayalı sanayiini yeniden yapılanma programı
içerisinde değerlendirmiş, orada, tıpkı bizde olduğu gibi, çok önemli radikal
tedbirler almışlar.
Sayın milletvekilleri, Macaristan ve Polonya'ya
gittiğinizde, gerçekten, bu agro sanayi diye adlandırdığımız sanayiin, yerle
bir olduğunu, yok olduğunu görürsünüz. Buralarda, özellikle Avrupa'nın
sübvansiyonlu ve birim alandan yüksek verim aldıkları gıdaların, yok olan bu
gıda sanayiinin yerini aldığını görürsünüz; pazarlarında, Avrupa Birliğinin
mallarını görürsünüz; yok olmuş bir sanayi görürsünüz. Aynı kişi, şimdi, bizi
yönlendiriyor; bizim tarım politikamızda önemli bir söz sahibi olarak, burada,
projelere katılıyor.
Sayın milletvekilleri, hükümetimizin uyguladığı tarım
politikalarıyla ve son açıkladığı buğday taban fiyatlarıyla ilgili bir şey
söylemek istiyorum. Hükümetimizin, tarım politikasında, özellikle taban fiyat
politikalarını uygularken, dünya fiyatını uyguladığı söylendi; ama, bakın,
dünya fiyatlarını değil, Avrupa Birliği fiyatlarına bakarsanız, Avrupa
Birliğinde ekmeklik buğdaya ne verilir: Birincisi, Avrupa Birliğinde, bir
müdahale fiyat verilir. İşte, o müdahele fiyat dediğimiz fiyat, aslında, bizim
dünya piyasası diye algıladığımız fiyat. Ancak, daha sonra, bu müdahale fiyatı
-bizim, şimdi, 91 000 lira falan dediğimiz- ekmeklik buğdayın oradaki, Avrupa
Birliğindeki fiyatı, 119 ECU olarak açıklanmış. Bu, 1997, 1998, 1999 yılları
için verilen veriler. Telafi edici...
NECATİ ALBAY (Eskişehir) – Toplam ne ediyor?
MEHMET DÖNEN (Devamla) – Onları, şimdi, söyleyeceğim.
Telafi edici ödeme olarak, ton başına 54,34 ECU
verilmiş. Yine, bizde de söylendi, işte, bu aylık artışlar yüzde 1 olarak, 1
ECU olarak aylık belirlenmiş. Yine, çevre dönüşüm, kırsal gelişme ve
değerlendirme desteklemeleri adı altında 50 ECU verilmiş bunlara ek olarak ve
bilinmeyen, gizli olarak sürdürülen 30 ECU'da, öylece, bir sübvansiyon
verilmiş.
Şimdi, bunlar, topladığınız zaman, ton başına 254,5 ECU
ediyor; yani, ton başına, Avrupa Birliğinin buğdaya verdiği 254,4 ECU. Şimdi, değerli
milletvekilleri, 1 ECU, sanıyorum 0,95 civarında falan veya 1'e 1 deseniz 254,5
dolar. Şimdi, 254,5 dolar ne yapar; 630 000 liradan, hesabını siz yapın.
Herhalde, bugünkü verdiğimiz fiyatların aşağı yukarı iki katına yakın, belki,
tam iki katı değil; ama, iki katına yakın bir fiyat oluşmakta.
Şimdi, Avrupa çiftçisi, hem birim alandan yüksek verim
alacak -girdisini de destekliyorlar, işte, 30 ECU dediğimiz o girdi destekleri-
hem eline, ton başına, bu kadar yüksek fiyat geçecek. Türkiye'de, birim alandan
düşük verim alan tarım işletmeleri, aynı zamanda da, ton başına, Avrupa
Birliğinin yarısı kadar bir taban fiyatıyla değerlendirilecek; bunu, kabul
etmek mümkün değil sayın milletvekilleri. Böyle bir şeyi Türkiye'nin kabul
etmesi mümkün değildir. Biz size tabanfiyatı yüksek verin demiyoruz. Biz
diyoruz ki, çiftçiye kaynak aktarın, yeni koşullar, yeni gereksinimler
doğrultusunda çiftçiye kaynak aktarın.
Bakın, Amik Ovasında ve Çukurova'da -burada birçok
milletvekili arkadaşlarımız var- buğday bitti, şu anda tek bir tarlada buğday
yok; ama, daha, Toprak Mahsulleri Ofisinin fiyatı belli değil; kaç liraya
satacağı belli değil. Toprak Mahsulleri Ofisi buğday almamak için çok
direniyor. Ben, akşam, daha yeni geldim, çok ilginç, tüccarlar diyor ki: Eğer,
hükümet tabanfiyat açıklamasaydı, hiç açıklamasaydı, geçen yıl 75 000-80 000
liradan aldığımız buğdayı, bu sene 95 000 ile 100 000 lira arası düşünüyorduk;
ama, hükümet tabanfiyatı açıklayınca ve hâlâ, yirmi gündür, Toprak Mahsulleri
Ofisinde 25 kuruş ödenmediğini görünce, tüccarlar da, 81 000-82 000 liraya, 83
000 liraya çektiler fiyatı.
Şimdi, bunun adı beceriksizlik, bunun adı ülkeyi
yönetememek! Bunun adı ülkeyi yönetememek! Bu ülkenin bakanlık makamında
oturanların, o makamı kendi lüksü için kullanma şansları yoktur; bu milletin
adına orada oturdukları için, bu milletin adına çözüm üretmek, bu milletin
sorunlarını çözmek zorundalar. Bilmiyorlarsa, kalkarlar, bilen oturur ve o
işleri yapar.
Sayın milletvekilleri, planları eleştirmek kolay,
planlar hakkında çok şey söyleyebiliriz; ama, siz iktidar olduğunuzda ne
yaparsınızın cevabını da birlikte burada vermek zorundayız; yani, biz bu
planları eleştirirken, 21 inci Yüzyılın ufuk yüzyılı olduğunu ve ülkelerin,
insanların ufukları kadar yol alabileceğini varsayarak, ona göre bir planı
yapardık; ama, daha, kendi bir yıllık bütçesini bile tahmin edemeyen bir
hükümetin, yirmi yıllık bir perspektifi tayin etmesi mümkün değildir. Biz bunu
söylemek istiyoruz.
Sayın milletvekilleri, Türkiye, ciddî bir yol ayrımında.
Türkiye, özellikle Osmanlı döneminde, sanayileşme sürecine yüzelli yıl geç
başlayarak önemli bir gecikmeyi, önemli bir aksamayı gösterdi. Bu gecikmenin
etkilerini bugüne kadar görmekteyiz.
Sayın milletvekilleri, Osmanlı Devletinin gecikmesiyle,
kısacası sanayileşmenin gecikmesiyle, sanayiin temel değeri olan makine ve onun
yarattığı paradan çok uzun bir süre yoksun kaldık; yani, çok uzunca bir süre,
ülke olarak, Anadolu insanı olarak kaynak sıkıntısı çektik.
Değerli milletvekilleri, sanayi toplumunun temel güç
kaynağı, makine ve onun ürettiği temel ekonomik değer de paradır. Yani, sanayi
öncesi toplumun temel değeri kaba güç, sanayi toplumunun temel değeri para ise;
yani, kaba gücü para manivela ediyorsa -önümüzdeki sürecin temel gücü bilgi
olarak kabul ediliyor- para ve kaba gücü bilgi manivela ediyorsa, bilgi
yönlendiriyorsa, Türkiye'nin, bilgi çağını yakalamak gibi, çok önemli bir
misyonu vardır. Halen endüstrileşememiş, yani, sanayileşememiş, yarı
sanayileşmiş bir ülke olarak, ülkemiz, eşzamanlı olarak, hem sanayileşmesini
tamamlayacak hem de bilgi çağının normlarını ve kurumlarını yaratacak
çalışmalar içerisinde olacaktır.
Değerli milletvekilleri, o zaman, bizim işimiz,
özellikle, sanayileşmiş ülkelerin işinden kat kat daha fazla; kaynaklarımızı,
bir taraftan sanayileşmeye ayırırken, bir taraftan da bilgi çağının yeni
kurumlarına doğru yönlendirmek durumunda olduğumuzu varsayarsak, hem genç
nüfusu olan hem işsiz sayısı yüksek olan bir toplumda, siz, imalat sanayiini,
yani, sanayileşmeyi aksatamazsınız, yok sayamazsınız; ama, bugünkü dünyanın bir
gerçeği olan bilgi çağını da yok sayamazsınız.
Sayın milletvekilleri, burada, hükümetimizin çok ciddî
bir tercih yapması söz konusu; hatta, ülkemizin çok ciddî bir tercih yapması
söz konusu. Eğer, 21 inci Yüzyılın,
önümüzdeki yüzyılın en önemli güç kaynağı bilgiyse -ki, tüm dünya bunu kabul
ediyor- eğer, kaba güce ve paraya bilgi hâkim olacaksa, Türkiye Cumhuriyeti
Devletinin ciddî bir kararı verme zorunluğu var; ya elindeki kaynakları, var
olan kaynaklarını bilgi kurumlarına aktarmak ya da kaba güce, silaha aktarmak;
bu ikisinden birini yapmak zorunda.
Sayın milletvekilleri, çok organize olmuş, dünyanın en
güçlü ülkeleri bile, en modern silahlara sahip olan Amerika Birleşik Devletleri
bile, son yüzyılda, silahla hiçbir sorunu çözememiştir. Hepimizin bildiği gibi,
ne Kore'de ne Vietnam'da ne de Küba'da, o silahlarla sorunları çözememiş;
çünkü, silahlar, sanayi toplumu öncesinde temel güçtü, kaba güç, o zaman temel
güçtü. Sanayi toplumunun temel gücü farklıydı, şimdi, bilgi toplumunun temel
gücü farklı.
Biz, bu planı konuşuyoruz, rakamlar konuşuyoruz, siz
fazla yaptınız, biz eksik yaptık diyoruz; ama, temel tercihi, bu iktidarın, bu
millet adına, bu çağda yapma gibi bir zorunluluğu var; yani, silaha ayırdığınız
20 milyar doları, ya üniversitelerinize ayırır, bilgi toplumunun bütün
kurumlarını gerçekleştirir ya da silah almaya devam eder ve burada, fakrü
zaruret içerisinde, bu planları, daha uzunca bir süre görüşürsünüz. İşin özü
bu.
Değerli arkadaşlarım, bir diğer norm, konu üzerinde
durmak istiyorum. Hepimiz istikrar diyoruz. Aman, bu hükümet bozulmasın,
istikrar sağlansın. İstikrar için sağ partiler birleşsin, sol partiler
birleşsin diyoruz. Bu istikrar kavramı öyle bir kavram ki; hatta, siyasî
istikrar olursa, bu ülkede ekonomik istikrar da olur diyoruz. Bu, Güney
Amerika'da, uzunca yıllar var olmuş hâkim düşüncedir. Güney Amerika'da, ekonomi
bozulduğu zaman, bu ekonomi niye bozuldu; siyasî istikrarsızlıktan bozuldu
denilmiş, ihtilal yapılmış, siyasî istikrar ihtilalle sağlanmış; ama, ekonomik
istikrar sağlanamamış. Ekonomik istikrar sağlanamadığı için, yine, tekrar, dön
baştan, fasit bir daire olarak, ekonomik istikrarsızlıklar sonucunda, bu siyasî
istikrarsızlıklar devam etmiş. Bakın, Türkiye'deki siyasî istikrarsızlığın da
nedeni, özellikle, gelir dağılımının bozulmasıdır. Eğer siz, Türkiye'de, 13
milyon insanı, günde 1 doların altında bir gelirle yaşatırsanız; yani, gelir
dağılımınız...
NECATİ ALBAY (Eskişehir) – Çaresini söyleyin...
MEHMET DÖNEN (Devamla) – Çaresini söylüyoruz,
anlatıyoruz; dinlemiyorsunuz ki!
NECATİ ALBAY (Eskişehir) – Çare de söyleyin; madem ki,
1 doların altında geliri varsa, onunla yaşıyorsa, bunun daha iyi bir yere
gelmesi için çareyi de söyleyin.
MUSTAFA ÖRS (Burdur) – Anlatıyor da, anlamıyorsun.
BAŞKAN – Efendim, müdahale etmeyin lütfen, rica
ediyorum...
MEHMET DÖNEN (Devamla) – İşte, onları da beraberinde
anlatıyoruz, kaynakları nasıl kullanmanız gerektiğini anlatıyoruz.
PERİHAN YILMAZ (İstanbul) – Kaynak kalmamış ki!..
BAŞKAN – Sayın Hatip, siz, Genel Kurula hitap etmeye
devam edin.
Buyurun efendim.
MEHMET DÖNEN (Devamla) – Yahu, ben anlayamıyorum ki,
iktidar grubu!.. Yahu, siz, daha iyi yapacağız diye gelmediniz mi kardeşim?!
NECATİ ALBAY (Eskişehir) – Tamam da, çareleri de
söyleyin.
BAŞKAN – Sayın Albay...
MEHMET DÖNEN (Devamla) – Peki, daha iyi yapacağız diye
gelmiş olan iktidar, şimdi, bizden umut, çare bekliyorsa!.. Bizde bunun çaresi
var. (DYP sıralarından alkışlar) Bizde var da, sonuçta, sizde olmadığı açığa çıksın
diye bekliyoruz. Sizde olmadığı da açığa çıktı maalesef.
İSMAİL AYDINLI (İstanbul) – Sizin döneminizi de
gördük!..
MEHMET DÖNEN (Devamla) – Sayın milletvekilleri, bakın,
bir toplumda, gelir dağılımı bu denli bozulmuşsa, yani, ülkenin varoşlarında
insanlar gerçekten fakrü zaruret içindeyse, özellikle ülkenin bir bölgesinde,
insanların, fert başına düşen millî gelirden aldığı pay 1 doların altındaysa,
bu insanların, siyasî olarak bölünmemesini, daha reaksiyonel ve daha aktif
siyasî hareketlere katılmamasını bekleyemezsiniz.
İSMAİL AYDINLI (İstanbul) – Sizin enkazlarınızı
kaldırmaya çalışıyoruz. Sizin iktidarınızı da gördük...
MEHMET DÖNEN (Devamla) – Eğer siz, bu gelir dağılımını
düzeltirseniz, insanların refahını artırırsanız, bu reaksiyonel ideolojilere
yönlenen ve bölünmeye neden olan yapılanmayı çözersiniz. Yani, siz, bunu
yapmadan, ben ille de siyasî kurumları birleştirerek bu işi çözeceğim derseniz,
çözemezsiniz; bunları çözmeniz mümkün değil. Onun için, özellikle, partilerin
bütünleşmesi yerine, gelir dağılımından kaynaklanan, kesimler arasındaki
farklılıkları giderici ekonomik tedbirleri alarak siyasî istikrarı
sağlayabilirsiniz. Başka türlü, siyasî istikrarı sağlama şansınız yoktur.
Değerli milletvekilleri, iktidar grubu herhalde çok
fazla üzüldü; enflasyon düşüyor, faizler düşüyor diye laf atmaya başladılar.
NİDAİ SEVEN (Ağrı) – Hayır... Yanlış rakam vermezseniz
üzülmeyecekler; yanlış rakamlar veriyorsunuz.
MEHMET DÖNEN (Devamla) – Buradan, bu kürsüden, ben
yanlış rakam vermem. Benim verdiğim rakamlar...
NİDAİ SEVEN (Ağrı) – 1 dolar, yılda 365 dolar eder...
MEHMET DÖNEN (Devamla) – Benim verdiğim rakamlar, sizin
bu hazırlamış olduğunuz kitabın içindeki rakamlar. Açın, okuyun; okumadan
geliyorsunuz, ondan sonra da "rakamlar yanlış" diyorsunuz.
ALİ COŞKUN (İstanbul) – Onlar hazırlamadı ki,
okusunlar.
MEHMET DÖNEN (Devamla) – Ben ne yapayım kardeşim, siz
okumuyorsanız.
NİDAİ SEVEN (Ağrı) – Yanlış söylüyorsunuz; oradakileri
yanlış yorumluyorsunuz.
MEHMET DÖNEN (Devamla) – Değerli milletvekilleri,
bakın, siyasî bölünmenin temelinde yatan temel dinamikleri az önce anlatmaya
çalıştım. Ülkemizin bir başka önemli sorunu olan rüşvet ve yolsuzluk gibi
önemli sorunların altında yatan neden de, yine, ekonominin bu, siyasetin bu
evrimleşme sürece içerisinde olduğu dönemlerde, çok hızlı ve çok yoğun olarak
görünür. Yani, biz, yüzelli yıldır hâlâ sanayi toplumuna geçemiyor, oradan
bilgi toplumu evrimleşme sürecini yaşayamıyor ve oraya geçemiyor, bunun geçme
sancılarını çekiyorsak, var olan sistemden yararlananlar, gelecek sistemi iyi
algılayamadığı için, var olan sistem içinde daha çok yolsuzluk, daha çok rüşvet
olaylarına bulaşırlar; çünkü, geleceği, geleceğin kurumlarını iyi tahlil
edemediği için şimdi oraya yönlenirler; yani, değerli milletvekileri, bilgi
toplumuna geçtiğiniz zaman, artık, insanların çalışmadan kazanmalarının mümkün
olmayacağı bir süreç başlayacak. İnsanlar çalışacak; üreterek kendi yaşamlarını devam ettirmek durumunda
olacaklar; yani, artık, gelir dağılımının temel parametresi para değil, gelir
dağılımının temel parametresi bilgi olacak. O zaman, bilgisiz insanların,
gelecek süreçte para kazanamayacağı, kendi yaşamını idame ettiremeyeceği gibi
bir zaafa kapılması, bu dönemde, gerçekten, çok önemli yolsuzlukları da
beraberinde getirir diye düşünüyorum ve bugünkü ve dünkü girdabın temel nedeni
de budur değerli milletvekilleri.
Sayın milletvekilleri, bugün, eğer, biz, Türkiye
Cumhuriyetinin Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planını görüşüyor ve
kaynaklarımızı nereye nasıl yönlendireceğimizi konuşuyorsak, eğer, bu tür
planlar, yani, bürokrasinin zaman zaman bir araya gelip veya siyasî kadroların
zaman zaman bir araya gelip, ekonomiyi masanın üstüne yatırıp ve o ekonomiye
yönelik hiçbir toplumsal altyapısı olmayan paketler hazırlayarak bu milletin
karşısına çıkarsak, daha çok bu beş yıllık planlarda bu rakamları konuşmaya
devam ederiz. Biz, artık, bu tür paketlerle, açıkladığımız bu tür paketlerle
değerli milletvekilleri, Türk Milletinin sorunlarının çözülemediğinin farkına
varmak durumundayız. Bu beş yıllık kalkınma planları, perspektif açısından,
ufuk açısından, gerçekten, 21 inci Yüzyıl vizyonuna uygun hazırlanıyormuş gibi,
bazı sözcükler alt alta yazılmasına rağmen, gerçekten, iyi okunduğu,
incelendiği zaman, 21 inci Yüzyıl perspektifine uygun bir plan olmadığı gün
ışığına çıkmaktadır.
Sayın milletvekilleri, burada, hükümetimizin aldığı
tedbirlerle ve bu beş yıllık kalkınma planı doğrultusunda, önümüzdeki süreçte
1,2 milyon insana okul yapmak, altyapı yapmak, onları, nitelikli olarak eğitmek
ve onları, nitelikli işgücü haline getirmek zorundayız; yani, bu da gösteriyor
ki, önümüzdeki günlerde, bizim, eğitime çok büyük önem vermemiz gerekir.
Bakın, biz, 1789 Fransız Devriminin edebiyat ve
kültürel değerlerini Türkiye'ye taşıdığımız süreçlerde, dönemlerde, o Osmanlı
yenilikçi aydınlarının Türkiye'de tartıştığı dönemlerde, aynı Japonya, kendi
insanını Avrupa'ya mühendis olmak için gönderdi. Değerli milletvekilleri, o
mühendis olarak gelen insanları da, kendi ülkesinde uyguladığı ekonomik politikalar
doğrultusunda, özellikle tasarrufu artırıcı tedbirleri uygulayarak, sağlanan
tasarrufu da çok büyük oranda eğitime aktararak, bugünkü dünya devi olan
Japonya'yı kurmayı başardı; ama, biz, o günden bugüne, kaynaklarımızı ciddî
biçimde eğitime değil, başka yerlere aktardığımız için, bu süreci geçirdik.
Şimdi, biz, Doğru Yol Partisi olarak hükümete diyoruz ki: Eğer önümüzdeki
yüzyılı kaçırmak istemiyorsanız, önümüzdeki yüzyılın ufkunu yakalamak
istiyorsanız, Türkiye Büyük Millet Meclisinin içinden çıkmış hükümet olarak,
Türkiye'de demokrasinin tüm normlarını geliştirerek ve uygulayarak, ekonominin
rekabet koşullarına uyum sağlayacağı tüm yenilikleri ortaya koyarak,
oluşturacağımız bir hedefe tüm milletimizi seferber ederek önümüzdeki yüzyılı
kaçırmayız. Ama, siz, her şeyin doğrusunu biz yaparız anlayışından hareket
ederseniz, gerek planlamada gerek yasa yapma sürecinde bu anlayışı hâkim
kılarsanız, ki şu programın içinde, bir okur bakarsanız, sivil toplum
örgütlerine yönelik, NGO'lara yönelik, demokratik kavramlarla bağdaşır ciddî
hiçbir şey yok.
BAŞKAN – Sayın Dönen, 1 saati tamamlamış
bulunuyorsunuz.
MEHMET DÖNEN (Devamla) – Bitiriyorum.
Değerli milletvekilleri, şimdi, hem demokratik
normlarınızı geliştirmek isteyeceksiniz hem de bu demokrasi normlarının temel
çekirdeğini oluşturan sivil toplum örgütlerinden bahsetmeyeceksiniz ve bunları,
nasıl, özgür bir biçimde yeniden bu toplumun malı haline getirmeyi, toplumda
özellikle baskı grupları haline getirmeyi planlamayacaksınız. O zaman, siz, bu
ülkeyi hâlâ merkezden yönetmeyi amaçlayan bir yapılanmayla götürmeyi
düşünüyorsunuz. Böyle bir yapılanmanın, hiç kimseye bir yararı yok. Bu
yapılanma... Bakın, az önce örnek verdim, Sovyetler Birliğinin planlama
anlayışı ile Japonya'nın, Amerika Birleşik Devletlerinin planlama anlayışı,
bunun açık bir göstergesi olarak karşımızda durmakta.
Değerli arkadaşlarım, yine, 21 inci Yüzyılı yakalamak
istiyorsak, Türkiye'yi baştan aşağı yenileyecek bir yeni anlayışı ortaya
koymamız gerekir ve bunun nimetini de külfetini de, toplum olarak, nimet-külfet
dengesi içinde, hepimizin yüklenmesi gerekir. Birilerine külfetini, birilerine
nimetini yüklediğimiz sürece, bu sorunun altından kalkamayız. Demokrasi
normlarımızı geliştirmeden ekonomimizi geliştirememiz hiç mümkün olamaz. Onun
için, ben, burada, önümüzdeki yüzyılı kaçırmamak adına, Türkiye'nin yenilenme
sürecini oluşturacak, innovation sürecini oluşturacak bir ulusal yapılanmayı
gerçekleştirmesini hükümetten talep
ediyorum.
Yine, özellikle üniversitelerimizin birer bilgi üreten
merkezler konumuna getirilmesi konusundaki çalışmaların hemen başlatılmasını
talep ediyorum. Biz, bundan altı ay, yedi ay önce, üniversiteler ile sanayiin,
özellikle kurumsal olarak bir araya getirilmesini sağlayacak olan bilgi
geliştirme bölgelerinin veya teknoloji geliştirme bölgelerinin kurulmasını
öneren bir yasa teklifi hazırladık da verdik; ama, hükümetten buna yönelik
hiçbir tepki gelmedi. Hükümet, Türkiye'nin var olan kurumlarını yeniden
yapılanma sürecine sokması gerekirken, var olan kurumların daha hantallaşması
açısından olaya yaklaşıyor.
Ben, burada, bir şeyi daha, yanlış anlaşılan bir şeyi
daha düzelterek söylemek istiyorum. Biz, geldik, burada, özellikle, Doğru Yol
Partisi olarak, Sağlık Bakanlığımızın kadro talebini eleştirdik. Sonra, bize,
bazı arkadaşlarımız "işsiz olan hemşirelerin, ebelerin siz iş sahibi
olmasını istemiyor musunuz" gibi bir soru yönelttiler. Biz onların iş
sahibi olmasını istiyoruz tabiî ki; ama, biz, milletimizin daha kaliteli ve
daha ucuz sağlık hizmetinden yararlanmasını istiyoruz; devlet eliyle daha
kaliteli ve daha ucuz sağlık hizmetinin verilemeyeceğini düşünüyoruz. Bugünkü
sağlık hizmetlerine eğer bu anlayışla yaklaşırsanız... Sağlık Bakanı buradan
söyledi; 200 000 daha personel lazım. Bunun kaynağı... Kaynağı millet.
Milletten toplayıp, siz, kendi kadrolaşmanız için, buraları hantal devlet
yapıları haline dönüştürme hakkına sahip değilsiniz.
Değerli milletvekilleri, onun için, devleti bir an önce
yeniden yapılandırarak, bilgi toplumuna geçiş sürecini kısaltarak, innovation
yeteneğini bu ülkeye sağlayacak olan kurumlarını kurarak, yeni bir Türkiye
yaratmayı hep birlikte, el ele gerçekleştirmeliyiz. Bunun için, muhalefet
olarak biz, size gereken desteği vermeye her zaman hazırız. Yeter ki, hükümette
bu cevher, bu enerji olsun.
Hepinize saygılar sunuyorum. (DYP ve FP sıralarından
alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Dönen.
Doğru Yol Partisi Grubu adına, ikinci konuşmacı, Bursa
Milletvekili Sayın Oğuz Tezmen; buyurun efendim. (DYP sıralarından alkışlar)
DYP GRUBU ADINA OĞUZ TEZMEN (Bursa) – Sayın Başkan,
değerli milletvekilleri; Türkiye, 1929'daki dünya krizinden sonra, 1930'larda,
merkezden planlama denemelerine başlamış olmakla birlikte, aslında, tam
anlamıyla, bugünkü çağdaş anlamıyla planlamaya başlamasını otuzbeş yıl geride
bırakmış, kırkıncı yıla giriyor. Planlı sürecin kırkıncı yılına girerken,
acaba, Türkiye kırk yılda ne yaptı? Türkiye, bu planlı dönemde, ortaya koyduğu
stratejik hedefleri yakalayabildi mi; Türkiye, acaba, planlı dönemde, gerek beş
yıllık planlarla gerek yirmibeş yıllık perspektiflerle ortaya koyduğu
stratejileri gerçekleştirebildi mi? O dönemde Türkiye'yle yola çıkan ülkelerle
beraber, bizim ne yaptığımızı, o ülkelerin ne yaptığını karşılıklı olarak
kıyaslamadan yeni planı tartışmanın yetersiz olduğunu düşünüyorum; çünkü,
Türkiye her beş yılda bir planlar yapıyor; ama, bakıyorsunuz, oradaki hedefler
her seferinde ciddî sapmalar göstermiş ve her seferinde, planlarda ilan edilen
stratjilere, planlarda ilan edilen büyüklüklere hiçbir şekilde ulaşılamamış. O
zaman, acaba, biz, yeni beş yıllık planı tartışmaya başlamadan önce, niçin daha
önceki planlarda geri kalındığını, niçin geçmişteki planlara uyum
sağlanamadığını tartışmamız lazım. Yani, ortada bir sakatlık, bir rahatsızlık
var; ülke, bu planlarla öngörülen hedefleri devamlı şekilde uygulayamıyor ya da
uygulamada, planlarda ilan edilen hedeflerden ciddî ölçüde sapma gösteriyor. O
zaman, acaba, planlarda getirilen hedeflerin, planlarda öngörülen verilerin
yetersizliği mi söz konusu; uygulamada bazı ciddî, radikal sıkıntılarımız mı
vardır? Bunların niçin yapılmadığını tartışarak işe başlamamız lazım. Türkiye
olarak biz, bu eleştiriyi yapmadan, işte, geçen beş yıllık kalkınma planında
olduğu gibi, birbiri arkası sıra bazı hedefleri ilan ederek Türkiye'de gerekli
olan transformasyonu yapamayız.
Türkiye'de planlı döneme girildiği zaman, Türkiye'ye
emsal gelişmişlik düzeyinde olan ülkelerin millî gelirlerine bir bakmak lazım;
Türkiye'nin bu geçtiğimiz dönemlerini, bu 35 yıllık süreci bir gözden geçirmek
için, planlı döneme girdiğimiz 1963 yılında bizimle hemen hemen aynı
gelişmişlik seviyesinde bulanan ülkeler ne durumdaydı, bugün ne durumda, ona
bir bakmamız lazım.
1963 yılında Portekiz'in kişibaşına düşen millî geliri
317 dolar, İspanya'nın 472 dolar, Yunanistan'ın 478 dolar, Güney Kore'nin
-özellikle Güney Kore'nin- 135 dolar, Türkiye'nin ise 236 dolar. Hemen hemen
birbirine yakın millî gelir seviyeleri var; Kore ile Türkiye arasında ise büyük
farklılık var. Şimdi, 35 yıllık plan uygulaması sonucunda geldiğimiz noktalar
neresi diye baktığımız zaman, Portekiz'in, 1997 yılındaki, kişi başına düşen
millî geliri 9 781 dolar, İspanya'nın 13 960 dolar, Yunanistan'ın 11 430 dolar,
Güney Kore'nin 9 509 dolar -şu anda, 10 000 doları da aşmış durumda-
Türkiye'nin ise, 3 213 dolar, 1998 yılındaki millî geliri. Biz, daha da aşağı,
2 878 dolara indik.
Türkiye'nin, demek ki, bu yarışta geri kalmasının
nedenlerini ciddî biçimde tartışmamız lazım. Türkiye, aslında, 1963 yılında,
kalkınma planlarına başladığı zaman, karma ekonomi ilkesini benimsemişti.
Aslında, bu tercihlerin, bence, en önemli yanlışları da bu karma ekonomi
ilkesinde yatıyor; çünkü, dünyada, gelişme için, bir kere, kaynaklarınızı etkin
kullanacaksınız, ayrıca, verimlilik sağlayacaksınız; yani, kaynakların, verimli
(efficient) kullanılması lazım ya da etkin kullanılması lazım. Ayrıca,
faktörlerin de, verimliliğini devamlı şekilde artırmanız lazım. Bu iki unsur
yapılmadığı sürece, aslında, ekonomilerin büyümesi mümkün değil, reel olarak büyümesi
mümkün değil. Zaman zaman, zahirî nedenlerle ya da çeşitli nedenlerle gelir
artışları olabilir; ama, kalıcı, gerçekten köklü büyümeler, bu iki unsurun
devamlı gelişmesiyle mümkün olabilir.
Şimdi, toplumdaki kaynaklar, acaba, kamu elinde mi
etkin kullanılıyor, yoksa, özel ellerde mi daha etkin kullanılıyor? Türkiye,
aslında, bu karma ekonomi modeliyle, devletçilik olayını sürdürme sürecine
girmiştir. Devletin yaptığı ciddî yatırımlar vardı o dönemde; ama,
Afşin-Elbistan santrallarına, demir-çelik fabrikalarına bakın, hepsi, bugün,
rehabilite edilmeye muhtaç halde. Gerçekten, o dönemde, belki, ciddî faydalar
sağlamış olabilirler, kısmî faydalar sağlamış olabilirler; ama, bugün gelinen
noktada, o tesislerden acaba nasıl kurtuluruz diye çare aramaya başlamış
durumdayız. Zaten, özelleştirmenin mantığı da, etkinliği artırmaktır,
kaynakların etkin kullanımını artırmaktır; çünkü, etkinlik... Özel sektör daha
etkin kullanıyor; çünkü, kamu sektöründe başkasının kaynağını kullanan
insanlar. Bürokratik ellerde, kaynaklar, kesinlikle etkin kullanılamıyor;
dünyada kullanılsaydı zaten, sosyalist blok çökmezdi.
Ayrıca, bir de verimlilik söz konusu. Kalıcı
gelişmeler, ekonominin ciddî ve reel büyümesi, faktörlerin etkin kullanımına,
verimli kullanımına da bağlı. Yani, aynı üretim faktörüyle eskiden olduğundan
daha fazla üretim yapabiliyorsanız, gelişiyorsunuz, kalkınıyorsunuz; bunu
yapamadığınız zaman, yarışta geri kalıyorsunuz. Verimliliğin artması için,
faktörlerin daha etkin kullanımını sağlamak için, bu insangücü faktörü ise,
mutlak surette, iyi eğitmeniz lazım, modern teknolojileri bu insan faktörüne
vermeniz lazım ki, verimlilik kalıcı biçimde artsın.
Buralarda, Türkiye'yi, gelişmiş ya da millî gelirini
bize göre çok fazla büyütmüş olan ülkelerle kıyasladığımız zaman, düşünün
ki, Güney Kore, 1963'ten bu yana millî
gelirini 78 kat büyütmüş, biz sadece 12 kat artırabilmişiz. Burada, oturup,
yeniden değerleme yapmak durumundayız değerli milletvekilleri. Gerçekten, biz,
planlı dönemde istediğimiz noktalara gelemedik. Bunları kabul etmezsek, zaten,
yeni planların fazla bir anlamı olmaz.
Şimdi, bu tespitten sonra, yeni planı tartıştığımız bu
çağda, 21 inci Yüzyıla giren çağda dünya ne aşamada, neler oluyor dünyada; ona
bir bakmakta yarar var.
Aslında, 1970'lerde başlayan ekonomik ya da sermaye
alanındaki liberalleşmelerin, özellikle sosyalist blokun çökmesinden sonra,
özellikle haberleşme alanındaki, telekomünikasyon alanındaki ciddî teknolojik
atılımlar sonucunda, dünya artık globalleşmeye başladı. Bu globalleşen dünyada
sermaye süratle akışabiliyor. Şirketler, artık, bir ülkenin şirketi olmaktan
çıkıyor, dünyanın şirketi haline gelmeye başlıyor. Bakıyorsunuz, bugün, eskiden
Amerika'nın en büyük şirketleri Almanlarla birleşiyor; Almanya'nın en büyük
şirketi, bakıyorsunuz Amerikan şirketiyle bir merger haline dönüşüyor, yeni bir
kişilik oluşturuyorlar. Daha büyük, daha etkin, daha verimli çalışabilecek
büyüklüklere, hedeflere ulaşmaya başlamış durumdalar. Sermayeyse, süratle, bir
bilgisayar tuşuyla, bir yerden bir yere çok kolaylıkla akabiliyor. O zaman, bu
yeni gelişen dünya koşullarında, artık klasik reçetelerin, klasik anlayışların
sürdürülmesi mümkün değil. Bu yeni gelişen dünya koşullarında, artık,
globalleşen dünyaya ayak uyduracak yapılaşmaya dönüşmemiz lazım, gerekli
yapısal transformasyonları gerçekleştirmemiz lazım. Ayrıca, globalleşen dünyaya
uygun kişiler yetiştirmemiz lazım ve global dünyanın dünyada rol oynayabilecek,
etkin olabilecek aktörleri hazırlamamız lazım. Bunun için, telekomünikasyon
altyapısını süratle geliştirmek durumundayız. Globalleşen dünyada sermaye
transferlerinin çok rahat yapıldığını da dikkate aldığımızda, buna ilişkin
hazırlıklar yapmak lazım; şirketlerimizi büyümeye, yeni gelişen çağa ayak
uyduracak yapılanmaya hazırlamamız lazım. Globalleşen dünyanın koşullarına ayak
uyduramayan kişiler, ciddî olarak, yarıştan düşmek durumuyla karşı karşıya
kalabiliyorlar. Onun için, insana dönük yatırımlara, insanın bilgisini
artırmaya, dolayısıyla verimliliğini artırmaya yönelik yatırımlara çok ciddî biçimde
destek olmak durumundayız.
Türkiye, sanayileşme sürecini -benden önceki konuşmacı
arkadaşımın dile getirdiği gibi- kaçırmıştır, sonradan yakalamaya çalışmıştır.
Aslında, globalleşen dünya yeni bir sürece giriyor. Globalleşen dünyada, bilgi
toplumu olmak ve bunun altyapısını oluşturmak durumundayız; ama, bilgi toplumu
olmak, söylendiği kadar kolay bir iş değil. Bilgi toplumu olmak, gerçekten,
metinlerde "bilgi toplumuna uygun yetiştirilecek" demek değil, çok
ciddî transformasyonları gerektiriyor. Çok ciddî transformasyonlar derken,
eğitimin kalitesinden başlamak durumundayız. Yani, üniversite açarak, okul
sayısını artırarak, bilgi çağına uygun insan yetiştirmek mümkün değil. Bunlar
gerekli; ama, yeterli değil. Bilgi çağına ayak uydurmak için, bir kere, en son
teknolojiyi yakalayacak ve en son teknolojiyi kullanacak kurumları getirmemiz
lazım. Kurumları, en son teknolojiyi yakalayacak, kullanacak ve halka sunacak
yapılaşmaya teşvik etmemiz lazım. O sayede, sanayileşmede kaçırdığımız ivmeyi
bilgi toplumunda kaçırmama imkânına sahip olabiliriz. Ama, bu plana
bakıyorsunuz, gerçekten, buna benzer tespitler olmakla birlikte, bu yapısal
transformasyonu gerektirecek, iddialı, çok daha radikal, yapısal değişiklikler
bünye içinde, bu plan içinde yer almıyor değerli arkadaşlar.
Artık, çalışma koşulları değişiyor. Belki, önümüzdeki
dönemlerde, internet vasıtasıyla, bilgisayar altyapısı vasıtasıyla işe gitmeden
çalışmak gitgide yaygınlaşacak. Artık, üniversite eğitimi, bilgisayarlar
vasıtasıyla yapı değiştirecek; zaten değiştirme sürecinde. İnteraktif eğitim
vasıtasıyla dünyanın en gelişmiş ülkelerinde en yetenekli hocalardan ders almak
mümkün olabiliyor, bilgi edinmek mümkün olabiliyor. Buna ilişkin altyapıyı
kurmak durumundayız; ama, bu bilgiyi almak için de, ona uygun insan
yetiştirmemiz lazım, yabancı dil eğitimini ciddî, iddialı programlarla
Türkiye'nin gündemine getirmemiz lazım.
Okullaşma olayının ötesinde, belki, her okula, hatta
üniversitelere, çok sayıda bilgisayar vermemiz lazım ve bunların interaktif faaliyet
gösterecek şekilde teçhiz edilmesi lazım, yoksa, kalkınma planında birtakım
tespitler yapıp, ondan sonra da, bunlar yapılacaktır, edilecektir değil. Somut
bir aksiyon planına ihtiyaç var değerli arkadaşlar. Çok önemli bir konudur.
Dünya yeni bir sürece girmiş durumda. Bu, bir aksiyon planı, bir termin
programıyla şu, şu kadar zaman içerisinde şunlar gerçekleştirilecektir şeklinde
somut ve iddialı hazırlıkların yapılması lazım. Yoksa, plan metinlerinde
yuvarlak ifadeler yer alacak, üç beş sene geçecek, Dokuzuncu Beş Yıllık
Kalkınma Planını görüştüğümüz zaman, tekrar, işte bunlar söylenildi diye, yine
benzer ifadelerle gelinecektir.
Türkiye, bu globalleşen dünyadan kopma tehlikesiyle de
karşı karşıya. Koparsa ne olur; koparsa, düşük gelir seviyesinde, teknolojiyi
yakalayamamış bir insan kalabalığı halinde, ciddî bir saygınlığı olmayan dünya
ülkeleri arasında, gelişmiş ülkeler arasında bir ülke haline dönüşürüz. Bunun
da fevkalade tehlikeli ve kabul edilmez olduğunu hepimiz -düşünüyorum ki- kabul
ederiz.
Bunları dile getirdikten sonra... Bu globalleşmenin
yarattığı bazı sakıncalar da vardır. Globalleşme, bazı avantajlar getirmekle
beraber, aslında ciddî riskler de taşıyan bir unsur. Dünyada da globalleşme
konusunda ciddî tartışmalar var olmakta; ama, biz istesek de istemesek de
-bizim irademiz dışında- globalleşme kapımızda. Dünyanın bu gidişini geri çevirme imkânına da sahip değiliz;
istesek de istemesek de globalleşmede rolümüzü almak durumundayız. Akıllılık,
bu globalleşmede -bizim- aktif ve öne geçme imkânını sağlayacak bir yapılanmayı
gerektiriyor. Globalleşen ülkelerde beğeniler değişiyor, tüketici
alışkanlıkları değişiyor...
Bakın, bugün, bir Amerika ile Ankara'daki bir öğrenci
hemen hemen aynı şeyleri yiyorlar, aynı filmleri seyrediyorlar, aynı
hamburgerlerle besleniyorlar. Bu süreç daha da artarak devam edecek. Onun için,
biz kendimizi bu gelişen dünyaya ne yapıp edip hazırlamak durumundayız.
Türkiye, aslında, bazı şeyleri ciddî olarak irdeleyip
deşmek yerine, işte, ortaya çıkan bazı sorunları birtakım yarı geçerli
mazeretlerle geçiştirmeyi çok seviyor. Aslında, bilimsellik, doğruyu yakalama
ciddî özeleştiriyle başlar. Türkiye ekonomik kriz yaşadı, millî gelir 6,4
küçüldü; doğrudur. Türkiye bunu daha önce de yaşadı. Aslında, bu krizler niçin oldu
tartışmalarına dikkat ederseniz, hep deniyor ki: "Asya krizi başladı,
arkasından Rusya krizi geldi; o yüzden ekonomi daraldı. Arkasından da deprem
oldu; o nedenle Türkiye küçülmeye başladı, 6,4'lük küçülme bu yüzden
gerçekleşti." Onların hepsinin de payı olabilir; ama, Türkiye'de, aslında,
rakamlara bakıp rakamları konuştuğumuz zaman, gerçeklerin tam denildiği gibi
olmadığı ortaya çıkıyor. Buna, şunun hatası, bunun hatası olarak bakmıyorum,
Türkiye'nin yapısal sorunları var. Türkiye'de kamu kesimi, aslında, olduğundan
fazla pay alıyor millî gelirden.
Bakınız, bir iki rakam vereceğim size: Yedinci Beş
Yıllık Kalkınma Planında, kamu harcamalarının gayri safî millî hâsılanın yüzde
24'ü civarında olması hedeflenmiş. Peki, ne olmuş; 1998'de gayri safî millî hâsılanın
yüzde 34'ü olmuş, 1999'da yüzde 40,4'ü olmuş. Yani, plan yapmışız "kamunun
harcamaları millî geliri yaratan gayri safî millî hâsılanın yüzde 24'ünden
fazla olmayacak" demişiz; ama, ne olmuş; yüzde 40,4 olmuş. İşte, aslında,
Türkiye'nin hastalığının temel nedeni bu. Ülke, özellikle kamu kesimi, payını
olduğundan fazla artırıyor. Bu nedir; verimli alandan, vergiler yoluyla özel
kesimlerden aldığınız kaynakları, hantal çalışan, gerekli dinamizmi göstermeyen
kamuya transfer ediyorsunuz ve kamu, o kaynakları ziyan ediyor; ondan sonra da
diyoruz ki "millî gelir niçin büyümüyor, niçin bu yarışta biz geri
kaldık." Belki bu yüzde 40,4'ün içerisinde faiz de vardır, şu vardır
denilecek; ama, daha vahimi, aslında, yüzde 10 olarak hedeflenen cari harcamalardaki
pay, yüzde 13,4'e artmış. Yani, devletin cari harcamaları da, hedefe göre, reel
olarak yüzde 30,4 artış göstermiş. Ondan sonra, ülkenin kalkınmasında, tabiî,
ciddî problemler olabilir; gelişmesinde, tabiî ki, sıkıntılar olabilir. Sık sık
krize girmesinin nedeni de, Türkiye'deki dengelerin bozuk olmasıdır;
kaynak-harcama dengesinin bozukluğudur Türkiye'deki esas sorun.
Bakın, aslında, Türkiye'de, geçtiğimiz plan döneminde,
kamu tasarrufu yüzde eksi 2,4'tür. Türkiye'de, planlı dönemde, tüketim malları
ithalatı yüzde 20,3 artmış; yatırım malları ithalatı ise yüzde 1,8 artmış. Ara
mallar ise, yine, yüzde 1,5 artmış. Bu neyi gösteriyor; Türkiye, aslında,
olanaklarının ötesinde yaşamaya çalışıyor.
Dikkat ederseniz, özellikle kur politikasındaki
yanlışlar sonucunda da, son dönemlerde ithal otoda ciddî patlamalar oluşmaya
başladı. Artık, yerli arabadan daha ucuza yabancı araba gelmesi söz konusu
oldu. Biz ne yapıyoruz aslında; niçin bu patlamalar oldu; geçtiğimiz dönemde,
yüksek faizler dolayısıyla herkesten topladığımız vergileri -ki, bu yıl 21
katrilyondur- biz, üst gelir grubuna, tasarruf etmiş, mevduatı olan kesime,
finans kesimi ve onun sonucunda da üst gelir gruplarına -tüm vergi gelirlerinden daha fazla kaynak-
aktardık. Şimdi, o gelir grubu, yüksek faizler nedeniyle elde ettiği kaynakları
lüks araba alımına tahsis ediyor. Konut sektöründe fazla gelişme yok; ama, esas
itibariyle -rakamlar burada- tüketim malları ithalatının yüzde 20,3 artması,
aslında, özellikle dışarıya dönük tüketimin artması, bu tasarrufları, yani,
herkesten aldığımız vergileri götürüp, özellikle yurt dışındaki otomobil
üreticilerine aktarmamız demektir. Bunun sonucunda ne oluyor; millî gelirimiz
tabiî ki küçülmeye başlıyor. Siz, kaynaklarınızı, vatandaştan -içtiği sudan,
kullandığı elektrikten- topladığınız vergileri götürüp lüks oto almak için
sağlıyorsunuz ki, burada, oto ithalatında belki alarme edici veriler vardır.
Buna ilişkin belki vergi düzenlemelerinin düşünülmesi lazım; ama, bakıyorsunuz,
hiçbir şey yok, yeni ekvergilerle, telefon kullanıcısı gibi, kişileri vergileme
gibi dar alanlara ve gelir dağılımını bozucu sonuçları olan vergilemeye
çekiliyoruz; bu, fevkalade yanlış.
Bakın, gelir dağılımındaki bozulmanın göstergesi...
Gini katsayısı vardır. Bu Gini katsayısının sıfıra yakın olması istenir. Avrupa
Birliğindeki Gini katsayısı -bunun yüksek olması, gelir dağılımındaki
bozukluğun göstergesidir- 0,29. Türkiye'de, 1987'de bu Gini katsayısı 0,43
iken, 1999'da 0,49'a çıkmış, yani, gelir
dağılımında çok ciddî bozukluklar söz konusu.
Tabiî ki, bu gelir dağılımındaki bozulmanın yarattığı
sosyal sonuçlar da var. Onun için, bu ekonomik programda, ekonomide karar
alacak kişilerin aslında bu rakamlara çok ciddî biçimde eğilmesi lazım. Gönül
arzu ederdi ki, ekonomiden sorumlu bakanlar, hükümet burada olsun; bizim burada
dile getirdiğimiz konuları da tartışalım, izlesinler. Gerçekten, bunlar alarme
edici rakamlar. Gelir dağılımını iyileştireceğimize, biz bozuyoruz. Bunlar
niçin oldu; biraz önce dedim, özellikle yüksek faiz dolayısıyla, üst gelir
grubuna ciddî kaynaklar transfer edildi. Türkiye'de çok ciddî bir kaynak
transferi oldu yüksek faizler dolayısıyla. Kimler ödedi bunu; bir kısmı
dışarıdan borçlanılarak ödendi, bir kısmını da -herkesin ödediği- Katma Değer
Vergisi, diğer tüketim vergileri ya da ücretlerinden kesilen vergilerle ödedi
bu toplumun geniş kesimleri; ama, geniş kesimler gitgide fakirleşiyorlar ve
artık, tahammül güçlerinin sonuna gelmek durumundadırlar. O zaman, yapılması
gereken, artık, işin sadece bir matematik dengenin ötesinde, sosyal boyutunu da
ciddî biçimde düşünmek durumundayız arkadaşlar.
Tabiî ki, tarım kesiminin sübvansiyonları kesilecektir
diyoruz; doğrudur; ama, istihdamın
yüzde 44'ünü oluşturan tarım kesiminden sübvansiyonu kestiğiniz zaman,
şehirlere akın başladığı zaman ne yapılacağının iyi düşünülmesi lazım. Ekonomik
denge açısından faydası olabilir; ama, sosyal sonuçları ne olacak bunun?
Verilen taban fiyatları insanları orada geçindiremez hale gelince, orada
barınamayan nüfus şehirlere akmaya başladığı zaman ne olacak, bunlar nerede
barınacaklar, nerede istihdam edilecekler? Yarın, bunların ortaya çıkaracağı
sosyal sonuçları, suç oranındaki patlamaları çok iyi düşünmemiz lazım.
İşi bürokratlara bırakırsanız, bürokratlar tabloları
koyarlar, matematiksel dengeyi yaparlar, ekonometrik modelleri oluştururlar,
derler ki: İşte, enflasyonu indirmek istiyorsanız, şuradan şu tasarrufları
yaparsanız, buradan bu harcamalardan vazgeçerseniz, şu kadar da ekgelir
toplarsanız, bu hedeflere ulaşırsınız; ama, ülke, hele Türkiye gibi,
gelişmişlik düzeyinin çok farklı olduğu, gelir dağılımının gitgide bozulduğu
bir ülkede bu matematiksel şablonu egemen kılmanın, sadece bu şablondan
bakmanın fevkalade ağır sonuçları olabilir. Bunun sonucunda, siyasî dengelerin,
siyasî rejimimizin bile ciddî sıkıntılarla karşı karşıya kalması kaçınılmaz
hale gelir. Onun için, olayı, sadece, dar anlamda, matematiksel denklemler,
ekonometrik modellerin ötesinde iyi düşünmemiz lazım. Bu planda, aslında,
bunlara ilişkin, yeni istihdam olanaklarına ilişkin özel modeller getirmemiz
lazım; ama, bakıyorsunuz, bazı söylemlerin, ifadelerin ötesinde somut hiçbir
şey yok. İnsanlara yeni iş imkânları sağlayacak yeni yapılaşmaya ihtiyaç var.
Bu şehirler... Tabiî ki, 2023 yılında, Türkiye'nin tarımda çalışan nüfusunu,
tarımla geçinen nüfusunu yüzde 10'lara çekmek doğru bir hedeftir, olması
gereken de budur, Türkiye bunu yapacaktır; ama, maliyetini iyi düşünmemiz
lazım, bir de, şehirlere geldikleri zaman, o insanlara ne vereceğimizi şimdiden
planlamamız lazım.
Zaten, planlama nedir; eldeki mevcut kaynakları en iyi
şekilde, nasıl kullanabilirizin; bu arada, bu kaynakları kullanırken ortaya
çıkacak sonuçlara da hazırlıklı olmanın bir modelidlir. Yoksa, plan, her şeyin
çaresi değildir. Elimizde bu kadar imkân var, bunları en iyi şekilde nasıl
kullanalım, ortaya çıkacak sonuçları da nasıl giderebiliriz; bunların
hazırlıklarıdır, bunların modellerinin oluşturulması lazım.
Hep denilmiştir ki: Türkiye'de, planlar, özel sektör
için yol gösterici olacaktır; Türkiye'de, planlar, kamu kesimi için emredici
olacaktır. Aslında, planlı dönemde -en önemli eleştrilerden birisi de budur-
planlar, ne kamu kesimi için emredici olmuştur ne de özel kesim için yeterince
yol gösterici olmuştur. Böyle olsaydı, bugün, özel sektörde, demir-çelik
sektöründe ortaya çıkan kapasite fazlası olurdu ya da tekstil sektöründe ortaya
çıkan kapasite fazlası olurdu. Ne kamu sektörü için emredici olmuştur... Çünkü,
Türkiye'de, bakıyorsunuz, ziraat mühendisi sayısı anormal ya da benzeri
mühendisler sayısı çok fazla; ama, esas bilgisayar sektöründe, ihtiyacın yüzde
45'i karşılanır durumda. Plandan bahsedilen bir ülkede, böyle bir sonucu, böyle
bir tabloyu kabul etmek mümkün değildir.
Ayrıca, planda yer alan hedeflere uymayan, planda,
programlarda yer alan yatırımları gerçekleştirmeyen hangi bürokrata, ne
yapılmıştır; hangi kuruma, ne ceza verilmiştir; bunu yerine getirmedi diye
Türkiye'de ne yapılmıştır; hiçbir şey yapılmamıştır. Yerine getiren birkaç kişi
varsa, onlara da, belki, acaba nerede yanlış yaptı diye bir arayış içinde
insanlar, nasıl cezalandırırız düşüncesi içinde... Plan konseptini, bizim,
artık, yeni baştan yorumlamamız lazım.
Bir de, Türkiye'nin, aslında, bu 2000'li yılların
önemli bir verisi de Avrupa Birliğiyle üyelik sürecinin başlıyor olması.
Türkiye'nin, gerçekten, önümüzdeki dönemde Avrupa Birliğine üye olması
hedefimiz vardır. Bu doğrudur; iktidarıyla, muhalefetiyle de tüm siyasî
kadrolar, toplumun çok geniş kesimleri bunu destekliyor.
Bu Avrupa Birliğine üyelik olayı, aslında, Türkiye'nin
öteden beri hedeflediği muasır medeniyet seviyesini yakalama olayıdır. Ama, şu
yanılgı da ya da şu söylem çok sık dile getirilmeye başlandı; deniliyor ki:
Tamam, Avrupa Birliğine üye olacağız; ama, Türkiye'nin özel koşulları vardır.
Ama, Türkiye'nin özel koşullarının olması Avrupa Birliğine girmesine bir engel
teşkil eder mi etmez mi tartışmasını iyi yapmamız lazım. Bu, şuna benziyor:
Avrupa kupa finalini oynayacaksınız; ama, benim özel koşullarım var, ben
futbolu istediğim gibi oynayacağım, ben bazı şeyleri kabul ederim etmem...
Bu mümkün değil arkadaşlar. Avrupa Birliğine üye
olacaksanız, dünyanın birinci ligindeki ülkeler safına çıkacaksanız, o zaman, o
ülkelerdeki normları, istesek de istemesek de, kabul etmek durumundayız.
Bunları kabul etmemiz lazım. Ha, içeride sıkıntılarımız varsa, akıl, onların
çözümünü gerektirir. Yoksa, biz bu konjonktürü de kaçırdığımız zaman,
"Kopenhag kriterleri" denilen, "Maastricht kriterleri"
denilen ekonomik ve siyasal kriterleri Türkiye yerine getiremezse, Osmanlının
yaptığı gibi, gerçekten çok ciddî bir süreci de kaçırmış olacağız.
Değerli arkadaşlar, onun için, bizim, aslında,
önyargısız, olayları masa üzerine yatırıp, tek tek tartışmamız lazım.
Türkiye’nin sorunları, çözülmez sorunlar değil; biraz cesaret, biraz bilgi,
biraz da planlı yaklaşım, aslında bunların hepsini aşabilecek noktaya getirir
bizi; ama, bunu yapamazsak, gerçekten zaman kaybedersek, bakın, size
örneklerini verdim; millî gelirdeki gelişmişlik yarışında, hemen hemen aynı
millî gelir seviyesinde olduğumuz Portekiz’i, Yunanistan’ı, bizi, dörde, beşe
katlamış durumdalar. Onların, Avrupa Birliğine üye olmalarının, bu gelişmişlik
sürecini yakalamalarında çok önemli rolü vardır. Biz, Ortadoğu’da, tam demokrat
olmayan, fakir bir ülke olarak, yaşama imkânına sahip değiliz; Türkiye, geçmiş
tarihiyle, insan kalitesiyle, böyle bir kadere mahkûm edilemeyecek ölçüde bir
ülke. Onun için, aslında, çok ciddî biçimde bu Avrupa Birliğine üyeliği ele
almak durumundayız. Avrupa Birliğine üyelik, yabana atılır bir olay değildir.
Gerçekten koptuğumuz anda, fevkalade ağır sonuçlarla karşı karşıya kalırız.
Avrupalılar bizi almak için çok hevesli değiller
arkadaşlar, bunları bilmek lazım. Sokaktaki Avrupalı için Türkiye, Türk
toplumu, kendilerinin dışında bir ülkedir, Avrupalı olarak kesinlikle kabul
etmezler Türkleri; ama, akıllı insanlar, Türkiye’nin dışarıda bırakılmasını,
akıllı yöneticiler, Türkiye gibi bir ülkenin dışarıda bırakılmasının yaratacağı
sonuçları düşünerek, Türkiye’ye kapıyı kapatmıyorlar; ama, biz de, kendi
üzerimize düşeni yapmazsak, o zaman, Türkiye’yi dışlayıcı grupların, Türkiye’yi
dışlamak isteyen grupların ekmeğine yağ sürmüş oluruz. Tabiî, aslında gönül
arzu ederdi ki, Türkiye, Yunanistan Avrupa Birliğine üye olduğu zaman, keşke o
fırsatı iyi değerlendirebilseydi. Türkiye, o dönemde, Avrupa Birliğine üyelik
başvurusunu o dönem yapabilmiş olsaydı, o zaman, belki, ya ikimizi birden
Avrupa Topluluğuna -Avrupa Topluluğuydu o zaman- üye yapacaklardı ya da ikimizi
de bekleteceklerdi. Biz o fırsatı kaçırdık. Ne oldu; Yunanistan girdi. Şimdi,
biz, acaba Yunan vetosunu nasıl kaldırırız diye, Dışişleri Bakanımız, acaba
nasıl memnun ederiz Yunanistan'ı deyip, gidip Atina'da sirtaki bile oynuyoruz.
Aslında Yunanistan'la olan ilişkilerimizi de fevkalade
iyi düşünmemiz lazım. Gerçekten, biz, Türkiye'nin Yunanistan'la olan
ilişkilerinde, özellikle, 1980'li yılların başlarında Yunanistan'ın NATO'ya
alınması sırasında gerekli kozumuzu oynayamadık o dönemdeki iktidarların tutumu
sayesinde.
Bir ikinci yaklaşım da, Yunanistan'ın suçüstü
yakalandığı Apo krizi dolayısıyla Yunanistan'ı aslında fevkalade etkili bir
şekilde köşeye sıkıştırma olanağımız vardı. Bu fırsatı da kaçırdık arkadaşlar.
Yunanistan, dünyada, terörist devlet olarak adlandırılma konumundaydı; ancak,
biz, ilişkilerimiz bozulmasın diye yumuşak geçiş yaptık, bunu gözardı ettik,
çok üstüne gitmedik. Peki, karşılığında ne oldu; Yunanistan, Türkiye'nin Avrupa
Birliğinden alması söz konusu olan fonlar üzerindeki vetosunu kaldırdı mı;
kaldırmadı. Suçüstü yakalandığında, başta Pangalos olmak üzere 3 bakanını
görevden aldı. Ne oldu; seçimler geçti, arkasından, aynı 3 bakan, terörle
ilişiği olduğu için uzaklaştırılan bakanlar bugün tekrar hükümetteler.
Türkiye'ye yönelik olarak da, vetoyla ilgili ya da herhangi bir olumlu adım da
atılmış değil Yunan tarafından. Ha, depremde yardım edilmiş; doğrudur;
insanlarımız arasındaki ilişkiler gelişsin, Yunanistan'la dostluğumuz gelişsin
istiyoruz; ama, uluslararası ilişkiler öyle duygusal yaklaşımlarla olmaz;
uluslararası ilişkiler, akılla, karşılıklı menfaatları gözetmekle olur.
Peki, biz, herhangi bir taviz almadan NATO'ya aldık
bunları; peki, herhangi bir taviz almadan, terörist devlet muamelesi görmekten
kurtardık Yunanistan'ı. Şimdi ne yapıyoruz; aman, ilişkilerimiz devam edecek
diye devamlı dolaşıyoruz, peşinde dolaşıyoruz. Ama, hangi somut adım
gerçekleşti; hiçbir şey gerçekleşmedi. Yeni şartlar önümüze getiriliyor;
"Kıbrıs'tan vazgeçerseniz, Ege adalarındaki, Ege'deki iddialarınızdan
vazgeçerseniz, o zaman, belki yumuşatabiliriz" ifadeleri geliyor.
Arkadaşlar, dışpolitika, fevkalade hassas olunmasını
gerektiren, karşılıklı çıkarların çok ciddî biçimde takip edilmesini gerektiren
ve de fırsatların çok iyi değerlendirilmesini gerektiren bir alandır. Fırsatı
kaçırdığınız zaman, elinizdeki silahı bırakmış oluyorsunuz; bir daha o
konjonktürü yakalamanız mümkün olmaz.
Ayrıca, yine, dünya üzerindeki gelişmelere
bakıyorsunuz. Özellikle, Putin'in Rusya'da iktidarı ele geçirmesinden sonra,
Türk cumhuriyetlerine yönelik olarak politikasında ciddî değişiklikler olmaya
başladı. CIS toplantısını, geçtiğimiz günlerde hepimiz gördük, izledik. Rusya,
oradaki etkinliğini, gücünü, tekrar kazanmaya başlamış durumda. Peki, biz ne
yapıyoruz? Üst düzeyde hangi teması gerçekleştiriyoruz? Peki, buradaki
ülkelerle bizim tarihsel bağlarımız olan ve Sovyetler Birliğinin çökmesiyle
büyük bir fırsat olarak önümüze çıkan konjonktürü değerlendirmek için ne
yapıyoruz; hiçbir şey yapmıyoruz. Elimizden yavaş yavaş o fırsat da kaçıyor
değerli arkadaşlar.
Türkiye, aslında, bütün bunları, Parlamentosunda
tartışmaya açmak durumunda. Türkiye'nin, aslında, dışpolitika konusundaki tüm
gelişmeleri, Parlamentosunda, bütün boyutlarıyla tartışması lazım.
Bürokratların ve Dışişleri Bakanının buraya gelip, gerekirse, dışpolitikada
neyin olup bittiği konusunda Yüce Heyetinizi aydınlatması lazım. Belki, gizli
oturum gerekirse, gizli oturum yapılması lazım; ama, bizim, neyin olup
bittiğini bilmemiz lazım. Gazete havadislerinden, gazete yer alan bilgilerden
yararlanarak, Türkiye, politikalarını belirleyemez, Türkiye Büyük Millet
Meclisi, gazete haberleriyle iktifa edemez; mutlak surette, birinci ağızdan
bilgilendirilmesi lazım.
Aslında, siyasî kadroların, yürütme organının, mutlak
surette, yasama organını, sadece dışpolitikayla ilgili olarak değil, aslında,
ekonomik programlarıyla ilgili olarak, sosyal programlarıyla ilgili olarak da
her vesileyle bilgilendirmesi lazım. Meclisi bilgilendirmek, demokratikleşmenin
temel şartıdır. Demokrasinin kalesi, kalbi, Türkiye Büyük Millet Meclisidir;
yoksa, yürütme organının, bürokratların hazırladığı vergileri, komisyonlardan
bir gecede geçirip, ertesi gün Meclisin Genel Kuruluna getirip, burada da ciddî
tartışmadan "Kabul edenler... Etmeyenler..." anlayışı içinde gerçekleştirmek,
kabul etmek, aslında, demokratik bir süreç değildir; kendimizi kandırırız.
Aslında, yürütme organının ne yaptığını, yasama organı
Yüce Heyetinizin yakından izlemesi, takip etmesi lazım. Aksi takdirde ne olur;
bürokratların egemenliği söz konusu olur; çünkü, sayın bakanların, bütün
detayıyla bütün olaylara vâkıf olması mümkün değildir. Hazırlanan tasarıların
ne olduğu konusunda çok yeterli bilgi olmayabilir ya da yürütme organı, tabiatı
itibariyle, kamu kaynaklarındaki payını, gücünü daha artırmak için, daha fazla
artırmak isteyecektir. Biz, burada, Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak,
vatandaşın hakkını savunmak durumundayız; Meclisin içinden çıkardığımız,
güvenoyu verdiğimiz hükümete karşı da korumak durumundayız; çünkü... Bakın, ben
rakamları size verdim; işte, cari harcamalar devamlı artıyor, reel olarak
artıyor; devletin harcamaları devamlı artıyor, reel olarak artıyor; yani,
enflasyon kadar artsa, hadi, diyeceksiniz ki, bir büyüme yok; ama, düşünün ki,
cari harcamalar, plan döneminde reel olarak yüzde 30,4 artmış; çok alarme edici
bir şey. Karşılığında hangi hizmet kalitesinde artış oldu? Bunu kim finanse
etti? Bunun, deprem vergisi diye getirdiğimiz bazı vergilerle bir kısmını
finanse ediyoruz, bir kısmını da borçlanmayla finanse ediyoruz; ne pahasına;
yüzde 100-yüzde 150 faizler ödemek pahasına bunları finanse ediyoruz. Peki,
karşılığında, yürütme organının da, ne yaptığı konusunda, niçin bunları talep
ettiği konusunda da inandırıcı bilgilerle buraya gelmesi lazım, ne yapıp ettiği
konusunda tüm Parlamentoyu bilgilendirmesi lazım. Bu bilgilendirmeler olmadan
"bir ihtiyaç vardır..." İhtiyaç var mı yok mu, bunları tartışalım.
Kimse önyargılı değil. Ülkenin yararına olacak her şeyde, dikkat ederseniz,
muhalefetiyle iktidarıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi her alanda destek
olmaktadır; ama "biz yaptık oldu..." O zaman ne olur; ondan sonra,
işte, Türkiye niçin geri kaldı, niçin Türkiye enflasyonu düşüremiyor diye
hayıflanmaya, sormaya devam ederiz.
Enflasyonu düşürmenin yolu ayağını yorganına göre
uzatmaktır. Türkiye kamu sektörü, imkânların ötesinde yaşıyor. Bir iki rakam
vereceğim ben size: Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planında içborçlanmanın, gayrî
safi millî hâsılanın yüzde 3 ilâ yüzde 3,2'si civarında olması hedeflenmiş.
İşte devletin tüm kamu kesimi... Yani, toplananla harcanan arasında aşağı
yukarı yüzde 3,2'lik bir fark oluşacaktır. O zaman enflasyonun da makul
seviyelerde olması mümkündür. Dünyadaki kabul edilen kriterler de budur.
Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planını bu Meclis onaylarken hükümete "borçlanma
gereğini yüzde 3 ilâ 3,2 civarında tutacaksın" diye yetki vermiş, planı
öyle kabul etmiş. Peki, ne olmuş, bakalım: 1996-1998 döneminde borçlanma gereği
yüzde 8,6 seviyesine gelmiş, 1999'da yüzde 14,8 olmuş. 3 nerede, 14,8 nerede!..
2000 yılında yüzde 19,4 olacağı tahmin ediliyor. Yani, düşünün ki, 100
topluyorsunuz 119-120 harcıyorsunuz, ondan sonra da "enflasyon
düşecek" diyorsunuz. Mümkün değil. Enlasyon rakamlarla ya da ilanlarla
falan düşmez; tabiî ki psikolojik faydası vardır, kamuoyu oluşturma açısından
mutlaka faydası vardır; ama, bunlar dengelerdeki iyileştirmelerle desteklenmek
durumundadır. Bu dengeler; önce, kamu borçlanma gereğinin aşağıya inmesidir.
Onun için, çok ciddî harcama tasarrufuna ilişkin programlar hazırlanması lazım;
çok ciddî yapısal değişikliklere ihtiyaç vardır; kamu kesimini azaltıcı
modellere ihtiyaç vardır; ama, bakıyorsunuz, böyle bir yaklaşım var mı; yok.
Aslında, sağlık sektörümüz dökülüyor, sosyal... Peki, o
zaman, bunun yerine, mevcut yükü taşımak, onu, hâlâ sakat bir yapıyı
süründürmek değil; o zaman, bu sakat yapının yerine yenisini oluşturmamız,
koymamız lazım. Ne yapalım; hastanelerimiz iyi değilse, hastaneleri, sağlık
işletmesi haline dönüştürecek yapısal programı hemen başlatalım. Sosyal
güvenlik sistemimizde ciddî sıkıntılar varsa, o zaman, özel sigorta
sistemlerini destekleyip devreye almamız lazım. Bunun gibi, kamu sektöründe,
bugün, devletin, gereksiz, çok fazla eleman istihdamı var, gereksiz birimler
var. Şimdi, yeni yeni birimler de oluturuyoruz. İşte, daha önce Hazinede ya da
bakanlıkların içinde hizmet veren bir daireyi ayrı kurumlar haline getiriyoruz
ve Türkiye'nin en büyük binalarını da bunların emrine tahsis ediyoruz ciddî
kaynaklar ayırarak; ondan sonra da diyoruz ki, enflasyonu indireceğiz! Enflasyon
böyle inmez. Böyle kurumlara ihtiyaç varsa tabiî ki kuralım; ama, karşılığında
da, o hizmeti yürütenlerin, o yeni kurulan birime transferini sağlayıp o birimi
de oradan kaldırmak lazım. Hem o birimi tutacaksınız hem yeni birimler
kuracaksınız; mevcut binaya devam edecek, bir yeni bina daha alacaksınız, ondan
sonra da enflasyon aşağı düşsün, enflasyonu indireceğiz diyeceğiz! Bu mümkün
değil. Dengeleri kuramıyoruz arkadaşlar. Onun için, enflasyonun sıkıntısı,
aslında, dendiği gibi, krizler değil; krizlerin mutlaka rolü var; ama,
krizlerin ötesinde, yapısal sakatlıklarımızın, yapısal problemlerimizin rolü
vardır.
Konuşmamın sonuna geldim. Burada bir grafiği size
göstermek istiyorum. Bakın, bu, Türkiye'deki millî gelirin büyüme trendini
gösteren bir olaydır. Millî gelirdeki küçülmeyi ifade ederken "Asya krizi
vurdu" deniyor; bakın, Asya krizi şurada meydana gelmiş, ekonomi büyümeye
devam etmiş. Rusya krizi deniyor, Rusya krizi şu noktada gelmiş; aslında,
Türkiye'de, özellikle son vergi yasasının büyük rolü vardır; ayrıca, diğer
harcamalardaki artışların rolü vardır. Ondan sonra, aşağı inme sürecinde Rusya
krizi patladı. Zaten, ekonomi daralmaya başlamış ve sonradan, Rusya krizi
neticesinde dibe vurmuş. Ha, deprem dediğiniz anda, ekonomik daralma zaten
deprem vurduktan sonra meydana geliyor. Bu, devletin, Devlet İstatistik
Enstitüsünün resmî verisi.
Biz, bunları araştırmadan, bunları tartışmadan
"işte, dünyada kriz vardı, o yüzden biz de geriledik" diyoruz.
Şimdi, ben, krizde olan ülkelerin gelişmişlik
seviyelerini, 1999 yılındaki büyüme oranlarını size kısaca okuyayım; Türkiye,
acaba, gerçekten, denildiği gibi ekonomik krize, Asya ya da Rusya krizi
dolayısıyla mı girmiş?
Asya krizi denen ülkelerden Güney Kore'de 1999 yılında
büyüme hızı yüzde 13, Malezya'da yüzde 10,6, Rusya'da -krizdedir dediğimiz
Rusya'da- yüzde 8,8, Çin'de yüzde 6,8, Tayland'da yüzde 6,5, Endonezya'da -ki,
Endonezya ciddî sıkıntılar yaşamış bir ülke- yüzde 5,8.
Konuşmamın başında da vurgulamak istediğim gibi,
olayları deşip, gerçekleri tümüyle ortaya koymazsak, kendimizi kandırırız.
Kamuoyunu, vatandaşı ikna etmek için belki elimizde argümanlar olur; ama,
hastalığı tedavi etmek için elimizde yeterince argüman olmaz.
Ayrıca "istikrar" ifadesi hep
vurgulanmaktadır; doğrudur, istikrara ihtiyaç vardır; ama, dikkat edin, dünyada
en fazla hükümet değiştiren ülke İtalya'dır. İtalya'nın, takip edebildiğim
kadarıyla, İkinci Dünya Savaşından sonraki 59 uncu hükümeti işbaşındadır ama,
İtalya G-7 ülkeleri içerisinde ve millî gelir itibariyle İngiltere'yi geçmiş
durumda ya da zaman zaman geçmekte, zaman zaman yakalamakta, döviz kurlarına
bağlı olarak. Olayın becerisi nedir biliyor musunuz; siyasî yapılarda değil,
daha önce arkadaşlar dile getirdi; diktatörlüklerde siyasî istikrar var
gözükür; ama, olay, kendi kendine işleyen, politik müdahalelerden arınmış,
piyasa mekanizmalarının etkin olduğu bir yapıyı oluşturabilmektir. Devletin
küçüldüğü, ekonominin piyasa koşullarına göre çalıştığı bir yapıyı kurduğunuz
anda, zaten, siyasî kadrolardaki, siyasî yapıdaki değişikliklerin etkisi,
fevkalade sınırlı olacaktır. Onun için, kendimizi bu düşüncelere kaptırmadan,
yapmamız gereken, özelleştirmeye hız vererek, devleti küçültüp, kaynaklarımızı
etkin kullanmaktır. Ayrıca, derhal bir seferberlik başlatalım...
BAŞKAN – Sayın Tezmen, grubunuza ayrılan 2 saatlik süre
dolmuştur efendim, isterseniz... Tamamlarsanız efendim...
OĞUZ TEZMEN (Devamla) – Toparlıyorum Sayın Başkan.
Ayrıca, bir yapmamız gereken de, ciddî bir eğitim
seferberliğiyle, 21 inci Yüzyılın istediği, bilgi toplumunun istediği nitelikte
insan yetiştirmektir. Ayrıca, artık, dünya, ferdîleşme, bireyin egemen olduğu,
bireyin merkez olduğu bir yapıya dönüşmüştür. Ona uygun eğitim programlarını da
başlatmamız lazım. Eğitim kalitesini mutlak surette revize ederek, yeni çağa
uygun insanlar yetiştirelim ve ekonomimizi de globalleşen dünyaya adapte edecek
bir yapıya kavuşturalım. O zaman, planlar da böyle başarısızlık belgesi
olmaktan çıkıp, gerçekten, iftihar belgeleri haline gelir.
Bu düşüncelerle, hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Teşekkür ediyorum. (DYP ve FP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Tezmen.
Söz sırası, Anavatan Partisi Grubu adına, İstanbul
Milletvekili Sayın Bülent Akarcalı'da.
Buyurun efendim...
TURHAN GÜVEN (İçel) – Saat 19.00 Sayın Başkan?..
BAŞKAN – Efendim, devam edelim biraz daha; çünkü, daha
üç grubumuz var; 2'şer saatten 6 saat; sonra şahısları adına iki konuşmacı var;
yani, en az -eğer, gruplar, sürelerini tam kullanırlarsa- altı saat devam
etmemiz gerekiyor.
Buyurun; Sayın Akarcalı.
ANAP GRUBU ADINA BÜLENT AKARCALI (İstanbul) – Sayın
Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım; Anavatan Partisi Grubu adına, ben
konuşuyorum. Aslında, bugün, size, Yılmaz Karakoyunlu arkadaşım hitap edecekti;
o, belagatiyle, herhalde, şu yorgun saatlerde sizin dikkatinizi daha iyi
çekecekti; ancak, ciddî bir gerekçesi vardı; bugün burada bulunamıyor; fakat,
ben, kendisinin özene bezene hazırlamış olduğu konuşmasını, size, onun kadar
olmasa da, elimden geldiği kadar, kendimden de bir şeyler katarak, aktarmaya
çalışacağım; hepinize saygılar sunuyorum.
Değerli arkadaşlarım, plan, hepimizin bildiği gibi, beş
yıllık dönemde bir ülkenin hedeflerini, politikalarını ve önlemlerini
belirtiyor. Planda, tek bir konuyla sınırlı değiliz. Hükümetin, gerek icracı
gerekse devlet bakanlıkları sorumluluğundaki hususları ihtiva eden bir metin.
Başka bir deyimle, Türk siyasetinin ve bürokrasisinin, muhteva itibariyle en
zengin belgesi. Tabiî, şimdiye kadar söylenenlere katılarak, hükümetin, başta
Sayın Başbakan olmak üzere, hepsinin burada olup, bu belgeyi bizlerle birlikte
tartışması gerekirdi; ama, ne yazık ki "yaz bir başka bahara kaldı"
dememiz gerekiyor.
Değerli arkadaşlarım, aslında, tartışmasını yaptığımız
plan da model itibariyle, kırk yıllık bir uygulama ve geçmiş yıllara da
baktığımız zaman, kırk yıldır, bu modelin herhangi bir yenilik teknolojisi
içermediğini de görmekteyiz. Kendini tekrar eden bir modeli, burada tartışma
durumundayız. Oysaki, devir değişti, ülkenin hedefleri, programları değişti ve
meselelere, artık, salt ekonomik açıdan bakma dönemleri de geçti.
Değerli arkadaşlarım, planın metodolojisi, gerçekten,
artık, yetersiz ve geçersiz. Plan, bize, âdeta, yalnız ve yalnız tasdike
geliyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi bir noter, işte, böyle konuşup
kendilerini avutsunlar, ondan sonra, bu plan da uygulamaya geçsin diye.
Oysa, ne yapılabilirdi? Eğer bu planda, o kırk yıllık
yani'nin yanında biraz da kâni olması istenseydi veya tersi ne yapılabilirdi?
Örneğin, geçen yıldan bu yana, Devlet Planlama Teşkilatının sorumluları, Sayın
Bakanın iradesiyle, diyelim, önce, parti gruplarında, gelip, bu planı
açıklayabilirler, milletvekilleri ihtisas komisyonlarında, planın ilgili
bölümlerini tartışabilirler ve milletvekilleri aracılığıyla, plana, daha bazı
yeniliklerin katılmasını isteyebilirlerdi.
Başka bir deyişle, bunlar yapılmış olsaydı; yani,
Türkiye Büyük Millet Meclisinde, Plan ve Bütçe Komisyonunun dışında da
komisyonların olduğu ve Türkiye'de, demokrasinin, hakikî tek temsilcisi siyasî
parti gruplarının olduğuna, kırk yıl sonra, Planlama da bunun farkına varmış
olsaydı, inanırım ki, bugün, daha başka bir noktada olabilirdik. Ağır konuşmak
istemiyorum; ama, 1960 müdahalesinden sonra yapılmış planlama zihniyetinin hâlâ
değişmediğini, hâlâ siyasete öncelik vermediğini, teknokrat bir zihniyetle
hareket ettiğini, burada görmenin üzüntüsünü yaşamaktayız.
Denilebilir ki, eldeki mevzuat, bu tasarının, Plan ve
Bütçe Komisyonunda görüşülmesini amirdir. İşte, değişmesi, bizlere teklif
edilmesi gerekenler bunlardır. Türkiye'de planlanacak konu, yalnız fert başına
millî gelir değildir; bu ülkenin eğitimi, sağlığı, çevresi, kültürü, en önemli
sorunları içerir.
Değerli arkadaşlarım, planda, tekrar üreticiler zarara
girmesin diye patates üretimi için hedef verilmiştir; ama, bu ülkedeki kültür
erozyonu ve kültürümüze karşı dış emperyalizmin karşısında kültür namusumuzu
nasıl koruyacağımıza dair bir sayfa ya da bir cümle bile yoktur. Cumhuriyetin
değiştirilemez ilkeleriyle, milletin vazgeçilmez, devredilmez hak ve
özgürlükleri de, Planlamada, herhangi bir şekilde, çağdaş uyumlar için ele
alınmamıştır. Bu planda, tavuk sayımı öngörülmüştür; ama, 312 nci maddenin
mevcudiyeti nedeniyle yaşanan toplumsal sorundan söz edilme cesaretine
girilmemiştir.
Bu ülkeden para politikaları üzerine destanlar
döktürülmüş; ama, düşünce ve ifade özgürlüğünün üzerindeki baskıların, hangi
hedefler ve önlemlerle giderilebileceğini söyleyecek yüreklilik ve cesaret, bu
planda yoktur; çünkü, plan, Türkiye'nin bütün geleceğini yalnız ekonomik olarak
ele almakta, bu ülkenin bir kültürü olduğunu, bir tarihi olduğunu ve
geleceğinin bu kültür ve tarihle bağlı olduğunu maalesef görmemektedir.
Değerli arkadaşlarım, eskiden, 18 inci, 19 uncu
Yüzyıllarda, bu ülkeye din misyonerleri gelirdi. Bunlar, yumuşak yüzlü
adamlardı; toplumun bütün kesimlerine nüfuz ederek telkinlerde bulunurlardı.
Medenî terbiyemizle kendilerini misafir ederdik; ancak, inançlarımızın gücüyle,
hiçbir telkinlerine itibarımız olmazdı. Şimdi de ekonomi misyonerleri var.
Başlarında, bildiğimiz Cottarelli geliyor, istediği telkini yapıyor ve biz de
uyuyoruz. En azından, bizim, milletvekili olarak bildiğimiz bu. Bunun ötesinde
bir bilgimiz yok. Ha, bununla kalsa yeter; ama, yetmiyor. Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi geliyor, Kopenhag kriterlerinin misyonerleri geliyor, Af Örgütü
geliyor. Bunların hepsi, insan haklarından, hukukun üstünlüğünden, demokrasi
eksikliğinden, özgür anayasadan söz ediyor. Peki, değerli arkadaşlarım, biz
neyi biliyoruz?
Planlama bazı belgeler hazırlamış, bir bakanlık başka
belgeler hazırlamış, Millî Güvenlik Kurulu bunu beğenmiş veya beğenmemiş... Biz
bunları nereden öğreniyoruz; Planlamanın içerisindeki belgelerden mi? Hayır;
gazetelerden. O gazetelerde yazılanların doğruluğu ve yanlışlığı ölçüsünde de,
bizler, partimizde, tabanımızda milletimizle, insanlarımızla ve Mecliste
politika üretmek durumunda kalıyoruz.
Değerli arkadaşlarım, bizi dinleyen sayın
bakanlarımızdan –dinlemeyenlerin okuması temennisiyle- şunu, özellikle rica
etmek istiyoruz: Türkiye Büyük Millet Meclisi, siyasetin oluşturulduğu yerdir,
noterlik makamı değildir. Tekrar belirtiyorum, siyasete yeni girmiş olanlar,
bunu, zamanında düşünmeyebilirler, milletvekilliği yapılmadan bakanlık
yapıldığı için bu hatalar olmuş olabilir; ama, bunlar, önce, her partinin
Meclis grubunda tartışılmalıdır. Bürokratlar, gerekiyorsa, gelip, o parti
gruplarında bilgi vermelidir. Bunun dışında, meclisin ihtisas komisyonları, her
biri, ayrı ayrı çalışmalıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisini, yalnız ve yalnız
Plan ve Bütçe Komisyonu temsil ediyor zihniyeti, kesinlikle geriye
bırakılmalıdır. Dolayısıyla, burada, bu konularla ilgili olarak, en azından,
kendisi yoksa bile, buradaki Sayın Meclis Başkanvekili arkadaşımız dışında,
Meclis Başkanımızın bir temsilcisinin de ayrıca bulunması gerekirdi.
Değerli arkadaşlar, bu planla, bu hükümete, ithal
edilecek damızlık boğa hedefi, hatta sperma özellikleri bile veriliyor; ama,
plana baktığınız zaman, çocuklarımıza, bizim çocuklarımıza, bu milletin
çocuklarına, dil terbiyesi, din terbiyesi ve medenî yetişmişlik terbiyesi ve
kriterleri, ölçüleri hakkında hiçbir şey yoktur. Çocuklarımızın eğitimi
konusunda, yalnız ve yalnız, teknik okul sayısı, öğrenci sayısı, öğretmen
sayısı dışına çıkılması gerekmektedir.
İşte, kırk yıllık plan derken, biraz bunlardan
bahsediyorum. Yalnız ve yalnız rakamlara dayalı, bir bilgisayarın kuru hafızası
ya da kuru programları gibi oluşmuş bir plan.
Tekrar ediyorum, bundan böyle plan tartışmaları, sadece
Plan ve Bütçe Komisyonunda değil, eşanlı olarak, ihtisas komisyonlarında
yapılmalıdır. Anayasa Komisyonu bu planı tartışmalıdır. İşte, aylardır
tartıştığımız konu nedir: Demokrasi, insan hakları meseleleri, Kopenhag
ölçüleri, kriterleri vesairesi... Bu plan çerçevesinde bunlar ele alınmayacaksa,
bunlar, yalnız ve yalnız bürokratların kendi aralarında koydukları kurallarla
bizim önümüze getirilecekse, bu işin böyle yürümeyeceğini, bizim, çok net ve
açık bir şekilde ifade etmemizden de kimse alınmamalıdır; çünkü, bütün bu
tenkitler, bütün bu eleştiriler, yapılacak işlerin daha iyi yapılması içindir.
Konuşmamın sonuna doğru, özellikle, bu plandaki, kültür
konusundaki ve eğitim konusundaki yetersizlikleri ayrıntılarıyla açıklayacağım;
ama, tekrar bilinsin ki, bu ülkenin, ne sanayii ne tarım politikası ne sağlık
politikası ne eğitim politikası ne kültür politikası, bu Meclisin
komisyonlarında tartışılmadı. Tartışılmamış bu konuların yalnız ve yalnız
burada tartışılmasının yeterli olduğunu kabul etmek gerçekten zordur değerli
arkadaşlarım.
Size, daha sonra, Sayın Pakdemirli arkadaşım planın
ekonomik hedeflerini anlatacak. Burada, inanıyorum ki, isabetli teşhisleri,
samimî tenkitleri bulunacak. Onun söyleyeceklerine girmeden, tekrara meydan
vermeden şu noktalara değinmek istiyorum: 2000 yılında, kamu kesimi tasarruf
açığı, millî gelirin yüzde 15'ini oluşturacaktır. Değerli arkadaşlarım, millî
gelirimiz yaklaşık 200 milyar dolar diye ele alındığında, 2000 yılında kamu
kesimi tasarrufu açığı 30 milyar dolardır. Bu para nereden bulunacak; kamunun
bu paraya ihtiyacı varsa, tabiî ki, özel tasarruftan alınacak. Bu rakamı da
belirteyim; bu, neredeyse 18 katrilyona tekabül ediyor; Türkiye'nin vasıtalı
vergi toplamından daha fazla olan bir husus. Bu açığını kapatamayan ekonomi,
devlet, özel sektör tasarrufundan bunu aldığı zaman, ülkenin en verimli
yatırımlarını yapan kesimin, siz, yatırımlarını engellemiş olacaksınız. Planda,
bununla ilgili, bunu giderecek herhangi bir yol kesinlikle gösterilmemiştir;
yani, öyle ki, özel kesim yatırımı yerine rantı tercih eden bir model planlanıp
önümüze getirilmiştir; yani, deniliyor ki, devletin paraya ihtiyacı var; bu
parayı, 30 milyar doları özel kesimden alalım; özel kesim yatırım yapamasın.
Bilebildiğimiz kadarıyla, son 25-30 yıllık stratejide böyle bir hedef ele alınmamıştı.
Bir yanlışımız varsa düzeltilsin; ama, gördüğümüz daha da önemli bir şey, beş
yıllık bir dönem için sayısal dengelerin carî fiyatlarla kurulması ilk defa
burada ele alınmış; bunu da anlama imkânı yok; yani, enflasyonun sıfır olduğu
bir dönem yaşanmış olsa ve yaşanacak olsa bir yerde bu kabul edilebilir.
Planda çok ciddî -bir üslup hatası diyeceğim- bir hata
var. Bunu, parantez içinde üslup hatası diye tekrar ediyorum; ama, bu, üslup
hatasının ötesinde. 20 Haziran 2000 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde, enerji
politikasıyla ilgili bir eleştiri yer almıştı. Habere göre, enerji sektörünün
planlanmasında özel kesime istikrarlı ve güven verici bir politika
uygulanmadığı, özel şirketleri sektöre çekmek için çok tavizler verildiği ifade
edilmiştir. Şimdi, buradan şuna geliyorum: Bize getirilen bu plan, Bakanlar
Kurulunun bir kararı. Önce, bu eleştiriyi Enerji Bakanının kabul edip
etmediğini buradan soruyorum. Etmediği takdirde de, üslup hatası dediğim bir
noktayı dile getiriyorum. Acaba, plandaki ifade, Bakanlar Kuruluna gönderilen
nüshada olmadığı halde, önce imzalar alınıp, sonra nasılsa redaksiyon yapılır
diyerek ve fırsat bu fırsattır diye ilave mi edilmiştir; yani, sayın
Bakanlarımızın imzaladığı metinlerin dışında metinler, bizim önümüze, plan diye
gelip gelmemekte midir? Bunu da, bu çok önemli enerji politikası konusunda,
gayet net bir şekilde soruyorum. Eğer, birinci ihtimal doğruysa, Enerji
Bakanının; eğer ikinci ihtimal doğruysa, DPT'den sorumlu Bakanın, Meclise
gerçeğin ne olduğunu anlatması gerektiğine inanıyorum değerli arkadaşlarım.
Türkiye'nin beş yıllık geleceğinde, konuyu bir şaibe gölgesinde bırakmaya
hiçbirimizin hakkı yoktur. Eğer, Bakanlar Kuruluna gönderilen nüshada olmayıp
bilahara eklenmişse, planlama metodumuz yanında, planlama ahlakımızın da gözden
geçirilmesi şart olacaktır.
Değerli arkadaşlar, her ne kadar planlamayı kuru,
bürokratik gördüysem de, Türk bürokrasisinin geçmişte bu gibi hatalar
yapmadığını da bilmekteyiz. Onun için, bu konunun, inşallah, yarından itibaren
bize ayrıntılı bir şekilde bilgi verilerek tatmin edilmesi yönüne gidilir.
Değerli arkadaşlarım, Üçüncü Plan 1973'te hazırlanırken
geride on yıllık plan deneyimimiz vardı ve bunu iyi değerlendirmeden yirmiiki
yıllık uzun vadeli bir strateji hazırladık. Bunu, o zaman da Millî Güvenlik
Kurulunun onayından geçirdik. Temel hedefimiz o zaman şu idi: 1995'te 1973
yılındaki İtalya'nın ekonomik düzeyini hedef almıştık. Yani, size bunu
söylemekteki maksadım, planlama teknolojisi olarak 1973'te öngörülmüş bir
sistem vardı "İtalya'yı örnek alalım, onun, işte, şu kadar yıl sonraki
durumuna geliriz" diyerek. Neydi o 1973 yılındaki hedef; 1995 yılında 1973
yılındaki İtalya'nın ekonomik düzeyini hedef almak.
Değerli arkadaşlarım, biz, 1995 yılında, İtalya'nın
1973 seviyesine gelebildik mi; bununla ilgili hiçbir açıklama, kıyaslama
şimdiye kadar yapılmadı. Bunu neden belirtiyorum; aynı hata, sanki 1973'leri
yaşıyormuşuz gibi yeniden yapılıyor ve 2023 yılında dünyanın ilk 10 büyük
ekonomisinden birisi olacağımızın,
buradan, Türkiye Büyük Millet Meclisinden tasdik edilmesi isteniyor. Bilmem
anlatabildim mi?..
1973 yılındaki plan teknolojisinden 2000 yılına
gelinmiş; ama, bu arada bilgisayarlar bile gelişmiş; fakat, bizim Planlama
Teşkilatımızın uyguladığı teknolojinin t'si bile ilerlememiş ve deniliyor ki,
1995 yılı Meclisine bunu yutturmuştuk, şimdi siz niye yutmayasınız; doğru,
hakları var, metinler bu şekilde önümüze geliyor; bunları savunmak veya tenkit
etmekten başka bir imkânımız yok. Bunu da böyle geçiştiririz; ama, inanıyorum
ki, Sayın Bakanımız, bu, bizim, çok samimî eleştirilerimiz sonrası -eleştirinin
üstünde- bu büyük hataların üzerine gidilmesinde gerekli gayreti gösterecek.
Şimdi, tabiî, gelecek hayalle hazırlanıyor. Hayal etme
gücümüz olacaktır geleceği görmek için, geleceği hazırlamak için; ama,
insanları da o hayale doğru yönlendirirken, ellerine somut verileri, o hayale
ulaşmaya imkân verecek araçların da neler olduğunu belirtmeniz gerekecektir.
Şimdi, bunlara göre, biz, beş sene sonrasının millî
gelirini 5000-6000 dolara çıkarma gayretini nasıl elde edeceğimizi bilmezken,
millî gelirimizin 22 000 dolarlara çıkacağını vesairesini görüyoruz.
Değerli arkadaşlarım, dünya planlamasında artık bu gibi
hayalcilikten vazgeçilmiştir. Yanlış anlaşılmasın, ben de bir makro
ekonomistim, ben de bu planlama disiplininden geçtim, hem de disiplinden
geçtiğim hocamın adı da, 1960'larda Türkiye'de planlamanın temelini atmış olan
Timbergen'di ve hasbelkader bir de nobel ödülü almıştı ekonomide. Bunlar artık
geçti; bu şekilde yaklaşımlar bitti. Somut
hedef gösterilip o somut hedefe nasıl somut bir şekilde varılacağı artık
planlamadır. Hatta planlama kavramının teknolojisi bile değişmiştir. Bu
planlama anlayışıyla, 1990'larda Sovyetlerde çökmüş olan "gross plan"
anlayışı arasında emin olun fazla bir fark yoktur ve kesinlikle 2000'li yıllara
Türkiye'yi sokacak bir plan zihniyeti, yaklaşımı değildir, kuru rakamdır.
Ülkenin ne millî yapısını ne manevî yapısını ne kültür yapısını ne ülkedeki ruh
zenginliğini ne ülkedeki insan zenginliğini kesinlikle kale almayan bir
yaklaşımdır.
Değerli arkadaşlarım, şimdi, planlamaya nasıl geçtik
biraz bunlardan bahsedip, sona varmaya çalışacağım.
Sosyal politikalar konusunda görüşlerimi biraz
açıkladım; ama, daha ayrıntılarına girmeden önce, planlama metodolojimizin kırk
yılı hakkında kısa bilgiler sunmak istiyorum.
Plancılığımız bir askerî darbeyle başladı. Amaç,
yatırımları devlet disiplini içinde gerçekleştirecek bir metot yerleştirmekti.
Kaynakların çok kıt olduğu, ülkedeki her yapının son derece dar olduğu bir
dönemde, bu tip yaklaşım geçerlidir; yani, 1960'lar Türkiyesinde, kaç mühendis
var, kaç doktor var, kaç tane makine var, bunların sayısının normal zekâdaki
bir insanın hafızasında tutabileceği kadar az olduğu bir ülkede, bu yaklaşımlar
geçerliydi. Bu anlayışla, önemli hizmetler götürüldü. Türk ekonomisine yön
veren ve yönetimine katılan son derece iyi kadrolar yetiştirildi. Şu anda,
Meclisimizde milletvekili olarak, bakan olarak, bu planlama terbiyesinden
geçmiş çok sayıda arkadaşımız oldu; geçmişte oldu, şimdi de var, yarın da
olacağına inanmaktayım. Bu kişiler, son derece, değerli hizmetler veriyorlar,
verdiler; bunun için de haz duyuyoruz, kendilerini tebrik ediyorum. Bu
gerçekleri görmezlikten gelmiyorum; ama, bütün bunlar, artık, Türkiye'nin yeni
bir döneme geçtiği gerçeğinin, bu Sekizinci Beş Yıllık Planda olmayış gerçeğini
değiştirmez.
Birinci Plan (1963-1967) tarıma dayalı ekonominin
sanayileşmesini hedef almıştı. Amaç, tarımdaki istihdamı bölgesinde tutarak
sanayileşmeye yönelmekti; böylece, köyden şehre göç kontrol altında
tutulacaktı. Gelirde de adil dağılım hedef alınmıştı; ama, fiyat istikrarı
önemsenmemiş, fırsat eşitliği ise temel ilke olarak benimsenmişti. Bakıyoruz,
köyden şehre göç önlenebilmiş mi; koca Başkentin hâlâ yarısı gecekonduyla
çevrili. Gelirde adil dağıtım gerçekleşebilmiş mi; tabiî, onun da
gerçekleşebildiğini şu anda söylemek maalesef mümkün değil.
İkinci Plan da (1968-1972) Birinci Planın hedefleri bir
kenara bırakıldı, yenileri benimsendi. Bunda, tarımın modernizasyonu,
sanayileşme modeli olarak benimsendi; yani, tarımdan sanayiye geçme yerine,
tarımı modernize edersek sanayileşmeye model olarak işimize yarar denildi ve
yeni bir sanayileşme politikası, karma ekonomi, kentleşmeyi daha bir kontrollü
hale getirelim denildi. Bakıyoruz, bu 1968-1972'de tutmamış.
Bunları neden söylüyorum, aslında, metodoloji
dediğiniz, şüpheciliği ve eleştiriyi içerir; yani, bu Sekizinci Beş Yıllık
Plan, bize getirildiğinde, en azından, bundan önceki bu yedi tane beş yıllık
plan dönemlerinde, içinde hangi hedeflerin hangi gerekçelerden dolayı
tutturulmadığının, tutulamadığının bilgisinin bunun içinde olması gerekirdi ve
biz siyasetçiler olarak, bu noktada, bu bilgiyle karar verme hakkına sahip
olmamız gerekirdi. Tutturulmayan hedefler, siyasetçinin yetersizliğinde mi,
siyasî istikrarsızlıktan mı, siyasetçinin planın hedeflerinin tutturulmasına
gerekli desteği vermemesinden mi ya da hem bunlar hem de planlama metodunun
yetersizliği mi; ülke gerçekleri oluşumlarının başka şekilde ortaya çıkması
mı?.. Bunların hiçbiri ortada yok, yani, plan, kendi kendini eleştirmeyi, en öz
eleştirmeden yoksun bir şekilde devam ediyor.
Şimdi, ben -tabiî, ben derken, buradaki bilgilerin
büyük bir kısmı planlamada uzun yıllar çalışmış Yılmaz Karakoyunlu arkadaşımın
hazırladığı notlar- ilk iki plandaki hedefleri belirttim. Üçüncü Plana geçelim;
burada, 22 yıllık strateji hazırlandı. Biraz önce bahsettiğim İtalya olayı; 22
yıl sonra 1995'te 1973'ün İtalya'sı hedefleri şeklinde ele alınmıştı. Bunda,
kamu finansmanı açıkları esas alındı, kamunun tasarruf açığını özel tasarrufun
satın almasına bağladık; yani, bugünkü, işte dışarıda 100 milyar, içeride kaç
yüz milyar dolar olduğunu bilmediğim borçlar; devletin faiz fiyatını
artırmasına adım bu şekilde atıldı vesaire vesaire.
Dördüncü Plana geldiğimizde; Dördüncü Plan, 1979, Türk
ekonomisinin en sorunlu olduğu yıllar; ciddî siyasî kriz var, petrol şokuyla
ülke ekonomisi ve dünya ekonomisi sarsılmış ve Dördüncü Plan hiçbir başarı elde
edememiş, sonuna zaten varamamış; çünkü, ancak, 24 Ocak kararlarıyla ülke
felaketten kurtulabilmiş. Dolayısıyla, Dördüncü Planı yok varsayabiliriz.
Beşinci Plan (1985-1989) Üçüncü Plandan sonra en
başarılı olan bir plan. Tabiî, bunda, siyasî istikrarın son derece önemi var;
ama, esas, dünyaya açılma, özel sektörü teşvik etme, çalışma barışını koruma
var; fakat, bu Beşinci Planda da, yani, bizim Anavatan İktidarımızın dönemini
oluşturan planda da, sonradan görüyoruz ki, kültür politikasında önemli ihmal
ve zaaflar varmış.
Altıncı Planda (1990-1995) yüksek büyüme hızıyla
işsizliğin azaltılması amaçlanmıştı. Yorumunu yapmıyorum, hep birlikte yaşadık.
Yedinci Planda (1996-2000) öngörülen hedeflerden çok
uzak kalındığını hepimiz gayet iyi biliyoruz.
İşte, çok özet bir şekilde, kırk yıllık plan
gelişmemizi size sunmaya çalıştım. Dolayısıyla, tekrarlamak istiyorum: Bu
plandaki, yeniden, geçmişte hiçbir geçerliliği olmadığı görülmüş olan yirmiüç
yıllık perspektife sarılarak, yeniden, Türkiye'nin, işte, şu yıllarda, şu
ülkenin, şu durumuna geleceğiz anlayışından, bir kere, fikren uzaklaşmak lazım.
Türkiye'yi, sürekli olarak, ancak yirmi sene, otuz sene sonra bugünkü, bu
ülkenin yirmi, otuz sene gerisine erişebilirsin anlayışından bir kere
uzaklaştırmak lazım. Onun için, diyorum, koyacağımız somut hedefleri, yalnız ve
yalnız, kendimiz için koymamız lazım.
Tabiî, bu, son derece filozofik bir yaklaşım şeklinde
görülebilir; ama, bu, bir şekilde görülmelidir: Türkiye, yarışını kendi
kazanacak bir ülke diye görülmelidir; Türkiye, yarışını sürekli olarak daha
ileride olanın kaç metre gerisinde olarak kazanacağı ülke olarak
gösterilmemelidir. Bu anlayıştan, artık, yanlız planlamanın değil, Türkiye'de
herkesin çıkması gerekir ve Türkiye, hiç ummadık başarıları çok ciddî bir
şekilde gerçekleştirebileceğini görmüştür ya da şöyle diyeyim: Türkiye, yalnız,
yürüyerek, koşarak bir hedefe erişebilen ülke değildir. Türkiye, zamanında, hiç
kimsenin düşünemeyeceği ölçüde sıçrayabilen bir ülkedir; bekler bekler, ama,
öyle bir sıçrama yapar ki, aradaki çok sayıdaki farkı kapatır.
Bu plan yaklaşımı, son derece monoton, tekdüze, yalnız
ve yalnız, belirli bir uyuşukluğun üstündeki hızla gidildiği takdirde nereye
varılacağını gösteren bir yaklaşımdır; bu zihniyete karşı çıkıyorum ve bu
zihniyetin değişmesini özellikle istiyorum. Bu değerin adı, meseleye rasyonel
yaklaşmaktır, rasyonel toplum içindir. Rasyonel toplumu da yarattığımız zaman,
bu, demokrasi için, çok sesliliği de aynı zamanda yaratacaktır; aksi takdirde,
rakamlara bağlı olan bir toplumda, ne demokrasinin ne de demokrasinin
çerçevesinde, demokrayisi de büyük bir planet gibi alırsak, onun etrafında
dönecek yıldızları görme imkânımız yoktur.
Değerli arkadaşlarım, burada yapacağım eleştirilerin,
kesinlikle, işte, o bakan o partinin ayırımıyla bu bakan bu partinin, hiçbir
ilgisi yok. Burada yaptığım eleştirileri -bütün bu bakanlar, benim güvenoyu
verdiğim bakanlardır, benim partimin bakanıdır ya da ben, o partilerden birinin
milletvekiliyimdir- hiçbir ayırım yapmadan, bu anlayışla söylediğimi özellikle
ifade ediyorum ve o bakan arkadaşlarımın da, bu tenkitlerde, şahsen, en ufak
bir suçu, vebali yoktur, onu da belirtmek istiyorum. Yani, burada, bir bakanlık
kastedilirken, o her biri birbirinden daha kıymetli olan bakan arkadaşlarımın
ne şahsını ne politikalarını ne partinin politikalarını kastetmiyorum;
önümüzdeki döneme yönelik, eksikliklerimizi hep birlikte görme amacıyla
söylüyorum.
İlk önce, eğitimden başlayacağım. Eğitim gibi, Türk
toplumunun en hassas meselesi söz konusu olunca, bir parti mensubiyeti içerisinde
değil, sorumlu yurttaş duyarlılığıyla meseleye yanaşmaya çalışıyorum. Türk
çocuğunun eğitimini, hepimiz, her şeyin üzerinde tuttuğumuzdan dolayı, bu
konuda eleştirmeye başlamak istiyorum.
Değerli arkadaşlarım, uygar insan, uygar çocuk olarak
büyürse olur, bu da aile terbiyesiyle mümkündür. Ortaeğitim kurumları, bu uygar
çocuğu alır, yetiştirir, bilgili insan haline getirir; ama, uygar çocuğu
alabilmesi için, o çocuğun, ailesinden o terbiyeyi alabilmesi şarttır.
Üniversiteler, bilgili insanı alır, onu olgun insan haline getirir. Bu
olgunluğa ulaşmada, insan hakları, hukuk üstünlüğü, demokrasi ve ekonomik refah
en önemli etkenlerdir; o yoksa, olgun insan değil, işte, maalesef, hepimizin
sıkıntısını çektiğimiz ve onun için öğrenci afları çıkardığımız, sırf diplomalı
insan yetiştiririz.
Değerli milletvekili arkadaşlarım, ben de yabancı dilde
okudum; ama, Türk insanının yetişmesinde en önemli unsurun anadili olduğunu,
burada vurgulamak istiyorum. Çocuk, dilini anasından öğrenir, anaokulunda
öğrenir, ailede öğrenir. Türkiye'de, hiçbir plan gibi, Sekizinci Plan da, bu
konuda hiçbir öngörü ve politika benimsemediği için, dil eğitiminde keyfîlik
başlar; geleceğe yönelik en önemli hususların başında bu gelmektedir. Eğitim
Bakanlığı Talim Terbiye Kurulunun 32 sayılı kararı, Tebliğler Dergisinde, Nisan
2000'de yayımlandı; anaokulundan itibaren, çocuklara İngilizce öğretilmesi esas
alınıyor. Çocuklara, İngilizce öğretilmesine karşı değilim; ama, aynı
duyarlılıkla, çocuklara, önce Türkçe öğretilmesi gerekir değerli arkadaşlarım.
Anaokullarından itibaren, siz, İngilizce öğretmeye kalktığınız zaman, o
çocuğun, kendi dilinde ilerlemesi için hiçbir gayreti oluşmaz. Zaten, dilini
yeteri kadar konuşmayan, konuşamayan bir kadro yetiştirdik. Ondan sonra, bu,
daha da gelişti, Türkçe'nin dışında yabancı dil bilmek marifet oldu.
Değerli arkadaşlarım, bana, sınıfımıza, lisede mantık
ve filozofi dersini veren hocam şunu anlatmıştı: "Bir insanın düşünce
kabiliyeti, yaratıcılığı bildiği dille eşdeğerdir. Bildiğiniz dille düşünebilirsiniz,
bilmediğiniz bir kelimeyi düşünmek için aklınıza getiremezsiniz. Dilin
zenginliği, beynin, fikrin, düşüncenin, yaratıcılığın zenginliğini
oluşturur." Eğer, beşyüz kelimelik dille konuşuyorsanız, bin kelimelik
düşünemezsiniz, imkânı yoktur. Bir ressamın elinde kaç renk varsa, ancak o
renklerle boya yapabileceği gibi, en fazla birbirine biraz karıştırarak bir şey
elde edebilir. Şimdi, biz, çocuklarımıza, gelecekleri için düşünmelerinde
Türkçeyi vermiyoruz; yarım Türkçenin yanına bir de yarım İngilizce verelim
diyoruz, iki sağlam bacakla yürütmek yerine, iki topal bacakla yürütmeye
çalışıyoruz. Dünyaya bizden daha fazla entegre olmuş olan Avrupa toplumlarında
bunu görmüyoruz; bir Fransız için en önemlisi çocuğunun Fransızca öğrenmesidir,
bir İtalyan için önemli olan çocuğunun çok iyi İtalyanca öğrenmesidir, İspanyol
için İspanyolca, Alman için Almanca; çünkü, dil, onlar için, aynı zamanda,
yaşadıkları toplum içerisinde birbirleriyle arada hiçbir engel olmadan bağ
kurmalarını, ilişki kurmalarını, yurttaş olmalarını, arkadaş olmalarını, insan
olmalarını sağlayacak temel bir unsurdur.
Şimdi, burada, çok sayıda arkadaşımız –ben, olmayan
arkadaşlarımızı da var sayarak konuşuyorum– yurt dışındaki komisyon
toplantılarına katılırlar, Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu, NATO Atlantik
Asamblesi, Uluslararası Parlamenter Birlik, vesaire, vesiare. Siz, kaç Almanın
iyi İngilizce, Fransızca konuştuğunu gördünüz? Hangi İngilizin İngilizceden
başka dil konuştuğunu gördünüz? Yani, bir İtalyan, Fransızca, İngilizce konuşurken
bile, hemen İtalyan olduğunu anlıyorsunuz; çünkü, tamamen İtalyan şivesiyle ve
yetersiz bir İngilizceyle, Fransızcayla konuşuyor, ediyor. Neden; önem, ana
dillerine verilmiş ve onun için de, Avrupa Parlamentosunda, Avrupa Konseyinde
muazzam bir tercüman ordusu vardır, anında tercüme yapılır. Biz de, 1980'li
yıllarda, Türkiye Büyük Millet Meclisinin desteğiyle, Avrupa Konseyinde,
Türkçeyi diğer diller gibi tercüme edilen diler arasına koyduk;
milletvekillerimiz orada Türkçe konuşuyorlar.
Ben, bundan bir süre önce, geçen dönemde, Türk-Alman
Parlamenter Dostluk Grubunu kurmuştum; bana dediler ki "sen Almanca
bilmiyorsun" dedim ki "benim Alman muhatabım Türkçe mi biliyor ki,
bana bu soruyu soruyorsunuz." Yani, öyle bir mantık içindeyiz ki... İşte,
dediğim gibi, burada, ben İngilizce, Fransızca bilirim, Türk-Alman Dostluk
Grubunu kurdum. Beni eleştirdiler "sen Almanca bilmiyorsun, bunu niye
kuruyorsun" diye. Bizim hiçbir muhatabımız Türkçe bilmiyor ki,
kurduklarında... Yani, biz, onların dillerinin hepsini öğreneceğiz, onlar başka
bir dil öğrenmede bir gayret içine girmeyecekler; bu yanlıştır. Bu demek
değildir ki, Türk insanı, Türk çocuğu, dünyaya entegre olmak için, Türkçe
dışında bir dil öğrenmesin, tam tersine, bir değil -bir dil de yetmez- iki, üç
tane öğrensin; ama, mesele, önce anadilini öğrensin; bunun için ayrıntıya
giriyorum.
Şimdi, devam ediyorum yazılı metinden.
"Türk cumhuriyetlerinde ve Avrupa Birliği
ülkelerinde Türkiye Türkçesinin öğretimini ilke olarak kabul ediyoruz; ama,
uygulama Türk çocuklarına gelince İngilizce hedef alınıyor. Planlama
metodolojisindeki temel hedef, ilke kararının çok üstünde bir uygulama
disiplinidir. Bu, son derece vahim bir durumdur; ama, plan, bunu iftihar gibi
sunmaktadır. Türkçenin, bilim, sanat, ticaret, fen, iletişim ve uluslararası
çalışma dili olması sağlanacaktır diyen plan hedefine, artık, kim inanır, kim
itibar eder." Sayfa 117, madde 870.
İnanınız ki, çocuklarımız dillerini bilmiyorlar,
tarihlerini daha az biliyorlar, edebiyatlarını ondan az biliyorlar, coğrafyalarını
ise bildiklerini şüpheyle karşılamak gerekir. Kültürlerine, maalesef, gittikçe
daha da uzaklaşıyorlar.
Anadolu'nun çeşitli üniversitelerinde değişik vesilerle
konferans vermek üzere geziler yapıyorum. Üniversite öğrencilerine soruyorum,
bana on tane İslam filozofu, Türk filozofu ismi say diyorum, iki tane sayanı
zor çıkıyor. Farabi'yi, İbni Sina'yı, İbni Rüşd'ü, Muhiddin Arabi'yi, İmam
Gazali'yi, Şühreverdi'yi, İbni Meymun'u, Hallacı Mansur'u, Şeyh Bedreddin'i,
Cebin Bir Hayyan'ı, daha akla gelebilecek isimler; emin olun bilen çıkmıyor;
yani, herkesin bildiği birkaç ismi, Mevlana'yı, Hacı Bektaşı Veli'yi saymak,
geçmişi bilmekle eşdeğerde tutuluyor.
Değerli arkadaşlarım, Tokat Milletvekili Lütfi Ceylan
dostumuz, burada bir konuşma yapmıştı. Dil ve felsefe bütünlüğümüzün,
milliyetçiliğimizin nur burçlarını saymıştı. Sadri Maksudi'den, Yusuf
Akçura'dan, Zeki Veli Togan'dan, Ziya Gökalp'ten, Atatürk'ten söz etmişti.
Değerli arkadaşlarım, bu yazdıklarım -yiğidin hakkını
yiğide vermek istiyorum, yüzde yüz katılıyorum- Yılmaz Karakoyunlu arkadaşımın.
"Bu kadroyu iyi tanırım, iyi bilirim, iyi de okuttum. Bu kadro, Türk
kültür değerlerinin ve mirasının korunmasını, geliştirilmesini ve gelecek
kuşaklara aktarılmasını esas alan bir eğitim ve kültür felsefesidir. Bırakınız
bu kültür, eğitim felsefesini, bugün bu kadroyu tanıtan okullarımız yoktur,
tanıyan öğretmenlerimiz azalmaktadır, bilen insanlarımız kalmadı; bunu ayıp
sayıyorum. Ülkesinin kültürüne cahil kalmayı meziyet sanan bir kolejcilik
eğitim anlayışı var. Bu durumdan son on yılın bütün hükümetleri sorumludur.
Değerli arkadaşlar, 65 000 000'uz, toplam kütüphane
sayımız 1 300, toplam kitap sayımız ise 13 000 000, buna resmî kuruluşların
yayınladıkları kurumsal tanıtım kitapları da dahildir; yani, aslında
okunmayacak, gerektiği zaman müracaat edilecek istatistik kitapları gibi.
Kütüphane başına kitap sayımız 10 000, bunların ne kadar güncel olduğunu
bilmiyoruz; yani, 65 000 000 nüfusa 13 000 000 kitap, adam başına 0,2 kitap
düşüyor 2000'li yıllarda, 5 kişiye 1 kitap. Bugün fert başına gayri safî millî
hâsıla 3 500 dolar veya 3 000 dolar, yirmiüç yıl sonra planın rakamlarına göre
22 000 dolar olacak. İşte, planda rakam dışında anlayış yok, onun örneğini
vermek istiyorum. Dolayısıyla, plan yirmiiki-yirmiüç sene sonrasını nasıl
öngörüyor; diyor ki "22 000 dolar olacak." O zaman demek ki,
kütüphanelerde kitap sayısı da 0,2 çarpı 23 defa olacak. Değerli arkadaşlarım,
böyle bir gelecek hazırlanmaz. İşte,
anlayıştaki sakatlığı vermek istiyorum; yani, bizim gelirimiz arttığında
kültürümüze yönelik çalışmalar hangi ölçüde artacak, bunlar yok. Denebilir ki,
efendim, ülke zenginleştiği zaman bu paranın büyük bir kısmını kütüphanelerine
harcar, hayır, değil. Ülkenin zenginleşmesiyle birlikte o paraların kültüre
akmasını bugün okula gönderdiğimiz çocuklara aşılarsak ancak mümkündür; yoksa,
onlar o paraları otomobillere de harcayabilir, zevku sefa içinde harcayabilir.
Şimdi, aynı kriteri kullanırsak yirmiüç yıl sonra;
yani, cumhuriyetin 100 üncü yılında fert başına kitap sayısı 0,2'den 1'e
çıkacak. Biz dünyanın en önemli 10 ekonomisinden biri olacağız; ama, fert
başına kitabımız bu ölçülere göre 1'in üstüne çıkmayacak. Oysa, bugün
baktığımızda Yunanistan'da fert başına kitap sayısı 17, Portekiz'de 34,
İspanya'da 148. Demek ki, İspanya'nın fert başına kitap sayısı hedefine ancak
bir asır sonra yetişebileceğiz. Ben, bu planlama mantığıyla gidiyorum ve
tenakuzu da gösteriyorum, eksikliği de göstermeye çalışıyorum.
Değerli arkadaşlarım, Türkiye'nin kültür politikası
böyle düzenlenemez. Bu planda Türk kültür envanteri yok. Bu plan sanki Türkiye
için hazırlanmamış; Türk insanı için hazırlanmamış ve bu ülkede yaşayacak
insanlar için hazırlanmamış. Bu planı hazırlayanlar, Kültür Bakanlığının web
sayfasına bakmak ihtiyacını dahi duymamışlar. Haberleri olmadığına da iddiaya
girebilirim; çünkü, değerli arkadaşlarım, -sırf kayıtlara geçsin diye
söylüyorum- Kültür Bakanlığı web sayfası dünya çapında bir başarı örneğidir, 15
000 sayfadır; Türk kültürünün en önemli envanteridir. Dört dilde kültür
varlığımızı tanıtmaktadır. Bunu yapan da bu ülkenin onur duyacağı vatansever
genç bir kızımızdır. Adı, kayıtlara geçsin diye söylüyorum, Kültür Bakanlığı
Bilgi İşlem Dairesi Başkanı Meryem Sözen'dir. O, ülkesiyle, Türk kültürüyle
iftihar etmektedir, biz de onunla onur duymalıyız. Biz istiyoruz ki, önümüzdeki
beş yılı hazırlayan ve yirmiüç yıllık stratejiyi önümüze koyan Planlama da,
Türk kültürüyle ve geleceğimizle iftihar etsin, onur duysun.
Millî bütçeden ancak binde 2,5 oranında pay alan Kültür
Bakanlığına rağmen, Batı Avrupa'da sayılı birkaç devlet hariç, Avrupa, Asya,
Avustralya, Afrika, Güney Amerika ülkeleriyle başa çıkacak bir gelişme kadromuz
var. 9 operası olan bir ülkeyiz; 4 büyük balemiz var, 5 senfoni orkestramız
var, Türk halk ve sanat müziği korolarımızın sayısını ise bilmiyoruz; bunun
adedinin çıkarılması gerçekten çok yararlı olacaktır.
Halkımız, millî müziğimize, musikimize tam olarak sahip
çıkmıştır. Ödenekli, ödeneksiz tiyatrolarımızda sanatkârlarımız, dünya çapında eserler
sergiliyorlar. Dünyaya kafa tutan bir öykücülüğümüz, romancılığımız var. Dünya
sinemalarının hayranlığını davet eden noktaya geldik; ama, bu planda bunlarla
ilgili hiçbir politika kararı yok; destek de yok, teşvik de yok, yön gösterme
de yok.
Bu plan, Türk tiyatrosunu, Türk operasını, Türk
balesini, Türk senfoni orkestrasını, Türk müziğini, Türk halk müziğini, halk
oyunlarını, Türk resmini, Türk heykelini, Türk şiirini, Türk romanını, Türk
öyküsünü, Türk iletişimini tanımıyor, bilmiyor, duymamış, okumamış, gitmemiş;
bunlara ilişkin politika ve önlemleri yok. Oysa, kültür web sayfasını açıp
bakmak bile yeterli olabilirdi. Tabiî, bundan sonra, Değerli Kültür Bakanı
arkadaşıma, mümkün olduğu kadar, Kültür Bakanlığının, bu biraz önce saydığım
konulardaki düzenlemelerini, konserlerini, seminerlerini, resim sergi açılış
davetiyelerini Planlama Teşkilatındaki arkadaşlara göndermelerini tavsiye
edeceğim.
Değerli arkadaşlarım, yetmişbeş yıllık cumhuriyetimizin
kültür politikası daima evrensel kültürün yararlandığı ve yararlanıldığı bir
öğesi haline gelmişti. Geçmişte de, hep bu ilkeler çevresinde hareket
edilmişti. İlk defa bu planda evrensel kültürle ilgili hedefin çevresel kültür
kavramına dönüştüğünü görüyor ve şaşırıyorum. Bunun da, tabiî, daha ayrıntılı
bir şekilde açıklanması gerekirdi; evrensel kültür, çevresel kültüre nasıl
dönüşüyor... Bunun, bir ifade hatası olduğunu tahmin ediyor veya umuyor, planın
çok yerinde rastladığımız ifade hatası gibi, bunun da bir redaksiyonla
düzeltilebileceğine inanmak istiyoruz.
Değerli arkadaşlarım, planlama, aynı zamanda, ülkenin
önüne, geleceğe yönelik, toplumla ilgili ve yönetimle ilgili ufuklar da açmak
durumundadır; bu yok. Ama, buradan şunu hatırlatayım, gerçek demokratik bir
toplum iki esas üzerine kuruludur; birincisi, vatandaşın hakkı olan bilgiye
erişmesi; ikincisi, yönetimlerin -ister merkezî ister mahallî yönetim olsun-
şeffaf ve katılımcı olması. Birincisine bilgi edinme, bilgiye erişme, bilgiyi
kullanma ve yayma hakkı diyoruz. Bu, 2000'li yıllarda bilginin herkese
dağılacağı bir dünyada Türk vatandaşının asgarî hakkıdır. Bu kavramda,
yasalarla gizliliği belirlenmemiş tüm bilgiler her vatandaşa açıktır. Gizlilik
yasayla belirlenince, yetki, emir-komuta zinciri altında çalışan bürokratın
değil, meclisin ve parlamentonun, yani, halkın direkt temsilcisinin elinde
olur. Bugünkü durumda bu, böyle değildir.
Türkiye'deki bilgi, en açık bilgi, vatandaştan gizlenen
bilgidir. Bakın, iddia etmiyorum; çünkü, başımdan geçtiği için biliyorum;
Devlet İstatistik Enstitüsünün yayımlayıp bedava dağıttığı kitaplardaki bilgiyi
telefonla, faksla Devlet İstatistik Enstitüsünden isterseniz, size vermiyorlar
"müdürden izin alın" diyorlar. Aynı durumu Devlet Planlama
Teşkilatında denemedim; ama, kendilerindeki durum öyle değilse bile,
Türkiye'nin genelinde durum böyledir. Bugün, bir vatandaşımızın en hakkı olan,
arazisinin üstündeki imar durumu nedir, tapu durumu nedir, bu bilgileri alma
hakkı bile son derece zordur. Geçenlerde bir yerde okudum; vatandaşın istediği
bilgiyi göndermek için, kendisinden 3 000 000 lira faks parası isteniyor;
halbuki, gönderilecek olan bilginin maliyeti ya da faks maliyeti birkaç 100 000
liralık bir husus. Tekrar bunun üstüne geleceğim; bilgi edinme, bilgiye erişme
hakkı...
İkinci nokta da, yönetimlerin şeffaf ve katılımcı
olması. Halkın, yönetimi iyi destekleyebilmesi, halkın, yönetimi iyide, güzelde
destekleyebilmesi, yanlışta da denetleyebilmesinin tek yoludur yönetimlerin
şeffaf olması, hem merkezî hem de mahallî yönetimlerin şeffaf olması.
Bilgiye erişme hakkı ve şeffaf yönetim gereği, temiz
toplumda olmazsa olmaz bir şarttır. 21 inci Yüzyılda bütün demokratik
toplumların âdeta DNA'sını, genetik yapısını oluşturacak bu gelişmelere Devlet
Planlama Teşkilatı tamamıyla kapalıdır.
Değerli arkadaşlarım, Amerika gibi açık bir toplum,
sorunlarına, özellikle temiz topluma ulaşma tartışmalarını 1970'li yıllarda
yaptığında, iki tane temel yasa çıkardı; biri, bilgiye erişme hakkını
düzenleyen yasadır (Free İnformation Act) ama, zaman içerisinde görüldü ki, bilgiye
erişme, temiz toplumu sağlamada yetmiyor. Yani, siz, bir belediyenin yaptığı
bütün ihaleleri öğrenebiliyorsunuz, açık, gizlilik yok; ama, ihale yüzde yüz
namuslu, dürüst olsa bile, geçen sene yapılmış kaldırımın kırılıp tekrar
yapılmasının gerekçesini size açıklamıyor. Onun üzerine, ikinci bir yasa çıktı;
gün ışığında yönetim, benim şeffaf yönetim dediğim. Yani, vatandaşın, "bu
kararı niye alıyorsun, neden alıyorsun" diye sorma hakkını getiren ve
ister merkezî ister mahallî yönetici olsun, o yöneticilerin aldıkları karar
konusunda kendilerini seçmiş olan insanlara bilgi vermesi, hatta ve hatta o
karara katılması şeklinde. Bizde, bu konuda son derece mütevazı bir şekilde
olan tek uygulama Çevre Bakanlığıyla ilgilidir. Bu çevreyle ilgili konular
olduğunda gazetelere ilan verilmektedir, o kadar; onun dışında, her yer
vatandaşa kapalıdır. İşte, 1973'teki anlayışla değil de, 2000'li yıllardaki
anlayışla bir planlama hazırlansaydı ya da hazırlanırken bu Meclisin
müesseselerine gelip danışılsaydı, bütün bu ihtiyaçlar ortaya çıkar ve
düzeltilirdi.
Planlama, bir ülkenin bütün unsurlarının uyumlu olduğu
bir geleceği tasarlamaktır; geleceği aydınlatacak, demokratik, çağdaş toplum
için meşaleyi tutmak sorumluluğudur. Planlama, ahlak ve kültürü, bu meşaleyi
genç kızlarımızın ve delikanlılarımızın üzerinde, ellerinde yükseltmedir. Bu
planda, üzülerek söylemeliyim ki, bu meşalenin hiçbir eseri yoktur. Ancak,
tesellim şudur değerli arkadaşlarım; sizler, bu Meclisin değerli üyeleri,
geleceği aydınlatacak meşaleyi sizler tutabileceksiniz, hürriyet, adalet ve
eşitlik huzuruyla, bu meşaleyi, sizler ateşleyebileceksiniz. Zaten, bir pazar
günü geç saatlere kadar çalışan Meclis de, bu inancın en büyük örneği oluyor.
Eğer bu meşaleyi, millete himaye kanadı geren şefkat ve cesaretle
yükseltebiliyorsanız, eğer bu meşaleyi görev mesuliyeti ve hizmet gayretiyle
taşıyabiliyorsanız, sizlerin hangi çağda olduğunuzun hiçbir önemi yoktur;
çünkü, siz, bunları yaptığınızda, hepiniz, Fatih'in İstanbul'u fethettiği,
hepiniz Atatürk'ün cumhuriyeti kurduğu yaştasınız.
Hepinize saygılar sunuyorum.
Teşekkür ederim. (Alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Akarcalı, hem size,
hem de Sayın Karakoyunlu'ya.
Anavatan Partisinin ikinci konuşmacısı Sayın
Pakdemirli; ama, müsaade ederseniz, saat 20.15'te toplanmak üzere, birleşime
ara veriyorum.
Kapanma
Saati: 19.51
ÜÇÜNCÜ OTURUM
Açılma Saati : 20.15
BAŞKAN : Başkanvekili Nejat ARSEVEN
KÂTİP ÜYELER : Mehmet ELKATMIŞ
(Nevşehir), Melda BAYER (Ankara)
BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, 118 inci Birleşimin Üçüncü Oturumunu
açıyorum.
Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı üzerindeki görüşmelere devam
ediyoruz.
IV. – KANUN TASARI VE TEKLİFLERİYLE
KOMİSYONLARDAN
GELEN DİĞER İŞLER (Devam)
1. – Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci
Beş Yıllık (2001-2005) Kalkınma Planının Sunulduğuna Dair Başbakanlık Tezkeresi
ve Plan ve Bütçe Komisyonu Raporu (3/600) (S. Sayısı: 516) (Devam)
BAŞKAN – Komisyon?.. Yerinde.
Hükümet?.. Yok.
Efendim, Parlamento teamüllerine uygun olarak, birleşime 5 dakika ara veriyorum.
Kapanma Saati: 20.20
DÖRDÜNCÜ OTURUM
Açılma Saati : 20.25
BAŞKAN : Başkanvekili Nejat ARSEVEN
KÂTİP ÜYELER : Mehmet ELKATMIŞ
(Nevşehir), Melda BAYER (Ankara)
BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, 118 inci Birleşimin Dördüncü Oturumunu
açıyorum.
Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı üzerindeki görüşmelere kaldığımız
yerden devam ediyoruz.
IV. – KANUN TASARI VE TEKLİFLERİYLE KOMİSYONLARDAN
GELEN DİĞER İŞLER (Devam)
1. - Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci
Beş Yıllık (2001-2005) Kalkınma Planının Sunulduğuna Dair Başbakanlık Tezkeresi
ve Plan ve Bütçe Komisyonu Raporu (3/600) (S. Sayısı: 516) (Devam)
BAŞKAN – Komisyon ve hükümet yerinde.
Daha önceki oturumlarda, Fazilet Partisi ve Doğru Yol Partisi Grupları
adına yapılan konuşmalar tamamlanmış, Anavatan Partisi Grubu adına da Sayın
Bülent Akarcalı konuşmuştu.
Anavatan Partisi Grubu adına ikinci konuşmacı, Manisa Milletvekili Sayın
Ekrem Pakdemirli; buyurun efendim. (ANAP, DSP ve MHP sıralarından alkışlar)
ANAP GRUBU ADINA EKREM PAKDEMİRLİ (Manisa) – Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; Sekizinci Beş Yıllık Planın müzakerelerinde, Anavatan
Partisinin görüşlerini sunmak için huzurunuzdayım; hepinize saygılar sunuyorum.
Değerli arkadaşlar, genç cumhuriyetimizin ilk yıllarında, ülkenin,
oldukça liberal ekonomi mantığıyla yönetilmiş olduğunu görüyoruz. Menkul
kıymetler borsasında o günlerde, döviz, tahvil ve hisse senedi işlemleri
yapılırken, ithalat, fevkalade serbestti. 1923-1933 yılları arasında ekonomik
büyümü yüzde 7,6 olmuş ve bir daha bu büyümeyi yakalayamamışız.
1933-1938 yılları arasında da bu büyüme, yüzde 7,1'e gerilemiştir.
ABD'deki 1929 krizi, dünya ekonomisini sarsmış, bir müddet sonra, durgunluk,
Türkiye'ye de sıçramıştır. Kapitülasyonların ilgası, demiryollarının
kamulaştırılması, devletin elindeki sermaye ve insangücü birikimi, sanayimizin
kurulması için uygun bir zemin hazırlamıştı. 1927 yılında yüzde 12,8'lik, 1932
yılında da yüzde 10,7'lik bir ekonomik daralmaya rağmen, 1926'da yüzde 18,2;
1929'da yüzde 21,6 ve 1933'te yüzde 16'lık ve 1936'da yüzde 23,2'lik rekor
büyümeler elde edilmiştir.
1933 yılında ilk defa, beş yıllık bir sanayi planı yapılmış ve
uygulamaya konulmuştur. Bu plan gereği, bugünkü KİT'lerin ilk nüveleri
kurulmuştur. Devletin, sanayi yatırımlarına girmesiyle beraber ekonomiye
müdahalesi artmaya başlamıştır. 1567 sayılı Türk Parasının Kıymetini Koruma
Hakkında Kanun çıkarılmıştır. Bu kanun bir yıllığına çıkarılmış olmasına
rağmen, 1960'lı yılların ortasına kadar her yıl uzatılmış, sonra da, zaman
sınırlaması kaldırılarak, devamlı bir kanun haline sokulmuştur.
Bu kanun, Maliye Bakanlığının çıkardığı tebliğlerle bedenî (hapis) ceza
ihdas edilmesine yol açmış ve çok sert tedbirler alınmasını sağlamıştır. Bu
kanuna rağmen, Türk parasının kıymeti korunamamış, 1959'da yüzde 200, 1969'da
da yüzde 70 oranında Türk parası devalüe edilmiştir. İkinci Dünya Harbiyle
beraber, devletin ekonomiye müdahalesi gittikçe artmış, zaman zaman, karaborsa
hortlamıştır. Millî Korunma Kanunu çıkarılarak fiyat istikrarı sağlanmak istenmiş;
ama, başarılı olunamamıştır.
1946 yılında CHP'den ayrılan bir grup milletvekili, ekonomiye devletçi
bir yaklaşımı tenkit etmiş, tekrar liberal ekonomiye dönülmesi ve kamu iktisadî
kuruluşlarının halka satılmasını programına almıştır. Bu dönemde, ülke, ciddî
anlamda enflasyonla tanışmıştır. Enflasyon iki haneli olmuş, hatta, 1942
yılında, enflasyon yüzde 70'i bulmuştur.
Çokpartili dönemle birlikte siyasetin yapısı değişmiş, zaman zaman,
gerilim politikası uygulamasından medet umulmuştur. 1950 seçimleriyle, Demokrat
Parti iktidara gelmiş ve liberal bir ekonomi politikası uygulamaya başlamıştır.
Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu, Serbest Bölgeler Kanunu, Gelir ve Kurumlar
Vergisi Kanunları bu politikanın ürünleri olmuştur.
Seçimleri kaybeden ve kendisini devletin sahibi olarak gören CHP,
muhalefetini çok sertleştirmiş, ülkede kamplaşmaya yol açılmış, bu siyasetten,
ekonomi büyük zarar görmüştür. Döviz yokluğu, ödemeler dengesinin sürekli açık
vermesi sonucu, hükümet, liberal ekonomiden ayrılma mecburiyetinde kalmıştır.
Bütçenin, cari ve yatırım bütçesi olarak beraberce bağlanması,
siyasîlerin, yatırımları nereye ve ne zaman yapılacağına karar vermesi,
muhalefet tarafından ağır tenkitlere uğramış, bunun sonucunda, kamuoyu, yatırım
bütçelerini, atanmış teknokratların yapması fikrini öne çıkarmıştır.
Zaten, her büyük gerilim ihtilalle sonuçlanmış, sonuçta, Meclisin
yetkileri kısılmış ve arkamızda duran Atatürk'ün vecizesi; yani "hâkimiyet
bila kaydü şart milletindir" vecizesi lafta kalmıştır.
Hükümet, Belçika'dan 1959'da davet ettiği Profesör Tinbergen'e bir rapor
hazırlatmış ve plan fikri yönetime hâkim olmuştur. Ne var ki, 27 Mayıs ihtilali
olmuş ve Planlama Teşkilatı, 1962 yılında, fiilen çalışır hale gelmiştir.
Kuruluş 1961; ama, bence, fiili çalışması 1962.
1950-1960 dönemi, Atatürk döneminden sonra en yüksek bir ekonomik
gelişme dönemi olmuştur. Gayri safî millî hâsıla, ortalama, yıllık yüzde 6.3,
sanayiin büyümesi yüzde 8.6 olmuştur.
Devlet Planlama Teşkilatının kuruluş ve amaçları yeni Anayasaya girmiş
ve böylece bu kurumun kararları, kamuyu bağlar, özel sektöre de yol gösterici
bir duruma sokulmuştur.
1962 yılında bir yıllık planlı döneme geçiş programı yapılmış ve ilk beş
yıllık plan 1963-1967 dönemini kapsamıştır.
Devlet Planlama Teşkilatının kurulmasıyla birlikte iktisadî
termonolojiye "karma ekonomi modeli" diye bir tabir de girmiştir.
Bazı faaliyet sahaları özel sektöre kapatılmış, kamu sektörü öne çıkarılmış,
fiyatlar, döviz ve kurlar politik kararlarla belirlenir hale gelmiştir.
Devlet Planlama Teşkilatı, zaman zaman en önde olmuş, zaman zaman da
sesi çıkmaz bir kurum olarak bugünlere gelmiştir. Rahmetli Özal'ın DPT
Müsteşarı oluşuyla birlikte bu müessese âdeta bir okul gibi faaliyet göstermiş
ve son yirmi yılın önemli devlet ve siyaset adamlarının yetişmesine vesile
olmuştur.
Siyasî iktidarın tutumuna, başındaki yöneticiye göre hükümete aktif
müşavirlik yapmış ve çok geniş yetkiler kullanmıştır Devlet Planlama
Teşkilatımız. Kuruluş kanununun getirdiği ayrıcalıklı ücret statüsünden dolayı
kamudaki iyi yetişmiş elemanları devamlı cezbetmiş, bir cazibe merkezi
olmuştur.
Birinci Beş Yıllık Plan, toplamda, sabit fiyatlarla yüzde 40'lık bir
ekonomik büyüme öngörmüş 1963-1967 yılları için; ama, gerçekleşme yüzde 37'de
kalmıştır; hedefe oldukça yakın bir oran tutturulmuştur. İkinci Beş Yıllık
Planın yine yüzde 40'lık büyüme öngörmüş olmasına rağmen yüzde 39'luk bir
gerçekleşmeyle, yine, hedefe fevkalade yakın bir noktaya geldiğini görüyoruz.
Planlı dönemin, siyasî istikrarın korunduğu dönemlerde, büyüme hedefleri
yakalanmış, siyasî istikrarın olmadığı dönemlerdeyse hedeflerden büyük sapmalar
olmuştur. Bugün niye "istikrar... istikrar..." denildiğinin kaynağı
budur. Tek partinin iktidar olduğu, mesela 1983-1991 arasında, ülke, konvertibiliteye
geçmiş, IMF'yle stand-by anlaşması yapılmamış, cari dolar kurlarıyla fert
başına düşen millî gelir yüzde 100'lük bir artış gösterebilmiştir.
Bugün, süratle serbest piyasa ekonomisine geçemeyişimizin sebebi,
bürokrasimize iyice yerleşmiş olan plan fikridir. Plansız harcama, politik
harcama iddialarıyla gerileyen siyasîler, atanmışların yaptığı yatırım
planlamasına uymak durumuna girmişlerdir. Bugün ülke kaynakları çok daha iyi
kullanılıyor demek mümkün değildir. Mahalli idareleri güçlendirerek, bölgelerdeki
altyapı, eğitim ve sağlık yönünden çok daha verimli kaynak kullanmak mümkün
olur görüşündeyim.
Değerli arkadaşlar, beş yıllık planların birer yıllık programları, her
yıl bütçeyle beraber yayınlanarak kamu sektörüne belirli hedefler vermekte, bu
hedeflere ulaşmak için alınması gereken tedbirleri sıralamakta, özel sektörü
yönlendirmek için yatırım ve ihracat teşviklerinin ana hatlarını ortaya
koymaktadır.
Planlı dönem olan 1962-1999 yılları arasında otuzsekiz yıl geçmiş
bulunmaktadır. Sabit fiyatlarla, gayri safî millî hâsıla, yılda ortalama 4,7
gelişmiştir. Ekonomik büyümenin kötü olduğu Altıncı Beş Yıllık Plan istisna
edilirse, ortalama gayri safî millî hâsıla büyümesi yüzde 5'i bulmaktadır.
Plansız dönem olan 1923-1961 yılları arası, yine, otuzsekiz yıldır ve bu
otuzsekiz yılın ortalama gayri safî millî hâsıla büyümesi yüzde 5 olmuştur. Bu
dönem içinde, ikinci Dünya Harbi yılları hariç tutulduğu takdirde, ortalama
büyüme yüzde 7'yi bulmaktadır.
Bu yıl bitecek olan Yedinci Beş Yıllık Plan döneminde yıllık ortalama
büyüme takriben yüzde 3'tür. Planlı dönemde, sanayi, ortalama olarak yılda 5,9
büyürken, dönem içinde toplam yüzde 780 demektir; plansız dönemde, ortalama
yıllık yüzde 6,5 büyümüş, yani, dönem içinde toplam yüzde 995'lik bir büyüme
göstermiştir.
Kişi başına düşen gayri safî millî hâsıla, sabit fiyatlarla planlı
dönemde yüzde 2,5 olurken, plansız dönemde yüzde 2,7 olmuştur. Yine, kişi
başına düşen gayrisâfi millî hâsılanın cari dolar değerleriyle büyümesine
bakacak olursak, plansız dönemde yüzde 3,9 iken, planlı dönemde yüzde 7,4
olmuştur.
Planlı dönemin rakamının büyük görünmesinin iki önemli sebebi vardır:
Birincisi, 1959 yılında kişi başına millî gelir 583 dolar iken, 1961 yılında
bu, devalüasyon sonucu, 195 dolara gerilemesi; ikincisi de, 1983-1999 yılları
arasında, dolarla ölçülen kişi başına millî gelirin yüzde 100'lük bir artış
göstermesidir. Bu iki faktörü temizlediğimizde, plansız dönemde de cari dolarla
ölçülen fert başına düşen millî gelir, planlı dönemdekinden daha fazla olmaktadır.
Sayın Başkan, değerli arkadaşlar; yine, planlı dönem, enflasyon yönünden
fevkalade kötü görünmektedir. Otuzsekiz yıllık planlı dönemin ortalama toptan
eşya fiyat endeksi artışı yüzde 36,5'tir. Halbuki, plansız dönemin ortalama
yıllık fiyat artışları yüzde 5,7'dir. 1942 yılında yüzde 70'lik enflasyon
dahildir buna. Bunu çıkardığınız zaman, enflasyon yüzde 3,5 olmaktadır.
Görülüyor ki, makroekonomik büyüklükler, plansız dönem içinde, planlı
dönemden daha iyi bir görünümdedir. Bunun için çeşitli sebepler ileri
sürülebilir; sistemin yanlış olması, bürokrasiyle siyasetin çatışma içinde
olması, siyasî istikrarsızlığın olması, dünya konjonktürünün ve şartlarının
değişmesi söylenilebilir, ileri sürülebilir; ama, rakamlar, bunu, böyle ifade
ediyor.
Devlet Planlama Teşkilatında çok iyi yetişmiş personel olmasına rağmen,
bunların, ülkenin her yerindeki elektrik, su, imar, eğitim, sağlık,
sanayileşme, tarım yatırımları ihtiyacını doğru tespit etmesi mümkün değildir.
Bu gibi hizmetlerin yöresel olarak tespit edilip, yerine getirilmesi daha
verimli olmaktadır. Dünyanın bugün içinde bulunduğu globalleşme ve liberal
davranış içinde, DPT'nin, makroekonomik politikaları tespit edecek, global
yatırım miktarları, sektör dengeleri değerlendirmelerini yapacak bir müşavir -yani,
danışma- kurumu olarak yeniden yapılandırılması doğru olur. Bugün, Batı
dünyasına baktığımızda, bizdeki planlama kurumu hiçbir yerde yoktur.
1991 yılından sonra ülkenin koalisyonlarla yönetilmesi sonucunda,
Altıncı ve Yedinci Beş Yıllık Planların, göreceli olarak, Birinci ve İkinci Beş
Yıllık Planlar gibi başarılı olmadığını görmekteyiz. Yine, siyasî istikrara
dönersek, siyasî istikrarın bulunduğu dönemlerde, planların uygulaması da daha
başarılı olmuştur.
1983 yılında fert başına düşen millî gelir 1 280 dolar iken, sekiz yıl
tek bir partinin yönetiminden sonra -yani, 1991'de- 2 605 dolara çıkmış. Artış
yüzde 100'den fazla. Halbuki, 1991'den 2000 yılına, aradan dokuz yıl geçmiş
olmasına rağmen, fert başına düşen millî gelir artışı sadece yüzde 12'dir. O
dönemin, yani, tek partili dönemin ortalama yıllık enflasyonu yüzde 49,
ödemeler dengesi hemen hemen yakalanmış; halbuki, siyasî istikrarın çok
zayıfladığı son dokuz yıla baktığımız zaman, ödemeler dengesi açık ve enflasyon
ortalaması yüzde 75. 1970'li yıllarda da koalisyon dönemleri, plan hedefleri
yönünden, parlak olamamıştır.
Bu genel açıklamalardan sonra, geçmiş 7 adet beş yıllık planları kısaca
irdelemekte yarar görüyorum.
Değerli arkadaşlar, beş yıllık planlara baktığımız zaman, Birinci Beş
Yıllık Plan, aynı zamanda, onbeş yıllık uzun vadeli bir stratejiyi ortaya
koymuş ve gayri safî millî hâsıla, büyümeyi, yıllık yüzde 7 olarak öngörmüş;
yüzde 6,6 olarak da gerçekleşmiştir. Plan, genelde, bize özgü karma ekonomi
anlayışının katı bir uygulaması olmuş; tüketim malları imalat sanayiinin
dışındaki sektörler özel sektöre kapatılmıştır. Dış ödemeler dengesinin
yakalanması amaçlanmış; ancak, bu hedefe ulaşılamamıştır. Dışa kapalı bir
ekonomi görüşü altında "üret, nasıl üretirsen üret" prensibiyle ithal
ikamesine ağırlık verilmiştir. Döviz tahsisi, kotalar yoluyla çok büyük rantlar
el değiştirmiştir.
İkinci Beş Yıllık Plan, birincisinin aksine, dışa açılma, ekonominin
liberalleştirilmesi, özel sektörün öne çıkarılarak devletle rekabet etmesi
öngörülmüştür. Büyüme yüzde 7 olarak hedeflenmiş ve yüzde 6,7 olarak
gerçekleşmiştir.
Üçüncü Beş Yıllık Plan, Avrupa Ekonomik Topluluğuna ortak üye olabilmek
için gerekli tedbirleri sıralamış; ancak, başarılı olunamamıştır.
İlk Gümrük Vergisi düşüşünden sonra, vergi dilimindeki yüzde 5'lik bir
tenzilattan sonra, ülkemiz, taahhütünü askıya almıştır. Yüzde 8 gibi iddialı
bir ekonomik büyüme öngörmüş olmasına rağmen, bu büyüme yüzde 5,5'de kalmıştır.
Ekonomik büyümenin temel dinamosu olarak, önceki planın aksine kamu
sektörü gösterilmiştir; yani, bu planlarda, insicamlı olarak bir dinamo
görmüyoruz. Birincisinde kamuyu görüyoruz, ikincisinde özeli görüyoruz,
üçüncüsünde tekrar kamuya dönüyor; böyle, bu git-gellerle, bu politik
değişmelerle, planların, ülke uygulamasında fazla faydalı olduğunu da iddia
edemez duruma gelmiş bulunuyoruz.
İlk Gümrük Vergisi düşüşünden sonra, ülkemiz, taahhüdünü askıya aldı
dedim. Yüzde 8 gibi iddialı bir ekonomik büyüme öngörmüş; ama, yüzde 5,5 olarak
gerçekleşmiştir. Ekonominin temel dinamosu olarak, önceki planın aksine, kamu
sektörü gösterilmiştir. Plan, ekonomik büyüme, dışa açılma ve fiyat istikrarı
hedeflerini yakalama yönünden fevkalade başarısızdır. Tedbirlerin bir kısmı
fiyat istikrarını elde etmek olmasına rağmen, fiyat artışları iki haneli
olmuştur. Türkiye, İkinci Beş Yıllık Planın sonunda, iki haneli enflasyonla
tanışmış, ondan sonra, bütün beş yıllık planlar iki haneli enflasyonla beraber
yürümüştür. Her planda ve programda fiyat istikrarı elde edilmesi için
tedbirler sıralanmış olmasına rağmen, bu fiyat istikrarı bir türlü sağlanamamış
ve gittikçe bozulmuştur.
Dördüncü Beş Yıllık Plan döneminde, fiyat istikrarı daha da bozulmuş ve
yıllık ortalama yüzde 50 seviyesine geçmiştir. Ekonomik büyüme hedefi çok
iddialı olarak yüzde 8,2 öngörülmesine rağmen, sadece ve sadece gibi çok düşük
bir seviyede kalmıştır. Bu 7 planımız içerisinde, hedeflere varmada en kötü
plan, maalesef Dördüncü Plandır. Yüzde 8,2'lik bir hedef gösteriyorsunuz, yüzde
2'de kalıyorsunuz!
Dış ödemeler dengesinin çok bozulduğu 1970'li yılların ikinci yarısında,
artık, dışa açılma zarureti kendini kabul ettirmiş ve plan, ihracata büyük
kolaylıklar getirilmesini emretmiştir. Bu planın, en önemli ve bence olumlu
tarafı, demokratikleşme süreci ile ekonomik gelişmenin beraberce yürütülmesini
öngörmüş olmasıdır.
1984 yılında geçici, bir yıllık program yapılmış; 1985 yılında, Beşinci
Beş Yıllık Plan uygulamaya konulmuştur. Bu plan, bugüne kadar öngörülen en
düşük büyüme oranı olan yüzde 6,3'ü hedef almasına rağmen, gerçekleşme yüzde
4,7'de kalmıştır. Beşinci Beş Yıllık Planda, öncelik, özel sektöre ve AET'ye
tam üyelikle ilgili adımların atılmasına verilmiştir. Fiyat artışları, bir
önceki plana göre biraz daha yavaşlamasına rağmen, yüzde 46,9 seviyesini
bulmuştur.
Altıncı Beş Yıllık Planın ilk iki yılında tek parti iktidarı varken, üç
yıl da koalisyonlar vardır. 1991 yılındaki Körfez krizi, 1994 yılındaki büyük
ekonomik ve malî kriz, yüzde 7 olan büyüme hedefinin yüzde 3,4'e sapmasını
ortaya çıkarmıştır. Bu dönem, fiyat istikrarının çok daha bozulduğu bir dönem
olmuştur. Ortalama, yıllık yüzde 68 olan enflasyon, gelir dağılımını daha da
bozmuş, sanayi sektörünün yüzde 8,1'lik büyüme hedefinin yüzde 2 gibi düşük bir
seviyede kalmasına yol açmıştır.
Değerli milletvekilleri, Yedinci Beş Yıllık Planın -1995 yılında
müstakil program yaptıktan sonra- 1996 – 2000 yıllarını kapsaması
hedeflenmiştir. Bu plan döneminde, ekonomik büyüme yüzde 5,5 ilâ 7,1
arasında hedeflenmiş –iki senaryo
getirilmiştir; bu bant arasında olması kararlaştırılmış, hedeflenmiştir–
olmasına rağmen, 1999 yılındaki yüzde 6,4'lük bir daralma, plan döneminin en
çok yüzde 4'lük bir büyümeyle kapanacağı intibaını vermektedir.
Bu plan döneminde fiyat istikrarı daha da bozulmuş ve yıllık ortalama
yüzde 75 seviyesine çıkmıştır. Globalleşme, özel sektöre ağırlık verme,
devletin küçülmesi, özelleştirme temel hedefler olarak tespit edilmiş; ancak,
bu hedeflere ulaşmak mümkün olmamıştır. Ödemeler dengesi son on yılda çok
bozulmuş olduğundan, IMF ile ekonomik istikrar programının yürürlüğe konulması
zorunlu hale gelmiştir.
Özetlersek, geçmiş beş yıllık kalkınma planlarının, hedefleri ve
gerçekleşmeleri yönünden başarılı olduklarını söylemek mümkün değildir.
1959 yılında Türkiye'de fert başına düşen millî gelir 583 dolar iken,
İtalya'da 680 dolar, İspanya'da 300 dolar, Portekiz'de 250 dolar, Yunanistan'da
380 dolar, Tayland'da 95 dolar, Kore'de 140 dolar, Singapur ve Malezya'da 400
dolar, Brezilya'da 190 dolar, Japonya'da 400 dolardır. 1959 yılında, plansız
dönemde, fert başına düşen millî gelir İtalya'ya çok yakın iken, Japonya,
İspanya, Portekiz, Yunanistan, Kore, Tayland, Brezilya gibi ülkeleri kat kat
geçmişken, aradan geçen kırk yılda, Türkiye, bu ülkelerden kat kat geride
kalmıştır. Ülkemizin 1983-1991 yılları arasındaki gayri safî millî hâsılasının
dolarla ölçülen geliri yüzde 100'lük bir artış göstermemiş olmasaydı, bugün,
ülkemizi Afrika ülkeleriyle mukayese eder durumda olacaktık maalesef. Dileriz
ki, bundan sonraki beş yıllık kalkınma planları, siyasal istikrar içinde
uygulanma şansını bulurlar.
Elimizdeki dokümanda, yirmiüç yıllık, uzun vadeli bir perspektif var. Bu
perspektife göre, yıllık büyüme ortalama yüzde 7 olup, dönem sonunda millî
gelirin 1,9 trilyon dolar olması hedeflenmektedir. Yine, dönem sonunda, gayri
safî millî hâsıla içinde tarımın payının yüzde 5, sanayiin yüzde 30 ve
hizmetler sektörünün de yüzde 65 olması öngörülmektedir. Yine, dönem sonunda,
yıllık nüfus artış hızı yüzde 1 civarında olacağı tahmin edildiği için, fert
başına düşen gelir düzeyinin batı ülkelerine yaklaşabileceği hesabını
yapmaktayız; ancak, geçmiş yedi planın uygulaması ve buradaki hedeflerin
tutturulamamış olması, bize, bu hedeflerde de önemli bir sapma olabileceğini
göstermektedir. Bugün için toplam yatırım harcamaları, gayri safî millî
hâsılanın yüzde 22'si olup, dönem sonunda bu oran yüzde 27 olacaktır; bu,
ütopik bir oran değildir. Daha önce de yüzde 24,8'e kadar çıkmış olan iç
tasarruf oranlarının, dönem içinde, yani, yirmiüç yılın sonunda, 2023'te yüzde
27 olması anormal bir hedef değildir; inşallah tutulacaktır.
Stratejinin 127 nci paragrafı, maalesef, muğlaktır. Burada yapılacak
açıklamalar ileriki yıllarda uygulamaya ışık tutacaktır diye düşünüyorum. Diyor
ki: "Toplumsal hedeflere ulaşmada piyasaların ve devletin birbirlerini
tamamlayıcı rol oynamaları esas olacaktır" cümlesi her uygulayıcıya göre
farklı farklı anlam taşımaktadır. Burada, bunun nasıl bir uygulama olacağının
zabıtlara geçirilmesinde fayda görüyorum.
Ülkede, ihracata dönük, teknoloji yoğun, katmadeğeri yüksek,
uluslararası standartlara uygun ve yerel kaynakları harekete geçiren bir üretim
yapısı hedeflenmektedir. Ülke nüfusunun yüzde 50'sinin 20 yaşın altında olduğu
düşünülürse, ortalama yaşımızın 25, hatta 24,5 olduğu düşünülürse, insanımızı önümüzdeki
yıllara iyi yetiştirebilirsek, bu insan potansiyeliyle, stratejide belirtilen
hedeflere ulaşmak mümkündür; ama, tabiî ki, ihtimaller de vardır. Bu hedeflere
ulaşamayabiliriz, kısa kalabiliriz; ama, bizim gayemiz de bu hedeflere yürümek
olmalıdır.
Değerli arkadaşlar, sekizinci beş yıllık plan, ekonomik, sosyal,
kültürel sahalarda hedefler koymuştur.
Ekonomik hedefleri şöyle sıralayabiliriz: Makro ekonomik istikrarın
sağlanması. Bunu elde etmenin yolunun, siyasî istikrardan geçeceğini söylemek
kehanet değildir. Doğru politikalar yerine, popülist politikalar güdülmesi
halinde, makroekonomik istikrarı elde edemeyeceğimiz açıktır. Siz, eğer 38
yaşındaki insanlara emeklilik hakkı verirseniz, makroekonomik dengeleri elde
edemezsiniz. Dünyada uygulaması olmayan şeylerle uğraşmak ve deneyler yapmak
bizim haddimiz değildir; bizim, olanlardan ders alıp, yolumuzda daha süratli
yürümemiz gerekir.
Bir başka hedef, rekabetçi bir ekonomik yapının geliştirilmesi yoluyla
sürdürülebilir kalkınmanın sağlanmasıdır. Bunun için de, antitröst anlayışının
yerleşmesi ve Rekabet Kurulunun iyi çalışarak ithalatın engellenmemesi gerekir;
yani, sübjektif gerekçelerle ithalatın engellenmemesi gerekir.
Bir başka hedef, teknoloji yeteneğinin yükseltilmesi. Burada da en çok
güvendiğimiz, genç nüfusumuz ve eğitim sistemimizdir. Eğitim sistemimizde son
eğitim teknolojilerini almamız halinde, gençlerimizi iyi yetiştirmemiz halinde
teknoloji yeteneğini yükseltebileceğimiz düşünülmektedir.
Bir başka hedef, istihdamın artırılması, yoksullukla mücadele edilmesi
ve gelir dağılımının iyileştirilmesi. Bunu, her toplum, her insan kendi
vatandaşı için, kendi ülküdaşı için mutlaka istemektedir; ama, tabiî, Keynes'in
teorisinde de tam istihdam, sıfır faiz ve sıfır enflasyon öngörülmesine rağmen,
bu hedeflere ulaşılamamaktadır. Eğer, bu hedeflere ulaşabilirsek -ki, o yolda
olacağız- istihdamın artırılması veya işsizliğin azaltılması mümkün olacaktır.
Bu da, iç tasarruf oranlarının yükselmiş olması, yabancı sermayenin daha iyi
bir şekilde cezbedilmesi ve nihayet, kendi kaynaklarımızın daha rasyonel
biçimde kullanılmasından geçmektedir.
Bir başka hedef, bölgelerarası gelişmişlik farkının azaltılması. Yine,
bu, platonik ve sosyal düşüncenin bir ürünü. Tabiî ki, herkes ister, her
bölgede kalkınmanın eşit olmasını; ama, bunu da bir hedef olarak görmek,
gerçekleşmeyeceğini de bilmek lazım. Hedefe ne kadar yakın olursanız, o kadar
başarılı olmuş olursunuz; çünkü, bazı bölgelerde insan potansiyeli, iklim
potansiyeli, doğa koşulları dediğimiz tabiat şartları farklı farklıdır.
Oralarda gelişmeleri birbirine eşit yapmak mümkün değildir. Örneğin, İtalya'nın
kuzeyi ile güneyi arasında fark vardır; İngiltere, İskoçya ile güneyi arasında
fark vardır, Brezilya'da vardır, Almanya'da bile vardır. Her yerde gelişmişlik
farklarını görmek mümkündür; ama, önemli olan, bölgelerarası gelişmişlik
farkını asgarîye indirmektir.
Bir başka hedef de, enerjinin yeterli düzeyde sağlanmasıdır. Fevkalade
önemli bir hedeftir bu. Biz, 1980'den önce bu konuda çok çektik; çalışamayan
hastanelerimiz, ameliyathanelerimiz... Diyaliz makinesine bağlı bir hastamızın,
elektriğin kesilmesiyle, planlı veya plansız biçimde elektriğin kesilmesiyle
duçar olduğu muameleyi düşünün ve psikolojisini anlayın.
Şimdi, bu ülkede bu darboğazı bir daha yaşamamak için, hepimizin enerji
fazlasını düşünmeye hakkımız var diye düşünüyorum. Yani, planladık; ne kadar;
efendim, 150 milyar kilovat saat tüketeceğiz. Ne zaman; işte, iki sene sonra.
Hayır; gelecek sene üretecekmiş gibi planlarsak, varsın bizde enerji fazlası
olsun. Ben hatırlıyorum, 1960 yılında ihtilal yapıldığında, hemen dediler ki,
şu santralları bir durduralım; Demirköprü Barajını durduralım; ne lüzumu var,
bu kadar elektriği toprağa mı vereceğiz. Bir de Soma'da bir tane termik
santralımız vardı; onu da kapatalım denildi. Bir de baktık ki, üç ay sonra,
bunların elektriğine de ihtiyacımız oldu ve tekrar açtık; yani, bizde, varsın
elektrik fazlası olsun. Varsın, Mavi Akım Projesiyle tabiî gaz gelsin, varsın
İran'dan gelsin; nerden bulursak gelsin... Ben hatırlıyorum, 1985 yılında,
Sovyetler Birliğinde, Türkiye'ye getirilen ilk gaz anlaşmasını imzalıyorum;
bazı teknisyen arkadaşlarımız itiraz ettiler, Türkiye'den de bazı itirazlar
yükseldi. Ben imzaladım; hiçbir şey yapmasak, İstanbul'u, Ankara'yı bu kirli
havadan kurtarsak yeter, riski alıyorum dedim; imzaladık, geldik. Sonra,
Mecliste de bir genel görüşme yapıldı bu konuda. Benim müdafaam şu oldu: Bakın,
insanın ömür bedeli yoktur. Kirli havadan, alerjiden 3 insanımızı kaybetsek,
buradan kaybedeceğimiz paradan daha kötüdür. Nitekim, sonra, hesaplar yapıldı
ve herkese anlattık ki, 5 nolu fuel-oilin İtalya'daki bedelinden yüzde 15
eksiğine gazı alıyoruz. O gaz sayesinde, bugün, çevrim santralları oldu,
Ankara'nın havası temizlendi, İstanbul'un havası temizlendi. O gün, bize,
kürsüden "Sovyetler Birliğine -tabiî, o zamanki adı Sovyetler Birliği-
bağladınız bizi, oraya ram ettiniz" diyenler, şimdi, Ankara'nın ve
İstanbul'un temiz havasını teneffüs etmektedirler.
Yine, diyorum ki; nereden bulursak oradan bu enerjiyi alalım. Irak
veriyorsa, Irak'tan; Bahreyn, Katar, Kuveyt'in gazlarından bahsediliyor, oradan
alabiliyorsak oradan. Varsın bizde fazla bir enerji olsun. Bu enerjiyi biz
satarız. Bu enerjiyi kullanırız. Eneji fazlası, bize, birçok yeni yeni sahalar
açar. Bizde, şimdi, tabiî gaz fazlası olsa, en azından iki tane, üç tane daha
sunî gübre fabrikası kurarız, ithalattan vazgeçeriz, kendi insanımıza kendi
ülkemizde tesis kurup, tarımın ihtiyacı olan girdileri daha ucuza sağlamış
oluruz.
Değerli arkadaşlar, "Sekizinci Beş Yıllık Planın öncelikleri, kamu
açıklarının azaltılması ve özelleştirmenin hızlandırılması" diyor. Şimdi,
kamu açığının azaltılması için, harcama disiplini ve ekonominin kayda alınması
şarttır. Sık sık getirilen vergi affı, bütçe ödemelerinin aşılmasının ciddî
müeyyidelerinin olmayışı, aşırı borçlanma kamu açıklarını büyütmektedir. Şimdi,
yıllık bütçeler, bir kuruma belli bir bütçe veriyor; ama, o kurum kendi
ödeneklerini aşıyor; bunu, Sayıştay da tespit ediyor. Sayıştay, sert bir rapor
yazmasına rağmen, bir af çıkarıyoruz ve
hiç kimseye hiç bir şey olmuyor. Peki, o zaman, bu ödeneğin anlamı ne oluyor;
yani, bir ödenek olarak maksimum harcama sınırı getiriyoruz, siz, bundan daha
fazla harcayamazsınız diyoruz; ama, bir bakıyoruz, yüzde 20 fazla harcamış! Ne
oldu; vallahi, işte şu oldu, bu oldu... Ona göre belki bir izah tarzı var; ama,
o zaman, bütçe disiplini ortadan kalkıyor. İşte, bunu sağlamamız lazım.
Müeyyideyi ağırlaştırırak veya başka bir kontrol mekanizması getirerek,
kurumlara verilen bütçe ödeneklerini aşmamayı hedef haline getirmeliyiz.
Böylelikle, ancak, kamu açıklarının azaltılması mümkün olur.
Tabiatıyla, kamu açığının azaltılması, bir taraftan da vergilerin daha
iyi toplanabilir olması, yeni vergi mükelleflerinin ortaya çıkarılması...
Önemli olan, mevcut vergi mükelleflerinden para almak değil, vergi mükellef
sayısı popülasyonunu artırmaktır. Bunu artırabiliyorsak, gelirleri artırır
giderleri de disiplin altına alırsak, kamu açığını azaltacağız demektir.
Sekizinci Beş Yıllık Planda, bir de şu önceliğimiz var; yüksek katma
değerli sanayi ve hizmet sektörlerinin geliştirilmesi. Bunlarla ilgili
teşvikleri eğer, doğru, zamanında, açık ve şeffaf olarak ortaya koyacak
olursak, yüksek katma değerli sanayi ve hizmet sektörlerini geliştirebiliriz.
Burada "hi-tech" dediğimiz yüksek teknoloji ürünlerine geçmek, o
bilgiişlem ve yazılım konularında daha fazla teşvikler getirmekte yarar
görülmektedir.
Bilgi ve iletişim ağlarının geliştirilmesi; bu da fevkalade önemlidir.
Hatırlarsınız, 1980 öncesinde, İstanbul-Ankara arasında 24 saatte konuşma
gelmezdi, yıldırım telefon yazdırırdık; ama, konuşmak mümkün değildi. Bazen,
gitmek daha kolay oluyordu; yani, Ankara'dan İstanbul'a gidip orada derdini
anlatıp, tekrar geri gelmek daha kolayına gidiyordu insanın! Ben, hatırlarım,
1980 yılında yabancı davetlilerimiz vardı, Çeşme'deydik, telefonla
İngiltere'yle konuşamıyordu, Yunanistan adalarına geçti, oradan konuştu ve geri
geldi. Bu, bizim için hicap verici bir durumdu; ama, Allah'a çok şükür, sonradan
öyle bir gelişme gösterdi ki altyapı, yani, komünikasyon, biz, bugün, dünyada
hatırı sayılır bir network'e sahip olduk. İşte, bu network'ün yenilenmesi,
teknolojinin gereği olarak tekrar büyütülmesinde fayda vardır. Bunu yaptığımız
zaman, bilgi ve iletişim ağlarını geliştirdiğimiz zaman, işin -sanayiin olsun,
hizmetler sektörünün olsun- zaman yönünden gelen ataletini asgariye indirmiş
olacağız.
Ar-ge harcamalarının artırılması bir önceliktir. Malum, hep tenkit
edilir, Türkiye'de, araştırma-geliştirme harcamaları, gayri safî millî hâsılaya
göre fevkalade düşüktür. Bunu, mutlaka, çok daha ileri seviyeye getirmemiz
lazımdır, en azından, Batı'daki oranları yakalamamız lazımdır. Bugün için ar-ge
teşvikleri fevkalade azdır; malum, TÜBİTAK'ın eliyle yapılmaktadır; ama, bence,
bir kurum yerine, firmaların kendilerine bırakalım, o beyan etsin "benim
giderlerimin yüzde 3'ü ar-ge çalışmasıydı, bu kadar personelim çalıştı"
desin, yeter. Kendi vergiye esas olan matrahından onu düşsün. Aksi halde, böyle,
belli kurumların onayına bıraktığımızda, bir yeni atalet çıkmaktadır, o yeni
atalet de, sistemin iyi çalışmasını önlemektedir.
Bir başka öncelik, girişimcinin, küçük ve orta ölçekli işletmelerin
desteklenmesi, KOBİ dediğimiz birimlerin desteklenmesidir. Zaten, dünyada
yaygın bir uygulamadır. Şurası biliniyor ki -işçi sayısı olarak- 5 000'lik, 10
000'lik, 20 000'lik üniteler 50, 100, 200 işçi çalıştıran bir ünite gibi,
kendisini ekonomik şartlara uyduramamaktadır. Ekonomik şartlar bozulduğunda,
KOBİ'ler, çok daha rahat uyum sağlayabilmekte ve kendisini, sıfırlamadan, o
krizden çıkarabilmektedir. Halbuki, büyük işletmeler, maalesef, ekonomik
krizden çok büyük yaralar alarak ancak çıkabilmekte veya batabilmektedirler.
İşte, bu gerçektir ki, KOBİ'lerin teşvik edilmesi ve desteklenmesi
istenmektedir.
Değerli arkadaşlar, Sekizinci Beş Yıllık Planın yine bir önceliği var;
diyor ki, rekabetçi bir ortamın geliştirilmesi. Bu, hakikaten, rekabeti ortadan
kaldırdığınızda, aradaki farkı, verimsizlik farkını, mutlaka, tüketici
kullanmaktadır, tüketici vermektedir. Türkiye'de de, bir dönem, işte, ithal
ikamesi, bunu ürettik, bununla yetinin denilen bir zaman vardı. O zamanda,
rantları, halktan alıp işletmetlere vermekteydik. Halbuki, rekabeti koyduğumuz
zaman, çok daha verimli neticeler elde ettik. Mesela, telekomünikasyonda
rekabeti getirdik; dijital santrallarımız çok daha iyi dizayn edildi. Rekabeti
getirdik; otomotiv sanayiimiz, fevkalade başarılı oldu; Avrupa'nın modelleri
ile kendi modellerimiz arasında, kalite yönünden, hemen hemen hiç fark kalmadı,
Avrupa'ya da ihraç eder duruma geldik. İşte, bu rekabetçi ortamı devam ettirmek
ve geliştirmek esastır diyor Sekizinci Plan. Herhalde, hiçbir arkadaş, bunun
aksini düşünmemektedir.
Bir başka önceliği var planın; doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının
artırılması. Şurası bir gerçek ki, yaş ortalama 25 olan bir ülkenin, mutlaka,
gençlerine iş açması yönünde, kendi kaynaklarının yetmeyeceğidir. Bu, bir
İngiltere'de de olsaydı, İngiltere'nin kendi kaynakları yetmezdi. Yaş
ortalaması 25 olacak, kendi kaynakları da sanayiin gelişmesi için yeterli
olacak... Mümkün değil. Türkiye, bu şartlardadır. İşte, bu şartı gördüğümüzde,
yabancı sermaye gelip bizi sömürecek veya yabancı sermaye bu işin kaymağını
alıp götürecek değil. Siz, tabiî ki, kontrollerinizi koyacaksınız; ama, yabancı
sermayeyi, bir Türk şirketinden, bir yerli şirketten ayırt etmeden, onları eşit
şartlarda yarıştırıp istifade etmek lazım. Yabancı sermaye, tabiî ki kâr etmek
için gelecektir; ama, burada istihdam ettiğiniz her kişi, yabancı yere bir işçi
olmaktan kurtarılacak ve en azından, kendi ülkesinde çalışıp vergisini kendi
ülkesine verecek ve bu ülkenin kültüründe, doğasında yaşamış olacaktır,
siyasîler de bunun hayır duasını alacaktır.
Etkin bir tarımsal yapının oluşturulması:
Bugün, şunu söylemek mümkün ki, Türkiye'de, tarım, hakikaten, son
tekniklerle yapılmamaktadır. Tarım, bizde geridir maalesef. Niye böyle
olduğunu, bir türlü, kendi kendimize sorgulayıp da cevabını veremiyoruz. Ben,
eğitim sisteminden kaynaklandığını zannediyorum; çünkü, ziraat fakültelerinden
mezun olan arkadaşımız, çizmelerini giyip, başına şapkasını giyip tarlalarda
dolaşmıyor; bir masa istiyor, bir de defter kalem istiyor, ben burada
çalışacağım, rakam üreteceğim, gerekirse, bir arkadaşımız gelir sorarsa, ona da
cevap vereceğim diyor. Bu, yanlış. Yetiştirdiğimiz ziraat mühendisi tarlada
olacak. Eğer, olmuyorsa, vatandaş Mehmet ağa, babasından, dedesinden bildiği
metotlarla tarım yapacak. Dünya, topraksız tarım yapıyor, bizde daha topraksız
tarımı bilen yok. İşte, birkaç kişi var, onlar da, böyle, parmakla sayılacak
kadar. Dünya tarımının yüzde 25'i topraksız tarımdan elde ediliyor, toprağı
kullanmıyor adam. Biz de, daha, yeni yaptığımız zaman, böyle, bakıyor, demek,
topraksız da domates, biber, patlıcan üretiliyormuş, hay Allah, hayvan yemi de
üretiliyormuş diyoruz. Tabiî, burada, etkin bir tarımsal yapının
oluşturulmasından kasıt, çok küçülmüş olan tarım birimlerinin daha büyük
ölçekler haline gelmesi, mekanizasyonun artırılması, daha bilinçli şekilde
gübrenin kullanılabilmesi ve üretimin, zorunlu olarak değil, gönüllü olarak
planlanabilmesi. Bugün, birisi diyor ki, bu sene patates çok iyi fiyat edecek,
herkes patates ekiyor. Bir gün diyorlar ki, soğan iyi fiyat edecek, hakikaten,
o sene soğan iyi fiyat ediyor, ertesi yıl, alıştık ya soğan iyi fiyat ediyor,
bir daha ekiyoruz, bu defa soğan sıfırlanıyor. Yani, bu gelgitleri, meddüceziri
ortadan kaldırmak için tarım ürünlerinde gönüllü sınırlandırmalara ve
planlamalara gitmek lazımdır. Şunun taraftarı değiliz, devletin
"Türkiye'de şu bölgelerde soğan ekilmeyecek, patates ekilmeyecek veya şu
bölgede filanca dikilecek" demesine karşıyız; ama, bu kuruluşların, öyle
bir organize edip, insanlara yol göstermesi lazım, "Ekrem Bey, senin
tarlan var şu bölgede; ama, şunları bu sene değil de, filancaları dikersen daha
iyi olur; çünkü, projeksiyorlar şöyledir" dese, o, fevkalade daha yapıcı
bir planlama olur düşüncesindeyim.
Başka bir öncelik daha var; üretken yatırımlarla istihdamın
geliştirilmesi. Türkiye, verimliliği artırmak durumundadır. Eğer, bir şey
sorarsanız, Türkiye, ne yapmalıdır; ben, verimlilik, verimlilik, verimlilik
derim. Verimliliği artırabiliyorsak, işte, o zaman, yabancı ülkelerde
mallarımız boy ölçüşebilecek, o zaman, ihracatımız gelişebilecek, o zaman,
Türkiye'ye, daha büyük katmadeğerler gelecektir. Bu verimlilikle ilgili, Millî
Prodüktivite Merkezimizin çok daha aktif bir şekilde çalışıp yön göstermesi,
bilhassa KOBİ'lere bir yön vermesi, onlara aktif müşavirlik yapması faydalı
olacaktır. Filvaki, KOSGEB diye bir birimimiz var; ama, KOSGEB, yeterli
çalışmalar yapamamaktadır. Ayrıca, teorik manada, MPM'nin yani Millî
Prodüktivite Merkezinin de böyle teşkilatlanarak, küçük ve orta boy ölçekli
firmalara müşavirlik yapmasında fayda görülmektedir.
Bir de, bir başka hedef daha var, öncelik var, ekonominin kayda
alınması. En büyük adaletsizlik, ekonominin kayda alınmış olan bölümü ile
alınmamış bölümü arasındadır. İki firmayı düşünün; birisi kayda alınmış, her
bir işlemini zapturapt altına almışsınız, onun ne yaptığını, ne harcadığını, ne
kazandığını biliyorsunuz; öteki de hiçbir belge vermiyor... O, belge
vermemekten dolayı, belge verene nispeten, hemen, başlangıçta yüzde 20 kârlı.
Yüzde 20 kârlı olunca, kârından feragat ederek, müşterileri cezbediyor;
buradaki insan, maaalesef, o müşteriyi alamıyor. Onun için, o haksızlığı
gidermenin yolu, ekonominin kayda alınmasıdır. Ekonominin kayda alınması, en
azından, adaletin gereğidir. O adalet, hem tüketiciye yapılmış olur hem de
üreticiye yapılmış olur. Bunun kayda alınmasının en önemli etkenlerinden
birisi, götürü vergilendirmeyi çok süratle büyük şehirlerden kaldırmak lazım.
Ne bileyim, Tunceli'nin Çemişkezek Kazasında olsun; ama, siz, İstanbul'un bir
kazasında hâlâ götürü vergilendirmeyi müdafaa edemezsiniz. Efendim, "okuma
yazma bilmiyor..." Okumayazma bilmiyorsa, o, öğrenir. Yani, okumayazma
öğrenmemek diye bir şey yok, o kadar bir okuma yazma öğrenir. Kaldı ki,
kârından biraz feragat ederek, kayda alabilir. Şimdi, yazıcı makinelerimiz var,
okuma yazma değil, sadece rakamları bilmesi de kafîdir. Burada, popülist
politikaya kurban gitmeden, büyük şehirlerdeki götürü vergilendirmeyi hemen
ortadan kaldırmamız lazım.
Bir başka öncelik, altyapı hizmetlerinin yeterli düzeyde sağlanması.
Enerji talebinin güvenilir ve sürekli şekilde ve düşük maliyetlerde
karşılanması. Şimdi, bizde enerji talebi yüksek; talep yüksek olunca,
kurumların ataleti büyük ve fiyatlarımız çok yüksek. Sanayimiz 9-10 sentten
elektrik enerjisi almaktadır, onun rakibi, Avrupa'da, 3-3,5 sentten almaktadır.
Siz, eğer, birine 10 sentten, birine 3,5-4 sentten mal verip de, ondan sonra
"siz yarışın" derseniz, adaletsiz davranmış olursunuz. Burada önemli
olan, hem enerjiyi güvenilir ve sürekli temin edeceksiniz hem de maliyeti düşük
olacak. Onun için, çevrim santralları çok önemli. Tekrar dönüyorum aynı
noktaya; gazı nereden bulursak alalım ve çevrim santrallarıyla bol, güvenilir
ve ucuz enerji üretelim.
Altyapı hizmetlerinde, tabiî, telekomünikasyon var. Burada geri
olduğumuzu zannetmiyorum; ama, hamlelerin devam etmesi lazım. Uydularımız var,
dolaşıyor. Bu altyapının geliştirilmesinde üçüncü, dördüncü uydunun da
olmasında fevkalade büyük haklılık payımız var.
Hedeflere ulaşmak için özetleyeceğimiz malî ve ekonomik politikalar
önerilmektedir; yani, öncelikler var, hedefler de var. Şimdi, politikalarımız
ne olacak diye sıralamışız -tabiî, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planında
sıralamışız- bunları, kısaca özetlemek istiyorum.
Malî politikalar olarak diyor ki, "kamu açıklarının, daha doğrusu
kamu borçlanma gereğinin asgari düzeye indirilmesi." Bunu yıllarca
söylüyoruz, bütün planlarda söylüyoruz; ama, nedense halledemiyoruz, çeşitli
manialar ortaya çıkıyor, o manialardan dolayı da bu hedefin gerisinde
kalıyoruz.
"Bunun için, harcamaların disipline edilmesi, ekonominin kayda
alınması gerektir" diye oraya cümle düşüyoruz; ama, ekonominin kayda
alınmasında da bu Meclisten bir daha yasanın geçmesi gerekir diye düşünüyoruz.
"Millî gelirimizin çok büyük payının bütçeye aktarılması, bu oranın
büyütülmeden, ancak ekonominin kayda alınmasıyla vergi gelirlerinin
artırılabileceği ve gayri safî millî hâsılanın daha büyütülmesiyle mümkün
olacağını" söylüyoruz.
Hatırlarsınız, bütçe gelirlerinin gayri safî millî hâsılaya oranı 1991
yılında yüzde 15,9 iken, 1993'te 23,9'a çıkmıştır. Yani, yüzde 50 artırmışız,
hâlâ bütçe açıklarından bahsediyoruz, hâlâ kamu borçlanma gereği yüksek diyoruz
ve hâlâ özel sektörün alacağı kaynakları, Hazine, gidip, bankalardan
almaktadır. İşte, burada, artık, üst tabiî sınıra gelmiş durumdayız. Yani,
hiçbir zaman, bundan sonraki bütçeleri yüzde 25'le, 30'la yapalım, bütçe
açıklarını kapatalım dememeliyiz. Gayri safî millî hâsılanın yüzde 15,9'u ile
de bütçe yapılıyormuş; hatta, biz, bir dönem yüzde 11'i ile yaptık. O zamanki
bütçe açıkları bundan çok daha azdı. Buradaki bütçe açıklarını kapatmak için,
yeni vergiler yerine, vergi veren popülasyonu artırmak ve bütçe disiplinini
sağlamak lazımdır diyoruz.
1991 yılından sonra bütçeyi bu kadar büyütmemize rağmen, bütçe açığı ve
toplam borçlar hızla artmıştır; bu, bir gerçek. Hedef, yeni vergi mükellefleri
elde etmek olmalıdır. Vergi oranlarını daha da yükseltmemek, ilk fırsatta Katma
Değer Vergisini tedricen azaltmak lazımdır. Bu azaltış, bizi tüketici ile
üretici arasında bir pazarlıktan alıkoyacaktır; yaygınlaşması halinde de,
üreticinin Gelir ve Kurumlar Vergisini daha fazla vermesine yol açacaktır.
Bunun azaltılması; yani, KDV'nin azaltılması uzun vadede kayıtdışı ekonomiyi
küçültecek, Gelir ve Kurumlar Vergisini bir öteki yönüyle de artıracaktır.
Değerli arkadaşlar, şimdi, maliye politikalarının dışında, para ve kur
politikalarından da biraz bahsetmek istiyorum.
Yine, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planımızda deniyor ki:
"Şeffaflığın önplana çıkacağı Sekizinci Plan döneminde, yatırımcıların,
kararlarını, daha geniş bir veri setini dikkate alarak vermeleri mümkün hale
gelecek, derecelendirme kuruluşları faaliyete geçirilecek ve risklik hakkındaki
bilgilerin herkese açık ve ulaşılabilir olduğu bir ortamda mevduat sigortasının
kapsamı daraltılacaktır." Bugün, tüm mevduatın sigorta kapsamı içinde
olması bir yanlışlıktır; ama, hemen o yanlıştan dönemiyorsunuz, tedrici dönmek
lazım; aksi halde, daha büyük ihtilatlar ortaya çıkar diye düşünüyorum.
Değerli arkadaşlar, yine "bankacılık kesiminde de sistemik
risklerin önlenebilmesi için Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu
tarafından gereken önlemlerin alınması sağlanacak, bu açıdan sistemin
şeffaflığı ve uluslararası kriterlere uygun çalışması temin edilecektir"
deniyor. Bu düzenlemenin, malum, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu
tarafından titizlikle yerine getirileceğine inanıyoruz.
Bir başka tedbir ve politikada, "Bankacılık kesimini ilgilendiren
işlemlerin yaygın olarak teknolojik altyapı ve kart kullanımıyla yapılmasının
sağlanması için gerekli düzenlemeler gerçekleştirilecek ve Vergi Usul Kanunuyla
Maliye Bakanlığına tanınan mükelleflerin tahsilat ödemelerini finansal sistem
kullanılarak gerçekleştirmeleri hususundaki yetki kullanılacaktır. Sermaye
piyasası araçlarının kaydileşmesi tavizsiz bir biçimde uygulanacaktır"
deniliyor.
Yine, bir başka politika kararında, "Sermaye piyasasının arz
yönünden gelişmesi sağlanırken, bu piyasalardaki derinliğin kurumsal
yatırımcılar vasıtasıyla artırılması için gereken önlemler alınacaktır.
Sigortacılık sektörünün düzenlenmesi ve denetlenmesi hususunda
mevzuattaki boşluklar giderilecek, fonların plasmanında güvenli yatırımın
gerçekleştirilebilmesi amacıyla şeffaflığın uygulanması sağlanacaktır."
deniliyor.
Yatırım politikalarında da şunları özetlemek mümkündür:
"Özelleştirme kapsamındaki kuruluşların yatırım programları, uygulanan
özelleştirme politikalarıyla uyumlu olacaktır" deniliyor. Yani, bir kurumu
özelleştireceğim dedikten sonra, onun devlet elinde daha çok büyümesi yönünde
yatırımlar yapmayacaksınız.
"Altyapı hizmetlerinin sağlanmasında kamu yararı ve etkinlik
ilkeleri esas alınarak, bir taraftan yeni finansman modelleri geliştirirken,
diğer taraftan, yap-işlet-devret ve benzeri modellerin uygulanması etkin hale
getirilecektir" deniliyor.
"Yatırımları teşvik politikalarının temel amacı da dünyayla
entegrasyonu sağlamak, bilgi toplumuna erişmek ve yabancı sermayeyi
özendirmektir. Bu çerçevede, bilgi teknolojileri başta olmak üzere, ar-ge ve
teknoloji geliştirme, altyapı, yap-işlet-devret ve benzeri modellerle yürütülen
projeler; çevre koruma, küçük ve orta boy işletmelerin gelişmesi, kalifiye
işgücü sağlanması, istihdam yaratma, döviz kazandırma ve bölgelerarası
gelişmişlik farklarının azaltılmasına yönelik yatırım ve faaliyetler desteklenecektir"
deniliyor.
Dışticaret ve ödemeler dengesi politikalarından da bir nebze bahsetmek
istiyorum. "Eximbank kredi garanti ve sigorta mekanizmalarına yeterli
kaynak sağlanacak, ihracatın finansmanına katkıda bulunulacaktır. Ayrıca,
Eximbank kredilerinin artan oranda ihracat sigortası, poroje kredileri ve
yurtdışı projelerin finansmanına tahsis edilmesi sağlanacaktır. Serbest
bölgelerden daha etkin şekilde yararlanmaya yönelik olarak sektörel
kümeleşmenin yüksek teknolojiyi içerecek şekilde olması sağlanacak ve tanıtım
faaliyeti artırılacaktır" deniliyor. Türkiye'deki bazı serbest bölgelerin
ihtisaslaşmasında yarar görmekteyim.
"Mevcut serbest bölgelerin tam kapasiteyle ve etkin çalışmasına
öncelik verilecek, serbest bölgelerin alt ve üstyapı olanaklarının
iyileştirilmesi sağlanacaktır" deniliyor.
"İhracata yönelik destek ve yardımların kapsamı ile uygulama
yöntemleri bakımından sıklıkla yaşanılan değişikliklerin asgariye indirilmesi
ve üretici ihracatçıların planlama ve ödemeler konusunda karşılaştıkları
sorunların giderilmesi sağlanacaktır" deniliyor. Biz de, inşallah, bu
tedbir uygulanacaktır diyoruz.
"Elektronik ticaretin dünyada artan önemi göz önüne alınarak, ülke
genelinde yaygınlaştırılması hızlanacaktır" deniliyor. Elektronik imza ve
bununla ilgili işlemlerin, artık, yasalaşmasında büyük yarar görmekteyiz; Batı
ülkelerinin çoğunda bu gerçekleşmiştir.
"İthalatın haksız rekabete neden olmaması, ülke standartları ve
sağlık koşullarına uygun olması ve çevreye zarar vermemesi için uluslararası
kurallara uyumlu bir biçimde yapılan düzenlemelerin etkin olarak uygulanmasına
devam edilecek, gerekli durumlarda yeni düzenlemeler ve değişiklikler
yapılacaktır" deniliyor.
"Ayrıca, sınır ticareti kapsamındaki ithalatın, sınır ticaretine
konu il ve bölge ihtiyaçlarını aşarak, haksız rekabete yol açan uygulamalara
dönüşmesi engellenecektir" deniliyor.
Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarıyla ilgili mevzuat AB normlarına
uyumlu hale getirilecektir" deniliyor. Burada, oldukça ağır bir yükümüz
var; çünkü, AB mevzuatı onbinlerce sayfa, biz, hâlâ, bunun, sadece,
yanılmıyorsam, hatırımda yanlış kalmadıysa üç bin sayfasını yaptık; daha,
önümüzde, epey yapacağımız ve tercüme edip de kendi mevzuatımıza aktaracağımız
bölümler var.
"Yabancıların Türkiye'de çalışma hakları ve yabancı yatırımcının
mülk edinmesiyle ilgili alanları düzenleyen kanunlar, günün ihtiyaçlarına cevap
verecek şekilde yeniden düzenlenecektir.
Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarıyla ilgili Türkiye'nin imzaladığı
sözleşmelere işlerlik kazandırılacaktır.
Doğrudan yabancı sermaye yatırımları ileri teknoloji gerektiren üretim
alanlarına yönlendirilecek bir şekilde etkin tanıtım kampanyaları
yapılacaktır" deniliyor.
BAŞKAN – Sayın Pakdemirli, süreniz bitmek üzere efendim.
EKREM PAKDEMİRLİ (Devamla) – Ben, 1 saat konuşacaktım, değil mi efendim?
BAŞKAN – 1 saat doldu efendim.
EKREM PAKDEMİRLİ (Devamla) – Benim saatim 58 dakika 22 saniye efendim.
BAŞKAN – İşte, dolmak üzere olduğunu ifade ettim efendim ben de.
EKREM PAKDEMİRLİ (Devamla) – Makro ekonomik öngörüler var, yani, bu
Sekizinci Beş Yıllık Planda öngördüğü hedefler var. Bir defa "gayri safî
millî hâsıla beş yıl içerisinde üst üste 6,7 ile artacaktır" deniliyor ve
sektörlerin payları şöyle olacak: Tarımın artış oranı 3,8, sanayiin 4,4, hizmetlerin
de 6 ile sektörel gelişmesi olacak; ancak, sektör payları, 2005 yılında ise,
13,9'a tarım, 33,0'a sanayi, 53,1'e de hizmetler sektörü gelişecek ve o
oranlara oturacaktır deniliyor.
Bu millî gelir tahminleri, inşallah, diğer ilk 7 kalkınma planı gibi
değil, burada konulan hedeflere en çok yakın olan bir tarzda oluşacaktır.
Elbette ki, plan, bir tahminler manzumesidir. Bu tahminlerde yanılma
olacaktır. Bu tahminlerde en az yanılma olması dileğiyle, Sekizinci Planımızın,
ülkemize, milletimize hayırlı uğurlu olmasını diliyor, hepinize saygılar
sunuyorum efendim. (Alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum efendim.
Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına, İzmir Milletvekili Sayın Oktay
Vural; buyurun efendim. (MHP sıralarından alkışlar)
MHP GRUBU ADINA OKTAY VURAL (İzmir) – Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının
ilk beş bölümü hakkında görüşlerimi arz etmek üzere, Milliyetçi Hareket Partisi
Grubu adına söz almış bulunmaktayım; bu vesileyle, Yüce Heyetinizi, Milliyetçi
Hareket Partisi Grubu ve şahsım adına saygıyla selamlarım.
Sekizinci Plan çalışmalarında, özel ihtisas komisyonlarına ilave olarak,
çalışma komiteleri, Devlet Planlama Teşkilatının uzmanları, Planlama Teşkilatı
dışından bu çalışmalara katılan uzmanlar ve sivil toplum örgütlerinin
temsilcileri görev almıştır. Bu planın hazırlanmasını sağlayan, başta, Devlet
Planlama Teşkilatı olmak üzere, kamu, özel sektör, akademisyenler ve serbest
meslek kuruluşlarının temsilcilerinin çalışmaları, hür türlü övgüye layıktır.
Bu çalışma süresinde, bürokratik ve sivil katılım, birlikte ve yaygın olarak
sağlanmıştır.
Sekizinci Kalkınma Planı taslağı, hepinizin bildiği üzere, Plan ve Bütçe
Komisyonunda da tüm ayrıntılarıyla tartışılmıştır. Huzurlarınızda, plan
görüşmelerine katkı sağlayan komisyon üyelerine, Milliyetçi Hareket Partisi
Grubu adına teşekkür ediyorum.
Plan ve Bütçe Komisyonu ile Meclis Genel Kurulundaki görüşmelerle de
siyasî katılım sağlanmaktadır. Bununla bareber, plan tartışmalarında siyasî
katılımın daha da yaygınlaştırılmasında fayda vardır. Planların, ilgili
bölümleri itibariyle, Meclisin diğer ihtisas komisyonlarında ele alınmasıyla,
siyasî katılımın daha fazla yaygınlaşması mümkün kılınabilir.
Sayın milletvekilleri, cumhuriyetin ilk dönemlerindeki sanayi planları
uygulamasından sonra, ülkemizde beş yıllık kalkınma planı dönemi 1963 yılında
başlamıştır.
Kalkınmanın bir plan dahilinde yürütülmesinin aslî amacı, makro ekonomik
politikaların uyumu ve koordinasyonudur. Kalkınma planlarının, ekonomik ve
sosyal kesimlerin tamamını kapsayacak şekilde, kamu kesimi için emredici ve
özel kesim için yönlendirici olması esastır.
Ülkemizin planlı kalkınma dönemi boyunca ortaya çıkan bazı gerçeklerini
sizlerle paylaşmak istiyorum.
Planlı kalkınma dönemi boyunca 7 kalkınma planı hazırlanmıştır. Kalkınma
planları, esas itibariyle, planı onaylayan siyasî iradenin temel yaklaşımlarını
ortaya koyar.
Planlı dönem boyunca dikkati çeken önemli bir husus, plan döneminde
siyasî iktidarlarda meydana gelen değişmelerdir. Birinci Plan döneminde 4,
İkinci Plan döneminde 5, Üçüncü Plan döneminde 7, Dördüncü Plan döneminde 4,
Beşinci Plan döneminde 3, Altıncı Planda 4 ve nihayet Yedinci Planda ise 6
hükümet görev yapmıştır.
Söz konusu dönemlerde görev yapan hükümetleri oluşturan siyasî
iradelerde sürekliliğin sağlandığı plan dönemleri, esas itibariyle, Birinci
Planın son iki yılı ve İkinci Planın ilk üç yılı ile Beşinci Plan teşkil
etmiştir.
Bir planın hedefleri kadar, bu hedeflere ulaştıracak siyasî iktidarların
uygulamaları da son derece büyük önem taşımaktadır. Bu açıdan
değerlendirildiğinde, planı gerçekleştiren siyasî irade ile uygulayan iradenin
aynı olduğu dönem istisnaî bir nitelik taşımaktadır. Bu yüzden, planların
performansını değerlendirirken, plan dönemi yerine, siyasî iktidarların
dönemlerinin mukayesesinin yapılması anlayışı yerleşmiştir. Ancak, bu tür bir
yaklaşımda, siyasî iradelerin plana sahip çıkma anlayışının geri plana itilmiş
olduğunu da unutmamak gerekmektedir. Nitekim, plan hedefleri yerine, iktidara
dayalı dönemsel başarıların önplana çıkarılmış olduğu gözlemlenmektedir. Bu
dönemsel başarı isteği, planın hedeflerini de erozyona uğratmakta ve plan yok
sayılabilmektedir. Bu durumda da, planların sonuçlarının değerlendirilmesinde
siyasî muhatap bulunamamış, siyasî rekabet, miyop ve sığ bir siyaset anlayışına
yol açmıştır.
Planlı dönemde, Türk ekonomisinde önemli bir yapı değişikliği
gerçekleşmiş olmakla birlikte, kronik enflasyon kaynaklı makro ekonomik
istikrarsızlık, kamu kesimi kaynak harcama dengesizliği ve gelir dağılımındaki
bozukluk gibi temel sorunlarımız devam etmektedir. Bu sorunların
çözülememesinin temel nedenlerinden biri de, siyasî istikrarın sağlanmaması ve
buna dayalı olarak, kısa vadeli oy maksimizasyonuna dayalı popülist
yaklaşımlardır.
Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; bugüne kadar uygulanan kalkınma
planlarında çeşitli hedefler belirlenmiştir. Bu hedefler ile gerçekleşmeler
arasında da farklılıklar meydana gelmiştir. Mesela, planlı kalkınma dönemi
boyunca, gayri sâfi millî hâsıla yıllık ortalama artış hızı yüzde 7,1
hedeflenmişken, gerçekleşme yüzde 4,7 olmuştur. Son üç plan döneminde
hedeflenen enflasyon yüzde 40'larda iken, gerçekleşen enflasyon yüzde 65'ler
civarındadır. Bu farklılıkların ortaya çıkmasının sebepleri arasında, daha önce
ifade ettiğim, planı uygulayan farklı siyasî iradeler yanında, planın yapıldığı
ortam ve öngörüleri ile plan süresince ortaya çıkan farklı gelişmeler ve
nihayet, plan döneminde meydana gelen dışsal gelişmeler zikredilebilir.
Planı uygulama aşamasında etkileyen bütün bu sebeplere rağmen, bugüne
kadar, kalkınma planlarının, yıllık programlarda ortaya çıkan gerçekleşmelere
göre revize edilmemiş olduğu da bir gerçektir.
Planların amaçlarına ulaşmasını engelleyen etkileri minimize edebilmek
için, katılımcılığın yaygın, bilgi akışının sağlıklı ve zaman gecikmelerine yol
açmayacak şekilde gerçekleşmesi, bilginin doğru değerlendirilmesi ve planın
farklı senaryolara göre bir esnekliğe sahip olması gerekmektedir. Bu bakımdan,
plan hedefleri kadar, planın öngörüleri de önem kazanmaktadır.
Plan hedeflerinin belirlenmesinde temel oluşturan öngörülere bağlı
olarak hedef ve gerçekleşmeler arasındaki farklılıkların azaltılmasında, yıllık
gelişmeler doğrultusunda plan hedeflerinin gözden geçirilmesinin daha faydalı
olacağı kanaatindeyim. Bugüne kadar böyle bir yöntemin uygulanmaması nedeniyle,
toplumsal hedeflere ulaşmada planın etkin bir rol oynadığına dair güven tesis
edilememiştir.
Ülke yönetiminde, siyasal karar alma mekanizması, sistemi yönlendirmek,
denetlemek ve kurumlarını çalıştırmak için kamusal politikalar ortaya koymak
zorundadır. Bu politikaların ilgi alanlarını, amaçlarını ve uygulama
yöntemlerini somut bir biçimde tespit eden bir planın hedeflerindeki sapmanın,
ekonomik, sosyal ve siyasal sonuçlar doğurması tabiîdir.
Toplumun ekonomik ve sosyal gelişmesine yönelik olarak ortaya konulan
hedeflere ulaşılmaması, halkın güveninin azalması ve böylece, hedeflere
ulaşmada toplumsal desteğin ve moral desteğin temininde yetersiz kalınması
sonucunu doğurmaktadır. Böyle bir sonuç, bulunduğumuz ortam içinde, spekülatif
davranışlara ve ahlakî tehlike sorunlarına yol açmaktadır. Özel sektör
kurumları ve vatandaşlar, böylece, kamu politikalarına karşı güvensizliğe
dayalı beklentilere bağlı olarak, bireysel ekonomik davranışlara yönelmekte, bu
durum ekonomiyi olumsuz etkilemekte ve böylece plan hedeflerine ulaşılmasında
başarıyı engelleyebilmektedir.
Kamusal politikaların plan hedefleri doğrultusunda gerçekleşmemesi veya
plana rağmen, planın yok sayılması, bunları ortaya koyan siyaset kurumlarına
güveni de azaltmaktadır. Günümüzde, siyasete, halkın güvensizliğinin altında
yatan temel sebeplerden biri de, ekonomik ve sosyal kalkınma çabalarının
hedeflere ulaşmasındaki başarısızlıktır.
Siyasî iradenin öngördüğü kamu politikalarının uygulamasındaki başarısızlıklar, kurumların veya fertlerin
kendi menfaatları doğrultusunda sistemi yönlendirme baskı ve taleplerini
önplana çıkarmaktadır. Enflasyon lobileri, enflasyon beklentileri, kayıtdışı
ekonomi, rant ekonomisinin güçlenmesi gibi yönelimler, bu süreç sonunda meydana
gelmektedir.
Bütün bunların neticesinde, hukuk sistemi içerisinde, toplumsal
istikrarın temini, önemli zafiyetlerle karşı karşıya kalmıştır.
Sayın milletvekilleri, kalkınma planlarının hedeflerine ulaşılmasında,
planda ve yıllık programlarda yer alan projelerin gerçekleşmesinde hukukî ve
kurumsal düzenlemeler önemli bir araçtır. Bu sebeple, yıllık programlarda yer
alan hukukî ve kurumsal düzenlemelerin etkin bir şekilde izlenmesi,
gerçekleştirilmesi ve sonuçlarının değerlendirilmesi gerekmektedir.
Yedinci Plan Döneminin 1996–1999 yılları arasında, yaklaşık 1 107 hukukî
ve kurumsal düzenleme yer almıştır. Her program yılı içerisindeki gelişmeler
değerlendirildiğinde, bunlardan sadece 64 adedi gerçekleşmiş, 84 adedi kısmen
gerçekleşmiş, 112 adedi Mecliste, 31 adedi Bakanlar Kurulunda taslak halinde,
646 adedinin çalışmaları devam ederken, 170 adedinde gelişme kaydedilmemiştir.
Huzurlarınıza getirilen plan öncesinde öngörülen, hukukî ve kurumsal
düzenlemelerin gerçekleşme miktarı oldukça düşüktür. Şüphesiz, böyle bir
neticenin oluşmasının temel sebebi, siyasî istikrarın yerleşmemiş olmasıdır. 20
nci Dönem Meclisinin, yapısal sıkıntıları ve siyaset anlayışları sonucunda,
plan hedeflerine ulaşma imkânı sağlanamamıştır.
Sekinci Kalkınma Planı öncesinde ortaya çıkan bu durum, şüphesiz önemli
bir birikimin oluşmasına ve plan öncesi hedeflenen ortamın temin edilmemesine
yol açmıştır. Böylece bir önceki plan döneminde öngörülen düzenlemelerin bu
dönem içinde gerçekleştirilmesi sorumluluğu yüklenilmiştir.
Yedinci Planın son yılında oluşan 21 inci Dönem Meclisinin çalışma
temposu, böyle bir birikimi çözebilecek bir potansiyeli ortaya koymuştur.
Meclisin çalışmasına verdiğimiz önemin temel sebeplerinden biri, toplumun
sosyal ve ekonomik gelişmesi için öngörülen değişikliklerin
gerçekleştirilmesidir.
Bir önceki plan döneminde gerekli düzenlemelerin sağlanamaması, bu
değişikliklerden elde edilecek toplumsal faydayı da azaltmaktadır. Böylece,
Sekizinci Plan, bir önceki plan döneminde öngörülen değişikliklerin
gerçekleştirilmemiş olmasından kaynaklanan bir yükü de beraberinde
taşımaktadır.
Sayın milletvekilleri, ülkemizdeki ekonomik, sosyal ve siyasal
gelişmeler kadar, dünyadaki gelişmeler de plan hedeflerini ve uygulamalarını
etkileyen önemli bir faktör haline gelmiştir. Böylece, plan, makroskopik bir
bakış açısına sahip olmalıdır. Bu bakımdan, plan öncesinde yapılan durum
tespitinin aktarılması ve değerlendirilmesi büyük önem kazanmaktadır.
2000'li yılların, sosyal, ekonomik ve politik yaklaşım şekillerinin daha
çoğulcu bir yapıda sorgulanacağı ve değişime uğrayacağı bir dönem olacağı genel
bir kabul görmektedir. Günümüzde, demokratikleşme, hukukun üstünlüğü, insan
hakları ve serbestleşme gibi kavramlar, toplumların ortak değerleri olarak önem
kazanmıştır. Mal, hizmet ve finans piyasaları ülke sınırlarını aşmakta, bilgi
ve teknoloji önplana çıkmakta, ekonomik ve siyasal yaklaşımlar küreselleşmekte,
yeni teknolojik ilerleme ve buluşlar ticarî ilişkilerin şeklini
değiştirmektedir.
Finansal piyasalardaki serbestleşmenin eksenini oluşturduğu küreselleşme
süreci, gelişmekte olan ülkelerde sadece ekonomik boyutlu kalmamakta, sosyal ve
kültürel alanlarda da belirleyici olabilmektedir. Nitelikli ve uzman
insangücünün, teknolojinin, bilgiyi üretme ve bilgiyi kullanma yeteneğinin,
dinamik firma organizasyonların önemi önplana çıkmıştır. İyi yetişmiş
insangücü, 21 inci Yüzyılda gelişmiş ülkeler arasında yer almanın önşartı
olarak görülmektedir.
Doğrudan yabancı sermaye yatırımları yoluyla dış ülkelerdeki üretim
birimlerinin yaygınlaşması yönetim bilimindeki ilerlemelerle hızlanmış, bu ise,
firmaların, dünyanın uzak bölgelerindeki birçok üretim birimini yönetebilecek
bir yeteneğe sahip olmasını sağlamıştır.
Sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş, ekonomik büyümeyi
hızlandırmak, verimliliği artırmak, yeni işkolları ve istihdam alanları
oluşturmak, beşerî sermaye yatırımlarında nitelik ve niceliği artırmak şeklinde
toplumsal faydaları da beraberinde getirmektedir.
Ortaya çıkan bu gelişmeler, yeni bir ekonominin, yeni bir politikanın,
yeni bir toplumun doğumuna yol açmaktadır. Yeni ekonomide bilgi, ürettiğimiz
her şeye ve üretme yöntemimize tatbik edilebilecek hale gelmiştir. Ürünlere
yeni fikirler eklemek ve yeni fikirleri ürüne çevirmek, en önemli faaliyet
alanı olmakta ve zenginliğin kaynağını teşkil etmektedir.
Kurumsal yönetimde, hiyerarşik bürokratik yapılanmanın yerini, birbirine
bağlı amip yapılanma almaktadır.
Artık, kitlesel üretimin yerini, esnek üretim almaktadır. Esnek üretim
sistemiyle kastedilen, küçük ve orta ölçekli işletmelerin ekonomideki rekabet
gücünün ve istihdam düzeyinin artırılması yanında, hızla gelişen üretim
teknolojilerine uyum kabiliyetinin artırılmasıdır. Bu sistemde, özellikle ar-ge
büyük önem kazanmıştır.
Eski ekonomide işgücünden arzu edilen, bir zanaat veya diploma sahibi
olmak iken, bugün, ömür boyu eğitim istenilmektedir.
Endüstriyel ilişkilerde işçi ve yönetici arasındaki ilişki menfaat
çatışmasına bağlıyken, bugün bu iki kesim arasında işbirliği önplana
gelmektedir.
Yeni ekonomide, devlet, iş dünyasının büyümesini teşvik etmekte ve
komuta kontrol yerine, esnekliği ve piyasa mekanizmalarını kullanmaktadır.
Bütün bu gelişmeler, bizlere, yeni ekonomik fırsatlar ve daha yüksek
hayat standardı, daha fazla tercih yapma imkânı ve özgürlüğü, çalışanlara daha
fazla saygınlık ve özerklik, daha güçlü toplum ve daha fazla katılımcılık gibi
hedefleri de beraberinde getirmektedir. Ancak, bu fırsatlar, beraberinde
birtakım tehlikeleri de taşımaktadır: Krizlerin globalleşmesi, iç ekonomideki
dengelerin dışa bağımlı hale gelmesi, bilgi toplumlarının daha fazla
zenginleşmesiyle gelişmekte olan ülkelerle olan gelir farklılıklarının artması,
millî sanayiin korunarak güçlenmesinin daha da zorlanması ve nihayet,
uluslararası alanda rekabet gücünün zayıflaması gibi tehlikeler, millî ekonomi
açısından stratejik bir planlama anlayışının gereğini önplana çıkarmaktadır.
Sayın milletvekilleri, günümüzde, yabancı sermaye hareketleri de artmıştır.
Yabancı sermayeden arzu edilen düzeyde yararlanmak için, nitelikli işgücü,
telekomünikasyon altyapısı, yeterli havalimanı ile bunların bağlantı yolları,
enerji, çağdaş şehir altyapısı ve etkin işleyen bir piyasa düzeni önem
taşımaktadır.
Ekonomik alanda küreselleşmeyle birlikte, bölgesel bütünleşme
hareketleri de gelişmektedir. Küreselleşme sürecinde, dışticaret, fikrî haklar
ve çevre gibi alanlarda yeni norm ve standartlar geliştirilmekte, bu alanda
uluslararası kuruluşların etkinliği artmaktadır.
Çok sayıda ülkenin yabancı sermaye rejimini serbestleştirmesi nedeniyle,
ülkelerin yabancı sermaye girişini artırabilmeleri, makroekonomik istikrarın
sağlanmış olmasına, altyapının yeterliliğine, işgücünün niteliğine bağlı hale
gelmiştir. 1997'de Güneydoğu Asya ülkelerinde başlayan ve küresel sistemi
etkileyen bir dizi finansal kriz, makroekonomik dengelerini kuramamış, sağlıklı
işleyen bir malî sistemden yoksun ülkeler açısından, dışarıdan kısa vadeli
yoğun sermaye girişlerinin sakıncalarını ve ekonomik ve malî reformların
önemini ortaya koymuştur.
Dünyadaki hızlı değişime uyum sağlayabilen ülkeler, 21 inci Yüzyılda
etkili ve başarılı olabilecektir.
Planda belirtildiği gibi, Türkiye'nin ekonomik ve sosyal yapısını
güçlendirmesi, siyasî ve ekonomik istikrar ortamını sağlaması, yapısal
reformlarını tamamlaması ve bilgi toplumunun gerektirdiği temel dönüşümleri
gerçekleştirmesi, küreselleşme sürecinin ortaya çıkardığı imkânlardan en yüksek
oranda yararlanabilmenin ve olumsuzlukları en düşük düzeyde tutabilmenin
yanında, ülkemizin geleceğe hazırlanmasında ve dünyada etkili bir konuma
gelmesinde kilit bir rol oynayacaktır.
Kalkınma planının başlangıcında yapılan bu tespitler, planın nasıl bir
dünya öngörüsü içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Bu tespitlerin hepsi,
yaşamakta olduğumuz ve gözlemlediğimiz gelişmelerdir. Bu öngörü içinde, bilgi
toplumunun oluşum sürecinde en önemli üretim faktörü bilgi olduğundan,
işgücünün niteliğinin yükseltilmesi ve gelişmiş bir iletişim altyapısına sahip
olmanın önemi artmıştır. Bu bakımdan, 21 inci Yüzyılda, ülkelerin gelişmesine
en büyük katkıyı insan kaynaklarına yatırım ve altyapının iyileştirilmesi
yapacağından, planın yaklaşımı son derece yerindedir.
Sayın milletvekilleri, plan öncesinde, ülke içindeki gelişmeler, planın
hedeflerini önemli ölçüde belirleyebilmektedir. Sekizinci Kalkınma Planı
öncesinde ekonomik ortamın kısaca değerlendirilmesinde fayda vardır.
1996-1999 döneminde gayri safî millî hâsıla yıllık ortalama artış hızı
yüzde 3,1 oranında kalmıştır. Söz konusu dönemde yüksek enflasyon ve kamu
açıklarının hızla yükselmesi şeklinde ortaya çıkan makro ekonomik
dengesizlikler, büyümenin, hem diğer yükselen piyasa ekonomileriyle
karşılaştırıldığında daha düşük kalmasına hem de istikrarsız bir seyir
izlemesine sebep olmuştur.
Büyümenin dalgalı bir seyir göstermesinde Asya ve Rusya krizleri gibi
olumsuz faktörlerin yanı sıra, iç ekonomide verimlilik ve dış talep artışı
yerine, iç talep artışına dayalı genişletici makroekonomik politikalar temel
olmuştur.
Sermaye hareketlerinin serbestleştirildiği 1989 yılından sonra,
büyümenin yabancı sermaye girişlerine oldukça duyarlı hale geldiği bir ortamda
uygulanan bu tip makroekonomik politikalar büyüme hızındaki istikrarsızlığı
artırmıştır.
1998 yılının ikinci çeyreğinden itibaren Uzakdoğu Asya krizinin etkisini
iyice hissettirmesiyle iç ve dış talepte meydana gelen daralma, depremin de
etkisiyle Yedinci Planda yer alan sanayi ve hizmetler sektörü katma değerine
ilişkin tahminlerin oldukça gerisinde gerçekleşmesine sebep olmuştur.
1998 ve 1999 yıllarında ihracat gelişmeleri, önemli ölçüde Asya ve Rusya
krizlerinin yarattığı olumsuzluklardan etkilenmiştir. Ayrıca, Türkiye'nin
uluslararası rekabet gücünde, 1997 yılı sonrası dönemde nispî bir bozulma
gözlemlenmiştir. Bu dönemde, Türk Lirası enflasyona paralel bir biçimde değer
kaybederken, Uzakdoğu ülkelerinin yüksek oranlı devalüasyonları bu ülkelerin
uluslararası pazarlarda Türkiye'ye karşı rekabet gücünü artırmıştır.
1995 yılında yüzde 42.6 olan dışborç stokunun GSMH'ya oranı 1999 yılında
yüzde 59.3'e yükselmiştir.
Kamu harcamaları, plan döneminin ilk üç yılında sürekli artış göstererek
1998 yılında GSMH'ya oranı yüzde 34,5, 1999 yılında da yüzde 40,4 seviyesine
yükselmiştir. Bu gelişmede, faiz ödemelerinin hızla yükselmesinden dolayı
transfer harcamalarındaki yüksek artışlar belirleyici olmuştur. Nitekim, 1995
yılında yüzde 11,6 olarak gerçekleşen transfer harcamalarının GSMH'ya oranı
1999 yılında yüzde 19,1'e yükselmiştir. Transfer harcamalarının en ağırlıklı
bileşenini oluşturan konsolide bütçe faiz ödemelerinin gayri safî millî
hâsılaya oranı, aynı dönemde yüzde 7,3'ten yüzde 13,7'ye yükselmiştir.
Fonlar üzerindeki denetimin artırılması ve fon sisteminin küçültülmesi
bir amaç olarak ifade edilmekle beraber, bu yönde sistemli ve etkili adımlar
atılamamış, Yedinci Kalkınma Planı döneminde, fon kaynak ve harcamalarının
ekonomi içerisindeki payında hedeflenen küçülme sağlanamamıştır.
1994 yılında yaşanan krizin ardından, Hazine ve Merkez Bankası arasında
kısa vadeli avans kullanımının belirli kurallara bağlanması, Merkez Bankasının
bilançosunu kontrol edebilme imkânını oluşturmuştur.
Kamu kesiminin malî piyasalar üzerindeki baskısının sürmesi, Yedinci
Plan döneminde, özel sektörün, sermaye piyasalarından borçlanmasını engellemeye
devam etmiştir.
1980'li yılların sonlarından itibaren kronikleşen ve artma eğilimine
giren enflasyon, Yedinci Plan döneminde de, Türk ekonomisinin temel sorunları
arasında ilk sıradaki yerini korumuştur. Bu nedenle, 1996-1997 döneminde, tarımsal
destekleme fiyatları ile ücret ve maaşlardaki yüksek oranlı artışların yanı
sıra, faiz oranlarının yüksek seviyesini koruması sonucu artan kamu kesimi
açıkları, enflasyonist bekleyişlerin kırılmasını engellemiş ve bu dönemde
toptan eşya fiyatları oniki aylık artış hızı ortalama yüzde 87,9 seviyesinde
gerçekleşmiştir. 1998 yılında enflasyonda kaydedilen düşme eğilimi, 1999
yılının ilk üç aylık döneminde de devam etmiştir.
Yurtiçi talepteki daralmanın devam etmesi, genel seçimlere rağmen
genişlemeci para ve maliye politikalarına yönelinmemesi, bu gelişmede
belirleyici olmuştur; ancak, uluslararası hampetrol fiyatlarındaki yükselme ve
kamu kesimi imalat sanayiinde gerçekleşen fiyat ayarlamaları sonucunda, fiyat
artışları, nisan ayında yeniden hızlanmış ve 1999 yılında yüzde 62,9'a
yükselmiştir.
Makroekonomik dengesizlikler, özel kesimin yatırılabilir fonlarının,
reel faiz oranlarının yüksekliği nedeniyle, kamu borçlanma senetlerine ve
mevduata yönelmesi, Yedinci Plan döneminde imalat sanayiindeki yatırımları
olumsuz yönde etkilemiştir.
Yedinci Plan döneminde arzu edilen özelleştirme hedeflerine de
ulaşılamamıştır. Bunu engelleyen en önemli hususlar, hukukî altyapının
oluşturulamaması ve özelleştirmede toplumsal güveni zedeleyen olumsuzlukların
ortaya çıkmasıdır.
Kamu altyapı yatırımlarında mevcut proje stokunun büyüklüğü, ayrılan
kaynakların yetersizliği, buna bağlı olarak önemli projelerin tamamlanmasındaki
gecikmeler, başlıca sorun olma özelliğini devam ettirmektedir.
Kısaca, Türkiye ekonomisi, 1996-1999 döneminde artan kamu açıkları,
yüksek enflasyon seviyesi ve dalgalı büyüme yapısıyla istikrarsız bir görünüm
arz etmiştir. Artan kamu açıklarının yurtiçi malî piyasalar üzerindeki
baskısının yanı sıra, bu dönemde yaşanan dış şokların da etkisiyle reel faizler
hızla yükselmiştir. Artan reel faizler, kamu açıklarını daha da artırmış,
borç-faiz kısırdöngüsü sürdürülemez boyutlara ulaşmıştır.
Böylece, milletin yer aldığı merkez dengesi oluşmamış, siyasal istikrar
ve uzlaşma kültürü eksikliğiyle beraber, toplumsal istikrarsızlık
yapısallaşmıştır.
Türkiye ekonomisinin makro dengelerinde ortaya çıkan bu sürdürülemez
yapı, orta vadeli ve kapsamlı bir programın uygulamaya konulmasını zorunlu hale
getirmiştir. Bu çerçevede, 2000-2002 dönemini kapsayan bir makroekonomik
program, 2000 yılında uygulamaya konulmuştur. Bu program, Uluslararası Para
Fonu tarafından üç yıllık bir süreyi kapsayacak bir stand-by anlaşmasıyla da
desteklenmiştir. Bu programın temel amacı, üç yıllık dönem sonunda enflasyonu
tek haneli rakamlara indirmek, reel faizleri aşağı çekmek, kamu finansman
dengesini sağlıklı ve sürdürülebilir bir yapıya kavuşturmak, ekonomide
sürdürülebilir bir büyüme ortamı tesis etmek ve yapısal reformları hızla
gerçekleştirmek olarak belirlenmiştir.
Bu programın olumlu etkileri 2000 yılının ilk döneminde kendisini
göstermiştir. Faiz oranlarındaki düşme, enflasyon trendinde düşüş eğiliminin
devam etmesi, kapasite kullanım oranlarının yüzde 80'lere ulaşması ve imalat
sanayii üretim endeksinin artması, program hedef ve politikalarının
tutarlılığını ortaya koyan ilk somut göstergeleri teşkil etmektedir. İmalat
sanayiinde üretim endeksinin hızlı bir artış trendine girmesi, bir başka
ifadeyle, U dönüşü yapması, programın üretim yönlü amacının da başarıya
ulaşacağının kanıtıdır.
Sayın milletvekilleri, kalkınma planının temel tespitlerinden biri de
gelir dağılımındaki bozukluktur. Gelir dağılımı eşitsizliği ölçütü olan Gini
Katsayısı, 1987 yılındaki 0,43 düzeyinden, 1994 yılında 0,49'a yükselmiştir.
Bu, Türkiye'de kişisel gelir dağılımı alanında var olan dengesizliğin artarak
devam ettiğini göstermektedir. Aynı dönemde, hane halklarının yüzde 20'lik
gelir grupları itibariyle dağılımı dikkate alındığında, Türkiye genelinde,
en yoksul yüzde 20'lik hane halkı
grubunun gelir payı 1987 yılında yüzde 5,4 iken, 1994 yılında yüzde 4,86'ya
düşmüştür. En zengin yüzde 20'lik grubun payı ise, bu yıllar arasında, yüzde
49,9'dan yüzde 54,9'a yükselmiştir. En zengin ve en yoksul yüzde 20'lik hane
halkı grubunun elde ettikleri gelirlerin birbirine oranı, kırsal kentlerde
9,2'den 8,5 kata düşerken, kentsel yerlerde 9,4'ten 11,9 kata yükselmiştir.
Türkiye genelinde ise, bu 9,6'dan 11,2 kata yükselmiştir.
Türkiye'nin gelir dağılımı göstergeleri ile Avrupa Birliğinin
göstergeleri arasında önemli farklar bulunmaktadır. Avrupa Birliği ülkelerinin
ortalama Gini Katsayısı 0,29'dur. En yoksul yüzde 20'lik hane halkının gelir
payı yüzde 8,3 iken, en zengin yüzde 20'lik hane halkının gelir payı yüzde
38'dir.
Mutlak yoksul durumda bulunan nüfusun yüzde 95'i, eğitim düzeyi
bakımından, ilkokul ve altında eğitim alanlar ile okuma-yazma bilmeyenlerden
oluşmaktadır.
Uzun süredir devam eden yüksek enflasyon ve faiz ödemelerinin bütçe
üzerindeki yükü, devletin, genelde, sosyal refahı, özelde ise gelir dağılımını
düzeltici ve yoksulluğu azaltıcı politikalar uygulama imkânını daraltmıştır.
Gelir dağılımında gözlenen dengesiz yapı, ekonomik büyümenin yoksulluğu
azaltıcı etkilerinin ortaya çıkmasını güçleştirmektedir.
Yedinci Plan döneminde, yıllık ortalama yüzde 1,3 civarında gerçekleşen
istihdam artışı, ağırlıklı olarak hizmetler sektöründe yoğunlaşmıştır.
Sosyal sigorta sistemini aktuaryel olarak sürdürülebilir bir yapıya
kavuşturmak ve mevcut sorunları çözümlemek amacıyla getirilen 4447 sayılı
Yasayla önemli düzenlemeler gerçekleştirilmiş olmakla beraber, sosyal sigorta
kuruluşlarının, çağdaş sigortacılık ilkelerine göre yeniden yapılandırılması
sağlanamamıştır. Sosyal sigorta kuruluşları arasında sigorta programları
açısından önemli farklılıklar devam etmektedir. Artan kentleşme, göç olgusu,
yüksek enflasyon, gelir dağılımının bozulması, yoksullaşma ve aile yapısında
meydana gelen değişimler gibi sebeplerden dolayı, sosyal hizmet ve yardımlara
ihtiyaç artmaktadır.
Yedinci Planda öngörülmesine rağmen ar-ge harcamalarına yeterli kaynak
ayrılamamış, araştırmacı personel sayısı artırılamamıştır.
Bilim Teknoloji Yüksek Kurulunda kararlaştırılan Ulusal Enformasyon
Altyapısı Anaplanı sonuçlanmış; ancak, anaplanda öngörülen yapılanmalarla
ilgili çalışmalara başlanılamamıştır.
Değerli milletvekilleri, Sekizinci Plan, dünyada köklü ekonomik ve
sosyal değişimlerin yaşandığı, buna mukabil, ülkemizde yapısal sıkıntıların
devam ettiği bir dönemde hazırlanmıştır. Ülkemizin rekabet gücünü elde etmesi
için, hem dünyadaki gelişmeleri yakalaması hem de içerisinde bulunduğumuz
sorunları çözebilme kapasitesine bağlı olmaktadır. Globalleşme vetiresinde
rekabet gücünü, ancak uluslararası seviyede değerlendirebiliriz. Böyle bir
rekabet gücü olmayan ekonomik ve sosyal sistemlerin, toplumsal refahı artırması
mümkün değildir. İçerisinde bulunduğumuz sorunlar yerine dünyada rekabet etmeyi
hedefleyen uzun vadeli bir yaklaşım, hedefe ulaşmanın önemli bir aracını teşkil
etmektedir. Bu bakımdan, uzun vadeli bir gelişme stratejisi gerekli olmuştur.
Sekizinci Planda yer alan uzun vadeli gelişme amaç ve stratejileri,
2001-2023 dönemini kapsamaktadır. Planda, bu amaç ve stratejinin yer alması son
derece önemlidir. Uzun vadeli gelişmeyi hedefleyen bir strateji, devletin
kurumlarına ve özel sektöre bir vizyon vermektedir. Kalkınma ve gelişmeyi,
böyle bir amaçlar dizisine yönlendirmek, aslında, toplumsal refah fonksiyonunun
temelini teşkil eder. Kurumların veya fertlerin faydayı maksimize eden
davranışlarıyla tutarlılık içerisinde bulunan bir amaçlar dizisi, toplumsal
tercihleri belirler. Bu toplumsal tercihler, kalkınmanın dinamiğini ve moralini
oluşturur.
Planda belirlenen uzun vadeli temel amaçlar ve strateji, esas
itibariyle, daha önce bahsettiğim, dünyada meydana gelen gelişmelere ve bu
gelişmelerin doğuracağı değişimlere paralellik arz etmektedir. Uzun vadeli
gelişme stratejisinin temel amacı, 21 inci Yüzyılda, ülkemizin, kültür ve
uygarlığın en ileri aşamasına ulaşarak, dünya standardında üreten, gelirini
adil paylaşan, insan hak ve sorumluluklarını güvenceye alan, hukukun
üstünlüğünü, katılımcı demokrasiyi, laikliği, din ve vicdan özgürlüğünü en üst
düzeyde gerçekleştiren, küresel düzeyde etkili bir dünya devleti olmasıdır.
Bilgi toplumuna dönüşümün sağlanarak dünya hâsılasından daha yüksek
oranda pay alınması, toplumun yaşam kalitesinin yükseltilmesi, evrensel bilim
ve kültüre katkı ile bölgesel ve küresel düzeylerdeki kararlarda etkin söz
sahipliği, uzun dönemli gelişme stratejimizin nesnel amaçlarını
oluşturmaktadır. Planda belirlenen bu amaçlar, ülkemizin lider ülke olma
hedefinin gerçekleşmesi için büyük önemi haizdir.
Çağlar boyunca yürütülen ekonomik politikaların en büyük hedefi, güç
kazanma ve refahı sağlamak olmuştur. Sanayileşmiş ülkeler güç ve refah
sıralamasının en ön sıralarında yer alırken, henüz tarım ekonomisinden sanayi
ekonomisine geçiş sürecindeki ülkeler ile tarım ekonomisindeki ülkeler arka
sıralarda yer almaktadır. Dünyada, bu ikili güç yapısının oluştuğu
görülmektedir. Sanayileşmiş 7 ülkenin, ekonomik olduğu kadar siyasal, askerî ve
sosyal bir gücü temsil ettikleri açıktır.
Kalkınma politikalarının çoğu, tarım ve sanayiin ikili yapısı içerisinde
oluşmuş ve sanayileşmeyi hedef almıştır. Buna ilişkin ülkeler mücadelesi devam
etmekle beraber, üçüncü bin yıla damgasını vuracak en önemli gelişmeler, daha
önce ifade ettiğim gibi, bilgi teknolojisinde meydana gelmiştir. Bilgi çağı
olarak adlandırılabilecek önümüzdeki bin yılın, kalkınma politikalarında da
önemli değişikliklerin meydana gelmesine yol açacağı bir gerçektir. Artık, üçlü
bir yapı oluşmaktadır. Yeni oluşan bu ekonomik yapılanmada, bilgiye hâkim olan
ülkeler en üstte yer alacaktır. Kalkınma planıyla oluşturulan uzun vadeli
amacın bilgi toplumuna dönüşümü hedeflemesi, lider ülke olabilmemizin temel gereğini
teşkil etmektedir. Bu kapsamda, üniter yapı korunarak devletin yeniden
yapılandırılması, toplumun eğitim ve sağlık düzeyinin yükseltilmesi, gelir
dağılımının düzeltilmesi, bilim ve teknoloji yeteneğinin güçlendirilmesi,
altyapı hizmetlerinde etkinliğin artırılması, çevrenin korunması ve ekonomik ve
sosyal alanda dönüşümün gerçekleştirilmesi büyük önem taşımaktadır.
Uzun vadeli amaç ve stratejide dikkati çeken önemli hususlardan biri de,
Türkiye'nin Avrupa Birliğine tam üyelik sürecinin, uluslararası norm ve
standartlara uyum ve bilgi toplumunun gerektirdiği koşulları yerine getirme
yönünden önemli bir fırsat yarattığı tespitidir. Böylece, Avrupa Birliğine
giriş sürecinin fırsat olarak tespiti, Avrupa Birliğine girme amacının
gerektirdiği koşulların, esas itibariyle, milletimizin menfaatları açısından
tasvip edildiğini ve giriş süreci ne olursa olsun, gerçekleştirilmesinin
hedeflendiğini ortaya koymaktadır. Bu tespit ve yaklaşım gerçekçidir. Avrupa
Birliğine giriş sürecinde, AB'ye bağlı olarak meydana gelebilecek gelişmelerin
hedeflerimizi değiştirmemesi gereğinin millî bir tercih olarak ortaya konulması
doğrudur. Şüphesiz, bu çerçevede, tam üyelik, binlerce yıllık tarih ve kültür
birikimine sahip olan ülkemizin gerçek potansiyelini ortaya koymasına ve
birikimini dünyayla paylaşmasına yardımcı olacaktır.
Uzun vadeli strateji, ülkemizin ve milletimizin sahip olduğu avantajlara
ve temel değerlerine dayalı olarak, uluslararası rekabet gücüne sahip olmayı
hedeflemiştir. Bu anlayışa dayalı uzun vadeli strateji ve hedefler millî
özellikler taşımaktadır. Lider ülke olma hedefi, aynı zamanda, milletimizin
sahip olduğu değerlerin insanlığın oluşturulmasına sağlayacağı katkıyı da
amaçlamaktadır.
Sayın milletvekilleri, Sovyet ekonomisinin 1980'lerin sonunda çöküşü ve
ardından Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla Ortaasya'da oluşan yeni bağımsız
devletler, siyasî ekonomiyi büyük ölçüde değiştirmiştir. Ülkemiz, 21 inci
Yüzyılda stratejik ve ekonomik ağırlığı giderek artacak olan Avrasya Bölgesinde
merkezî bir konumdadır. Bu, bizim ülkemize önemli fırsatlar getirmektedir.
Türkiye'nin, Avrupa ile Ortadoğu'nun, Azerbaycan da içinde olmak üzere, Avrupa
ile Ortaasya'nın güvenliklerinin kesiştiği kritik bir konumda bulunduğunu
göstermektedir. Hazar bölgesi enerji kaynakları, Batı için hayatî bir önemi
haizdir. Politik ekonomilerin enerji zengin bölgelere yönelik olarak
oluşturdukları stratejiler bakımından ülkemizin önemi artmıştır. Bu önem
dolayısıyla da, ülkeler arasında önemli bir mücadele devam etmektedir. Bu
mücadelenin günümüzdeki yansımalarını, millî menfaatlarımız ve bulunduğumuz
konum açısından değerlendirmek, böylece, tarihsel sorumluluğumuzun gereğini
yerine getirmemiz gerekmektedir. Böyle bir değerlendirmeye dayalı millî bir
strateji, hem Türkiye'nin hem de dünyanın enerji güvenliğinin temininin önemli
bir unsurunu teşkil edecektir.
İpek Yolu, ticarette oynadığı önemli rolle Batı'yı ve Doğu'yu birbirine
bağlamış, geçiş güzergâhında ülkemizin stratejik önemini artırmıştır. Bugün,
önümüzde yeni bir İpek Yolu inşa etmenin fırsatları vardır. Bu yol, petrol ve
doğalgazın aktığı boru hatlarından meydana gelebilir. Hazar bölgesi enerji
kaynaklarının geliştirilmesi ve tüketiciye ulaşmasıyla bölgede satın alma gücü
artacaktır. Bu açıdan, bu bölgede yeni ticaret yollarına ve şekillerine ihtiyaç
bulunmaktadır. Ülkemizin yakın bir gelecekte oluşacak bu ticaret bölgesinde
etkin olması ve bölge gelişmesine katkı sağlaması, millî menfaatlarımız
açısından gereklidir. Bu gelişmeler ışığında, plan, bölge gelişmesine de
katkıda bulunacak etkin bir ulaşım altyapısı ile petrol ve doğalgaz boru
hatlarını en kısa sürede gerçekleştirmeyi hedeflemiştir.
Sayın milletvekilleri, makroekonomik politikaların nihaî ve en anlamlı
amacı, yoksullukla mücadele ve gelir dağılımını düzeltmektir. Uygulanan yanlış
ve tutarsız makroekonomik politikalar yoksulluğu artırabilmekte; yoksulluk da,
telafisi güç makroekonomik sonuçlar doğurabilmektedir. Yoksulluk, sosyal
dayanışmayı ve nüfusun kalkınma mücadelesine iştirakini azaltmakta ve böylece,
olumsuz makroekonomik neticeler meydana getirmektedir. Enflasyonu düşürmeye ve
sürdürülebilir bir büyümeyi temin etmeye yönelen böyle bir politikanın,
yoksullukla mücadeleyi, gelir dağılımındaki dengesizliği azaltmasını, sosyal
güvenlik dengesinin oluşturulmasını temin edecek unsurları ihtiva eden kamu
politikalarıyla beraber tatbik edilmesini gerekli kılmaktadır. Yoksullukla
mücadele, sadece sosyal politika boyutlu bir sorun değildir; aynı zamanda,
ekonomi, hukuk ve antropoloji gibi birçok disiplinle iç içe olan bir sorundur.
Bu bakımdan, makroekonomik dengeyi oluşturmaya yönelik olarak uygulanan para ve
maliye politikalarının, sosyal güvenlik dengesini, sağlık ve eğitim boyutunu
ihtiva eden unsurlarla entegrasyonu büyük önem taşımaktadır. Uzun dönemli
makroekonomik istikrarı oluşturacak, güvenilir ve sürdürülebilir bir iktisat
politikasının meyvesini vereceği politik ortamın temini, gelir dağılımını
iyileştirmenin ve yoksullukla mücadelenin stratejik bir yaklaşımla ele
alınmasını gerekli kılmaktadır. Bu bakımdan, Sekizinci Planın, yoksulluk
sınırının altında bulunan nüfusun azaltılmasını, gelir dağılımının
düzeltilmesini, stratejik hedef olarak ortaya koyması son derece önemlidir.
Böyle bir hedef olmadan toplumsal istikrarı yakalayabilmemiz mümkün değildir.
Bu bakımdan, planın, büyümede yüzde 7 dolayında bir hızı sağlaması ve büyümenin
yaklaşık yüzde 30'unun faktör verimliliğinden kaynaklanmasını hedeflemesi
yanında, eğitim ve sağlık düzeyinin yükseltilmesi hedefleri, yoksullukla
mücadelede ortaya koyduğu stratejinin temelini teşkil etmektedir.
Sayın milletvekilleri, çağdaş toplumun en belirgin özelliklerinden biri
de, sanayiin, teknolojinin ve iletişimin çok gelişmiş düzeylere ulaşmasıyla
birlikte, her alanda sosyal güçlerin örgütlenmiş olmasıdır. Ekonomik, sosyal ve
kültürel açıdan giderek karmaşıklaşan problemin çözümünde, sivil toplum
kuruluşları olarak adlandırılan bu örgütlenmelerin önemi gün geçtikçe artmakta;
demokrasiler, daha çoğulcu bir yapıya dönüşmektedir. Millî kültür ve bilinç
düzeyine ulaşmış değerler bütünü giderek yükselen bir toplumda, kamu yararı ve
toplumsal çıkarlar, kişisel çıkarların önüne daha kolay ve rahat
geçebilmektedir. Bu tür bir siyasal kültürde, sivil toplum kuruluşları
aracılığıyla, çoğulcu bir ortamda iktidar kavgası verilmekte ve katılımcı bir
iktidar yapısı söz konusu olmaktadır. Sivil toplum kuruluşları aracılığıyla
çağdaş demokrasilerin genişleyen katılım boyutu, piyasa ekonomisine de yeni bir
bakış açısı getirmiştir. Bu bakış açısı, orta tabakaların güçlenmesini,
yoksulluğun azaltılmasını ve daha dengeli ve bütünleşmiş bir toplum yapısını
önplana çıkarmaktadır. Adil bir servet ve gelir dağılımıyla toplumsal
bütünleşmenin artması, sivil toplum kuruluşlarının iktisadî gelişmeye ve
demokrasiye daha yoğun katılımı hedeflenmektedir.
Bu hususlar ışığında plan, katılımcı demokrasinin, uzun vadeli
gelişmemizin temel amaçlarından biri olarak ortaya konmuştur. Diğer taraftan,
toplumsal hedeflere ulaşmada piyasalara temel rol biçilmesi ve bu tespit içinde
yerel yönetimlerin güçlendirileceğinin ve sivil toplum örgütlerinin
destekleneceğinin ifade edilmesi, önemli bir uyumu göstermektedir.
Günümüzdeki gelişmeler, devletin rolünü ve kapsamını değiştirmektedir.
Bu gelişmeler, bizleri, devletin küçülmesine veya optimalleşmesine değil,
devletin etkinleşmesine götürmektedir. Çağımız devletinin en önemli fonksiyonu
etkinliğidir. Devletin toplumsal hedeflere ulaşma kapasitesine ulaşmasının
yolu, devletin yapma fonksiyonu dışında piyasa mekanizmasını kullanmasını
teşkil etmektedir. Millî rekabet gücünü artırmanın yolu, globalleşen dünyada
devletin yeni gelişmeler ışığında etkinliğini kolaylaştıran ve düzenleyen bir
sistem içinde artırmaktan geçmektedir. Planda bu husus, devletin düzenleme,
gözetim ve denetleme fonksiyonlarının geliştirileceği şeklinde ortaya
konmuştur.
Millî kültürümüzün korunması ve geliştirilmesinin planın uzun vadeli bir
amacı olarak ifade edilmesi, toplumsal hedeflere ulaşmayı temin edecek bir
sosyal ortamı sağlayacaktır.
Sayın milletvekilleri, görüşmekte olduğumuz kalkınma planının makro-ekonomik
politikaları ve hedefleri incelendiğinde, içinde bulunduğumuz sorunların çözümü
için tespitler yaptığı görülmektedir. Sekizci Plan, esas itibariyle, kesintisiz
bir büyümeyi, kamu dengesini ve enflasyonun kalıcı olarak tek rakamlı hanelere
indirilmesini hedeflemiştir. Bu ölçütlerin Maastricht kriterlerinin
sağlanmasına yönelik olarak somutlaştırılması yerindedir.
Planın amaçları içerisinde, gelir dağılımının düzeltilmesine,
yoksullukla mücadeleye, bölgesel gelişmişlik farklarının azaltılmasına önem
verilmiştir. Bu amaçlar, esas itibariyle, bulunduğumuz yapısal sorunlarımızı
ortaya koymaktadır.
Ekonomik alanda kalkınma, rekabet gücüne sahip gelişmeler sayesinde
oluşmaktadır. Rekabet gücü temin eden gelişmeler ise, sahip olduğumuz veya
satın aldığımız kaynakların daha iyi kullanılmasını öğrenmekle sağlanabilir.
Öğrenme, genel mahiyetiyle eğitim, bir teknoloji olarak, hayatımızdaki ekonomik
ve sosyal işlemlerde daha iyisini yapmaya, rekabet gücü elde etmeye yönelik
olarak değerlendirilmelidir. Bir diğer ifadeyle kalkınma, eğitim sürecinden
geçmektedir. Bu hususlar dikkate alındığında, planda yer alan eğitim sisteminde
düşünme, algılama ve problem çözme yeteneği gelişmiş, bilgi çağı insanı
yetiştirme ve nitelikli işgücü ihtiyacının karşılanması hedefiyle ar-ge'ye
verilen önem, kalkınmanın gücünü teşkil edecektir.
Kalkınma planında, Avrupa Birliğine entegrasyon temel amaçlar içinde yer
almaktadır. Esas itibariyle, anlaşmalardan kaynaklanan ekonomik ve sosyal
entegrasyon sürecinin temel amaç içinde yer alarak politikaların buna göre
tespiti ve uygulanmasına yönelik ortaya konulan ulusal program hedefi
yerindedir. Zira, AB'ye giriş süreci, esas itibariyle, temel dönüşüm
politikalarını gerekli kılmaktadır.
Sayın milletvekilleri, makroekonomik dengesizliklerin, ülkemiz
ekonomisinin en önemli sorunlarından birini teşkil ettiğini daha önce ifade
etmiştim. Sekizinci Kalkınma Planı döneminde makroekonomik politikaların temel
hedefi, enflasyonu Avrupa Birliği kriterleriyle uyumlu düzeylere düşürmek,
ekonomide sürdürülebilir bir ortamı tesis etmek ve AB'ye tam üyelik hedefi
doğrultusunda ekonomik rekabet ve uyum gücünü artırmaktır. Bu temel hedefler
çerçevesinde, maliye politikasının, kamu açıklarını kalıcı biçimde azaltacak ve
kamu borç stoğunun sürdürülebilir bir yapıda gelişmesini sağlayacak şekilde
yürütülmesi hedeflenmiştir. Üretim ve istihdamı artırma ile fiyat istikrarını
sağlama hedefleriyle uygun bir gelirler politikası amaçlanmıştır.
Sekizinci Plan öncesinde ekonominin içinde bulunduğu en önemli sorunlardan
birini rant ekonomisi teşkil etmiştir. Planda kesintisiz büyümenin
gerçekleştirilmesiyle, kamu kesimi dengesi kurularak, uygun gelirler politikası
izlenerek, enflasyonun kalıcı biçimde tek haneli düzeye indirileceği
amaçlanmaktadır. Planın bu amaçları, rant ekonomisinden üretim ekonomisine
geçişi temin edebilecek niteliktedir. Maastricht kriterlerinin sağlanması,
somut hedef olarak belirlenmiştir.
Makroekonomik istikrarın sürekliliğinin temini ve ekonominin etkin,
esnek ve verimli yapıya kavuşmasını sağlayacak yapısal reformların hızla
yürürlüğe konması, makroekonomik politikalar içinde yer almaktadır. Kalkınma
planında, bu genel politikalara uygun maliye, para, özelleştirme, yatırım ve
dışticaret politikaları tespit edilmiştir.
Maliye politikasının temel hedefleri içinde, kamu açıklarının
azaltılması yer almaktadır. Bugüne kadar karşılaştığımız makroekonomik
dengesizliklerin temelinde, kamu gelir-gider dengesizliği ve bu dengeyi
oluşturmak için kullanılan kamu borçlanması politikası yatmaktadır. Bunun
sonucunda ortaya çıkan enflasyon, borçlanma ve malî açıklar, yoksulluğun
artmasına ve gelir dağılımının bozulmasına ve toplumsal istikrarsızlığın
yerleşmesine sebep olmuştur.
Kamunun borçlanma ihtiyacını karşılamak için marjinal tasarruf meyli
yüksek olan yüksek gelir grubuna duyulan acil ihtiyaç, marjinal tüketim meyli
yüksek olan düşük gelirlileri geri plana itmiştir. Böylece, borçlanmayı
azaltmaya yönelmeyen bir para ve maliye politikası, gelir dağımını giderek
bozmuş, yoksulluğu artıran önemli bir faktör halini almıştır. Diğer taraftan,
enflasyonun bir vergi halini almak suretiyle kamu açıklarının giderilmesinde
kullanılması da yoksulluğu artırmıştır. Son on yılda tahmin edilen enflasyon
yüzde 40 iken, bunun yüzde 70 olarak gerçekleşmesi bu politikanın tabiî bir
sonucu olarak gerçekleşmiştir. Borçlanma maliyetini düşürmeyi hedeflemeyen bir
ekonomi politikası, üretim ekonomisini çökertmiş ve rant ekonomisini
güçlendirmiştir. Fiyat istikrarıyla malî açıkların azalması büyümeyi uyarmakta;
böylece, büyüme hızındaki artış da, yoksulluğu azaltan en önemli araç haline
gelmektedir.
Bu bakımdan, yukarıdaki unsurları dikkate alarak makroekonomik istikrarı
temine yönelik planda öngörülen maliye ve para politikalarının uygulanması,
yoksullukla mücadele açısından da büyük önem kazanmıştır.
Makroekonomik dengeyi oluşturmaya yönelik politikalar, siyasal yelpaze
içinde esas itibariyle merkezin talepleriyle uygundur. Ekonomik açıdan
bakıldığında, merkez esas itibariyle, orta tabakaların güçlenmesini,
yoksulluğun azaltılmasını ve daha
dengeli ve bütünleşmiş bir toplum yapısını ifade etmektedir. Son yirmi yıldır
süregelen yüksek enflasyon, yüksek faiz, haksız servet edinimi, bozulmuş bir
gelir dağılımı, yoksulluk sınırı altında bulunan her dört vatandaştan biriyle,
merkez, dengeyi oluşturmaktan uzaklaşmıştır. Piyasa ekonomisi içinde rekabetin
toplumsal refahı temin etmesi, adil bir gelir ve servet dağılımı hedefi merkeze
yönelik politikaların unsurudur. Planda yer alan bu politikaların amacı,
milletin oluşturduğu merkezin toplumsal istikrarı temin etmesi için dengeli bir
yapıya kavuşturulmasıdır. Bu bakımdan, plan, hedef ve politikalarını
benimsiyoruz.
Sayın milletvekilleri, enflasyonla mücadelede uygulanmış politikalardan
çıkarılacak derslerden en önemlisi, enflasyonun kaynağı yerine belirtilerine
yönelik politikaların kalıcı dengeleri sağlayamadığı gerçeğidir. Gerçekleşen
enflasyonu, enflasyonla mücadele programlarının mihenk taşı alan uygulamalar,
enflasyonist beklentileri daha da yukarı çekmiş ve dikkatlerin hep talep yönlü
politikalarda odaklaşmasına yol açmıştır.
Gerek faizlerin düşmesi gerekse bütçe açığının para basımı yoluyla
finanse edilmemesi, daha fazla kaynağı üretime sevk ederek işletme
maliyetlerini azaltacak; aynı zamanda dargelirlilere transfer imkânı
sağlayacaktır.
Döviz kurunda istikrar, yatırımcının ithalat ve ihracat kararları
açısından uzun dönemde önünü görmesini ve akılcı davranmasını temin eder. Bu
bakımdan, uygulanacak makroekonomik politikada ve enflasyonla mücadelede, arz
yönlü yaklaşımların tercih edilmesi gerekmektedir.
Bu yönleriyle, hükümetin, kısa dönemli kazançlar yerine, orta dönemde
sosyal refahı dikkate alan yaklaşımı, ülke ve toplumun gerçek menfaatına
öncelik veren siyaset anlayışının temel tercihi olarak değerlendirilmelidir.
Sayın milletvekilleri, kamu borç sorununun çözülmesi için planda
öngörülen tedbirler, tek taraflı değildir. Bir yandan kamu borçlanma maliyetini
azaltmaya yönelik para ve kur politikası, diğer yandan harcama politikaları ele
alınmıştır.
Kamu borçlanma ihtiyacının kontrol altına alınması, borçlanma maliyetini
azaltacaktır. Bu bakımdan, borçlanmaya ilişkin ilke ve sınırlamaları içeren
borçlanma programının bütçe ekinde yayınlanması, bunun önemli bir aracını
teşkil edecektir.
Sorunlarımızın çözümünde, kamu harcama reformuna öncelik verilmelidir.
Sorunlarımız, sadece para ve maliye politikalarıyla değil, kamu harcamalarında
etkinliği ve verimliliği temin eden, israfı azaltan bir yapısal değişimi
gerçekleştirmekle çözülebilecektir. Planda öngörülen malî disiplin, kaynakların
stratejik önceliklere göre dağıtılması ve etkin kullanımı, ancak kamu
harcamalarının artışını kontrol altında tutarak, hizmet-maliyet ilişkisinin
kurulmasına öncelik veren harcama politikası ve harcama reformuyla
sağlanabilir.
Kamusal faaliyeti alanı içinde yer alan ve hizmetin niteliği itibariyle
bütçeyle ilgisi kurulması gereken kamusal harcamaların bütçe içine alınması,
bütçe içi fonların kaldırılmasına yönelik planda öngörülen politika, malî
disiplini temin ederek, kamu harcamalarını kontrol altında tutacaktır.
Harcama politikası yanında, kamu gelirlerinin toplanması büyük önem
taşımaktadır. Planda yer alan maliye politikasında, vergi kayıp ve kaçaklarının
azaltılacağı, verginin tabana yayılmasının sağlanacağı ifade edilmiştir.
Şüphesiz, bu tür hedefin gerçekleştirilmesi, kısa dönemde mümkün değildir.
Nitekim, planın, orta vadeli bir bütçe uygulamayı öngörmesinin altında yatan
temel gerekçe de budur. Bunu ilaveten, planda öngörülen diğer hedeflere
ulaşabilmek için de, bütçelerin orta vadeli bir perspektifle hazırlanması,
plan, program ve bütçe uyumunu sağlayabilecektir. Böyle bir uyum, kararların
etkinliğini temin edecektir. Bu perspektif, miyop siyasî kararlar yerine,
sürdürülebilir, tutarlı ve bütüncül bir siyaset anlayışının yansımasıdır.
Maliye politikası içinde yer alan önemli bir diğer yaklaşım da, kamusal
hizmetin üretilmesinde siyasî ve idarî yetki ve sorumlulukların açık olarak
tanımlanmasıdır. Ülkemizde, kamusal hizmette yetkili ve sorumluların tespiti,
kamu yönetimi anlayışında önemli bir değişikliği ihtiva etmektedir. Maalesef,
bu yetki ve sorumlulukların belirlenememesinden dolayı, hizmet alımında
etkinlik ve verimlilik temin edilememiştir. Sorumlusu ve yetkilisi belli
olmayan bir hizmette, kalite ve etkinlik beklemek mümkün değildir. Siyasî ve
idarî yetki ve sorumlulukların belirlenmesi, hizmet alımında otokontrolü de
beraberinde getirecektir. Kaliteli ve sorumlu bir hizmet anlayışı bu şekilde
yerleşir.
Kamusal hizmetlerde ölçülebilir kriterlerin oluşması, kamu yönetimine
hız kazandıracaktır. Planda yer alan bu yaklaşım, kamu yönetiminde performans
değerlemesi esasının benimsenmesi demektir. Kamu kurumlarının ürettikleri
hizmetlere getirecekleri ölçülebilir kriterler, aynı zamanda, kamusal alanda
bir rekabetin oluşmasına da katkı sağlayacaktır. Kamusal hizmet üretiminde
etkinliği temin edecek bu yaklaşım, performans denetim esasına geçilmesinin
benimsenmesiyle desteklenmiştir. Ülkemizde, kamu hizmetlerinin denetiminde,
bugüne kadar, performans esas alınmamıştır. Denetimin performansa dayalı olarak
geliştirilmesi, başarıyı önplana çıkaracak; böylece, kamu yönetiminde gerekli
olan moral destek de temin edilmiş olacaktır.
Ülkemizde, denetim sektöründe ciddî bir yapı karmaşıklığı yaşanmaktadır.
Bu bakımdan, denetim sektörünün yapısal bir değişikliği gerekli kıldığını
düşünmekteyim. Bu bakımdan, planda öngörülen, denetimi sınırlayan düzenlemeler
ve fiilî uygulamanın kaldırılmasına yönelik politikada bu sistemin yeniden
değerlendirilmesi de gerekmektedir. Kamusal hizmetin üretilmesi, denetimi ve
denetim boşluklarını gidermeye yönelik yaklaşımlar, yolsuzlukla mücadelede
önemli yaklaşımlardır.
Sayın milletvekilleri, planda yer alan para ve kur politikaları,
uygulanmakta olan makroekonomik istikrar programı çerçevesinde oluşturulan
bağlı kur sisteminin devamını öngörmektedir. Uygulanan bu istikrar programının
enflasyonla mücadelede ve faiz oranının düşürülmesinde sağladığı başarı dikkate
alındığında, politikada kararlılığın vurgulanmış olması önemlidir. 2003
yılından itibaren, döviz kurları esnek bir çerçevede gelişirken, para
politikası, fiyat istikrarının sürdürülmesi hedefi doğrultusunda
uygulanacaktır. Böylece, serbest piyasa koşullarında sağlıklı bir kur
politikası uygulamasına geçilmiş olacaktır.
Malî sistemde kaynakların etkin dağılımının temini ve malî kurumların
daha rekabetçi ve etkin bir yapıya kavuşabilmeleri son derece önemlidir. Bu
çerçevede, malî sistemde şeffaflık yönünde adımların atılması, kamu bankasının
yapısal sorunlarının çözülmesi, öncelikle özerkleştirilerek, kamu kesiminin
kademeli olarak bankacılık sektöründen çekilmesi öngörülmüştür.
Malî piyasalarda etkinlik ve saydamlığa ait uygulamaların homojenliğini
sağlamak, globalleşen malî piyaslar ışığında büyük önem kazanmıştır. Malî
piyasalarda bilgi akışındaki şeffaflık, krizleri önlemede anahtar rol
oynamıştır. Zira, yakın geçmişte, dünyada ve ülkemizde yaşanan malî sistem
içindeki krizlerin temelinde, iktisadî gelişmelerin yakından takip
edilmemesinin de önemli bir payı vardır.
Krizleri önlemede bilgi, kritik bir role sahiptir. Bu bakımdan, malî
sistemde faaliyette bulunan özerk düzenleme ve denetleme kurullarının nihaî
aşamada tek çatı altında toplanmasıyla oluşan söz konusu kurumun, faaliyetleri
konusunda Parlamentoya karşı sorumlu olmasını ve sektörün tamamında faaliyet
gösteren kuruluşlarla kamunun bilgilendirilmesini sağlayacak düzenlemeler
yapılmasını öngörmesi yerindedir.
Sayın milletvekilleri, kalkınma planında öngörülen uzun vadeli temel
amaçlardan biri de, toplumsal hedeflere ulaşmada piyasaların rol oynamasının
benimsenmesidir. Özelleştirmenin ana hedefi ve gerekçesi, rekabetin artırılması
olmalıdır. Özelleştirme politikası, bir istikrar programı içinde, yapısal
değişimi temin eden bir araç olarak kullanılmaktadır. Yapısal reformlar içinde,
mal ve hizmet piyasasında özelleştirme ve tekellerden arındırma önemli bir yer
tutmaktadır. Şu halde, özelleştirme politikasından beklenen asıl amaç, yapısal
bir reform temin ederek piyasaların etkin ve verimli çalışmasıdır. Bu bakımdan,
planda yer alan özelleştirmenin yapısal dönüşüm reformlarından birini teşkil
ettiği görülmektedir. Özelleştirmenin malî katkıları yerine, rekabetin ve
serbestleştirmenin vurgulanmasının temel amacı da budur.
Plan, özelleştirme kapsamı dışındaki işletmelerin, faaliyetlerindeki
verimliliği ve etkinliği temin etmek için, yeniden yapılandırılmalarını da
öngörmüştür. Bu yaklaşımla, özelleştirme politikası, kamuda verimli ve etkin
bir hizmet politikasıyla bütünleştirilmiştir.
Yap-işlet-devret, yap-işlet ve işletme hakkı devri gibi finansman
modellerinin günümüze birtakım sorunlar taşıdığı bir vakıadır. Bu modellerin
rekabeti engelleyici uygulamalara yol açmasının önlenmesi, planda yer
almaktadır. Şüphesiz, rekabeti engelleyici uygulamalar yanında, bunların
yurtiçi üretiminin de menfî yönde etkileri söz konusu olabilmektedir. Bu
bakımdan, yurtiçi ve yurtdışı üretim potansiyelleri bakımından da, bu
yöntemlerin değerlendirilmesi yerinde olacaktır.
Özel sektörün katılımına açılan iletişim ve enerji gibi sektörlerde
tüketici hak ve çıkarlarını korumak, rekabeti tesis etmek için yapısal
düzenlemeler, özerk düzenleyici kurullar vasıtasıyla sağlanacaktır. Düzenleyici
kurulların, bu sektörlerde piyasaya girişlerin esas ve kurallarını belirlemesi
haksız rekabeti de önleyecektir.
Sayın milletvekilleri, ülkemizde, son yıllarda süreklilik kazanan kamu
açıklarının yol açtığı borçlanma gereğinden kaynaklanan yüksek faiz oranları
yatırımları olumsuz etkilemiştir. Kamu yatırımlarında mevcut proje stokunun
büyüklüğü, ayrılan kaynakların yetersizliği, proje seçiminde teknik, ekonomik
ve sosyal kriterlere ve önceliklere yeterince uyulmaması, önemli projelerdeki
gecikmeler başlıca sorunlar olarak devam etmektedir.
Kamu yatırım programında önemli bir proje yükü bulunmaktadır. Yatırım
bütçesinin azlığına karşılık projelerin fazlalığı projelerin tamamlanmasını
geciktirmektedir. Böylece, tamamlanamayan ve uzun yıllar süren projelerden
umulan kamusal fayda elde edilememektedir. Bu bakımdan, kamu yatırımlarında,
eğitim, sağlık, teknoloji altyapısı, enerji, sulama, kentsel altyapı
yatırımlarına ve ulaştırma alt sektörleri arasında dengeyi sağlayıcı
yatırımlara, bölgesel gelişme stratejisi dikkate alınarak önceliklerin
belirlenmesi yerindedir.
Sayın milletvekilleri, uygulanacak olan para ve kur politikalarının
ihracat üzerinde menfi bir etki yapması mümkündür. Nitekim, mayıs ayı
dışticaret açığının artış trendine girmesi beklenen bir sonuçtur. Zira,
uygulanan para ve kur politikası, kısa dönemde, Türk Lirasını yabancı paralar
karşısında nispeten değerli hale getirecek, ulusal ekonomideki enflasyonu
düşürme programı doğrultusunda, faiz oranlarının düşmesinde öncelikli rolü
oynayacaktır. Bu süreç, ithalatı ucuz, ihracatı pahalı hale getirmesi nedeniyle
de, dışticaret açıklarını geçici bir şekilde artıracaktır. Enflasyon düşüşüne
paralel olarak, faiz oranlarının sürdürülebilir bir bantta oturmasından sonra,
serbest kur uygulamalarına geçilmesiyle, faiz kur makası birbirinden bağımsız
hale gelerek, kurun, sadece dışticaret açısından, dünya ekonomileri ile ekonomimizi
uyumlaştıran temel politika aracı niteliğine dönüşmesi sağlanacaktır. Kur,
enflasyonla mücadele programı doğrultusunda nominal çıpa olmaktan çıkacaktır.
Böylece, ihracat potansiyelinin artırılması içfaiz oranlarından bağımsız hale
gelecek ve devalüasyonlara gerek kalmaksızın, gerçekçi kur politikalarıyla
ihracatımız istikrara kavuşacaktır. Bunun sonucunda, Türk ekonomisindeki
dolarlaşma olgusunun ortadan kaldırılması mümkün olacaktır.
Bu politika içerisinde, ihracata yönelik kur politikaları planda öngörülmemiştir;
ancak, ihracatta mukayeseli üstünlüklerimizi dikkate alarak, kur teşviki
suretiyle, geçici olarak, selektif uygulamayla geçiş döneminde uygulanmasını
düşünmek mümkündür. Bununla beraber, ihracat güçlüklerinin aşılmasında, planda
yer alan, Eximbank kredilerini artırma ve düşük faiz uzun vade uygulamaları,
doğru ve tutarlıdır.
Ödemeler dengesi bütünü içinde dolaysız yabancı sermaye yatırımlarının
yeri ve rolü, planda önemle vurgulanmıştır. Özellikle dolaysız yabancı
sermayenin bir ekonomide yatırım yapabilmesinin önkoşulu, ekonomik ve siyasî
istikrardır.
BAŞKAN – Sayın Vural, Grubunuza ait sürenin bir saatini tamamladınız.
Dilediğiniz kadar konuşabilirsiniz. Tabiî, Grubunuzun...
OKTAY VURAL (Devamla) – Konuşmamı bitirdikten sonra kalan süreyi diğer
arkadaşım tamamlayacak.
BAŞKAN – Olur efendim, benim için bir mahzuru yok, sadece hatırlattım.
OKTAY VURAL (Devamla) – Teşekkür ederim.
Dolaysız yabancı sermaye yatırımları en güvenilir dış finansman
kaynağıdır. Bu bakımdan ödemeler dengesi içerisinde dolaysız yabancı sermayeye
verilen önemin başarısı, dış şoklara karşı emniyet supabı görevini görmektedir.
Böyle bir yapısal güvencenin, yakın tarihimizdeki global dış şokların sonuçları
dikkate alındığında, ne kadar büyük önem kazandığını da ortaya çıkarmaktadır.
Planda yer alan gelirler politikasının büyük önemi vardır; çünkü,
gelirler politikasının başarısı, enflasyon lobisine karşı en etkili mücadele
aracıdır. Bu politikayla enflasyon beklentileri kırılmakta ve hedef enflasyona
göre dengelerin oluşturulması zorunlu olmaktadır. Bunun orta dönemdeki katkısı,
istihdamdaki bir iyileşmeyi sağlayacaktır.
Planda yer alan makroekonomik hedef ve amaçlara uygun olarak benimsenen
politikalar, tutarlı, ulaşılabilir ve sürdürülebilir niteliktedir. Şüphesiz
böyle bir hedefe ulaşma noktasında siyasî iktidarların kamu polikalarında
sürekliliği ve kararlılığı temin etmeleri ve toplumsal uzlaşmayı sağlamaları
büyük önem kazanmaktadır.
Sayın milletvekilleri, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının beşinci
bölümü, Avrupa Birliğiyle olan ilişkilerimize ayrılmıştır. Siyasî ve ekonomik
entegrasyon olan Avrupa Birliğine giriş süreci, makroekonomik politikalarımızı
ve uzun vadeli stratejimizi son derece etkileyebilecek bir öneme sahiptir. 37
yıldan bu yana ortaklık anlaşmalarına dayalı olarak sürdürülen Avrupa
Birliğiyle olan ilişkilerimizde inişler çıkışlar yaşanmıştır. Avrupa
Birliğinin, Türkiye'nin küreselleşme hareketinde önemli bir referans noktasını
teşkil etmesi planda öngörülmüş ve üyelik hedefinin gerçekleşmesine yönelik
gerekli adımların atılması planlanmıştır. Planın, küreselleşmenin sağlayacağı
fırsatların değerlendirilmesi için Avrupa Birliğine giriş sürecini bir çıpa
olarak kullanması, uluslararası rekabet gücümüzün belirlenmesi ve bilgi
toplumunu oluşturması bakımından önemli bir kararlılığı göstermektedir. Planın
AB'ye giriş sürecine yönelik tespitleri, 57 nci hükümet programında yer alan
"Avrupa'daki bütünlüşme süreci içerisinde yerini alacak Türkiye, bunu
gerçekleştirirken ulusal hak ve çıkarlarını her zaman titizlikle gözetmeye
devam edecektir" yaklaşımına uygundur. Bu yaklaşım çerçevesinde, malî
işbirliğinin değerlendirildiği bölümde uyum süresince gerekli malî kaynakların
teminine ve AB'nin sorumluluğuna büyük önem verilmiştir. Planda, Avrupa Birliğine
üyelik sürecini hızlandıracak politika ve tedbirleri içeren ulusal programın
hazırlanması öngörülmektedir. Plan döneminde Kopenhag kriterlerinin
sağlanmasına ve topluluk müktesebatının benimsenmesine yönelik tedbirlerin
alınmasına hız verilmesi ve bu amaçla hazırlanacak ulusal programın planın
genel hedef ve öncelikleriyle uyumlu olması öngörülmüştür.
Gerek Maastricht gerekse Kopenhag kriterlerine uyumu temin etmek
suretiyle Avrupa Birliğine girişin hızlandırılması, Sekizinci Plan döneminde
öngörülen yapısal değişimlerle paralellik arz etmektedir. Planda yer alan
makroekonomik politika ve tahminler, plan döneminde Avrupa Birliğinin ekonomik
alanda öngördüğü Maastricht kriterlerine ulaşılacağını göstermektedir. Esas
itibariyle, bu kriterleri gerektiren politikalar, ülkemizin ekonomik
sorunlarının çözümünün esasıyla da uyumludur. Planın öngördüğü makroekonomik
politikalar, Avrupa Birliğine giriş sürecini hızlandıracaktır.
Avrupa'da 1 Ocak 1999'dan sonra ekonomik ve parasal birliğin kurulması,
sadece Avrupa için değil, dünya ekonomisi yönünden de önemli bir gelişme
olmuştur. Ortak para birimi, rekabet gücü açısından önemli bir aşamayı teşkil
etmektedir. Bu gelişme para politikaları açısından millî egemenlik haklarını
kısıtlamakta ve üye ülkelerin para ve maliye politikalarını belirleme ve
uygulama alanlarını da daraltmaktadır. Esas itibariyle, zaten küreselleşme
olgusu içinde para ve maliye politikalarının, dış dünyadaki gelişmelerden
kapalı olarak, millî seviyede tespiti ve başarıya ulaşma şansı da kalmamıştır;
ancak, para birliğinde önemli yapısal sorunlar devam etmektedir. Amerika
Birleşik Devletlerinde para birliğinin gerçekleşmesi elli yıllık süreyi
aşmıştır. Bu bakımdan, Avrupa Birliğinde parasal birliğin yapısallaşmasının
uzun vadede gerçekleşeceğini düşünmekteyim.
Avrupa Birliğine giriş sürecinde planda öngörülen hedeflere ulaşmak,
sadece giriş sürecinin zorunluluğu olarak öngörülmemiştir. Uluslararası norm ve
standartlara uygun bir refah ve hayat kalitesini ülkemiz insanlarına sunmak,
başlıbaşına bir hedeftir. Bu bakımdan, planda, Avrupa Birliğine giriş
sürecindeki gelişmeler ne olursa olsun, belirlenen kriterlerin toplumsal bir
hedef olarak benimsenmesi yerindedir.
Avrupa Birliğiyle müzakere sürecinde özellikle Türkiye'nin Avrupa
güvenlik ve savunma politikasının oluşturulmasında ve karar mekanizmasında yer
almasını temin edecek girişimlere önem verilmelidir. Bu bakımdan NATO
içerisinde sahip olduğumuz konum ve önem değerlendirilmelidir. NATO
kaynaklarının Avrupa savunma sistemine önceden tahsisi yaklaşımı
benimsenmemelidir.
Avrupa Birliğiyle olan ilişkilerimizde önplana getirilmesi gereken
hususlardan biri de boru hattı politikalarıdır. Ülkemiz üzerinden geçecek
petrol ve doğalgaz boru hatları politikasının şekillenmesinde Avrupa Birliğinin
yaklaşımları çelişkiler taşımaktadır. Avrupa Birliğinin enerji güvenliğiyle
yakından ilgili olan bu hususta alınacak destek önemlidir. Müzakere sürecinde
bu hususun dikkate alınması önem kazanmıştır.
Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; 2001'de yürürlüğe girecek olan
Sekinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, 21 inci Yüzyıla geçişin ve globalleşen
dünyada lider ülke Türkiye olmasının planını teşkil edecektir. Hükümetin
hazırlamış olduğu kalkınma planı, içerisinde bulunduğumuz sorunlara doğru
teşhis koymuş ve bütüncül politikalar önermiştir. Ülkemize 2023 yılına yönelik
temel amaç ve stratejiyi ortaya koymasıyla uzun vadeli toplumsal amacımız
belirlenmiştir.
Plan, stratejik yaklaşımla kaynakların kullanımına, gelir bölüşüm
eğilimlerine ve malî yönetime orta vadeli perspektif veren, öncelikleri
belirleyen ve politikaları ortaya koyan bir anlayışla hazırlanmıştır. Bu
özellikleriyle, siyasette neredeyse yapısal bir özellik de taşıyan miyopik
bakış açısının tersine, orta vadeli ve stratejik özellikleriyle çağdaş planlama
anlayışının öğelerini taşımaktadır.
Bu anlayış içerisinde makro ekonomik istikrarın temini, yapısal
reformların gerçekleştirilmesi, rekabetçi bir ekonomik yapının oluşturulması,
dışa açık büyüme ve dış rekabet gücünün yükseltilmesi, malî sistemin
derinleştirilmesi, ekonomik ve sosyal altyapının geliştirilmesi, yoksullukla
mücadele, gelir dağılımının düzeltilmesi, kamu yönetiminde etkinlik ve
şeffaflığın temini unsurları planda önem kazanmaktadır.
Planın başarıya ulaşmasını gerçekleştirecek olan temel faktör, siyasal
karar mekanizmaları tarafından onların tutarlı bir şekilde uygulanabilmesidir.
Bu uygulamada siyasî iradenin planın gerçekleşmesine yönelik alacağı
kararlarda, kamu kurum ve kuruluşlarıyla uyum içerisinde olmasının büyük önemi
vardır.
Bugün yaşadığımız ekonomik ve sosyal sorunların sebep-sonuç ilişkilerini
kurabilmek için, meselelerin objektif değerlendirilmesi gerekir.
Kısa vadeli başarı elde etmek uğruna makroekonomik sorunların çözümünü
zorlaştırmak, sonra da bu sorunları oy maksimizasyonu için kullanmak siyaseti,
sorunlarımızın kaynağını teşkil etmiştir. Ekonomik ve sosyal tedbir ve
politikaların hiçbiri kısa vadeli değildir.
Milliyetçi Hareket Partisi olarak, toplumsal istikrarı ve ekonomik
dinamizmi sağlamak için, orta ve uzun vadeli tedbirlerin önceliğine inanıyoruz.
Milletimizin sorunlarını yapısal olarak çözüm yoluna sokacak bu tedbirlerin
başarısı için, geliştirdiğimiz uzlaşma kültürü önemli bir rol taşımaktadır.
Uzlaşmayı beceremeyenlerin, kavga siyaseti güdenlerin, kendilerine düşen görevi
yerine getirmeden, topluma çözüm sunmalarının mümkün olmadığını düşünüyoruz.
Günümüzün kısa vadeli siyasî gelişmelerinden faydalanmak için
kendilerini her türlü değişikliği gerçekleştirmenin taşeronu gösterenlerin,
ülkemizin sorunlarında, bir bakış açısına sahip olmadıkları ortaya çıkmaktadır.
Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; ülkemizin ve milletimizin
sorunlarını çözmede kararlıyız. Daha kaliteli bir refahı, daha kaliteli bir
hayatı, adaleti, kaliteli hizmeti ziyadesiyle hak eden milletimizin sorunlarını
çözmede ve hedefe mümkün olan en kısa sürede ulaşmakda kararlıyız. Bize düşen,
milletimizin hizmetkârı olmaktır. Bu anlayış doğrultusunda, Sekizinci Kalkınma
Planının hedeflerimize ulaşmada etkin olmasını diler, Yüce Heyetinizi saygıyla
selamlarım. (MHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Vural.
Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına ikinci konuşmacı, Muğla
Milletvekili Sayın Metin Ergun.
Buyurun efendim. (MHP sıralarından alkışlar)
MHP GRUBU ADINA METİN ERGUN (Muğla) – Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının altıncı bölümüyle
ilgili olarak, Milliyetçi Hareket Partisi adına söz almış bulunuyorum; hepinizi
saygıyla selamlıyorum.
Değerli milletvekilleri, tarihçilerin Yakınçağ adını verdikleri dönemin
başlangıcıyla birlikte, yüzyılların başlarında ve sonlarında dünyanın siyasî
haritasının ve etkili siyasî aktörlerinin değişmesi gelenek halini almıştır.
Yüzyılların değişmesiyle birlikte, insan topluluklarını nitelendirmede
kullanılan değerlerin birbirine göre önemi, önceliği, bir sosyal organizasyon
olan devlet modelleri de değişmeye başlamıştır. Bu değişikliklerden, Kuzey Buz
Denizinden Basra Körfezine kadar, Adriyatik'ten Moğolistan steplerine kadar
geniş bir coğrafyada yaşayan ve adına Türk dediğimiz aziz milletimiz de
etkilenmiştir.
19 uncu Yüzyılın sonu ile 20 nci Yüzyılın başlarında devlet anlayışları
değişmiş ve imparatorluk modeli, yerini ulus devlet modeline bırakmıştır. Bu
değişiklikle birlikte, Batı Türkeli bölgesinde kurulan muazzam devletimiz
Osmanlı İmparatorluğu dağılmış, yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.
Buna karşılık, 1552'de Kazan Hanlığının yıkılışıyla birlikte temeli
atılan Rus İmparatorluğu, modelini değiştirmemiş, yeni bir ideolojiyle emperyal
yapısını devam ettirmiştir. Bu anlayış değişikliği, Rus Devletinin, Batı
Türkistan, Hazar, Kafkaslar, İdil-Ural bölgelerinde yaşayan Türk topluluklarını
bir asır daha sömürmesini sağlamıştır. Yeni anlayış yerleştirilirken en sert
yöntemler uygulanarak, yüzbinlerce Türk öldürülmüş veya uygulanan politikalarla
sürülerek, yerlerinden, yurtlarından edilmiştir.
Uygulanan politikalarla sadece insan kaynakları kurutulmakla kalmamış,
aynı zamanda, koskoca bir coğrafya nükleer atık deposu haline getirilmiştir.
Kazakistan steplerinde yapılan nükleer denemeler sonucunda ekolojik felaket
oluşmuştur. Aynı şekilde Aral Gölünün adım adım kurutulması ve Özbekistan
ovalarında kullanılan aşırı ilaçlama sonucunda bu bölgelerin de ekolojik yapısı
bozulmuştur. Dünyanın en büyük çevre felaketi bu bölgededir. Sadece Aral
Gölünün kurumasına bağlı olarak 1 milyonun üzerinde insan kanser olmuştur.
Özellikle Baykonur Üssünün olduğu bölgede hâlâ daha hilkat garibesi insanlar ve
hayvanlar dünyaya gelmektedir. Buradan, bütün dünyayı, bu çevre felaketiyle
mücadele etmeye çağırıyorum.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 20 nci Yüzyılın sonunda, Rus
İmparatorluğu, devlet ve ekonomik anlayışıyla hür dünyayla mücadele edemez
oldu. Bir felaketle karşılaşmamak için, devlet, ekonomi modelini, planlı, programlı
bir şekilde değiştirme teşebbüsüne girişti. Askerî imparatorluk modelinden
vazgeçerek, ekonomik imparatorluk ve pazar ekonomisi modelini benimsedi. Bunu
da iki kelimeyle formülüze etti; glasnost ve perestroika, açıklık ve yeniden
kurma. Türk dünyasındaki çıkarlarını devam ettirebilmek için, artık,
milyonlarca asker ve ajan beslemek zorunda değildi. Neokolonizm adı da verilen
bu anlayışla, daha az masraf ederek, çıkarlar devam ettirilebilirdi. Glasnost
ve perestroika, açıklık ve yeniden kurma; adı bu olmasına rağmen, nedense,
yıllardır "Sovyetler Birliği dağıldı, Rus İmparatorluğu çöktü" olarak
anlaşılmıştır. Evet, gerçekten, Sovyetler Birliği siyasal model olarak
dağılmıştı; ama, bu dağılma, hiçbir zaman ne şuursuzca bir dağılmaydı ne de Rus
emperyal yapısının çöküşü manasındaydı; tam tersi, bir perestroika idi, yeniden
kurma idi. Bu yeni anlayışta, Türk cumhuriyetlerinin siyasî bağımsızlığına
engel olunmamış, tam aksine, yer yer teşvik bile edilmiştir; fakat, ekonomik
bağımsızlıklarına karşı ciddî bir mücadele başlatılmıştır. İşte, perestroika bu
bölümle ilgilidir. Rus emperyal düşüncesi bu sihirli sözcüğün manasında
gizlidir. Önümüzdeki yıllarda söz konusu coğrafyadaki mücadele de bu sözcüğün
ekseninde cereyan edecektir. Bu sözcük, Türk dünyası ve Rusya için yüzyılın
kaybedilmesi veya asırlardır devam eden zincirin kırılması gibi ciddî riskler
içermektedir. Türkiye, bölgeye bu manada yaklaşır, planını ve programını ona
göre yaparsa, Türklüğün asırlık mücadelesi başarıyla tamamlanmış olacaktır.
Rus Devleti için ekonomik imparatorluk kurma, Türk cumhuriyetleri için
ekonomik bağımsızlık kazanma mücadelesinin en çetin geçeceği alan, hiç
şüphesiz, enerji kaynaklarıdır. Enerji kaynaklarına ve bu enerjiyi dış dünyaya
taşıyacak olan boru hatlarına kim sahip olursa, bu mücadeleyi başarıyla
bitirecektir. Türk dünyasındaki etnik mücadelelere, ülkeler arasındaki
sıkıntılara ve enerji nakil hatlarına bu gözle bakmamız gerekir. Özellikle
enerji nakil hatları, perestroikanın gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini belirleyecek
olan en önemli unsurdur. Bu manada yaklaşırsak, Mavi Akım ile Bakü-Ceyhan ve
Hazar geçişli Türkmen doğalgazı projeleri, birbirine tezat projeler gibi
görülmektedir. Temel stratejik hareket noktaları farklıdır. Çeçenistan'da devam
eden soykırımın enerji nakil hatlarıyla ilgili olup olmadığı da düşünülmelidir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Rus İmparatorluğunun bu strateji
değişikliğinden sonra geçen on sene içerisinde, iki kelimelik bu stratejinin,
biz, daha ziyade glasnost bölümüyle ilgilendik. Siyasî bağımsızlığın
formülüzasyonu olan glasnost, bizi, on yıl boyunca oyalamıştır; on yıl boyunca,
karşılıklı kucaklaşmak, karşılıklı öpüşmekten ibarettir.
Bu sözlerimden, hiçbir şey yapılmamıştır manası çıkarılmamalıdır. Geçen
süre içerisinde, Türkiye, üstlendiği tarihî misyonu yerine getirebilmek için
çeşitli adımlar atmıştır. Ancak, bunların yeterli olduğunu söylemek mümkün
değildir. Her şeyden önce, ilişkileri kişiselleştirdik; yani, diğer bir sözle
söylersek, kurumsallaştıramadık. Bu da, sağlıklı yapılanmanın yolunu
tıkamıştır. Hâlâ daha, ilişkileri kurum olarak birinci elden yürütecek olan
TİKA'nın kuruluş yasası bile çıkmamıştır, çok şükür, bugünlerde yasalaşma
yolundadır.
Kurumsallaşmanın diğer bir yönü de planlamadır. 57 nci cumhuriyet
hükümetinin koalisyon protokolünde, Milliyetçi Hareket Partisi için büyük önem
taşıyan Türk cumhuriyetleri ve akraba ve kardeş topluluklarıyla ilişkiler
konusunda stratejik bir aksiyon planı hazırlanmıştır. Bu planın bir an önce
hayata geçirilmesi için, Devlet Bakanımız Sayın Prof. Dr. Abdulhalûk Çay yoğun
bir şekilde çalışmaktadır. On yıl önce bağımsızlıklarına kavuşan Türk
cumhuriyetlerini ilk tanıyan ülke, Türkiye olmuştur. İlk yıllardaki ilişkimiz,
daha ziyade, kültür, dil, din, sanat ve eğitim alanlarında olmuştur. Bu
alanlardaki ilişkilerde, ilk zamanlarda, daha ziyade duygusal yaklaşımın izleri
görülür.
Türk cumhuriyetleriyle ekonomik ilişkilerin kurulup geliştirilmesi
anlayışı oldukça geç fark edilmiştir. Ortak dil, ortak alfabe, ortak siyasî
tarih, ortak edebiyat ve kültür tarihi gibi sosyal sahalarda başlatılan
projeler, henüz daha bitirilmemiştir. Bu projelerin bir an önce bitirilerek,
yeni nesillerin bu anlayışla yetiştirilmesi sağlanmalıdır.
Bugün itibariyle 18 000'e ulaşan Öğrenci Mübadelesi Projesi devam
ettirilmelidir; ancak, getirilecek öğrenciler, Türkiye tarafından yapılacak
olan üniversitelerarası seçme ve yerleştirme sınavı gibi bir sınavla
seçilmelidir ve bu proje, devlet destekli bir vakıf marifetiyle yürütülmelidir.
Türk dünyasını oluşturan devlet ve toplulukların bilhassa üniversite
mezunlarının karşılıklı olarak yaşanan diploma denkliği meselesi, çeşitli
ülkelerde okuyan öğrencilerin seçimi, barınması, sosyal, kültürel ve benzeri
bütün meseleleriyle meşgul olmak üzere, Türk dünyası üniversitelerarası üst
kurulu oluşturulmalıdır. Bu kurul oluşturuluncaya kadar, kurulacak bir vakıf
marifetiyle Türk dünyası eğitim kurultayı düzenlemek suretiyle, Türk dünyası
yükseköğretiminin meseleleri ve bunların çözüm yollarının kararlaştırılması uygun
olacaktır.
Türkiye-Türk cumhuriyetleri arasında hukuk sistemlerinin
uyumlaştırılması bakımından, Türk hukuk kurultayı bir an önce düzenlenmelidir.
Türk cumhuriyetleri arasında müşterek doktora programlarının faaliyete
geçirilmesinde büyük fayda vardır. DPT, TÜBİTAK, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu gibi önemli
kurumlara gerekli maddî desteği sağlayarak harekete geçirip, Türk
cumhuriyetleri arasında, müşterek doktora programları çerçevesinde, öğretim
üyesi ve lisansüstü öğrenci mübadelesi başlatılmalıdır.
Türk dil, kültür ve sanat varlıklarını araştırmak, incelemek, korumak ve
geliştirmek üzere Türk dünyası bilim ve kültür akademisinin kurulması, kültürel
işbirliğini artıracaktır.
Türk dünyasındaki yerleşim birimlerindeki uygun alanlara Türk
büyüklerinin yaşayış, düşünce ve fikirlerini yansıtacak anıtların dikilmesinin,
gelecek kuşaklara hem geçmişini öğretmek hem de geleceğe yönelik olarak örnek
tipler oluşturmak için gerekli olduğu düşüncesindeyiz.
İleri uydu teknolojisinden yararlanmakta olan Türkiye Cumhuriyetinin bu
imkânlarının, Avrasya bölgesinin kültürel kaynaşması, entegrasyonu için daha
geniş ölçüde kullanılması, bu arada, Avrasya’ya yönelik televizyon
yayınlarının, özellikle TRT Avrasya Kanalının, Türk dünyasının kültürel ihtiyaçlarına
ve beklentilerine uygun bir şekilde yeniden düzenlenmesinin faydalı olacağı
düşünülmektedir.
Az önce de belirttiğimiz gibi, bağımsızlıklarına yeni kavuşmuş olan Türk
cumhuriyetlerinde çevre kirliliği aşırı boyutlara ulaşmıştır. Bilhassa Sovyet
Rusya ve Çin’in nükleer silah denemelerini kasten Türk illerinde yapması, bütün
Türk illerinde uzun vadeli radyoaktif kirliliğe yok açmıştır. Bu durum, bütün
canlılar için felaket boyutlarına varan bir tehlike arz etmektedir. Ekolojik
dengeyi tehdit eden bu tür faaliyetlerin durdurulması için, uluslararası
kuruluşların harekete geçirilmesine çalışılmalıdır. Bu sebeple, başta Çevre
Bakanlığı olmak üzere, TÜBİTAK ve üniversitelerin Türk cumhuriyetlerindeki
çevre kirliliğinin boyutlarını ortaya koyup, dünya kamuoyuna duyurmaları
gerekmektedir.
Türk dünyası içerisinde yapılacak olan her türlü işbirliği için gerekli
olan en önemli altyapılardan biri, iletişimdir. Mevcut internet altyapımızda
yurtdışı çıkışların tamamına, ABD ve Rusya üzerinden ulaşılmaktadır. Onun için,
Türkiye-Türk cumhuriyetleri direkt internet ağı gerçekleştirilmelidir.
Türkiye ile Türk cumhuriyetleri arasındaki ticarî ilişkiler, Türk
cumhuriyetlerinin bağımsızlığını takip eden ilk yıllarda ulaşım ve altyapı
problemlerinden dolayı olumlu bir gelişme katetmemiş olsa da, şu anda çok
sayıda devlet ve özel sektör kurum ve kuruluşu Türk cumhuriyetlerinde faaliyet
göstermektedir. Ticaret hacmi gittikçe artarak 1,3 milyar dolara ulaşmıştır.
Ekonomik ilişkiler açısından yaklaşınca, birçok Türk firmasının,
özellikle imalat endüstrisi -tekstil, deri, kimyevî maddeler, makine imalat,
elektrikli ve elektronik aletler- iletişim ve ulaştırma sektörlerinde Türk
cumhuriyetlerinde yatırımlarda bulunduğunu görmekteyiz. Türk inşaat firmaları,
Türk cumhuriyetlerinde pek çok inşaat projesini almıştır. Bu sektörde de en
büyük engeli, yine altyapıyla ilgili sorunlar teşkil etmektedir.
Türk Eximbank, Türk cumhuriyetlerine 1 milyar Amerikan Doları üzerinde
kredi açmıştır; fakat, koordinasyon eksikliği yüzünden bu krediler tam olarak
kullanılamamıştır. Türkiye, Türk cumhuriyetlerinin kendi Merkez ve ticarî
bankalarını kurmaları için hem malî transferde hem de bilgi transferinde
bulunmaktadır; fakat, cumhuriyetlerdeki ekonomik sorunlar nedeniyle bankacılık
sistemi tam oluşmamıştır. Ulaşım alanında ise henüz ciddî gelişmeler
gerçekleşmemiştir. Türk cumhuriyetlerini Türkiye'ye bağlayacak demiryolu ve
karayolu projeleri henüz master planlar halindedir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ülkemize ilaveten, Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan
ile diğer cumhuriyetlerdeki Türk otonom bölgelerinin makroekonomik analizleri,
mikroekonomik sektör tahlilleri ile politik risk analizlerini yapacak ve bir
manada da, çağdaş, rekabetçi iş istihbaratı biliminin veri ve yöntemlerinden
faydalanacak bir kurum oluşturulması gerekmektedir. Bu itibarla, Türk özel
sektörü, üniversiteler ile devletin siyasî, idarî karar alma mekanizmasına Türk
cumhuriyetleriyle ilgili gerekli bilgiyi sağlayacak oldukça kapsamlı bir
ekonomik bilgi merkezinin öncelikle internet sitesi halinde kurulması amacıyla
ekonomi bürokrasisi ve diğer ilgili kurumların yetkililerinin katılımıyla
yapılan çalışmalar başlatılmış, devam etmektedir.
Bugün pek çok gelişmiş ülke, yatırımcısının diğer ülkelerde yapacağı
yatırımları politik risklere karşı koruyan mekanizmalar geliştirmektedir. Yine
pek çok ülke, kendi siyasî ilgi alanlarına giren ülkelere yönelik olarak düşük
faizli uzun vadeli krediler ve bazı vergi kolaylıkları sağlamaktadır. Örneğin,
İspanya, FAD kredileriyle, kendi yatırımcısının siyasî ilgi alanına giren Latin
Amerika ülkelerine yönelik yatırımları desteklemektedir. Keza, aynı sistemi,
Fransa da uygulamaktadır.
Ülkemizin, Türk cumhuriyetleri ve komşusu olan diğer gelişmekte olan
ülkelerle tarihî ve kültürel alandaki yakın ilişkilerini ekonomik alanda da
geliştirmek, bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu nedenle, Türkiye'nin, bölgedeki yatırımlarını, stratejik faktörler
-enerji, telekomünikasyon, ulaştırma gibi- ve hedef ülkeler -özellikle Türk
cumhuriyetleri- belirleyerek, bir an önce hızlandırması ve Türk yatırımcıların
bölgeye yatırım yapmalarını özendirmesi gerekmektedir.
Bu itibarla, Türkiye ile Türk cumhuriyetlerinin hinterlandındaki diğer
gelişmekte olan ülkelere yönelik, özellikle ticarî mülahazalar dışındaki
stratejik yatırımlara yönelik, kredi, garanti ve politik risk sigortası yapacak
olan uluslararası yatırım, kredi ve garanti kurumu oluşturulmasına yönelik bir
modelin bir an önce hayata geçirilmesi gerekmektedir.
Türkiye'deki KOBİ'lerin Türk cumhuriyetlerinde desteklenmesi ve Türk
cumhuriyetlerindeki mahallî KOBİ'ler ile Türk işletmelerinin ortak girişimleri
desteklenerek, bölgede müteşebbis kültürünün yerleştirilmesine yönelik bir
girişimci fonu oluşturulması yolunda başlatılmış olan çalışmalara devam
edilmelidir.
Türkiye-Türk cumhuriyetleri enformasyon teknolojileri, e-ticaret ve
yazılım ihracatının artırılması ve bölgedeki bilgisayar ve yazılım eğitimi
altyapısının artırılması amacıyla eğitim programlarının düzenlenmesi, günümüz
dünya konjonktürü dikkate alındığında, ülkemizin etkinliğinin sağlanması
açısından büyük önem taşımaktadır. Bu konuda başlatılan çalışmalar devam
ettirilmelidir.
Türk cumhuriyetlerinde serbest
bölgeler ile ihracata dönük serbest üretim bölgelerinin kurulması için,
Türkiye, gerekli teknik desteği vermelidir.
Türkiye ile Türk cumhuriyetleri arasındaki ekonomik işbirliğinin
artırılması için, sektörel bazda karşılaştırmalı üstünlüklere dayanan bir
bölgesel ortak yatırım politikası oluşturulmalıdır. Bu yapılanma, sektör içi
uzlaşmayı ve ekonomik entegrasyonu hızlandıracaktır.
Türkiye ile Türk cumhuriyetleri, Ekonomik İşbirliği Örgütü ve Karadeniz
Ekonomik İşbirliği gibi organizasyonlar içerisinde "ortak üye"
sıfatıyla yer almaktadır. Ancak, bu örgütlerde yer alan bazı devletlerin
tutumları yüzünden çeşitli sıkıntılar yaşanmaktadır; bu da, Türkiye ile Türk
cumhuriyetlerinin ekonomik entegrasyonunu olumsuz etkilemektedir. Bunun için,
Türkiye ile Türk cumhuriyetleri arasında bir ekonomik entegrasyon oluşturulması
kaçınılmaz görünmektedir.
Türkiye, özellikle enerji nakil hatları hususunda, dikkatli, ama, çabuk
hareket etmek zorundadır. Bakü-Ceyhan ve Türkmen doğalgazı enerji nakil
hatları, bir an önce hayata geçirilmelidir. Bakü-Ceyhan'a bağlı olarak
düşünülen Kazak petrollerinin taşınmasıyla ilgili görüşmeler henüz
başlatılmamıştır.
İki ay önce, Batı Kazakistan bölgesinde, yeni ve oldukça zengin petrol
ve doğalgaz rezervleri bulunmuştur. Bu yeni kaynakla birlikte, Bakü-Ceyhan'ın
Kazakistan bağlantısı kaçınılmaz hal almıştır.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ilgili devlet bakanlığının
koordinasyonunda sonbaharda düzenlenecek olan Türkiye-Türk cumhuriyetleri
işadamları kongresinin büyük bir önemi vardır. Bu kongrenin, Türkiye-Türk
dünyası ilişkilerine her yönüyle ivme kazandıracağı şüphesizdir. Bu kongrenin,
ilişkilerimizin kurumsallaşmasına zemin hazırlayacağı ümidindeyiz. Balkanlarda,
Kafkasya'da ve Ortadoğu'da yaşamakta olan soydaş ve akraba topluluklarının
iktisadî, siyasî ve sosyal bakımdan güçlendirilmelerini teminen gerekli
çalışmaların bir an önce hayata geçirilmesinde, Türkiye'nin millî güvenliği
açısından da büyük fayda vardır. Böylece, göçün de önlenmesi sağlanacak ve
ülkenin çevresindeki nüfuz artırılmış olacaktır.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türk dünyasının ekonomik
bağımsızlık mücadelesi, siyasetüstü millî bir mesele olarak kabul görmelidir.
Eğer bu şekilde hareket edilmezse, perestroikanın gerçekleşmesi kaçınılmaz hal
alacaktır. Bu millî mesele mücadelesinde, hiçbir devletin veya milletin endişe
etmesine gerek yoktur. Bütün bu faaliyetlerin amacı, hiçbir devlet ve millete
karşı düşmanlık, kin veya nefreti telkin etmek değildir. Kardeş ve aile
birlikteliğini arzu etme mahiyetindeki tedbirlerle ilgili, kimsenin kuşku
duymasına gerek yoktur. Ulusüstü ve ulusötesi kuruluşların küçülttüğü bu
dünyada milletlerin ve devletlerin ikili ve çok taraflı siyasî, iktisadî,
kültürel ve benzeri işbirliği uzlaşmalarına gittiği bir gerçekken Gaspıralı
İsmail Bey tarafından veciz bir şekilde ifade edilen "dilde, fikirde, işte
birlik" parolasının Türk dünyası için tahakkukunun dünya barışına da
hizmet edeceği yadsınamaz bir gerçektir. Türkiye ve Türk dünyası için glasnost
ve perestroikanın alternatifi, dilde, fikirde, işte birlik olmalıdır.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; günümüzde askerî güce dayalı
imparatorluk ve sömürge sistemi sona ermiş, yerine, ekonomik gücün önderliğinde
iktisadî ipraratorluklar ve supranasyonal yapılanmalar ortaya çıkmıştır. Dünya
refahının paylaşımı, bu "ulusüstü" ve "ulusötesi" diye
adlandırılan iktisadî ve siyasî organizasyonlar tarafından belirlenir hale
gelmiştir. Öyle ki, 1960'larda 7 000 olan ulusötesi ticarî kuruluşların sayısı
1980'lerin sonunda 40 000'e yaklaşmış ve bunların, 1990'ların başında, ev
sahibi ülke dışındaki satışları 5,5 trilyon doları bulmuştur. Bununla birlikte,
temelde ekonomik amaçlı olarak kurulan AB, NAFTA, ASEAN gibi ulusüstü
organizasyonlar, nitelik değiştirerek siyasal kurumlar haline dönüşmüştür.
Bütün bunların neticesinde, bu ulusüstü ve ulusötesi kuruluşlar, iktisadî,
siyasî ve kültürel yönleriyle "küreselleşme" adında bir değerler
sistemi ortaya çıkarmıştır. Bu değerler sistemi, adı geçen aktörler tarafından,
bütün dünyaya, bütün dinî ve millî kültürel değerlerle birlikte, millî hukukun
üstünde genel kabul gören ilkelermiş gibi sunulmaktadır. Bu sunuşta, belirtilen
organizasyonların yüksek teknolojiyle rafine bilgi üretme kabiliyet ve
kapasitelerinin de büyük rolü vardır. Bilgi ve teknoloji önümüzdeki yüzyılda
güçler arası mücadelelerin eksenini belirleyecek en önemli unsurdur.
Türkiye de, bu bölgesel ve küresel yapılanmalarda yer almıştır. İslam
Konferansı Teşkilatı Ekonomik ve Ticarî İşbirliği Daimî Komitesi, Ekonomik
İşbirliği Teşkilatı, Karadeniz Ekonomik İşbirliği, G-20 ve D-8, üyesi
bulunduğumuz ulusüstü kuruluşlardan bazılarıdır. Bunlardan İSEDAK, ülkemizin,
İslam ülkeleriyle ikili ve çok taraflı ilişkilerinin geliştirilmesi için önemli
bir zemin oluşturmaktadır. Ekonomik İşbirliği Teşkilatı yoluyla, hem Türk
cumhuriyetleriyle hem de komşumuz olan bazı devletlerle ulusüstü bir
yapılanmayı sağlamış bulunmaktayız. Keza, Karadeniz Ekonomik İşbirliği yoluyla
da, Karadeniz etrafındaki ülkelerle bölgesel işbirliği forumuna kavuşmuş bulunmaktayız.
G-20 platformuyla küresel ekonomik gelişmelerin, D-8 işbirliği platformuyla da,
gelişmekte olan ülkelerin dünya ekonomisi içerisindeki rolünü güçlendirmek ve
uluslararası mekanizmalara daha etkin katılım sağlanmış olacaktır.
Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı döneminde, bu ulusüstü kuruluşlar
bünyesinde, eğitim, bilim, kültür, ticaret, ulaştırma, haberleşme, enerji,
ekonomik araştırma ve istatistik, maden ve çevre, tarım ve benzeri alanlarda
işbirliği faaliyetleri planlanmıştır.
Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının hayırlı olmasını diliyor,
hepinize saygılarımı sunuyorum. (Alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Ergun.
Böylece, Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına yapılan görüşmeler de
tamamlanmıştır.
Değerli milletvekilleri, birleşime 15 dakika ara veriyorum.
Kapanma Saati: 23.00
BEŞİNCİ OTURUM
Açılma Saati : 23.15
BAŞKAN : Başkanvekili Nejat ARSEVEN
KÂTİP ÜYELER : Mehmet ELKATMIŞ
(Nevşehir), Melda BAYER (Ankara)
BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, 118 nci Birleşimin Beşinci Oturumunu
açıyorum.
Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı üzerindeki görüşmelere devam
ediyoruz.
IV. – KANUN TASARI VE TEKLİFLERİYLE KOMİSYONLARDAN
GELEN DİĞER İŞLER (Devam)
1. – Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci
Beş Yıllık (2001-2005) Kalkınma Planının Sunulduğuna Dair Başbakanlık Tezkeresi
ve Plan ve Bütçe Komisyonu Raporu (3/600) (S. Sayısı: 516)(Devam)
BAŞKAN – Komisyon ve Hükümet yerinde.
Gruplar adına yapılan konuşmalarda sıra Demokratik Sol Parti Grubunun.
İlk konuşmacı, İstanbul Milletvekili Sayın Masum Türker; buyurun
efendim. (DSP sıralarından alkışlar)
DSP GRUBU ADINA MASUM TÜRKER (İstanbul) – Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; Demokratik Sol Parti Grubu adına, Uzun Vadeli Strateji ve
Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planıyla ilgili görüşlerimizi Yüce Kurulunuza
sunmaya başlarken, şahsım ve Demokratik Sol Parti Grubu adına içten saygılarımı
sunuyorum.
Konuşmamda, yirmiüç yıllık süreyi kapsayan stratejinin ve Sekizinci
Planın ayrıntılarına girmek istemiyorum; çünkü, bugün, saat 14.00'ten beri
başlayan ve benden sonra devam edecek konuşmalarda ve elimizde mevcut olan,
planın ve stratejinin yer aldığı kitapta tüm ayrıntıları, rakamları görmek
mümkündür. Bu nedenle, Yüce Kurulun, bu kitabı ve bu konuşmalardan sonra
yayımlanacak tutanakları değerlendirdiklerinde, hem 23 yıllık süreyi kapsayan
stratejinin hem beş yıllık kalkınma planının metnine bakarak, neler yapılmak
istendiği konusundaki verileri dikkatle inceleyebilirler; ama, ben, burada,
özellikle, televizyon başında bizleri izleyen ve ilkokul çağındaki küçük
kardeşlerimiz dahil olmak üzere, sevgili vatandaşlarımıza bir tavsiyede
bulunmak istiyorum.
Değerli vatandaşlar, bugün, Parlamentoda konuşulan 23 yıllık strateji ve
beş yıllık kalkınma planı, 2023 yılının Türkiyesini tanımlıyor; yani, bugün
ilkokula giden 8 yaşındaki çocuk, 23 yıl sonra, 31 yaşına geldiği zaman ya da
ortaokul dediğimiz sekiz yıllık eğitimin son senesini bitiren 15 yaşındaki
çocuk, 23 yıl sonra 38 yaşına geldiği zaman, bugünden, Türkiye için
düşünülenleri, Türkiye için yapılacakları görmek zorundadır. Belki de eğer,
ekran başında bizleri dinleyen değerli öğretmenlerimiz varsa, bu
öğretmenlerimizin de aynı stratejiyi ve aynı planı eğitim faaliyetlerinde
kullanmaları, çocukların, geleceklerini ve gelecekte karşılaşacakları önemli
değişiklikleri, dönüşümleri kavramalarını sağlar.
Değerli milletvekilleri, Türkiye, plan konusuna, 39 yıl önce girdiği
zaman, bir "plan-pilav" tartışması vardı. Gerekçe şuydu: "Plan,
sosyalist ekonomilerinin kullandığı bir araçtır, Türkiye liberalleşmek istiyor;
o halde, soysalizm mi getirilmek isteniyor" diye -eğer, 1960'lı yılların
gazete sütunlarına bakacak olursak- planın bu yönüyle, küçültülmek için
"pilav" başlığı altında tartışıldığını görüyoruz ve ne yazıktır ki,
bu tartışmalar yapılırken, hiç kimse çıkıp da, bu planı hazırlayanların, bu
planın başında olan yöneticilerin, aslında, sağ düşünceli; yani, kapitalizmi
düşünen, değerlendiren kişilerin yönetiminde olduğunu da söylemiyorlardı. Bir
endişe vardı, bir korku vardı; planla, bu ülkenin önemli değerlerinin gözler
önüne serilmesinden çekiniliyordu.
Şimdi, aynı tartışmalar, 1985 yılından başlamak üzere günümüze kadar
yine yapılıyor. 1985 yılının gazete başlıklarında ya da makalelerde, o
tarihteki planla ilgili olarak "pembe plan", "bu plan hayal
görüyor", "böyle plan olmaz" gibi ifadeleri görmek mümkündü.
Bugün, gerek bu konuda söz alan gerek bu konuda görüşen herkes, bu
planların salt kâğıt üzerinde hazırlandığını, kâğıt üzerinde kalacağını
söyleyip, yine planları eleştirmekte ve bu konuda, bu planın ve stratejinin
hazırlanmasında emeği geçenleri ihmal etmektedirler.
Ben, burada, Demokratik Sol Parti adına, şahsım adına ve Türk Halkı
adına, bu planı ve stratejiyi hazırlayan, başta Devlet Planlama Teşkilatı
Müsteşarı olmak üzere, değerli uzmanlarına, eşgüdüm sağlayarak oluşturdukları
ihtisas komisyonlarında görev alan akademisyenlere, özel ve kamu kesiminin
temsilcilerine, çeşitli kurumlar adına katılanlara ve kendi adına katılanlara
teşekkür etmek istiyorum; çünkü, bu değerli uzmanlar, birikimlerinin, dünyanın
geleceğine yönelik olan hususların bu planın içerisinde yer almasını
sağlayarak, Türk Halkıyla paylaşmış; bunları, yarınları, geleceği yakalamak
isteyenlerin önünde çok önemli bir güdülecek, izlenecek yol olarak tarihe
bırakmış oluyor. Yalnız tarihe mi; hayır. Bugün hükümet olan siyasî partilerin
kadrolarına, muhalefette bulunan siyasî parti kadrolarına ve gelecekte bu
ülkeye hükümet edecek herkese, izlenecek yol, Türkiye'nin kaynakları
çerçevesinde, bu stratejide ve bu planda çizilmiş bulunuyor.
Değerli milletvekilleri, planı, toplumsal yaklaşımla tehlikeli bulanlar,
zaman içerisinde, bu plan sayesinde sermaye birikimlerini geliştirdiler. 1960
yılından bugüne bakacak olursak, önemli sermaye birikimlerinin, önemli sektör
tercihlerinin, hazırlanan planlar sayesinde oluşturulduğunu ve bu planların,
özellikle, bugün sermaye sahibi olan kesimlerin sermayelerini geliştirmelerinde
–sağlanan teşviklerle, verilen olanaklarla– büyük bir yol gösterici ve önemli
bir transfer aracı olduğunu görüyoruz. Kalkınmanın, mucizelerle, rastlantılarla
veya gelişigüzel atılım ve girişimlerle de gerçekleşmeyeceğini, otuzdokuz
yıllık deneyimimiz içerisinde gördük. Kalkınmanın, sistemli ve tutarlı
çabalarla gerçekleşebileceği, toplumun tüm kesimlerine yerleşti ve hem kamu
sektörü hem özel sektör için, kalkınma planları önemli bir rehber oldu.
Kalkınma planlarının diğer önemli bir olgusu: Kalkınma planlarıyla
ilgili bir yasanın, bugünden sonra kabul edilecek bir kalkınma planının,
getirilebilecek, malî nitelikli, yasamayla ilgili tüm görevlerde, tüm
faaliyetlerde, hem rehber hem sınırlayıcı bir rol –muhakkak, değişimin ve
gelişimin tekrar gözden geçirilmesi şartıyla– dengeleyici bir rol oynadığını
dikkate almak zorundayız. Bu nedenledir ki, finansal nitelikli yasalar geldiği
zaman, planın hazırlanmasında emeği geçen Plan ve Bütçe Komisyonunda, Devlet
Planlama Teşkilatının yetkililerinin de fikirleri alınmak suretiyle
gerçekleşmekte ve Türkiye'nin yarınları çizilmektedir.
Değerli milletvekilleri, kalkınma planlarını ele aldığımız zaman, güncel
sorunların kronikleşerek kalıcı olmasını engelleyecek çabaları, her zaman gizli
bir hedef olarak aldığını ve bu hedeften hareketle, ülkenin güncel sorunlarına
da çözümler arandığını görürüz; ancak, bu sorunlar, son yıllarda, son yirmi
yılda, tüm hükümetlerin programlarında, kurulan tüm koalisyon protokollarında,
hatta, siyasî partilerin seçim bildirgelerinde yer almasına rağmen çözülememiş
ve günümüze gelmiştir. İşte, bugün, hem yirmiüç yılın stratejisini hem
Sekizinci beş Yıllık Planı görüşürken "günümüze gelen bu sorunlar
nedir" sorusuna yanıt alıp, tek tek sıralamak zorundayız.
Nedir bu sorunlar? Bozuk gelir dağılımının daha düzelmediği, hakça bir
gelir dağılımının, hakça bir bölüşümün gerçekleşmediği gerçeği, yine, günümüz
Türkiyesinde karşımıza gelen en önemli sorundur ve bu nedenledir ki, yıllarca
bizim söylediğimiz hakça bir gelir dağılımı olgusunun oluşabilmesi için,
kalkınma planlarına yön veren belgelere, burada, bu kürsüde, planlarda söylenen
rakamları ve sözcükleri tekrarlamak yerine, görüşlerimizi ortaya koymak, en
azından, gelecekte yapılacak yasalarda bunlara ışık tutmak açısından önem
verdik.
Diğer önemli bir sorun, enflasyonu yenmek. Şimdi, yapılan her türlü
konuşmada, hatta, sabahleyin bu konuda konuşan muhalefet partisi sözcüleri de,
hatta, bazı iktidar partisi sözcüleri bile, enflasyonun yenilmesiyle ilgili
sorunu gündeme alırken "IMF'nin dayattığı bir programı uyguluyorsunuz;
böylesine bir programla enflasyonu nasıl yeneceksiniz" diye eleştiride
bulundular. Ben, özellikle, çok değerli bir muhalefet partisi genel başkanının
sabah kullandığı "el insaf" sözcüğünü, bu iş için, şu nedenle
kullanmak istiyorum: Neden el insaf; çünkü, eğer şu anda iktidarda olan
koalisyonu oluşturan partilerin, 18 Nisana giderken halka sundukları, vatandaşa
sundukları seçim bildirgesi incelenecek olursa, bu üç partinin uzlaştıkları,
ortak noktada bir araya geldikleri konular, aslında, bugün adı "IMF'nin
dayattığı" denilen programın altyapısını oluşturmuştur ve yine, bu
eleştiri, hem muhalefet partililer tarafından hem de basında özellikle şu
sözcüklerle dile getirilmektedir: "Bu kullanılan IMF odaklı programın
arkasında siyasî kadrolar yok mu; neden bürokratlar bu konuda konuşuyor?"
Değerli milletvekilleri, siyasî kadrolar, seçime giderken tercihlerini
yapmış, vatandaşa, iktidara geldikleri takdirde uygulayacakları programı
sunmuşlardır ve iktidara geldikten sonra, bir arada, üç partinin ortak olarak
uzlaşabildikleri konuları getirmiş ve bu programı kabul etmişlerdir. Bu
programlarla ilgili yasalar, geçen dönem temmuz ayından başlamak üzere
çıkarılmaya başlanmış; şu anda komisyonlarda bekleyenler var, hükümetin
hazırlamakta oldukları var. Böylesine yasaların hazırlandığı programların,
kuşkusuz, uygulaması, tatbikatı ve eyleme dönüştürülmesi, politikacıların
maiyetinde çalışan bürokratların eliyle olacaktır ve kuşkusuz, bürokrasi ve
hatta hatta, artık, devletin yönetimini etkileme noktasında olan emek kesiminin
temsilcileri, sermaye kesiminin temsilcileri, aklımıza gelecek sivil toplum örgütlerinin
yöneticileri bu programın uygulamasına katkı sunabildikleri, ellerini taşın
altına sokabildikleri ölçüde halkın beklentisi olan ekonominin düzelmesine
ilişkin bu program uygulanabilir.
Değerli milletvekilleri, günümüze devreden ve kronikleşen bir diğer
önemli konu, her konuda fırsat eşitliğinin sağlanması olgusudur. Bu, bugün,
ülkemizde, eğitimden iş hayatına, ev kadınının yaşam biçiminden çalışan kadının
yaşam biçimine kadar sağlanamamış bir olgudur ve bu olgu, üzülerek söylemeliyim
ki, her kesimin vaatlerle seçtiği siyasî kadrolardan beklendiği vizyonun
bulunmamasından dolayı da ıstırap içindedir. Bu, geçtiğimiz kırk yıl içinde tüm
siyasî kadroların bir türlü gerçekleştiremediği yegâne olgudur; fırsat
eşitliğinin sağlanmamasıdır. Fırsat eşitliğini nasıl sağlayacağız; bugünkü
hükümet programımızda yer aldığı şekliyle -eğer Batılıların ya da imrenerek
baktığımız, 1960'larda aynı kategoride olduğumuz Kore'nin, Yunanistan'ın,
İspanya'nın durumuna gelmek istiyorsak- meslekî eğitimi orta eğitim, yani lise
düzeyine değil, önlisans düzeyine getirmek zorundayız. Eğer meslek eğitimini,
biz, önlisans düzeyine getirebilir ve yirmiüç yıl sonrasının dünyasında,
Türkiye'nin, sözü dinlenen, gücü kabullenilen ve saygı duyulan bir devlet, bir
ülke olmasını istiyorsak, o takdirde, o tarihteki insan gücümüzün de, bu fırsat
eşitliğinden yararlanarak, meslek eğitimine önem vererek profilini çizmek
zorundayız. Yani, her konuda meslek eğitimi değil, salt bazı siyasî olguları
oluşturabilmek için belli amaçlı okullar değil; yirmiüç yıl sonrasının
Türkiyesini düşünüp, hangi konuda ve hangi ihtisas alanında bir meslek
istediğine dair üzerinde kafa yorulmuş, tartışılmış, fikir oluşturulmuş bir
meslek eğitimi olmalıdır. Yirmiüç yılın sonrasının Türkiyesinde, bu profilin, 57
nci hükümet programında konulmuş şekliyle, eğer bu Parlamentonun çalıştığı 21
inci Dönemde gerçekleştirilebilirse, o takdirde, buralarda getirdiğimiz
eleştiriler, belki de tarih sayfalarında güzel bir tartışma konusu olarak
kalırlar. Bu konu, yalnız, bugün iktidar olan partilerin değil, yarının
iktidarı olacak partilerin de sorunudur; çünkü, yirmiüç yıl içinde iktidara
gelmeyi düşünen siyasî kadrolar, bu fırsat eşitliğini muhakkak sağlamak
zorundalar.
Değerli milletvekilleri, ülkemizin kronikleşen, çözüm bekleyen diğer
önemli bir sorunu da yargı bağımsızlığıdır. Ülkemizde yargı bağımsızlığını
adalete ve polise güven duyacak şekilde yasalarla düzenlemez, adaleti ve polisi
vatandaşın haklarını koruyan hale getirmezsek, yirmiüç yıl sonrası Türkiyesinde
güven içinde olmayan, kendisine yeteri kadar adalet dağıtılmayan bir
vatandaşı, geleceğimiz olan çocukları
bugünden yetiştirmiş olacağız.
Bir diğer sorun, demokratik hukuk devleti olgusunu oluşturmaktır. Bu
olgu, hukukun üstünlüğüyle birlikte ele alındığı zaman, bazı kesimlerin
muhtelif yerlerde dile getirdiği gibi, salt Avrupa Birliğine girebilmek
amacıyla değil, salt belirli kesimlerle beraber olabilmek için değil ya da
-sabahleyin bir konuşmacının dediği gibi- salt Avrupa Birliğinin federe bir
devleti gibi birlikte olabilmek için değil, kendi geleceğimiz, kendi insanımız,
kendi değerlerimiz için bunu düşünmeliyiz ve bizler, hukukun üstünlüğünü,
demokratik hukuk devleti anlayışını kendimiz için bu kürsülerde başlayarak dile
getirmeyip, Avrupa Birliğine gireceğiz, şu yasayı niye yapmıyorsunuz dediğimiz
sürece, Avrupa Birliği adına bizimle konuşanlar, bizim kendi içimizdeki
muhalefetten yararlanarak, bu konuyu karşımıza getirirler.
Şimdi, izin verirseniz, gecenin bu saatinde, biraz ciddî konudan
yaklaşıp, bu haftanın konusuna, benzer şekilde gelmek istiyorum. Hepimiz
coştuk, üzüldük ve en son, dün Portekiz'e 2-0 yenilirken sesimizi biraz kıstık,
arkadan da, idare etmeye başladık; ama, son bir haftayı, onbeş günü hatırlatmak
istiyorum size. Millî Takım, İtalya'ya 2-1 yenilince, ertesi gün, belki de
hiçbir zaman ayağına krampon geçirmemiş, forma giymemişler, başladılar Mustafa
Denizli'yi eleştirmeye "böyle olur mu, Abdullah'ı geri almalıydın,
Sergen'i niye koydun, niye filanca kişiyi koymadın..." Derken, bir hafta
sonra İsveç'le 0-0 berabere kaldık, "eh, bizi dinledi" dediler.
Belçika'yı 2-0 yendik, "biz dedik, yaptı" dediler. Dün yenildik, vah
vah demeye başladılar. Futbolda yaşadığımız bu olgu, siyasette yaşadığımız
olgudur; yani, bir konuda düşünerek üretmek isteyenin, çizdiği yolu anlattığı
halde, hedefi gösterdiği halde yol almak isteyenin, kuşkuyla, şüpheyle ve
çoğunlukla bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olarak hemen başlıyoruz önüne
setler getirmeye, hatta, hemen, gazete manşetlerinde yer alan tartışmalara bakıp
"kuş-kurt" kavgasını planın önüne geçiriyoruz; neden; çünkü, birlikte
bir olguyu oluşturmanın ve oluşturulan olguyu birlikte paylaşmanın kıvancına
kendimizi alıştırmadık. Hep kendimiz, bu ülkede yaşayan insanların tümü beyaz
olduğu halde "beyaz zenci" varmış gibi ortaya çıkarız. Söylediğimiz o
sözcüklerin, günün birinde, biz iktidar olduğumuz zaman bize de söyleneceğini
hiç dikkate almayız; çünkü, bazen, hiç iktidar olmayacağımızı düşünürüz.
Değerli milletvekilleri, işte, insan haklarına saygılı, hukukun
üstünlüğüne önem veren, demokratik hukuk devleti, kendimiz için istediğimiz
sürece, bu planlarla gerçekleşir. Bu planların dışında... Özellikle yeri
geldiği için söyleyeyim, planları ve stratejiyi gözden geçirirsek -sabahleyin
bir konuşmacının dediği gibi- burada kültür ihmal edilmiş, burada eğitim ihmal
edilmiş, burada sanat ihmal edilmiş; doğru değil; bakılırsa, tümü içinde
vardır. Hatta, bazı verilen önergelerde olduğu gibi gerekçesi içinde
mündemiçtir. Bu konular, bir satırla, satır aralığında, bir politika olarak
zaten ortaya konulmuştur, yeter ki görmek isteyelim; çünkü, bu planların
dayatmacı olmayan tarafları vardır. Nedir dayatmacı olmayan tarafları; bugün bu
plan kabul edildikten sonra, bugün muhalefet sıralarında oturanlar, yarın
iktidar oldukları takdirde, bu planlarla ilgili uygulama programlarını yeni
hükümetler, yeni partiler uygulayacaklardır. Eğer izlenirse, incelenirse,
otuzdokuz yıllık süreçte planların demokratikleşmesini ve demokratik yapısını
oluşturmuşlardır. 1967 yılında, dönemin Başbakanı Sayın Süleyman Demirel,
İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planını sunmuş. O tarihte, partimizin değerli Genel
Başkanı, Başbakanımız Sayın Bülent Ecevit, konuşuyor kürsülerde -bunlar
tutanaklarda var- ve diyor ki "lütfen açıklayınız, gerçekleri söyleyiniz;
bu planların hazırlanmasındaki demokratikleşmeyi ihmal ettiğinizi söyleyin ve
bunu gelecek döneme getirin." Nedir demokratikleşme, plan hazırlanırken;
bu planın hazırlanmasında yalnız siyasî kadrolar değil, ülkede var olan tüm
akademik kurumların temsilcileri; yani, akademisyenler, sivil toplum
örgütlerinin temsilcileri, aklımıza gelen tüm dernekler, tüm odalar birliği,
kamu nitelikli anayasal kurumlar ve bazı uzmanların kendi adlarına katılarak
ihtisas komisyonlarıyla oluşturulması gerektiğini söylüyor. O günkü tartışmada
-tutanaklarda var- geçiştiriliyor; çünkü, biraz bu konu ihmal edilmiş. 1972
yılında kalkınma planı tartışılırken, Genel Başkanımız, plan konusundaki
eleştirilerini yaparken bu kez, planın demokratik yöntemlerle hazırlandığı için
teşekkür ediyor ve en azından, o tarihte siyasî tercihle beş yıllık kalkınma
planına konulmayan bozulmuş olan gelir dağılımının bu suretle öğrenildiğini bu
Meclisin kürsüsünde dile getiriyor ve tarihin arşivlerinde, Meclisimizin
arşivlerinde bu yer alıyor.
İşte, değerli milletvekilleri, eğer, biz, kalkınma planlarını ülkemizin
yarınlarını çizebilmek açısından, geleceğin Türkiye'sini bugünden düşünüp,
bugüne getirme noktasında değerlendirmezsek, birbirimizi güncel sorunlar içinde
boğmaya çalışır ve içinde olanı da olmaz gibi görmeye başlarız.
Aslında, bu planlar düşünüldüğü ve söylendiği gibi, yalnız kitaplarda
kalan belgeler değildir. Eğer, biz, bunları, yalnız azınlık bir kitlenin
yararlanabildiği halden çıkarıp, okullarımızda öğretmenlerimiz aracılığıyla
gençlerimize yayabilsek, birlikte yaşayabilmenin norm ve standartlarını
getiririz. Yani, aynı şekilde hakça bölüşümü düşünmeye başlarız, aynı şekilde
milliyetçiliği düşünmeye başlarız, aynı gözlükle kardeş cumhuriyetlere bakmaya
başlarız; ama, yok; biz, konsensüs oluşmuş, en az 2 500, 3 000 uzmanın alınteri
döktüğü, büyük emek verdiği planlara "uzmanların bize dayatması gibi"
deyip, hatta, o değerli uzmanlara teşekkür edeceğimize, eleştirerek,
küçümseyerek yaklaşırsak, aslında, bir başka korkumuzu saklıyoruz demektir.
Nedir o korku; bu ülkenin kırk yıldır devletin ve özel sektörün gelişim
zamanlarında yararlandığı kadrolar, bu planların, bu planlara dayanarak
hazırlanan programların çalışmalarına katılan uzmanlardır ve bugün, bakıldığı
zaman -daha önce Sayın Pakdemirli'nin dediği gibi- devlet adamı dışında,
politikanın da önemli adamları haline gelmişlerdir. İşte, değerli
milletvekilleri, planlara bakış açımızda, yarınımızı biz nasıl çizebiliriz diye
bakmalıyız.
Peki, bu planlarla çözülmesi gereken, rakamları elimizdeki kitapçıkta
yer alan başka neler var; neler çözmeliyiz, ne dönmüş bize; bunun en önemlisi,
yolsuzluk ve rüşvetle mücadeleyle ilgili politikaların geliştirilmesidir. Eğer,
biz, devlet erkini, kamu erkini elinde bulunduranın, rüşvet almasını engelleyecek
olanakları oluşturmamışsak; eğer, kendisini fırsatçı, açıkgöz görenlerin, diğer
başka bir vatandaşımızın ya da bir kesimin aleyhinde kendi avantajı olarak
gayri kanunî, kuraldışı elde ettiği yolsuzluğu önlemezsek, işte, istediğimiz
kadar planlar yapalım, istediğimiz kadar sermaye birikimi sağlayalım, bir
sonuca ulaşamıyoruz.
Bu planların gelecekte öngördüğü yasalardan bir tanesi de, bize düşen
düzenlemelerden bir tanesi de, kamudaki ihale düzeninin şeffaflaştırılabilmesi
için, İhale Yasasının, çağdaş, günümüzün kurallarına göre oluşturulabilmesine
ilişkin siyasî tercihten yana olmaktır.
Değerli milletvekilleri, bu planlarda kırk yıldır yer alan, ama,
üzülerek söylemeliyim ki, kırk yıl içinde de ihmal edilen diğer bir olgu,
emeğin korunmasıdır. Emek, bugüne kadar, ilk dönem planından sonra çıkarılmış
toplusözleşme düzeni, grev ve lokavt düzeninden sonra ihmal edilmiş, hatta,
zaman zaman, demokratik sistemin dışına çıkıldığı zaman, emeğin hakları ciddî
bir şekilde elinden alınmıştır. İşte, bize ve bizden sonrakilere düşen konum,
bu planlarda yer alan hükümlere uygun, iş güvencesinden, sendikal güvenceye
kadar, kamu kesiminin sendikal örgütlenmesine kadar, sahip çıkmak ve toplum
olarak, gelecekte, emeği koruyan bir toplum olarak, emeğimizin küreselleşme
düzeninde, uluslararası sermayeye karşı, kafası dik, kimliğini kaybetmemiş,
millî değerlere evrensel kurallar içerisinde sahip bir insan profili
çizebilmeliyiz. Bunun temeli; her işlemde ve her olayda emeğin korunmasından
başlarsak, biraz evvel verdiğim örnekte olduğu gibi, Mustafa Denizli,
kaybettiği zaman kötü adam, kazandığı zaman bizim dediğimizi dinledi gibi,
emeğin üstüne oturma huyundan da insanlar vazgeçmeye başlar, çocuklarımız,
emeğin önemini kavrarlar.
Değerli milletvekilleri, hepimizin içinin sızladığı ve 1950'li yıllardan
beri, 1960 yılında Sağlık Bankası, Tutum Bankası, Tütün Bankası ve son
zamanlardaki bankalar, sürekli, ülkenin fonlarını, kredi yoluyla, dar bir
kesime, azınlık bir kesime aktarmışlardır ve kim olursa olsun, bugün iktidarda olan
muhalefetteyken, bugün muhalefette olan iktidardayken, hepimiz, bu ülkenin
geleceği için aynı noktada birleştiğimiz için, her ne kadar iktidarda olanı
suçlarsak da, bu bankaların aracılığıyla, kamu fonlarının, yani önemli bir
kaynağın belli kesimlere aktarıldığını biliyoruz.
İşte, kırk yıllık plan döneminde, ülkemize gelen, günümüze gelen bir
sorun, bankacılık düzeninin, kamu fonlarını koruyacak, işler hale getirilmesi
olgusudur. Bu konuda çok şey yapıldı; ama, yapılanların tümü, aslında, bir
bütünlük içinde olmadığı için, bir başka dönemin bankalarının içinin
boşaltılmasını hazırladı. Kırk yıl bunu yaşadık. Hatta, bu bankalardan bir
tanesi, o tarihte, Tekelden ayrılan işçilere kıdem tazminatı karşılık, emekli
ikramiyesi diye verilen hisse senetleriyle oluşmuştur; Tutum Bankası. Hâlâ, bu
bankanın tasfiyesi bile sona erdirilmemiştir, belki erdirilmiştir de kimse
çıkıp tasfiye bitti demiyor.
Değerli milletvekilleri, bu konuyla ilgili, 57 nci hükümette başlayan;
ama, tüm partilerin sahip olması gereken husus, Bankacılık Düzenleme Kurulunun
bu konuda duyarlı olması, kendisine verilmiş olan yasama yetkisini, yasama
adına, burada, kamu fonlarının korunması adına verildiğinin dile
getirilmesidir; çünkü, bir başka örneği verdiğimiz zaman, biz, kısır tartışmalara
giriyor, âdeta ağaçlarla uğraşmaya başlarken, ormanın yandığını göremiyoruz,
orman bir yerden alev alınca aklımıza geliyor ki, biz, bir şeyi unutmuşuz. O
takdirde, bu konu çok hassastır, hatta hatta bu konuda devlete bugüne kadar
haksızlık yapılmıştır. Hangimiz, bir özel bankanın genel kurulunda, ortaklar
kurulunun tartışmalarından haberdarız, halka açık olanlar olduğu halde? Hiç
görmeyiz, gazete sütunlarına da yansımaz; ama, devletin bankaları, bizim,
burada, KİT Komisyonunda tartışılırken, kelimeler çarpıtılarak ve ciddî bir
şekilde şüphe ve güvensizlik yaratılarak rakipleri olan özel bankaların önüne
koyuyoruz; yani, bunların güvenilirliğini farkında olmadan yasama meclisinde
bile zedeliyoruz. Belki de, bu planlarda, burada alınacak diğer bir konu, bu
konularda, mademki bankalar bir kamu kurumudur ve kamu fonu oluşturuyor, bizim
KİT Komisyonuna bile parlamenterler dışında kimsenin girmemesi; yalnız, sonucun
burada deklare edildği zaman görülmesi gerekmektedir; çünkü, bankaların içi,
devletin bankalarının içi kırk yıl içinde hep böylesine olaylar sonrası
boşaltılmıştır ya da verdikleri krediler donmuştur. Biz, bir genel müdürümüze,
bir özel bankanın genel müdürü kadar para vermeyebiliriz devlet olarak; ama,
onun onuruna, onun yönetimine -eksiği varsa, getiren biziz, biz götürelim-
sahip çıkmalıyız, bankamızın mal varlığının şunun bunun ağzında, elinde
kalmasına imkân vermemeliyiz. Bu konunun, burada, beş partimizin değerli grup
başkanvekilleri tarafından, yakın bir zamanda tartışılacak İçtüzükte dikkate
alınabileceğini umuyor ve bu konunun hassasiyetini, kendi takdirlerine,
görüşlerine sunuyorum.
Değerli milletvekilleri, günümüze gelen kırk yıllık dönemde bir diğer
önemli sorun, karaparanın bu ülkede cirit atmasıdır. Bu ülkede karapara cirit
attıkça, bu ülkede çeteler gazete manşetlerinde öne çıkarılacaktır. Bugün,
sabahleyin, TRT'deki programda, Cumhuriyet'in Ankara Temsilcisi Sayın Mustafa
Balbay'ın, Adalet Bakanlığında bir genel müdüre atfen söylediği bir konuyu
huzurunuza getirmek istiyorum. Yapılan bir araştırmaya göre, şu anda,
gördüğümüz iki çete arasındaki savaşa özenen, belinde silahı, suç işlemeye
hazır 20 000'e yakın vatandaşımız İstanbul'da geziyor. Bu planlarla, bu
programlarla, hazırladığımız parasal değerlerin muhatabının insan unsurunu olduğunu,
insan faktörü olduğunu düşünerek ve suç işlemeye hazır o 20 000 insanın yanında
gezdiği kişinin oğlumuz, yarın torunumuz, eşimiz, kızımız ya da biraz daha
bakarsak, dünürümüz olduğunu ve bir tesadüfî kurşunla gidebileceğini hiçbir
zaman unutmamalıyız ve belki, bu programlarda, özellikle karaparayı kontrol
altına alabildiğimiz zaman, bu konuları da alabileceğimizi göreceğiz.
Değerli milletvekilleri, herkesin vergi düzenine dahil edilmesi gerekir.
Bu, çok zor bir iştir. 4369 sayılı Yasayla gerçekleşti bu; ama, beraberinde,
ünlü Uzakdoğu krizi geldi, Rusya krizi geldi; herkes, kabahati, suçu vergiye
yükledi. Bugün, burada, kürsüde dile getirildi -değerli hatipler dile
getirdiler- herkesin kayıt içine alınması için, şu anda uygulanmakta olan basit
yönteme bile hayır demeliyiz. Herkesin, ciddî bir muhasebe yaparak, hesap
verebilir hale getirilmesine imkân tanınmalıdır. Çünkü, kayıtdışılığı
özendirdikçe, yeraltı ekonomisini de, karaparayı da özendirmiş oluyoruz. İşte,
bugünümüze yansıyan ve programlarımızla geleceklerde bu kalkınma planlarında
yer alması gereken konulardan bir tanesi, önemli bir ölçüde herkesin vergi
kapsamı içersine alınmasıdır. Birisi vergi ödüyor, sistemi finanse ediyor;
diğeri vergi ödemeden bu finansmanı kaynak kullanıp, kendisine alıyor ve haksız
kazanç elde ediyor. Bu, hakça bölüşümü engellediği gibi, her fırsattan hakça
yararlanma olanağını da siyasal olarak, kültürel olarak, sosyal yaşamımızın bir
parçası olarak önemli şekilde etkiliyor.
Değerli milletvekilleri, Türkiye'nin önemli bir sorunu ekonomide
demokrasinin yaratılmasıdır. Nasıl yaratılacak?.. Bu geçmişte söylendiği zaman
hemen "işçiler mi el koyacak" deniliyordu. Hayır, bugün Türkiye
Cumhuriyeti, yirmi yıllık bir süreç içerisinde, büyük bir kavgayla, muhalefetle
karşılaşarak, bunu, devletin sahip olduğu önemli kurumlarını özelleştirmek
yoluyla sağlamaya çalışıyor. Bunda, özel kesimin de sermaye piyasasına girdiği
zaman, sermaye tabana yayıldığı zaman, bu sağlandığı zaman ekonomide demokrasi
sağlanır; yani, eğer insanlarımız, cebine koydukları hisse senediyle önünden
geçtikleri (X) büyük kurumunun ortağı oldukları hissini, duygusunu
yaşayamıyorsa, yalnız o kurumun kendisini sömürdüğünü düşünüyorsa, bu ülkede,
bırakın maddî fırsatlara eşitliği sağlamayı, o vatandaşı, o genç insanı manen
eziyoruz demektir; ama, bunun da bir şartı var. Şu anda olduğu gibi, spekülatif
amaçlarla inip çıkan bir sermaye piyasası olmamalıdır; gerçek değerini
bulabilen, spekülatörleri anında yakalayabilen, bu konuda ciddî bir düzenleme
görevini üstlenmiş olan bürokrasinin, artık, uzun süredir "biraz daha
gelişsin" diye göz yumduğu ekonomide demokrasinin oluşması için sermaye
piyasasına gerekli işlerliğin sağlanmasıdır.
Değerli milletvekilleri, kırk yıldır yapılmak istendi, yapılamadı, her
hükümet bu konuda iyiniyetle yaklaştı, gerçekleştiremedi, bölgelerarası
eşitsizliğin giderilmesi. Bu, cumhuriyetin kuruluşundan beri, ülkenin,
vatandaşına, hangi dönemin siyasî tercihi olursa olsun, sunamadığı önemli bir
olgudur ve bu olgu, aslında ülkenin her tarafını yaşanabilir, kentleşmenin
sağlıklı olmasını kılabilir. İnsanın psikolojisinin ve sosyolojisinin benzerlik
olmasını sağlayabilecek olgu, üzülerek söylemeliyim ki, daima bazı kötü
niyetlilerin denetlenememesi, teşviklerin devletten mal kaçırma olarak nitelendirilmesi
gibi nedenlerle sağlanamamıştır. İşte, belki de yarın görüşeceğimiz
bölgelerarası eşitsizliğin giderilmesi konusu bu plandan sonra dikkatle ele
alınması gereken önemli konulardan bir tanesidir.
Değerli milletvekilleri, en önemli konu, işsizliğin azaltılması ve bu
amaçla istihdamın artırılmasıdır. Bu sorun bugüne kadar siyasî malzemeydi; ama,
şimdi anlatacağım bazı nedenlerle millî bir sorun olmak konumundadır; çünkü,
işsizlik sorunu şu anda yalnız Türkiye için değil, gelişmiş ülke olan Amerika
Birleşik Devletleri için de sorundur; neden sorundur; hepimizin sürekli
dinlemeye başladığı ve yeni sistem dediğimiz, yeni ekonomi dediğimiz
teknolojinin gelişmesi sonucu artık sıradan insanın, ehliyetsiz insanın,
belirli uzmanlığı olmayan insanın çalıştırılmayacağı, hatta, belki çok iyi
notlarla fakülteleri bitirmiş, iyi bir geçmişe ve kariyere sahip olan
insanların, birden bire, 40 yaşında iken, yaptığı işin fonksiyonsuz hale
gelmesi dolayısıyla, iş sahibi iken işsiz kalmasıyla karşılaşacağız. Bu, millî
bir sorundur ve bu sorun, bugün, bütün gelişmekte olan ülkelerin yarınları için
düşünmeye başladıkları, çözüm yolları araştırdıkları sorundur. Türkiye'de bunun
hâlâ farkında değiliz; neden değiliz; çünkü, Türkiye'de, çıkıp burada herkes
eleştiriyor "biz, neden Kore'den geriyiz, neden İspanya'dan geri
kaldık" ama, hiç kimse demiyor ki, bu ülkelerde çalışan kadın nüfusu
istihdamın yüzde 40'ıdır. Türkiye'de bu rakam halen yüzde 16 mertebesindedir.
Şimdi, bu rakam, yeni ekonomide bütün ülkelerde kadının yapabileceği işler
açısından değerlendirildiği zaman, yüzde 80 oranına çıkma konumundadır. O
zaman, işsiz kalacaklar -eğer, yeni iş olanakları bulmamışlarsa- üniversiteleri
bitiren, meslek okullarını bitiren ya da okuyamayan gençlerimiz olacaktır.
İşte, işsizlik sorununa, bugüne kadar muhalefet ederken, iktidarda olan
partiye, sen çözüm bulamadın diye yaklaşabilirdik; ama, bugünden sonra bizim
karşımızdaki en büyük tehlikenin, en büyük olgunun teknolojideki gelişmeler
olduğunu, yazılım ekonomisinin önemini ve buna benzer olguları dikkate
almalıyız.
Değerli milletvekilleri, Hindistan bu konuyu bizden önce keşfetmiş.
Bugün, bilgiişlem sektöründe, yazılım sektöründe, bilgisayar sektöründe
insangücü ihraç ediyor. Gelişmekte olan ülkeler, şu anda, Almanya, bütün
ülkelerde bu alanda işgücü arıyor. O halde, bizlerin, buna dikkatle bakıp,
işgücünü ciddî bir şekilde değerlendirmemiz gerekir.
Değerli milletvekilleri, sabahtan beri bu planla ilgili dinliyoruz,
tartışıyoruz ve dinlerken, tartışırken ciddî bir şekilde önümüze sunulmuş olan
planı da gözden geçiriyoruz; ama, çok önemli bir olguyu da dikkate almalıyız;
küreselleşme iyi olabilir, iyidir; ama, küreselleşmenin sakıncalı olduğu yerler
vardır, o da, ciddî bir şekilde, millî kimliği, bu evrensel sistemin içindeki
olguda koruyabilmektir. Bu da, bölgeselleşme aracılığıyla sağlanır. İşte,
bugüne kadar, plana da yansıyan, Avrupa Birliğiyle ilgili düşünceler, aslında,
uluslararası sermayeye karşı bölgesel korunmadır; ama, bu, bölgesel korunmayı,
salt Avrupa Birliği çerçevesinde düşünmemeliyiz. Biz, elimize gelen fırsatları
ya da yarınlarımızı hazırlayamazsak, hep geri kalırız. Bir gün Sovyetler
Birliğinin çökeceğini, bizim, kardeşimiz dediğimiz Türk cumhuriyetlerinin
özgürlüklerine kavuşacaklarını düşünüp, bu olgu meydana geldiği zaman, hazır
plan sahibi değildik. Bu ülkede, bir hata yapmışsak, ikincil, üçüncül hataları
yapmamalıyız.
Planımızda yer almayan, belki de bundan sonrası için yer alacak ciddî
bir olguyu bugünden sonra düşünmek zorundayız. Bugün, Fransa, Fransızca konuşan
ülkelerle ilgili çeşitli örgütlenmeler yapmıştır. Yani, Suriye, eski bir
sömürgesi durumunda geçici bir süre bile olmuşsa ya da Nijerya olmuşsa ya da
Senegal olmuşsa; onlarla "Fransızca konuşan ülkeler" adı altında bir
kültür geliştiriyor. Biz de, bu ülkede başlatmalıyız ve Türkçe konuşan ülkeler
kültürünü, ekonomide, sosyal ilişkilerde, kültürde ve özellikle yasama
düzeninde, birbirimizle birlik olabilmek, bütünlük sağlayabilmek için
geliştirebilmeliyiz.
Bugünlerde konuşulmayan, 56 ncı hükümet döneminde Genel Başkanımız
tarafından o tarihte dile getirilmiş ciddî bir olguyu dile getirmek istiyorum:
Avrupa Birliği bizim için ikincil hedef olmalı; birincil hedef, Avrasya birliği
olmalı. (MHP sıralarından alkışlar) Yani, yarın, öbür gün, Avrupa ve Asya
birlikteliğinde, Türkiye, söz sahibi, hakça düzenin önderi olamazsa, bugün
yaptığımız aynı eleştirileri o gün de yaparız ve hatta hatta, bugün,
birlikteliğimizin söz konusu olmadığı, Türk cumhuriyetleri nedeniyle çok sıcak
yaklaşamadığımız, yaklaşamadığımız; ama, birlikte olmamız gereken Ermenistan'a
hazırlık yapıp, Ermenistan'la ilgili ilişkiler dosyası her zaman elimizin
altında olmalıdır; yani, bir gün Azerbaycan ve Ermenistan birlikteliği
sağlandığı zaman, o koridor açıldığı zaman, Türkiye hazırlıksız yakalanmamalıdır.
Değerli milletvekilleri, 2023 yılının Türkiyesi nasıl olmalıdır? Benim
çocuğum ya da torunum nasıl bir Türkiye'de yaşamalıdır? Bu programda, bu
kalkınma planında varılmak istenen temel nokta bu olmalıdır ve bu konuda
üzerinde durulması gereken husus, eğitim olmalıdır. Eğitimi, 8 yıllık eğitimden
12 yıllık eğitime çıkarma planlamasını başlatmalıyız. Eğer 12 yıllık eğitimi
esas koymazsak, yarının Türkiyesinde, çocuğumuzu, nitelikli diğer devletlerin
çocuklarıyla yarışamaz hale getiririz.
Planda yer alan bir kavram var; doğrudan yabancı sermaye yatırımı
kavramı. Bu, bugüne kadar geçerli bir kavramdı; ama, değerli milletvekilleri,
bu kavram, artık, doğrudan sermayenin sizin bulunduğunuz yere gelerek
oluşmasıyla değil, internetin bir diğer noktasında, size dilediği malı
pazarlama noktasına gelmiştir. İşte, böylesine yeni bir ekonomik düzende, biz,
çocuğumuzu hazırlarken, bugüne kadar olmayan, belli zamanlarda getirilebilen
bir vergiyi rahatlıkla konuşabilmeliyiz, eğitim vergisinden söz edebilmeliyiz.
Biz, eğitim vergisiyle, bu toplumun geleceğine, toplumun geleceğini
yetiştirmeye ne denli önem verdiğimizi ortaya koyabilmeliyiz.
Değerli milletvekilleri, bugüne kadar, Türkiye'yi, enflasyon vergisiyle
finanse edildi. Kırk yıllık plan döneminde enflasyon artırıldı, artıştan gelen
vergi alındı. Son dönemde, enflasyonun indirilmesiyle, devlet, enflasyon
vergisi tercihinden vazgeçmiştir; ama, kırk yıl içinde ne oldu bu ülkede;
zengin daha zengin oldu, yoksulluk arttı, bu sefer, eşitsizlik, zenginler
arasında başladı. İşte, bunun önüne geçebilmenin temel yolu... Eğer, işadamı,
özel sektör de, iyi para kazanabilen tüketicisi yoksa, yaratılan katmadeğerden
vatandaş pay almamışsa, ürettiği malı satacağı bir kitle bulamayacak demektir.
Biz, siyah beyaz televizyona 1970'li yıllarda ulaşırken, gelişmiş
ülkeler 1950'li yıllarda dönmüşlerdi. Biz, 1980'li yıllarda video ve renkli
televizyonu görürken, insanlar uydu sistemine geçmişlerdi. Bu gerçekleri hiçbir
zaman unutmamalıyız. Bu nedenle, bu planlarla, korkmadan, bir yeri kayırıyorsun
denileceğinden çekinmeden, belirli sektörlere sahip çıkmalıyız, öncelik
vermeliyiz. Bu sektörleri, yan sektörlerle birlikte, Türkiye'nin olanaklarını,
imkânlarını, insangücünü ve özellikle, Anadolu sermayesini, orta ölçeklikte
sermayeyi koruyacak düzeni oluşturmak zorundayız. Bu düzenin oluşabilmesi için
her türlü imkân var, yapılabilir; yeter ki, bunların uygulanmasında, enerjiyi
tek başına kullanmak yerine, bir araya getirip, toplamından fazlası olan
sinerjiye dönüştürebilelim.
İşte, değerli milletvekilleri, bilgi ve iletişim teknolojilerine önem
vermezsek, bilgi ekonomisine öncelik vermezsek; bugün, yıllardır, planlarda
eğer, enerji iyi bir planlamaya tabi tutulmamışsa, enerji eksiği hissediyorsak;
eğer, bugünün değil, elli yılın sonrasının enerji politikasını
oluşturamıyorsak; eğer, biz, hayvancılığa, yalnız hayvancılık sektörünü
geliştirmek açısından değil, çocuğumuzun, her sabah, bir bardak süt, bir
yumurtayla beslenerek, gerekli proteini alarak, rakibi ülkelerin insanlarıyla yarışabilecek
hale getiremiyorsak; eğer, 1950 yılından beri, Marshall yardımı geldikten
sonra, meralarımızı önemsemez, makineli hayvancılık üretimine geçersek, bugünü
yaşarız. Sakın ola ki, bundan beş yıl önceki Refahyol, dört yıl evvelki
Refahyol hükümetini suçlamayalım, bundan on yıl evvelki Anavatan Partisi
Hükümetini suçlamayalım ya da daha evvelki Adalet Partisini ya da Doğru Yol
Partisini... Bu olgu, 1950'li yıllarda yaşadığımız dönüşüm anında, farkına
varılmadan, Marshall yardımı sırasında bu ülkeye sokulmuş ve bizler
"Türkiye, Avrupa'nın gıda ambarıdır" diye okurken okul kitaplarında,
aklımıza gelip soramazdık "Bize, süttozu vereceğinize, bir bardak sütü
neden veremiyorsunuz?" diye. (DSP ve MHP sıralarından alkışlar)
Değerli milletvekilleri, kavga yerine uzlaşının; gelecek için, bir araya
getirebildiği uzmanlarının enerjisinin önemsendiği; yanımızdaki kişiden şüphe
etmek yerine, birlikteliğine önem verdiğimiz zaman, bu ülkenin önünde kimse
duramaz ve gerçekten, bu ülke, dünyayı yöneten, dünyanın yönetiminde söz sahibi
olan ülkeler arasında yer alır; ama, bir grup araştırma, geliştirme yapmalıyız.
Gelişen ekonomilerden dolayı, gelişmekte olan ülkelerde meydana
gelebilecek eksikliklerin yerini bizler nasıl doldurmalıyız; bizler, yerine
nasıl girmeliyiz? Eğer bunlar üzerinde bir çalışma yapılmazsa, eğer güncelden
kopup, geleceği planlayamazsak, değerli milletvekilleri, biz, hiçbir zaman
ileriye gidemeyiz.
Son olarak şunu söylemek istiyorum: Bu ülkede, dünyanın yaşadığı
tehlikeleri bir daha yaşamıyoruz; ama, bugün, dünyayı bekleyen tehlike, hem
işadamları için kazanç güvencesizliğidir hem de emek sahiplerinin ciddî bir
şekilde iş güvencesidir.
Dün, bir yazarımız, bugünlerin bilançosu hakkında ciddî bir
değerlendirmede bulunuyor ve diyor ki: "Şu gördüğümüz çok departmanlı,
büyük, mega mağazalar var ya, onlar bu yıl kâr etmemişler." Niye?..
"Çünkü, bu bir yıl içinde faizler düşmeye başlayınca, elde ettikleri
paraları, üç ay sonra ödemeden önce bankaya koyup ciddî faizler alırken, bu yıl
bunu gerçekleştiremediler ve merak ediyorum, onların yönetim kurulu
toplantılarına, icra kurulu toplantılarına girip izlemek istiyorum, acaba, ne
yapıyorlar" diyor.
Değerli milletvekilleri, Türkiye'nin bu değişim ve dönüşümünü biz yalnız
yakalamamalıyız, biz hazırlamalıyız. Biz, yarınların Türkiyesini inşa ederken,
siyasî tercihlerimizin, yalnız, o noktaya varabilmek için, farklılığımız
olduğunu bilip, birbirimize köstek olacağımıza destek olabilirsek, bu ülkenin
dışpolitikası da önümüze gelir.
Değerli milletvekilleri, sizlerle de konuşuyorlar, benimle de
konuşuyorlar. Geçtiğimiz gün, bir büyükelçi bir soru sordu; birdenbire dedi ki:
"Bu idam işini ne yapacaksınız?" Arkadan dedi ki: "Güneydoğu
sorununu ne yapacaksınız?" Büyükelçiye "çözeceğiz" dedim.
"İyi; ama, muhalefetiniz öyle demiyor" dedi. "Siz, bizim
muhalefetimizin, bizim kadar bu ülkeyi sevdiğini bilmiyor musunuz" dedim.
Bu ülkede, hem muhalefetin hem iktidarın birlikteliğinde, bu yirmiüç yıl
sonrasının Türkiyesini inşa ederken, el ele vererek ve gelecekteki siyasetimizi,
bu inşa noktasında aldığımız konuları geliştirerek oluşturacağımızı
düşünüyorum. Bu dönem milletvekili olarak, Türkiye'nin, yarınlarında, eğitimi,
sağlığı ve her türlü altyapı yatırımıyla, tasasız yaşayabilen, çocuklarına iyi
bir gelecek sağlayan ve geleceğini bugüne taşıyabilen gerekli yasaları
hazırlayabilirsek, bu planla, belki de 1932-1933'lerde süresinden önce
tamamlanan yatırımlar gibi, süresinden önce gerçekleştirilen olaylar gibi,
hedefe ulaşabiliriz. Ve ben diyorum ki, o zaman, herkes, Amerikalısı bile,
gelip "ne mutlu Türkiye'de yaşayana" diyebilsin.
Saygılarımı sunuyorum. (Alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Türker.
Demokratik Sol Parti Grubu adına ikinci konuşmacı, Afyon Milletvekili
Sayın Gaffar Yakın.
Buyurun efendim. (DSP sıralarından alkışlar)
DSP GRUBU ADINA GAFFAR YAKIN (Afyon) – Sayın Başkan, değerli
milletvekilleri; Sekinci Beş Yıllık Kalkınma Planının görüşülmesi nedeniyle,
Avrupa Birliğiyle ilişkiler ve Türkiye’nin, bölge ülkeleri ve diğer ülkelerle,
ekonomik ilişkileri konusunda Grubum adına söz almış bulunmaktayım; hepinizi
saygıyla selamlarım.
Dış ekonomik ilişkileri, dış siyasetten soyutlamak mümkün değildir.
Ekonomik çıkarlar, dış siyasetin saptanması ve geliştirilmesinde en önemli
unsurlardan birisidir; ama, asıl belirleyici faktör, o ülkenin dış
politikalarındaki temel tercihleridir.
Değerli milletvekilleri, Türkiye Cumhuriyetinin dış politik tarihini,
bugün, üç döneme ayırabilmek mümkündür: 1920 - 1940 dönemi, 1940’lardan 1990 ve
1990’lar sonrası.
Bugün, kalkınma planlarından en önemlisi olan sekinci dönemi yaşıyoruz.
Sekizinci dönemde, en önemli unsur, Türkiye’nin Avrupa Birliğine
entegrasyonudur. Bu, Türkiye Cumhuriyetinin 77 yıllık tarihinde, en önemli bir
safhası ve Türkiye Cumhuriyetinin yepyeni boyutlara ulaşacağı bir dönemdir. Bu
nedenle, bugünkü dönem, 1990’lar sonrası dönemi, daha çok, cumhuriyetimizin
kuruluş yıllarıyla çok büyük benzerlikler arz etmektedir, çok büyük
paralellikler vardır. Bu nedenle, gecenin bu geç saatlerinde, tarihi, kısaca, biraz
anlatmak istiyorum ki, bugünü daha iyi kavrayabilelim ve bugün Türkiye’nin
tercihlerinin, geçmişteki tercihlerle paralelliklerini, aynı şartlarını
görelim.
Sayın Bülent Ecevit’in bu dönemlerle ilgili tespitlerini, 1995 yılında
Yeni Türkiye Dergisinde yayımlanan yazısından aktarmak istiyorum: “Türkiye’nin
1920’li ve 1930’lu yıllarda, İkinci Dünya Savaşına kadar başarıyla uyguladığı
bir dış politikası vardı. Bu barışçı dış politikanın temel ilkesi,
komşularımızla ve yakın bölge ülkeleriyle iyi ilişkilere ve dayanışmaya öncelik
vererek, çevremizde bir güvenlik kuşağı oluşturmak ve kendi bölgemizdeki sağlam
konumumuzdan güç alarak Batı'ya ve başka ülkelere açılmaktı; onun için, buna,
bölge merkezli dışpolitika denilebilir.
Sovyetler Birliği'yle Kurtuluş Savaşımız sırasında başlayan ve
karşılıklı güvene dayanan dostluk, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu ardından da
sürdürüldü, kapsamlı bir ekonomik işbirliği pekiştirildi. Osmanlı döneminde
Rusya'yla devamlı çatışan Türkiye, yeni dönemde, Türkiye Cumhuriyeti ve Sovyetler
Birliği arasında karşılıklı dostane ilişkiler kurmuş oldu. O dönemde bu iki
komşu ülke, Batı'dan gelen ortak tehdit ve tehlikeleri birlikte göğüsleyebilmek
için, kendi ulusal çıkarlarını sağlıklı biçimde dengelemeyi başarmışlardır.
Cumhuriyet Türkiyesinin uluslararası alanda ilk adımlarından birisi de,
Yunanistan'la dostluk ilişkilerini geliştirmek olmuştur. Osmanlı çağının acı
anılarına karşılık, üstelik kıran kırana geçen bir savaşın hemen ardından,
duygusal engeller ve karşılıklı kuşkular aşılarak kurulan böylesi yakın dostluk
ilişkilerinin, tarihte çok az örneği bulunsa gerek.
Türk-Yunan savaşından sonra, iki karşıt önder Atatürk ile Venizelos,
savaştan çok kısa bir süre sonra, ülkeleri arasında ortak tarihlerinin en sıcak
dostluk ilişkilerine de önderlik edebilme mucizesini göstermişlerdir.
Gene, Atatürk'ün önderliğinde 1931'de, Türkiye'nin öncülüğünde Balkan
konferansları başlamış ve Balkan Paktı imzalanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti,
Rusya'yla iyi ilişkilerini güvenceye aldıktan sonra, Balkanlarda da iyi bir
dostluk ve güvenlik ortamı oluşturmayı başarmıştır. Aynı dostluk çemberini,
Türkiye, Sadâbâd Anlaşmasıyla, Ortadoğu ülkeleriyle -İran, Irak, Afganistan
arasında- bir anlaşma imzalayarak gerçekleştirmiştir. Afganistan'la olan
arabuluculuğu, gene Türkiye, o dönemde gerçekleştirmiştir.
Türkiye'nin, Atatürk'ün önderlik ettiği bu birinci döneminde, Sovyetler
Birliği'yle, Balkan ülkeleriyle ve diğer komşularla yakın dostluk ve ilişkiler
geliştirilmiş ve güvenlik kuşağı oluşturulmuştur ki, o günlerde Türkiye, savaş
yorgunu bir ülke, nüfusu az, ekonomisi çok zayıf, askerî gücü de yetersizdi.
Böyle bir dönemde Türkiye, bir yandan, köklü bir devrimi ve çağdaşlaşma
programını uygulamaya geçirip, ekonomik kalkınma atılımını başlatıp ve
demokrasiye geçiş koşullarını oluştururken, bir yandan da, izlediği
dışpolitikayla, kendi bölgesinde barışa ve işbirliğine öncelik eden önder bir
ülke konumuna gelmiştir." Tıpkı bugünlerdeki gibi...
Bugünlerde, Türkiye Cumhuriyeti, çağdaşlaşmanın ikinci bir evresi olarak,
Avrupa Birliğiyle bütünleşmeyi gerçekleştirirken, yine, etrafındaki ülkelerle
dostluğu ve uzaktaki ülkelerle ekonomik ilişkilerini geliştirebilmenin gayreti
içerisindedir.
1920 ve 1930'ların maddî bakımdan çok güçsüz Türkiye'si, büyük
başarılarla uyguladığı bölge merkezli dışpolitikayla, dünyada etkili bir
biçimde ve başı dik olarak başarabilmenin başarılı bir örneğini vermiştir. Ama,
ikinci dönem olarak dediğimiz ve Sayın Ecevit'in "denge içinde denge
arayışları dönemi" olarak ifade ettiği dönemde, Sovyetlerin, Türkiye'den
toprak istemesi, Yalta dönemindeki gelişmelerle, Türkiye, Batı'ya yanaşmak
zorunda kalmıştır. Ama, Batılı ülkeler, bir taraftan Türkiye'ye gerçek
dostluklarını göstermezlerken, diğer taraftan, Türkiye, komşuları tarafından,
emperyalist güçlerin bir ileri karakolu gibi görülmeye başlanmıştır.
1960'lı yıllarda, Johnson mektubunun ardından, Ecevit kendi yazısında
anlatıyor: "Rahmetli İsmet İnönü, bir gün bana 'eğer, İkinci Dünya Savaşı
ertesinde Sovyetler Birliği, bizi, toprak istemiyle tehdit etmiş olmasaydı,
bloklar dışında yansız bir devlet olarak kalmayı tercih ederdik' demişti."
Değerli milletvekilleri, o sıkıntılı dönemlerin aşıldığı bugünlerde,
1990'lı yıllardan sonra, biz, hâlâ, o ikinci dönemin düşünce atmosferlerinden
kendimizi kurtarabilmiş değiliz.
O ikinci dönemin nasıl bir dönem olduğunu şu sözler daha iyi anlatıyor:
"O yıllarda verdiği demeçlerde İsmet inönü, kullandığı tümcelerdeki
sözcüklerin sıralamasında bile denge gözetiyordu. Örneğin, bir gün 'Amerika
Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği' derse, ertesi gün sözcüklerin
sırasını değiştirerek 'Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri' diye
konuşuyordu. Bir gün, ABD için 'büyük müttefikimiz' derse, bir başka gün,
Sovyetler Birliğinden 'büyük komşumuz' diye söz ediyordu.
1970'li yıllardaki muhalefet ve iktidar görevlerim sırasında ise, ben,
denge içinde denge oluşturmaya çalıştım. Şöyle ki, bir yandan, Batı'yla ve
Sovyetler Birliği'yle ilişkilerimizi daha dengeli kılma çabalarını sürdürürken,
bir yandan da, Sovyetler Birliği'yle ilişkilerimizi, başka bölgesel ilişkilerle
dengeleme yollarına başladım. Böylece, daha, iki kutuplu dünya ve soğuksavaş
dönemi kapanmadan, Türkiye, bölgesel ilişkilerini, çok boyutlu dengeler
gözeterek yeniden geliştirmeye başlamış oluyordu."
Değerli milletvekilleri, bu dönemde dahi, Türkiye, Kıbrıs'ı alarak,
Kıbrıs'taki Barış Harekâtını gerçekleştirerek ve haşhaş ekimini
serbestleştirerek, kendine uygun, kendine yakışan dışpolitikayı sürdürmüştür.
1990'lar sonrası döneminde ise, 1990'dan başlayarak, Sovyetler
Birliğinin dağılması, iki kutuplu dünya ve soğuksavaş döneminin sona ermesi,
Türkiye'nin önüne, bölge merkezli dışpolitika geleneğini yeniden
canlandırabilmesi için büyük olanaklar sermiştir; yani, 1990'lar sonrasında, dünya
siyasetindeki dengeler, tekrar, cumhuriyetin kurulduğu yılların dengelerine
dönüşmüştür ve Türkiye, aynı misyonu üstlenmek durumunda kalmıştır.
1990'lar sonrası için, Sayın Ecevit'in önerileri nelerdi: "Bölge
merkezli dışpolitika yeniden canlandırılmalı. Türkiye'nin dünyada bir eşi daha
bulunmayan çok boyutlu bir jeopolitik konumu vardır. Türkiye, tarihsel,
coğrafî, kültürel açıdan hem bir Avrupa ve Balkan ülkesi hem Akdeniz ve
Ortadoğu ülkesi hem de Kafkasya ve Asya ülkesidir.
İki kutuplu dünyanın sona ermesi, Avrupa ile Asya'nın
"Avrasya" kavramında bütünleşmeye başlamasıyla, Türkiye'nin, bu çok
boyutlu jeopolitik konumu, eskisinden çok daha büyük bir işlevsellik olanağı
kazandırmıştır. Türkiye, eğer, bu konumu daha çok geciktirmeden
değerlendirebilir ve 1920'li-1930'lu yılların bölge merkezli dışpolitikasını
yeniden canlandırabilirse, son yıllarda kaçırmış olduğu olanakları, biraz
gecikerek de olsa yeniden elde edebilir, Rusya'yı da batılı müttefikleri de
karşısına almadan bölgede bir önder ülke durumuna gelebilir." Bunlar,
1995'te söylenen sözler.
Sayın Bülent Ecevit'in, dış politikada devamlı önerdiği, ulusal
çıkarlara dayalı, bölge merkezli ve geniş açılımlı bir dış politika önerisidir.
Partinin seçim bildirgesinin en sonunda "Kendi bölgesinde güçlenen ve
önder duruma gelen bir demokratik Türkiye'ye, Batı'nın kapıları, hiçbir ödün
vermemize, yalvarıp yakarmamıza da gerek kalmadan kendiliğinden açılır"
diyor ve Sayın Bülent Ecevit'in
öngördüğü bu gelişme neticesinde, Avrupa Birliğine Türkiye'yi almaya
nazlanan ülkeler, sonunda, Türkiye'yi Helsinki'ye davet etmek zorunda
kalmışlardır.
12 Eylül 1963 yılında Ankara Antlaşmasıyla başlayan, gümrük birliğiyle
devam eden ilişkiler, Helsinki'de, Sayın Ecevit'in imzasıyla, Türkiye'nin
adaylığı AB tarafından kabul edilmiş oldu. Bu sonuç, Sayın Ecevit tarafından
öngörülen ve izlenen, ulusal çıkarlara dayalı, bölge merkezli dış politikanın
başarısı olmuştur.
Gümrük birliğiyle, Türkiye, Avrupa Topluluğu çıkışlı sanayi ürünlerinde
uygulamakta olduğu gümrük vergilerini, eş etkili vergileri ve miktar
kısıtlamalarını tamamen kaldırmış, Avrupa Topluluğunun üçüncü ülkelere karşı
uyguladığı ortak gümrük tarifesini uygulamaya koymuştur. Gümrük birliğinin
gerçekleştirilmesiyle Türkiye-Avrupa Topluluğu ilişkilerinde geçiş dönemi sona
ermiş ve son döneme girilmiştir.
Değerli milletvekilleri, 10-11 Aralık 1999 tarihlerinde gerçekleştirilen
Helsinki Zirvesinde Türkiye, diğer aday ülkelerle eşit şartlarda Avrupa
Birliğine aday ülke olarak kabul edilmiş, Türkiye'nin üyeliği için gerekli olan
reformların gerçekleştirilmesine yönelik olarak bir katılım stratejisi
geliştirileceği belirtilmiş, Türkiye tarafından da, Avrupa Birliği
müktesebatının benimsenmesine ilişkin bir ulusal program hazırlanması
öngörülmüştür. Önümüzdeki dönemde, Avrupa Birliği tarafından Türkiye için
hazırlanacak olan katılım öncesi stratejinin içeriğinde, Türkiye'nin Kopenhag
siyasî kriterlerine uyumunu da içerecek şekilde güçlendirilmiş bir katılım
öncesi siyasî diyaloğu, uyum önceliklerini, uyum izleme mekanizmasını;
Türkiye'nin, aday ülkelere yönelik tüm Topluluk programlarına ve kuruluşlarına
katılımını; Türkiye'nin, katılım süresinde diğer aday ülkelerle yapılan tüm
toplantılara iştirakini; katılım öncesi stratejisinin finansmanı için,
Topluluğun, katılımla ilgili kaynaklarını tek tip bir çerçevede toplayacak bir
malî yardımı kapsaması beklenmektedir ki, bu, Avrupa Birliği tarafından
hazırlanacak stratejidir.
Türkiye tarafından hazırlanacak olan ulusal programda ise, Avrupa
Birliği müktesebatına uyum sağlanması için, mevzuatımızda başlıklar itibariyle
yapılacak değişikliklerin ve yeniliklerin, uyum için gerekli beşerî ve malî
kaynakların, katılım ortaklığında belirtilen önceliklerin yanı sıra,
Türkiye'nin, uyum için gerekli gördüğü kendi önceliklerinin, Avrupa Birliği
müktesebatının yerine getirilmesi için gerekli olan idarî yapının
geliştirilmesinin öncelikler takviminin yer alması beklenmektedir.
Özetlersek; Türkiye, Avrupa Birliğine girmeyi, çağdaşlaşmanın bir gereği
olarak görmektedir. Hazırlayacağı ulusal programda, Avrupa Birliğine tam üye
olarak katılabilmek için, ekonomik ve sosyal yaşamda atması gereken adımları
belirleyecek ve gerçekleştirecektir.
Mevzuatımız, devlet yapımız ve ekonomik hayatımızda gerçekleştirmek
zorunda olduğumuz değişikliklerde bir zorlukla karşılaşacağımızı zannetmiyorum.
Zaten, bu alanda epeyce adım atılmış ve pek çok ciddî gelişmeler sağlanmıştır.
Yeni kuracağımız ve görüşmekte olduğumuz Avrupa Birliği genel
sekreterliğinin, bu alanda çok faydalı çalışmalar yapacağına inanıyorum.
Avrupa Birliğiyle uyum döneminde aşağıda sıraladığım hususlara dikkat
edilmelidir.
1. Malî yardım konusu.
Avrupa Birliği sürecinde gerekli ekonomik ve sosyal dönüşümün
sağlanması, Türkiye'ye önemli bir malî yük getirecektir. Avrupa Birliğinin Türkiye'ye
malî katkısı, diğer aday ülkelere sağlanan düzeyde olması sağlanmalı ve tüm
katılım öncesi malî kaynaklar tek bir çerçevede toplanmalıdır.
Türkiye, 65 milyonluk nüfusuyla Avrupa'nın en büyük pazarlarından
birisidir. Ekonomik çıkarlarımızı sonuna kadar korumak zorundayız.
2. Hizmet sunumu serbestisi üzerindeki kısıtlamaların kaldırılması
yönünde ciddî mücadele verilmelidir.
3. Tarımda Avrupa Birliğiyle uyum sağlanırken, Türk çiftçisinin ve
köylüsünün refah seviyesini artırıcı önlemler alınmalıdır.
4. Dışticaret açığına dikkat etmemiz gerekmektedir.
Gümrük birliğinin başlamasıyla birlikte, 1996 yılında, Türkiye'nin
ithalatında hızlı bir artış yaşanmıştır. Türkiye'nin, Avrupa Topluluğu
ülkelerinden ithalatı, 1996 yılında, yüzde 37,2 artışla 23,1 milyar dolara
ulaşmıştır. 1996 yılında, Avrupa Topluluğu ülkelerinden yapılan tüketim malları
ithalatında yüzde 100'lük bir artış olmuştur.
Avrupa Topluluğu ülkelerinden Türkiye'nin ithalatı, daha önce yüzde
45-46'larda iken, bu oran, yüzde 50'lerin üzerine çıkmıştır.
Dünyanın en geniş tekpazarına açılmanın ekonomide yaratacağı canlanma ve
gümrük birliğinin, sanayi, teknoloji ve yabancı sermaye açısından sağlayacağı
avantajların devreye girmesiyle, belki, orta vadede, ihracatta da önemli bir
artış beklenmektedir; ama, şu andaki tüm hesaplamalar, ekonomik dengeler bizim
aleyhimize gitmektedir.
Avrupa Birliği, Türkiye'nin küreselleşme hareketinde önemli referans
noktalarından birini oluşturacaktır. Yani, globalleşen ekonomik düzenin bir
gereğidir Avrupa Birliğiyle bütünleşmek, diğeri ise çağdaşlaşmanın gereğidir.
Sekizinci Plan döneminde, Türkiye, Avrupa Birliğinin politika ve
normlarına uyum sağladıkça, uluslararası norm ve standartlara daha uygun bir
yapı kazanma yolunda ilerleyecektir. Bu nedenle, Türkiye, ulusal hak ve
çıkarlarını titizlikle gözeterek Avrupa Birliğine üye hedefine ulaşma yolunda
çaba gösterecek, böylece entegrasyon sürecinin siyasî, ekonomik ve sosyal
alanlarda gündeme getirdiği dönüşümlerin zamanında gerçekleşmesi sağlanacaktır.
Değerli milletvekilleri, Avrupa Birliğiyle olan entegrasyonda en önemli
husus, Türkiye'nin önündeki en önemli engel, Kopenhag siyasî kriterleridir.
Üyelik müzakerelerinin Avrupa Birliğiyle başlatılmasının, Kopanhag
siyasî kriterlerine bağlı olduğu göz önünde bulundurularak, demokratikleşme
sürecindeki eksikliklerin giderilmesine ve insan haklarının geliştirilmesine
yönelik çalışmalara öncelik verilecektir. Kopenhag kriterleri, üyelik
müzakerelerinin başlamasında, Avrupa Birliğinin olmazsa olmaz şartıdır. Bunun
için, demokratikleşme sürecindeki eksikliklerin giderilmesine ve insan
haklarının geliştirilmesine yönelik çalışmalar hızlandırılmalıdır. Kopenhag'ın
ekonomik alandaki kriterlerine uyum sağlamada bir sorun yaşanacağını
zannetmiyorum; ama, Kopenhag'ın siyasî
ve sosyal alandaki kriterlerine uyum sağlamadaki sıkıntıların nasıl
aşılacağını, hep birlikte, önümüzdeki yıllarda, yaşayarak göreceğiz.
Değerli milletvekilleri, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son yıllarda,
büyük ve hızlı bir gelişme süreci içerisine girmiştir. Karşı karşıya bulunduğu
iç ve dış etkenler, ekonomisinin gösterdiği açılım, iletişim olanaklarının
artması, sosyal yapısının değişimi, gelişen dünya koşullarına uyma zorunluluğu,
ülkemizi, kaçınılmaz bir şekilde, fikrî ve yapısal bir değişikliğe doğru
götürmektedir. Ülkemizin çağdaş ve uygar bir ülke düzeyine erişmesi
doğrultusunda en önemli aşama, demokrasi ve insan hakları konusunda Batı
normlarına erişmesiyle gerçekleşmiş olacaktır. Bu, Türk toplumu için
vazgeçilmez ve ertelenemez bir ihtiyaçtır.
57 nci hükümet programında da belirtildiği gibi, demokrasimizin
eksikliklerini gidermeyi, insan haklarını geliştirmeyi, düşünce özgürlüğünün
önündeki engelleri kaldırmayı, hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti ilkelerine
bağlılığın gereği olarak, yargının daha verimli ve etkili çalışmasını
sağlamayı, hükümetimiz, öncelikli görevleri arasında saymıştır. Türkiye'nin
Kopenhag'ın siyasî kriterlerini yerine getirme yönündeki siyasî iradesi,
Helsinki zirvesinden sonra çeşitli vesilelerle en üst düzeyde açıklanmıştır.
Avrupa Birliğine tam üye olmak, Türkiye'nin kendi iradesiyle yaptığı bir
tercihtir. Türkiye, bu iradesi doğrultusunda, kendisini, her alanda, Avrupa
Birilği çıtasına göre ayarlamak durumundadır; demokrasi, insan haklarına saygı
ve hukukun üstünlüğü bağlamında eksikliklerini gidermesi gerekmektedir.
Avrupa Birliğine katılmayı, Kopenhag kriterlerini, çağdaşlaşmanın
bugünkü aşaması olarak kabul etmeliyiz.
Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Büyük Önder Atatürk, Türk Milletine,
hedef olarak, muasır medeniyetin ilerisini göstermiştir. Atatürk, Batılı düveli
muazzamaya karşı savaştıktan sonra, ülkemizde, o zamanın çağdaş, demokratik,
laik, hukuk devletini kurmuş ve bunu yaparken de, örneğini, o günkü Batı
medeniyetinden almıştır.
Çağdaşlaşma, devamlı bir süreçtir; iki gün birbirinin aynısı olamaz;
aynı nehirde iki defa yıkanamazsınız. Bugünkü çağdaşlık düzeyini ülkemize ve
insanımıza sunmak, bugünkü yöneticilerimizin görevidir. Hayat, daima daha
iyiye, güzele, doğruya, insanın, hem fert hem de topluluk olarak, evrende, daha
onurlu, daha müreffeh yaşadığı medeniyet boyutlarına doğru devamlı akmaktadır.
1800'lü yıllarda Türkiye'de veya dünyada yaşayan insanlar, 2000 yılında,
Türkiye'nin ve dünyanın geldiği noktayı hayal bile edemezlerdi. Padişahlık
döneminde yaşayan insanların, egemenliğin halka geçmesini, demokratik işleyişi,
kölelik zamanındaki insanların da bugünkü insan haklarını hayal etmeleri mümkün
değildi.
2000'li yıllarda, 2100'lere giden yıllarda da, 21 inci Asırda da, 21
inci Asrın değerleri, 20 nci Asırda yaşayan bazı insanlarımıza ters gelebilir;
ama, hayatın akışını durdurmak mümkün değildir. Bu evrensel süreci durdurmak,
tersine çevirmek, kimsenin gücü dahilinde de değildir. Tabiî ki, Türkiye'nin
birlik ve bütünlüğünü bozmaya da kimsenin gücü yetmez ve Türkiye Cumhuriyeti
Devleti de buna müsaade etmez.
Değerli milletvekilleri, Türkiye'nin bölge ülkeleri ve diğer ülkelerle
ekonomik ilişkileri konusunda, Demokratik Sol Parti, seçim bildirgelerinde,
Türk cumhuriyetleri ve Türk topluluklarıyla ilgili, Asya ve Avrupa'da, başka
devletlerin sınırları içerisinde yaşayan Türklerle ilgili yapıcı ve özgün
politikasını, akla ve uluslararası hukuka uygun olarak oluşturur. Bu bakımdan,
yayılmacılık ve maceracılık peşindeki görüşlerle arasında çok büyük bir ayırım
vardır.
Demokratik Sol Partiye göre, başka devletlerde yaşayan ve bizimle
tarihsel ve kültürel bağları bulunan Türk toplumlarıyla ilgilenmek, Türkiye
için bir görevdir. Türkiye, tarihsel ve kültürel bağlarla kendisine yakın olan
toplumlarla işbirliği olanaklarını değerlendirmeli ve Türk devletleri arasında
yakınlaşmayı, bölgedeki refahı artırmak ve bölgeye barış getirmek için
sağlamalıdır. Öte yandan, Türkiye'nin, çevresinde yaşayan Türk toplumlarına
ilişkin olarak imzaladığı uluslararası anlaşmalardan doğan yükümlülük ve
hakları vardır. Zaten "Türkiye, Kıbrıs Türk halkına, Yunanistan ve
Bulgaristan'daki Türk azınlıklarına, uluslararası anlaşmalar dolayısıyla
koruyuculuk yapma hak ve görevine sahiptir" denilmektedir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye'nin, çok yönlü dış
politikasında önemli bir alan haline gelen Avrasya bölgesiyle ilişkilerimiz de,
bölgenin ekonomik ve ticarî alanda sunduğu geniş olanaklar sayesinde hızlı bir
gelişme göstermiştir. 50 milyonluk nüfusuyla, bu bölge, sadece siyaseten değil,
ekonomik açıdan da dikkate alınması gereken bir gerçektir. Ülkemizin,
bağımsızlıklarından bu yana, tarihsel, kültürel ve dinsel bağlarının mevcut
olduğu Kafkasya ve Ortaasya'daki dost ve kardeş cumhuriyetlerle ilişkileri,
halihazırda, sağlam bir temel üzerinde sürdürülmektedir. Türkiye'nin, bugün, bu
ülkelerde gözle görülür bir mevcudiyeti vardır. Türkiye, bu ülkelerin büyük bir
çoğunluğunda, en büyük yatırımcı, en büyük ticaret ortağı ve fazla yardım
sağlayan ülke konumundadır. Küçük, orta ve büyük ölçekli Türk şirketleri, gerek
yatırım alanında gerek hizmet sektöründe önemli işler üstlenmişlerdir.
Müteahhitlik alanında faaliyet gösteren şirketlerimiz, bu ülkelerin
altyapılarının geliştirilmesine ve imar faaliyetlerine büyük katkıda
bulunmaktadırlar. Şirketlerimiz, bu çalışmalarıyla, aynı zamanda, yerel halka
iş olanakları da yaratmakta, böylece, bölgenin refahı ve kalkınmasına da
yardımcı olmaktadırlar.
Türkiye, bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da, karşılıklı anlayış
ve dayanışma ruhu içerisinde, bu ülkelerle mevcut ilişkilerini ve işbirliğini
güçlendirmek, bu ülkelerin bağımsızlıklarının pekiştirilmesini ve dünya
ekonomisiyle bütünleşmelerini sağlamak amacıyla, her türlü çabayı sarf etmeye
hazırdır.
Avrasya bölgesiyle ilişkilerimizin önemli boyutunu oluşturan enerji
alanında da önemli gelişmeler yaşandığını görmekteyiz. Yüce Meclisimizin, Bakü
– Ceyhan petrol boru hattına ilişkin paket anlaşmaları onaylamasıyla birlikte,
projenin hayata geçirilmesi yönünde önemli bir aşama daha kaydedilmiştir.
Türkiye ve bölge ülkeleri açısından bir diğer hayatî proje olan Hazar geçişli
doğalgaz boru hattı konusunda da aktif tutumumuzu sürdürmemiz gerektiğini
burada yinelemek istiyorum.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye'nin, gerek siyasî gerek
ekonomik açıdan çok faydalı olabileceği bir başka bölge de soğuk savaş sonrası
döneminin en çalkantılı bölgelerinden biri olma özelliğini sürdüren
Balkanlardır. Balkanlardaki tarih ve kültürel mirası beraber paylaştığımız bu
ülkelerle siyasî ve ekonomik ilişkilerimizi artırmak ve burada barışın
güçlenmesini sağlamak, bize, Atatürk'ten kalma bir mirastır. Tabiatıyla, bu
bölgede yer alan ülkelerle ikili ekonomik ilişkilerimizin güçlendirilmesi de,
Balkanlara yönelik politikalarımızın bir parçasıdır. Bu politikaların sadece
devlet değil, iş camiamız tarafından da desteklenmesi memnuniyet vericidir.
Körfez krizi sonrasında bozulan Ortadoğu ülkeleriyle olan ilişkilerimiz,
bu yeni süreçte daha gelişme, daha güçlenme noktasında devam etmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti, ilk yıllarından beri, bölgesel işbirliğine büyük
önem vermiştir. Bu anlayışla öncülüğümüzde oluşturulmuş bulunan Karadeniz
Ekonomik İşbirliği Örgütü, Ekonomik İşbirliği Teşkilatı ve D-8, kapsadıkları
coğrafya alanlarında ekonomik işbirliğini geliştirerek, gerek üye ülkelerde
gerek ait olduğu bölgelerde barış, istikrar ve refahın tesis edilmesine katkıda
bulunmaktadırlar. Bu bağlamda, somut projelerin hayata geçirilmesi suretiyle,
ülkemiz ekonomisine katkı sağlamayı amaçladığımızı da belirtmek istiyorum.
Hükümetimiz, bu bölgesel örgütler içindeki aktif tutumumuzun sürdürülmesine
önem vermektedir.
Değerli milletvekilleri, başında da söylediğim gibi, Atatürk döneminde,
cumhuriyetin birinci döneminde olduğu gibi, Balkan Paktı, Sovyetlerle dostluk,
Yunanistan'la dostluk, Sadabat Antlaşması, bugünkü Türkiyemizde, Karadeniz
Ekonomik İşbirliği, İslam ülkeleriyle birlikte İSEDAK toplulukları, Bölgesel
Ekonomik İşbirliği, D-8'lerle devam etmektedir. Yani, dünyanın değişen şartları
karşısında Türkiye'nin ekonomik ve dış ilişkilerdeki şartları, tekrar, birinci
cumhuriyetin kurulduğu dönemin yıllarının şartlarına dönmüş ve Türkiye, o
şartlarda ilerlemektedir etrafındaki bölgelerle işbirliğinde. Türkiye
Cumhuriyetinin kuruluşunda gerçekleştirilen o devrimlerde, bugün, Avrupa
Birliği aşamasına ulaşmış, bugünün çağdaşlaşma hedefi de Avrupa Birliğidir.
Aynı coğrafya, tarih ve kültürel bağlarla bağlı bulunduğumuz devletlerle
Türkiye'nin öncülüğünde kurulan Karadeniz Ekonomik İşbirliği, İslam Konferansı
Teşkilatı Ekonomik ve Ticarî İşbirliği Daimî Komitesi (İSEDAK), Ekonomik
İşbirliği Teşkilatı, D-8 gibi kuruluşları daha aktif hale getirmek, ekonomik
işbirliğini somut projelerle derinleştirmek, kardeş milletler arasındaki
ekonomik ve kültürel yakınlaşmayı güçlendirmek, sekizinci beş yıllık kalkınma
döneminde öncelikli hedefler olmalıdır.
Türk cumhuriyetleriyle kurulan ilişkiler dağınıklıktan kurtarılmalı,
tıpkı Avrupa Birliğiyle ilişkilerde olduğu gibi, koordinasyonu tek elde
toplayacak bir birim oluşturulmalıdır. Orta ve küçük ölçekli kuruluşlara
ekonomik destek sağlanmalı, Türkiyeli müteşebbislerin komşu, kardeş ülkelerde
yatırım yapmaları teşvik edilmelidir. Komşu ülkelerdeki soydaşlarımıza Eximbank
kredileri açılmalıdır. Dil ve kültürel yakınlaşmayı artıracak adımlar atılmalı,
TRT'ye bu konuda destek verilmelidir. Orta Asya'da tarihî ve kültürel
geçmişimizi araştıracak araştırmalar desteklenmeli, bilimsel alışverişte
bulunacak bir enstitü kurulmalıdır.
Türkiye, yetişmiş insangücü potansiyelini, emekli veya merkeze çektiği,
bir yığın, yararlanmadığı bürokratlarını çeşitli projelerle kardeş ülkelerin
hizmetine sunmalı; TİKA güçlendirilmeli, TİKA'ya daha fazla ekonomik destek
verilmeli; Türkiye, komşu ve kardeş ülkelerle her an, her alanda bire bir
ilişkiler kurmalıdır; esnaf esnafla, gençlik gençlikle, işadamı işadamıyla.
Diğer ülkelerle olan ilişkilere gelince, Batıyla olan ilişkilerimiz
bağlamında, Amerika Birleşik Devletleriyle ilişkilerimiz ve işbirliğimiz,
stratejik ortaklık temelinde giderek gelişmektedir. Bugün, ülkemiz ile Amerika
Birleşik Devletleri arasında çok yönlü ekonomik ve ticarî ilişkilerin
artırılması ve çeşitlendirilmesi için, her iki ülkede de siyasî iradenin mevcut
olduğunu görmekteyiz.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; tarihinin, coğrafyasının ve
ekonomik potansiyelinin gerekleri doğrultusunda, çok yönlü ve çok boyutlu bir
politika izleyen ülkemiz, özellikle ekonomik açıdan yeni pazarlara girme
olanaklarını artırmak amacıyla, son dönemlerde, Uzakdoğu, Latin Amerika ve
Afrika ülkeleriyle ilişkilerini canlandırma ihtiyacını hissetmiş ve bu
bölgelere yönelik açılımlar başlatmıştır. Türkiye, bu bölgesel işbirliği
gruplarına ekol olarak, Ekonomik İşbirliği ve Gelişme Örgütüyle, Uluslararası
Para Fonuyla, Dünya Bankasıyla, Birleşmiş Milletler Sınai İşbirliği Örgütüyle
ilişkilerini aktif bir şekilde devam ettirmektedir. Diğer taraftan,
uluslararası malî sistemin daha istikrarlı bir yapıya kavuşturulmasına yönelik
konuların ele alınacağı bir platform olarak oluşturulan G-20 Grubuna, ülkemiz
de dahil edilmiştir. Bölgeler itibariyle temsil hedefini güden ve bu çerçevede
bölgelerinde etkin olan ve gelecekte öneminin daha da artması beklenen
ülkelerin yer aldığı bu platformda Türkiye'nin de bulunması, ülkemizin içinde
bulunduğu coğrafyadaki önemini ve ekonomik dinamizmini de vurgulamaktadır.
Türkiye'nin, 1996-1999 döneminde, dünya ihracatındaki payı, binde 5,
dünya ithalatındaki payı ise binde 7 dolayında gerçekleşmiştir ki, bu çok
azdır. Türkiye'nin, dünya doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında aldığı pay
binde 13 dolayındadır. 1996-1999 döneminde yıllık ortalama gerçekleşme, 947
milyon dolar olmuştur. Bu oranlar çok düşüktür. Mutlaka, yabancı yatırımlardan
daha büyük pay alınmalı ve bu doğrultuda hangi adımlar atılması gerekiyorsa
atılmalıdır; tıpkı, tahkimde olduğu gibi.
21 inci Yüzyıl, bilgi çağı ve bilgi toplumu olarak
değerlendirilmektedir. Türkiye, bilgi toplumu olma yönünde hızlı adımlar
atmalıdır. Demokratik Sol Parti olarak, ülkemizin bilim ve teknolojide daha üst seviyelere erişebilmesinin, teorik
ve uygulamalı araştırma çalışmalarının hem nitelik hem de nicelik itibariyle
artırılmasına bağlı olduğuna inanıyoruz. Üniversiteler, kamu araştırma
kurumları ve özel sektöre ait araştırma
ve geliştirme birimleri arasında bilgi, deneyim ve insangücü alışverişini
sağlayan, eşgüdümü gerçekleştiren ve bu çabaları destekleyen bir anlayış ve
anlayıştan güç alan bir altyapı temel hedef olmalıdır. Bu çerçevede, özellikle
gen mühendisliği ve teknoloji alanlarında gerekli araştırma ve geliştirme çalışmalarına
önem ve ağırlık verilmelidir. Uzay ve havacılık ile savunma sanayiilerinde ürün
seçiminde ülke yararını gözeten çalışmalara öncelik verilmeli, özel bir yatırım
ve sanayi geliştirme stratejisi izlenmelidir; doğa ve çevre dostu teknolojilere
önem verilmelidir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye, soğuk savaş sonrası
kazandığı bu konumunun kendisine yüklediği sorumlulukların bilinciyle, dünyanın
dört bir yanında güvenlik ve istikrarın yanı sıra, refah ve kalkınma açısından
da bölgesinde katkıda bulunmayı sürdürecektir ve dünyanın dört bir yanındaki
ülkelerle daha fazla siyasî ve ekonomik işbirliği gerçekleştirme peşindedir.
Türkiye, yukarıda bahsettiğim çerçevede, geniş ufuklu bir dışpolitika
izleyerek, değişen dünya düzeni içerisinde, giderek bir dünya devleti olma
yolunda büyük mesafeler katetmektedir. Bugün, Türkiye, satın alma gücüne göre
dünyanın en büyük 17 nci ekonomisidir; aynı zamanda, dünyanın en hızlı büyüyen
7 nci ekonomisidir. Türkiye, dünyada gayri safî millî hâsılasına göre en fazla
yardım yapan 4 üncü ülkedir.
Bugün, Türkiye'nin önceliği, ikili ve çok taraflı, planda mevcut dış
ekonomik ilişkilerini çeşitlendirmek ve geliştirmek, hedef olarak belirlediği
pazarlarda kalıcı hale gelmektir. Türkiye, gerek ekonomik potansiyeli gerek
mevcut insan kaynakları sayesinde bunu gerçekleştirebilecek güce sahiptir. Bu
çerçevede, bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da, değişen uluslararası
ekonomik koşullara uyum sağlamak amacıyla, gerekli politikaları benimsemekte
tereddüt etmeyecek ve dış dünyaya açılımlarıyla yeni piyasa arayışlarını
sürdürecektir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; dünyada ağırlığı duyulan
uluslararası ilişkilere ve değişime yön veren önder bir ülke, güçlü ve saygın
Türkiye olma yolunda, sekizinci beş yıllık kalkınma döneminde, Sayın Ecevit'in
Başbakanlığındaki 57 nci, Demokratik Sol Parti, Milliyetçi Hareket Partisi ve
Anavatan Partisi Hükümetinin ve 21 inci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi
üyelerinin bu büyük başarıları gerçekleştirmesini diler, hepinize saygılar
sunarım. (DSP, MHP, ANAP ve DYP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Yakın.
Değerli milletvekilleri, gruplar adına yapılacak olan görüşmeler
tamamlanmıştır.
Şimdi, şahsı adına, İstanbul Milletvekili Sayın Erol Al; buyurun
efendim. (DSP ve MHP sıralarından alkışlar)
EROL AL (İstanbul) – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Sekizinci Beş
Yıllık Kalkınma Planı hakkında kişisel görüşlerimi ifade etmek üzere söz aldım;
hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Değerli arkadaşlarım, kalkınma planları, geleceğe dönük perspektifimizi
belirleyen, toplumsal hedeflerin kâğıt üzerinde şeffaflaştırıldığı
dokümanlardır. Bu hedeflerin anlamlı olabilmesi için, bunlara ulaşılacak
siyasal ve ekonomik iklimin yaratılması şattır. Yedinci Beş Yıllık Kalkınma
Planında da birtakım hedefler yer almıştır; ancak, bunlara ulaşılabilecek
siyasal ve ekonomik ortam yaratılamadığından, hedeflerin pek çoğu kâğıt
üzerinde kalmıştır. Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planında yer alan kalkınma
hızı, enflasyon ve kamu borçlanma gereği gibi hayatî makro ekonomik hedeflerin
şu an önümüzde bulunan planda da tekrarlanması, Türkiye için büyük bir
talihsizliktir.
O halde, Türkiye, öncelikle, hedeflerini hızla ve kararlılıkla
yakalayabilecek bir siyasal ve ekonomik örgütlenmeyi gerçekleştirmek
durumundadır. Bu da, ancak, siyasetin, ülke gerçekleri ve gerekleri zemininde
yapılmasıyla mümkün olacaktır. Türkiye, ülke gerçekleri ve sosyoekonomik
gerekleri bir kenara koyarak bir yere varamayacağını eğer son kırk yıllık
dönemde görebilmişse, bu dönemdeki en büyük kazancı da bu olmuştur.
Değerli arkadaşlarım, 57 nci cumhuriyet hükümeti, ekonomik gerçekler ve
gerekler dikkate alınarak hazırlanan bir istikrar programını uygulamaktadır.
Biz inanıyoruz ki, sağlanan siyasal ve ekonomik istikrar ortamı, çeşitli siyasî
çıkar hesaplarına heba edilmez ise, bu program sayesinde Türk ekonomisi
prangalarından kurtulacak, rant ekonomisi yerini reel ekonomiye bırakacak,
gelir dağılımının düzeltilmesi imkânları yaratılacak, sanayileşme hızlanacak,
işsizlik azalacak ve halkımız, hak ettiği yaşam düzeyine kavuşturulabilecektir.
Değerli arkadaşlarım, muhalefet sözcülerinin söylediklerinin aksine,
2000 yılı bütçe uygulama sonuçları umutlarımızı güçlendirecek işaretlerle
doludur. Ocak-mayıs döneminde vergi gelirleri yüzde 110 artmış, buna karşılık,
iki büyük depremin yarattığı hasarın tamiri için yapılan harcamalar dahil bütçe harcamaları ise aynı dönemde
sadece, yüzde 50,4 artış kaydetmiştir. Aynı dönemde, faiz dışı fazla 4
katrilyon lirayı aşarak yıllık hedefin yüzde 58'ine ulaşmıştır. Tahvil ve bono
faizleri, yıllık ortalama yüzde 50 olarak alınan hedefe karşın, yüzde 38
düzeyinde gerçekleşmiştir. Sonbaharda yüzde 130'larda bulunan faizler, bugün
ise yüzde 30'lu rakamlarda
seyretmektedir.
Türkiye'nin, yılın ilk beş aylık döneminde 11,2 katrilyon gibi yüksek
miktarda borç faizi ödediği bir gerçektir; ancak, burada dikkat edilmesi
gereken nokta, kalan yedi aylık dönem için, sadece 6,8 katrilyon TL'lik içborç
faiz stokunun kalmış bulunması ve bunun eklenmesiyle, toplamda 19,8 katrilyon
TL'nin, 1,3 katrilyon TL altında kalınacak olmasıdır. Yılın ilk beş aylık
döneminde gerçekleştirilen GSM lisansı ve POAŞ'ın satışıyla, enerji santralları
devir bedellerinin önümüzdeki dönemde bütçeye sağlayacağı kaynak hesaba
katılırsa içborç faizlerinin tasfiyesinde daha başarılı bir dönem geçirileceği
açıktır. Bu durum, enflasyonun da hedefler doğrultusunda inişini sürdürmesini
beraberinde getirecektir. İstikrar programı hedeflerini yakalamak bir yana,
aşan bir performans sergileyen 2000 yılı ilk beş aylık bütçe uygulamaları, 2001
yılı bütçesi üzerinde de etkisini gösterecek ve bütçenin, ülke ihtiyaçlarına
cevap verecek hareket kabiliyeti kazanması büyük ölçüde sağlanabilecektir.
Sayın milletvekilleri, Türkiye'nin bugün bulunduğu nokta, kuşkusuz, iki,
üç yıllık uygulamanın sonucu değildir; o nedenle, bugünkü ekonomik verilerle
ilgili olarak muhalefet partileri sözcülerinin eleştirileri de anlamlı
değildir. Bu eleştirileri seslendiren arkadaşlarımızın iktidarı ellerinde bulundurdukları
süre, son kırk yılın önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Bir örnek verecek
olursak, bugün şikâyet konusu olan gelir dağılımı bozukluğunu ifade eden Gini
katsayısı, 1987 yılındaki 0,43 düzeyinden 1994 yılında 0,49'a yükselmiştir.
Aynı dönemde hane halklarının yüzde 20'lik gelir grupları itibariyle dağılımı
dikkate alındığında, Türkiye genelinde en yoksul yüzde 20'lik hane halkı
grubunun gelir payı 1987 yılında yüzde 5,2 iken, 1994'te 4,86'ya düşmüştür. En
zengin yüzde 20'lik grubun payı 1987'deki yüzde 49,9 düzeyinden 1994'te yüzde
54,9'a yükselmiştir. En zengin yüzde 20'lik hane halkı grubunun payında bu
dönemde ciddî bir artış meydana gelmiş ve bu grubun payı yüzde 50,9'dan yüzde
57,2'ye çıkmıştır.
Bir günlük devalüasyon oranının yüzde 40, yüzde 50'lere çıktığı, halkın
döviz bürolarının önünden geçmeye korktuğu, gecelik faizlerin yüzde 1 000'lere
çıktığı, rant kesimine yüzde 506 faizle hazine bonosu satıldığı, enflasyonun
yüzde 150'lere çıktığı bu dönemin başka bir sonuç yaratması da beklenemezdi.
Öte yandan, yoksul halk çocuklarının daha iyi bir eğitim alması amacıyla
gerçekleştirilen sekiz yıllık kesintisiz eğitim reformuyla, yaklaşık 3 yılda 60
000 yeni dersliğin Türk millî eğitimine kazandırıldığını gözardı eden bazı
arkadaşlarımız, ülkemizin bugünkü durumunun, kırk yıldır eğitime gerekli
yatırımın yapılmamasından kaynaklandığını bilmelidirler.
Uluslararası rekabetin ana unsurlarından olan insan gücünün eğitim ve
nitelik düzeyinin hızla geliştirilmesi, bilgi çağının olmazsa olmaz
koşullarının başında gelmektedir. Çocuklarımızın akıl ve bilimin ışığında,
siyasî taassuptan kurtarılarak Batı ülkelerindeki akranlarıyla rekabet edecek
şartlarda yetiştirilmesi, cumhuriyet hükümetlerinin öncelikli görevidir. Her
alanda yeterli sayıda ve nitelikli eleman yetiştirilmesi için planlama yapmak
da cumhuriyet hükümetlerinin görevidir.
Değerli arkadaşlarım, istikrar programı uygulayan bir ülkede yapılması
gereken şey, enflasyon hedefine uyumlu bir fiyat politikası belirlenmesidir ve
hükümetimiz de bunu yapmaktadır. Destekleme fiyatlarında da, elbette, bu hedefe
sadık kalınacaktır. Aksi halde, yüksek enflasyon, yüksek faiz kıskacının yolu
yeniden açılacak, kazanan rant kesimi, kaybeden de yoksul halk kesimleri
olacaktır.
Sözlerimi tamamlarken, tüm arkadaşlarımı, Türk halkının otuz yıllık
utancı olan enflasyonun ortadan kaldırılmasına yönelik istikrar programını
desteklemeye, programdan rahatsızlık duyan, rant geliriyle yaşamaya alışmış
enflasyon lobisine alet olmamaya davet ediyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.
(Alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Al.
Şahsı adına ikinci konuşma hakkı, Tunceli Milletvekili Sayın Kamer
Genç'in; buyurun efendim. (DYP sıralarından alkışlar)
KAMER GENÇ (Tunceli) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; gecenin bu
saatinde yine karşınızdayım; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Değerli milletvekilleri, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planını müzakere
ediyoruz. Evvela, bu planı hazırlayan bürokrat arkadaşlarımıza teşekkür
ediyoruz emeklerinden dolayı. Aslında, plan niye yapılır; bir devletin
ihtiyaçları vardır, bir de kaynakları vardır. Eğer, devletin kaynakları, o
bütün ihtiyaçlarını karşılarsa, plana ihtiyaç yok. İhtiyaç çok, kaynak kıt; o
halde, kıt kaynakların bu çok ihtiyaçlara nasıl harcanacağı konusunda ciddî bir
inceleme yapmak lazım. Planlama fikri de bundan doğmaktadır.
Şimdi, kaynak, devletin gelirleridir, elde edebileceği gelirlerdir.
Acaba, devlet, kaynağı, gelirleri, sağlıklı topluyor mu; hakça bir gelir
dağıtımı sağlanabiliyor mu; evvela, bunun incelenmesi lazım. Nedir? Türkiye'de,
bir vergi toplama politikaları vardır; ama, maalesef, Türkiye'de, son
zamanlarda, vergi hakça toplanmamaktadır ve vergi, vergi ödeme gücüne sahip
olan kişiler tarafından verilmemektedir. Vergi incelemesi, aşağı yukarı,
kaldırılmıştır veyahut da çok alt
sınırlara indirilmiştir. Güçlü sermaye gruplarının hesapları tetkik
edilmemektedir. Dolasıyla, devletin sahip olması gereken kaynaklar, devlet
organları tarafından, bir defa, yeteri kadar elde edilmemektedir. Elde
edilmeyince de, bu kaynakların sarf edilmesi gereken hizmetler yapılmamaktadır;
işin özü bu. Ayrıca da, bu hizmetler yapılırken de, sarfiyatta, acaba, sağlıklı
bir sarf sistemi gözetilmekte midir? Onu da incelediğimiz zaman, maalesef, o da
yerinde yapılmamaktadır; çünkü, bir ihale sistemimiz var; maalesef, birçok
kanunu getiriyoruz buraya, ihale sistemine tabi değil. Özel, davetiye usulüyle
harcamalar yapılmaktadır veyahut da bunlar, bazı hizmetler, özellikle bizim
bölgelerimizde, bir bakıyorsunuz, köyün içmesuyu ihale edilmiş, gidilmiş,
yapılmış, müteahhit parasını almış; ama, bir bakıyorsunuz ki, ne hizmet
yapılmış ne su akıyor! Bir yol ihalesi yapılmış, gidilmiş parası alınmış; ama,
ortada yol yok. Yani, bu da, tabiî, o çevrenin yarattığı, olağanüstü hal
bölgesinin yarattığı denetimsizliğin, orada sağladığı avantajlar.
Ayrıca, toplanan kaynakların sarfında önemli olan, mesela, en önemli
şeylerden birisi de, bu kaynakların -biraz önce de burada söylenildi- son
zamanlarda, özellikle son yıllarda, bankalar vasıtasıyla, devletin
kaynaklarının, belirli kişiler tarafından, bankaların içlerinin boşaltılması
suretiyle, heba edilmesidir. Siz, devletin vergisini topluyorsunuz,
topluyorsunuz, topluyorsunuz, bir bakıyorsunuz, üç bankanın, beş bankanın içi
boşaltılıyor... Biliyorsunuz, 6 milyar dolar, son beş bankaya verildi; ondan
önce, 6 milyar dolara yakın, başka bankalara verildi. Bunlar görünen, bir de
görünmeyenler var, daha doğrusu, incelenmeyenler var. Geçen gün, birisi, bana,
çok güvendiğim bir arkadaş, Halk Bankasının Levent Şubesinde 150 trilyon batak
para var... Tabiî bunların belgeleri gelecek, bu kürsülerde getireceğiz.
Şimdi, devlet harcamalarının, devlet paralarının bu kadar sorumsuzca
harcandığı bir ülkede, siz kaynak bulmaya çalışsanız da neye yarar; çünkü,
kaynaklar usulüne uygun harcanmıyor, harcanmayınca da, o zaman, yani, bir
yandan... Bir kaynar çeşmeyi düşünün, bir bakıyorsunuz, o çeşme çıkıyor, o
çeşmenin suyundan yararlanmanız gerekirken, çeşme kumdan kayboluyor...
Türkiye'nin geliri, harcamaları bu durumda olunca, maalesef, Türkiye'nin içinde
bulunduğu durum da vahim bir duruma, vahim bir duruma geliyor.
Şimdi, ben, tabiî, hakikaten, ülkemizdeki teknik seviye belki çok büyük
bir seviye değil; ama, bugün, sabahleyin -yani, bu hale gelmesine seviniyorum
bir yandan da, hani, nereden nereye geldik diye bir şey söyleyeyim- saat
06.00'da uçağa atladım, Elazığ'a gittim, oradan Tunceli'ye geçtim, orada bir
toplantıya katıldım, akşama doğru da geldim, Malatya'dan uçağa atladım, buraya
geldim, bugün, burada konuşayım diye; çünkü, söz aldım, bir de, hani, söz alıp
da buraya gelmemeyi biraz da kendime yediremedim. O bakımdan; yani, bunlar
güzel gelişmeler; ama, acaba, biz, Türkiye'deki... Yani, dünyadaki teknolojik
gelişmeyi; geçmişe göre baktığınız zaman, tabiî, 2 000 kilometrelik yol, bunun
haftalarca gidilmediği anlar oldu; ama, şimdi, işte, 1 günde gidilip geliniyor.
Tabiî, bizim ilimizde de uçak alanı da olmadığı için, yine de, buna
şükrediyoruz; ama, daha güzel şeyler yapabiliriz.
Şimdi, kişisel konuşuyoruz... Tabiî, planlamayla ilgili olarak, 265
sayfalık, herbirisi ayrı ayrı, uzun azadıya tez konusu olabilecek bölümler var;
ama, biz, burada, 10 dakika konuşuyoruz, gruplar 20 dakika konuşuyor. (DSP
sıralarından "2 saat" sesleri)
Şimdi, bizim bölgemizle ilgili konuşmak zorundayım, kişisel olarak
konuştuğum için.
Değerli milletvekilleri, bir defa, çok şükür, uzun zamandan beri,
burada, terör olayları bitti. Bence, hükümet, hiç olmazsa, bu Meclisi tatile
sokmadan önce bu olağanüstü hali kaldırmalıdır. Kaldırmaması halinde,
olağanüstü hal şartları devam edince, olağanüstü hal şartlarının varlığını
kanıtlamak için bazı suni girişimlerin olduğunu da hissediyoruz. Yani, bazı
çevreler tarafından olaylar yaratılmaya çalışılıyor. Yani, kıyamet kopmaz ki
canım, ne olur, o insanlar, 1978'den beri sıkıyönetim ve olağanüstü halin
ezici, hakikaten sıkıntıları içinde yaşayan insanlar. Bunu, bir kaldıralım.
İkincisi, biliyorsunuz, bu terör nedeniyle, bu bölgelerde birçok insan
yerlerinden, köylerinden edildi, köyleri yakıldı yıkıldı, göç ettiler ve büyük
bir kısmı şehir merkezlerine, bir kısmı da başka yerlerde, çok kötü şartlarda
yaşıyorlar. Şimdi, beş yıllık bir plan yapacağımıza göre; evvela, bu planı
yaparken, hakikaten, Türkiye'nin birinci öncelikli meseleleri hangisidir...
Bana göre, evvela, bu doğu ve güneydoğudan, olağanüstü hal nedeniyle yerinden
göç eden insanların, tekrar yerlerine, yani köylerine yerleşmeleri veyahut da
toplu yerleşme birimlerine yerleştirilmesini sağlayacak bir çare aramak lazım.
Bu planda, bununla ilgili bir şey yok. Kalkınmada öncelikli yörelerle ilgili
küçük bir bölüm var; bir de, kırsal kalkınma planı diye küçük bir bahis var.
Aslında, bence, Türkiye'nin şu anda en önemli birinci sorunu işsizlik;
ikincisi de, bu olağanüstü hal şartları nedeniyle yerinden, yurdundan giden
insanların problemlerine bir an önce çare bulunmasıdır. Bunlar, bölgemizin
temel sorunlarıdır.
Mesela, yıllarca, ilçelerimize hizmet gitmedi olağanüstü hal nedeniyle,
köylerimize hizmet gitmedi olağanüstü hal nedeniyle. 1990 yılına kadar
-buradaki tutanaklarda vardır- Tunceli hudutları içinde 1 kilometrelik asfalt
yol yoktu. Son zamanlarda biraz yapıldı; ama, bunları da telafi etmemiz lazım.
İçmesuyu olmayan birçok köyümüz var. Hâlâ, yayla yasağı var. Tabiî, bu
olağanüstü hal şartları kaldırıldığı takdirde, bu insanlar, normal bir rejimde
yaşayacaklar. Hükümete özellikle rica ediyoruz; demin de dediğim gibi, çok
önemsediğim bir konu; çünkü, bu olağanüstü hal kalkmadıkça... Buradaki
insanların yaşam koşulları maalesef normal değil değerli arkadaşlar. Olağanüstü
hal bölgesinde yaşadığınız zaman, sabah evinizden dışarıya adımınızı
attığınızda bir devlet gücünün müdahalesiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Yani,
ben, şu haklı veya haksız demiyorum; ama, bunu bir kaldıralım, bir görelim canım;
yani, eğer, hakikaten bir şey varsa, burada terör falan tekrar hortlarsa, iki
günde Meclisimiz bu kararı alabilir. Yani, hükümetimiz niye bu konuda bir adım
atmıyor, ben de bilemiyorum ve bunu özellikle vurgulamak da istiyorum. Tabiî,
konu çok geniş; ama, konuşma süremiz de çok kısa...
Ben, planın, ülkemize, milletimize hayırlı olmasını diliyorum.
Bir de, şunu özellikle belirtmek istiyorum: Değerli arkadaşlarım, plan
yapıyorsak, bu plan hükümlerine riayet etmemiz lazım. Şimdi, buraya kanunlar
geliyor. Plan yapıldığına göre, harcamaların da bu plana göre yapılması lazım.
Bu kanunlar, gerek hükümet tarafından hazırlandığı zaman veya teklif zamanında
veya Genel Kurulda müzakere edildiği zaman, bir bakıyorsunuz, plan bir tarafa
atılıyor ve o kadar değişik harcama kalemleri getiriliyor ki... O zaman plan
yapmaya ne gerek var.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN – Lütfen, tamamlayın efendim.
KAMER GENÇ (Devamla) – Plan, eğer bu Meclis tarafından yapılıyorsa, bu
planın hükümlerine de uymak lazım; eğer uyulmuyorsa, plan yapmamak lazım.
Bir bakıyorsunuz, burada bir önerge veriliyor, trilyonlarca masraf
kalemi getiriliyor; karşılığı yok. O bakımdan, Meclis çalışmalarında, özellikle
hükümetin de buna dikkat etmesi gerekir.
Sizleri daha fazla yormak istemiyorum.
Saygılar sunarım efendim. (Alkışlar)
BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Genç.
Değerli milletvekilleri, alınan karar gereğince, Sekizinci Beş Yıllık
Kalkınma Planının görüşmelerine devam etmek ve 26 Haziran 2000 Pazartesi günü
saat 14.00'te toplanmak üzere, birleşimi kapatıyorum.
Kapanma Saati: 01.07
BİRLEŞİM 118
İN SONU