BIM 2 0 2000-11-15T16:58:00Z 2000-11-15T16:58:00Z 78 65359 372551 TBMM 3104 745 457518 9.3821 Comments 0 6 nk 6 nk 0

 DÖNEM : 21                                            CİLT : 37                                     YASAMA YILI : 2

 

 

T. B. M. M.

TUTANAK DERGİSİ

 

118 inci Birleşim

25 . 6 . 2000  Pazar

 

 

 

İ Ç İ N D E K İ L E R

  I. – GEÇEN TUTANAK ÖZETİ

 II. – GELEN KÂĞITLAR

III. – YOKLAMA

IV. – KANUN TASARI VE TEKLİFLERİYLE KOMİSYONLARDAN GELEN DİĞER İŞLER

1. –  Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci Beş Yıllık (2001-2005) Kalkınma Planının Sunulduğuna Dair Başbakanlık Tezkeresi ve Plan ve Bütçe Komisyonu Raporu (3/600) (S. Sayısı : 516)


I. – GEÇEN TUTANAK ÖZETİ

TBMM Genel Kurulu saat 14.00’te açılarak iki oturum yaptı.

Her iki oturumda da yapılan yoklamada toplantı yetersayısı bulunmadığı anlaşıldığından, alınan karar gereğince, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının görüşmelerini yapmak için, 25 Haziran Pazar günü saat 14.00’te toplanmak üzere birleşime 14.24’te son verildi.

  Nejat Arseven

    Başkanvekili

Cahit Savaş Yazıcı          Mehmet Elkatmış

           İstanbul                  Nevşehir

Kâtip Üye               Kâtip Üye


                                         No. : 162

II. – GELEN KÂĞITLAR

25.6.2000 PAZAR

Raporlar

1. – Yükseköğretim Kurumları Teşkilâtı Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarıları ve Millî Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor ve Plan ve Bütçe Komisyonları Raporları (1/650, 1/679) (S. Sayısı : 517) (Dağıtma tarihi : 25.6.2000) (GÜNDEME)

2. – Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilât, Görev ve Yetkilerine İlişkin Konularla Kamu Personeli Arasındaki Ücret Dengesizliklerinin Giderilmesi ve Kamu Malî Yönetiminde Disiplinin Sağlanması İçin Yapılacak Düzenlemeler Hakkında Yetki Kanunu Tasarısı ve Plan ve Bütçe Komisyonu Raporu (1/710) (S. Sayısı : 518) (Dağıtma tarihi : 25.6.2000) (GÜNDEME)


BİRİNCİ OTURUM

Açılma Saati : 14.00

25 Haziran 2000 Pazar

BAŞKAN : Başkanvekili Nejat ARSEVEN

KÂTİP ÜYELER: Mehmet ELKATMIŞ (Nevşehir), Şadan ŞİMŞEK (Edirne)

 

BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, Türkiye Büyük Millet Meclisinin 118 nci Birleşimini açıyorum.

Buyurun Sayın Güven.

TURHAN GÜVEN (İçel) – Sayın Başkan, dün de arz ettim; Türkiye'nin önümüzdeki beş yılını, yani, geleceğini ilgilendiren fevkalade önemli bir konuyu görüşmek üzere toplandık. Bu konunun, Meclisin büyük çoğunluğuyla ele alınıp incelenmesi, irdelenmesi söz konusudur. (DSP ve MHP sıralarından "siz neredesiniz" sesleri) Efendim, bu programı hazırlayan ben değilim; bu programı, hükümet ortakları hazırladığına göre, onların burada çoğunluğu sağlaması lazım.

Onun için, toplantı yetersayısını aramanızı talep ediyorum efendim.

BAŞKAN – Peki efendim.

Değerli milletvekilleri...

ÖMER İZGİ (Konya) – Sayın Başkan...

BAŞKAN – Buyurun efendim.

ÖMER İZGİ (Konya) – Sayın Başkanım, değerli milletvekilleri; Sayın Güven'in ifade ettikleri gibi, gerçekten, çok önemli bir tasarının kanunlaşması için çalışacağız. Bu çalışmalar öncesinde, yoklama isteğinde bulundular. Böylesi önemli bir kanun tasarısının yoklamasına karar verecek olursanız, istirham ediyoruz, İçtüzüğümüzün 57 nci maddesinin üçüncü fıkrasına göre ad okumak suretiyle yaparsanız, hem zaman kazanarak gelmek üzere olan arkadaşlarımızı getirmiş oluruz hem de gelmeyen, böylesi önemli bir toplantıya katılmayan arkadaşlarımız duyurulmuş olur.

Teşekkür ederim. (MHP, DSP ve ANAP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, elektronik cihazla yoklama yapacağız.

ALİ IŞIKLAR (Ankara) – Başkanım, her sefer böyle yapıyorsunuz; lütfen yani... Şu anda dışarıda olup, gelecek olan arkadaşlar var.

ÖMER İZGİ (Konya) – Sayın Başkan, verilmiş kararı değiştirecek değiliz; ama, ad okunmak suretiyle yoklama yapmanızın engeli neydi acaba?!

BAŞKAN – Efendim, elektronik cihazla yapmanın daha kolay olduğunu düşündüm.

ALİ IŞIKLAR (Ankara) – Efendim, kolay da, şu anda dışarıda olup, gelecekler var. 3 dakikada...

BAŞKAN – Zaten, çoğunluk var gibi görünüyor; endişe buyurmayın efendim.

ALİ IŞIKLAR (Ankara) – Muhalefet katılmıyor o zaman, muhalefet katılmıyor, işaretlemiyor. Yapmayın...

III. – Y O K L A M A

BAŞKAN – Yoklama için 3 dakika süre veriyorum.

Yoklama işlemini başlatıyorum efendim.

(Elektronik cihazla yoklama yapıldı)

BAŞKAN – Değerli milletvekilleri, toplantı yetersayımız vardır; görüşmelere başlıyoruz. (DSP ve MHP sıralarından alkışlar)

Gündemin "Özel Gündemde Yer Alacak İşler" kısmına geçiyor ve Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci Beş Yıllık (2001-2005) Kalkınma Planının Sunulduğuna Dair Başbakanlık Tezkeresi ve Plan ve Bütçe Komisyonu raporunun görüşmelerine başlıyoruz.

IV. – KANUN TASARI VE TEKLİFLERİYLE KOMİSYONLARDAN

GELEN DİĞER İŞLER

1. – Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci Beş Yıllık (2001-2005) Kalkınma Planının Sunulduğuna Dair Başbakanlık Tezkeresi ve Plan ve Bütçe Komisyonu Raporu (3/600) (S. Sayısı: 516)                                                               (1)

BAŞKAN – Komisyon ve Hükümet yerinde.

Komisyon raporu, 516 sıra sayısıyla basılıp, sayın üyelere dağıtılmıştır. Görüşmeler, Genel Kurulun 22.6.2000 tarihli 115 inci Birleşiminde kabul edilen Danışma Kurulu önerilerine ve 3067 sayılı Kalkınma Planlarının Yürürlüğe Konması ve Bütünlüğünün Korunması Hakkında Kanunun 2 nci maddesinin hükümlerine göre, planın tümü üzerinde, bölümler itibariyle yapılacaktır.

Bugün için, planın, Birinci, İkinci, Üçüncü, Dördüncü, Beşinci ve Altıncı Bölümleri üzerinde görüşme yapılacaktır.

Konuşma süreleri, siyasî parti grupları, komisyon ve hükümet için, hükümetin sunuş konuşması dahil, 2'şer saat, şahıslar için 10'ar dakikadır. Siyasî parti gruplarının süreleri, en fazla 4'er konuşmacı olarak kullanılabilecektir.

Planın hükümete geri verilmesine ilişkin gerekçeli önergeler, Başkanlığa, planın bölümleri üzerindeki görüşmelerin bitimine kadar 2'şer nüsha olarak verilebilecektir. Planın tümü üzerindeki görüşmeler tamamlandıktan sonra da, önerge kabul edilmeyecektir.

Bugün görüşülecek bölümleri Yüce Heyetinize arz ediyorum: Birinci Bölüm, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı öncesindeki durum; İkinci Bölüm, uzun vadeli gelişmenin temel amaçları ve stratejisi (2001-2023); Üçüncü Bölüm, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının temel amaç, ilke ve politikaları (2001-2005); Dördüncü Bölüm, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının makroekonomik politikaları, hedefleri ve tahminleri; Beşinci Bölüm, Avrupa Birliğiyle ilişkiler; Altıncı Bölüm, Türkiye'nin bölge ülkeleri ve diğer ülkelerle ekonomik ilişkileri.

Şimdi, komisyon raporunun okunup okunmaması hususunu oylarınıza sunacağım: Raporun okunmasını kabul edenler... Etmeyenler... Raporun okunması kabul edilmemiştir.

Planın sunuş konuşmasını yapmak üzere, hükümet adına, Sanayi ve Ticaret Bakanı Sayın Kenan Tanrıkulu; buyurun efendim. (MHP, DSP, ANAP ve DYP sıralarından alkışlar)

SANAYİ VE TİCARET BAKANI AHMET KENAN TANRIKULU (İzmir) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planını, hazırlanması sırasında kullanılan

                                               

(1) 516 S. Sayılı Basmayazı tutanağa eklidir.

yöntemi ve dikkate alınan içsel ve dışsal etkenleri açıklamak üzere huzurlarınızdayım. Hepinize saygılar sunarak sözlerime başlıyorum.

İnsanlık, buhar gücünün üretim makinelerine uygulanmasından, üretildiği yerden binlerce kilometre uzağa taşınan elektrik enerjisinin üretiminde kullanımından sonra, yeni bir devrim yaşamaktadır. Daha açık bir ifadeyle, birinci ve ikinci teknoloji devrimlerinden sonra, dünyamızda, mikro-elektroniğe dayalı yeni bir süreçten geçilmektedir. Yeni bir devrimle birlikte iletişim ve bilgisayar teknolojilerinde kaydedilen gelişmeler, dünyanın küçülme sürecini daha da hızlandırmıştır. Kişiler, kurumlar ve menfaat grupları arasındaki bağımlılıklar ve etkileşimler giderek artmakta ve yeni bir dünya düzeni ortaya çıkmaktadır.

Her teknolojik devrimin arkasında olduğu gibi, bu teknolojik devrimin de arkasında büyük fikrî ve sosyal birikimler bulunmaktadır. İnsan hak ve hürriyetleri ile düşünce sahasındaki kazanımlar, fertlerin toplumsal ve demokratik katılımıyla ekonomik girişimcilik yolunu açmıştır. Sosyal alanda ve demokratik katılımcılık özelliğini kazanan ve bunu topluma mal edebilen insan, ekonomik alanda da ferdî yetenek ve birikimlerini üretim sürecine dahil etme imkânını bulmuştur.

Buradan görülmektedir ki, 21 inci Yüzyılın insanı, kendine güvenli, rekabetçi ve iddialı insanlar olmak zorundadır. Bu yarışta fertlerin sahip oldukları en büyük avantaj, sosyal sermayeleri olacaktır. Toplumda veya toplumun bazı bölümlerinde oluşan güven duygusu anlamındaki sosyal sermayeyi oluşturan en önemli etkenler, tarihî birikimler ve kültürel miraslardır.

Küreselleşme süreci, kendi dinamiklerini oluşturarak, insanların günlük hayatını ve dünya düzenini etkilemeye devam etmektedir. Küreselleşmeyle ülkelerarası hareketlerin artması, ticaret, sermaye ve teknoloji akımını transnasyonal hale getirmiş, klasik millî devlet olgusu da aşılmıştır. Küreselleşme, belli coğrafî sınırlar içerisinde sürdürülen millî iradeyi dünyanın her yerinde büyük bir gayretle savunulma zaruretini de ortaya çıkarmıştır. Millî iradenin küresel dinamiklere uyum sağlayarak idamesi kaçınılmaz olmuştur. Dünyayla rekabet edecek dinamiklere sahip olmayan ülkeler de giderek gerilemektedirler.

Teknolojik sahadaki gelişmeler, 1950'li ve 1960'lı yıllardan itibaren uluslararası ticareti etkilemeye başlamıştır. GATT sistemi içerisinde düzenlenen kurallar, uluslararası mal ticaretini disiplin altına almayı amaçlamıştır. 1980 yılından sonraki çalışmalar, uluslararası mal ve hizmet piyasaları ile yatırımların entegrasyonunun dünya ticaret sistemi içerisinde kurallara bağlanması safhasını oluşturmuştur. 1990'lı yıllardan sonra, küreselleşme, yeni bir safhaya girmiştir. Bu yeni dönemde dünya ticaretinin belirleyici unsurları, uluslararası sermaye akımları ve dolaysız yatırımlardır.

Yeni dünya düzeninin amacı, ülkelerin ticaret ve girişimcilik alanındaki kapasitesini artırmak, hayat standardını yükseltmek, tam istihdamı ve istikrarlı bir şekilde artan reel gelir ve gerçek talep hacmini sağlamak, aynı zamanda, dünya kaynaklarının sürdürülebilir kalkınma hedefine en uygun bir şekilde kullanımına da imkân sağlamaktır. Bu gelişmeler doğrultusunda da, ülkeler, hukukî ve kurumsal düzenlemelerini yeni oluşan dünya düzenine intibak ettirmek; nesillerini, rekabetçi ortamın gerektirdiği özgüvenli, girişimci, yeni fikirler üretebilen ve risk alabilen özellikte yetiştirmek zorundadırlar.

Önümüzdeki dönemlerde ekonomik ve sosyal hayatın sürükleyici ve hâkim unsuru, bilgiye erişim ve bilgiyi kullanım olacaktır. Küreselleşme süreci, bilgiye önce ulaşmak ve önce kullanmak üzerine bir yarış da başlatmıştır. Üretim unsurları içinde bilginin payı artmakta; gayri safî millî hâsıla içinde bilgiye dayalı harcamaları yükselten ülkeler, teknolojik devrime dayalı yeni dünya düzeninde de yerini almaktadırlar.

Dünyadaki birçok gelişme, birçok ülkeyi, yeni stratejiler, politikalar ve öncelikler tespit etmeye, kaynak dağılımını yeniden düzenlemeye ve istenilen hedeflere ulaşmada yeni projeler üretmeye de zorlamaktadır. Bu sebeple, ülkeler, yeni dünya düzenine intibak etmek ve etkin bir konum kazanabilmek için, bir plan dahilinde, gerekli reformları, önceden belirlenmiş ilke, politika ve stratejiler çerçevesinde gerçekleştirmeye yönelik çalışmalarda da bulunmaktadırlar.

İşte, bu yüzden, Türkiye de, ileriye yönelik makul bir süre sayılan beş yıl için, 2001-2005 yıllarını kapsayan, dünyadaki gelişmelere uygun, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planını hazırlamıştır.

Değerli milletvekilleri, planın hazırlanmasında kullanılan yöntemleri üç ana başlık altında toplayabiliriz. Bunlardan ilki, mevcut durumun tespiti, uzun vadeli strateji içerisindeki anafikir -ki, bu, 2001-2023 yıllarını kapsamaktadır- önümüzdeki beş yılda takip edilecek ilke ve politikalar; bir diğeri, dış dünyadaki gelişmeler ve küreselleşmeye uyum ve nihayet, hukukî kurumsal düzenlemeler ve bölgesel gelişme politikalarıdır.

Bu ana başlıklar, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı öncesindeki durum; uzun vadeli gelişme stratejisi (2001-2023); Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının temel amaç, ilke ve politikaları (2001-2005); Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının makroekonomik politikaları, hedefleri ve tahminleri; Avrupa Birliğiyle ilişkiler; Türkiye'nin bölge ülkeleri ve diğer ülkelerle olan ekonomik ilişkileri; bölgesel gelişme hedef ve politikaları; sosyal ve ekonomik sektörlerle ilgili gelişme, hedef ve politikaları; kamu hizmetlerinde ve ekonomide etkinliğin artırılması alt başlıklarına da bölünmüştür.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, dünyadaki gelişmeler ve küreselleşme sürecini yaşıyor olmamız sebebiyle, diğer planlardan farklı bir arayış ve yöntemle de hazırlanmıştır. Öncelikle, bilgi toplumunun hâkim olduğu küreselleşme sürecinde, Türkiye'nin, mevcut kaynakları, teknolojik, ekonomik, sosyal, kültürel ve kurumsal birikimi değerlendirilmiş, mevcut imkânlarla ulaşılabilecek hedefler arasında ilişkilendirilmede bulunulmuş, hedeflere ulaşmak için düzenlenmesi gereken kurumlar da tespit edilmiştir. Buna göre, istikrarsızlık, kalite ve verimlilik altyapısı, teknoloji kültürü, fizikî altyapı, sanayiin teknolojik seviyesi, bilgi ve iletişim altyapısı, atıl işgücü, gelir dağılımındaki bozukluğun kaynak ataletine sebep olması, kamunun ekonomik ve sosyal gelişmelere intibak etmekte güçlük çekmesi gibi konular, Türkiye'nin, maalesef, zayıf yönlerini meydana getirmektedir.  Bununla beraber, genç ve dinamik nüfus yapısı, yenilikçi ve risk alabilen özelliklere sahip girişimcilik potansiyeli, piyasa ekonomisi sahasındaki birikimi, sosyal altyapısı, en olumsuz şartlarda dahi uluslararası rekabete uygun yapı geliştiren sanayisi, dış dünyaya açılmaktaki özgüven ve tecrübe birikimi, yetişmiş kadroları ve nihayet, doğal kaynakları ile jeostratejik konumu da, Türkiye'nin, güçlü ve avantajlı yönlerini meydana getirmektedir.

Görüldüğü üzere, Türkiye, küresel rekabetin getirdiği insan kaynaklarına, özgüvene, sosyal ve kültürel birikime sahip bir ülkedir. Bu itibarla, önümüzdeki dönemde, ülkemiz açısından kötümser beklentiler içinde olmak için hiçbir sebep de yoktur.

Değerli milletvekilleri, Türkiye, 21 inci Yüzyılda dünya devleti olmak ve küreselleşme sürecinde layık olduğu konuma kavuşmak için uzun vadeli tercihlerini de tespit etmiştir. 2001-2023 yıllarını kapsayan Türkiye'nin uzun vadeli stratejisinin amacı, Atatürk'ün gösterdiği çağdaş uygarlık düzeyini aşma doğrultusunda, Türkiye'yi, 21 inci Yüzyılda kültür ve uygarlığın en ileri safhasına ulaştırarak, dünya standartlarında üreten, gelirini adil paylaşan, insan hak ve sorumluluklarını güvenceye alan, hukukun üstünlüğünü, katılımcı demokrasiyi, din ve vicdan özgürlüğünü en üst düzeyde gerçekleştiren, küresel düzeyde etkili bir dünya devleti yapmaktır.

Öncelikle mevcut kaynaklar ve kurumlar disiplin altına alınacak, insan yetiştiren kurumlar rekabete uygun, girişimci ve katılımcı bir yapıya kavuşturulacaktır. Bu çerçevede, kamu finansmanı sağlam kaynaklara dayandırılarak, gelir-gider dengesinin kalıcı bir çözüme kavuşturulmasını; bütçe açıklarını düşürerek faizlerin aşağıya çekilmesini; Avrupa Birliğiyle bütünleşmede Maastricht kriterlerinin gerektirdiği ekonomik parametrelerin gerçekleştirilmesini; gelir dağılımı iyileştirilerek, yoksulukla mücadele programının hayata geçirilmesini; Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı, demokratik değerli benimsemiş, millî kültürünü özümsemiş, farklı kültürleri yorumlayabilen, düşünme, algılama ve problem çözme yeteneği gelişmiş, özgüvenli, girişimci bilgi çağı insanının yetiştirilmesini; özel sektör kurumları yanında, bireysel yetenek ve potansiyellerin ekonomik sisteme dahil edilmesi ve bu çerçevede, gençlere kendi işlerini kurabilecekleri altyapının hazırlanmasını; sağlık hizmetlerinin halkımızın hak ettiği seviyede çıkarılması ve hakkaniyet içerisinde yaygınlaştırılmasını; özgün tasarım yapabilen, marka yaratabilen ve bilgi yoğun alanlara yönelebilen yeteneklerin teşvikini; bilgiye ulaşımı kolaylaştırıcı her türlü hukukî ve kurumsal düzenlemelerin yapılmasını; enerji talebinin güvenilir ve düşük maliyetle karşılanması için gerekli çalışmaları, tarımsal üretimin maliyetini azaltıcı, rekabet gücünü artırıcı, hayvansal üretimi geliştirici ve ormanları koruyucu düzenlemeleri; rekabet ortamının itici gücü girişimciliği KOBİ'ler aracılığıyla destekleyen ve istihdama katkıda bulunan projeleri; yine, rekabet unsurunun ana ayağını teşkil eden kalite ve verimliliğin altyapısını güçlendirici faaliyetleri, bu ana çerçeveler içerisinde desteklemeye yönelik çalışmalara da öncelik verilecektir.

Değerli milletvekilleri, sizlere, konuşmamın bu bölümünde, plan döneminde ulaşılması beklenen makro büyüklükler hakkında da bilgi vermek istiyorum. Makroekonomik büyüklükler belirlenirken, öncelikle, Türkiye'nin mevcut üretim ve büyüme kapasitesi, dünya ekonomisindeki gelişme eğilimleri ve dünya ekonomisindeki büyümenin Türkiye'ye katkısı ile Türkiye'nin kendi dinamik unsurları dikkate alınmıştır.

Ülkemiz, halen, 206 milyar dolarlık gayri safî millî hâsılasıyla, dünyanın 22 nci büyük ekonomisidir. Dinamik nüfus yapısı, dışa açılma tecrübesi, sahip olduğu sosyal sermayesi ve birikimleriyle de, hamle yapma noktasında bulunduğu inancındayız. Eğitim seviyesinin artırılması ve yeni yetişen nesillerin yenilikçi yapıda olması, üretimde verimliliği artıracak yapının oluşumunun hızlandırılması ve dışa açılmanın zorladığı yapısal değişikliklerin gerçekleştirilmesiyle, gayri safî millî hâsılada, yıllık ortalama yüzde 6,7'lik bir büyümenin gerçekleştirilmesi de beklenmektedir. Bu büyüme artışının, yani, yıllık yüzde 6,7'lik büyüme artışının yüzde 30'luk kısmının -ki, bu da yüzde 2'ye tekabül etmektedir- faktör verimliliğindeki artıştan kaynaklanması da beklenmektedir.

Değerli milletvekilleri, bu arada, bir hususu da sizlerin bilgisine sunmakta fayda görüyorum. Malumlarınız olduğu üzere, planlar, belli şartları ve varsayımları dikkate almaktadır. Önceden görülmeyen ani değişiklikler, planlarda sapmalara sebep olabilir; ancak, burada, plana bağlı sistematik bir yöntemin uygulanması, yeni oluşan şartlara uygun tedbirler almayı da kolaylaştırmaktadır. Kaynakların ve ekonomik faaliyetlerin belirli strateji ve önceliklere yönlendirilip uygulanması, kalkınma ve gelişmeyi hızlandırıcı, kaynak israfını önleyici ve kaynaklardan optimum faydayı sağlayıcı tercihlerdir.

Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının durum tespiti bölümünde alınan bir diğer husus da, planın ilk iki yılında istikrar programı uygulanacağıdır. Plan hedeflerine ulaşmada ilk adımın istikrarı sağlamak olduğunun idrakiyle, Sekizinci Planın ilk yılında, 2000 yılında 57 nci cumhuriyet hükümeti tarafından uygulamaya konulan makroekonomik istikrar programının da devamı öngörülmüştür. İstikrar programının son yılı olan 2002'de, enflasyon rakamı tek haneli rakamlara indirilerek, planın uygulanabilirliği için uygun bir ortamın da sağlanması amaçlanmıştır.

Değerli milletvekilleri, Sekizinci Beş Yıllık Planın hedeflenen diğer ekonomik parametreleri de şunlardır: Plan dönemi sonunda, sanayiin gayri safî yurtiçi hâsıla içerisindeki payının yüzde 23,3'ten 23,8'e ve hizmetlerin payının ise yüzde 59,5'ten 62,2'ye yükselmesi beklenmektedir.

Sekizinci Plan döneminde gayri safî millî hâsıla büyümesine en yüksek, marjinal katkının, toplam faktör verimliliğinde öngörülen artıştan gelmesi de beklenmektedir. Sürdürülebilir büyüme açısından önemli bir olgu olan toplam faktör verimliliğinin başlıca belirleyicileri de şunlardır: Eğitim, araştırma geliştirme harcamaları, doğrudan yabancı sermaye yatırımları, dışa açıklık, kurumsal yapı ve altyapı yatırımları. Türkiye ekonomisinde, son otuz yıllık dönemde, yılda ortalama yüzde 15'ler civarında seyreden ve son yıllarda yüzde 20 düzeyini aşan toplam faktör verimliliğinin büyümeye katkısının plan dönemi boyunca yüzde 30'lara yükselmesi de tahmin edilmektedir. Plan döneminde, toplam faktör verimliliğinin artışı, kamu kaynaklarının artan ölçüde eğitim, sağlık, ar-ge, haberleşme ve enerji yatırımlarına yönlendirilmesiyle mümkün olabilecektir. Yedinci Plan döneminde 100 kabul edilen kamu yatırım reel endeksinin, Sekizinci Plan döneminde eğitimde 243,6'ya, enerjide 241,5'e ve sağlıkta da 181,4'e yükselmesi hedeflenmektedir.

Plan döneminde büyümenin üretim yönünden geleneksel belirleyicileri olan sermaye stoku ve istihdamda da belirgin bir artış öngörülmektedir. Kamu ve özel yatırımlarda gerçekleşmesi beklenen artış nedeniyle, toplam sabit sermaye yatırımlarının yılda ortalama yüzde 7,1 oranında artacağı da tahmin edilmektedir. İstihdam yapısının tarım dışı sektörler lehine değiştirilmesi, işgücü piyasasının etkinleştirilmesi ve bilgi çağının gerekleri doğrultusunda nitelikli işgücünün büyümeye katkısının artırılması da sağlanacaktır. 2000 yılında, cari olarak yaklaşık 3 000 dolar düzeyinde olan kişi başına gayri safî millî hâsılanın, 2005 yılında 4 300 dolar seviyesine yükseleceği tahmin edilmektedir.

Değerli milletvekilleri, plan döneminde, kamu sabit sermaye yatırımlarının yıllık ortalama yüzde 8,5 artması planlanmakta ve özel sabit sermaye yatırımlarının ise yüzde 6,5 artacağı, yine, tahmin edilmektedir. Özel sabit sermaye yatırım harcamalarında öngörülen artış, ağırlıklı olarak makine ve teçhizat yatırımlarından kaynaklanmaktadır. 2001-2005 dönemindeki özel tüketim harcamalarının yüzde 6,3 artacağı öngörülmüştür. Sekizinci Plan döneminde, özellikle faiz giderlerinde sağlanacak azalışa bağlı olarak, kamu reel harcanabilir gelirinin gayri safî millî hâsıla içindeki payının, 2000 yılındaki yüzde 4,5 seviyesinden, 2005 yılında, yılda yüzde 17,1 düzeyine yükselmesi de beklenmektedir. Bu durum, kamu yatırımlarında önemli artışın yanında, kamu tüketiminin de, plan döneminde, yılda ortalama yüzde 7,6 oranında artmasını sağlayacaktır.

Yine, Yedinci Plan döneminde 100 olarak kabul ettiğimiz özel yatırım reel endeksinin de, benzer bir eğilimle, Sekizinci Plan döneminde, eğitimde 223,5'e, enerjide 117,4'e ve sağlıkta da 108,3'e yükselmesi beklenmektedir.

Sekizinci Plan döneminde, ihracatın yıllık ortalama olarak yüzde 11 artması ve 2005 yılında cari fiyatlarla yaklaşık 46,5 milyar dolar seviyesine ulaşması beklenmektedir. Aynı dönemde ithalatın, yine, yılda ortalama yüzde 10 artarak, 2005 yılında cari fiyatlarla 79 milyar dolar seviyesine ulaşacağı tahmin edilmektedir. Böylece, ihracatın ithalatı karşılama oranının ise, yine, plan dönemi sonunda yüzde 63 olması beklenmektedir.

2000 yılında 7,2 milyar dolar düzeyinde gerçekleşmesi beklenen turizm gelirlerinin, 2005 yılında 11,6 milyar dolar seviyesine ulaşacağı tahmin edilmektedir. Böylece, Sekizinci Plan döneminde cari işlemler açığının gayri safî millî hâsıla içindeki payının temel yıldaki değerini koruyarak, 2005 yılında yüzde 2,5 olarak gerçekleşeceği tahmin edilmektedir.

Değerli milletvekilleri, uygulanmakta olan makro ekonomik programın ve ekonomide sağlanacak olan iyileşmenin de etkisiyle, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının dönem boyunca artarak, 2005 yılında 2,7 milyar dolar seviyesine ulaşacağı tahmin edilmekte; kamu kesimi dengesinin sürdürülebilir bir yapıya da kavuşturulabilmesi için, kamu kesimi net dışborç kullanımı ve özelleştirme gelirleri kritik bir önem arz etmektedir.

Vergi gelirlerinin gayri safî millî hâsılaya oranının plan dönemi boyunca yaklaşık yüzde 22 düzeyini koruması da öngörülmektedir.

Sosyal güvenlik kuruluşlarına yapılan transferler, bu transferlerin gayri safî millî hâsılaya oranı olarak 2000 yılında beklenen yüzde 2,5'lik düzeyden, plan dönemi sonunda yüzde 1,7 seviyesine düşmesi de hedeflenmektedir.

Kamu kesimi dengesi ve finansmanının, 2005 yılında Avrupa Birliğine tam üyelik sürecinin önemli bir aşaması olarak kabul ettiğimiz Maastricht kriterlerini sağlaması ve 2005 yılında toplam kamu kesimi borçlanma gereğinin gayri safî millî hâsılaya oranının yüzde 3'ü olarak da gerçekleşmesi beklenmektedir.

Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı dönemi boyunca küreselleşme sürecine uyum açısından dışa açılma, hem bölgesel kalkınma hem de kamu hizmetlerinde etkinliğin artırılması, üç ana faaliyet alanımızdır. Yeni dünya düzeniyle bütünleşme, uygulamada dışa açılma ve yeni dünya düzeninin bir parçası olmakla ancak gerçekleştirilebilir. Bu anlayışla Türkiye, önümüzdeki beş yıllık dönemde Avrupa Birliği üyeliği süreci çalışmalarına hem hız verecek hem de bu çerçevede Avrupa Birliği müktesebatına uyumu amaçlayan politika ve tedbirleri içeren ulusal programı 2000 yılı sonuna kadar hazırlayarak yürürlüğe koyacaktır.

Bölgesel bütünleşmelerin ekonomik ve sosyal işbirliği imkânlarına katkısı ve dünya ile bütünleşmede sağlayacağı kolaylıkları da dikkate alınarak, Karadeniz Ekonomik İşbirliği, Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (ECO) ve yine İslam Konferansı Teşkilatı ve Ticarî İşbirliği Konferansı Daimî Komitesi -kısa adı İSEDAK- gibi ekonomik girişimciliği etkileyecek olan benzeri oluşumların hepsi desteklenecektir.

Türk cumhuriyetleriyle ekonomik ve kültürel işbirliği imkânları daha da geliştirilecek, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine kredi ve teknik yardım artırılacaktır.

Sayın milletvekilleri, dengeli kalkınmanın en önemli unsurlarından olan bölgesel kalkınmaya, Sekizinci Beş Yıllık Planda özel bir önem verilerek, bölgesel kalkınma projelerinin sayısı da hızla artırılacaktır. Bu çerçevede, Güneydoğu Anadolu Projesi, Zonguldak, Bartın, Karabük Bölgesel Gelişme Projelerinin yanı sıra, plan çalışmaları son safhaya gelmiş olan Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz Bölgesi Gelişme Projeleri uygulamaya konulacak, İç Anadolu ve Yeşilırmak Havzaları Bölgesel Kalkınma Projelerinin çalışmalarına da başlanacaktır.

Kalkınma planlarının yönetimi ve belirlenen hedeflere ulaşmada alınacak tedbir ve düzenlemeler kamusal bir görevdir. Bu itibarla, kamu kurum ve kuruluşlarına küreselleşme sürecine uyum ve dünyayla bütünleşme ilkesi ışığında hazırlanan Sekizinci Plan hedeflerine ulaşmada da çok özel bir görev düşmektedir. Kamunun, üzerine yüklenen bu görevi yerine getirebilmesi için, kurumlarını oluşan yeni dünya düzeni şartlarına uygun bir şekilde yeniden yapılandırmasıyla ancak mümkün görülebilecektir. Kamu kurumlarının yeniden yapılandırılmasının esasları, kamunun performansının artırılması, yetki, iş bölümü ve sorumlulukların açık bir şekilde tanımlanması, yetki devriyle birlikte hesap verme sorumluluğunun ve idarî saydamlığın güçlendirilmesi, kamu yönetici ve çalışanlarının niteliklerinin geliştirilmesi ve kamu hizmetleri sunulurken bilgi ve iletişim teknolojilerinden yaygın bir şekilde yararlandırılması konularından meydana gelecektir.

Değerli milletvekilleri, 14 Ağustos 1999 tarihli ve 23786 sayılı Başbakanlık genelgesiyle, Sekizinci Kalkınma Planı çalışmalarının başladığı kamuoyuna duyurulmuş ve bu manada 98 adet özel ihtisas komisyonu da kurulmuştur. Uzun dönemli, yani, 2001-2023 stratejilerinin de değerlendirildiği özel ihtisas komisyonları, kamu, özel kesim, sivil toplum kuruluşları ve üniversite öğretim üyelerinden oluşturulmuş ve toplumun böylece plan sürecine katılımı da sağlanmıştır. 7 000 değerli üyenin katkılarıyla yürütülen ve 31 Ocak 2000 tarihinde tamamlanan özel ihtisas komisyonu çalışmalarının altyapısını oluşturduğu Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, Haziran 2000 tarihinde de Yüce Meclisimize sunulmuştur. Sonraki aşamalarda, Plan ve Bütçe Komisyonunun değerli üyelerinin katkılarıyla son şeklini alan plan metnini, şu an, Genel Kurulumuzun görüşlerine arz ediyoruz.

Sekizinci Beş Yıllık Planımızın, Türkiye'nin yeni dünya düzeninde layık olduğu yeri almasında beklenen katkıyı sağlamasını ve ülkemize hayırlar getirmesini diliyor; hepinize saygılar sunuyorum. (Alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Bakan.

Değerli milletvekilleri, şimdi, grupları adına söz alan sayın üyelerin isimlerini sırayla okuyorum:

Fazilet Partisi Grubu adına, Fazilet Partisi Genel Başkanı Sayın Recai Kutan, Afyon Milletvekili Sayın Sait Açba, İstanbul Milletvekili Sayın Ali Coşkun.

Doğru Yol Partisi Grubu adına, Hatay Milletvekili Sayın Mehmet Dönen, Bursa Milletvekili Sayın Oğuz Tezmen.

Anavatan Partisi Grubu adına, Manisa Milletvekili Sayın Ekrem Pakdemirli, İstanbul Milletvekili Sayın Bülent Akarcalı.

Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına, İzmir Milletvekili Sayın Oktay Vural, Muğla Milletvekili Sayın Metin Ergun.

Şahısları adına: İstanbul Milletvekili Sayın Erol Al, Tunceli Milletvekili Sayın Kamer Genç, Konya Milletvekili Sayın Veysel Candan, Sıvas Milletvekili Sayın Cengiz Güleç, Adana Milletvekili Sayın Ali Tekin, Erzurum Milletvekili Sayın Aslan Polat, Tokat Milletvekili Sayın Bekir Sobacı ve Rize Milletvekili Sayın Ahmet Kabil.

Bugün, şahısları adına söz alan değerli üyelerimizden, sadece iki arkadaşımız konuşabilecektir.

Şimdi, Fazilet Partisi Grubu adına, Fazilet Partisi Genel Başkanı Sayın Recai Kutan; buyurun efendim. (FP sıralarından ayakta alkışlar)

FP GRUBU ADINA MEHMET RECAİ KUTAN (Malatya) – Sayın Başkan, muhterem milletvekili arkadaşlarım, televizyonları başında bu müzakereleri takip eden değerli vatandaşlarım; hepinizi saygıyla selamlıyorum; Sekizinci Beş Yıllık Planın milletimiz ve ülkemiz için hayırlı olmasını diliyorum.

Muhterem arkadaşlarım, beş yıllık planlar, ülkemizin en ciddî konularından, belki en başta gelen konularından birisidir. Böylesine ciddî bir konunun müzakeresinde, şu hükümet sıralarının görünüşüne bir bakınız!.. Bu, kullanılabilecek en basit tabirle, hükümet yönünden bir ciddiyetsizliktir; bu ciddiyetsizliği yürekten kınıyorum. (FP sıralarından alkışlar)

Değerli milletvekili arkadaşlarım, dünyanın çarpıcı şekilde değiştiği bir çağa girdik. Bu köklü ve kapsamlı değişim rüzgârını yakalayıp yakalayamamak gibi büyük bir sorunla karşı karşıyayız. Ülkemiz, daha önce dünyada gerçekleşen büyük değişimleri iyi kavrayamadığı için, bugün ciddî sorunlarla karşı karşıyadır. Dünyada büyük sanayi devrimi gerçekleşirken, biz, kendi iç sorunlarımızla boğuştuk. Başımızı kaldırıp baktığımızda, çok gerilerde kaldığımızı gördük. Bugün, yine, aynı iç sorunlarla boğuşmaktayız. Kendi icat ettiğimiz yapay sorunlarla boğuşmaktan vazgeçip, yönümüzü dünyanın gittiği yöne bir an önce çevirmezsek, yine kaybedeceğiz. Çağımız, her yılın, her günün, hatta her saatin önemli olduğu bir çağ; bir sürat çağı; katı anlayışların, ideolojik saplantıların çöktüğü bir çağ. Bu gerçeği bir an önce görmezsek, ne kadar kalkınma planı yaparsak yapalım, varacağımız bir nokta yoktur. Nitekim, bundan önce yaptığımız hiçbir kalkınma planı, hedeflerine maalesef yeterince ulaşamadı. Aslında, hiçbir kalkınma planına çok zor hedefler konulmamıştı, ulaşılması mümkün olmayan hedefler de yoktu; ama, maalesef, bu hedeflere ulaşamadık; çünkü, dünyayı es geçtik, kendimizi, kendi insanımızı gözardı ettik.

Dünya gerçeklerine våkıf bir Türkiye değil, belli kesimlerin kafa yapısına, menfaatlarına uygun bir Türkiye'yi düşündük. İdealimizdeki Türkiye, bu toprakların, bu coğrafyanın, bizim tarihimizin, bizim kültürümüzün Türkiyesi değildi, yapay hayallerin Türkiyesiydi; gerçekleşmedi, esasen gerçekleşemezdi. Şimdi, yapacağımız ilk şey, bu hayalden vazgeçmek, dünya gerçeklerini, insanımızın gerçeklerini iyi tanımak. Milletimizi bir kalıba sokmaktan artık kesin olarak vazgeçmeliyiz. En yetkili ağızların tek tip insan yetiştirmekten bahsettiği bir ülke, çağı yakalayamaz.

Değerli milletvekilleri, bu ülkeyi çok iyi tanıyan bir insan olarak konuşuyorum, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini, tarihini ve coğrafî yapısını iyi bilen bir insan olarak konuşuyorum: Bu milleti bir kalıba sokmaya kimsenin gücü yetmez, nitekim, şimdiye kadar da yetmemiştir. (FP sıralarından alkışlar) Zaten böyle bir tavra, 21 inci Yüzyılın karakteri müsaade etmez. Hangi planı yaparsanız yapın, içeriyi neyle doldurursanız doldurun, kafanıza bu fikirleri yazmadan, bunları planın önsözüne geçirmeden, başaracağınız hiçbir şey yoktur.

İçerisinde yaşadığımız yüzyıl, bireyin önplanda olduğu bir yüzyıldır; insan haklarının, bireysel hürriyetlerin vazgeçilmezliğini kalkınmanın temel eksenine oturtmuş olan bir yüzyıldır. Sanayi insan içindir, kalkınma insan içindir, enerji insan içindir, ekonomik faaliyetler insan içindir, devlet de insan içindir. Bunların hiçbiri, ama hiçbiri, insanın onurunu, kimlik ve kişiliğini zedelemek için kullanılamaz. (FP sıralarından alkışlar)

Yeni dünya düzenini oluşturan kolektif şuur budur. Bu şuur, toplumların, milletlerin ortak vicdanına dönüşen, adil, paylaşımcı, katılımcı bir yapıyı öngörmektedir. Binlerce yıllık kültür birikimimizle ve 77 yıllık cumhuriyet tecrübemizle, dünyaya bu açıdan bakabilirsek, evrensel bir dönüşümü yakalayabiliriz.

Üzülerek söylüyorum ki, 21 inci Yüzyıla, ne altyapı olarak ne de sosyal ve siyasal yapı olarak giremedik. Birçok ülke, yeni kalkınma projeleriyle, yeni değişim heyecanıyla 21 inci Yüzyılı karşılarken, biz, yüzde 6,4 nispetinde küçülmüş, gelir dağılımında dengesizliği büsbütün artırmış bir ülke olarak 21 inci Yüzyıla girdik; pazar ekonomisine kesinlikle uymayan yöntemlerle, halkımızdan esirgediğimizi batık bankalara peşkeş çekerek girdik. Bütün bunlar, planlı ekonomilerde olmaması gereken şeylerdir. Şimdi, önemli olan şu: Sekizinci Beş Yıllık Plan döneminde de bu tür çarpık uygulamalar olacak mı, olmayacak mı? Olacaksa, niye boşuna plan yapıyoruz.

Değerli arkadaşlarım, kalkınma planlarını uygulayacak olan siyasî kadrolardır. Siyasî kadrolarda yeterli bilgi birikimi, kararlılık ve en önemlisi siyasî ahlak gereklidir. Eğer, bu plan döneminde, siyaset, kendine yapılacak olan siyaset dışı baskılara karşı koyamayacaksa, hatta, bu baskıyı yapanlara ya boyun eğecek ya da işbirliği yapacaksa, sonuç, yine fiyasko olacaktır. (FP sıralarından alkışlar)

Beş yıllık kalkınma planları, sadece bağlı bulunduğu beş yılın hedeflerini ortaya koymakla başarılı olamaz. Biz, Sekizinci Beş Yıllık Plan içerisinde sadece önümüzdeki beş yılın hedeflerini koyarak kendimizi sınırlamamalıyız. Bu beş yıllık uygulamanın önümüzdeki yıllara, en azından cumhuriyetimizin 100 üncü yıldönümü olan 2023 yılına nasıl yansıyacağı yönünde hesaplar yapmak zorundayız. Bu süre içerisinde, dünyanın durağan bir süreçten geçmeyeceğini iyi bilerek, değişen şartlara nasıl paralellik kuracağımızı tespit etmek zorundayız.

Muhterem arkadaşlarım, devletimizin bu yapısıyla bütün bunları gerçekleştiremeyeceğimizi herkes bilmektedir. Herkes bilmektedir de, bu sıkıntıları aşacak adımları atma cesaretini kimse göstermemekte... Galiba, herkes bir şeylerden korkuyor. En önemli işimiz, bu korkuyu yenmektir. Açık ve net olarak söylüyorum, bu yapıyla, bu devlet çarkı yürümez, yürüyemez. Devlet, mutlaka, yeniden yapılandırılmalıdır; adalet sistemimiz, eğitim sistemimiz, sosyal güvenlik sistemimiz, sağlık politikamız, kamu maliyesine ve ekonomiye bakışımız, hukuk sistemimiz, çağın gereklerini içerecek nitelikte yeniden yapılandırılmalıdır.

Değerli arkadaşlarım, 1999 yılı itibariyle okuma-yazma oranı yüzde 85'tir. Yine, 1999 yılı itibariyle okullaşma oranı, okulöncesi eğitimde yüzde 9,8, yükseköğretimde ise yüzde 18,7'dir. Bu rakamlar yüzde 100'lere ulaşmadan çağdaş bir ülke olmamız mümkün değildir. Oysa, biz, bu rakamları yükseltmekten çok, çocuklarımızı hangi kalıba sokacağımızın, hangi kalıba göre insan yetiştireceğimizin telaşına düşmüş durumdayız.

Dünya gençliğini tehdit eden uyuşturucu belası, aynı şiddette, bizim gençliğimizi de tehdit etmeye başladı; bunda, eğitim sistemimizdeki çarpıklığın rolü olduğu kadar, ülkemizin bir uyuşturucu yolunun üzerinde bulunmasının da, elbette, payı vardır.

Geçenlerde, bir bakan, yüzlerce milyon dolarlık uyuşturucu parasından söz etti. Uyuşturucunun, eskortlarla koruma altında pazarlandığından bahsediliyor. Böyle bir ülkenin gençliğini uyuşturucudan korumanın zorluğu ortadadır. Nitekim, uyuşturucu kullanımı, gençlerimiz arasında, büyük şehirlerde yüzde 8 oranına kadar varmıştır. Konuşmakta olduğumuz Sekizinci Kalkınma Planında, ben, gençlerimizi bu beladan kurtarma doğrultusunda ciddî bir teklif, ciddî bir hazırlık göremedim.

Değerli milletvekili arkadaşlarım, gençleri es geçerek, bir ülkenin geleceğine ait planlar yapmak mümkün değildir. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde, uyuşturucuyla mücadele, polisiye bir mücadele değil, bir ulusal mücadele haline getirilmelidir. Artık, millet için şu kadar üniversite açacağım demek yetmemektedir; açacağınız üniversitede gençlerin nasıl yetişeceği, işsiz kalıp kalmayacağı da büyük önem taşımaktadır.

Bence, bu ülkede yapılacak en önemli şeylerden biri de, ekonomiyi egemen rantiyeci sınıfın elinden alıp geniş kitlelere yaymadan, yapılacak hiçbir plan amacına ulaşamaz; işsizlik, açlık, sefalet devam eder durur. Türkiye, acilen -altını çizerek ifade ediyorum- ahlakî temelli ve sosyal donanımlı bir pazar ekonomisine süratle geçmek durumundadır.

Bence, bizim planlayacağımız diğer en önemli bir konu, herkesin ekonomik faaliyetlerde pay sahibi olduğu, siyasî, ahlakî ve sosyal altyapıyı hazırlamaktır.

Muhterem arkadaşlarım, dünyada hiçbir ülkede, Türkiye'de olduğu ölçüde karakteristik özellikler gösteren bir işsizlik durumu yoktur. Mesela, çağdaş ülkelerde entelektüel işsizlik sıfır denecek düzeydedir; yani, çağdaş ülkelerde, üniversiteyi bitirenler, hatta, liseyi bitirenler iş arama durumunda değiller. Bizse, hem gençlerimizin üniversite bitirmesine engeller koyuyoruz hem de onlara iş imkânı sağlamakta, maalesef, acze düşüyoruz. Acze düşüyoruz; çünkü, bu tür sorunlara çağdaş çözümler aramak yerine, toplum mühendisliği projeleri üzerinde çalışıyoruz, sonuçta da, planlar hedefini bulamıyor.

Değerli milletvekilleri, dünyada, yeni ekonomik siyasî güç merkezleri oluşmaktadır. Bu yeni durum, yeni bir tarihî dönemin başladığının işaretidir. Sorun, Türkiye’nin bu yeni tarihî dönemin neresinde yer alacağı sorunudur.

Toplumsal ve ekonomik kalkınmanın temel unsuru insandır. İnsan unsurunu öne almadan, insanın, bireyin özgürlük alanını genişletmeden, ekonomik kalkınmayı sağlamak, uluslararası yarışı kazanmak mümkün değildir. Ekonomik ve sosyal alanda kalkınmanın diğer bir önemli şartı, bireyin toplum içinde kendini güvence içerisinde hissetmesidir.

 Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının eğitim anlayışı içerisinde, bu gerçeklere de yer vermek zorundayız. Özgürlük ve ahlak, toplumsal ve sosyal kalkınmanın biribirinden ayrılmaz dinamikleridir. Çağdaş toplumsal sözleşmeyi ifade eden anayasalar, bu önemli unsurları merkeze oturtan bir anlayış içerisinde hazırlanır; Türkiyede bu anlamda, yeni demokratik ve sivil bir anayasa hazırlamak mecburiyetindedir. Aynı anlayışı, kalkınma planları için de düşünmek, çağdaş bir zarurettir.

Değerli milletvekilleri, bir ülkenin kaynakları ister bol olsun, ister kıt olsun, kaynakların verimli kullanılması, şahısları, şirketleri ve nihayet devlet yönetimindekileri büyük ölçüde alakadar etmiştir ve etmektedir. Diğer yandan, ileride olabilecek hadiseleri, gelişmeleri tahmin etmek veya ileride olunması lazım gelen yerin tespiti ve ona göre önceden tedbir alınması da, benzer şekilde, devlet yöneticilerinin çok yakın ilgi alanındadır. Umut vermek, vizyon göstermek de her siyasetçinin vazgeçemeyeceği bir olgudur.

İşte, bütün bunlar bir araya geldiğinde, planlama fikri ortaya çıkmıştır. Planlar devlet bazında ele alındığında, ideolojiler öne çıkmakta, devletçi görüş veya hür teşebbüs anlayışına göre, planlama fikri ve uygulaması değişmektedir. Devletçilikte merkezî planlama, liberal ekonomide ise yol gösterici planlama ortaya çıkıyor. Bir de karma ekonomideki planlama anlayış ve uygulaması var ki, Türkiye'deki planlama buna en uygun örnektir. Karma ekonomide plan, devlet sektörü için emredici, özel sektör için yol göstericidir. İşte bu anlayış içerisinde Türkiye, 1963 yılından beri planlı ekonomiyi benimsemiş ve 1963-1967 yılları arasında Birinci Beş Yıllık Planı uygulamıştır.

Ben, 1961'den, yani, o dönemlerde "plan mı, pilav mı" tartışmalarının yapıldığı zamandan beri, plan hazırlıklarında bazen şahsen, bazen kurumlarımı temsilen bulundum. Gerçekten de bizdeki plan, özel ihtisas komisyonlarından da istifade edilerek Devlet Planlama Teşkilatı tarafından titiz bir şekilde ve büyük emek vererek hazırlanmaktadır. Tahmin ediyorum, şu gördüğünüz 260 sayfalık Sekizinci Beş Yıllık Plan, bir yılı aşkın bir zaman içerisinde 1 000'in üzerinde bilim adamı, uzman ve bürokratın hazırladığı binlerce sayfalık özel ihtisas komisyonu raporlarının bir nevi muhassalasıdır. Bu konuda emeği geçen, başta Devlet Planlama Teşkilatı mensupları olmak üzere herkese tebriklerimi ve teşekkürlerimi ifade ediyorum.

Bu planda, maalesef, hiçbir siyasî tercih ve öncelik yoktur. Bu planda, bugünkü iktidarın vizyonu yoktur; hatta, bir giriş ve hedefler bile belirtilmemiştir bu Sekizinci Plan teklifinde. Bu planda teknisyenlik vardır, bu hükümetin anlayışı plana intikal etmemiştir. Hükümetin bu planda ilgisinin olmadığının en somut işareti de, işte şu gördüğünüz hükümet sıralarıdır. (FP sıralarından alkışlar)

1960'lı yılların başında 80 ila 100 kişilik olan Devlet Planlama Teşkilatı kadrosu bugün 1 000 kişiye yaklaşmış ve işin enteresan tarafı da, bu büyüme, 1980 yılından sonra olmuştur.

1960'ların karma ekonomi plan anlayışında, maalesef, bir değişiklik, önemli bir değişiklik olmamış, hâlâ, aynı uygulamalar yapılmaktadır. Piyasa ekonomisi seçen Türkiye'de, hâlâ, merkezî planlama, en etkin şekilde uygulanmaktadır. Oysa, piyasa ekonomisini tercih eden Türkiye'nin de planlama anlayışında, Japonya'da olduğu gibi, piyasa ekonomisine uygun bir teşkilatlanma ve buna uygun planlar yapılması gerekmektedir.

Bizim planlarımız, ekonomik ve sosyal kalkınmayı öngörmektedir; ama, bu planlarda, insanı yücelten, insanın moral değerlerini geliştiren bir manevî kalkınma planlama anlayışı, maalesef, yer almamıştır.

Bu planın, Türkiye Büyük Millet Meclisinde ele alınış tarzını da, ben, doğru bulmuyorum, yanlış buluyorum. Bir yıllık bütçeler bile, Plan ve Bütçe Komisyonunda bir ay süreyle en ince ayrıntısına kadar müzakere edilmektedir. Genel Kurulda da en az 10 gün süreyle görüşülmektedir. Bu görüşmelere de, sorumlu olan bütün bakanlar eksiksiz olarak iştirak etmektedirler. Beş yıllık, hatta, yirmiüç yıllık bir dönem için Türkiye'nin geleceğini belirleyen böyle bir planın, toplam bir hafta içerisinde kanunlaşmasını tasvip etmemiz, elbette ki, mümkün değildir; fevkalade yanlış bir tatbikattır, altını çizerek ifade ediyorum.

Planlar böylesine aceleyle görüşüldüğü için, planları, ne hükümetler ne de Yüce Meclisimiz dikkatle inceleme imkânına sahip olamıyor. Nitekim, plan hedefleri ile uygulamaların sonuçları arasında büyük farklar ortaya çıkmakta, bu durum ise, plana olan güveni sarsmaktadır.

Şimdi, Yedinci Beş Yıllık Plan hedefleri ile sonuçlarına baktığımızda, bu sapmaları pek çok yerde görmekteyiz. Misal mi istiyorsunuz; planlarda en önemli göstergelerden belki de birincisi, büyümedir, yani, kalkınma hızıdır. Yedinci Plan döneminde, beş yıllık ortalama büyüme yüzde 5,5 ilâ yüzde 7,1 olarak hedeflenmişken, gerçekleşme, maalesef, yüzde 3,3 olmuştur; kişi başına millî gelir 3 500 dolar civarında öngörülmüşken, 3 000 dolar bile zor bulunmuştur; gelir dağılımında düzelme olacak denilmiş, tam zıddına, daha da bozulma olmuştur; işsizlik azalacak denilmiş, işsizlik artmıştır; devlet küçülecek denilmiş, büyümüştür; eğitim, yönlendirici 5+3 şeklinde olacak denilmiş, tam bunun tersi, kesintisiz eğitim haline dönüştürülmüştür; meslekî eğitime, çıraklık eğitimine özel önem verilecek denilmiş, çıraklık okulları kapatılmış, meslek okullarına teşvik olunacağına, köstek olunmuş, bu öğrencilerin üniversiteye girişleri zorlaştırılmıştır; bu arada, Türkiye enerji sıkıntısını atlatacak denilmiş; ama, Türkiye karanlıklara itilmiş, elektrik kesintileriyle, fabrika ve işyerleri felce uğratılmıştır. Daha bunların sayılarını artırmak mümkündür; ama, bütün bunların suçunu, günahını plana yüklemek, elbette ki doğru değildir. Planlar yazılı metinlerdir; onlara hayatiyet veren, planı uygulayanlardır; yani, hükümetlerdir.

Nitekim, Sekizinci Plan, durum değerlendirmesi yaparken, Yedinci Planı yönetenlerin, hükümetlerin karnesi haline dönüşmüştür. 1996-1997 yıllarına dikkat çekilerek, âdeta, 54 üncü hükümetin uygulamadaki başarılarını vurgulamaktadır bu plan teklifi.

Mesela, 1996-1997 yıllarında, benim de içinde bulunduğum 54 üncü hükümette, 1996'daki yüzde 7,1 ve 1997'deki yüzde 8,3 büyümelerle, iki yıllık ortalama yüzde 7,7 olmuşken, 1999'da eksi yüzde 6,4'lük küçülmeyle 55 yılın küçülme rekoru kırılmış ve fert başına millî gelirde, 1998'de 3 244 dolardan 2 878 dolara, yani 1992 yılların seviyesine inilmiştir.

Değerli milletvekilleri, Türkiye planlı dönemde elbette önemli mesafeler kat etmiştir; ama, bu aldığımız mesafeyi kendi içimizde değil uluslararası arenada değerlendirmek mecburiyetindeyiz. Mesela, 1963 yılında, yani Birinci Beş Yıllık Planın ilk yılında Güney Kore'nin fert başına millî geliri sadece 135 dolar, Portekiz'in fert başına millî geliri 317 dolar, Türkiye'nin fert başına millî geliri ise 236 dolardı. Yani, bu ülkeler arasında gelirler neredeyse aynı seviyedeydi; ama, 1997'ye gelindiğinde Güney Kore'nin millî geliri 9 500 dolara, Portekiz'in millî geliri 9 800 dolara, Türkiye'nin ise 3 100 dolara çıkmıştır.

Bakınız, bizimle beraber zenginlik yarışına çıkanların geliri bizden üç misli fazla olarak artmış durumdadır.

Bize benzeyen İtalya'yı da bir gözden geçirelim. Kaynakları bizim kadar değil İtalya'nın. İtalya'nın 1963'te fert başına millî geliri 841 dolardı; bizim -hatırlayacaksınız- 236 dolar. Yani, İtalya, o dönemde bizim üç mislimiz gelire sahipti. 1997'de İtalya'nın millî geliri 19 700 dolara çıkarken bizim millî gelirimiz hâlâ 3 100 dolar bile değil, aşağıya düştü. Yani, İtalya şu anda bizim altı mislimiz gelire sahiptir.

Benzer karşılaştırmaları diğer göstergelerle de yapabiliriz. Mesela, 1960'ta Güney Kore'nin ihracatı 33 milyon dolar, bizimki ise 321 milyon dolardı. Yani, ihracatımız, o dönemde fakir, bizden küçük, imkânları bizim kadar olmayan Güney Kore'nin on misliydi. Gelelim 1997'ye. Bizim ihracatımız 32 milyar dolar, Güney Kore'ninki ise 140 milyar dolar; yani, bizim 4,5 mislimiz.

Şimdi düşünelim, bizim neyimiz eksik muhterem arkadaşlarım; bana göre hiçbir şeyimiz eksik değil; eksik olan, sadece yönetimdeki başarısızlıktır. Evet, bu başarısızlık, böylesine üzücü bir sonuç veriyor.

Muhterem arkadaşlarım, planla ilgili olarak genel değerlendirme yaparken, bu konuşmamın sonunda -hükümet sıraları boş; ama, Sayın Hükümet Temsilcisi orada- hükümete önemli bir soru yöneltiyorum: Türkiye'nin ekonomi ve sosyal yönetimini IMF'ye teslim ettiniz; buna mukabil, önümüze getirdiğiniz Sekizinci Plan teklifi var; ancak, IMF'ye taahhüt ettiğiniz bazı konularla, planda ortaya koyduğunuz bazı konular birbirleriyle çelişmektedir. Bu önümüzdeki dönemde tatbikatınızı IMF'ye göre mi yapacaksınız, yoksa, eğer, bu Yüce Meclis, bu Sekizinci Planı tasdik ederse, bu Sekizinci Plana göre mi uygulama yapacaksınız? Bunun cevabını aziz milletimiz sizden bekliyor.

Sayın milletvekili arkadaşlarım, bu bölümde, ekonomimizle ilgili olarak bazı önemli hususlara değinmek istiyorum. İlk olarak da tarım hakkında bazı görüşlerimi açıklamak istiyorum.

Dünyadaki bütün ülkeler, bilhassa gelişmiş ülkeler, tarım ürünlerinin stratejik ehemmiyetini bildiklerinden, tarımla uğraşanlara, yani çiftçilerine büyük destek vermektedirler. İki gün evvel Sayın Tarım Bakanı hakkında verdiğimiz gensorunun müzakeresi sırasında bu konu üzerinde çok duruldu ve önemli rakamlar da verildi. Ben, bu rakamlara girecek değilim.

Ülkemizde, 1999 yılında, çalışan nüfusun yaklaşık yüzde 45'i tarımla geçinmektedir; yani, 20,4 milyon istihdamın 9,5 milyonu tarımda; bu kesim, millî gelirin de takriben yüzde 15'ini alıyor. Daha peşinen görülüyor ki, tarım kesiminde çalışanlar, millî gelirden, haksız bir şekilde, düşük pay almaktadırlar. Oysa, gelişmiş ülkelerde, biliyorsunuz, Amerika Birleşik Devletlerinde ve Avrupa Birliğine bağlı  ülkelerde, tarımda çalışanların nüfusu yüzde 2-3 civarında. O halde, istihdam için, gelir dağılımındaki adalet için, iç göçü önlemek için, sosyal maliyeti düşürmek için, stratejik tarım ürünlerinin korunması için, tarımda sübvansiyon şarttır.

Hal böyle olunca, bakalım, dünyada ve bizde tatbikat nasıl oluyor? İşte, elimde Meclis tarafından hazırlanmış bir çalışma, bir etüt var. Bu araştırmaya göre, 1997 yılında, Amerika Birleşik Devletlerinde tarıma yapılan destek, 23 milyar dolardır muhterem arkadaşlarım. 15 Avrupa Birliği ülkesinde ise, destek, 73 milyar dolardır. Peki, Türkiye'de ne kadar; 5 milyar dolar olduğu söyleniyor.

Amerika Birleşik Devletlerinde çiftçi başına 5 000 dolar destek verilirken, Avrupa Birliğinde, yaklaşık 7 000 dolar destek veriliyor. Türkiye'de ise verilen destek, çiftçi başına sadece 150 dolardır muhterem arkadaşlarım. Durum bu iken, şimdi bu hükümet, 5 milyar doları 1 milyar dolara indiriyor, yani çiftçi başına 150 dolarlık sübvansiyonu da 30 dolara indiriyor. Buna söylenecek bir tek söz var, el insaf, el insaf!.. (FP sıralarından alkışlar)

Bu yanlış tutumla pamukçuluk öldü Türkiye'de, hayvancılık öldü, fındıkçılık, çaycılık can çekişiyor, şimdi de buğdaycılığı öldüreceksiniz.

Şimdi gelelim şu IMF niyetli buğday fiyatınıza; buğdaya, kilo başına, ortalama 102 000 lira verdiniz. "Bunda da dünya fiyatlarını dikkate aldık" dediniz, Şikago borsasındaki fiyatlardan bahsettiniz. Ben şimdi size soruyorum: Amerika Birleşik Devletlerinde tarım girdilerinin fiyatını da biliyor musunuz? Amerika'da 1 litre mazot, 100 000 lira civarındadır; Türkiye'de 440 bin lira. Amerika'da gübrenin fiyatı, Türkiye'deki gübre fiyatının, neredeyse, yarısıdır. Aynı şekilde, elektrik fiyatı da, Türkiye'deki elektrik fiyatının yarısı kadardır. Demek ki, yanlış kabuller üzerine fiyat tespiti yapıyorsunuz.

Muhterem arkadaşlar, buğday deyince, bir hususu özellikle Muhterem Heyetinize arz etmek istiyorum: Türkiye'de tarım arazisinin toplamı, 28 milyon hektardır; bunun ancak 8,5 milyonluk hektarı, teknik ve ekonomik bakımdan sulanabilir karakterdedir. Ancak, şu anda, Devlet Su İşleri veya Köy Hizmetleri veya mahallî sulamalarla Türkiye'de sulanan arazi miktarı 4 ilâ 4,5 milyon hektar civarındadır. Demek ki, şu anda, Türkiye'de buğday üretimi, kuru ziraat şartlarında yapılıyor. Peki, bu kuru ziraat şartlarında iklim durumu nedir; buraların yüzde 90'ında yıllık yağış 300 ilâ 400 milimetre civarındadır. Siz, bu şartlar içerisinde buğday üretiyorsunuz; yani, iklim şartınız müsait değil. Köylü fakir, yeterince gübre kullanamıyor; ondan sonra da, düşük verim oluyor;  "efendim, düşük müşük ben anlamam; ben, dünya fiyatlarına bakarak, buğday fiyatlarını tespit ederim" diyorsunuz; bu, Türkiye gerçeklerine uygun değil muhterem arkadaşlarım. Onun için, 102 000 lira yanlıştır; kaldı ki, yapılacak gerçekçi hesaplamalara göre, köylüye verilecek en düşük fiyat       130 000 lira civarındadır. Ancak, maalesef, bu rakam verilmiyor.

Şimdi,size şöyle bir hesap da yapmak istiyorum: Muhterem arkadaşlarım, Toprak Mahsulleri Ofisi  bazı seneler 5 milyon ton civarında buğday alıyor. Diyelim ki, 102 000 lira ile 130 000 lira arasında 30 000 lira fark var; yani, hükümet insafa geldi, köylü vatandaşlarımıza, buğdaycılara ilave 30 bin lira verdi; peki, bu toplam 5 milyon ton karşılığında ilave ne ödemiş olacak; 150 trilyon lira; yani, 240 milyon dolar. Siz, bir gecede, 5 aileye 5 milyar doları veriyorsunuz, banka sahiplerini kurtarıyorsunuz, bunun yüzde 5'i olan bir miktarı, 20 milyon insanımıza çok görüyorsunuz. (FP sıralarından alkışlar)

Muhterem arkadaşlarım, faize ödenen miktarlar için, kamuoyu duysun diye, şu rakamları veriyorum : Biz, şu anda faize günde, 80 trilyon ödüyoruz; saatte 2,3 trilyon ödüyoruz. Ben, burada 1 saat konuşacağım, o konuşmanın sonunda, faizcilere 2,3 trilyon ödenmiş olacak. Evet, diyorum ki, eğer, siz, iki günlük faiz miktarını buğdaycılarımıza ödeseniz, 130 000 lirayı çok rahatlıkla ödeyebilirsiniz.

Onun için, diyorum ki, bu nasıl yönetim anlayışıdır, bu nasıl adalet anlayışıdır, bu nasıl halkçılık ve milliyetçilik anlayışı? (FP sıralarından alkışlar) Sizi, millete şikâyet ediyorum, bundan sonra da şikâyetimi edeceğim.

Pancara da kota koydunuz. Niçin; "şekerimiz fazladır"diye. Türkiye ne kadar şeker üretiyor; en çok, 2 milyon ton. Peki, Fransa, Türkiye'den daha küçük, daha da zengin, ne kadar şeker üretiyor; 5 milyon ton. Peki, fazla olan 3 ilâ 3,5 milyon ton şekeri Fransa ne yapıyor; işte, kapı komşumuz, İran'a, Irak'a ve Suriye'ye satıyor.

Muhterem arkadaşlarım, ama, siz, pancar çiftçisini de korumuyorsunuz ve böylece, buğday çiftçisini de, pancar çiftçisini de öldürüyorsunuz.

Muhterem arkadaşlarım, bu vesileyle, bu pancar denilen bitkinin önemini de Muhterem Heyetinize özellikle ifade etmek istiyorum.

Muhterem arkadaşlarım,  yüksek kotlarda, yani, yaylalarda, platolarda üretilebilecek tek sınaî bitki, pancardır; öbür sınaî bitkileri üretemezsiniz. Mesela, Erzurum yaylasında pamuk üretilemez, üretilecek tek sınaî bitki pancar. Bu pancar sayesinde, Türkiye'ye teknik ziraat girmiştir, sulama kültürü girmiştir, gübreleme kültürü girmiştir ve pancar ekilen yerlerde hayvancılık gelişmiştir; öylesine önemli bir mahsul cinsidir.

Muhterem arkadaşlarım, ancak, bu koyulan kotalarla ve uygulanacak olan politikalarla -ki endişe ediyorum, bu önümüzdeki günlerde pancar fiyatları da ilan edildiğinde- artık, köylümüz pancar ekmeyecek. Böylece, Türk çiftçisine vermediğiniz paraları, elin, yabancının çiftçilerine vereceksiniz.

Muhterem arkadaşlarım, ülkemizde, gelir dağılımında da büyük adaletsizlikler var. Nüfusun en zengin yüzde 20'si, millî gelirin yüzde 57'sini alıyor; bu grupta, fert başıda millî gelir 8 000 dolar civarında. Nüfusun en fakir yüzde 20'si ise, millî gelirin sadece yüzde 5'ini alıyor; bu grupta, fert başına yıllık millî gelir ise 700 dolar civarında. Bu oran gittikçe bozulmakta, zengin daha zengin olmakta, fakir daha da fakirleşmektedir. Yoksulluk sınırının altındaki nüfusumuzun sayısı da her geçen gün artıyor ve aşağı yukarı 15 milyona yaklaşmış durumdadır.

Bu arada, ülkemizin değişik bölgelerinde, kalkınma açısından da büyük farklılıklar, büyük uçurumlar, dengesizlikler vardır. Bu dengesizlikleri gidermek üzere "kalkınmada öncelikli yöreler" diye belirlenen yerlere özel teşvik tedbirlerinin uygulanma kararı alınmıştır. Ancak, otuzyedi yıllık planlı kalkınma dönemine rağmen, bu bölgeler arasındaki kalkınmışlık farklılıkları yeterince azaltılamamış, giderilememiştir; hatta, bölgeler arası gelişmişlik farkı gittikçe de artmaktadır.

Gelişmişlik ile sanayileşme, neredeyse eş anlamlıdır. Nitekim, sanayimizin en geliştiği Kocaeli, fert başına millî gelirde en yüksek payı almaktadır. 1998 yılında, Kocaeli'nde kişi başına millî gelir 7 500 dolardı; ama, Muş'ta 828 dolar, Ağrı'da 827 dolardı.

Gelişmiş illere çok sınırlı teşvikler verilmesine rağmen, bütün önemli yatırımlar, önemli sanayi yatırımları hep bu gelişmiş bölgelere gitmekte; dolayısıyla, bu bölgeler daha da zenginleşmekte ve bunun sonunda, çok sayıda, anormal ölçüde göç almaktadırlar. Bu da, millî ekonomimizi tahrip etmekte, sosyal patlamalara zemin hazırlamaktadır.

Geri kalmış bölgeler arasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun çok özel bir yeri vardır. Çok çeşitli faktörlerin etkisiyle geri kalmış olan bu bölgelerimiz, uzun yıllar süren terör olayları sebebiyle daha da geri duruma düşmüşlerdir. Köyler ve mezralar boşaltılmış, köyünde evi, tarlası, hayvanı olanlar, büyük şehirlere göç etmiş, fukaralaşmış, tam anlamıyla yoksulluğun içerisine düşürülmüşlerdir.

Doğu Anadolu'ya ait şu göstergeler, bu bölgedeki ekonomik çöküntünün mertebesini açıkça göstermektedir: Doğu Anadolu'da, toplam nüfusumuzun onda 1'i, yani, yaklaşık 6,5 milyon vatandaşımız yaşamaktadır. Hal böyleyken, Doğu Anadolu'daki toplam banka mevduatı, Türkiye toplam mevduatının sadece yüzde 1,5'idir. Doğu Anadolu'daki traktör sayısı, Türkiye toplam traktör sayısının yüzde 4'üdür; 1999 yılında alınan teşvik belgelerindeki yatırım bedeli, Türkiye'deki toplam yatırım bedelinin sadece yüzde 2,2'sidir; 1998 yılı kamu yatırım harcamalarının toplam kamu yatırım harcamaları içindeki yeri de yüzde 3,5'tur. Doğu Anadolu'nun kredi payı ise, sadece yüzde 2,56'dır. Aşırı derecede artan nüfus -nereden artıyor; göç sebebiyle- büyük şehirlerimizi, âdeta yaşanamaz hale getirmiştir; belediye hizmetleri bakımından bu belediyeler, acze düşmüşlerdir.

Terörle mücadelede alınan başarılı sonuçların ardından, bu bölgelere ekonomik ve sosyal kalkınmayı sağlayacak projeler uygulanmalıdır.

Yıllardan beri, her hükümet, Diyarbakır'a gidiyor, ardından bir ekonomik paket açıyor ve ardından da çeşitli vaatlerde bulunuyor; ama, bugüne kadar, bu paketler, maalesef, hep sözde kalmıştır. Bu bölgelerimize yeterli ekonomik destek, mutlaka verilmelidir.

Altını çizerek, önemine binaen şu hususu arz ediyorum: Köye dönüş ve rehabilitasyon projesi, bu yaz içerisinde, mutlaka uygulamaya koyulmalıdır. (FP sıralarından alkışlar) Bu köye dönüş projesi, dönülecek köyün altyapısının, eğitiminin ve sağlık tesislerinin yapılmasını ve dönüş yapacakların üretici hale getirilmesini mutlaka temin edebilmelidir. Bu bölgelerde, artık, olağanüstü bir yönetim şeklinden normal yönetime dönülmelidir.

Güneydoğu Anadolu'da uygulanan GAP benzeri bölgesel kalkınma projeleri, Orta Anadolu, Doğu Anadolu ve Doğu Kardeniz Bölgelerinde de uygulanmalıdır.

Saygıdeğer milletvekilleri, ülkemizde kamunun, yani, devletin gelirleri ile giderleri arasındaki fark gittikçe artmaktadır. Bu açığı kapatmak için devlet, 1980'lerden itibaren sürekli borçlanmakta, borcunu ödeyebilmek için tekrar borçlanmakta, bir taraftan da, vatandaşa vergi üzerine vergi yüklemektedir.

1981'de 1 trilyon olan içborç stoğu, 2000 Mayıs ayında 30 katrilyona çıkmıştır. Ödenen faizler de sürekli artmaktadır. Muhterem arkadaşlarım, 20 senede ödediğimiz faizlerin tutarı 130 milyar doları bulmuştur. Faizlerin bütçe içerisindeki payı ise, son üç senede daha da artmış ve devletin vergi gelirleri faizleri karşılamaya artık yetmemektedir.

1997 yılında, faizlerin bütçe içerisindeki payı yüzde 28'iken, bu oran, 1999 yılı sonunda yüzde 42'ye çıkmış, 2000 yılı bütçesinde ise, yüzde 56 olarak öngörülmüştür.

2000 yılının ilk beş ayının bütçe uygulamaları neticelerine bakalım. Mayıs 2000 sonu itibariyle, bütçe harcamaları, 20,5 katrilyon, faiz giderleri ise, 11,7 katrilyon; yani, toplam harcamaların yüzde 57'si faize gitmiş durumdadır. Diğer yandan, mayıs sonu itibariyle, vergi gelirleri toplamı, 10,2 katrilyon olmuş, faize giden para da 11,7 katrilyondur; yani, 65 milyon insandan toplanan gelirler 250-300 aileye ödenen faizleri bile karşılamamaktadır. Devlet, bu faizi ödeyebilmek için, başka kaynaklara müracaat etmiştir. Devlet, yıllardan beri, binbir müşkülâtla edinilen milletin mallarını satarak, millete değil, işte, bu faizcilere, rantiyeye ödemiştir.

Şu beş aylık uygulamalarla, devletin ödediği faizle ilgili olarak, gelin sizinle bir hesap yapalım: Devlet, her ay, otuz günde -biraz evvel de ifade ettim- 2,4 katrilyon, hergün 80 trilyon, her saat 3,3 trilyon, her dakika ise 55 milyar lira faiz ödüyor.

Bir şeye dikkatinizi özellikle, çekmek istiyorum: Geçen yıl, Sayın Başbakan, Sayın Ecevit, güneydoğu için bir paket açıklamıştı Diyarbakır'da. Bütün güneydoğu için hazırlanan bu paketin tutarını bilmem hatırlıyor musunuz? Hani, gerçekleşmeyen paketin tutarı?!.  Ben hatırlatayım: Sadece, 40 trilyon lira. Peki, bir günlük faizin tutarı ne? 80 trilyon lira. Yani, yarım günlük faizi, milyonlarca insanımıza ayırdığınızı, gittiniz açıkladınız; dediniz ki: "Bakın, biz, ne büyük imkânlar getiriyoruz." Böylece, umut dağıttınız; ama, yarım günde 40 trilyonu bir avuç mutlu azınlığa ödeyişinizi gözden uzak tuttunuz.

Evet, muhterem arkadaşlarım, bu böyle gitmez, böyle götüremezsiniz. Mazlum ve fakir insanların üzerinde âbâd olunmaz; halkçılık, solculuk, milliyetçilik bu değildir. (FP sıralarından alkışlar) Bu, eş dost ve ahbap çavuş kapitalizmidir. Komünizm, nasıl, insanı devlet adına sömürdü; sömürdü ama, sonu gelmedi, yıkılıp gitti. Bu tekelci vahşi kapitalizm de, halkı sömürüyor, halka zulüm yapıyor.

Değerli milletvekilleri, Komünist Sovyetler Birliği, koskoca bir imparatorluk idi, bir ucundan bir ucuna saat farkı tam 11 saat idi, böylesine büyük bir ülke, uçsuz bucaksız bir ülke, zengin yeraltı ve yerüstü kaynakları var, namütenahi nehirleri, ormanları, boru hatları, insan kaynakları, teknolojik seviye bakımından da -evet, Rusya, Amerika Birleşik Devletlerinden önce uzaya gidebildi- gelişmiş; peki, niçin intihar edercesine bu imparatorluk yıkıldı; kurulurken milyonlarca insanın ölümü ve gözyaşları üzerine kuruldu da ondan. (FP sıralarından alkışlar) 70 yılda milyonlarca insanın ölümüne, milyonlarca insanın ıstıraplarına sebep oldular. Sebebi basit, adında "cumuhuriyet" bulunduğu halde, demokratik olamadı, insanı devlete köle etti, düşünce ve ifade hürriyetini tanımadı, inanç ve vicdan hürriyetine, insan haklarına saygı duymadı, teşebbüs hürriyetine müsaade etmedi, hukuku, keyfîlikle uyguladı, sonra da yıkılıp gitti.

Şimdi, benzer uygulamaları, çok olmasa bile, Türkiye'de de görüyoruz. İnsan hakları baskı altında, ifade hürriyeti yok, siyasetçi, yazar, düşünür, gazeteciler hapse konulabiliyor. Dernekler, vakıflar baskı altında. Sayın Cumhurbaşkanının ifadesiyle, tam bir polis devleti tatbikatı. Teşebbüs hürriyeti, birileri için var, Anadolu sermayesi ve KOBİ'ler için yok. Yabancı sermaye için, Türkiye'nin en iyi yerinde, en iyi arazisi tahsis edilebiliyor. Sayın eski Cumhurbaşkanımız da "Çankaya arazisini de bu proje için veririm" diyor; ama, Anadolu'nun garip insanlarının alınteriyle kazanılmış bir KOMBASSAN'a teşvik belgesi bile verilmiyor; "git, Çin'e, Amerika'ya yatırım yap; ama, Türkiye'de sana hayat hakkı yok" denilebiliyor. Bir sigorta şirketi kurucuları, gece yarısı, caniler, teröristler gibi evlerinden alınıyor; ardından mahkemede beraat ediyorlar; ama, bu Dost Sigorta Şirketine hâlâ müsaade edilebilmiş değil. Kebapçı, manav, sanayici, renklerine göre sınıflara ayrılabiliyor; ondan sonra da "neden Kore'den ve Yunanistan'dan geri kaldık" diye soruluyor muhterem arkadaşlarım.

Muhterem arkadaşlarım, bana tahsis edilen süre 1 saat. Bu arada, tabiî, ülkenin pek önemli konuları var, bunları da gündeme getirmem icap ediyordu; ancak, bu 1 saati elbette aşmak istemiyorum. Bu itibarla, özellikle sosyal meselelerden, eğitim, sağlık, çevre meselelerinden ve dışpolitikadan, özellikle Avrupa Birliğiyle olan ilişkilerimizden bahsetmeme imkân kalmıyor. Bu itibarla, şimdi, konuşmamı şu görüşlerimle tamamlamak istiyorum.

Sayın milletvekilleri, Türkiye, tarihi şerefle dolu, muhteşem bir imparatorluğun vârisidir. Bölgenin her zaman en hatırlı ve en büyük gücü olmuştur. Gelin, görün ki, ne bu tarihî mirasımızdan yararlanmaktayız ne de bulunduğumuz coğrafyanın imkânlarından. Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının dışpolitikayla ilgili bölümü daha çok bir durum değerlendirmesi şeklindedir, genel ifadelerle çizilmiş bir tablo arz etmektedir. Hedefler ve tahminler bölümünde izah edilen hususlar ise, daha çok ekonomik çıkarlar çerçevesinde düşünülmüştür, politik bir planlama ifadesi görülmemektedir.

Dışpolitikayla ilgili olarak kısaca şu soruları soruyorum: Bugün, uluslararası anlaşmalara göre silahsız olması icap ederken, silahlanmış olan Ege adalarının konumu, Ege karasularımızın durumu ile Kıbrıs Adasında, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin geleceği konularında neler planlanmaktadır?

Helsinki Zirvesi ve adaylığa kabul kararından bu yana ısrarla sorulan bu konular, henüz, aydınlığa kavuşmadığı gibi, ne plan yapıldığı da, bu Planda net olarak cevaplandırılmamıştır.

Aynı derecede mühim olan Kuzey Irak Bölgesindeki gelişmeler ve sınır boyumuzdaki durum hakkında veya o bölge ve genelde Ortadoğu'ya yönelik bir plan eksikliği de söz konusudur.

En büyük enerji geçiş hatları üstünde olmasına rağmen, acaba, Bakû-Ceyhan hattı gerçekleşebilecek mi gerçekleşmeyecek mi, yoksa bir hayalden mi ibaret kalacak bunun da net olarak Planda yer alması temenni edilirdi.

Ortaasya cumhuriyetleriyle olan on yıllık bir ilişki ve gayretten sonra, şu sıralarda Rusya Devlet Başkanı Putin'in girişimleriyle, Rusya, o yerlere yeniden nüfuz kazanmaya başlamıştır. Türkiye'nin, net olmayan, oyalayıcı ve büyük hatalar yapan dış politikası yüzünden, Ortaasya cumhuriyetleri, politik olarak, neredeyse tamamen kaybedilmek üzeredir.

Değerli milletvekili arkadaşlarım, yeni teknolojik gelişmelerle ve özellikle iletişim devrimiyle, şimdi, gözler, 21 inci Yüzyıla çevrilmiş durumdadır. Düşünceden bilime, teknolojiden ekonomiye ve siyasete, dünya yeniden kuruluyor. İnsanlık, daha adil, daha uygar bir dünya arayışına girmiştir.

Dünya ekonomisinde ve siyasetinde oluşan bu yeni dengeler, umutları olduğu kadar, kuşku ve endişeleri de beslemektedir.

Bütün bu dengeler oluşurken, Türkiye, içine kapalı, kendi kabuğunda bir ülke olarak kalmaya devam edemez. Soğuksavaş dönemi mantığıyla, başka güçlerin tekelinde olan dış politika kavramlarıyla artık yürüyemez. Bu milletin sorumluluğunu üzerine alıp, yetkiyi IMF'ye veren siyasal zihniyetlerle, bu ülke kendini kurtaramaz. Önemli bütün kararların, uluslararası birtakım merkezlerin belirleyeceği politikalara göre alındığı bir ülke olma konumuna daha fazla tahammül edemez. Kendi bürokratik yapısı ile uluslararası güçlerin çıkarları arasında sıkışıp kalamaz. Türkiye, geliştireceği esnek ve çok alternatifli stratejilerle dünya siyasetine ağırlığını koymak mecburiyetindedir. Jeopolitik imkânlarımız, uluslararası ekonomik ve siyasî ilişkilerde dinamik bir şekilde kullanılmalıdır. Türkiye, güçlü bir ülkedir; bütün dünya bu gücün farkındadır; yazık ki, bütün dünyanın farkında olduğu bu gücümüzün biz farkında değiliz. Biz, bizim devlet adamlarımız, bizim siyasî elitimiz bu gücün farkına varır da etkin olarak kullanmaya başlarsak, hem Türkiye kazanacaktır hem dünya kazanacaktır. Bu gerçek, Türkiye'ye düşmanca bakanların korkulu rüyasıdır.

Yeni kurulmakta olan uluslararası yapılanmanın en katı çelişkileri ve belirsizlikleri, Türkiye'nin içinde bulunduğu stratejik kuşak üzerinde cereyan etmektedir. Nitekim, Avrupa Birliği, bu endişeyle, Türkiye'yi, yeni kurduğu Avrupa savunma ve güvenlik kimliğinin dışında tutmuştur. Türkiye en önemli üyelerinden biri olduğu halde, Türkiye'nin, NATO'da bu konularda karar mekanizmasında yer alması istenmedi. Bütün bunların sıradan politikalar olmadığını görmek mecburiyetindeyiz.

Görmek zorunda olduğumuz bir diğer konu, Yugoslavya ve Karabağ krizlerinin önümüze koyduğu gerçektir. Bu gerçek, uluslararası anlaşmaların sınırları garanti etmediği gerçeğidir.

Bütün bu gerçeklerin ışığında, altını çizerek söylemek istediğim gerçek, milletimizin ve devletimizin geleceği açısından önemli ve vazgeçilmesi mümkün olmayan bir gerçektir; bu gerçek, Misakımillînin, namusumuz olduğu gerçeğidir. (FP sıralarından alkışlar) Geleceğimize bu ölçü içinde bakmaktan vazgeçemeyiz; hiçbir gelişmeye, bu gerçeği feda edemeyiz; hiçbir şekilde bu gerçeği tartışmayız, tartışılmasına da müsaade etmeyiz. Açıktır ki, Türkiye, ortaya çıkan yeni uluslararası konjonktürü, bu açıdan değerlendirecektir. Alacağı yeni konum, bu değerlendirmeler ışığında olacaktır. Türkiye'nin bu yeni konumda üstleneceği uluslararası rol, ülkeiçi siyasî, ekonomik ve kültürel parametrelerin göz önüne alındığı bir yenilenme süreci içinde olmalıdır. Bu süreçte Türkiye, demokratik gelişimini, Kopenhag Kriterlerine uyumunu sağlamalı, insan hakları, fikir ve düşünce özgürlüğü açısından eksikliklerini mutlaka gidermelidir. Fert başına millî gelirde Avrupa Birliği ülkelerini yakalamak zor ve imkânsız bir hedef değildir. Yeter ki, devlet olarak, şu, vur kaç zihniyetine karşı, devlete yakışır bir tavır içerisinde olalım; yeter ki, millet olarak, kendimize, kendi değerlerimize yeniden sarılalım. Bu, aynı zamanda, evrensel değerleri yakalamanın da tek ve vazgeçilmez yoludur.

Bu duygularla, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının, memleketimize, milletimize hayırlı olmasını yürekten temenni ediyor ve Muhterem Heyetinizi saygıyla selamlıyorum. (FP sıralarından ayakta alkışlar; DSP, MHP, ANAP ve DYP sıralarından alkşılar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Genel Başkan.

Değerli milletvekilleri, biraz önce, konuşma sıralarını arz etmiştim.

Şimdi, yine, Fazilet Partisi Grubu adına, Ankara Milletvekili Sayın Cemil Çiçek; buyurun efendim. (FP sıralarından alkışlar)

Sürenizi, diğer iki arkadaşınızla birlikte, 20'şer dakika olarak kullanacaksınız herhalde.

Buyurun efendim.

FP GRUBU ADINA CEMİL ÇİÇEK (Ankara) – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının bugünkü programdaki bölümleriyle ilgili olarak düşüncelerimizi ifade etmek üzere huzurunuzdayım; bu vesileyle, hepinizi saygıyla selamlıyorum ve bu müzakerelerin, milletimiz için hayırlı olmasını temenni ediyorum.

Bir siyasî iktidarın, siyasî heyetin, Yüce Meclise sunduğu pek çok tasarı vardır; ancak, bu tasarılar içerisinde 3 tanesi özel önem ifade eder. Bunlardan bir tanesi o hükümetin programıdır, ikincisi kalkınma planlarıdır, üçüncüsü de bütçe tasarılarıdır.

Dolayısıyla, bugün müzakeresine başladığımız Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının, bu hükümetin felsefesini anlamak, meselelere nasıl baktığını tespit edebilmek bakımından özel bir önemi var; çünkü, bu planlar vesilesiyle, geçmiş beş yıllık icraatlar ve gelecek beş yıl konuşulur.

Bu planlar teknik belgelerdir; ama, bir siyasî heyet tarafından tercihler ve hedefler orta yere konulduğu için, aynı zamanda, bir siyasî belgedir.

Bu siyasî belgeye bakarak, işbaşında bulunan iktidarın dostları kimlerdir, ülkenin kaynaklarını önce kimlere tahsis ediyor, öz evlat muamelesi gören sektörler, üvey evlat muamelesi gören kesimler nelerdir, yine bu metinlerden anlamak mümkündür.

Bu metinler, aynı zamanda, geleceği bugünden düşünen ve onu programlayan metinlerdir. Dolayısıyla, bu metinlere bakarak, işbaşında bulunan siyasî iktidarların, dünya ve Türkiye gerçeğini, olup bitenleri nasıl gördüğünü, bu değerlendirmelerinde bir göz hatası var mı, miyop mu ya da hipermetrop mu ya da astigmatı var mı yok mu, yine bu metinlerden anlayabilirsiniz. Hatta, bir adım daha ileri giderek, siyasî açıdan IQ'sunu da bu metinlerden görme imkânınız vardır. Dolayısıyla, Sekizinci Beş Yıllık Planı değerlendirirken, bu açıdan bakmakta fayda var.

Yine bu metinlere bakarak -plan dediğimiz şey, gerçekten, özellikle Sekizinci Beş Yıllık Plan- hızlı, adil ve dengeli bir kalkınmayı ne kadar gerçekleştirecek, buna ne kadar aracıdır, ülkenin iktisadî imkânlarını sosyal meselelerin çözümünde ne ölçüde kullanıyor, bunu da görmek mümkün.

Türkiye, bugüne kadar, yedi plan dönemini geride bıraktı, sekizincisini burada müzakere ediyoruz; ama, çok samimi olarak, bir tespit anlamında ifade ediyorum: Ben, bu planların bazılarının müzakerelerinde, bu Mecliste bulundum. Bugünkü kadar heyecansız, ilgisiz bir plan müzakeresinin olduğuna hiç şahit olmadım. Her defasında, mutlaka, parti genel başkanları gelir, bu müzakereleri takip eder; özellikle başbakan ve hükümet, yurtdışı seyahati yapanlar dışında, gelir, burada, ilgiyle izler; varsa söylecekleri, bunları, burada ifade eder; milletvekilleri de tam kadro gelirdi. Şimdi, çok açık ifade etmemiz lazım ki, belli oylamalarda tam kadro gelen iktidar mensupları, vardiya usulü gelseydi, dün, bu Meclis açılırdı ve burada, bu müzakereyi yapardı. Vardiya usulü dahi, bu Meclisin iktidar kanadı çalışmıyor. Kendisinin ilgi göstermediği bir plana, muhalefetten ilgi beklemek, bunu önemsemek doğru da olmaz. Dolayısıyla, bu plan, toplumda bir ilgi odağı olmamıştır. Geçmiş plan müzakerelerini hatırlayın, Meclise sunulduğu günden itibaren, gazete köşelerinde sayısız makale yazılır; planla ilgili, plan hedefleriyle ilgili taştışmalar açılırdı. Eğer, farklı şey söylüyorsam, gidip, Meclise sunulduğu günden bugüne kadar, bu planla ilgili acaba kaç tane makale yazıldı diye bakabilirsiniz; sayısı 5-6'yı geçmez.

Plan müzakereleri başladığında, üniversiteler, siyaset dünyası, iş dünyası, planla alakası olan sendikalar dahil, toplumun değişik kesimleri, planla ilgili paneller, açıkoturumlar yaparlardı ve dolayısıyla, bir akademik tartışma, Türkiye'nin gündemine gelmiş olurdu. Şimdi, bunların hiçbirisi olmadığına göre, toplum da, toplumun değişik kesimleri de bu hükümetten ve bu hükümetin ortaya koyduğu plandan hiçbir şey beklemiyor demektir.

Peki, bunun sebepleri ne, bunun üzerine biraz eğilmemiz lazım.

Bunun birinci sebebi, siyasî iktidarın popülaritesinin toplumda giderek dibe vurduğunun göstergesidir. Artık, bu ülkede, insanlar, hükümetin getirdiği hiçbir şeyi ciddiye almıyor, plan gibi önemli bir belgeyi de ciddiye almıyor.

İkincisi, belki, artık, serbest piyasa düzenine geçilmiş olmasından dolayı planın yeteri kadar önemi kalmamış olabilir. Bu, çok masumane bir gerekçedir; ama, eğer böyle düşünülüyor, bundan dolayı ilgi yoksa, günlerce Meclisi meşgul etmenin anlamı yok; Anayasanın 166 ncı maddesini değiştirelim; bundan sonra plan müzakerelerini Mecliste yapmak gibi bir israfa da, Meclis, yol açmış olmasın.

Belki bütün bunlardan daha önemlisi, plana ilgisizliğin en önemli sebebi, şimdi, iki türlü plan var; bunlardan bir tanesi, müzakeresine başladığımız plan; 2 088 vaatten oluşan, cek'li, cak'lı, büyüklere masallar niteliğindeki bir plan; ikincisi, 64 maddelik, yılbaşından itibaren uygulamaya konulan IMF ile ilgili plan. Şimdi, bu ikisi arasında, Türkiye, bir tercih yapmak mecburiyetinde, bir değerlendirme yapmak mecburiyetinde.

Dolayısıyla, bu plana ilgisizliğin en önemli sebeplerinden bir tanesi, burada ne yazılırsa yazılsın, ne vaat edilirse edilsin, bunların hiçbirinin önemi yok; mühim olan, IMF ile yapılan anlaşmadır, orada uygulamaya konulan plan ve programdır.

Kaldı ki, zaten, şu bakımdan da, bu 64 maddelik IMF anlaşması önem ifade ediyor; üç yıllığına yapılmış bir anlaşma. Demek ki, Sekizinci Beş Yıllık Planın ilk iki yılı da, zaten, bu 64 maddelik IMF plan ve programı çerçevesinde yürütülecektir.

Peki, o zaman, Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak, biz, neyi konuşuyoruz; bir halk tabiriyle "beziryağıyla yapılmış pilavı" konuşuyoruz. Şimdi, beziryağıyla pilav olur mu olmaz mı? Hükümet "olur; biz yaptık, olur" diyor. Yenir mi yenmez mi; "görmüyor musunuz, biz, millete yediriyoruz" diyor. Dolayısıyla, bugün yaptığımız iş, aslında, böyle bir yanlışın, burada müzakeresini yapmaktan ibarettir.

Aslında, gönül arzu ederdi ki, hükümet, buraya gelip -bu hükümet, evet, 57 nci hükümet olarak gözüküyor; ama, Yedinci Beş Yıllık Planın üç yılını aynı zihniyet kullanmış oluyor- gelecekle ilgili değil de -birinci bölümde ifade edildiği gibi, Yedinci Beş Yıllık Planın üç yılını aynı zihniyet, aynı felsefe, aynı istikamette karar alan insanlar, siyasî heyetler yürüttüğüne göre- geriye dönük üç yılda, acaba hangi başarılar elde edildi; bunların, değerlendirilmesi doğru dürüst yapılabilseydi ve orada elde edilmiş başarılarla Meclisin ve milletin huzuruna çıkılabilmiş olsaydı. Bunların hiçbirisi yapılmadı. Bu müzakerelere gelininceye kadar hükümetin övündüğü bir tek husus var; o da, Türkiye'yi, tekrar, IMF'yle anlaşır hale getirmektir. O 64 maddelik planının kabulünü sağlamış olmakla övünüyor; ama, bunun Türkiye'ye bir yararı var mı? Hani bir atasözümüz var: "Kel kız, ablasının saçıyla övünürmüş." Ama, bilinmelidir ki, ablasının başındaki de peruktur.

IMF reçetesiyle düzlüğe çıkan, dünyada, hemen hemen hiçbir ülke yoktur; çünkü, IMF'nin öncelikleri ile millî hükümetlerin öncelikleri birbirinden farklıdır. Millî bir hükümet, halka dayanan bir hükümet, halkın önceliklerinden hareket ederek plan hazırlayan bir hükümetin, en evvel dikkat edeceği şey, toplumun imkânlarını, ülkenin imkânlarını geniş kesimin ihtiyaçlarına sarf etmektir; halbuki, IMF'nin önceliği, dış sermayenin ödemelerini sağlama almaktır. Beynelmilel sermayenin, şu an, Türkiye'den –rakam her saat değiştiğine göre- en az, 100 milyar doların üzerinde, 110 milyar dolar civarında alacağı var; öncelik, o alacakları sağlama almaktır. Onun için, biz, burada, doğrusu, önceliklerini doğru dürüst tartışabileceğimiz bir hususla da karşı karşıya değiliz. Keşke, burada, hükümet yerine Cottarelli olsaydı ya da IMF İcra Direktörlüğü olsaydı, daha doğru bir muhatap bulmuş olurduk diye düşünüyorum. (FP sıralarından alkışlar)

Değerli milletvekilleri, planlar, geleceği okumaktır, gelecekle ilgili tespitleri bugünden yapmak ve ülke yönetimindeki ana istikametleri tespit etmektir. Bunu kim yapacak; siyasî iktidar yapacak. Onun için dedim ki, kalkınma planları bir siyasî metin. Şimdi, beş yıl sonrasını bir hükümetin görebilmesi için, evvela, beş gün sonrasını görebilmek lazım. Acaba, önümüzdeki perşembeyi bugünden görme imkânınız var mı?! Eğer önümüzdeki perşembeyi bugünden görebiliyorsanız, beş yıl sonrasıyla ilgili hedeflerinize, koyduğunuz rakamlara da bizim inanmamız gerekir. Şimdi, işbaşına geldiği günden beri, öyle bir hükümetle karşı karşıyayız ki, hani bir söz vardır ya: "Şeytan taşlamaktan, tavaf yapmaya vakit bulamıyor." Birbirinin kuyusunu kazmaktan memleket hayrına iş yapmayan bir hükümetle, bir siyasî heyetle Türkiye karşı karşıya. Görünüşe bakılırsa, şeklî olarak bir 350'lik çoğunluk var gözüküyor; ama, şimdi, burada 350 yok. Böyle bir hükümetin özgül ağırlığı yok, sorun çözme kabiliyeti yok. İşin acı yanı, bir yıl sonra, bugünkü hükümetin kendisi, ülkenin baş sorunu haline gelmiştir. Zaten, bir ülkenin başına gelebilecek en büyük felaket de, sorunları çözecek olanların baş sorun haline gelmiş olmasıdır. Şimdi, haziran sıcağında bile buzlanan bir hükümetle karşı karşıyayız. Münasebetler bir hafta buzdolabında buzlanıyor, sonra birileri biraz tuz ekiyor, gevşiyor, sonra tekrar buzlanıyor. Önümüzdeki perşembeden sonra, bu hükümetin geleceğini hep birlikte göreceğiz.

Şimdi, elbette, bir program ciddiyetle yürütülecekse, istikrar şarttır. İstikrarı sayıda ararsanız yanılırsınız. İstikrarı, belli şahısların, belli siyasî heyetlerin işbaşında bulunması olarak anlarsanız, dünyanın en istikrarlı ülkesi Suriye, Irak gibi ülkelerdir. İstikrarı, politik heyetlerde değil, politikalarda aramak lazım gelir; doğrusu budur. Şimdi, 350'lik bir çoğunluk var; ama, kabul etmek lazım gelir ki, bugünkü siyasî iktidarın istikrarı -Allah sağlık ve uzun ömür versin- Sayın Başbakanın sağlığına bağlı. Sayın Başbakan nezle olduğunda hükümet işi bir hafta aksıyor, grip olduğunda devlet işi bir hafta aksıyor. Şimdi, böylesine pamuk ipliğine bağlı bir ülkede, siz, beş yıl sonrası için, millî gelir şu noktaya gelecek, kalkınma hızı bu olacak, okullaşma şöyle olacak; bunları söylemenizin hiçbir inandırıcı yanı yoktur. Onun için, Türkiye, bugün, böylesine pamuk ipliğine bağlı, şeklî bir istikrarı yaşıyor; ama, şu üç aydır olup bitenlere baktığınızda, bu testi çatlamıştır; bu testinin bu saatten sonra su tutması da mümkün değil, sır tutması da mümkün değil. Kaldı ki, bunun şaşılacak bir yanı da yoktur. Bir yıl evvel bu kürsüden ifade etmeye çalıştım; çünkü, bu hükümet hem felsefeleri hem hareket noktaları hem de siyasette bulunuş gerekçeleri çok farklı, zıtların bir araya geldiği, içtima ettiği bir hükümet ve yine, cumhuriyet tarihinde, muhalefeti kendi içinde olan da tek hükümettir; ayrıca dışarıdan muhalefet aramaya da gerek yok. Böylesine bir hükümetin beş yıl sonrası için ciddî şeyler orta yere koyması mümkün değil.

Şimdi, önümüze getirilen bu metindeki beş yıl sonraki hedeflere bakabilmemiz ve onları inandırıcı bulabilmemiz için geriye dönük üç yıllık uygulamasına ya da beş yıl sonrasının değil, beş ay geriye doğru olan rakamlarına bir bakalım. Biraz evvel burada ifade edildi; Yedinci Beş Yıllık Planda kalkınma hızı ne demişsiniz; 6,7; şimdi gerçekleşen ne; 3,5; yarısı. Gayri safî millî hâsıla ne olacak demişsiniz; 223 milyar dolardan başlayacak, planın sonunda 235 milyar dolara gelecek; 196 milyar dolar gerçekleşmiş. Şimdi diyorsunuz ki, 302 milyar dolar olacak; her sene 20 milyar dolarlık bir artış meydana gelecek. Kişi başına millî gelir ne olacak; yazmışsınız Yedinci Beş Yıllık Plana, 3 530 dolar olması lazım; şimdi 3 000 doların altına inmiş. Bundan sonra, Sekizinci Beş Yıllık Planın sonunda nereye gelecek; 4 300 dolara; yani, her sene kişi başına 300 dolar fert başına millî gelirde artış olacak, enflasyon tek haneli olacak, ihracat şu kadar olacak, ithalat bu kadar olacak. Şimdi, bunları demişsiniz de, Yedinci Beş Yıllık Planda bunların hiçbirisi gerçekleşmemiş. Bundan sonra gerçekleşecek olan ne ve buna bu toplum neden inanacak, nasıl inanacak?!

Yalnız, bir şey var; denilebilir ki, işte, biz, beş ay evvel söyledik, bir yıl evvel söyledik, enflasyon düşüyor. Şimdi, enflasyon gerçekten düşüyor mu?! Mazotta düşmüyor, gübrede düşmüyor, mutfakta düşmüyor, sokakta düşmüyor; ama, ben, size, bir yer söyleyeyim, enflasyonun düştüğü bir tek yer var -çünkü, talebin olmadığı yerde enflasyon düşer- o da, kabristanda düşmüyor; çünkü, orada, iş talebi yok, aş talebi yok, ekmek talebi yok, hiçbir şey yok. (FP sıralarından alkışlar) Ama, orada kefene zam var, defne zam var; orada da, belli ölçüde zam var.

AHMET AYDIN (Samsun) – Faizler düşüyor, enflasyon düşüyor...

CEMİL ÇİÇEK (Devamla) – Evet, nasıl düştüğünü hep beraber görüyoruz. 12 Eylül öncesi, terörün çıkıp da, ertesi gün birden nasıl düştüğü gibi düşüyor; Türkiye'deki faizlerin nasıl düştüğü de belli.

Şimdi, oradakilerin, iş talebi, aş talebi yok da, bir tek talepleri var; fatiha talepleri var; ama, onu da okuyacak insanların önünü kestiniz, okullarını kapattınız. (FP sıralarından alkışlar) Bundan sonra, o talebi kim yerine getirecek; onu da, kendi vicdanlarınıza havale ediyorum.

Dolayısıyla, bu zihniyetin gelecek beş yılına değil, geçmiş beş aylık, dört aylık uygulamalarına baktığınızda bile, bütçe açıklarında, dışticaret açıklarında, gelirlerin faize oranlarında, bütçe harcamalarının faiz içindeki yerine, nispetine baktığınızda, bunların hiçbirinin gereğinin yerine getirilmediği, tutmadığı orta yerde. Rakamları verip, kimsenin kafasını karıştırmayalım; ama, bu hükümetin tebrik edilecek iki yanı var -iki kesime verdiği sözü, her şeye rağmen, tutuyor- bir tanesi, IMF'ye verdiği söz; ikincisi, bazı holdinglere verdiği sözü, Allah için, tutuyor. (FP sıralarından alkışlar)

Şimdi, onun için, değerli milletvekilleri, planda ne yazıldığı önemli değil, hükümetin ne yaptığı önemli; çünkü, yazılanlar, nasıl olsa gerçekleşmeyecek olduktan sonra ya da yaptıklarınız yazdıklarınıza uymuyorsa, biz "plan müzakeresi" adı altında, burada, güvercin falı açıyoruz demektir. Buradaki vaatler ne zaman gerçekleşecek; üç vakte kadar gerçekleşecek. O üç vakit ne zaman; onu, Allah bilir; çünkü, hükümet de bilmiyor. Yazılmış buraya; gelir dağılımındaki eşitsizlik ortadan kaldırılacak, fırsat eşitliği sağlanacak, şunda şu olacak, bunda bu olacak... Ama, bunları buraya yazmak önemli değil de, bunları, hangi imkânla, hangi kaynakla gerçekleştireceksiniz, onlara bakmak, daha uygun olur. Bugüne kadar, bu hedeflerin gerçekleşmesiyle ilgili olarak, daha, doğru dürüst bir tasarı getiremediniz. Şimdi, bakınız, harcama reformuyla ilgili bir tasarı yok, yargı reformuyla ilgili bir tek tasarı yok, siyaseti kirleten ihale kanunuyla ilgili, bir yıldan beri en ufak bir adım atılmadı. Şimdi, bütün siyasî partilerin üzerinde ittifak etmiş, Mahallî İdareler Yasası diyoruz; ne zaman çıkacak; işte demin söyledim; üç vakte kadar!

Peki, şu günlerde en çok lafı edilen ne; demokrasi lafları. Şimdi, demokrasi noktasında da şu adımlar atılacak, bu adımlar atılacak; ama, ben biliyorum ki, bu hükümetin en çok korktuğu şey, demokrasi. Şimdi, bu hükümetten, özellikle, demokrasi üzerine çok söz edenlerin, özellikle belli oylamalar öncesi, belli yerlerde demokrasi adına konuşanların, evvela bir demokratik tövbe yapması lazım (FP sıralarından alkışlar) geriye dönüp geçmişine bir bakması lazım; demokrasi adına nelere alet oldular, neleri katlettiler, kimleri mağdur ettiler. Evvela bir demokratik tövbeden sonra, demokrasi noktasında bu sözlerin söylenmiş olması gerekir; çünkü, bu ülkede, demokrasi adına çok söz söylendi; ama, hiçbir şey yapılmadı. Dolayısıyla, şimdi, hükümete ve iktidar ortaklarına düşen şey, demokrasinin lafını etmek değil, demokratikleşmeyle ilgili bir paketi, Meclisin önüne getirip sunmaktır, gündemde olanlara da öncelik vermektir.

Şİmdi, bir başka şey daha ifade etmeye mecburuz. Tabiatıyla, Türkiye, bu reformları, bu saydığımız, saymak istediğimiz, en azından vaat olarak burada zikredilen hususları yapmaya mecbur. Kurt-kuş atışması, bizi ilgilendirmez; ama, bir şey hepimizi ilgilendiriyor: Akranıyla uçamayan kuş, kendini hadava değil tavada bulur. Dolasıyla, şimdi, 65 milyonluk bir ülke, eğer akranlarıyla uçmak istiyorsa, yani Portekiz'le, zikredilen, İspanya'yla, İtalya'yla, Malezya'yla, Kore'yle uçmak istiyorsa, bu reformları yapmaya, bu demokratik adımları atmaya, IMF reçetelerine göre değil, kendi tercihlerine göre, kendi tespit ettiği usullere göre devleti yönetmeye, sistemi yönetmeye mecburdur. Şayet bunlar yapılamıyorsa, bunlar yapılamayacaksa, Türkiye'nin, burada, plan müzakeresi adı altında, bu neviden işlerle vakit geçirmesinin anlamı yok.

Tabiî, şimdi, Planda birçok hedef var; bu hedef için kaynak lazım. Kaynağı nereden bulacaksınız; dışarıdan bulursanız, IMF gelip, oturuyor; içeriden bulmanız lazım, devletin, milletin imkânlarını doğru dürüst değerlendirmeniz lazım; ama, başta söyledim, harcama reformu yok, fakat, devletin kaynaklarını tüketen iki tane önemli husus var; bunlardan bir tanesi, devletteki yolsuzluk, bir tanesi de, devletteki israftır.

Bakınız, bu ülkede 2 kilo baklava çalan adamı bu sistem yargılayabiliyor; ama, 2 trilyon, 20 trilyon, 200 trilyon -rakam büyüdükçe- hırsızlık yapanları yargılayamıyor, hâkim önüne çıkaramıyor, yargı önüne çıkaramıyor. Biz de, Meclis olarak, kirli suyla bitli yorgan temizlemeye çalışıyoruz. Yaptığımız iş de, netice itibariyle, siyaset adına budur. (FP sıralarından alkışlar)  Ya yaptığımız iş, söylediğimiz şeyde hiçbir şey yok, suçluyoruz, ya da çok şey var, kapatıyoruz; ama, bildiğim bir şey var, hangisini yapıyorsak yapalım, siyaseti yapılamaz hale getiriyoruz, siyaseti vatandaşın huzuruna çıkaramaz hale geliyoruz.

O sebeple, bir planın gerçekleşebilmesi, hedefine ulaşabilmesi, şüphesiz, bir taraftan, siyasî istikrara, ama, öbür taraftan da siyasî itibara bağlıdır. Siyasetin itibarını ayaklar altına verirseniz, siyaseti, kambur taşımak, günah taşımak, hırsızlık, yolsuzluk taşımak, bunların üzerini örtme olarak anlıyorsak, o takdirde, siyasî heyetlerin aldığı hiçbir karara kimsenin itibar etmesi mümkün değildir. Nitekim, Sekizinci Beş Yıllık Planın bugün ülkemizde çok fazla ilgi görmemesinin sebebi de budur.

Şimdi, deniliyor ki "Sekizinci Beş Yıllık Plan döneminde 73 katrilyon yatırım yapılacak." Neyle yapacaksınız; bugünkü hükümet, delik kovayla su taşıyor; kovada su yok ki... Olanı da zaten IMF'ye tahsis ediyor. 1998 fiyatlarıyla bu 73 katrilyon nereden bulunacak? Şimdi, özel sektörde takat kalmamış. Özel sektör, niye yatırım yapsın, faizcilik yapmak varken, devlete parasını satmak varken, yüzde 150 ile yüzde 100 ile parasını satmak varken niye üretim yapsın, niye yatırım yapsın, neden bu türlü işlere giriversin; girmiyor, girmesi de mümkün değil. Devletin, zaten, yatırım yapacak  hali, takatı da kalmadığına göre, samimî olarak ifade ediyorum ki, bu Sekizinci Beş Yıllık Plandan benim çok fazla beklentim yok, milletin de beklentisi yok; ilgisizliğinden zaten belli.

Benim ümidim ve beklentim... Zaten, bizim insanımız, bizim milletimiz, artık, hükümetsiz de yaşamaya, hükümet engel çıkarmazsa kendisi bir noktaya gelmeye alıştı; bu beceriyi de gösterdi. Ben, milletimizin bu becerisine güveniyorum, Cenabı Hakkın yardımına güveniyorum ve bu planın, her şeye rağmen, bütün bu eksikliğine rağmen, milletimize hayırlı olmasını Cenabı Allah'tan niyaz ediyor, hepinize saygılar sunuyorum. (FP ve DYP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Çiçek.

Fazilet Partisi Grubu adına, ikinci konuşmacı, Afyon Milletvekili Sayın Sait Açba; buyurun efendim. (FP sıralarından alkışlar)

FP GRUBU ADINA SAİT AÇBA (Afyon) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Fazilet Partisi Grubu adına, Sekizinci Beş Yıllık Plan üzerinde söz almış bulunuyorum, hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Sekizinci Beş Yıllık Plan üzerinde, bilhassa makro ekonomik göstergelerle ilgili bazı değerlendirmelere girmek istiyorum.

Türkiye'de cumhuriyet dönemi boyunca, maalesef, siyasî iktidarların, iktisadî istikrarı sağlamak konusunda, kalkınmayı sağlamak konusunda, gelir dağılımında adaleti sağlamak konusunda iyi not aldığını söylememiz mümkün değildir. En son 2000 yılı itibariyle ulaştığımız makro ekonomik göstergelere baktığımızda veya cumhuriyet tarihi boyunca gelişen ekonomik göstergelere baktığımızda, sürekli olarak bir gerilemeyi, sürekli olarak bir çöküntüyü ve kriz dönemlerini yaşıyoruz.

Şunu ifade etmemiz lazım: Gerçekten bu ülkede makro ekonomik göstergeler yerinde olsaydı veya ekonomik performans yerinde olmuş olsaydı, 1973'ten bugüne kadar, böyle, sürekli, gittikçe yükselen ve toplumu gerçekten derinden etkileyen, fakiri daha fakir, zengini daha zengin yapan "enflasyon" diye bir olayla karşılaşılmazdı. Dünya ülkeleri arasında bu kadar uzun yıl, 27 yıl boyunca enflasyonla yaşayan bir başka ülkeyi göstermemiz mümkün değildir. Bunun tek örneği, maalesef, Türkiye'dir. Tabiî, enflasyonun, bu şekilde ekonomik hayata derinden hâkim olduğu bir ortamda, makro ekonomik göstergelerin veya kalkınma plan hedeflerinin de böyle bir ortamda, istikrarsızlık ortamında tutturulması imkânı yoktur. Tabiî, siyasî iktidarların, bilhassa, popülist politikalar izlemesi, yine siyasî iktidarların, zengini daha çok zengin edecek tarzda politikalar izlemesi, Türkiye'deki çöküşün, krizin temel kaynakları olduğunu açıkça ifade etmemiz gerekir.

Bugün için, Avrupa Birliğine giriş sürecinde olan bir ülkeyiz. Helsinki'de adaylık statümüz tescil edildi; fakat, Avrupa Birliğiyle ilgili göstergelere baktığımızda veya Türkiye'yle ilgili göstergelere baktığımızda, aramızda çok önemli uçurumların olduğunu açıkça görürüz; hatta, Avrupa Birliğine aday, şu anda, Türkiye'nin de dahil olduğu 13 ülke, bilhassa, Doğu Avrupa rejimlerindeki ekonomik ve sosyal göstergelere baktığımızda, bu göstergelerin de, yine, Türkiye'den çok ileri safhada olduğunu görürüz. Dolayısıyla, Türkiye'nin, gerçekten, ciddî anlamda, hızlı bir biçminde yeniden yapılanması, bilhassa, ekonomik özgürlükler konusunda yeniden yapılanması, kamu yönetimi yönünde yeniden yapılanması, yine, demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılması açısından ciddî anlamda adımları atmasına ihtiyacı vardır. Kalkınmanın temelinde en önemli unsur insandır. İnsanın temel hak ve hürriyetlerini yeterince kullanamadığı bir ortamda kalkınmanın sağlanması, gelişmenin sağlanması hiçbir zaman için mümkün olmayacaktır.

Şimdi, şunu ifade edeyim: Türkiye'de konulmuş olan enflasyon hedeflerinin, 57 nci hükümetin koymuş olduğu enflasyon hedeflerinin gerçekçi olmadığını, yılın ilk altı ayında aldığımız sonuçlar itibariyle açıkça gördük. Konulan hedefler TÜFE'de yüzde 25, TEFE'de yüzde 20 idi; ama, yılsonu beklentilerimiz nedir; yılsonu beklentileri, pek çok ekonomik çevrelerin de mutabık kaldığı, yine uluslararası ekonomik çevrelerin de mutabık kaldığı yüzde 45-yüzde 50'ler civarındadır. Dolayısıyla, Türkiye'nin 2000 yılında yüzde 20-yüzde 25'lik bir hedefe, yine, 2002 yılında tek haneli bir enflasyona ulaşabilme imkânının da bu çerçevede oldukça zor olduğunu söylememiz mümkündür.

Avrupa Birliği göstergeleriyle baktığımızda, enflasyon açısından da çok ciddî bir uçurum vardır; yani, 25 kat gibi bir uçurum olduğunu açıkça görüyoruz. Avrupa Birliğine aday ülkelerin, bilhassa Doğu Avrupa rejimlerindeki enflasyon göstergelerine baktığımızda, aşağı yukarı Türkiye'yle aralarında 4-5 kat fark yer aldığını açıkça görürüz. Mesela, Çek Cumhuriyetinde enflasyon oranı yüzde 10'dur, Macaristan'da yüzde 14'tür, Polonya'da yüzde 11'dir. Avrupa Birliğine aday diğer ülkelerde, yine enflasyon oranları iki rakamlıdır; ama, yüzde 10'lar civarındadır. Dolayısıyla, Türkiye'nin, bir bakıma, Avrupa Birliğine aday olan diğer ülkeler arasındaki konumunun da oldukça zayıf olduğunu ve bu performansını değiştirmesi gerektiği için, bu yönde gerekli adımların acilen atılmasına ihtiyaç vardır.

Bugün, Türkiye'de kamu borç stoklarına baktığımızda, Avrupa Birliği ülkelerindeki ortalama kamu borç stoklarının gayri safî millî hâsılaya oranlarını karşılaştırdığımızda, aramızda ciddî anlamda bir uçurumun olduğunu görürüz. 2000 yılı rakamlarına baktığımızda, bizdeki iç ve dış borç kamu borç stokunun 160 milyar dolar civarında olduğunu görürüz ki, 2000 yılında gayri safî millî hâsıla hedefimiz -gerçekleşme oranı- tahmin edilen 124 katrilyondur. Yani, bir tarafta 124 katrilyon lira, 96 milyar dolara tekabül etmektedir ki, kamu borç stoklarının gayri safî millî hâsılaya oranı açısından yüzde 80'lik bir oran vardır; ama, bu oranın, Avrupa Birliği ülkelerinde yüzde 60 ve yüzde 70'ler civarında olduğunu açıkça görürüz.

İşsizlik yönünde baktığımızda da, Topluluk karşısındaki durumumuzun iyi olmadığını açıkça görürüz. Yine, işsizlik yönünden baktığımızda, Avrupa Birliğine aday olan ülkeler karşısındaki konumumuzun da oldukça kötü olduğunu görürüz.

Bugün için kişi başına millî gelir rakamımız 3 000 dolar civarındadır. Bırakınız Avrupa Birliği ortalamasını, Avrupa Birliğine aday olan ülkeler karşısındaki durumumuzun da oldukça kötü olduğunu; yine, yakın komşumuz Yunanistan karşısındaki durumumuzun da, 4,5 kat aleyhimizde olduğunu açıkça görürüz. 2005 yılında, Sekizinci Plan dönemi sonunda, hedef olarak, 4 300 dolar öngörülmüştür; ama, 4 300 doların da, yine Avrupa Birliği ortalamaları karşısında, ancak üçte 1'lik bir oran olduğunu açıkça ifade ederiz.

1999 yılında, hepinizin de bildiği gibi, Türkiye, eksi 6,4'lük bir küçülme yaşamıştır. 3 200 dolarlık, kişi başına gelirin, 2 889 dolara gerilediği, yani, Türkiye'nin 35 milyar dolarlık bir fakirleşme yaşadığını görüyoruz. Tabiî, bunun nedenlerinin, belki, Sekizinci Plan zabıtlarında, haksız bir biçimde bir bakıma, Asya krizine ve Rusya krizine bağlanmış olduğunu görüyoruz ki, buradaki değerlendirmelerin tam anlamıyla gerçekçi olduğunu söylememiz mümkün değildir. Tabiî, Güneydoğu Asya krizinin, Türkiye üzerinde ciddî bir etkisi yoktur; çünkü, Güneydoğu Asya ülkeleriyle, ekonomik ilişkilerimiz itibariyle, marjinal ilişkiler söz konusudur. Rusya'nın etkisi olmuştur; ama, Rusya'yla yapılan ticaretin de, kriz döneminde yine devam ettiğini açıkça ifade etmemiz gerekir. Dünyada yaşanan global krizden, Rusya krizinin, belki, bavul ticareti itibariyle Türkiye'yi olumsuz yönde etkilemiş olduğunu da yine açıkça ifade etmemiz gerekir.

Şimdi, 2000 yılındaki ekonomik göstergelere baktığımızda, Sekizinci Plan hedeflerinin, bu ekonomik göstergeler veya mevcut ekonomik performanslar çerçevesinde, tutturulamayacağı konusunda ciddî endişelerimiz olduğunu söylememiz mümkündür. Örneğin, dışticaret açığı konusunda, yine, ithalatta yaşadığımız, ihracatta yaşadığımız olumsuzluklar sonucunda, bunların bu şekilde gerçekleşmeyeceğini söylememiz mümkündür. Üç aylık cari işlemler açığımız, 2,5 milyar dolara ulaşmıştır. Dışticaret açığımız, hemen hemen her ay, 1,5 milyar dolar civarında açık vermektedir. İthalatımızda da çok hızlı bir artış söz konusudur.

Tabiî, Türkiye'deki krizin asıl kaynağının, 1987'de başlayan, yanlış olan, bilhassa kamu kesiminde uygulanan politikalar, borçlanma politikaları sonucunda oluştuğunu biliyoruz. Dolayısıyla, en son, bütçe performansı yönünden geldiğimiz durum da, ne kadar olumsuz bir ortamda olduğumuzun göstergesidir. Ocak-Mayıs 2000 döneminde, gelirler 12,8 katrilyondur, giderler 20,5 katrilyondur, bütçe açığı 7,6 katrilyondur ve giderler için de; yani, 20,5 katrilyon için faiz ödemelerimizin miktarı 11,7 katrilyondur ki, 10,1 katrilyonluk vergi gelirlerini aşmış durumdadır; neredeyse Türkiye'deki tüm gelir kaynakları faize tahsis edilir hale gelmiştir. Dolayısıyla, bilhassa kamu kesiminde bütçe alanındaki bu olumsuzluklar, bir bakıma, 2005 yılına yönelik yapılan projeksiyonlar konusunda bizi endişeye sevk etmektedir.

Önemli bir husus da, 2000 yılı bütçesinin, IMF'nin damgasıyla, bir bakıma, IMF'nin dizaynıyla gerçekleştiğini hiç kimsenin inkâr etmesi mümkün değildir. Yine aynı şekilde, 2000 yılı bütçesinin yanı sıra, hazırlanmış olan Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının da üç yılına IMF damgasının vurulduğunu hiçbir zaman için inkâr etmemiz mümkün değildir. Dünya ülkelerinden, IMF'nin reçeteleriyle kalkınan ülke örneğini de ciddî anlamda söylememiz mümkün değildir.

Tabiî, Türkiye'deki krizin kaynağında, tamamıyla, bilhassa Türkiye'nin son on yılına ciddî anlamda damga vuran krizin kaynağında, kamu kesimindeki dengesizliklerin olduğunu açıkça ifade etmemiz mümkündür. Sadece kamu kesimindeki dengesizlikler değil, bir de şunu ilave etmemiz lazım; Türkiye'deki siyasal istikrarsızlıklar da çok önemli etkendir. 1995'ten bugüne kadar, Türkiye'de, beş yılda beş hükümetin değiştiğini düşünürsek, böyle bir siyasal istikrarsızlığın olduğu bir ortamda, gerçekten, mevcut ekonomik performansı sağlamak ve ekonomik hedeflere ulaşmak da pek mümkün değildir. Türkiye'nin 1999 yılı sonu itibariyle ulaşmış olduğu dışborç rakamına baktığımızda 111 milyar dolardır. Tabiî, 111 milyar dolar, mevcut stok, gayri safî millî hâsılanın, maalesef, yüzde 80'ini aşmış durumdadır. Halihazırdaki içborç stokumuzu da ilave ettğimizde, 160 milyar dolarlık bir stokla karşı karşıyayız. Tabiî, bu, bilhassa dışborç stoku çerçevesinde kısa vadeli borçlarımızın yoğun olduğunu düşünecek olursak -29 milyar dolarlık bir kısa vadeli borçtur- kısa vadeli borçların, bu şekilde önemli rakamlara ulaştığı bir ortamda, o ülkede, gerçek anlamda bir üretimin, yatırımın yapılabilmesi imkânı da yoktur.

Kısa vadeli borçların 13 milyar doları kamu kesimine ait borçlardır, 15 milyar doları özel sektöre ait borçlardır. Tabiî, özel sektörün borç alma hedefi, tamamıyla kendi işletmeleri için değildir. Türkiye'deki yanlış uygulanan kamu finansman teknikleri nedeniyle, bir bakıma, kamuya borç vermek için, dışarıdan, özel sektör, çok ciddî anlamda, bilhassa ticarî bankalar kaynak getirmektedirler, devletin cazip olan yüksek faizli senetlerini satın almak için.

Şimdi, şunu ifade etmemiz lazım: Kısa vadeli borçlanmada en önemli sorun faiz sorunudur. Türkiye, kısa vadeli borçlanmada veya uluslararası alanda borçlanırken çok yüksek faizlerle borç almaktadır. Komşu ülkelerimizin bu alanda yapmış olduğu borçlanmalar da vardır; ama, aramızda çok ciddî bir uçurum vardır. Geçen aylarda yapılmış olan 1,5 milyar dolarlık bir borçlanma söz konusudur, uluslararası piyasalara aktardığımız, otuz yıl vadeli, 1,5 milyar dolarlık bir tahvil ihracı söz konusudur. Belki bu tahvil ihracını yaptığımızda -Türkiye'de pek çok kesimde, basın yayında yaygın bir şekilde ifade edildi- oldukça sevindik; ama, borçlanma şartlarına baktığımızda, maalesef, dünya ortalamasının 5 puan daha üzerinde gerçekleşmiştir; dünya ortalaması yüzde 7 iken, Türkiye yüzde 12 ile borçlanmıştır. Yani, 1,5 milyar dolar, otuz yıl vadeyle borçlandığımıza göre, biz ne yapacağız; her yıl 180 milyon dolar faiz ödeme durumunda kalacağız ve sonuçta, otuz yıl sonunda karşımıza öyle bir fatura çıkacak ki, bu fatura da 6 milyor 900 milyon dolar ve bunun 5 milyar 400 milyon doları sadece faiz. Yani, şu anda, bu borçlanma sonucunda, sekizinci yıl sonunda, ödediğimiz faizler anaparaya ulaşmış olacak. Böyle ağır şartlardaki bir borçlanmanın sevinç vesilesi olarak görülmesinin ne kadar yanlış olduğunu ve gelecek nesillerimizi ne kadar ipotek altına almış olduğunun da bir göstergesi olduğunu açıkça ifade edelim. Hemen aynı günlerde Yunanistan'ın yapmış olduğu bir borçlanma var, o borçlanmanın da yüzde 7 civarında gerçekleştiğini görüyoruz.

IMF'ye bağlı bir isitikrar programı içine girdik. Tabiî, IMF istikrar programını yaparken, bir taraftan ne yaptı; döviz kurunu, kazığa bağladı; diğer tarafta, TL'yi de nereye bağladı; dövize bağladı. Bu ne demektir; ne kadar  döviz girişi olursa, Türkiye'de o kadar TL basılacak demektir. Tabiî, istikrar programını hazırlayanlar, IMF'nin "ne kadar döviz, o kadar TL" cenderesini kabul ederken; dövizin, sadece dış borçlanmayla değil, başka yollardan geleceğini de hesap ediyorlardı; ama, bu yollardan gelmediğini açıkça gördüler. Özelleştirmeden geleceğini düşündüler, gelmedi. Yine tahkim sonucunda, Türkiye'ye ciddî anlamda yabancı sermaye gireceğini düşündüler, maalesef, Tahkim Kanunun çıkmasından sonra, Türkiye'ye sadece 100 milyon dolarlık bir yabancı sermaye girişi söz konusu oldu. Dolayısıyla, şu anda, hareket edilebilir tek alan kaldı; o da borçlanma alanı. 2000 yılının ilk üç ayına baktığımızda, Türkiye, net olarak 2,1 milyar dolar borçlandı. Tabiî, alınan bu borçlar yatırım yapmak için mi; hayır, üretim yapmak için mi; hayır. Niçin alındı bu borçlar; dövizle borçlanıp, içborç faizlerini ödeme hedefi vardı, hükümetin, memur maaş ödemelerini yapmak için borçlanma hedefi vardı.

Bu dövizin anapara ve faizinin nasıl ödeneceği konusunda da ciddî politikalar geliştirilmedi. Şimdilerde Hazinenin, 500 milyon dolar dışborç almak için harekete geçmiş olduğunu biliyoruz. Bu dolarlar gelince ne olacak; döviz, kazığa bağlandığından, TL dövize bağlandığından TL banknot basılacak ve Ofisin almış olduğu buğday paraları bu kaynaktan ödenecek.

BAŞKAN –Sayın Açba, şu anda ikinci konuşmacı olarak 40 ncı dakikayı geçmiş bulunuyorsunuz. Tabiî, takdir sizin, istediğiniz kadar konuşabilirsiniz; ama, üçüncü arkadaşınızın konuşma süresinin içinde olduğunuzu hatırlatmak istiyorum.

Buyurun.

SAİT AÇBA (Devamla) – Teşekkür ederim, toparlıyorum.

Daha açık bir ifadeyle şunu ifade etmemiz lazım: Buğday üreticisine TL ile ödeme yapmak için Hazine ne yapıyor; dışarıdan borçlanıyor; ama, dışarıdan borçlandığı parayı, yine Hazinenin dışarıdaki hesabına yatırıyor, yabancılardan almış olduğumuz kaynak da, yine yabancıların kasasında kalıyor.

Biz, bütçemizi IMF'e endeksledik; biz, kalkınma planımızın ilk  üç yılını IMF'e endeksledik. Hızlı bir trende seyahat ediyoruz; ama, nereye gittiğimiz belli değil... Bu politikaların sonucu, -bilhassa toplumdaki sosyal etkileri itibariyle- gerçekten, bilhassa gelir dağılımının daha çok bozulması yönünde önümüzde çok ciddî tehlikeler var. Bu konuda, Türkiye'nin, bilhassa siyasî yönetimlerin ciddî anlamda duyarlı olması gerekiyor.

Teşekkür ediyorum, değerli milletvekillerini saygıyla selamlıyorum Sayın Başkan. (FP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Açba.

Fazilet Partisi Grubu adına üçüncü söz, İstanbul Milletvekili Sayın Ali Coşkun'da.

Buyurun Sayın Coşkun. (FP sıralarından alkışlar)

FP GRUBU ADINA ALİ COŞKUN (İstanbul) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; sözlerime başlamadan önce, Grubum ve şahsım adına hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının 5 inci bölümünü oluşturan Avrupa Birliğiyle ilişkiler ve 6 ncı bölümünü oluşturan, Türkiye'nin bölge ülkeleri ve diğer ülkelerle ekonomik ilişkileri konusundaki görüşlerimizi bildirmek üzere söz almış bulunuyorum.

Değerli arkadaşlar, şunu hemen belirteyim ki, ülkemiz, milletimiz ve mevcut devlet anlayışımız için, rahmetli Turgut Özal'ın belirttiği gibi, bu yol sadece ince, uzun bir yol değildir; aynı zamanda, dönüşü olmayan bir yola girmekteyiz. Bu sebeple, Avrupa Birliği olgusunu günlerce tartışmamız; olayı, millete mal etmemiz; hep birlikte, bütün kesimlerle uyum içinde çalışarak, konuyu, fevkalade ciddî olarak gündemde tutmamız gerekmektedir; çünkü, bu olay, iyi ve kötü yönleriyle, tüm toplumumuzu, ülkemizi ve gelecek nesilleri yakından ilgilendirmektedir. Avrupa Birliğine girerken, bazı konularda egemenlik haklarımızı ipotek altına aldırmakta olduğumuzu akıldan çıkarmamamız lazım. Konuyu iyi kavrayabilmek için, ülkemizin konumunu da çok iyi anlamamız gerekmektedir.

2000'li yıllarda dünyada yeniden yapılanma başlayınca, eski ideolojik ve siyasî dengeler, yerini, ekonomik, teknolojik, kültürel zenginliklere ve bölgesel güçlere terk etmeye başladı. Türkiye, bütün Batı ittifakları içinde yer almış, en zor günlerinde vecibelerini yerine getirmiş; ancak, kazanılmış haklarını almaya geldiğinde, öncelikle Avrupa Birliği dostları tarafından bu haklar yerine getirilmemiştir.

Değerli arkadaşlar, yıllarca, Batı'nın, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğiyle, komünist blokla en uzun hududunu paylaşan Türkiye, doğunun, güneydoğunun, Karadenizin bugünkü geri kalmışlığını göze alarak, bekçiliğini yapmıştır. Çünkü, kapalı sınırların yerleşim bölgelerinde kalkınma olmaz ve bugünkü geri kalmışlığın zemini böyle hazırlanmıştır. Buna rağmen Türkiye, zaman zaman dışlanmakla karşı karşıya kalmıştır.

Türkiye, dün olduğu kadar, bugün de ekonomik, sosyal, kültürel bakımdan Batı'yı Doğu'ya (Asya'ya) bağlayan, İslam ülkelerine bağlayan bir köprü durumundadır; ama, ne yazık ki, daha önce konuşan arkadaşların da belirttiği gibi, Türkiye, politikalarında, bunu iyi değerlendirememiştir.

Değerli arkadaşlar, en güçlü müttefikimiz olan Amerika Birleşik Devletleriyle, karşılıklı menfaat ilişkilerimizi fevkalade güçlendirme durumundayız; ama, bundan önce komşularımızla, Türk cumhuriyetleriyle, İslam ülkeleriyle, kültür birliği zemininde iktisadî ilişkilerimizi bugünkünden çok daha ileriye götürme durumundayız. Uzakdoğu'yla ilgili ticaret hacmimizde, son yıllarda beklenen artışlar olmamaktadır. Pasifik ve Asya ülkeleriyle olan ilişkilerimizi de güçlendirmek, Türkiye'nin lehinedir; ancak, bu ilişkiler geliştiği ölçüde Batı'yla; yani, Avrupa Birliğiyle pazarlık gücümüzü artırabiliriz.

Değerli arkadaşlar, Bu yeni yapılanma düzeninde Türkiye'ye bakış açısı şöyledir: -Bunu Clinton da ifade etmiştir- "Türkiye, demokrasiyle İslamı uzlaştırarak, uyum içinde yaşayabilecek örnek bir laboratuvar ülkedir" Avrupa Birliği gibi, güçlü bir sermaye merkezinin, Kafkaslar, Ortadoğu ve Asya gibi, bir enerji merkezinin ve Balkanlar, Afrika, Asya, Kafkaslar gibi, büyük bir pazar potansiyeli merkezinin ortasında, âdeta, pergelin ayağıdır. Onun için Türkiye, bu yeni yapılanmada önemli bir ülke durumundadır.

Önemli olan, Türkiye'nin teslimiyetçi politikalardan vazgeçip, ülke menfaatlarını en üst düzeyde tutarak, önyargılardan uzak, şahsiyetli politikalar gütmesine bağlıdır. Bu bakımdan, Birleşmiş Milletler, NATO başta olmak üzere, İslam Konferansı Teşkilatı  Ekonomik ve Ticarî İşbirliği Daimî Komitesinde -ki Başkanlığını Türkiye yürütmektedir- ECO, yeni ismiyle EİT (Ekonomik İşbirliği Teşkilatı) bu, yıllar önce RCD kuruluşu yıkılınca, onun yerine kurulmuş, Türkiye, Pakistan, İran'la başlatılmış; ama, hedefi, Sovyet Sosyalist cumhuriyetler Birliğinin yıkılmasıyla, yeni kurulacak Türk Cumhuriyetlerinin, Afganistan'ın katılmasıyla, Asya'ya doğru büyük bir ekonomik güç oluşturması şeklindedir ve Türkiye, bunun, lider ülkelerinden biridir; ancak, üzülerek belirtelim ki, son aylarda İran'la geliştirilen olumsuz politikaların ışığı altında yeni Cumhurbaşkanımızın bu toplantıya katılmaması da bir şansızlık olarak değerlendirilebilir.

Hemen arkasından, D-8 ile ilgili ilişkiler, G-20 içinde aldığımız görevi bilinçli olarak götürmek ve bölgemizin sorumluluğunda bu çalışmaları taşımak. Word Trade Organization olarak bilinen Dünya Ticaret Örgütünde çalışmalarımıza önem vermek. Hemen burada belirteyim ki, dünyanın büyük ekonomik potansiyeli içinde, maalesef, Türkiye, ithalat hacminde binde 5, ithalatta binde 7, müteahhitlik hizmetinde ancak yüzde 2 gibi bir pay alabilmektedir ve bu, Türkiye'nin ekonomik pazarlık gücünü zayıflatmaktadır.

Üyesi olduğumuz OECD ülkeleri içindeki, başarılı çalışmalarımızı devam ettirmemiz lazım ve ülkeler arasında şimdiye kadar yapmış olduğumuz ikili anlaşmalara, dünden daha çok önem vermemiz lazım.

Ayrıca, gönüllü kuruluşların uluslararası ilişkileri, aynı derecede önem arz etmektedir.

Değerli arkadaşlar, bunları niçin söylüyorum; işte, kapısında beklediğimiz, kırk yıldır da sürdürdüğümüz Avrupa Birliği ilişkilerinde, Türkiye'nin, masaya, mutlak surette, pazarlık gücünü artırarak oturabilmesi lazımdır. Bunun da yolu, komşularıyla ve diğer ülkelerle olan ekonomik gücünü, ilişkilerini artırmaktan geçer.

Cumhuriyetin kurucusu Atatürk, dışpolitikada "yurtta sulh, cihanda sulh" sözünü söylemiştir; ama, bizim politikada, üzülerek söylüyorum "yurtta sus, cihanda sus" politikası izlenmiştir ve teslimiyetçi politikalarla Türkiye buraya gelmiştir.

Değerli arkadaşlarım, şimdi, Avrupa Birliğinin neden kurulduğunu bir gözden geçirelim. 20 nci Yüzyıldaki büyük savaşlar, özellikle İkinci Dünya Harbinden sonra, yanmış, yıkılmış Avrupa'da yeniden böyle feci bir tabloyla karşılaşmamak için, 6 Katolik ülke, kendi aralarında, eğer ekonomik işbirliğini, karşılıklı menfaatlarımızı geliştirirsek, savaşlara son veririz düşüncesiyle masaya oturmuş ve Roma Antlaşmasını imzalamışlardır.

Tabiî ki, bunun yapılmasında ikinci bir korku, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğinin, İkinci Dünya Harbinden sonra güçlenmesiyle meydana gelen tehdittir. İşte, bunun için, önce, o gün için stratejik madde olarak bilinen, Avrupa Kömür ve Çelik Birliği kurulmuş ve Avrupa Birliğinin temelleri bunun üzerine atılmıştır. Hemen arkasından, 1950'li yıllarda Avrupa Savunma Birliği teklifi getirilmişse de, başta Fransa'nın itirazıyla, bu savunma birliği oluşmamıştır; ancak, bu yaşadığımız yıllarda, Batı Avrupa Birliği şeklinde bir savunma hareketine başlanmış, şimdi de, Portekiz'deki, biraz sonra değineceğim antlaşmayla, Avrupa Birliği Savunma ve Güvenlik Güçleri kurulması kararı alınmıştır.

Avrupa Birliği kurulmasıyla, üç temel hedef seçilmiştir. Birinci hedef, tek pazar, tek para, tek merkez bankasıyla ekonomik entegrasyonu sağlamaktır. Bu sağlanmıştır ve Maastrich Antlaşması, bunda esas önemli unsurları ortaya koymuştur. Avrupa Birliğinin, artık, tek bir merkez bankası vardır, Avrupa Birliğine üye olacak ülkelerin merkez bankaları bu merkez bankasının şubesi durumuna girecektir ve böylece, tek para birimi olan euro, 2002 yılından itibaren bütün ülkelerde kullanılmaya başlanacaktır. Bu bakımdan, Türkiye, tarih, kültür ve Müslüman yapısıyla çok kez benimsenmeyen, dışlanmış bir ülke durumuyla karşı karşıya kalmıştır. Oysa ki, Avrupa Birliği, çok dinli -bunu sonradan öğreniyoruz ki, çok dinden kasıt, Katolik, Protestan ve Ortodoks beraberliğidir- çok kültürlü bir yapıyı hedeflemiş bulunmaktadır.

Değerli arkadaşlarım, bu siyasî entegrasyon sağlandıktan sonra, yani, tek devlet yapısına kavuşulduktan sonra -ki, konfederatif bir sistem olacaktır- bütün Avrupa Birliğine üye ülkeler federatif devlet durumuna girecektir.

Üçüncü hedef ise, genişleme sürecidir. Bu süreçte, Helsinki Zirvesinde, Türkiye'yle beraber 12 ülkenin daha adaylığı kabul edilmiştir; 6'sı hakkında kesin, tam adaylık görüşmeleri başlamıştır -bunların içinde Kıbrıs Rum da vardır- Türkiye ise 13 üncü sıraya konulmuştur. Şimdi, düşünürsek, 12 Avrupa ülkesinden sonra Türkiye 13 üncü sırada bekletiliyordu; şimdi, yine 13 üncü sıraya konuldu. Ben diyorum ki, acaba, Avrupa, 13 rakamını uğursuz bildiği için, Türkiye'yi bu sırada bekletmekte midir?

Değerli arkadaşlarım, Avrupa Birliğinin belirlediği değerleri ve amaçları paylaşma zorunluluğu Helsinki Anlaşmasıyla ortaya konulmuştur. Helsinki Anlaşmasında ikinci önemli unsur, Kopenhang kriterlerine uyum mecburiyetidir; bu, 4 üncü maddede yer almaktadır; 9 uncu maddede ise, Kıbrıs sorunu 2004 yılına kadar Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri aracılığıyla çözülemezse, bunun çözümü, Avrupa Birliği Konseyi kararına bırakılmıştır. Bütün bunları bile bile, tekrar, sanki bu kriterlerde, mecburen uyulması gereken bu hususlarda pazarlık hakkımız varmış gibi, şimdi, devletin en üst kademelerinde tartışmalarla karşı karşıya kalıyoruz.

Değerli arkadaşlarım, Kopenhag kriterlerinde Türkiye'yi fevkalade yakından ilgilendiren, diğer ülkeleri de ilgilendiren birçok husus olmakla beraber, özgürlükler, insan hakları, güvenlik meselesi, adalet konusu, hukuk devleti ve demokrasi konuları, taviz verilmeyen kriterler olarak önümüzde durmaktadır. Ekonomide ise, serbest piyasa ekonomisi, rekabete dayalı bir pazar yapısı, istikrarlı, makro ekonomik sorunlardan arınmış bir ekonomik yapı istenilmekte ve bunların üzerinde taviz verilmeyeceği belirtilmektedir.

Bazı ekonomik hedefler ise, kısa olarak, şöyle belirlenmiştir: Enflasyon binde 5 ilâ yüzde 5 olacaktır; faizler, üç ülkenin en düşük faiz ortalamasından ancak yüzde 2 fazla olabilir. Bütçe açığı, gayri sâfi millî hâsıla içerisinde maksimum yüzde 3 olacaktır; Türkiye'de, bilindiği gibi yüzde 12'dir. Kamu borçları, gayri sâfi millî hâsıla içerisinde maksimum yüzde 60 olacaktır; şu anda, Türkiye'de yüzde 83'tür. Euro, Avrupa Birliği Merkez Bankası limitlerine uyum sağlayacak ve kararlı, istikrarlı bir kur politikası izlenilecektir.

Şimdi, bu gerçeklere nasıl uyulabileceği ve nasıl halledileceği, bu konuştuğumuz, tartıştığımız Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı hedeflerinde göze çarpmamaktadır. Türkiye, bugüne kadar, kendi vecibelerini büyük ölçüde yerine getirmiş; ama, daha önce de söylediğim gibi, kazanılmış hakları kendisine verilmemiştir, anlaşmalara rağmen reddedilmiştir; bunları hatırlayacağız. Emeğin serbest dolaşımında, hâlâ, bu hak verilmemiştir ve turistlere, işadamlarına bile vize uygulanmaktadır; mal dolaşımı, kazanılmış hak olduğu halde, Gümrük Birliği Anlaşmasına kadar kotalarla önlenmiştir ve Dördüncü Malî Protokol yirmi yıldır yürürlüğe sokulmamıştır; miktarı az olmakla beraber, prensip yönünden 600 milyon ecu değerindeki malî yardım, sunî gündemlerle yapılmamıştır. Bu yapılmadı da, şimdi, Helsinki Kararları sonrasında, Türkiye aday olduğu için, o anlaşmadaki kararlar çerçevesinde yardım yapılıyor mu; hayır... Diğer ülkelere ve özellikle Doğu Avrupa ülkelerine yapılacak yardımlar önümüzdeki on yılda 21 milyar euro olarak belirlenmiştir, Türkiye'ye ise, vaat edilen yardımların henüz yirmide 1'i gerçekleşmemiştir.

Değerli arkadaşlar, gümrük birliği deyince, fevkalade önem taşımaktadır; çünkü, gümrük birliğine, Türkiye, siyasî karar organlarında yer almadan sokulmuştur ve bununla birlikte, siyasî karar organlarının alacağı her türlü karara, Türkiye, uymak mecburiyetinde kalmıştır. Bir tanesi, ortak gümrük tarifesi dediğimiz, OGT; yani, üçüncü ülkelere uygulanacak vergilerdir. Bunlar ortalama yüzde 5,1 nispetinde olduğu için, geçtiğimiz yıllarda, 1 Ocak 1996'dan itibaren Türkiye'ye üçüncü ülkelerden yapılan ithalatlar da cazip olmuştur ve patlama noktasına gelmiştir.

Diğer taraftan, Avrupa Birliğiyle olan bütün gümrük duvarlarımız kaldırıldığı için, dışticaret, Türkiye'nin aleyhine gelişmiştir. 1995 yılında yüzde 48,7 olan Avrupa'nın dışticaret payı, 1999 yılında yüzde 53,1'e, 2000 yılının dört ayında yüzde 54,7'ye çıkmıştır ve Avrupa Birliği ile Türkiye arasında dışticaret açığı 11,4 milyar dolara ulaşmıştır; 2000 yılında da, bunların olumsuz etkisiyle, Türkiye'nin dört yıllık dışticaret açığında yüzde 370 gibi bir patlama olmuştur. Bu, fevkalade ürkütücüdür. Bugün dövizde sorun gözükmemektedir; ama, bu belirtiler, gelecek yıl kur çapasının kalkmasıyla, Türkiye'de büyük bir devalüasyonun eşiğine gelineceğinin çok üzücü işaretleridir. Bununla ilgili de, Beş Yıllık Planda herhangi bir tedbir görülmemektedir.

Değerli arkadaşlarım, vakit daraldı; çok şey söylenilmesi gerekiyor.

BAŞKAN – Bitti.

ALİ COŞKUN (Devamla) – Efendim, Başkandan kalan 3 dakikalık hakkımızı lütfen...

Şimdi, eğri oturup doğru konuşalım. Avrupa Birliği konusu millete mal edildi mi; devlet yönetiminin en üst kademeleri müşterek politikalar oluşturabildi mi?

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Coşkun, süreniz tamamlandı efendim. Mikrofonunuzu açıyorum; lütfen tamamlayın.

ALİ COŞKUN (Devamla) – Değerli arkadaşlarım, bunu, Millî Güvenlik Kurulunun bir önerisi karşısındaki tabloda görüyoruz ve fevkalade üzücü gelişmeler var. Şimdi, Avrupa Birliğiyle olan ilişkilerde yeni bir sorun daha karşımıza çıkmış durumda. Size, sadece bir metin okumak istiyorum: "Yetkili organların bu konudaki görüşü, halk, hâlâ, Avrupa Birliği üyeliğinin ne anlama geldiğini bilmiyor. Egemenlik, tamamen değil; ama, kısmen Brüksel'e verilecek" şeklindedir. Şimdi, biz, Avrupa Birliğine girerek federe devlet olmayı kabul ediyor muyuz? Bunun kararını mutlak surette vermemiz lazım. Hükümetin icraatında, bu işi topluma mal etme diye bir husus görülmüyor. Bunu topluma mal ettik mi; millete sorduk mu; şu Yüce Mecliste bunları tartıştık mı?.. Bu planı onaylamakla biz bunları kabul etmiş mi olacağız? Bunları sormak istiyorum ve son olarak, hükümetin merkezî planlama düşüncesinden kurtulmasını talep ediyorum; 40'lı yılların dayatmacı zihniyetiyle bir yere gidemeyiz.

Bu hükümet iki unsur üzerine kuruldu: Bir tanesi istikrar, öbürü ise uzlaşıdır. Şimdi görüyoruz ki, yoksullukta istikrarı sağladılar; birbirlerini aklamada, menfaat bölüşmesinde de uzlaştılar!

Bu düşüncelerle, herkesin dikkatini çekiyorum ve hepinizi saygıyla selamlıyorum. (FP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum efendim.

Saat 16.55'te toplanmak üzere birleşime ara veriyorum.

Kapanma Saati : 16.39

İKİNCİ OTURUM

Açılma Saati : 16.55

BAŞKAN : Başkanvekili Nejat ARSEVEN

KÂTİP ÜYELER : Mehmet ELKATMIŞ (Nevşehir), Melda BAYER (Ankara)

 

BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, 118 inci Birleşimin İkinci Oturumunu açıyorum.

Çalışmalarımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz.

IV. – KANUN TASARI VE TEKLİFLERİYLE KOMİSYONLARDAN

GELEN DİĞER İŞLER (Devam)

1. – Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci Beş Yıllık (2001-2005) Kalkınma Planının Sunulduğuna Dair Başbakanlık Tezkeresi ve Plan ve Bütçe Komisyonu Raporu (3/600) (S. Sayısı: 516) (Devam)

BAŞKAN – Komisyon ve Hükümet yerinde.

Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının görüşmelerinde, şimdi, söz sırası, Doğru Yol Partisi Grubu adına, ilk olarak, Hatay Milletvekili Sayın Mehmet Dönen'e aittir.

Buyurun Sayın Dönen. (Alkışlar)

DYP GRUBU ADINA MEHMET DÖNEN (Hatay) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bugün, burada, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planını görüşüyoruz. Sözlerime başlamadan önce şunu belirtmek istiyorum: Yürütme organımız, hükümetimiz, hazırladığı bu beş yıllık kalkınma planına ne kadar önem verdiğini, bu hükümet sıralarıyla bir kez daha ortaya koymuş oldu!

MEHMET EMREHAN HALICI (Konya) – Muhalefet de öyle!

TURHAN GÜVEN (İçel) – Bizim planımız değil.

MEHMET DÖNEN (Devamla) – Özellikle, iktidar partileri, kendi iktidarının hazırladığı plana daha ciddî bir gözle bakmalı ve onu, daha ciddî bir gözle gözlemlemeli ve onu yürütecek olan hükümet, ciddî biçimde bu planın üstünde çalışmalı ve burada, Meclis çalışmalarına katılmalı diye düşünüyorum.

Sayın milletvekilleri, 2001-2005 yıllarını kapsayan Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planında, yılda, ortalama yüzde 6,7 oranında bir ekonomik büyüme öngörülmekte, böylece, Kopenhag kriterlerine uyum için bir ulusal program uygulamaya konularak, 2004 yılında Maastricht kriterlerine ulaşılması hedeflenmektedir. Bildiğiniz gibi, Avrupa Birliği normlarında "Kopenhag kriterleri" diye adlandırdığımız kriterler, demokrasi kriterleri, Maastricht kriterleri dediğimiz kriterler ise, ekonomik kriterlerdir.

Değerli milletvekilleri, bu planla, cumhuriyetin yüzüncü yılına; yani, 2023 yılına kadarki dönemi kapsayan ve toplumsal dönüşümü öngören uzun vadeli hedefler de benimsenmekte ve halen 2 900 dolar olan kişi başına gelirin, 2023 yılında 20 000 dolarlara, Türkiye'nin toplam millî gelirinin de 1,9 trilyon dolara ulaşması öngörülmektedir.

Değerli milletvekilleri, burada hemen belirtmek isterim ki, 1960'lı yıllarda başlayan, hiçbir plan döneminde ulaşılmayan 6,7'lik büyüme oranını hedef olarak belirlemek, gerçekçi bir yaklaşım değildir.

1960 ile 1970 arasındaki plana baktığımızda, büyüme oranı yüzde 6,5 olarak gerçekleşmiş, 1970-1980 arasında yüzde 5,5 olarak gerçekleşmiş, 1980-1990 arasında yüzde 4,5 dolayında gerçekleşmiş, 1990 sonrasında, 5 Nisan kararlarının hemen arifesinde; yani, 1995 ve 1996 yılları dışındaki yıllarda büyüme oranı daha da düşmüştür. 1995 ve 1996 yıllarında, Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı hedeflerini de aşarak, yüzde 7,7 büyüme oranına ulaşılmıştır.

Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı döneminde, birdenbire yükselerek 6,7'lere çıkması için, planda, haklı, mantıklı, yeterli ve inandırıcı bir ekonomik analiz de yoktur.

Kalkınma planları, önceden belirlenmiş bir amaç setine ulaşmak amacıyla, bir ulusun temel ekonomik değişikliklerinin düzey ve büyüklüğünü etkilemek, yönlendirmek ve uzun dönemde ekonomik karar almayı koordine etmek üzere hükümetçe yapılan bilinçli programlardır.

Sayın milletvekilleri, planlama, geleceği düşünmektir, geleceği kontrol etmektir. Plan ve programsız toplum, yön duygusunu yitirmiş bir toplumdur. Bugün, başta Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya olmak üzere, pek çok gelişmiş, çağdaş ekonomi, plan enstrümanından yararlanmaktadır. Örneğin, stratejik makro planlama yaklaşımının dünyadaki ilk uygulayıcılarından birisi olan Amerika Birleşik Devletleri eski Başkanlarından Roosevelt'tir. Roosevelt tarafından 1933'te başlatılan New Deal adlı, yani 1929 bunalımının neden olduğu ekonomik ve sosyal çöküntüyle büyük boyuttaki işsizliğe çare bulmak amacıyla geliştirilen plandır.

Başkan Clinton döneminde de stratejik plan yaklaşımının benimsendiği bilinmektedir. Bu stratejinin temel unsurlarını, Başkan Yardımcısı Al Gore "dünyanın içinde bulunduğu bu karmaşa döneminde, büyüme konusunu, Amerika, kendi akışı içine bırakamaz ve bırakmayacaktır. Amerika, büyümeden yana politikalara her zamankinden daha güçlü sarılacaktır" diyerek, planlama anlayışını ortaya koymuştur.

Amerika Birleşik Devletleri, büyüme politikasını, bütçe dengesi, devletin yeniden yapılandırılması ve kuralların azaltılması, eğitim ve ar-ge yatırımlarının geliştirilmesi ile küresel ilişkilerin geliştirilmesi ilkelerine dayandırmaktadır.

Değerli milletvekilleri, Japonya da, uzun dönemli planlarıyla tanınmakta. Son olarak, Temmuz 1999'da, 2010 yılına kadarki dönemi kapsayan İdeal Sosyoeokonomik Yapı ve Ekonomide Yeniden Doğuş Politikaları adlı plan yürürlüğe konulmuştur. Bu planla ulaşılması amaçlanan ideal sosyoekonomik yapının temel kavramları çeşitlilik ve yaratıcı yeniliktir. Bu yapıda, ulusal ekonomi, azalacak olan nüfusa rağmen büyümesini sürdürecek, bilgi toplumuna ulaşmayı, düşük doğum oranı ve yaşlanan nüfus nedeniyle ortaya çıkacak sorunları çözmeyi, küreselleşmeden yararlanmayı, çevre kısıtlarıyla yaşamayı amaçlamaktadır ve bu yeni yapının temelini, bağımsız ve özgür bireylerin oluşturacağını da açık bir biçimde kararlaştırmıştır.

Değerli milletvekilleri, biz, hâlâ, düşündüğü için insanları hapishaneye atarken, herhalde, bu planın arkasına, özgür düşünen insanın dinamiğini koyamayacağız. Onun için de, baştan, bu planın başarılı olma şansı yoktur.

Bakın, 1917 Bolşevik devrimiyle başlayan merkezî planlama anlayışının arkasında da bireysel özgürlüklere dayalı insanın dinamiği yoktu. O dinamik insandan yoksun, özgürlüklerden yoksun, halkın taleplerini algılamadan yoksun merkezî planlamaların geldiği nokta, çok açık biçimde ortada.

Değerli milletvekilleri, yukarıda, temel ilkeleri açıklanmaya çalışılan Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya plan uygulamaları, çağdaş piyasa ekonomilerinin örnek alması gereken plan yaklaşımlarıdır.

Hükümetçe hazırlanan Sekizinci Beş Yıllık Planı, maalesef, hedef ve misyonu olmayan, önceki planların genel içerik ve sistematiğini tekrar eden bir metin niteliğindedir. Bütünsellikten yoksun bu metinde, ekonomi, sektörler itibariyle ve birbirinden ayrı kategoriler halinde ele alınmakta; ancak, ulaşılmak istenen hedefler açık, inandırıcı ve kararlı bir biçimde ortaya konulamamaktadır.

Değerli milletvekilleri, hatırlanacağı gibi, Birinci Kalkınma Planı, onbeş yıllık bir perspektif ortaya koymuştu ve bu plan, kalkınmayı öne çıkaran bir plandı. Daha sonraki İkinci Plan, yirmiiki yıllık bir perspektifle hazırlanmış ve ana hedefleri, Avrupa Birliğiyle entegre olmayı amaçlamaktı. Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı ise, vizyonu ve perspektifi olmayan bir plandır. Planda ulaşılması hedeflenen rakamsal hedefler gerçekçi olmadığı gibi, planın yapısal bir dönüşüm iddiası da yoktur.

Yapısal dönüşümü gerçekleştirmeden, öngörülen rakamsal büyüklüklere ulaşılması imkânsızdır. Kaldı ki, bu rakamsal hedeflere, konjonktürel olarak ulaşılsa bile, yapısal reformlar gerçekleştirilmeden bunun kalıcı ve sürekli olmayacağını da herkes bilmektedir.

Yapısal dönüşümü öngörmeyen, reel sektörün gelişmesini amaçlamayan bir kalkınma planıyla varılabilecek esaslı ve iddialı bir hedef de bulunmamaktadır.

Kısaca, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, ana ekonomik sektörler itibariyle, istatistiksel veriler ihtiva eden, perspektifsiz, hedefsiz, misyonsuz bir metin olarak önümüzde durmaktadır.

Ülkemizde uzunca bir süredir, malî sektör çıkışlı ekonomik bir sıkıntı yaşanmaktadır. Bu durumun temel nedeni, kamunun finansman açığıdır. Bu açıklar, kısa dönemde bazı radikal önlemlerle kontrol altına alınabilir. Uygulanan ekonomik rehabilitasyon politikası da bunu amaçlamaktadır; ama, sorunların kalıcı bir biçimde çözümlenebilmesi, ancak, reel ekonomide sağlanacak yapısal dönüşümlerle mümkün olacaktır. Bunun da yolu, yeni bir perspektif ve stratejik makroplan çerçevesinde, ülke kaynaklarını, Türkiye'yi 21 inci Yüzyılın bilgi çağına taşıyacak şekilde seferber etmeye bağlıdır.

Sayın milletvekilleri, son günlerde, özellikle, Avrupa Birliği ve Kıbrıs konusu çok güncel olduğu için, Cumhurbaşkanımızın, Kıbrıs'a giderek, orada bazı açıklamalar yapmasını da göz önüne alarak, burada, Avrupa Birliğiyle ligili birkaç söz söylemek istiyorum.

Değerli milletvekilleri, aslında, Helsinki doruk toplantısında alınan kararlarla, Türkiye, Avrupa Birliğiyle bütünleşme sürecinde çok önemli bir aşamayı kaydetmiştir. Helsinki kararlarını, iki ayrı şekilde değerlendirmek gerekmektedir. Adaylığımızın tescil edilerek karara bağlanmasını çok önemli bir kazanım olarak görüyoruz; ancak, bu, Kıbrıs ve Ege konularında hükümetin verdiği ödünle ilgili eleştirileri de ortadan kaldırmaya yeterli bir neden değildir. Hükümet, her ne kadar, koşul olmadığını ve pazarlık yapılmadığını iddia etse de, ortada bir ödün olduğu da apaçık görülmektedir. Bir müzakere sürecine dayandığı görülen ve Ankara'nın onayladığı metinde yer alan Kıbrıs ve Ege ile ilgili düzenlemeler, açıkçası, ulusumuzu rahatsız etmektedir.

Yunan Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu'nun, Helsinki toplantısında alınan kararlarla ilgili olarak önemli bir saptaması var. Yunanlı Bakan "artık, bundan sonra, Kıbrıs ve Ege sorunu, Avrupa Birliğinin sorunu durumuna gelmiştir" diyor. Gerçekten, sonuç olarak da, bu kazanım, Yunanistan'ın lehine görünmektedir; oysa, Yunanistan karasularının 12 mile çıkarılması kabul edilemez. Bu, yalnızca Türkiye için değil, Karadenize kıyısı olan ve Boğazlardan geçiş yapan ülkeler için de çok ciddî bir sorun olarak karşımızda durmakta.

Öte yandan, Helsinki kararlarıyla, Kıbrıs Rum tarafında, Avrupa Birliğine üyelik yolu açılmıştır. Oysa, Avrupa Birliğinin dört büyük devleti, önceki yıl, bir bildiri yayınlayarak, Kıbrıs sorunu çözülmeden Kıbrıs Rum tarafını Avrupa Birliğine almayacaklarını kesin bir dille açıklamışlardır; ancak, şimdi, açık bir tavır değişikliğiyle, Kıbrıs sorunu çözülmese de üyelik başvurusunu değerlendirebileceklerini ifade etmektedirler. Yani, Kıbrıs Rum tarafının üyeliğinin önü açılıyor.

Kaldı ki, bu durum, Kıbrıs Anayasasına da apaçık aykırıdır; çünkü, Kıbrıs Anayasasına göre, Kıbrıs'ın, Türkiye ve Yunanistan'ın eşzamanlı olarak içinde bulunmadığı bir uluslararası örgütlenmeye girmesi olanaklı görünmemektedir. Hükümet, Kıbrıs konusunda kendisiyle de çelişki içerisindedir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti tanınmazsa, müzakerelere oturmayacağını, konfederasyon kabul edilmediği takdirde başka bir konu görüşmeyeceğini söyleyen hükümet, bu koşullar yerine getirilmediği halde görüşmeleri sürdürmektedir.

Sayın milletvekilleri, şimdi, Türkiye'nin, hızla bu sorunları çözmesi ve Avrupa Birliği için yapacağı çalışmaları planlaması gerekir. Geleceğimiz için çok önem taşıyan bir dönemin içine girmiş bulunuyoruz. Aslında, yapılması gerekenleri hepimiz biliyoruz. Öncelikle, eşgüdüm konusunu çok önemseyerek ve Dışişleri Bakanlığımızın da birikimlerini gözardı etmeden, bu çalışmaları yürütecek, planlayacak ve ilişkileri kuracak yeni bir yönteme, yeni bir düzenlemeye ivedilikle ihtiyaç olduğu kanısındayız; ama, bu, bugünkü hükümetimizin kurmaya çalıştığı bir "Avrupa Birliği Genel Sekreterliği" olmamalıdır. Bununla, ya hükümet Avrupa Birliğine katılmayı hafife almakta veyahut da bu konuyu, böyle bir genel sekreterlikle çözmeyi amaçlayarak, çok büyük bir yanılgı içinde olmaktadır.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye, Anadolu kimliğiyle, Türk-Müslüman kimliğiyle ve Anadolu'daki bütün inanç ve etnik gruplarıyla bu fırsatı çok iyi değerlendirmeli, siyasî ve iktisadî koşullarda, insan hakları konusunda, kurumsal yapılanmalar konusunda gerekli düzenlemeleri vakit geçirmeden yerine getirmelidir.

Türkiye'nin, aday ülke gibi, Avrupa Birliği mevzuatına uyum sağlaması gerektiği bilinmektedir; ancak, bu bir şablon, tüm konularda âdeta bir hap gibi yutturulması olarak da gözlenemez. Türkiye, tabiî ki, müzakerelerde özgürlüğünü, gereksinimlerini ve beklentilerini dile getirmelidir. Bunun için, önce Avrupa Birliği projesinin temel parametrelerini ortaya koymalı, bir ufuk tanımlaması yapmalıdır hükümet. Eğer, hükümet, bu tanımlamayı yapma yerine, hükümeti oluşturan siyasî partilerin liderlerinden birisi gidip "Avrupa Birliğine katılmamız Diyarbakır'dan geçer" dedikten ve Ankara'ya döndükten sonra, öbür iktidar partisinin genel başkanı buna karşı demeç verir; yine, Güneydoğu'ya giden Başbakanımız, orada, Avrupa Birliği kriterlerine, normlarına uygun demeçler verir, buraya gelir, hükümetin diğer kanadı "biz, böyle bir karar almadık" derse, yani, kısacası, hükümetin, kendi içinde, Avrupa Birliği kriterlerine ve normlarına uygun bir görüş birliği yoksa ve bunları yapacak yerde, kurt-güvencin tartışmalarına işi götürürlerse, Avrupa Birliği normlarını yakalamamız, gerçekten güçleşir değerli milletvekilleri.

İSMAİL AYDINLI (İstanbul) – Kurt-kuş edebiyatıyla ne alakası var Avrupa Birliğinin?!

MEHMET DÖNEN (Devamla) – Çok şeyle alakası var. Eğer, Avrupa Birliği normlarını yakalayacaksanız sayın milletvekili...

İSMAİL AYDINLI (İstanbul) – Siz savunmuyorsunuz...

BAŞKAN – Efendim, müdahale etmeyelim lütfen hatibe.

MEHMET DÖNEN (Devamla) – Eğer, bu kriterleri... Hükümetin, kendi içinde bir netlik kazanması gerekir. Yani, demokrasi normlarından siz ne anlıyorsunuz, diğer ortaklarınız ne anlıyor...

İSMAİL AYDINLI (İstanbul) – Siz çok şey anlıyorsunuz!..

BAŞKAN – Sayın Aydınlı, lütfen müdahale etmeyin efendim.

MEHMET DÖNEN (Devamla) – ...Bunları, çok iyi ortaya koymak ve netleştirmek zorundasınız.

İSMAİL AYDINLI (İstanbul) – Siz çok şey anlıyorsunuz!..

MEHMET DÖNEN (Devamla) – Yani, bunun yerine, bir kurt-kuş tartışmasının bizim için olumsuz olduğu görüşünde olduğumuz için söylüyoruz. Bunlara girmeyin, bunlara gerek yok.

İSMAİL AYDINLI (İstanbul) – Siz çok şey anlıyorsunuz!..

BAŞKAN – Efendim, acaba, anlaşılmıyor mu, duyulmuyor mu ikazım Sayın Aydınlı?!

İSMAİL AYDINLI (İstanbul) – Ama, alakası olmayan şeylerden bahsediyor!

BAŞKAN – Sayın hatip, siz de, lütfen, Genel Kurula hitap edin efendim.

Buyurun.

MEHMET DÖNEN (Devamla) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; aslında, Avrupa Birliğinin kriterlerinin, yani, demokratik kriterlerinin ne kadar önemli olduğunu, bu, elimizdeki Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planını iyi inceler ve irdelersek, çok açık bir biçimde görürüz. Şimdi, Sekizinci Beş Yıllık Plandan önceki Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı da, bu Sekizinci Beş Yıllık Plan içerisinde özetler halinde sunulmuştur. Bu, Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planının bir bölümünü, Doğru Yol Partisinin içerisinde bulunduğu iktidar grubu yönlendirmiş, diğer bir bölümünü de, bugünkü iktidarın büyük ve küçük ortaklarının içerisinde bulunduğu bir iktidar yönlendirmiş.

Değerli arkadaşlarım, 1997, Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planında tıpkı bir milat gibi. Bunu, ben söylemiyorum; bunu, buradaki rakamlar söylüyor. Bakın, Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planında, 1995 ve 1996 ayrı bir kategori olarak yer almış; yani, 1994'te 5 Nisan kararlarını almış bir iktidarın uyguladığı ekonomik polikitalar sonucunda ortaya çıkan rakamlar var, bir de, 1997'den sonra ortaya çıkan rakamlar var.

Değerli milletvekilleri, 1995 ve 1996 yıllarında, Türkiye'nin en büyük ulusal büyüme, kalkınma rakamlarına ulaşılmıştır; yüzde 7,7. Türkiye, o dönemde, OECD ülkeleri arasında kalkınmada en önde gelen ülke olarak seçilmiştir; ama, 1999'a geldiğimizde, 1995'te ve 1996'da yüzde 7,7 olan büyüme, eksi yüzde 6'lara düşmüştür.

ALİ TEKİN (Adana) – 1994'ten de bahsedin!..

MEHMET DÖNEN (Devamla) – 1994'ü de konuşuruz... Biz, burada bıraktığımız Türkiye'yi, siz, nereye getirdiniz; onun analizini yapıyoruz. Bunu, ben yapmıyorum, bunu, iktidar olarak siz yapmışsınız, burada yazıyor.

İSMAİL AYDINLI (İstanbul) – Siz, CHP'den geldiniz Sayın Dönen; döne döne geldiniz!..

MUSTAFA ÖRS (Burdur) – Sen, kürsüden konuş, oradan konuşma!

BAŞKAN – Değerli milletvekilleri...

MEHMET DÖNEN (Devamla) – Ben, nereden geldiğimi ve kökümü çok iyi bilen bir politikacıyım.

BAŞKAN – Sayın Dönen, siz, Genel Kurula hitap edin efendim.

MEHMET DÖNEN (Devamla) – Yani, onu da, her zaman, her yerde, her koşulda, her zeminde sizinle tartışırım.

İSMAİL AYDINLI (İstanbul) – Tartışalım...

MEHMET DÖNEN (Devamla) – Ama, sizin bugünkü teslimiyetçi politikalarınızı, hiçbir zaman izlemedim ve izlemek durumunda da değilim. (DYP sıralarından alkışlar)

İSMAİL AYDINLI (İstanbul) – Alakasız...

MEHMET DÖNEN (Devamla) – Şimdi, sayın milletvekilleri, Sekizinci Beş Yıllık Planı alır, okursanız, buraya bunu okuyarak gelirseniz, benim söylediklerim, buradaki analiz... Şimdi, burada diyorsunuz ki, kalkınma hızı, 1995 ve 1996 yıllarında; yani, Doğru Yol Partisinin iktidar olduğu o dönemlerde 7,7.  Peki, Türkiye'de, bu dönemde, gayri safî millî hâsıla, 1995 yılında 2 835 dolarken, 1997 yılına geldiğimizde, 1998 yılına geldiğimizde, bu performansla 3 244 dolara gelmiş. Bunu, biz, eğer, satın alma paritesine göre hesap edersek, 5 734 dolar olan 1995'deki satın alma gücü, 1998 yılında 6 700 dolara çıkmış. Bu, bizim uyguladığımız o dönemdeki ekonomik politikanın bir sonucu olarak çıkmış.

ALİ TEKİN (Adana) – Peki, enflasyon?..

MEHMET DÖNEN (Devamla) – Enflasyonu da konuşacağız... Enflasyonu, her şeyi konuşacağız.

Değerli arkadaşlarım, bakıyoruz, 1999 yılına geldiğimizde, ekonomi yüzde 6,5 oranında küçülmüş. Millî gelir, 3 244 dolardan 2 900 dolara düşmüş. Bakıyoruz, satın alma paritesine göre, 6 700 dolardan 5 500 dolarlar seviyesine geri düşmüş. Yani, bizim bıraktığımız Türkiye'den, bugüne, Türkiye, fakirleşmiş. Biz, bunu söylüyoruz. Biz, söylemiyoruz, siz söylüyorsunuz; iktidarın hazırladığı program söylüyor.

Şimdi, değerli milletvekilleri; bunu da neye bağlamışız; demişiz ki, o dönemde, Asya ve Rusya krizleri vardı, bu krizlerin etkisiyle, biz, ekonomiyi küçülttük, ekonomi daraldı.

Peki, sayın milletvekilleri; Asya ve Rusya kriziyle ilgili de, 1997'de, 28 Şubat sürecinde demokrasinin kesintiye uğramasının, burada hiç mi etkisi yok?!.

Şimdi, siz, demokrasiyi kesintiye uğratır ve o gün, hatırlayın, Türkiye'deki bazı kebapçıları bile yasak listelerine alarak, sermayeyi, yeşil, kırmızı, sarı diye renklere ayırırsanız, sermayeyi, Türkiye'de tutabilir misiniz?.. Sizin, Türkiye'de sermayenin rengine değil, Türkiye'de, sermayenin yeşerebileceği, işe, aşa dönüşebileceği ortamı yaratmanız lazım. Var olan sermayenin de, Türkiye'de koşullarını, sermaye piyasası koşullarını adil bir biçimde, herkes için ugulanabilir bir biçimde koyarsınız, gayri meşru sermaye akışları varsa bunları da önlersiniz.

Değerli milletvekilleri, yine, o dönemleri hatırlayın; bu ekonominin küçülmesinde, bu Meclisin kürsüsünden vergi reformu diye adlandırılıp, ondan sonra da, vergi reformu diye adlandırılanlar tarafından yeniden değiştirilen vergi yasalarının hiç mi payı yok?.. Yani, o günün gazetelerine bakarsanız, çıkan o vergi yasalarıyla birlikte, kimilerine göre 15 milyar dolar, kimilerine göre 20 milyar dolarlık çok önemli bir kaynağın Türkiye'den dışarı gittiğinin yazıldığını görürsünüz.

Şimdi, malî milat koyacaksınız, bir müddet sonra vazgeçeceksiniz... Yani, ekonomiyi yaz boz tahtasına çevireceksiniz, yatırımcıyı önünü göremez hale getireceksiniz, ekonomiyi küçülteceksiniz ve ondan sonra da, burada, bu ekonomik performasta, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının hedeflerini tutturacaksınız... Bu, mümkün değil.

Değerli milletvekilleri, yine bu plana baktığımızda, 1995 ve 1996 yıllarında, ihracatımız, ortalama olarak yüzde 10,5 dolayında artmış. Peki, 1999'da ne kadar artmış; yüzde 1,5 dolayında artmış. Kamu borçlanma gereksinimi, o dönemlerde, özellikle 1995-1997 arasında yüzde 8,6 imiş, 1999'da yüzde 14,2'ye yükselmiş.

Değerli milletvekilleri, görüyoruz ki, kalkınma planları, onu uygulayan iktidarların anlayışıyla ve uygulama biçimiyle çok yakından ilgili. 1995 ve 1996'da uygulanan ekonomik politikayla ilgili alınan sonuçlar çok olumlu, her alanda olumlu; ama, 1997'den sonra, alınan kararlar sonucunda ekonominin geldiği nokta, hepimizin gözleri önünde.

Değerli milletvekilleri, bugün iktidar ortağı partilerden birisi "geçen dönem biz yoktuk, biz yeni ortağız, yeni bir anlayışla olaylara yaklaşıyoruz" diyebilir; ama, uygulanan ekonomik politikaların bugününe baktığımızda, bugünün ilk 5 ayına baktığımızda, imalat sanayiinde ilk iki ayda bir büyüme trendi görülmekle birlikte, bu trend, şimdi, aşağı doğru inmeye başlamıştır; yani, ekonomi tekrar küçülmeye başlamıştır, işsizlik oranı tekrar artmaya başlamıştır.

MURAT AKIN (Aksaray) – Aynen 1999'daki gibi.

MEHMET DÖNEN (Devamla) – Değerli milletvekilleri, uygulanan ekonomik politikaların sonucu olarak, özellikle imalat sanayiinin küçülmesine ve diğer sektörlerin küçülmesine göz atarsak, önümüzde, bu programın başarılı olması için hiç de önemli sebep olmadığı noktasında hepimiz birleşiriz.

BİROL BÜYÜKÖZTÜRK (Osmaniye) – Yanlış bir cümle!

MEHMET DÖNEN (Devamla) – Ben, yanlış düşünüyorsam, gelirsiniz, Milliyetçi Hareket Partisinin adına, burada, dersiniz ki, siz yanlış düşünüyorsunuz, biz doğru düşünüyoruz.

Değerli milletvekilleri, bakın, ilk beş ayda 10,5 katrilyon vergi toplamışız. Ne kadar borç; 11,7 katrilyon borç ödüyoruz. 10,5 katrilyon vergi topluyoruz, 11,7 katrilyon borç ödüyoruz. Büçte hedeflerine bakıyoruz; bütçe hedeflerimiz tutuyor mu diye bakıyoruz: 2000 yılı bütçemiz 14,5 katrilyon civarında bir açık öngörüyor, ilk beş ayında 7,5 katrilyon açık şimdiden var; yani, işçiye hiçbir şey vermemek, memura hiçbir şey vermemek...

MAHMUT ERDİR (Eskişehir) – Sizden öğrendik!..

MEHMET DÖNEN (Devamla) – ... çiftçiye hiçbir şey vermemek adına yine de ekonominin gelişen trendi, makro ekonomik dengesi olumlu yönde değil. Biz, buradan bunu söylemek istiyoruz.

Şimdi, uyguladığınız ekonomik politikaları uygulayan ülkeler var. Özellikle, bugün, bizim tarım politikamızı Dünya Bankası adına yürüten ve burada, daha önce gördüğümüz birliklerin yeniden yapılanmasını sağlamaya çalışan Dores Palmaev, aynı zamanda Macaristan'ın da bu tür agro sanayiini, yani gıda ve tarıma dayalı sanayiini yeniden yapılanma programı içerisinde değerlendirmiş, orada, tıpkı bizde olduğu gibi, çok önemli radikal tedbirler almışlar.

Sayın milletvekilleri, Macaristan ve Polonya'ya gittiğinizde, gerçekten, bu agro sanayi diye adlandırdığımız sanayiin, yerle bir olduğunu, yok olduğunu görürsünüz. Buralarda, özellikle Avrupa'nın sübvansiyonlu ve birim alandan yüksek verim aldıkları gıdaların, yok olan bu gıda sanayiinin yerini aldığını görürsünüz; pazarlarında, Avrupa Birliğinin mallarını görürsünüz; yok olmuş bir sanayi görürsünüz. Aynı kişi, şimdi, bizi yönlendiriyor; bizim tarım politikamızda önemli bir söz sahibi olarak, burada, projelere katılıyor.

Sayın milletvekilleri, hükümetimizin uyguladığı tarım politikalarıyla ve son açıkladığı buğday taban fiyatlarıyla ilgili bir şey söylemek istiyorum. Hükümetimizin, tarım politikasında, özellikle taban fiyat politikalarını uygularken, dünya fiyatını uyguladığı söylendi; ama, bakın, dünya fiyatlarını değil, Avrupa Birliği fiyatlarına bakarsanız, Avrupa Birliğinde ekmeklik buğdaya ne verilir: Birincisi, Avrupa Birliğinde, bir müdahale fiyat verilir. İşte, o müdahele fiyat dediğimiz fiyat, aslında, bizim dünya piyasası diye algıladığımız fiyat. Ancak, daha sonra, bu müdahale fiyatı -bizim, şimdi, 91 000 lira falan dediğimiz- ekmeklik buğdayın oradaki, Avrupa Birliğindeki fiyatı, 119 ECU olarak açıklanmış. Bu, 1997, 1998, 1999 yılları için verilen veriler. Telafi edici...

NECATİ ALBAY (Eskişehir) – Toplam ne ediyor?

MEHMET DÖNEN (Devamla) – Onları, şimdi, söyleyeceğim.

Telafi edici ödeme olarak, ton başına 54,34 ECU verilmiş. Yine, bizde de söylendi, işte, bu aylık artışlar yüzde 1 olarak, 1 ECU olarak aylık belirlenmiş. Yine, çevre dönüşüm, kırsal gelişme ve değerlendirme desteklemeleri adı altında 50 ECU verilmiş bunlara ek olarak ve bilinmeyen, gizli olarak sürdürülen 30 ECU'da, öylece, bir sübvansiyon verilmiş.

Şimdi, bunlar, topladığınız zaman, ton başına 254,5 ECU ediyor; yani, ton başına, Avrupa Birliğinin buğdaya verdiği 254,4 ECU. Şimdi, değerli milletvekilleri, 1 ECU, sanıyorum 0,95 civarında falan veya 1'e 1 deseniz 254,5 dolar. Şimdi, 254,5 dolar ne yapar; 630 000 liradan, hesabını siz yapın. Herhalde, bugünkü verdiğimiz fiyatların aşağı yukarı iki katına yakın, belki, tam iki katı değil; ama, iki katına yakın bir fiyat oluşmakta.

Şimdi, Avrupa çiftçisi, hem birim alandan yüksek verim alacak -girdisini de destekliyorlar, işte, 30 ECU dediğimiz o girdi destekleri- hem eline, ton başına, bu kadar yüksek fiyat geçecek. Türkiye'de, birim alandan düşük verim alan tarım işletmeleri, aynı zamanda da, ton başına, Avrupa Birliğinin yarısı kadar bir taban fiyatıyla değerlendirilecek; bunu, kabul etmek mümkün değil sayın milletvekilleri. Böyle bir şeyi Türkiye'nin kabul etmesi mümkün değildir. Biz size tabanfiyatı yüksek verin demiyoruz. Biz diyoruz ki, çiftçiye kaynak aktarın, yeni koşullar, yeni gereksinimler doğrultusunda çiftçiye kaynak aktarın.

Bakın, Amik Ovasında ve Çukurova'da -burada birçok milletvekili arkadaşlarımız var- buğday bitti, şu anda tek bir tarlada buğday yok; ama, daha, Toprak Mahsulleri Ofisinin fiyatı belli değil; kaç liraya satacağı belli değil. Toprak Mahsulleri Ofisi buğday almamak için çok direniyor. Ben, akşam, daha yeni geldim, çok ilginç, tüccarlar diyor ki: Eğer, hükümet tabanfiyat açıklamasaydı, hiç açıklamasaydı, geçen yıl 75 000-80 000 liradan aldığımız buğdayı, bu sene 95 000 ile 100 000 lira arası düşünüyorduk; ama, hükümet tabanfiyatı açıklayınca ve hâlâ, yirmi gündür, Toprak Mahsulleri Ofisinde 25 kuruş ödenmediğini görünce, tüccarlar da, 81 000-82 000 liraya, 83 000 liraya çektiler fiyatı.

Şimdi, bunun adı beceriksizlik, bunun adı ülkeyi yönetememek! Bunun adı ülkeyi yönetememek! Bu ülkenin bakanlık makamında oturanların, o makamı kendi lüksü için kullanma şansları yoktur; bu milletin adına orada oturdukları için, bu milletin adına çözüm üretmek, bu milletin sorunlarını çözmek zorundalar. Bilmiyorlarsa, kalkarlar, bilen oturur ve o işleri yapar.

Sayın milletvekilleri, planları eleştirmek kolay, planlar hakkında çok şey söyleyebiliriz; ama, siz iktidar olduğunuzda ne yaparsınızın cevabını da birlikte burada vermek zorundayız; yani, biz bu planları eleştirirken, 21 inci Yüzyılın ufuk yüzyılı olduğunu ve ülkelerin, insanların ufukları kadar yol alabileceğini varsayarak, ona göre bir planı yapardık; ama, daha, kendi bir yıllık bütçesini bile tahmin edemeyen bir hükümetin, yirmi yıllık bir perspektifi tayin etmesi mümkün değildir. Biz bunu söylemek istiyoruz.

Sayın milletvekilleri, Türkiye, ciddî bir yol ayrımında. Türkiye, özellikle Osmanlı döneminde, sanayileşme sürecine yüzelli yıl geç başlayarak önemli bir gecikmeyi, önemli bir aksamayı gösterdi. Bu gecikmenin etkilerini bugüne kadar görmekteyiz.

Sayın milletvekilleri, Osmanlı Devletinin gecikmesiyle, kısacası sanayileşmenin gecikmesiyle, sanayiin temel değeri olan makine ve onun yarattığı paradan çok uzun bir süre yoksun kaldık; yani, çok uzunca bir süre, ülke olarak, Anadolu insanı olarak kaynak sıkıntısı çektik.

Değerli milletvekilleri, sanayi toplumunun temel güç kaynağı, makine ve onun ürettiği temel ekonomik değer de paradır. Yani, sanayi öncesi toplumun temel değeri kaba güç, sanayi toplumunun temel değeri para ise; yani, kaba gücü para manivela ediyorsa -önümüzdeki sürecin temel gücü bilgi olarak kabul ediliyor- para ve kaba gücü bilgi manivela ediyorsa, bilgi yönlendiriyorsa, Türkiye'nin, bilgi çağını yakalamak gibi, çok önemli bir misyonu vardır. Halen endüstrileşememiş, yani, sanayileşememiş, yarı sanayileşmiş bir ülke olarak, ülkemiz, eşzamanlı olarak, hem sanayileşmesini tamamlayacak hem de bilgi çağının normlarını ve kurumlarını yaratacak çalışmalar içerisinde olacaktır.

Değerli milletvekilleri, o zaman, bizim işimiz, özellikle, sanayileşmiş ülkelerin işinden kat kat daha fazla; kaynaklarımızı, bir taraftan sanayileşmeye ayırırken, bir taraftan da bilgi çağının yeni kurumlarına doğru yönlendirmek durumunda olduğumuzu varsayarsak, hem genç nüfusu olan hem işsiz sayısı yüksek olan bir toplumda, siz, imalat sanayiini, yani, sanayileşmeyi aksatamazsınız, yok sayamazsınız; ama, bugünkü dünyanın bir gerçeği olan bilgi çağını da yok sayamazsınız.

Sayın milletvekilleri, burada, hükümetimizin çok ciddî bir tercih yapması söz konusu; hatta, ülkemizin çok ciddî bir tercih yapması söz konusu.  Eğer, 21 inci Yüzyılın, önümüzdeki yüzyılın en önemli güç kaynağı bilgiyse -ki, tüm dünya bunu kabul ediyor- eğer, kaba güce ve paraya bilgi hâkim olacaksa, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ciddî bir kararı verme zorunluğu var; ya elindeki kaynakları, var olan kaynaklarını bilgi kurumlarına aktarmak ya da kaba güce, silaha aktarmak; bu ikisinden birini yapmak zorunda.

Sayın milletvekilleri, çok organize olmuş, dünyanın en güçlü ülkeleri bile, en modern silahlara sahip olan Amerika Birleşik Devletleri bile, son yüzyılda, silahla hiçbir sorunu çözememiştir. Hepimizin bildiği gibi, ne Kore'de ne Vietnam'da ne de Küba'da, o silahlarla sorunları çözememiş; çünkü, silahlar, sanayi toplumu öncesinde temel güçtü, kaba güç, o zaman temel güçtü. Sanayi toplumunun temel gücü farklıydı, şimdi, bilgi toplumunun temel gücü farklı.

Biz, bu planı konuşuyoruz, rakamlar konuşuyoruz, siz fazla yaptınız, biz eksik yaptık diyoruz; ama, temel tercihi, bu iktidarın, bu millet adına, bu çağda yapma gibi bir zorunluluğu var; yani, silaha ayırdığınız 20 milyar doları, ya üniversitelerinize ayırır, bilgi toplumunun bütün kurumlarını gerçekleştirir ya da silah almaya devam eder ve burada, fakrü zaruret içerisinde, bu planları, daha uzunca bir süre görüşürsünüz. İşin özü bu.

Değerli arkadaşlarım, bir diğer norm, konu üzerinde durmak istiyorum. Hepimiz istikrar diyoruz. Aman, bu hükümet bozulmasın, istikrar sağlansın. İstikrar için sağ partiler birleşsin, sol partiler birleşsin diyoruz. Bu istikrar kavramı öyle bir kavram ki; hatta, siyasî istikrar olursa, bu ülkede ekonomik istikrar da olur diyoruz. Bu, Güney Amerika'da, uzunca yıllar var olmuş hâkim düşüncedir. Güney Amerika'da, ekonomi bozulduğu zaman, bu ekonomi niye bozuldu; siyasî istikrarsızlıktan bozuldu denilmiş, ihtilal yapılmış, siyasî istikrar ihtilalle sağlanmış; ama, ekonomik istikrar sağlanamamış. Ekonomik istikrar sağlanamadığı için, yine, tekrar, dön baştan, fasit bir daire olarak, ekonomik istikrarsızlıklar sonucunda, bu siyasî istikrarsızlıklar devam etmiş. Bakın, Türkiye'deki siyasî istikrarsızlığın da nedeni, özellikle, gelir dağılımının bozulmasıdır. Eğer siz, Türkiye'de, 13 milyon insanı, günde 1 doların altında bir gelirle yaşatırsanız; yani, gelir dağılımınız...

NECATİ ALBAY (Eskişehir) – Çaresini söyleyin...

MEHMET DÖNEN (Devamla) – Çaresini söylüyoruz, anlatıyoruz; dinlemiyorsunuz ki!

NECATİ ALBAY (Eskişehir) – Çare de söyleyin; madem ki, 1 doların altında geliri varsa, onunla yaşıyorsa, bunun daha iyi bir yere gelmesi için çareyi de söyleyin.

MUSTAFA ÖRS (Burdur) – Anlatıyor da, anlamıyorsun.

BAŞKAN – Efendim, müdahale etmeyin lütfen, rica ediyorum...

MEHMET DÖNEN (Devamla) – İşte, onları da beraberinde anlatıyoruz, kaynakları nasıl kullanmanız gerektiğini anlatıyoruz.

PERİHAN YILMAZ (İstanbul) – Kaynak kalmamış ki!..

BAŞKAN – Sayın Hatip, siz, Genel Kurula hitap etmeye devam edin.

Buyurun efendim.

MEHMET DÖNEN (Devamla) – Yahu, ben anlayamıyorum ki, iktidar grubu!.. Yahu, siz, daha iyi yapacağız diye gelmediniz mi kardeşim?!

NECATİ ALBAY (Eskişehir) – Tamam da, çareleri de söyleyin.

BAŞKAN – Sayın Albay...

MEHMET DÖNEN (Devamla) – Peki, daha iyi yapacağız diye gelmiş olan iktidar, şimdi, bizden umut, çare bekliyorsa!.. Bizde bunun çaresi var. (DYP sıralarından alkışlar) Bizde var da, sonuçta, sizde olmadığı açığa çıksın diye bekliyoruz. Sizde olmadığı da açığa çıktı maalesef.

İSMAİL AYDINLI (İstanbul) – Sizin döneminizi de gördük!..

MEHMET DÖNEN (Devamla) – Sayın milletvekilleri, bakın, bir toplumda, gelir dağılımı bu denli bozulmuşsa, yani, ülkenin varoşlarında insanlar gerçekten fakrü zaruret içindeyse, özellikle ülkenin bir bölgesinde, insanların, fert başına düşen millî gelirden aldığı pay 1 doların altındaysa, bu insanların, siyasî olarak bölünmemesini, daha reaksiyonel ve daha aktif siyasî hareketlere katılmamasını bekleyemezsiniz.

İSMAİL AYDINLI (İstanbul) – Sizin enkazlarınızı kaldırmaya çalışıyoruz. Sizin iktidarınızı da gördük...

MEHMET DÖNEN (Devamla) – Eğer siz, bu gelir dağılımını düzeltirseniz, insanların refahını artırırsanız, bu reaksiyonel ideolojilere yönlenen ve bölünmeye neden olan yapılanmayı çözersiniz. Yani, siz, bunu yapmadan, ben ille de siyasî kurumları birleştirerek bu işi çözeceğim derseniz, çözemezsiniz; bunları çözmeniz mümkün değil. Onun için, özellikle, partilerin bütünleşmesi yerine, gelir dağılımından kaynaklanan, kesimler arasındaki farklılıkları giderici ekonomik tedbirleri alarak siyasî istikrarı sağlayabilirsiniz. Başka türlü, siyasî istikrarı sağlama şansınız yoktur.

Değerli milletvekilleri, iktidar grubu herhalde çok fazla üzüldü; enflasyon düşüyor, faizler düşüyor diye laf atmaya başladılar.

NİDAİ SEVEN (Ağrı) – Hayır... Yanlış rakam vermezseniz üzülmeyecekler; yanlış rakamlar veriyorsunuz.

MEHMET DÖNEN (Devamla) – Buradan, bu kürsüden, ben yanlış rakam vermem. Benim verdiğim rakamlar...

NİDAİ SEVEN (Ağrı) – 1 dolar, yılda 365 dolar eder...

MEHMET DÖNEN (Devamla) – Benim verdiğim rakamlar, sizin bu hazırlamış olduğunuz kitabın içindeki rakamlar. Açın, okuyun; okumadan geliyorsunuz, ondan sonra da "rakamlar yanlış" diyorsunuz.

ALİ COŞKUN (İstanbul) – Onlar hazırlamadı ki, okusunlar.

MEHMET DÖNEN (Devamla) – Ben ne yapayım kardeşim, siz okumuyorsanız.

NİDAİ SEVEN (Ağrı) – Yanlış söylüyorsunuz; oradakileri yanlış yorumluyorsunuz.

MEHMET DÖNEN (Devamla) – Değerli milletvekilleri, bakın, siyasî bölünmenin temelinde yatan temel dinamikleri az önce anlatmaya çalıştım. Ülkemizin bir başka önemli sorunu olan rüşvet ve yolsuzluk gibi önemli sorunların altında yatan neden de, yine, ekonominin bu, siyasetin bu evrimleşme sürece içerisinde olduğu dönemlerde, çok hızlı ve çok yoğun olarak görünür. Yani, biz, yüzelli yıldır hâlâ sanayi toplumuna geçemiyor, oradan bilgi toplumu evrimleşme sürecini yaşayamıyor ve oraya geçemiyor, bunun geçme sancılarını çekiyorsak, var olan sistemden yararlananlar, gelecek sistemi iyi algılayamadığı için, var olan sistem içinde daha çok yolsuzluk, daha çok rüşvet olaylarına bulaşırlar; çünkü, geleceği, geleceğin kurumlarını iyi tahlil edemediği için şimdi oraya yönlenirler; yani, değerli milletvekileri, bilgi toplumuna geçtiğiniz zaman, artık, insanların çalışmadan kazanmalarının mümkün olmayacağı bir süreç başlayacak. İnsanlar çalışacak; üreterek kendi  yaşamlarını devam ettirmek durumunda olacaklar; yani, artık, gelir dağılımının temel parametresi para değil, gelir dağılımının temel parametresi bilgi olacak. O zaman, bilgisiz insanların, gelecek süreçte para kazanamayacağı, kendi yaşamını idame ettiremeyeceği gibi bir zaafa kapılması, bu dönemde, gerçekten, çok önemli yolsuzlukları da beraberinde getirir diye düşünüyorum ve bugünkü ve dünkü girdabın temel nedeni de budur değerli milletvekilleri.

Sayın milletvekilleri, bugün, eğer, biz, Türkiye Cumhuriyetinin Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planını görüşüyor ve kaynaklarımızı nereye nasıl yönlendireceğimizi konuşuyorsak, eğer, bu tür planlar, yani, bürokrasinin zaman zaman bir araya gelip veya siyasî kadroların zaman zaman bir araya gelip, ekonomiyi masanın üstüne yatırıp ve o ekonomiye yönelik hiçbir toplumsal altyapısı olmayan paketler hazırlayarak bu milletin karşısına çıkarsak, daha çok bu beş yıllık planlarda bu rakamları konuşmaya devam ederiz. Biz, artık, bu tür paketlerle, açıkladığımız bu tür paketlerle değerli milletvekilleri, Türk Milletinin sorunlarının çözülemediğinin farkına varmak durumundayız. Bu beş yıllık kalkınma planları, perspektif açısından, ufuk açısından, gerçekten, 21 inci Yüzyıl vizyonuna uygun hazırlanıyormuş gibi, bazı sözcükler alt alta yazılmasına rağmen, gerçekten, iyi okunduğu, incelendiği zaman, 21 inci Yüzyıl perspektifine uygun bir plan olmadığı gün ışığına çıkmaktadır.

Sayın milletvekilleri, burada, hükümetimizin aldığı tedbirlerle ve bu beş yıllık kalkınma planı doğrultusunda, önümüzdeki süreçte 1,2 milyon insana okul yapmak, altyapı yapmak, onları, nitelikli olarak eğitmek ve onları, nitelikli işgücü haline getirmek zorundayız; yani, bu da gösteriyor ki, önümüzdeki günlerde, bizim, eğitime çok büyük önem vermemiz gerekir.

Bakın, biz, 1789 Fransız Devriminin edebiyat ve kültürel değerlerini Türkiye'ye taşıdığımız süreçlerde, dönemlerde, o Osmanlı yenilikçi aydınlarının Türkiye'de tartıştığı dönemlerde, aynı Japonya, kendi insanını Avrupa'ya mühendis olmak için gönderdi. Değerli milletvekilleri, o mühendis olarak gelen insanları da, kendi ülkesinde uyguladığı ekonomik politikalar doğrultusunda, özellikle tasarrufu artırıcı tedbirleri uygulayarak, sağlanan tasarrufu da çok büyük oranda eğitime aktararak, bugünkü dünya devi olan Japonya'yı kurmayı başardı; ama, biz, o günden bugüne, kaynaklarımızı ciddî biçimde eğitime değil, başka yerlere aktardığımız için, bu süreci geçirdik. Şimdi, biz, Doğru Yol Partisi olarak hükümete diyoruz ki: Eğer önümüzdeki yüzyılı kaçırmak istemiyorsanız, önümüzdeki yüzyılın ufkunu yakalamak istiyorsanız, Türkiye Büyük Millet Meclisinin içinden çıkmış hükümet olarak, Türkiye'de demokrasinin tüm normlarını geliştirerek ve uygulayarak, ekonominin rekabet koşullarına uyum sağlayacağı tüm yenilikleri ortaya koyarak, oluşturacağımız bir hedefe tüm milletimizi seferber ederek önümüzdeki yüzyılı kaçırmayız. Ama, siz, her şeyin doğrusunu biz yaparız anlayışından hareket ederseniz, gerek planlamada gerek yasa yapma sürecinde bu anlayışı hâkim kılarsanız, ki şu programın içinde, bir okur bakarsanız, sivil toplum örgütlerine yönelik, NGO'lara yönelik, demokratik kavramlarla bağdaşır ciddî hiçbir şey yok.

BAŞKAN – Sayın Dönen, 1 saati tamamlamış bulunuyorsunuz.

MEHMET DÖNEN (Devamla) – Bitiriyorum.

Değerli milletvekilleri, şimdi, hem demokratik normlarınızı geliştirmek isteyeceksiniz hem de bu demokrasi normlarının temel çekirdeğini oluşturan sivil toplum örgütlerinden bahsetmeyeceksiniz ve bunları, nasıl, özgür bir biçimde yeniden bu toplumun malı haline getirmeyi, toplumda özellikle baskı grupları haline getirmeyi planlamayacaksınız. O zaman, siz, bu ülkeyi hâlâ merkezden yönetmeyi amaçlayan bir yapılanmayla götürmeyi düşünüyorsunuz. Böyle bir yapılanmanın, hiç kimseye bir yararı yok. Bu yapılanma... Bakın, az önce örnek verdim, Sovyetler Birliğinin planlama anlayışı ile Japonya'nın, Amerika Birleşik Devletlerinin planlama anlayışı, bunun açık bir göstergesi olarak karşımızda durmakta.

Değerli arkadaşlarım, yine, 21 inci Yüzyılı yakalamak istiyorsak, Türkiye'yi baştan aşağı yenileyecek bir yeni anlayışı ortaya koymamız gerekir ve bunun nimetini de külfetini de, toplum olarak, nimet-külfet dengesi içinde, hepimizin yüklenmesi gerekir. Birilerine külfetini, birilerine nimetini yüklediğimiz sürece, bu sorunun altından kalkamayız. Demokrasi normlarımızı geliştirmeden ekonomimizi geliştirememiz hiç mümkün olamaz. Onun için, ben, burada, önümüzdeki yüzyılı kaçırmamak adına, Türkiye'nin yenilenme sürecini oluşturacak, innovation sürecini oluşturacak bir ulusal yapılanmayı gerçekleştirmesini hükümetten  talep ediyorum.

Yine, özellikle üniversitelerimizin birer bilgi üreten merkezler konumuna getirilmesi konusundaki çalışmaların hemen başlatılmasını talep ediyorum. Biz, bundan altı ay, yedi ay önce, üniversiteler ile sanayiin, özellikle kurumsal olarak bir araya getirilmesini sağlayacak olan bilgi geliştirme bölgelerinin veya teknoloji geliştirme bölgelerinin kurulmasını öneren bir yasa teklifi hazırladık da verdik; ama, hükümetten buna yönelik hiçbir tepki gelmedi. Hükümet, Türkiye'nin var olan kurumlarını yeniden yapılanma sürecine sokması gerekirken, var olan kurumların daha hantallaşması açısından olaya yaklaşıyor.

Ben, burada, bir şeyi daha, yanlış anlaşılan bir şeyi daha düzelterek söylemek istiyorum. Biz, geldik, burada, özellikle, Doğru Yol Partisi olarak, Sağlık Bakanlığımızın kadro talebini eleştirdik. Sonra, bize, bazı arkadaşlarımız "işsiz olan hemşirelerin, ebelerin siz iş sahibi olmasını istemiyor musunuz" gibi bir soru yönelttiler. Biz onların iş sahibi olmasını istiyoruz tabiî ki; ama, biz, milletimizin daha kaliteli ve daha ucuz sağlık hizmetinden yararlanmasını istiyoruz; devlet eliyle daha kaliteli ve daha ucuz sağlık hizmetinin verilemeyeceğini düşünüyoruz. Bugünkü sağlık hizmetlerine eğer bu anlayışla yaklaşırsanız... Sağlık Bakanı buradan söyledi; 200 000 daha personel lazım. Bunun kaynağı... Kaynağı millet. Milletten toplayıp, siz, kendi kadrolaşmanız için, buraları hantal devlet yapıları haline dönüştürme hakkına sahip değilsiniz.

Değerli milletvekilleri, onun için, devleti bir an önce yeniden yapılandırarak, bilgi toplumuna geçiş sürecini kısaltarak, innovation yeteneğini bu ülkeye sağlayacak olan kurumlarını kurarak, yeni bir Türkiye yaratmayı hep birlikte, el ele gerçekleştirmeliyiz. Bunun için, muhalefet olarak biz, size gereken desteği vermeye her zaman hazırız. Yeter ki, hükümette bu cevher, bu enerji olsun.

Hepinize saygılar sunuyorum. (DYP ve FP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Dönen.

Doğru Yol Partisi Grubu adına, ikinci konuşmacı, Bursa Milletvekili Sayın Oğuz Tezmen; buyurun efendim. (DYP sıralarından alkışlar)

DYP GRUBU ADINA OĞUZ TEZMEN (Bursa) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye, 1929'daki dünya krizinden sonra, 1930'larda, merkezden planlama denemelerine başlamış olmakla birlikte, aslında, tam anlamıyla, bugünkü çağdaş anlamıyla planlamaya başlamasını otuzbeş yıl geride bırakmış, kırkıncı yıla giriyor. Planlı sürecin kırkıncı yılına girerken, acaba, Türkiye kırk yılda ne yaptı? Türkiye, bu planlı dönemde, ortaya koyduğu stratejik hedefleri yakalayabildi mi; Türkiye, acaba, planlı dönemde, gerek beş yıllık planlarla gerek yirmibeş yıllık perspektiflerle ortaya koyduğu stratejileri gerçekleştirebildi mi? O dönemde Türkiye'yle yola çıkan ülkelerle beraber, bizim ne yaptığımızı, o ülkelerin ne yaptığını karşılıklı olarak kıyaslamadan yeni planı tartışmanın yetersiz olduğunu düşünüyorum; çünkü, Türkiye her beş yılda bir planlar yapıyor; ama, bakıyorsunuz, oradaki hedefler her seferinde ciddî sapmalar göstermiş ve her seferinde, planlarda ilan edilen stratjilere, planlarda ilan edilen büyüklüklere hiçbir şekilde ulaşılamamış. O zaman, acaba, biz, yeni beş yıllık planı tartışmaya başlamadan önce, niçin daha önceki planlarda geri kalındığını, niçin geçmişteki planlara uyum sağlanamadığını tartışmamız lazım. Yani, ortada bir sakatlık, bir rahatsızlık var; ülke, bu planlarla öngörülen hedefleri devamlı şekilde uygulayamıyor ya da uygulamada, planlarda ilan edilen hedeflerden ciddî ölçüde sapma gösteriyor. O zaman, acaba, planlarda getirilen hedeflerin, planlarda öngörülen verilerin yetersizliği mi söz konusu; uygulamada bazı ciddî, radikal sıkıntılarımız mı vardır? Bunların niçin yapılmadığını tartışarak işe başlamamız lazım. Türkiye olarak biz, bu eleştiriyi yapmadan, işte, geçen beş yıllık kalkınma planında olduğu gibi, birbiri arkası sıra bazı hedefleri ilan ederek Türkiye'de gerekli olan transformasyonu yapamayız.

Türkiye'de planlı döneme girildiği zaman, Türkiye'ye emsal gelişmişlik düzeyinde olan ülkelerin millî gelirlerine bir bakmak lazım; Türkiye'nin bu geçtiğimiz dönemlerini, bu 35 yıllık süreci bir gözden geçirmek için, planlı döneme girdiğimiz 1963 yılında bizimle hemen hemen aynı gelişmişlik seviyesinde bulanan ülkeler ne durumdaydı, bugün ne durumda, ona bir bakmamız lazım.

1963 yılında Portekiz'in kişibaşına düşen millî geliri 317 dolar, İspanya'nın 472 dolar, Yunanistan'ın 478 dolar, Güney Kore'nin -özellikle Güney Kore'nin- 135 dolar, Türkiye'nin ise 236 dolar. Hemen hemen birbirine yakın millî gelir seviyeleri var; Kore ile Türkiye arasında ise büyük farklılık var. Şimdi, 35 yıllık plan uygulaması sonucunda geldiğimiz noktalar neresi diye baktığımız zaman, Portekiz'in, 1997 yılındaki, kişi başına düşen millî geliri 9 781 dolar, İspanya'nın 13 960 dolar, Yunanistan'ın 11 430 dolar, Güney Kore'nin 9 509 dolar -şu anda, 10 000 doları da aşmış durumda- Türkiye'nin ise, 3 213 dolar, 1998 yılındaki millî geliri. Biz, daha da aşağı, 2 878 dolara indik.

Türkiye'nin, demek ki, bu yarışta geri kalmasının nedenlerini ciddî biçimde tartışmamız lazım. Türkiye, aslında, 1963 yılında, kalkınma planlarına başladığı zaman, karma ekonomi ilkesini benimsemişti. Aslında, bu tercihlerin, bence, en önemli yanlışları da bu karma ekonomi ilkesinde yatıyor; çünkü, dünyada, gelişme için, bir kere, kaynaklarınızı etkin kullanacaksınız, ayrıca, verimlilik sağlayacaksınız; yani, kaynakların, verimli (efficient) kullanılması lazım ya da etkin kullanılması lazım. Ayrıca, faktörlerin de, verimliliğini devamlı şekilde artırmanız lazım. Bu iki unsur yapılmadığı sürece, aslında, ekonomilerin büyümesi mümkün değil, reel olarak büyümesi mümkün değil. Zaman zaman, zahirî nedenlerle ya da çeşitli nedenlerle gelir artışları olabilir; ama, kalıcı, gerçekten köklü büyümeler, bu iki unsurun devamlı gelişmesiyle mümkün olabilir.

Şimdi, toplumdaki kaynaklar, acaba, kamu elinde mi etkin kullanılıyor, yoksa, özel ellerde mi daha etkin kullanılıyor? Türkiye, aslında, bu karma ekonomi modeliyle, devletçilik olayını sürdürme sürecine girmiştir. Devletin yaptığı ciddî yatırımlar vardı o dönemde; ama, Afşin-Elbistan santrallarına, demir-çelik fabrikalarına bakın, hepsi, bugün, rehabilite edilmeye muhtaç halde. Gerçekten, o dönemde, belki, ciddî faydalar sağlamış olabilirler, kısmî faydalar sağlamış olabilirler; ama, bugün gelinen noktada, o tesislerden acaba nasıl kurtuluruz diye çare aramaya başlamış durumdayız. Zaten, özelleştirmenin mantığı da, etkinliği artırmaktır, kaynakların etkin kullanımını artırmaktır; çünkü, etkinlik... Özel sektör daha etkin kullanıyor; çünkü, kamu sektöründe başkasının kaynağını kullanan insanlar. Bürokratik ellerde, kaynaklar, kesinlikle etkin kullanılamıyor; dünyada kullanılsaydı zaten, sosyalist blok çökmezdi.

Ayrıca, bir de verimlilik söz konusu. Kalıcı gelişmeler, ekonominin ciddî ve reel büyümesi, faktörlerin etkin kullanımına, verimli kullanımına da bağlı. Yani, aynı üretim faktörüyle eskiden olduğundan daha fazla üretim yapabiliyorsanız, gelişiyorsunuz, kalkınıyorsunuz; bunu yapamadığınız zaman, yarışta geri kalıyorsunuz. Verimliliğin artması için, faktörlerin daha etkin kullanımını sağlamak için, bu insangücü faktörü ise, mutlak surette, iyi eğitmeniz lazım, modern teknolojileri bu insan faktörüne vermeniz lazım ki, verimlilik kalıcı biçimde artsın.

Buralarda, Türkiye'yi, gelişmiş ya da millî gelirini bize göre çok fazla büyütmüş olan ülkelerle kıyasladığımız zaman, düşünün ki,  Güney Kore, 1963'ten bu yana millî gelirini 78 kat büyütmüş, biz sadece 12 kat artırabilmişiz. Burada, oturup, yeniden değerleme yapmak durumundayız değerli milletvekilleri. Gerçekten, biz, planlı dönemde istediğimiz noktalara gelemedik. Bunları kabul etmezsek, zaten, yeni planların fazla bir anlamı olmaz.

Şimdi, bu tespitten sonra, yeni planı tartıştığımız bu çağda, 21 inci Yüzyıla giren çağda dünya ne aşamada, neler oluyor dünyada; ona bir bakmakta yarar var.

Aslında, 1970'lerde başlayan ekonomik ya da sermaye alanındaki liberalleşmelerin, özellikle sosyalist blokun çökmesinden sonra, özellikle haberleşme alanındaki, telekomünikasyon alanındaki ciddî teknolojik atılımlar sonucunda, dünya artık globalleşmeye başladı. Bu globalleşen dünyada sermaye süratle akışabiliyor. Şirketler, artık, bir ülkenin şirketi olmaktan çıkıyor, dünyanın şirketi haline gelmeye başlıyor. Bakıyorsunuz, bugün, eskiden Amerika'nın en büyük şirketleri Almanlarla birleşiyor; Almanya'nın en büyük şirketi, bakıyorsunuz Amerikan şirketiyle bir merger haline dönüşüyor, yeni bir kişilik oluşturuyorlar. Daha büyük, daha etkin, daha verimli çalışabilecek büyüklüklere, hedeflere ulaşmaya başlamış durumdalar. Sermayeyse, süratle, bir bilgisayar tuşuyla, bir yerden bir yere çok kolaylıkla akabiliyor. O zaman, bu yeni gelişen dünya koşullarında, artık klasik reçetelerin, klasik anlayışların sürdürülmesi mümkün değil. Bu yeni gelişen dünya koşullarında, artık, globalleşen dünyaya ayak uyduracak yapılaşmaya dönüşmemiz lazım, gerekli yapısal transformasyonları gerçekleştirmemiz lazım. Ayrıca, globalleşen dünyaya uygun kişiler yetiştirmemiz lazım ve global dünyanın dünyada rol oynayabilecek, etkin olabilecek aktörleri hazırlamamız lazım. Bunun için, telekomünikasyon altyapısını süratle geliştirmek durumundayız. Globalleşen dünyada sermaye transferlerinin çok rahat yapıldığını da dikkate aldığımızda, buna ilişkin hazırlıklar yapmak lazım; şirketlerimizi büyümeye, yeni gelişen çağa ayak uyduracak yapılanmaya hazırlamamız lazım. Globalleşen dünyanın koşullarına ayak uyduramayan kişiler, ciddî olarak, yarıştan düşmek durumuyla karşı karşıya kalabiliyorlar. Onun için, insana dönük yatırımlara, insanın bilgisini artırmaya, dolayısıyla verimliliğini artırmaya yönelik yatırımlara çok ciddî biçimde destek olmak durumundayız.

Türkiye, sanayileşme sürecini -benden önceki konuşmacı arkadaşımın dile getirdiği gibi- kaçırmıştır, sonradan yakalamaya çalışmıştır. Aslında, globalleşen dünya yeni bir sürece giriyor. Globalleşen dünyada, bilgi toplumu olmak ve bunun altyapısını oluşturmak durumundayız; ama, bilgi toplumu olmak, söylendiği kadar kolay bir iş değil. Bilgi toplumu olmak, gerçekten, metinlerde "bilgi toplumuna uygun yetiştirilecek" demek değil, çok ciddî transformasyonları gerektiriyor. Çok ciddî transformasyonlar derken, eğitimin kalitesinden başlamak durumundayız. Yani, üniversite açarak, okul sayısını artırarak, bilgi çağına uygun insan yetiştirmek mümkün değil. Bunlar gerekli; ama, yeterli değil. Bilgi çağına ayak uydurmak için, bir kere, en son teknolojiyi yakalayacak ve en son teknolojiyi kullanacak kurumları getirmemiz lazım. Kurumları, en son teknolojiyi yakalayacak, kullanacak ve halka sunacak yapılaşmaya teşvik etmemiz lazım. O sayede, sanayileşmede kaçırdığımız ivmeyi bilgi toplumunda kaçırmama imkânına sahip olabiliriz. Ama, bu plana bakıyorsunuz, gerçekten, buna benzer tespitler olmakla birlikte, bu yapısal transformasyonu gerektirecek, iddialı, çok daha radikal, yapısal değişiklikler bünye içinde, bu plan içinde yer almıyor değerli arkadaşlar.

Artık, çalışma koşulları değişiyor. Belki, önümüzdeki dönemlerde, internet vasıtasıyla, bilgisayar altyapısı vasıtasıyla işe gitmeden çalışmak gitgide yaygınlaşacak. Artık, üniversite eğitimi, bilgisayarlar vasıtasıyla yapı değiştirecek; zaten değiştirme sürecinde. İnteraktif eğitim vasıtasıyla dünyanın en gelişmiş ülkelerinde en yetenekli hocalardan ders almak mümkün olabiliyor, bilgi edinmek mümkün olabiliyor. Buna ilişkin altyapıyı kurmak durumundayız; ama, bu bilgiyi almak için de, ona uygun insan yetiştirmemiz lazım, yabancı dil eğitimini ciddî, iddialı programlarla Türkiye'nin gündemine getirmemiz lazım.

Okullaşma olayının ötesinde, belki, her okula, hatta üniversitelere, çok sayıda bilgisayar vermemiz lazım ve bunların interaktif faaliyet gösterecek şekilde teçhiz edilmesi lazım, yoksa, kalkınma planında birtakım tespitler yapıp, ondan sonra da, bunlar yapılacaktır, edilecektir değil. Somut bir aksiyon planına ihtiyaç var değerli arkadaşlar. Çok önemli bir konudur. Dünya yeni bir sürece girmiş durumda. Bu, bir aksiyon planı, bir termin programıyla şu, şu kadar zaman içerisinde şunlar gerçekleştirilecektir şeklinde somut ve iddialı hazırlıkların yapılması lazım. Yoksa, plan metinlerinde yuvarlak ifadeler yer alacak, üç beş sene geçecek, Dokuzuncu Beş Yıllık Kalkınma Planını görüştüğümüz zaman, tekrar, işte bunlar söylenildi diye, yine benzer ifadelerle gelinecektir.

Türkiye, bu globalleşen dünyadan kopma tehlikesiyle de karşı karşıya. Koparsa ne olur; koparsa, düşük gelir seviyesinde, teknolojiyi yakalayamamış bir insan kalabalığı halinde, ciddî bir saygınlığı olmayan dünya ülkeleri arasında, gelişmiş ülkeler arasında bir ülke haline dönüşürüz. Bunun da fevkalade tehlikeli ve kabul edilmez olduğunu hepimiz -düşünüyorum ki- kabul ederiz.

Bunları dile getirdikten sonra... Bu globalleşmenin yarattığı bazı sakıncalar da vardır. Globalleşme, bazı avantajlar getirmekle beraber, aslında ciddî riskler de taşıyan bir unsur. Dünyada da globalleşme konusunda ciddî tartışmalar var olmakta; ama, biz istesek de istemesek de -bizim irademiz dışında- globalleşme kapımızda.  Dünyanın bu gidişini geri çevirme imkânına da sahip değiliz; istesek de istemesek de globalleşmede rolümüzü almak durumundayız. Akıllılık, bu globalleşmede -bizim- aktif ve öne geçme imkânını sağlayacak bir yapılanmayı gerektiriyor. Globalleşen ülkelerde beğeniler değişiyor, tüketici alışkanlıkları değişiyor...

Bakın, bugün, bir Amerika ile Ankara'daki bir öğrenci hemen hemen aynı şeyleri yiyorlar, aynı filmleri seyrediyorlar, aynı hamburgerlerle besleniyorlar. Bu süreç daha da artarak devam edecek. Onun için, biz kendimizi bu gelişen dünyaya ne yapıp edip hazırlamak durumundayız.

Türkiye, aslında, bazı şeyleri ciddî olarak irdeleyip deşmek yerine, işte, ortaya çıkan bazı sorunları birtakım yarı geçerli mazeretlerle geçiştirmeyi çok seviyor. Aslında, bilimsellik, doğruyu yakalama ciddî özeleştiriyle başlar. Türkiye ekonomik kriz yaşadı, millî gelir 6,4 küçüldü; doğrudur. Türkiye bunu daha önce de yaşadı. Aslında, bu krizler niçin oldu tartışmalarına dikkat ederseniz, hep deniyor ki: "Asya krizi başladı, arkasından Rusya krizi geldi; o yüzden ekonomi daraldı. Arkasından da deprem oldu; o nedenle Türkiye küçülmeye başladı, 6,4'lük küçülme bu yüzden gerçekleşti." Onların hepsinin de payı olabilir; ama, Türkiye'de, aslında, rakamlara bakıp rakamları konuştuğumuz zaman, gerçeklerin tam denildiği gibi olmadığı ortaya çıkıyor. Buna, şunun hatası, bunun hatası olarak bakmıyorum, Türkiye'nin yapısal sorunları var. Türkiye'de kamu kesimi, aslında, olduğundan fazla pay alıyor millî gelirden.

Bakınız, bir iki rakam vereceğim size: Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planında, kamu harcamalarının gayri safî millî hâsılanın yüzde 24'ü civarında olması hedeflenmiş. Peki, ne olmuş; 1998'de gayri safî millî hâsılanın yüzde 34'ü olmuş, 1999'da yüzde 40,4'ü olmuş. Yani, plan yapmışız "kamunun harcamaları millî geliri yaratan gayri safî millî hâsılanın yüzde 24'ünden fazla olmayacak" demişiz; ama, ne olmuş; yüzde 40,4 olmuş. İşte, aslında, Türkiye'nin hastalığının temel nedeni bu. Ülke, özellikle kamu kesimi, payını olduğundan fazla artırıyor. Bu nedir; verimli alandan, vergiler yoluyla özel kesimlerden aldığınız kaynakları, hantal çalışan, gerekli dinamizmi göstermeyen kamuya transfer ediyorsunuz ve kamu, o kaynakları ziyan ediyor; ondan sonra da diyoruz ki "millî gelir niçin büyümüyor, niçin bu yarışta biz geri kaldık." Belki bu yüzde 40,4'ün içerisinde faiz de vardır, şu vardır denilecek; ama, daha vahimi, aslında, yüzde 10 olarak hedeflenen cari harcamalardaki pay, yüzde 13,4'e artmış. Yani, devletin cari harcamaları da, hedefe göre, reel olarak yüzde 30,4 artış göstermiş. Ondan sonra, ülkenin kalkınmasında, tabiî, ciddî problemler olabilir; gelişmesinde, tabiî ki, sıkıntılar olabilir. Sık sık krize girmesinin nedeni de, Türkiye'deki dengelerin bozuk olmasıdır; kaynak-harcama dengesinin bozukluğudur Türkiye'deki esas sorun.

Bakın, aslında, Türkiye'de, geçtiğimiz plan döneminde, kamu tasarrufu yüzde eksi 2,4'tür. Türkiye'de, planlı dönemde, tüketim malları ithalatı yüzde 20,3 artmış; yatırım malları ithalatı ise yüzde 1,8 artmış. Ara mallar ise, yine, yüzde 1,5 artmış. Bu neyi gösteriyor; Türkiye, aslında, olanaklarının ötesinde yaşamaya çalışıyor.

Dikkat ederseniz, özellikle kur politikasındaki yanlışlar sonucunda da, son dönemlerde ithal otoda ciddî patlamalar oluşmaya başladı. Artık, yerli arabadan daha ucuza yabancı araba gelmesi söz konusu oldu. Biz ne yapıyoruz aslında; niçin bu patlamalar oldu; geçtiğimiz dönemde, yüksek faizler dolayısıyla herkesten topladığımız vergileri -ki, bu yıl 21 katrilyondur- biz, üst gelir grubuna, tasarruf etmiş, mevduatı olan kesime, finans kesimi ve onun sonucunda da üst gelir gruplarına  -tüm vergi gelirlerinden daha fazla kaynak- aktardık. Şimdi, o gelir grubu, yüksek faizler nedeniyle elde ettiği kaynakları lüks araba alımına tahsis ediyor. Konut sektöründe fazla gelişme yok; ama, esas itibariyle -rakamlar burada- tüketim malları ithalatının yüzde 20,3 artması, aslında, özellikle dışarıya dönük tüketimin artması, bu tasarrufları, yani, herkesten aldığımız vergileri götürüp, özellikle yurt dışındaki otomobil üreticilerine aktarmamız demektir. Bunun sonucunda ne oluyor; millî gelirimiz tabiî ki küçülmeye başlıyor. Siz, kaynaklarınızı, vatandaştan -içtiği sudan, kullandığı elektrikten- topladığınız vergileri götürüp lüks oto almak için sağlıyorsunuz ki, burada, oto ithalatında belki alarme edici veriler vardır. Buna ilişkin belki vergi düzenlemelerinin düşünülmesi lazım; ama, bakıyorsunuz, hiçbir şey yok, yeni ekvergilerle, telefon kullanıcısı gibi, kişileri vergileme gibi dar alanlara ve gelir dağılımını bozucu sonuçları olan vergilemeye çekiliyoruz; bu, fevkalade yanlış.

Bakın, gelir dağılımındaki bozulmanın göstergesi... Gini katsayısı vardır. Bu Gini katsayısının sıfıra yakın olması istenir. Avrupa Birliğindeki Gini katsayısı -bunun yüksek olması, gelir dağılımındaki bozukluğun göstergesidir- 0,29. Türkiye'de, 1987'de bu Gini katsayısı 0,43 iken, 1999'da 0,49'a çıkmış, yani, gelir  dağılımında çok ciddî bozukluklar söz konusu.

Tabiî ki, bu gelir dağılımındaki bozulmanın yarattığı sosyal sonuçlar da var. Onun için, bu ekonomik programda, ekonomide karar alacak kişilerin aslında bu rakamlara çok ciddî biçimde eğilmesi lazım. Gönül arzu ederdi ki, ekonomiden sorumlu bakanlar, hükümet burada olsun; bizim burada dile getirdiğimiz konuları da tartışalım, izlesinler. Gerçekten, bunlar alarme edici rakamlar. Gelir dağılımını iyileştireceğimize, biz bozuyoruz. Bunlar niçin oldu; biraz önce dedim, özellikle yüksek faiz dolayısıyla, üst gelir grubuna ciddî kaynaklar transfer edildi. Türkiye'de çok ciddî bir kaynak transferi oldu yüksek faizler dolayısıyla. Kimler ödedi bunu; bir kısmı dışarıdan borçlanılarak ödendi, bir kısmını da -herkesin ödediği- Katma Değer Vergisi, diğer tüketim vergileri ya da ücretlerinden kesilen vergilerle ödedi bu toplumun geniş kesimleri; ama, geniş kesimler gitgide fakirleşiyorlar ve artık, tahammül güçlerinin sonuna gelmek durumundadırlar. O zaman, yapılması gereken, artık, işin sadece bir matematik dengenin ötesinde, sosyal boyutunu da ciddî biçimde düşünmek durumundayız arkadaşlar.

Tabiî ki, tarım kesiminin sübvansiyonları kesilecektir diyoruz; doğrudur; ama, istihdamın  yüzde 44'ünü oluşturan tarım kesiminden sübvansiyonu kestiğiniz zaman, şehirlere akın başladığı zaman ne yapılacağının iyi düşünülmesi lazım. Ekonomik denge açısından faydası olabilir; ama, sosyal sonuçları ne olacak bunun? Verilen taban fiyatları insanları orada geçindiremez hale gelince, orada barınamayan nüfus şehirlere akmaya başladığı zaman ne olacak, bunlar nerede barınacaklar, nerede istihdam edilecekler? Yarın, bunların ortaya çıkaracağı sosyal sonuçları, suç oranındaki patlamaları çok iyi düşünmemiz lazım.

İşi bürokratlara bırakırsanız, bürokratlar tabloları koyarlar, matematiksel dengeyi yaparlar, ekonometrik modelleri oluştururlar, derler ki: İşte, enflasyonu indirmek istiyorsanız, şuradan şu tasarrufları yaparsanız, buradan bu harcamalardan vazgeçerseniz, şu kadar da ekgelir toplarsanız, bu hedeflere ulaşırsınız; ama, ülke, hele Türkiye gibi, gelişmişlik düzeyinin çok farklı olduğu, gelir dağılımının gitgide bozulduğu bir ülkede bu matematiksel şablonu egemen kılmanın, sadece bu şablondan bakmanın fevkalade ağır sonuçları olabilir. Bunun sonucunda, siyasî dengelerin, siyasî rejimimizin bile ciddî sıkıntılarla karşı karşıya kalması kaçınılmaz hale gelir. Onun için, olayı, sadece, dar anlamda, matematiksel denklemler, ekonometrik modellerin ötesinde iyi düşünmemiz lazım. Bu planda, aslında, bunlara ilişkin, yeni istihdam olanaklarına ilişkin özel modeller getirmemiz lazım; ama, bakıyorsunuz, bazı söylemlerin, ifadelerin ötesinde somut hiçbir şey yok. İnsanlara yeni iş imkânları sağlayacak yeni yapılaşmaya ihtiyaç var. Bu şehirler... Tabiî ki, 2023 yılında, Türkiye'nin tarımda çalışan nüfusunu, tarımla geçinen nüfusunu yüzde 10'lara çekmek doğru bir hedeftir, olması gereken de budur, Türkiye bunu yapacaktır; ama, maliyetini iyi düşünmemiz lazım, bir de, şehirlere geldikleri zaman, o insanlara ne vereceğimizi şimdiden planlamamız lazım.

Zaten, planlama nedir; eldeki mevcut kaynakları en iyi şekilde, nasıl kullanabilirizin; bu arada, bu kaynakları kullanırken ortaya çıkacak sonuçlara da hazırlıklı olmanın bir modelidlir. Yoksa, plan, her şeyin çaresi değildir. Elimizde bu kadar imkân var, bunları en iyi şekilde nasıl kullanalım, ortaya çıkacak sonuçları da nasıl giderebiliriz; bunların hazırlıklarıdır, bunların modellerinin oluşturulması lazım.

Hep denilmiştir ki: Türkiye'de, planlar, özel sektör için yol gösterici olacaktır; Türkiye'de, planlar, kamu kesimi için emredici olacaktır. Aslında, planlı dönemde -en önemli eleştrilerden birisi de budur- planlar, ne kamu kesimi için emredici olmuştur ne de özel kesim için yeterince yol gösterici olmuştur. Böyle olsaydı, bugün, özel sektörde, demir-çelik sektöründe ortaya çıkan kapasite fazlası olurdu ya da tekstil sektöründe ortaya çıkan kapasite fazlası olurdu. Ne kamu sektörü için emredici olmuştur... Çünkü, Türkiye'de, bakıyorsunuz, ziraat mühendisi sayısı anormal ya da benzeri mühendisler sayısı çok fazla; ama, esas bilgisayar sektöründe, ihtiyacın yüzde 45'i karşılanır durumda. Plandan bahsedilen bir ülkede, böyle bir sonucu, böyle bir tabloyu kabul etmek mümkün değildir.

Ayrıca, planda yer alan hedeflere uymayan, planda, programlarda yer alan yatırımları gerçekleştirmeyen hangi bürokrata, ne yapılmıştır; hangi kuruma, ne ceza verilmiştir; bunu yerine getirmedi diye Türkiye'de ne yapılmıştır; hiçbir şey yapılmamıştır. Yerine getiren birkaç kişi varsa, onlara da, belki, acaba nerede yanlış yaptı diye bir arayış içinde insanlar, nasıl cezalandırırız düşüncesi içinde... Plan konseptini, bizim, artık, yeni baştan yorumlamamız lazım.

Bir de, Türkiye'nin, aslında, bu 2000'li yılların önemli bir verisi de Avrupa Birliğiyle üyelik sürecinin başlıyor olması. Türkiye'nin, gerçekten, önümüzdeki dönemde Avrupa Birliğine üye olması hedefimiz vardır. Bu doğrudur; iktidarıyla, muhalefetiyle de tüm siyasî kadrolar, toplumun çok geniş kesimleri bunu destekliyor.

Bu Avrupa Birliğine üyelik olayı, aslında, Türkiye'nin öteden beri hedeflediği muasır medeniyet seviyesini yakalama olayıdır. Ama, şu yanılgı da ya da şu söylem çok sık dile getirilmeye başlandı; deniliyor ki: Tamam, Avrupa Birliğine üye olacağız; ama, Türkiye'nin özel koşulları vardır. Ama, Türkiye'nin özel koşullarının olması Avrupa Birliğine girmesine bir engel teşkil eder mi etmez mi tartışmasını iyi yapmamız lazım. Bu, şuna benziyor: Avrupa kupa finalini oynayacaksınız; ama, benim özel koşullarım var, ben futbolu istediğim gibi oynayacağım, ben bazı şeyleri kabul ederim etmem...

Bu mümkün değil arkadaşlar. Avrupa Birliğine üye olacaksanız, dünyanın birinci ligindeki ülkeler safına çıkacaksanız, o zaman, o ülkelerdeki normları, istesek de istemesek de, kabul etmek durumundayız. Bunları kabul etmemiz lazım. Ha, içeride sıkıntılarımız varsa, akıl, onların çözümünü gerektirir. Yoksa, biz bu konjonktürü de kaçırdığımız zaman, "Kopenhag kriterleri" denilen, "Maastricht kriterleri" denilen ekonomik ve siyasal kriterleri Türkiye yerine getiremezse, Osmanlının yaptığı gibi, gerçekten çok ciddî bir süreci de kaçırmış olacağız.

Değerli arkadaşlar, onun için, bizim, aslında, önyargısız, olayları masa üzerine yatırıp, tek tek tartışmamız lazım. Türkiye’nin sorunları, çözülmez sorunlar değil; biraz cesaret, biraz bilgi, biraz da planlı yaklaşım, aslında bunların hepsini aşabilecek noktaya getirir bizi; ama, bunu yapamazsak, gerçekten zaman kaybedersek, bakın, size örneklerini verdim; millî gelirdeki gelişmişlik yarışında, hemen hemen aynı millî gelir seviyesinde olduğumuz Portekiz’i, Yunanistan’ı, bizi, dörde, beşe katlamış durumdalar. Onların, Avrupa Birliğine üye olmalarının, bu gelişmişlik sürecini yakalamalarında çok önemli rolü vardır. Biz, Ortadoğu’da, tam demokrat olmayan, fakir bir ülke olarak, yaşama imkânına sahip değiliz; Türkiye, geçmiş tarihiyle, insan kalitesiyle, böyle bir kadere mahkûm edilemeyecek ölçüde bir ülke. Onun için, aslında, çok ciddî biçimde bu Avrupa Birliğine üyeliği ele almak durumundayız. Avrupa Birliğine üyelik, yabana atılır bir olay değildir. Gerçekten koptuğumuz anda, fevkalade ağır sonuçlarla karşı karşıya kalırız.

Avrupalılar bizi almak için çok hevesli değiller arkadaşlar, bunları bilmek lazım. Sokaktaki Avrupalı için Türkiye, Türk toplumu, kendilerinin dışında bir ülkedir, Avrupalı olarak kesinlikle kabul etmezler Türkleri; ama, akıllı insanlar, Türkiye’nin dışarıda bırakılmasını, akıllı yöneticiler, Türkiye gibi bir ülkenin dışarıda bırakılmasının yaratacağı sonuçları düşünerek, Türkiye’ye kapıyı kapatmıyorlar; ama, biz de, kendi üzerimize düşeni yapmazsak, o zaman, Türkiye’yi dışlayıcı grupların, Türkiye’yi dışlamak isteyen grupların ekmeğine yağ sürmüş oluruz. Tabiî, aslında gönül arzu ederdi ki, Türkiye, Yunanistan Avrupa Birliğine üye olduğu zaman, keşke o fırsatı iyi değerlendirebilseydi. Türkiye, o dönemde, Avrupa Birliğine üyelik başvurusunu o dönem yapabilmiş olsaydı, o zaman, belki, ya ikimizi birden Avrupa Topluluğuna -Avrupa Topluluğuydu o zaman- üye yapacaklardı ya da ikimizi de bekleteceklerdi. Biz o fırsatı kaçırdık. Ne oldu; Yunanistan girdi. Şimdi, biz, acaba Yunan vetosunu nasıl kaldırırız diye, Dışişleri Bakanımız, acaba nasıl memnun ederiz Yunanistan'ı deyip, gidip Atina'da sirtaki bile oynuyoruz.

Aslında Yunanistan'la olan ilişkilerimizi de fevkalade iyi düşünmemiz lazım. Gerçekten, biz, Türkiye'nin Yunanistan'la olan ilişkilerinde, özellikle, 1980'li yılların başlarında Yunanistan'ın NATO'ya alınması sırasında gerekli kozumuzu oynayamadık o dönemdeki iktidarların tutumu sayesinde.

Bir ikinci yaklaşım da, Yunanistan'ın suçüstü yakalandığı Apo krizi dolayısıyla Yunanistan'ı aslında fevkalade etkili bir şekilde köşeye sıkıştırma olanağımız vardı. Bu fırsatı da kaçırdık arkadaşlar. Yunanistan, dünyada, terörist devlet olarak adlandırılma konumundaydı; ancak, biz, ilişkilerimiz bozulmasın diye yumuşak geçiş yaptık, bunu gözardı ettik, çok üstüne gitmedik. Peki, karşılığında ne oldu; Yunanistan, Türkiye'nin Avrupa Birliğinden alması söz konusu olan fonlar üzerindeki vetosunu kaldırdı mı; kaldırmadı. Suçüstü yakalandığında, başta Pangalos olmak üzere 3 bakanını görevden aldı. Ne oldu; seçimler geçti, arkasından, aynı 3 bakan, terörle ilişiği olduğu için uzaklaştırılan bakanlar bugün tekrar hükümetteler. Türkiye'ye yönelik olarak da, vetoyla ilgili ya da herhangi bir olumlu adım da atılmış değil Yunan tarafından. Ha, depremde yardım edilmiş; doğrudur; insanlarımız arasındaki ilişkiler gelişsin, Yunanistan'la dostluğumuz gelişsin istiyoruz; ama, uluslararası ilişkiler öyle duygusal yaklaşımlarla olmaz; uluslararası ilişkiler, akılla, karşılıklı menfaatları gözetmekle olur.

Peki, biz, herhangi bir taviz almadan NATO'ya aldık bunları; peki, herhangi bir taviz almadan, terörist devlet muamelesi görmekten kurtardık Yunanistan'ı. Şimdi ne yapıyoruz; aman, ilişkilerimiz devam edecek diye devamlı dolaşıyoruz, peşinde dolaşıyoruz. Ama, hangi somut adım gerçekleşti; hiçbir şey gerçekleşmedi. Yeni şartlar önümüze getiriliyor; "Kıbrıs'tan vazgeçerseniz, Ege adalarındaki, Ege'deki iddialarınızdan vazgeçerseniz, o zaman, belki yumuşatabiliriz" ifadeleri geliyor.

Arkadaşlar, dışpolitika, fevkalade hassas olunmasını gerektiren, karşılıklı çıkarların çok ciddî biçimde takip edilmesini gerektiren ve de fırsatların çok iyi değerlendirilmesini gerektiren bir alandır. Fırsatı kaçırdığınız zaman, elinizdeki silahı bırakmış oluyorsunuz; bir daha o konjonktürü yakalamanız mümkün olmaz.

Ayrıca, yine, dünya üzerindeki gelişmelere bakıyorsunuz. Özellikle, Putin'in Rusya'da iktidarı ele geçirmesinden sonra, Türk cumhuriyetlerine yönelik olarak politikasında ciddî değişiklikler olmaya başladı. CIS toplantısını, geçtiğimiz günlerde hepimiz gördük, izledik. Rusya, oradaki etkinliğini, gücünü, tekrar kazanmaya başlamış durumda. Peki, biz ne yapıyoruz? Üst düzeyde hangi teması gerçekleştiriyoruz? Peki, buradaki ülkelerle bizim tarihsel bağlarımız olan ve Sovyetler Birliğinin çökmesiyle büyük bir fırsat olarak önümüze çıkan konjonktürü değerlendirmek için ne yapıyoruz; hiçbir şey yapmıyoruz. Elimizden yavaş yavaş o fırsat da kaçıyor değerli arkadaşlar.

Türkiye, aslında, bütün bunları, Parlamentosunda tartışmaya açmak durumunda. Türkiye'nin, aslında, dışpolitika konusundaki tüm gelişmeleri, Parlamentosunda, bütün boyutlarıyla tartışması lazım. Bürokratların ve Dışişleri Bakanının buraya gelip, gerekirse, dışpolitikada neyin olup bittiği konusunda Yüce Heyetinizi aydınlatması lazım. Belki, gizli oturum gerekirse, gizli oturum yapılması lazım; ama, bizim, neyin olup bittiğini bilmemiz lazım. Gazete havadislerinden, gazete yer alan bilgilerden yararlanarak, Türkiye, politikalarını belirleyemez, Türkiye Büyük Millet Meclisi, gazete haberleriyle iktifa edemez; mutlak surette, birinci ağızdan bilgilendirilmesi lazım.

Aslında, siyasî kadroların, yürütme organının, mutlak surette, yasama organını, sadece dışpolitikayla ilgili olarak değil, aslında, ekonomik programlarıyla ilgili olarak, sosyal programlarıyla ilgili olarak da her vesileyle bilgilendirmesi lazım. Meclisi bilgilendirmek, demokratikleşmenin temel şartıdır. Demokrasinin kalesi, kalbi, Türkiye Büyük Millet Meclisidir; yoksa, yürütme organının, bürokratların hazırladığı vergileri, komisyonlardan bir gecede geçirip, ertesi gün Meclisin Genel Kuruluna getirip, burada da ciddî tartışmadan "Kabul edenler... Etmeyenler..." anlayışı içinde gerçekleştirmek, kabul etmek, aslında, demokratik bir süreç değildir; kendimizi kandırırız.

Aslında, yürütme organının ne yaptığını, yasama organı Yüce Heyetinizin yakından izlemesi, takip etmesi lazım. Aksi takdirde ne olur; bürokratların egemenliği söz konusu olur; çünkü, sayın bakanların, bütün detayıyla bütün olaylara vâkıf olması mümkün değildir. Hazırlanan tasarıların ne olduğu konusunda çok yeterli bilgi olmayabilir ya da yürütme organı, tabiatı itibariyle, kamu kaynaklarındaki payını, gücünü daha artırmak için, daha fazla artırmak isteyecektir. Biz, burada, Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak, vatandaşın hakkını savunmak durumundayız; Meclisin içinden çıkardığımız, güvenoyu verdiğimiz hükümete karşı da korumak durumundayız; çünkü... Bakın, ben rakamları size verdim; işte, cari harcamalar devamlı artıyor, reel olarak artıyor; devletin harcamaları devamlı artıyor, reel olarak artıyor; yani, enflasyon kadar artsa, hadi, diyeceksiniz ki, bir büyüme yok; ama, düşünün ki, cari harcamalar, plan döneminde reel olarak yüzde 30,4 artmış; çok alarme edici bir şey. Karşılığında hangi hizmet kalitesinde artış oldu? Bunu kim finanse etti? Bunun, deprem vergisi diye getirdiğimiz bazı vergilerle bir kısmını finanse ediyoruz, bir kısmını da borçlanmayla finanse ediyoruz; ne pahasına; yüzde 100-yüzde 150 faizler ödemek pahasına bunları finanse ediyoruz. Peki, karşılığında, yürütme organının da, ne yaptığı konusunda, niçin bunları talep ettiği konusunda da inandırıcı bilgilerle buraya gelmesi lazım, ne yapıp ettiği konusunda tüm Parlamentoyu bilgilendirmesi lazım. Bu bilgilendirmeler olmadan "bir ihtiyaç vardır..." İhtiyaç var mı yok mu, bunları tartışalım. Kimse önyargılı değil. Ülkenin yararına olacak her şeyde, dikkat ederseniz, muhalefetiyle iktidarıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi her alanda destek olmaktadır; ama "biz yaptık oldu..." O zaman ne olur; ondan sonra, işte, Türkiye niçin geri kaldı, niçin Türkiye enflasyonu düşüremiyor diye hayıflanmaya, sormaya devam ederiz.

Enflasyonu düşürmenin yolu ayağını yorganına göre uzatmaktır. Türkiye kamu sektörü, imkânların ötesinde yaşıyor. Bir iki rakam vereceğim ben size: Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planında içborçlanmanın, gayrî safi millî hâsılanın yüzde 3 ilâ yüzde 3,2'si civarında olması hedeflenmiş. İşte devletin tüm kamu kesimi... Yani, toplananla harcanan arasında aşağı yukarı yüzde 3,2'lik bir fark oluşacaktır. O zaman enflasyonun da makul seviyelerde olması mümkündür. Dünyadaki kabul edilen kriterler de budur. Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planını bu Meclis onaylarken hükümete "borçlanma gereğini yüzde 3 ilâ 3,2 civarında tutacaksın" diye yetki vermiş, planı öyle kabul etmiş. Peki, ne olmuş, bakalım: 1996-1998 döneminde borçlanma gereği yüzde 8,6 seviyesine gelmiş, 1999'da yüzde 14,8 olmuş. 3 nerede, 14,8 nerede!.. 2000 yılında yüzde 19,4 olacağı tahmin ediliyor. Yani, düşünün ki, 100 topluyorsunuz 119-120 harcıyorsunuz, ondan sonra da "enflasyon düşecek" diyorsunuz. Mümkün değil. Enlasyon rakamlarla ya da ilanlarla falan düşmez; tabiî ki psikolojik faydası vardır, kamuoyu oluşturma açısından mutlaka faydası vardır; ama, bunlar dengelerdeki iyileştirmelerle desteklenmek durumundadır. Bu dengeler; önce, kamu borçlanma gereğinin aşağıya inmesidir. Onun için, çok ciddî harcama tasarrufuna ilişkin programlar hazırlanması lazım; çok ciddî yapısal değişikliklere ihtiyaç vardır; kamu kesimini azaltıcı modellere ihtiyaç vardır; ama, bakıyorsunuz, böyle bir yaklaşım var mı; yok.

Aslında, sağlık sektörümüz dökülüyor, sosyal... Peki, o zaman, bunun yerine, mevcut yükü taşımak, onu, hâlâ sakat bir yapıyı süründürmek değil; o zaman, bu sakat yapının yerine yenisini oluşturmamız, koymamız lazım. Ne yapalım; hastanelerimiz iyi değilse, hastaneleri, sağlık işletmesi haline dönüştürecek yapısal programı hemen başlatalım. Sosyal güvenlik sistemimizde ciddî sıkıntılar varsa, o zaman, özel sigorta sistemlerini destekleyip devreye almamız lazım. Bunun gibi, kamu sektöründe, bugün, devletin, gereksiz, çok fazla eleman istihdamı var, gereksiz birimler var. Şimdi, yeni yeni birimler de oluturuyoruz. İşte, daha önce Hazinede ya da bakanlıkların içinde hizmet veren bir daireyi ayrı kurumlar haline getiriyoruz ve Türkiye'nin en büyük binalarını da bunların emrine tahsis ediyoruz ciddî kaynaklar ayırarak; ondan sonra da diyoruz ki, enflasyonu indireceğiz! Enflasyon böyle inmez. Böyle kurumlara ihtiyaç varsa tabiî ki kuralım; ama, karşılığında da, o hizmeti yürütenlerin, o yeni kurulan birime transferini sağlayıp o birimi de oradan kaldırmak lazım. Hem o birimi tutacaksınız hem yeni birimler kuracaksınız; mevcut binaya devam edecek, bir yeni bina daha alacaksınız, ondan sonra da enflasyon aşağı düşsün, enflasyonu indireceğiz diyeceğiz! Bu mümkün değil. Dengeleri kuramıyoruz arkadaşlar. Onun için, enflasyonun sıkıntısı, aslında, dendiği gibi, krizler değil; krizlerin mutlaka rolü var; ama, krizlerin ötesinde, yapısal sakatlıklarımızın, yapısal problemlerimizin rolü vardır.

Konuşmamın sonuna geldim. Burada bir grafiği size göstermek istiyorum. Bakın, bu, Türkiye'deki millî gelirin büyüme trendini gösteren bir olaydır. Millî gelirdeki küçülmeyi ifade ederken "Asya krizi vurdu" deniyor; bakın, Asya krizi şurada meydana gelmiş, ekonomi büyümeye devam etmiş. Rusya krizi deniyor, Rusya krizi şu noktada gelmiş; aslında, Türkiye'de, özellikle son vergi yasasının büyük rolü vardır; ayrıca, diğer harcamalardaki artışların rolü vardır. Ondan sonra, aşağı inme sürecinde Rusya krizi patladı. Zaten, ekonomi daralmaya başlamış ve sonradan, Rusya krizi neticesinde dibe vurmuş. Ha, deprem dediğiniz anda, ekonomik daralma zaten deprem vurduktan sonra meydana geliyor. Bu, devletin, Devlet İstatistik Enstitüsünün resmî verisi.

Biz, bunları araştırmadan, bunları tartışmadan "işte, dünyada kriz vardı, o yüzden biz de geriledik" diyoruz.

Şimdi, ben, krizde olan ülkelerin gelişmişlik seviyelerini, 1999 yılındaki büyüme oranlarını size kısaca okuyayım; Türkiye, acaba, gerçekten, denildiği gibi ekonomik krize, Asya ya da Rusya krizi dolayısıyla mı girmiş?

Asya krizi denen ülkelerden Güney Kore'de 1999 yılında büyüme hızı yüzde 13, Malezya'da yüzde 10,6, Rusya'da -krizdedir dediğimiz Rusya'da- yüzde 8,8, Çin'de yüzde 6,8, Tayland'da yüzde 6,5, Endonezya'da -ki, Endonezya ciddî sıkıntılar yaşamış bir ülke- yüzde 5,8.

Konuşmamın başında da vurgulamak istediğim gibi, olayları deşip, gerçekleri tümüyle ortaya koymazsak, kendimizi kandırırız. Kamuoyunu, vatandaşı ikna etmek için belki elimizde argümanlar olur; ama, hastalığı tedavi etmek için elimizde yeterince argüman olmaz.

Ayrıca "istikrar" ifadesi hep vurgulanmaktadır; doğrudur, istikrara ihtiyaç vardır; ama, dikkat edin, dünyada en fazla hükümet değiştiren ülke İtalya'dır. İtalya'nın, takip edebildiğim kadarıyla, İkinci Dünya Savaşından sonraki 59 uncu hükümeti işbaşındadır ama, İtalya G-7 ülkeleri içerisinde ve millî gelir itibariyle İngiltere'yi geçmiş durumda ya da zaman zaman geçmekte, zaman zaman yakalamakta, döviz kurlarına bağlı olarak. Olayın becerisi nedir biliyor musunuz; siyasî yapılarda değil, daha önce arkadaşlar dile getirdi; diktatörlüklerde siyasî istikrar var gözükür; ama, olay, kendi kendine işleyen, politik müdahalelerden arınmış, piyasa mekanizmalarının etkin olduğu bir yapıyı oluşturabilmektir. Devletin küçüldüğü, ekonominin piyasa koşullarına göre çalıştığı bir yapıyı kurduğunuz anda, zaten, siyasî kadrolardaki, siyasî yapıdaki değişikliklerin etkisi, fevkalade sınırlı olacaktır. Onun için, kendimizi bu düşüncelere kaptırmadan, yapmamız gereken, özelleştirmeye hız vererek, devleti küçültüp, kaynaklarımızı etkin kullanmaktır. Ayrıca, derhal bir seferberlik başlatalım...

BAŞKAN – Sayın Tezmen, grubunuza ayrılan 2 saatlik süre dolmuştur efendim, isterseniz... Tamamlarsanız efendim...

OĞUZ TEZMEN (Devamla) – Toparlıyorum Sayın Başkan.

Ayrıca, bir yapmamız gereken de, ciddî bir eğitim seferberliğiyle, 21 inci Yüzyılın istediği, bilgi toplumunun istediği nitelikte insan yetiştirmektir. Ayrıca, artık, dünya, ferdîleşme, bireyin egemen olduğu, bireyin merkez olduğu bir yapıya dönüşmüştür. Ona uygun eğitim programlarını da başlatmamız lazım. Eğitim kalitesini mutlak surette revize ederek, yeni çağa uygun insanlar yetiştirelim ve ekonomimizi de globalleşen dünyaya adapte edecek bir yapıya kavuşturalım. O zaman, planlar da böyle başarısızlık belgesi olmaktan çıkıp, gerçekten, iftihar belgeleri haline gelir.

Bu düşüncelerle, hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Teşekkür ediyorum. (DYP ve FP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Tezmen.

Söz sırası, Anavatan Partisi Grubu adına, İstanbul Milletvekili Sayın Bülent Akarcalı'da.

Buyurun efendim...

TURHAN GÜVEN (İçel) – Saat 19.00 Sayın Başkan?..

BAŞKAN – Efendim, devam edelim biraz daha; çünkü, daha üç grubumuz var; 2'şer saatten 6 saat; sonra şahısları adına iki konuşmacı var; yani, en az -eğer, gruplar, sürelerini tam kullanırlarsa- altı saat devam etmemiz gerekiyor.

Buyurun; Sayın Akarcalı. 

ANAP GRUBU ADINA BÜLENT AKARCALI (İstanbul) – Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım; Anavatan Partisi Grubu adına, ben konuşuyorum. Aslında, bugün, size, Yılmaz Karakoyunlu arkadaşım hitap edecekti; o, belagatiyle, herhalde, şu yorgun saatlerde sizin dikkatinizi daha iyi çekecekti; ancak, ciddî bir gerekçesi vardı; bugün burada bulunamıyor; fakat, ben, kendisinin özene bezene hazırlamış olduğu konuşmasını, size, onun kadar olmasa da, elimden geldiği kadar, kendimden de bir şeyler katarak, aktarmaya çalışacağım; hepinize saygılar sunuyorum.

Değerli arkadaşlarım, plan, hepimizin bildiği gibi, beş yıllık dönemde bir ülkenin hedeflerini, politikalarını ve önlemlerini belirtiyor. Planda, tek bir konuyla sınırlı değiliz. Hükümetin, gerek icracı gerekse devlet bakanlıkları sorumluluğundaki hususları ihtiva eden bir metin. Başka bir deyimle, Türk siyasetinin ve bürokrasisinin, muhteva itibariyle en zengin belgesi. Tabiî, şimdiye kadar söylenenlere katılarak, hükümetin, başta Sayın Başbakan olmak üzere, hepsinin burada olup, bu belgeyi bizlerle birlikte tartışması gerekirdi; ama, ne yazık ki "yaz bir başka bahara kaldı" dememiz gerekiyor.

Değerli arkadaşlarım, aslında, tartışmasını yaptığımız plan da model itibariyle, kırk yıllık bir uygulama ve geçmiş yıllara da baktığımız zaman, kırk yıldır, bu modelin herhangi bir yenilik teknolojisi içermediğini de görmekteyiz. Kendini tekrar eden bir modeli, burada tartışma durumundayız. Oysaki, devir değişti, ülkenin hedefleri, programları değişti ve meselelere, artık, salt ekonomik açıdan bakma dönemleri de geçti.

Değerli arkadaşlarım, planın metodolojisi, gerçekten, artık, yetersiz ve geçersiz. Plan, bize, âdeta, yalnız ve yalnız tasdike geliyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi bir noter, işte, böyle konuşup kendilerini avutsunlar, ondan sonra, bu plan da uygulamaya geçsin diye.

Oysa, ne yapılabilirdi? Eğer bu planda, o kırk yıllık yani'nin yanında biraz da kâni olması istenseydi veya tersi ne yapılabilirdi? Örneğin, geçen yıldan bu yana, Devlet Planlama Teşkilatının sorumluları, Sayın Bakanın iradesiyle, diyelim, önce, parti gruplarında, gelip, bu planı açıklayabilirler, milletvekilleri ihtisas komisyonlarında, planın ilgili bölümlerini tartışabilirler ve milletvekilleri aracılığıyla, plana, daha bazı yeniliklerin katılmasını isteyebilirlerdi.

Başka bir deyişle, bunlar yapılmış olsaydı; yani, Türkiye Büyük Millet Meclisinde, Plan ve Bütçe Komisyonunun dışında da komisyonların olduğu ve Türkiye'de, demokrasinin, hakikî tek temsilcisi siyasî parti gruplarının olduğuna, kırk yıl sonra, Planlama da bunun farkına varmış olsaydı, inanırım ki, bugün, daha başka bir noktada olabilirdik. Ağır konuşmak istemiyorum; ama, 1960 müdahalesinden sonra yapılmış planlama zihniyetinin hâlâ değişmediğini, hâlâ siyasete öncelik vermediğini, teknokrat bir zihniyetle hareket ettiğini, burada görmenin üzüntüsünü yaşamaktayız.

Denilebilir ki, eldeki mevzuat, bu tasarının, Plan ve Bütçe Komisyonunda görüşülmesini amirdir. İşte, değişmesi, bizlere teklif edilmesi gerekenler bunlardır. Türkiye'de planlanacak konu, yalnız fert başına millî gelir değildir; bu ülkenin eğitimi, sağlığı, çevresi, kültürü, en önemli sorunları içerir.

Değerli arkadaşlarım, planda, tekrar üreticiler zarara girmesin diye patates üretimi için hedef verilmiştir; ama, bu ülkedeki kültür erozyonu ve kültürümüze karşı dış emperyalizmin karşısında kültür namusumuzu nasıl koruyacağımıza dair bir sayfa ya da bir cümle bile yoktur. Cumhuriyetin değiştirilemez ilkeleriyle, milletin vazgeçilmez, devredilmez hak ve özgürlükleri de, Planlamada, herhangi bir şekilde, çağdaş uyumlar için ele alınmamıştır. Bu planda, tavuk sayımı öngörülmüştür; ama, 312 nci maddenin mevcudiyeti nedeniyle yaşanan toplumsal sorundan söz edilme cesaretine girilmemiştir.

Bu ülkeden para politikaları üzerine destanlar döktürülmüş; ama, düşünce ve ifade özgürlüğünün üzerindeki baskıların, hangi hedefler ve önlemlerle giderilebileceğini söyleyecek yüreklilik ve cesaret, bu planda yoktur; çünkü, plan, Türkiye'nin bütün geleceğini yalnız ekonomik olarak ele almakta, bu ülkenin bir kültürü olduğunu, bir tarihi olduğunu ve geleceğinin bu kültür ve tarihle bağlı olduğunu maalesef görmemektedir.

Değerli arkadaşlarım, eskiden, 18 inci, 19 uncu Yüzyıllarda, bu ülkeye din misyonerleri gelirdi. Bunlar, yumuşak yüzlü adamlardı; toplumun bütün kesimlerine nüfuz ederek telkinlerde bulunurlardı. Medenî terbiyemizle kendilerini misafir ederdik; ancak, inançlarımızın gücüyle, hiçbir telkinlerine itibarımız olmazdı. Şimdi de ekonomi misyonerleri var. Başlarında, bildiğimiz Cottarelli geliyor, istediği telkini yapıyor ve biz de uyuyoruz. En azından, bizim, milletvekili olarak bildiğimiz bu. Bunun ötesinde bir bilgimiz yok. Ha, bununla kalsa yeter; ama, yetmiyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi geliyor, Kopenhag kriterlerinin misyonerleri geliyor, Af Örgütü geliyor. Bunların hepsi, insan haklarından, hukukun üstünlüğünden, demokrasi eksikliğinden, özgür anayasadan söz ediyor. Peki, değerli arkadaşlarım, biz neyi biliyoruz?

Planlama bazı belgeler hazırlamış, bir bakanlık başka belgeler hazırlamış, Millî Güvenlik Kurulu bunu beğenmiş veya beğenmemiş... Biz bunları nereden öğreniyoruz; Planlamanın içerisindeki belgelerden mi? Hayır; gazetelerden. O gazetelerde yazılanların doğruluğu ve yanlışlığı ölçüsünde de, bizler, partimizde, tabanımızda milletimizle, insanlarımızla ve Mecliste politika üretmek durumunda kalıyoruz.

Değerli arkadaşlarım, bizi dinleyen sayın bakanlarımızdan –dinlemeyenlerin okuması temennisiyle- şunu, özellikle rica etmek istiyoruz: Türkiye Büyük Millet Meclisi, siyasetin oluşturulduğu yerdir, noterlik makamı değildir. Tekrar belirtiyorum, siyasete yeni girmiş olanlar, bunu, zamanında düşünmeyebilirler, milletvekilliği yapılmadan bakanlık yapıldığı için bu hatalar olmuş olabilir; ama, bunlar, önce, her partinin Meclis grubunda tartışılmalıdır. Bürokratlar, gerekiyorsa, gelip, o parti gruplarında bilgi vermelidir. Bunun dışında, meclisin ihtisas komisyonları, her biri, ayrı ayrı çalışmalıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisini, yalnız ve yalnız Plan ve Bütçe Komisyonu temsil ediyor zihniyeti, kesinlikle geriye bırakılmalıdır. Dolayısıyla, burada, bu konularla ilgili olarak, en azından, kendisi yoksa bile, buradaki Sayın Meclis Başkanvekili arkadaşımız dışında, Meclis Başkanımızın bir temsilcisinin de ayrıca bulunması gerekirdi.

Değerli arkadaşlar, bu planla, bu hükümete, ithal edilecek damızlık boğa hedefi, hatta sperma özellikleri bile veriliyor; ama, plana baktığınız zaman, çocuklarımıza, bizim çocuklarımıza, bu milletin çocuklarına, dil terbiyesi, din terbiyesi ve medenî yetişmişlik terbiyesi ve kriterleri, ölçüleri hakkında hiçbir şey yoktur. Çocuklarımızın eğitimi konusunda, yalnız ve yalnız, teknik okul sayısı, öğrenci sayısı, öğretmen sayısı dışına çıkılması gerekmektedir.

İşte, kırk yıllık plan derken, biraz bunlardan bahsediyorum. Yalnız ve yalnız rakamlara dayalı, bir bilgisayarın kuru hafızası ya da kuru programları gibi oluşmuş bir plan.

Tekrar ediyorum, bundan böyle plan tartışmaları, sadece Plan ve Bütçe Komisyonunda değil, eşanlı olarak, ihtisas komisyonlarında yapılmalıdır. Anayasa Komisyonu bu planı tartışmalıdır. İşte, aylardır tartıştığımız konu nedir: Demokrasi, insan hakları meseleleri, Kopenhag ölçüleri, kriterleri vesairesi... Bu plan çerçevesinde bunlar ele alınmayacaksa, bunlar, yalnız ve yalnız bürokratların kendi aralarında koydukları kurallarla bizim önümüze getirilecekse, bu işin böyle yürümeyeceğini, bizim, çok net ve açık bir şekilde ifade etmemizden de kimse alınmamalıdır; çünkü, bütün bu tenkitler, bütün bu eleştiriler, yapılacak işlerin daha iyi yapılması içindir.

Konuşmamın sonuna doğru, özellikle, bu plandaki, kültür konusundaki ve eğitim konusundaki yetersizlikleri ayrıntılarıyla açıklayacağım; ama, tekrar bilinsin ki, bu ülkenin, ne sanayii ne tarım politikası ne sağlık politikası ne eğitim politikası ne kültür politikası, bu Meclisin komisyonlarında tartışılmadı. Tartışılmamış bu konuların yalnız ve yalnız burada tartışılmasının yeterli olduğunu kabul etmek gerçekten zordur değerli arkadaşlarım.

Size, daha sonra, Sayın Pakdemirli arkadaşım planın ekonomik hedeflerini anlatacak. Burada, inanıyorum ki, isabetli teşhisleri, samimî tenkitleri bulunacak. Onun söyleyeceklerine girmeden, tekrara meydan vermeden şu noktalara değinmek istiyorum: 2000 yılında, kamu kesimi tasarruf açığı, millî gelirin yüzde 15'ini oluşturacaktır. Değerli arkadaşlarım, millî gelirimiz yaklaşık 200 milyar dolar diye ele alındığında, 2000 yılında kamu kesimi tasarrufu açığı 30 milyar dolardır. Bu para nereden bulunacak; kamunun bu paraya ihtiyacı varsa, tabiî ki, özel tasarruftan alınacak. Bu rakamı da belirteyim; bu, neredeyse 18 katrilyona tekabül ediyor; Türkiye'nin vasıtalı vergi toplamından daha fazla olan bir husus. Bu açığını kapatamayan ekonomi, devlet, özel sektör tasarrufundan bunu aldığı zaman, ülkenin en verimli yatırımlarını yapan kesimin, siz, yatırımlarını engellemiş olacaksınız. Planda, bununla ilgili, bunu giderecek herhangi bir yol kesinlikle gösterilmemiştir; yani, öyle ki, özel kesim yatırımı yerine rantı tercih eden bir model planlanıp önümüze getirilmiştir; yani, deniliyor ki, devletin paraya ihtiyacı var; bu parayı, 30 milyar doları özel kesimden alalım; özel kesim yatırım yapamasın. Bilebildiğimiz kadarıyla, son 25-30 yıllık stratejide böyle bir hedef ele alınmamıştı. Bir yanlışımız varsa düzeltilsin; ama, gördüğümüz daha da önemli bir şey, beş yıllık bir dönem için sayısal dengelerin carî fiyatlarla kurulması ilk defa burada ele alınmış; bunu da anlama imkânı yok; yani, enflasyonun sıfır olduğu bir dönem yaşanmış olsa ve yaşanacak olsa bir yerde bu kabul edilebilir.

Planda çok ciddî -bir üslup hatası diyeceğim- bir hata var. Bunu, parantez içinde üslup hatası diye tekrar ediyorum; ama, bu, üslup hatasının ötesinde. 20 Haziran 2000 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde, enerji politikasıyla ilgili bir eleştiri yer almıştı. Habere göre, enerji sektörünün planlanmasında özel kesime istikrarlı ve güven verici bir politika uygulanmadığı, özel şirketleri sektöre çekmek için çok tavizler verildiği ifade edilmiştir. Şimdi, buradan şuna geliyorum: Bize getirilen bu plan, Bakanlar Kurulunun bir kararı. Önce, bu eleştiriyi Enerji Bakanının kabul edip etmediğini buradan soruyorum. Etmediği takdirde de, üslup hatası dediğim bir noktayı dile getiriyorum. Acaba, plandaki ifade, Bakanlar Kuruluna gönderilen nüshada olmadığı halde, önce imzalar alınıp, sonra nasılsa redaksiyon yapılır diyerek ve fırsat bu fırsattır diye ilave mi edilmiştir; yani, sayın Bakanlarımızın imzaladığı metinlerin dışında metinler, bizim önümüze, plan diye gelip gelmemekte midir? Bunu da, bu çok önemli enerji politikası konusunda, gayet net bir şekilde soruyorum. Eğer, birinci ihtimal doğruysa, Enerji Bakanının; eğer ikinci ihtimal doğruysa, DPT'den sorumlu Bakanın, Meclise gerçeğin ne olduğunu anlatması gerektiğine inanıyorum değerli arkadaşlarım. Türkiye'nin beş yıllık geleceğinde, konuyu bir şaibe gölgesinde bırakmaya hiçbirimizin hakkı yoktur. Eğer, Bakanlar Kuruluna gönderilen nüshada olmayıp bilahara eklenmişse, planlama metodumuz yanında, planlama ahlakımızın da gözden geçirilmesi şart olacaktır.

Değerli arkadaşlar, her ne kadar planlamayı kuru, bürokratik gördüysem de, Türk bürokrasisinin geçmişte bu gibi hatalar yapmadığını da bilmekteyiz. Onun için, bu konunun, inşallah, yarından itibaren bize ayrıntılı bir şekilde bilgi verilerek tatmin edilmesi yönüne gidilir.

Değerli arkadaşlarım, Üçüncü Plan 1973'te hazırlanırken geride on yıllık plan deneyimimiz vardı ve bunu iyi değerlendirmeden yirmiiki yıllık uzun vadeli bir strateji hazırladık. Bunu, o zaman da Millî Güvenlik Kurulunun onayından geçirdik. Temel hedefimiz o zaman şu idi: 1995'te 1973 yılındaki İtalya'nın ekonomik düzeyini hedef almıştık. Yani, size bunu söylemekteki maksadım, planlama teknolojisi olarak 1973'te öngörülmüş bir sistem vardı "İtalya'yı örnek alalım, onun, işte, şu kadar yıl sonraki durumuna geliriz" diyerek. Neydi o 1973 yılındaki hedef; 1995 yılında 1973 yılındaki İtalya'nın ekonomik düzeyini hedef almak.

Değerli arkadaşlarım, biz, 1995 yılında, İtalya'nın 1973 seviyesine gelebildik mi; bununla ilgili hiçbir açıklama, kıyaslama şimdiye kadar yapılmadı. Bunu neden belirtiyorum; aynı hata, sanki 1973'leri yaşıyormuşuz gibi yeniden yapılıyor ve 2023 yılında dünyanın ilk 10 büyük ekonomisinden  birisi olacağımızın, buradan, Türkiye Büyük Millet Meclisinden tasdik edilmesi isteniyor. Bilmem anlatabildim mi?..

1973 yılındaki plan teknolojisinden 2000 yılına gelinmiş; ama, bu arada bilgisayarlar bile gelişmiş; fakat, bizim Planlama Teşkilatımızın uyguladığı teknolojinin t'si bile ilerlememiş ve deniliyor ki, 1995 yılı Meclisine bunu yutturmuştuk, şimdi siz niye yutmayasınız; doğru, hakları var, metinler bu şekilde önümüze geliyor; bunları savunmak veya tenkit etmekten başka bir imkânımız yok. Bunu da böyle geçiştiririz; ama, inanıyorum ki, Sayın Bakanımız, bu, bizim, çok samimî eleştirilerimiz sonrası -eleştirinin üstünde- bu büyük hataların üzerine gidilmesinde gerekli gayreti gösterecek.

Şimdi, tabiî, gelecek hayalle hazırlanıyor. Hayal etme gücümüz olacaktır geleceği görmek için, geleceği hazırlamak için; ama, insanları da o hayale doğru yönlendirirken, ellerine somut verileri, o hayale ulaşmaya imkân verecek araçların da neler olduğunu belirtmeniz gerekecektir.

Şimdi, bunlara göre, biz, beş sene sonrasının millî gelirini 5000-6000 dolara çıkarma gayretini nasıl elde edeceğimizi bilmezken, millî gelirimizin 22 000 dolarlara çıkacağını vesairesini görüyoruz.

Değerli arkadaşlarım, dünya planlamasında artık bu gibi hayalcilikten vazgeçilmiştir. Yanlış anlaşılmasın, ben de bir makro ekonomistim, ben de bu planlama disiplininden geçtim, hem de disiplinden geçtiğim hocamın adı da, 1960'larda Türkiye'de planlamanın temelini atmış olan Timbergen'di ve hasbelkader bir de nobel ödülü almıştı ekonomide. Bunlar artık geçti; bu şekilde yaklaşımlar bitti. Somut hedef gösterilip o somut hedefe nasıl somut bir şekilde varılacağı artık planlamadır. Hatta planlama kavramının teknolojisi bile değişmiştir. Bu planlama anlayışıyla, 1990'larda Sovyetlerde çökmüş olan "gross plan" anlayışı arasında emin olun fazla bir fark yoktur ve kesinlikle 2000'li yıllara Türkiye'yi sokacak bir plan zihniyeti, yaklaşımı değildir, kuru rakamdır. Ülkenin ne millî yapısını ne manevî yapısını ne kültür yapısını ne ülkedeki ruh zenginliğini ne ülkedeki insan zenginliğini kesinlikle kale almayan bir yaklaşımdır.

Değerli arkadaşlarım, şimdi, planlamaya nasıl geçtik biraz bunlardan bahsedip, sona varmaya çalışacağım.

Sosyal politikalar konusunda görüşlerimi biraz açıkladım; ama, daha ayrıntılarına girmeden önce, planlama metodolojimizin kırk yılı hakkında kısa bilgiler sunmak istiyorum.

Plancılığımız bir askerî darbeyle başladı. Amaç, yatırımları devlet disiplini içinde gerçekleştirecek bir metot yerleştirmekti. Kaynakların çok kıt olduğu, ülkedeki her yapının son derece dar olduğu bir dönemde, bu tip yaklaşım geçerlidir; yani, 1960'lar Türkiyesinde, kaç mühendis var, kaç doktor var, kaç tane makine var, bunların sayısının normal zekâdaki bir insanın hafızasında tutabileceği kadar az olduğu bir ülkede, bu yaklaşımlar geçerliydi. Bu anlayışla, önemli hizmetler götürüldü. Türk ekonomisine yön veren ve yönetimine katılan son derece iyi kadrolar yetiştirildi. Şu anda, Meclisimizde milletvekili olarak, bakan olarak, bu planlama terbiyesinden geçmiş çok sayıda arkadaşımız oldu; geçmişte oldu, şimdi de var, yarın da olacağına inanmaktayım. Bu kişiler, son derece, değerli hizmetler veriyorlar, verdiler; bunun için de haz duyuyoruz, kendilerini tebrik ediyorum. Bu gerçekleri görmezlikten gelmiyorum; ama, bütün bunlar, artık, Türkiye'nin yeni bir döneme geçtiği gerçeğinin, bu Sekizinci Beş Yıllık Planda olmayış gerçeğini değiştirmez.

Birinci Plan (1963-1967) tarıma dayalı ekonominin sanayileşmesini hedef almıştı. Amaç, tarımdaki istihdamı bölgesinde tutarak sanayileşmeye yönelmekti; böylece, köyden şehre göç kontrol altında tutulacaktı. Gelirde de adil dağılım hedef alınmıştı; ama, fiyat istikrarı önemsenmemiş, fırsat eşitliği ise temel ilke olarak benimsenmişti. Bakıyoruz, köyden şehre göç önlenebilmiş mi; koca Başkentin hâlâ yarısı gecekonduyla çevrili. Gelirde adil dağıtım gerçekleşebilmiş mi; tabiî, onun da gerçekleşebildiğini şu anda söylemek maalesef mümkün değil.

İkinci Plan da (1968-1972) Birinci Planın hedefleri bir kenara bırakıldı, yenileri benimsendi. Bunda, tarımın modernizasyonu, sanayileşme modeli olarak benimsendi; yani, tarımdan sanayiye geçme yerine, tarımı modernize edersek sanayileşmeye model olarak işimize yarar denildi ve yeni bir sanayileşme politikası, karma ekonomi, kentleşmeyi daha bir kontrollü hale getirelim denildi. Bakıyoruz, bu 1968-1972'de tutmamış.

Bunları neden söylüyorum, aslında, metodoloji dediğiniz, şüpheciliği ve eleştiriyi içerir; yani, bu Sekizinci Beş Yıllık Plan, bize getirildiğinde, en azından, bundan önceki bu yedi tane beş yıllık plan dönemlerinde, içinde hangi hedeflerin hangi gerekçelerden dolayı tutturulmadığının, tutulamadığının bilgisinin bunun içinde olması gerekirdi ve biz siyasetçiler olarak, bu noktada, bu bilgiyle karar verme hakkına sahip olmamız gerekirdi. Tutturulmayan hedefler, siyasetçinin yetersizliğinde mi, siyasî istikrarsızlıktan mı, siyasetçinin planın hedeflerinin tutturulmasına gerekli desteği vermemesinden mi ya da hem bunlar hem de planlama metodunun yetersizliği mi; ülke gerçekleri oluşumlarının başka şekilde ortaya çıkması mı?.. Bunların hiçbiri ortada yok, yani, plan, kendi kendini eleştirmeyi, en öz eleştirmeden yoksun bir şekilde devam ediyor.

Şimdi, ben -tabiî, ben derken, buradaki bilgilerin büyük bir kısmı planlamada uzun yıllar çalışmış Yılmaz Karakoyunlu arkadaşımın hazırladığı notlar- ilk iki plandaki hedefleri belirttim. Üçüncü Plana geçelim; burada, 22 yıllık strateji hazırlandı. Biraz önce bahsettiğim İtalya olayı; 22 yıl sonra 1995'te 1973'ün İtalya'sı hedefleri şeklinde ele alınmıştı. Bunda, kamu finansmanı açıkları esas alındı, kamunun tasarruf açığını özel tasarrufun satın almasına bağladık; yani, bugünkü, işte dışarıda 100 milyar, içeride kaç yüz milyar dolar olduğunu bilmediğim borçlar; devletin faiz fiyatını artırmasına adım bu şekilde atıldı vesaire vesaire.

Dördüncü Plana geldiğimizde; Dördüncü Plan, 1979, Türk ekonomisinin en sorunlu olduğu yıllar; ciddî siyasî kriz var, petrol şokuyla ülke ekonomisi ve dünya ekonomisi sarsılmış ve Dördüncü Plan hiçbir başarı elde edememiş, sonuna zaten varamamış; çünkü, ancak, 24 Ocak kararlarıyla ülke felaketten kurtulabilmiş. Dolayısıyla, Dördüncü Planı yok varsayabiliriz.

Beşinci Plan (1985-1989) Üçüncü Plandan sonra en başarılı olan bir plan. Tabiî, bunda, siyasî istikrarın son derece önemi var; ama, esas, dünyaya açılma, özel sektörü teşvik etme, çalışma barışını koruma var; fakat, bu Beşinci Planda da, yani, bizim Anavatan İktidarımızın dönemini oluşturan planda da, sonradan görüyoruz ki, kültür politikasında önemli ihmal ve zaaflar varmış.

Altıncı Planda (1990-1995) yüksek büyüme hızıyla işsizliğin azaltılması amaçlanmıştı. Yorumunu yapmıyorum, hep birlikte yaşadık.

Yedinci Planda (1996-2000) öngörülen hedeflerden çok uzak kalındığını hepimiz gayet iyi biliyoruz.

İşte, çok özet bir şekilde, kırk yıllık plan gelişmemizi size sunmaya çalıştım. Dolayısıyla, tekrarlamak istiyorum: Bu plandaki, yeniden, geçmişte hiçbir geçerliliği olmadığı görülmüş olan yirmiüç yıllık perspektife sarılarak, yeniden, Türkiye'nin, işte, şu yıllarda, şu ülkenin, şu durumuna geleceğiz anlayışından, bir kere, fikren uzaklaşmak lazım. Türkiye'yi, sürekli olarak, ancak yirmi sene, otuz sene sonra bugünkü, bu ülkenin yirmi, otuz sene gerisine erişebilirsin anlayışından bir kere uzaklaştırmak lazım. Onun için, diyorum, koyacağımız somut hedefleri, yalnız ve yalnız, kendimiz için koymamız lazım.

Tabiî, bu, son derece filozofik bir yaklaşım şeklinde görülebilir; ama, bu, bir şekilde görülmelidir: Türkiye, yarışını kendi kazanacak bir ülke diye görülmelidir; Türkiye, yarışını sürekli olarak daha ileride olanın kaç metre gerisinde olarak kazanacağı ülke olarak gösterilmemelidir. Bu anlayıştan, artık, yanlız planlamanın değil, Türkiye'de herkesin çıkması gerekir ve Türkiye, hiç ummadık başarıları çok ciddî bir şekilde gerçekleştirebileceğini görmüştür ya da şöyle diyeyim: Türkiye, yalnız, yürüyerek, koşarak bir hedefe erişebilen ülke değildir. Türkiye, zamanında, hiç kimsenin düşünemeyeceği ölçüde sıçrayabilen bir ülkedir; bekler bekler, ama, öyle bir sıçrama yapar ki, aradaki çok sayıdaki farkı kapatır.

Bu plan yaklaşımı, son derece monoton, tekdüze, yalnız ve yalnız, belirli bir uyuşukluğun üstündeki hızla gidildiği takdirde nereye varılacağını gösteren bir yaklaşımdır; bu zihniyete karşı çıkıyorum ve bu zihniyetin değişmesini özellikle istiyorum. Bu değerin adı, meseleye rasyonel yaklaşmaktır, rasyonel toplum içindir. Rasyonel toplumu da yarattığımız zaman, bu, demokrasi için, çok sesliliği de aynı zamanda yaratacaktır; aksi takdirde, rakamlara bağlı olan bir toplumda, ne demokrasinin ne de demokrasinin çerçevesinde, demokrayisi de büyük bir planet gibi alırsak, onun etrafında dönecek yıldızları görme imkânımız yoktur.

Değerli arkadaşlarım, burada yapacağım eleştirilerin, kesinlikle, işte, o bakan o partinin ayırımıyla bu bakan bu partinin, hiçbir ilgisi yok. Burada yaptığım eleştirileri -bütün bu bakanlar, benim güvenoyu verdiğim bakanlardır, benim partimin bakanıdır ya da ben, o partilerden birinin milletvekiliyimdir- hiçbir ayırım yapmadan, bu anlayışla söylediğimi özellikle ifade ediyorum ve o bakan arkadaşlarımın da, bu tenkitlerde, şahsen, en ufak bir suçu, vebali yoktur, onu da belirtmek istiyorum. Yani, burada, bir bakanlık kastedilirken, o her biri birbirinden daha kıymetli olan bakan arkadaşlarımın ne şahsını ne politikalarını ne partinin politikalarını kastetmiyorum; önümüzdeki döneme yönelik, eksikliklerimizi hep birlikte görme amacıyla söylüyorum.

İlk önce, eğitimden başlayacağım. Eğitim gibi, Türk toplumunun en hassas meselesi söz konusu olunca, bir parti mensubiyeti içerisinde değil, sorumlu yurttaş duyarlılığıyla meseleye yanaşmaya çalışıyorum. Türk çocuğunun eğitimini, hepimiz, her şeyin üzerinde tuttuğumuzdan dolayı, bu konuda eleştirmeye başlamak istiyorum.

Değerli arkadaşlarım, uygar insan, uygar çocuk olarak büyürse olur, bu da aile terbiyesiyle mümkündür. Ortaeğitim kurumları, bu uygar çocuğu alır, yetiştirir, bilgili insan haline getirir; ama, uygar çocuğu alabilmesi için, o çocuğun, ailesinden o terbiyeyi alabilmesi şarttır. Üniversiteler, bilgili insanı alır, onu olgun insan haline getirir. Bu olgunluğa ulaşmada, insan hakları, hukuk üstünlüğü, demokrasi ve ekonomik refah en önemli etkenlerdir; o yoksa, olgun insan değil, işte, maalesef, hepimizin sıkıntısını çektiğimiz ve onun için öğrenci afları çıkardığımız, sırf diplomalı insan yetiştiririz.

Değerli milletvekili arkadaşlarım, ben de yabancı dilde okudum; ama, Türk insanının yetişmesinde en önemli unsurun anadili olduğunu, burada vurgulamak istiyorum. Çocuk, dilini anasından öğrenir, anaokulunda öğrenir, ailede öğrenir. Türkiye'de, hiçbir plan gibi, Sekizinci Plan da, bu konuda hiçbir öngörü ve politika benimsemediği için, dil eğitiminde keyfîlik başlar; geleceğe yönelik en önemli hususların başında bu gelmektedir. Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulunun 32 sayılı kararı, Tebliğler Dergisinde, Nisan 2000'de yayımlandı; anaokulundan itibaren, çocuklara İngilizce öğretilmesi esas alınıyor. Çocuklara, İngilizce öğretilmesine karşı değilim; ama, aynı duyarlılıkla, çocuklara, önce Türkçe öğretilmesi gerekir değerli arkadaşlarım. Anaokullarından itibaren, siz, İngilizce öğretmeye kalktığınız zaman, o çocuğun, kendi dilinde ilerlemesi için hiçbir gayreti oluşmaz. Zaten, dilini yeteri kadar konuşmayan, konuşamayan bir kadro yetiştirdik. Ondan sonra, bu, daha da gelişti, Türkçe'nin dışında yabancı dil bilmek marifet oldu.

Değerli arkadaşlarım, bana, sınıfımıza, lisede mantık ve filozofi dersini veren hocam şunu anlatmıştı: "Bir insanın düşünce kabiliyeti, yaratıcılığı bildiği dille eşdeğerdir. Bildiğiniz dille düşünebilirsiniz, bilmediğiniz bir kelimeyi düşünmek için aklınıza getiremezsiniz. Dilin zenginliği, beynin, fikrin, düşüncenin, yaratıcılığın zenginliğini oluşturur." Eğer, beşyüz kelimelik dille konuşuyorsanız, bin kelimelik düşünemezsiniz, imkânı yoktur. Bir ressamın elinde kaç renk varsa, ancak o renklerle boya yapabileceği gibi, en fazla birbirine biraz karıştırarak bir şey elde edebilir. Şimdi, biz, çocuklarımıza, gelecekleri için düşünmelerinde Türkçeyi vermiyoruz; yarım Türkçenin yanına bir de yarım İngilizce verelim diyoruz, iki sağlam bacakla yürütmek yerine, iki topal bacakla yürütmeye çalışıyoruz. Dünyaya bizden daha fazla entegre olmuş olan Avrupa toplumlarında bunu görmüyoruz; bir Fransız için en önemlisi çocuğunun Fransızca öğrenmesidir, bir İtalyan için önemli olan çocuğunun çok iyi İtalyanca öğrenmesidir, İspanyol için İspanyolca, Alman için Almanca; çünkü, dil, onlar için, aynı zamanda, yaşadıkları toplum içerisinde birbirleriyle arada hiçbir engel olmadan bağ kurmalarını, ilişki kurmalarını, yurttaş olmalarını, arkadaş olmalarını, insan olmalarını sağlayacak temel bir unsurdur.

Şimdi, burada, çok sayıda arkadaşımız –ben, olmayan arkadaşlarımızı da var sayarak konuşuyorum– yurt dışındaki komisyon toplantılarına katılırlar, Avrupa Konseyi, Avrupa Parlamentosu, NATO Atlantik Asamblesi, Uluslararası Parlamenter Birlik, vesaire, vesiare. Siz, kaç Almanın iyi İngilizce, Fransızca konuştuğunu gördünüz? Hangi İngilizin İngilizceden başka dil konuştuğunu gördünüz? Yani, bir İtalyan, Fransızca, İngilizce konuşurken bile, hemen İtalyan olduğunu anlıyorsunuz; çünkü, tamamen İtalyan şivesiyle ve yetersiz bir İngilizceyle, Fransızcayla konuşuyor, ediyor. Neden; önem, ana dillerine verilmiş ve onun için de, Avrupa Parlamentosunda, Avrupa Konseyinde muazzam bir tercüman ordusu vardır, anında tercüme yapılır. Biz de, 1980'li yıllarda, Türkiye Büyük Millet Meclisinin desteğiyle, Avrupa Konseyinde, Türkçeyi diğer diller gibi tercüme edilen diler arasına koyduk; milletvekillerimiz orada Türkçe konuşuyorlar.

Ben, bundan bir süre önce, geçen dönemde, Türk-Alman Parlamenter Dostluk Grubunu kurmuştum; bana dediler ki "sen Almanca bilmiyorsun" dedim ki "benim Alman muhatabım Türkçe mi biliyor ki, bana bu soruyu soruyorsunuz." Yani, öyle bir mantık içindeyiz ki... İşte, dediğim gibi, burada, ben İngilizce, Fransızca bilirim, Türk-Alman Dostluk Grubunu kurdum. Beni eleştirdiler "sen Almanca bilmiyorsun, bunu niye kuruyorsun" diye. Bizim hiçbir muhatabımız Türkçe bilmiyor ki, kurduklarında... Yani, biz, onların dillerinin hepsini öğreneceğiz, onlar başka bir dil öğrenmede bir gayret içine girmeyecekler; bu yanlıştır. Bu demek değildir ki, Türk insanı, Türk çocuğu, dünyaya entegre olmak için, Türkçe dışında bir dil öğrenmesin, tam tersine, bir değil -bir dil de yetmez- iki, üç tane öğrensin; ama, mesele, önce anadilini öğrensin; bunun için ayrıntıya giriyorum.

Şimdi, devam ediyorum yazılı metinden.

"Türk cumhuriyetlerinde ve Avrupa Birliği ülkelerinde Türkiye Türkçesinin öğretimini ilke olarak kabul ediyoruz; ama, uygulama Türk çocuklarına gelince İngilizce hedef alınıyor. Planlama metodolojisindeki temel hedef, ilke kararının çok üstünde bir uygulama disiplinidir. Bu, son derece vahim bir durumdur; ama, plan, bunu iftihar gibi sunmaktadır. Türkçenin, bilim, sanat, ticaret, fen, iletişim ve uluslararası çalışma dili olması sağlanacaktır diyen plan hedefine, artık, kim inanır, kim itibar eder." Sayfa 117, madde 870.

İnanınız ki, çocuklarımız dillerini bilmiyorlar, tarihlerini daha az biliyorlar, edebiyatlarını ondan az biliyorlar, coğrafyalarını ise bildiklerini şüpheyle karşılamak gerekir. Kültürlerine, maalesef, gittikçe daha da uzaklaşıyorlar.

Anadolu'nun çeşitli üniversitelerinde değişik vesilerle konferans vermek üzere geziler yapıyorum. Üniversite öğrencilerine soruyorum, bana on tane İslam filozofu, Türk filozofu ismi say diyorum, iki tane sayanı zor çıkıyor. Farabi'yi, İbni Sina'yı, İbni Rüşd'ü, Muhiddin Arabi'yi, İmam Gazali'yi, Şühreverdi'yi, İbni Meymun'u, Hallacı Mansur'u, Şeyh Bedreddin'i, Cebin Bir Hayyan'ı, daha akla gelebilecek isimler; emin olun bilen çıkmıyor; yani, herkesin bildiği birkaç ismi, Mevlana'yı, Hacı Bektaşı Veli'yi saymak, geçmişi bilmekle eşdeğerde tutuluyor.

Değerli arkadaşlarım, Tokat Milletvekili Lütfi Ceylan dostumuz, burada bir konuşma yapmıştı. Dil ve felsefe bütünlüğümüzün, milliyetçiliğimizin nur burçlarını saymıştı. Sadri Maksudi'den, Yusuf Akçura'dan, Zeki Veli Togan'dan, Ziya Gökalp'ten, Atatürk'ten söz etmişti.

Değerli arkadaşlarım, bu yazdıklarım -yiğidin hakkını yiğide vermek istiyorum, yüzde yüz katılıyorum- Yılmaz Karakoyunlu arkadaşımın. "Bu kadroyu iyi tanırım, iyi bilirim, iyi de okuttum. Bu kadro, Türk kültür değerlerinin ve mirasının korunmasını, geliştirilmesini ve gelecek kuşaklara aktarılmasını esas alan bir eğitim ve kültür felsefesidir. Bırakınız bu kültür, eğitim felsefesini, bugün bu kadroyu tanıtan okullarımız yoktur, tanıyan öğretmenlerimiz azalmaktadır, bilen insanlarımız kalmadı; bunu ayıp sayıyorum. Ülkesinin kültürüne cahil kalmayı meziyet sanan bir kolejcilik eğitim anlayışı var. Bu durumdan son on yılın bütün hükümetleri sorumludur.

Değerli arkadaşlar, 65 000 000'uz, toplam kütüphane sayımız 1 300, toplam kitap sayımız ise 13 000 000, buna resmî kuruluşların yayınladıkları kurumsal tanıtım kitapları da dahildir; yani, aslında okunmayacak, gerektiği zaman müracaat edilecek istatistik kitapları gibi. Kütüphane başına kitap sayımız 10 000, bunların ne kadar güncel olduğunu bilmiyoruz; yani, 65 000 000 nüfusa 13 000 000 kitap, adam başına 0,2 kitap düşüyor 2000'li yıllarda, 5 kişiye 1 kitap. Bugün fert başına gayri safî millî hâsıla 3 500 dolar veya 3 000 dolar, yirmiüç yıl sonra planın rakamlarına göre 22 000 dolar olacak. İşte, planda rakam dışında anlayış yok, onun örneğini vermek istiyorum. Dolayısıyla, plan yirmiiki-yirmiüç sene sonrasını nasıl öngörüyor; diyor ki "22 000 dolar olacak." O zaman demek ki, kütüphanelerde kitap sayısı da 0,2 çarpı 23 defa olacak. Değerli arkadaşlarım, böyle bir gelecek hazırlanmaz.  İşte, anlayıştaki sakatlığı vermek istiyorum; yani, bizim gelirimiz arttığında kültürümüze yönelik çalışmalar hangi ölçüde artacak, bunlar yok. Denebilir ki, efendim, ülke zenginleştiği zaman bu paranın büyük bir kısmını kütüphanelerine harcar, hayır, değil. Ülkenin zenginleşmesiyle birlikte o paraların kültüre akmasını bugün okula gönderdiğimiz çocuklara aşılarsak ancak mümkündür; yoksa, onlar o paraları otomobillere de harcayabilir, zevku sefa içinde harcayabilir.

Şimdi, aynı kriteri kullanırsak yirmiüç yıl sonra; yani, cumhuriyetin 100 üncü yılında fert başına kitap sayısı 0,2'den 1'e çıkacak. Biz dünyanın en önemli 10 ekonomisinden biri olacağız; ama, fert başına kitabımız bu ölçülere göre 1'in üstüne çıkmayacak. Oysa, bugün baktığımızda Yunanistan'da fert başına kitap sayısı 17, Portekiz'de 34, İspanya'da 148. Demek ki, İspanya'nın fert başına kitap sayısı hedefine ancak bir asır sonra yetişebileceğiz. Ben, bu planlama mantığıyla gidiyorum ve tenakuzu da gösteriyorum, eksikliği de göstermeye çalışıyorum.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye'nin kültür politikası böyle düzenlenemez. Bu planda Türk kültür envanteri yok. Bu plan sanki Türkiye için hazırlanmamış; Türk insanı için hazırlanmamış ve bu ülkede yaşayacak insanlar için hazırlanmamış. Bu planı hazırlayanlar, Kültür Bakanlığının web sayfasına bakmak ihtiyacını dahi duymamışlar. Haberleri olmadığına da iddiaya girebilirim; çünkü, değerli arkadaşlarım, -sırf kayıtlara geçsin diye söylüyorum- Kültür Bakanlığı web sayfası dünya çapında bir başarı örneğidir, 15 000 sayfadır; Türk kültürünün en önemli envanteridir. Dört dilde kültür varlığımızı tanıtmaktadır. Bunu yapan da bu ülkenin onur duyacağı vatansever genç bir kızımızdır. Adı, kayıtlara geçsin diye söylüyorum, Kültür Bakanlığı Bilgi İşlem Dairesi Başkanı Meryem Sözen'dir. O, ülkesiyle, Türk kültürüyle iftihar etmektedir, biz de onunla onur duymalıyız. Biz istiyoruz ki, önümüzdeki beş yılı hazırlayan ve yirmiüç yıllık stratejiyi önümüze koyan Planlama da, Türk kültürüyle ve geleceğimizle iftihar etsin, onur duysun.

Millî bütçeden ancak binde 2,5 oranında pay alan Kültür Bakanlığına rağmen, Batı Avrupa'da sayılı birkaç devlet hariç, Avrupa, Asya, Avustralya, Afrika, Güney Amerika ülkeleriyle başa çıkacak bir gelişme kadromuz var. 9 operası olan bir ülkeyiz; 4 büyük balemiz var, 5 senfoni orkestramız var, Türk halk ve sanat müziği korolarımızın sayısını ise bilmiyoruz; bunun adedinin çıkarılması gerçekten çok yararlı olacaktır.

Halkımız, millî müziğimize, musikimize tam olarak sahip çıkmıştır. Ödenekli, ödeneksiz tiyatrolarımızda sanatkârlarımız, dünya çapında eserler sergiliyorlar. Dünyaya kafa tutan bir öykücülüğümüz, romancılığımız var. Dünya sinemalarının hayranlığını davet eden noktaya geldik; ama, bu planda bunlarla ilgili hiçbir politika kararı yok; destek de yok, teşvik de yok, yön gösterme de yok.

Bu plan, Türk tiyatrosunu, Türk operasını, Türk balesini, Türk senfoni orkestrasını, Türk müziğini, Türk halk müziğini, halk oyunlarını, Türk resmini, Türk heykelini, Türk şiirini, Türk romanını, Türk öyküsünü, Türk iletişimini tanımıyor, bilmiyor, duymamış, okumamış, gitmemiş; bunlara ilişkin politika ve önlemleri yok. Oysa, kültür web sayfasını açıp bakmak bile yeterli olabilirdi. Tabiî, bundan sonra, Değerli Kültür Bakanı arkadaşıma, mümkün olduğu kadar, Kültür Bakanlığının, bu biraz önce saydığım konulardaki düzenlemelerini, konserlerini, seminerlerini, resim sergi açılış davetiyelerini Planlama Teşkilatındaki arkadaşlara göndermelerini tavsiye edeceğim.

Değerli arkadaşlarım, yetmişbeş yıllık cumhuriyetimizin kültür politikası daima evrensel kültürün yararlandığı ve yararlanıldığı bir öğesi haline gelmişti. Geçmişte de, hep bu ilkeler çevresinde hareket edilmişti. İlk defa bu planda evrensel kültürle ilgili hedefin çevresel kültür kavramına dönüştüğünü görüyor ve şaşırıyorum. Bunun da, tabiî, daha ayrıntılı bir şekilde açıklanması gerekirdi; evrensel kültür, çevresel kültüre nasıl dönüşüyor... Bunun, bir ifade hatası olduğunu tahmin ediyor veya umuyor, planın çok yerinde rastladığımız ifade hatası gibi, bunun da bir redaksiyonla düzeltilebileceğine inanmak istiyoruz.

Değerli arkadaşlarım, planlama, aynı zamanda, ülkenin önüne, geleceğe yönelik, toplumla ilgili ve yönetimle ilgili ufuklar da açmak durumundadır; bu yok. Ama, buradan şunu hatırlatayım, gerçek demokratik bir toplum iki esas üzerine kuruludur; birincisi, vatandaşın hakkı olan bilgiye erişmesi; ikincisi, yönetimlerin -ister merkezî ister mahallî yönetim olsun- şeffaf ve katılımcı olması. Birincisine bilgi edinme, bilgiye erişme, bilgiyi kullanma ve yayma hakkı diyoruz. Bu, 2000'li yıllarda bilginin herkese dağılacağı bir dünyada Türk vatandaşının asgarî hakkıdır. Bu kavramda, yasalarla gizliliği belirlenmemiş tüm bilgiler her vatandaşa açıktır. Gizlilik yasayla belirlenince, yetki, emir-komuta zinciri altında çalışan bürokratın değil, meclisin ve parlamentonun, yani, halkın direkt temsilcisinin elinde olur. Bugünkü durumda bu, böyle değildir.

Türkiye'deki bilgi, en açık bilgi, vatandaştan gizlenen bilgidir. Bakın, iddia etmiyorum; çünkü, başımdan geçtiği için biliyorum; Devlet İstatistik Enstitüsünün yayımlayıp bedava dağıttığı kitaplardaki bilgiyi telefonla, faksla Devlet İstatistik Enstitüsünden isterseniz, size vermiyorlar "müdürden izin alın" diyorlar. Aynı durumu Devlet Planlama Teşkilatında denemedim; ama, kendilerindeki durum öyle değilse bile, Türkiye'nin genelinde durum böyledir. Bugün, bir vatandaşımızın en hakkı olan, arazisinin üstündeki imar durumu nedir, tapu durumu nedir, bu bilgileri alma hakkı bile son derece zordur. Geçenlerde bir yerde okudum; vatandaşın istediği bilgiyi göndermek için, kendisinden 3 000 000 lira faks parası isteniyor; halbuki, gönderilecek olan bilginin maliyeti ya da faks maliyeti birkaç 100 000 liralık bir husus. Tekrar bunun üstüne geleceğim; bilgi edinme, bilgiye erişme hakkı...

İkinci nokta da, yönetimlerin şeffaf ve katılımcı olması. Halkın, yönetimi iyi destekleyebilmesi, halkın, yönetimi iyide, güzelde destekleyebilmesi, yanlışta da denetleyebilmesinin tek yoludur yönetimlerin şeffaf olması, hem merkezî hem de mahallî yönetimlerin şeffaf olması.

Bilgiye erişme hakkı ve şeffaf yönetim gereği, temiz toplumda olmazsa olmaz bir şarttır. 21 inci Yüzyılda bütün demokratik toplumların âdeta DNA'sını, genetik yapısını oluşturacak bu gelişmelere Devlet Planlama Teşkilatı tamamıyla kapalıdır.

Değerli arkadaşlarım, Amerika gibi açık bir toplum, sorunlarına, özellikle temiz topluma ulaşma tartışmalarını 1970'li yıllarda yaptığında, iki tane temel yasa çıkardı; biri, bilgiye erişme hakkını düzenleyen yasadır (Free İnformation Act) ama, zaman içerisinde görüldü ki, bilgiye erişme, temiz toplumu sağlamada yetmiyor. Yani, siz, bir belediyenin yaptığı bütün ihaleleri öğrenebiliyorsunuz, açık, gizlilik yok; ama, ihale yüzde yüz namuslu, dürüst olsa bile, geçen sene yapılmış kaldırımın kırılıp tekrar yapılmasının gerekçesini size açıklamıyor. Onun üzerine, ikinci bir yasa çıktı; gün ışığında yönetim, benim şeffaf yönetim dediğim. Yani, vatandaşın, "bu kararı niye alıyorsun, neden alıyorsun" diye sorma hakkını getiren ve ister merkezî ister mahallî yönetici olsun, o yöneticilerin aldıkları karar konusunda kendilerini seçmiş olan insanlara bilgi vermesi, hatta ve hatta o karara katılması şeklinde. Bizde, bu konuda son derece mütevazı bir şekilde olan tek uygulama Çevre Bakanlığıyla ilgilidir. Bu çevreyle ilgili konular olduğunda gazetelere ilan verilmektedir, o kadar; onun dışında, her yer vatandaşa kapalıdır. İşte, 1973'teki anlayışla değil de, 2000'li yıllardaki anlayışla bir planlama hazırlansaydı ya da hazırlanırken bu Meclisin müesseselerine gelip danışılsaydı, bütün bu ihtiyaçlar ortaya çıkar ve düzeltilirdi.

Planlama, bir ülkenin bütün unsurlarının uyumlu olduğu bir geleceği tasarlamaktır; geleceği aydınlatacak, demokratik, çağdaş toplum için meşaleyi tutmak sorumluluğudur. Planlama, ahlak ve kültürü, bu meşaleyi genç kızlarımızın ve delikanlılarımızın üzerinde, ellerinde yükseltmedir. Bu planda, üzülerek söylemeliyim ki, bu meşalenin hiçbir eseri yoktur. Ancak, tesellim şudur değerli arkadaşlarım; sizler, bu Meclisin değerli üyeleri, geleceği aydınlatacak meşaleyi sizler tutabileceksiniz, hürriyet, adalet ve eşitlik huzuruyla, bu meşaleyi, sizler ateşleyebileceksiniz. Zaten, bir pazar günü geç saatlere kadar çalışan Meclis de, bu inancın en büyük örneği oluyor. Eğer bu meşaleyi, millete himaye kanadı geren şefkat ve cesaretle yükseltebiliyorsanız, eğer bu meşaleyi görev mesuliyeti ve hizmet gayretiyle taşıyabiliyorsanız, sizlerin hangi çağda olduğunuzun hiçbir önemi yoktur; çünkü, siz, bunları yaptığınızda, hepiniz, Fatih'in İstanbul'u fethettiği, hepiniz Atatürk'ün cumhuriyeti kurduğu yaştasınız.

Hepinize saygılar sunuyorum.

Teşekkür ederim. (Alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Akarcalı, hem size, hem de Sayın Karakoyunlu'ya.

Anavatan Partisinin ikinci konuşmacısı Sayın Pakdemirli; ama, müsaade ederseniz, saat 20.15'te toplanmak üzere, birleşime ara veriyorum.

 

Kapanma Saati: 19.51

 

 

 

ÜÇÜNCÜ OTURUM

Açılma Saati : 20.15

BAŞKAN : Başkanvekili Nejat ARSEVEN

KÂTİP ÜYELER : Mehmet ELKATMIŞ (Nevşehir), Melda BAYER (Ankara)

 

BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, 118 inci Birleşimin Üçüncü Oturumunu açıyorum.

Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı üzerindeki görüşmelere devam ediyoruz.

IV. – KANUN TASARI VE TEKLİFLERİYLE KOMİSYONLARDAN

GELEN DİĞER İŞLER (Devam)

1. – Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci Beş Yıllık (2001-2005) Kalkınma Planının Sunulduğuna Dair Başbakanlık Tezkeresi ve Plan ve Bütçe Komisyonu Raporu (3/600) (S. Sayısı: 516) (Devam)

BAŞKAN – Komisyon?.. Yerinde.

Hükümet?.. Yok.

Efendim, Parlamento teamüllerine uygun olarak, birleşime 5 dakika ara veriyorum.

Kapanma Saati: 20.20

 

DÖRDÜNCÜ OTURUM

Açılma Saati : 20.25

BAŞKAN : Başkanvekili Nejat ARSEVEN

KÂTİP ÜYELER : Mehmet ELKATMIŞ (Nevşehir), Melda BAYER (Ankara)

 

 

BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, 118 inci Birleşimin Dördüncü Oturumunu açıyorum.

Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı üzerindeki görüşmelere kaldığımız yerden devam ediyoruz.

IV. – KANUN TASARI VE TEKLİFLERİYLE KOMİSYONLARDAN

GELEN DİĞER İŞLER (Devam)

1. - Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci Beş Yıllık (2001-2005) Kalkınma Planının Sunulduğuna Dair Başbakanlık Tezkeresi ve Plan ve Bütçe Komisyonu Raporu (3/600) (S. Sayısı: 516) (Devam)

BAŞKAN – Komisyon ve hükümet yerinde.

Daha önceki oturumlarda, Fazilet Partisi ve Doğru Yol Partisi Grupları adına yapılan konuşmalar tamamlanmış, Anavatan Partisi Grubu adına da Sayın Bülent Akarcalı konuşmuştu.

Anavatan Partisi Grubu adına ikinci konuşmacı, Manisa Milletvekili Sayın Ekrem Pakdemirli; buyurun efendim. (ANAP, DSP ve MHP sıralarından alkışlar)

ANAP GRUBU ADINA EKREM PAKDEMİRLİ (Manisa) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Sekizinci Beş Yıllık Planın müzakerelerinde, Anavatan Partisinin görüşlerini sunmak için huzurunuzdayım; hepinize saygılar sunuyorum.

Değerli arkadaşlar, genç cumhuriyetimizin ilk yıllarında, ülkenin, oldukça liberal ekonomi mantığıyla yönetilmiş olduğunu görüyoruz. Menkul kıymetler borsasında o günlerde, döviz, tahvil ve hisse senedi işlemleri yapılırken, ithalat, fevkalade serbestti. 1923-1933 yılları arasında ekonomik büyümü yüzde 7,6 olmuş ve bir daha bu büyümeyi yakalayamamışız.

1933-1938 yılları arasında da bu büyüme, yüzde 7,1'e gerilemiştir. ABD'deki 1929 krizi, dünya ekonomisini sarsmış, bir müddet sonra, durgunluk, Türkiye'ye de sıçramıştır. Kapitülasyonların ilgası, demiryollarının kamulaştırılması, devletin elindeki sermaye ve insangücü birikimi, sanayimizin kurulması için uygun bir zemin hazırlamıştı. 1927 yılında yüzde 12,8'lik, 1932 yılında da yüzde 10,7'lik bir ekonomik daralmaya rağmen, 1926'da yüzde 18,2; 1929'da yüzde 21,6 ve 1933'te yüzde 16'lık ve 1936'da yüzde 23,2'lik rekor büyümeler elde edilmiştir.

1933 yılında ilk defa, beş yıllık bir sanayi planı yapılmış ve uygulamaya konulmuştur. Bu plan gereği, bugünkü KİT'lerin ilk nüveleri kurulmuştur. Devletin, sanayi yatırımlarına girmesiyle beraber ekonomiye müdahalesi artmaya başlamıştır. 1567 sayılı Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında Kanun çıkarılmıştır. Bu kanun bir yıllığına çıkarılmış olmasına rağmen, 1960'lı yılların ortasına kadar her yıl uzatılmış, sonra da, zaman sınırlaması kaldırılarak, devamlı bir kanun haline sokulmuştur.

Bu kanun, Maliye Bakanlığının çıkardığı tebliğlerle bedenî (hapis) ceza ihdas edilmesine yol açmış ve çok sert tedbirler alınmasını sağlamıştır. Bu kanuna rağmen, Türk parasının kıymeti korunamamış, 1959'da yüzde 200, 1969'da da yüzde 70 oranında Türk parası devalüe edilmiştir. İkinci Dünya Harbiyle beraber, devletin ekonomiye müdahalesi gittikçe artmış, zaman zaman, karaborsa hortlamıştır. Millî Korunma Kanunu çıkarılarak fiyat istikrarı sağlanmak istenmiş; ama, başarılı olunamamıştır.

1946 yılında CHP'den ayrılan bir grup milletvekili, ekonomiye devletçi bir yaklaşımı tenkit etmiş, tekrar liberal ekonomiye dönülmesi ve kamu iktisadî kuruluşlarının halka satılmasını programına almıştır. Bu dönemde, ülke, ciddî anlamda enflasyonla tanışmıştır. Enflasyon iki haneli olmuş, hatta, 1942 yılında, enflasyon yüzde 70'i bulmuştur.

Çokpartili dönemle birlikte siyasetin yapısı değişmiş, zaman zaman, gerilim politikası uygulamasından medet umulmuştur. 1950 seçimleriyle, Demokrat Parti iktidara gelmiş ve liberal bir ekonomi politikası uygulamaya başlamıştır. Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu, Serbest Bölgeler Kanunu, Gelir ve Kurumlar Vergisi Kanunları bu politikanın ürünleri olmuştur.

Seçimleri kaybeden ve kendisini devletin sahibi olarak gören CHP, muhalefetini çok sertleştirmiş, ülkede kamplaşmaya yol açılmış, bu siyasetten, ekonomi büyük zarar görmüştür. Döviz yokluğu, ödemeler dengesinin sürekli açık vermesi sonucu, hükümet, liberal ekonomiden ayrılma mecburiyetinde kalmıştır.

Bütçenin, cari ve yatırım bütçesi olarak beraberce bağlanması, siyasîlerin, yatırımları nereye ve ne zaman yapılacağına karar vermesi, muhalefet tarafından ağır tenkitlere uğramış, bunun sonucunda, kamuoyu, yatırım bütçelerini, atanmış teknokratların yapması fikrini öne çıkarmıştır.

Zaten, her büyük gerilim ihtilalle sonuçlanmış, sonuçta, Meclisin yetkileri kısılmış ve arkamızda duran Atatürk'ün vecizesi; yani "hâkimiyet bila kaydü şart milletindir" vecizesi lafta kalmıştır.

Hükümet, Belçika'dan 1959'da davet ettiği Profesör Tinbergen'e bir rapor hazırlatmış ve plan fikri yönetime hâkim olmuştur. Ne var ki, 27 Mayıs ihtilali olmuş ve Planlama Teşkilatı, 1962 yılında, fiilen çalışır hale gelmiştir. Kuruluş 1961; ama, bence, fiili çalışması 1962.

1950-1960 dönemi, Atatürk döneminden sonra en yüksek bir ekonomik gelişme dönemi olmuştur. Gayri safî millî hâsıla, ortalama, yıllık yüzde 6.3, sanayiin büyümesi yüzde 8.6 olmuştur.

Devlet Planlama Teşkilatının kuruluş ve amaçları yeni Anayasaya girmiş ve böylece bu kurumun kararları, kamuyu bağlar, özel sektöre de yol gösterici bir duruma sokulmuştur.

1962 yılında bir yıllık planlı döneme geçiş programı yapılmış ve ilk beş yıllık plan 1963-1967 dönemini kapsamıştır.

Devlet Planlama Teşkilatının kurulmasıyla birlikte iktisadî termonolojiye "karma ekonomi modeli" diye bir tabir de girmiştir. Bazı faaliyet sahaları özel sektöre kapatılmış, kamu sektörü öne çıkarılmış, fiyatlar, döviz ve kurlar politik kararlarla belirlenir hale gelmiştir.

Devlet Planlama Teşkilatı, zaman zaman en önde olmuş, zaman zaman da sesi çıkmaz bir kurum olarak bugünlere gelmiştir. Rahmetli Özal'ın DPT Müsteşarı oluşuyla birlikte bu müessese âdeta bir okul gibi faaliyet göstermiş ve son yirmi yılın önemli devlet ve siyaset adamlarının yetişmesine vesile olmuştur.

Siyasî iktidarın tutumuna, başındaki yöneticiye göre hükümete aktif müşavirlik yapmış ve çok geniş yetkiler kullanmıştır Devlet Planlama Teşkilatımız. Kuruluş kanununun getirdiği ayrıcalıklı ücret statüsünden dolayı kamudaki iyi yetişmiş elemanları devamlı cezbetmiş, bir cazibe merkezi olmuştur.

Birinci Beş Yıllık Plan, toplamda, sabit fiyatlarla yüzde 40'lık bir ekonomik büyüme öngörmüş 1963-1967 yılları için; ama, gerçekleşme yüzde 37'de kalmıştır; hedefe oldukça yakın bir oran tutturulmuştur. İkinci Beş Yıllık Planın yine yüzde 40'lık büyüme öngörmüş olmasına rağmen yüzde 39'luk bir gerçekleşmeyle, yine, hedefe fevkalade yakın bir noktaya geldiğini görüyoruz.

Planlı dönemin, siyasî istikrarın korunduğu dönemlerde, büyüme hedefleri yakalanmış, siyasî istikrarın olmadığı dönemlerdeyse hedeflerden büyük sapmalar olmuştur. Bugün niye "istikrar... istikrar..." denildiğinin kaynağı budur. Tek partinin iktidar olduğu, mesela 1983-1991 arasında, ülke, konvertibiliteye geçmiş, IMF'yle stand-by anlaşması yapılmamış, cari dolar kurlarıyla fert başına düşen millî gelir yüzde 100'lük bir artış gösterebilmiştir.

Bugün, süratle serbest piyasa ekonomisine geçemeyişimizin sebebi, bürokrasimize iyice yerleşmiş olan plan fikridir. Plansız harcama, politik harcama iddialarıyla gerileyen siyasîler, atanmışların yaptığı yatırım planlamasına uymak durumuna girmişlerdir. Bugün ülke kaynakları çok daha iyi kullanılıyor demek mümkün değildir. Mahalli idareleri güçlendirerek, bölgelerdeki altyapı, eğitim ve sağlık yönünden çok daha verimli kaynak kullanmak mümkün olur görüşündeyim.

Değerli arkadaşlar, beş yıllık planların birer yıllık programları, her yıl bütçeyle beraber yayınlanarak kamu sektörüne belirli hedefler vermekte, bu hedeflere ulaşmak için alınması gereken tedbirleri sıralamakta, özel sektörü yönlendirmek için yatırım ve ihracat teşviklerinin ana hatlarını ortaya koymaktadır.

Planlı dönem olan 1962-1999 yılları arasında otuzsekiz yıl geçmiş bulunmaktadır. Sabit fiyatlarla, gayri safî millî hâsıla, yılda ortalama 4,7 gelişmiştir. Ekonomik büyümenin kötü olduğu Altıncı Beş Yıllık Plan istisna edilirse, ortalama gayri safî millî hâsıla büyümesi yüzde 5'i bulmaktadır.

Plansız dönem olan 1923-1961 yılları arası, yine, otuzsekiz yıldır ve bu otuzsekiz yılın ortalama gayri safî millî hâsıla büyümesi yüzde 5 olmuştur. Bu dönem içinde, ikinci Dünya Harbi yılları hariç tutulduğu takdirde, ortalama büyüme yüzde 7'yi bulmaktadır.

Bu yıl bitecek olan Yedinci Beş Yıllık Plan döneminde yıllık ortalama büyüme takriben yüzde 3'tür. Planlı dönemde, sanayi, ortalama olarak yılda 5,9 büyürken, dönem içinde toplam yüzde 780 demektir; plansız dönemde, ortalama yıllık yüzde 6,5 büyümüş, yani, dönem içinde toplam yüzde 995'lik bir büyüme göstermiştir.

Kişi başına düşen gayri safî millî hâsıla, sabit fiyatlarla planlı dönemde yüzde 2,5 olurken, plansız dönemde yüzde 2,7 olmuştur. Yine, kişi başına düşen gayrisâfi millî hâsılanın cari dolar değerleriyle büyümesine bakacak olursak, plansız dönemde yüzde 3,9 iken, planlı dönemde yüzde 7,4 olmuştur.

Planlı dönemin rakamının büyük görünmesinin iki önemli sebebi vardır: Birincisi, 1959 yılında kişi başına millî gelir 583 dolar iken, 1961 yılında bu, devalüasyon sonucu, 195 dolara gerilemesi; ikincisi de, 1983-1999 yılları arasında, dolarla ölçülen kişi başına millî gelirin yüzde 100'lük bir artış göstermesidir. Bu iki faktörü temizlediğimizde, plansız dönemde de cari dolarla ölçülen fert başına düşen millî gelir, planlı dönemdekinden daha fazla olmaktadır.

Sayın Başkan, değerli arkadaşlar; yine, planlı dönem, enflasyon yönünden fevkalade kötü görünmektedir. Otuzsekiz yıllık planlı dönemin ortalama toptan eşya fiyat endeksi artışı yüzde 36,5'tir. Halbuki, plansız dönemin ortalama yıllık fiyat artışları yüzde 5,7'dir. 1942 yılında yüzde 70'lik enflasyon dahildir buna. Bunu çıkardığınız zaman, enflasyon yüzde 3,5 olmaktadır.

Görülüyor ki, makroekonomik büyüklükler, plansız dönem içinde, planlı dönemden daha iyi bir görünümdedir. Bunun için çeşitli sebepler ileri sürülebilir; sistemin yanlış olması, bürokrasiyle siyasetin çatışma içinde olması, siyasî istikrarsızlığın olması, dünya konjonktürünün ve şartlarının değişmesi söylenilebilir, ileri sürülebilir; ama, rakamlar, bunu, böyle ifade ediyor.

Devlet Planlama Teşkilatında çok iyi yetişmiş personel olmasına rağmen, bunların, ülkenin her yerindeki elektrik, su, imar, eğitim, sağlık, sanayileşme, tarım yatırımları ihtiyacını doğru tespit etmesi mümkün değildir. Bu gibi hizmetlerin yöresel olarak tespit edilip, yerine getirilmesi daha verimli olmaktadır. Dünyanın bugün içinde bulunduğu globalleşme ve liberal davranış içinde, DPT'nin, makroekonomik politikaları tespit edecek, global yatırım miktarları, sektör dengeleri değerlendirmelerini yapacak bir müşavir -yani, danışma- kurumu olarak yeniden yapılandırılması doğru olur. Bugün, Batı dünyasına baktığımızda, bizdeki planlama kurumu hiçbir yerde yoktur.

1991 yılından sonra ülkenin koalisyonlarla yönetilmesi sonucunda, Altıncı ve Yedinci Beş Yıllık Planların, göreceli olarak, Birinci ve İkinci Beş Yıllık Planlar gibi başarılı olmadığını görmekteyiz. Yine, siyasî istikrara dönersek, siyasî istikrarın bulunduğu dönemlerde, planların uygulaması da daha başarılı olmuştur.

1983 yılında fert başına düşen millî gelir 1 280 dolar iken, sekiz yıl tek bir partinin yönetiminden sonra -yani, 1991'de- 2 605 dolara çıkmış. Artış yüzde 100'den fazla. Halbuki, 1991'den 2000 yılına, aradan dokuz yıl geçmiş olmasına rağmen, fert başına düşen millî gelir artışı sadece yüzde 12'dir. O dönemin, yani, tek partili dönemin ortalama yıllık enflasyonu yüzde 49, ödemeler dengesi hemen hemen yakalanmış; halbuki, siyasî istikrarın çok zayıfladığı son dokuz yıla baktığımız zaman, ödemeler dengesi açık ve enflasyon ortalaması yüzde 75. 1970'li yıllarda da koalisyon dönemleri, plan hedefleri yönünden, parlak olamamıştır.

Bu genel açıklamalardan sonra, geçmiş 7 adet beş yıllık planları kısaca irdelemekte yarar görüyorum.

Değerli arkadaşlar, beş yıllık planlara baktığımız zaman, Birinci Beş Yıllık Plan, aynı zamanda, onbeş yıllık uzun vadeli bir stratejiyi ortaya koymuş ve gayri safî millî hâsıla, büyümeyi, yıllık yüzde 7 olarak öngörmüş; yüzde 6,6 olarak da gerçekleşmiştir. Plan, genelde, bize özgü karma ekonomi anlayışının katı bir uygulaması olmuş; tüketim malları imalat sanayiinin dışındaki sektörler özel sektöre kapatılmıştır. Dış ödemeler dengesinin yakalanması amaçlanmış; ancak, bu hedefe ulaşılamamıştır. Dışa kapalı bir ekonomi görüşü altında "üret, nasıl üretirsen üret" prensibiyle ithal ikamesine ağırlık verilmiştir. Döviz tahsisi, kotalar yoluyla çok büyük rantlar el değiştirmiştir.

İkinci Beş Yıllık Plan, birincisinin aksine, dışa açılma, ekonominin liberalleştirilmesi, özel sektörün öne çıkarılarak devletle rekabet etmesi öngörülmüştür. Büyüme yüzde 7 olarak hedeflenmiş ve yüzde 6,7 olarak gerçekleşmiştir.

Üçüncü Beş Yıllık Plan, Avrupa Ekonomik Topluluğuna ortak üye olabilmek için gerekli tedbirleri sıralamış; ancak, başarılı olunamamıştır.

İlk Gümrük Vergisi düşüşünden sonra, vergi dilimindeki yüzde 5'lik bir tenzilattan sonra, ülkemiz, taahhütünü askıya almıştır. Yüzde 8 gibi iddialı bir ekonomik büyüme öngörmüş olmasına rağmen, bu büyüme yüzde 5,5'de kalmıştır.

Ekonomik büyümenin temel dinamosu olarak, önceki planın aksine kamu sektörü gösterilmiştir; yani, bu planlarda, insicamlı olarak bir dinamo görmüyoruz. Birincisinde kamuyu görüyoruz, ikincisinde özeli görüyoruz, üçüncüsünde tekrar kamuya dönüyor; böyle, bu git-gellerle, bu politik değişmelerle, planların, ülke uygulamasında fazla faydalı olduğunu da iddia edemez duruma gelmiş bulunuyoruz.

İlk Gümrük Vergisi düşüşünden sonra, ülkemiz, taahhüdünü askıya aldı dedim. Yüzde 8 gibi iddialı bir ekonomik büyüme öngörmüş; ama, yüzde 5,5 olarak gerçekleşmiştir. Ekonominin temel dinamosu olarak, önceki planın aksine, kamu sektörü gösterilmiştir. Plan, ekonomik büyüme, dışa açılma ve fiyat istikrarı hedeflerini yakalama yönünden fevkalade başarısızdır. Tedbirlerin bir kısmı fiyat istikrarını elde etmek olmasına rağmen, fiyat artışları iki haneli olmuştur. Türkiye, İkinci Beş Yıllık Planın sonunda, iki haneli enflasyonla tanışmış, ondan sonra, bütün beş yıllık planlar iki haneli enflasyonla beraber yürümüştür. Her planda ve programda fiyat istikrarı elde edilmesi için tedbirler sıralanmış olmasına rağmen, bu fiyat istikrarı bir türlü sağlanamamış ve gittikçe bozulmuştur.

Dördüncü Beş Yıllık Plan döneminde, fiyat istikrarı daha da bozulmuş ve yıllık ortalama yüzde 50 seviyesine geçmiştir. Ekonomik büyüme hedefi çok iddialı olarak yüzde 8,2 öngörülmesine rağmen, sadece ve sadece gibi çok düşük bir seviyede kalmıştır. Bu 7 planımız içerisinde, hedeflere varmada en kötü plan, maalesef Dördüncü Plandır. Yüzde 8,2'lik bir hedef gösteriyorsunuz, yüzde 2'de kalıyorsunuz!

Dış ödemeler dengesinin çok bozulduğu 1970'li yılların ikinci yarısında, artık, dışa açılma zarureti kendini kabul ettirmiş ve plan, ihracata büyük kolaylıklar getirilmesini emretmiştir. Bu planın, en önemli ve bence olumlu tarafı, demokratikleşme süreci ile ekonomik gelişmenin beraberce yürütülmesini öngörmüş olmasıdır.

1984 yılında geçici, bir yıllık program yapılmış; 1985 yılında, Beşinci Beş Yıllık Plan uygulamaya konulmuştur. Bu plan, bugüne kadar öngörülen en düşük büyüme oranı olan yüzde 6,3'ü hedef almasına rağmen, gerçekleşme yüzde 4,7'de kalmıştır. Beşinci Beş Yıllık Planda, öncelik, özel sektöre ve AET'ye tam üyelikle ilgili adımların atılmasına verilmiştir. Fiyat artışları, bir önceki plana göre biraz daha yavaşlamasına rağmen, yüzde 46,9 seviyesini bulmuştur.

Altıncı Beş Yıllık Planın ilk iki yılında tek parti iktidarı varken, üç yıl da koalisyonlar vardır. 1991 yılındaki Körfez krizi, 1994 yılındaki büyük ekonomik ve malî kriz, yüzde 7 olan büyüme hedefinin yüzde 3,4'e sapmasını ortaya çıkarmıştır. Bu dönem, fiyat istikrarının çok daha bozulduğu bir dönem olmuştur. Ortalama, yıllık yüzde 68 olan enflasyon, gelir dağılımını daha da bozmuş, sanayi sektörünün yüzde 8,1'lik büyüme hedefinin yüzde 2 gibi düşük bir seviyede kalmasına yol açmıştır.

Değerli milletvekilleri, Yedinci Beş Yıllık Planın -1995 yılında müstakil program yaptıktan sonra- 1996 – 2000 yıllarını kapsaması hedeflenmiştir. Bu plan döneminde, ekonomik büyüme yüzde 5,5 ilâ 7,1 arasında  hedeflenmiş –iki senaryo getirilmiştir; bu bant arasında olması kararlaştırılmış, hedeflenmiştir– olmasına rağmen, 1999 yılındaki yüzde 6,4'lük bir daralma, plan döneminin en çok yüzde 4'lük bir büyümeyle kapanacağı intibaını vermektedir.

Bu plan döneminde fiyat istikrarı daha da bozulmuş ve yıllık ortalama yüzde 75 seviyesine çıkmıştır. Globalleşme, özel sektöre ağırlık verme, devletin küçülmesi, özelleştirme temel hedefler olarak tespit edilmiş; ancak, bu hedeflere ulaşmak mümkün olmamıştır. Ödemeler dengesi son on yılda çok bozulmuş olduğundan, IMF ile ekonomik istikrar programının yürürlüğe konulması zorunlu hale gelmiştir.

Özetlersek, geçmiş beş yıllık kalkınma planlarının, hedefleri ve gerçekleşmeleri yönünden başarılı olduklarını söylemek mümkün değildir.

1959 yılında Türkiye'de fert başına düşen millî gelir 583 dolar iken, İtalya'da 680 dolar, İspanya'da 300 dolar, Portekiz'de 250 dolar, Yunanistan'da 380 dolar, Tayland'da 95 dolar, Kore'de 140 dolar, Singapur ve Malezya'da 400 dolar, Brezilya'da 190 dolar, Japonya'da 400 dolardır. 1959 yılında, plansız dönemde, fert başına düşen millî gelir İtalya'ya çok yakın iken, Japonya, İspanya, Portekiz, Yunanistan, Kore, Tayland, Brezilya gibi ülkeleri kat kat geçmişken, aradan geçen kırk yılda, Türkiye, bu ülkelerden kat kat geride kalmıştır. Ülkemizin 1983-1991 yılları arasındaki gayri safî millî hâsılasının dolarla ölçülen geliri yüzde 100'lük bir artış göstermemiş olmasaydı, bugün, ülkemizi Afrika ülkeleriyle mukayese eder durumda olacaktık maalesef. Dileriz ki, bundan sonraki beş yıllık kalkınma planları, siyasal istikrar içinde uygulanma şansını bulurlar.

Elimizdeki dokümanda, yirmiüç yıllık, uzun vadeli bir perspektif var. Bu perspektife göre, yıllık büyüme ortalama yüzde 7 olup, dönem sonunda millî gelirin 1,9 trilyon dolar olması hedeflenmektedir. Yine, dönem sonunda, gayri safî millî hâsıla içinde tarımın payının yüzde 5, sanayiin yüzde 30 ve hizmetler sektörünün de yüzde 65 olması öngörülmektedir. Yine, dönem sonunda, yıllık nüfus artış hızı yüzde 1 civarında olacağı tahmin edildiği için, fert başına düşen gelir düzeyinin batı ülkelerine yaklaşabileceği hesabını yapmaktayız; ancak, geçmiş yedi planın uygulaması ve buradaki hedeflerin tutturulamamış olması, bize, bu hedeflerde de önemli bir sapma olabileceğini göstermektedir. Bugün için toplam yatırım harcamaları, gayri safî millî hâsılanın yüzde 22'si olup, dönem sonunda bu oran yüzde 27 olacaktır; bu, ütopik bir oran değildir. Daha önce de yüzde 24,8'e kadar çıkmış olan iç tasarruf oranlarının, dönem içinde, yani, yirmiüç yılın sonunda, 2023'te yüzde 27 olması anormal bir hedef değildir; inşallah tutulacaktır.

Stratejinin 127 nci paragrafı, maalesef, muğlaktır. Burada yapılacak açıklamalar ileriki yıllarda uygulamaya ışık tutacaktır diye düşünüyorum. Diyor ki: "Toplumsal hedeflere ulaşmada piyasaların ve devletin birbirlerini tamamlayıcı rol oynamaları esas olacaktır" cümlesi her uygulayıcıya göre farklı farklı anlam taşımaktadır. Burada, bunun nasıl bir uygulama olacağının zabıtlara geçirilmesinde fayda görüyorum.

Ülkede, ihracata dönük, teknoloji yoğun, katmadeğeri yüksek, uluslararası standartlara uygun ve yerel kaynakları harekete geçiren bir üretim yapısı hedeflenmektedir. Ülke nüfusunun yüzde 50'sinin 20 yaşın altında olduğu düşünülürse, ortalama yaşımızın 25, hatta 24,5 olduğu düşünülürse, insanımızı önümüzdeki yıllara iyi yetiştirebilirsek, bu insan potansiyeliyle, stratejide belirtilen hedeflere ulaşmak mümkündür; ama, tabiî ki, ihtimaller de vardır. Bu hedeflere ulaşamayabiliriz, kısa kalabiliriz; ama, bizim gayemiz de bu hedeflere yürümek olmalıdır.

Değerli arkadaşlar, sekizinci beş yıllık plan, ekonomik, sosyal, kültürel sahalarda hedefler koymuştur.

Ekonomik hedefleri şöyle sıralayabiliriz: Makro ekonomik istikrarın sağlanması. Bunu elde etmenin yolunun, siyasî istikrardan geçeceğini söylemek kehanet değildir. Doğru politikalar yerine, popülist politikalar güdülmesi halinde, makroekonomik istikrarı elde edemeyeceğimiz açıktır. Siz, eğer 38 yaşındaki insanlara emeklilik hakkı verirseniz, makroekonomik dengeleri elde edemezsiniz. Dünyada uygulaması olmayan şeylerle uğraşmak ve deneyler yapmak bizim haddimiz değildir; bizim, olanlardan ders alıp, yolumuzda daha süratli yürümemiz gerekir.

Bir başka hedef, rekabetçi bir ekonomik yapının geliştirilmesi yoluyla sürdürülebilir kalkınmanın sağlanmasıdır. Bunun için de, antitröst anlayışının yerleşmesi ve Rekabet Kurulunun iyi çalışarak ithalatın engellenmemesi gerekir; yani, sübjektif gerekçelerle ithalatın engellenmemesi gerekir.

Bir başka hedef, teknoloji yeteneğinin yükseltilmesi. Burada da en çok güvendiğimiz, genç nüfusumuz ve eğitim sistemimizdir. Eğitim sistemimizde son eğitim teknolojilerini almamız halinde, gençlerimizi iyi yetiştirmemiz halinde teknoloji yeteneğini yükseltebileceğimiz düşünülmektedir.

Bir başka hedef, istihdamın artırılması, yoksullukla mücadele edilmesi ve gelir dağılımının iyileştirilmesi. Bunu, her toplum, her insan kendi vatandaşı için, kendi ülküdaşı için mutlaka istemektedir; ama, tabiî, Keynes'in teorisinde de tam istihdam, sıfır faiz ve sıfır enflasyon öngörülmesine rağmen, bu hedeflere ulaşılamamaktadır. Eğer, bu hedeflere ulaşabilirsek -ki, o yolda olacağız- istihdamın artırılması veya işsizliğin azaltılması mümkün olacaktır. Bu da, iç tasarruf oranlarının yükselmiş olması, yabancı sermayenin daha iyi bir şekilde cezbedilmesi ve nihayet, kendi kaynaklarımızın daha rasyonel biçimde kullanılmasından geçmektedir.

Bir başka hedef, bölgelerarası gelişmişlik farkının azaltılması. Yine, bu, platonik ve sosyal düşüncenin bir ürünü. Tabiî ki, herkes ister, her bölgede kalkınmanın eşit olmasını; ama, bunu da bir hedef olarak görmek, gerçekleşmeyeceğini de bilmek lazım. Hedefe ne kadar yakın olursanız, o kadar başarılı olmuş olursunuz; çünkü, bazı bölgelerde insan potansiyeli, iklim potansiyeli, doğa koşulları dediğimiz tabiat şartları farklı farklıdır. Oralarda gelişmeleri birbirine eşit yapmak mümkün değildir. Örneğin, İtalya'nın kuzeyi ile güneyi arasında fark vardır; İngiltere, İskoçya ile güneyi arasında fark vardır, Brezilya'da vardır, Almanya'da bile vardır. Her yerde gelişmişlik farklarını görmek mümkündür; ama, önemli olan, bölgelerarası gelişmişlik farkını asgarîye indirmektir.

Bir başka hedef de, enerjinin yeterli düzeyde sağlanmasıdır. Fevkalade önemli bir hedeftir bu. Biz, 1980'den önce bu konuda çok çektik; çalışamayan hastanelerimiz, ameliyathanelerimiz... Diyaliz makinesine bağlı bir hastamızın, elektriğin kesilmesiyle, planlı veya plansız biçimde elektriğin kesilmesiyle duçar olduğu muameleyi düşünün ve psikolojisini anlayın.

Şimdi, bu ülkede bu darboğazı bir daha yaşamamak için, hepimizin enerji fazlasını düşünmeye hakkımız var diye düşünüyorum. Yani, planladık; ne kadar; efendim, 150 milyar kilovat saat tüketeceğiz. Ne zaman; işte, iki sene sonra. Hayır; gelecek sene üretecekmiş gibi planlarsak, varsın bizde enerji fazlası olsun. Ben hatırlıyorum, 1960 yılında ihtilal yapıldığında, hemen dediler ki, şu santralları bir durduralım; Demirköprü Barajını durduralım; ne lüzumu var, bu kadar elektriği toprağa mı vereceğiz. Bir de Soma'da bir tane termik santralımız vardı; onu da kapatalım denildi. Bir de baktık ki, üç ay sonra, bunların elektriğine de ihtiyacımız oldu ve tekrar açtık; yani, bizde, varsın elektrik fazlası olsun. Varsın, Mavi Akım Projesiyle tabiî gaz gelsin, varsın İran'dan gelsin; nerden bulursak gelsin... Ben hatırlıyorum, 1985 yılında, Sovyetler Birliğinde, Türkiye'ye getirilen ilk gaz anlaşmasını imzalıyorum; bazı teknisyen arkadaşlarımız itiraz ettiler, Türkiye'den de bazı itirazlar yükseldi. Ben imzaladım; hiçbir şey yapmasak, İstanbul'u, Ankara'yı bu kirli havadan kurtarsak yeter, riski alıyorum dedim; imzaladık, geldik. Sonra, Mecliste de bir genel görüşme yapıldı bu konuda. Benim müdafaam şu oldu: Bakın, insanın ömür bedeli yoktur. Kirli havadan, alerjiden 3 insanımızı kaybetsek, buradan kaybedeceğimiz paradan daha kötüdür. Nitekim, sonra, hesaplar yapıldı ve herkese anlattık ki, 5 nolu fuel-oilin İtalya'daki bedelinden yüzde 15 eksiğine gazı alıyoruz. O gaz sayesinde, bugün, çevrim santralları oldu, Ankara'nın havası temizlendi, İstanbul'un havası temizlendi. O gün, bize, kürsüden "Sovyetler Birliğine -tabiî, o zamanki adı Sovyetler Birliği- bağladınız bizi, oraya ram ettiniz" diyenler, şimdi, Ankara'nın ve İstanbul'un temiz havasını teneffüs etmektedirler.

Yine, diyorum ki; nereden bulursak oradan bu enerjiyi alalım. Irak veriyorsa, Irak'tan; Bahreyn, Katar, Kuveyt'in gazlarından bahsediliyor, oradan alabiliyorsak oradan. Varsın bizde fazla bir enerji olsun. Bu enerjiyi biz satarız. Bu enerjiyi kullanırız. Eneji fazlası, bize, birçok yeni yeni sahalar açar. Bizde, şimdi, tabiî gaz fazlası olsa, en azından iki tane, üç tane daha sunî gübre fabrikası kurarız, ithalattan vazgeçeriz, kendi insanımıza kendi ülkemizde tesis kurup, tarımın ihtiyacı olan girdileri daha ucuza sağlamış oluruz.

Değerli arkadaşlar, "Sekizinci Beş Yıllık Planın öncelikleri, kamu açıklarının azaltılması ve özelleştirmenin hızlandırılması" diyor. Şimdi, kamu açığının azaltılması için, harcama disiplini ve ekonominin kayda alınması şarttır. Sık sık getirilen vergi affı, bütçe ödemelerinin aşılmasının ciddî müeyyidelerinin olmayışı, aşırı borçlanma kamu açıklarını büyütmektedir. Şimdi, yıllık bütçeler, bir kuruma belli bir bütçe veriyor; ama, o kurum kendi ödeneklerini aşıyor; bunu, Sayıştay da tespit ediyor. Sayıştay, sert bir rapor yazmasına  rağmen, bir af çıkarıyoruz ve hiç kimseye hiç bir şey olmuyor. Peki, o zaman, bu ödeneğin anlamı ne oluyor; yani, bir ödenek olarak maksimum harcama sınırı getiriyoruz, siz, bundan daha fazla harcayamazsınız diyoruz; ama, bir bakıyoruz, yüzde 20 fazla harcamış! Ne oldu; vallahi, işte şu oldu, bu oldu... Ona göre belki bir izah tarzı var; ama, o zaman, bütçe disiplini ortadan kalkıyor. İşte, bunu sağlamamız lazım. Müeyyideyi ağırlaştırırak veya başka bir kontrol mekanizması getirerek, kurumlara verilen bütçe ödeneklerini aşmamayı hedef haline getirmeliyiz. Böylelikle, ancak, kamu açıklarının azaltılması mümkün olur.

Tabiatıyla, kamu açığının azaltılması, bir taraftan da vergilerin daha iyi toplanabilir olması, yeni vergi mükelleflerinin ortaya çıkarılması... Önemli olan, mevcut vergi mükelleflerinden para almak değil, vergi mükellef sayısı popülasyonunu artırmaktır. Bunu artırabiliyorsak, gelirleri artırır giderleri de disiplin altına alırsak, kamu açığını azaltacağız demektir.

Sekizinci Beş Yıllık Planda, bir de şu önceliğimiz var; yüksek katma değerli sanayi ve hizmet sektörlerinin geliştirilmesi. Bunlarla ilgili teşvikleri eğer, doğru, zamanında, açık ve şeffaf olarak ortaya koyacak olursak, yüksek katma değerli sanayi ve hizmet sektörlerini geliştirebiliriz. Burada "hi-tech" dediğimiz yüksek teknoloji ürünlerine geçmek, o bilgiişlem ve yazılım konularında daha fazla teşvikler getirmekte yarar görülmektedir.

Bilgi ve iletişim ağlarının geliştirilmesi; bu da fevkalade önemlidir. Hatırlarsınız, 1980 öncesinde, İstanbul-Ankara arasında 24 saatte konuşma gelmezdi, yıldırım telefon yazdırırdık; ama, konuşmak mümkün değildi. Bazen, gitmek daha kolay oluyordu; yani, Ankara'dan İstanbul'a gidip orada derdini anlatıp, tekrar geri gelmek daha kolayına gidiyordu insanın! Ben, hatırlarım, 1980 yılında yabancı davetlilerimiz vardı, Çeşme'deydik, telefonla İngiltere'yle konuşamıyordu, Yunanistan adalarına geçti, oradan konuştu ve geri geldi. Bu, bizim için hicap verici bir durumdu; ama, Allah'a çok şükür, sonradan öyle bir gelişme gösterdi ki altyapı, yani, komünikasyon, biz, bugün, dünyada hatırı sayılır bir network'e sahip olduk. İşte, bu network'ün yenilenmesi, teknolojinin gereği olarak tekrar büyütülmesinde fayda vardır. Bunu yaptığımız zaman, bilgi ve iletişim ağlarını geliştirdiğimiz zaman, işin -sanayiin olsun, hizmetler sektörünün olsun- zaman yönünden gelen ataletini asgariye indirmiş olacağız.

Ar-ge harcamalarının artırılması bir önceliktir. Malum, hep tenkit edilir, Türkiye'de, araştırma-geliştirme harcamaları, gayri safî millî hâsılaya göre fevkalade düşüktür. Bunu, mutlaka, çok daha ileri seviyeye getirmemiz lazımdır, en azından, Batı'daki oranları yakalamamız lazımdır. Bugün için ar-ge teşvikleri fevkalade azdır; malum, TÜBİTAK'ın eliyle yapılmaktadır; ama, bence, bir kurum yerine, firmaların kendilerine bırakalım, o beyan etsin "benim giderlerimin yüzde 3'ü ar-ge çalışmasıydı, bu kadar personelim çalıştı" desin, yeter. Kendi vergiye esas olan matrahından onu düşsün. Aksi halde, böyle, belli kurumların onayına bıraktığımızda, bir yeni atalet çıkmaktadır, o yeni atalet de, sistemin iyi çalışmasını önlemektedir.

Bir başka öncelik, girişimcinin, küçük ve orta ölçekli işletmelerin desteklenmesi, KOBİ dediğimiz birimlerin desteklenmesidir. Zaten, dünyada yaygın bir uygulamadır. Şurası biliniyor ki -işçi sayısı olarak- 5 000'lik, 10 000'lik, 20 000'lik üniteler 50, 100, 200 işçi çalıştıran bir ünite gibi, kendisini ekonomik şartlara uyduramamaktadır. Ekonomik şartlar bozulduğunda, KOBİ'ler, çok daha rahat uyum sağlayabilmekte ve kendisini, sıfırlamadan, o krizden çıkarabilmektedir. Halbuki, büyük işletmeler, maalesef, ekonomik krizden çok büyük yaralar alarak ancak çıkabilmekte veya batabilmektedirler. İşte, bu gerçektir ki, KOBİ'lerin teşvik edilmesi ve desteklenmesi istenmektedir.

Değerli arkadaşlar, Sekizinci Beş Yıllık Planın yine bir önceliği var; diyor ki, rekabetçi bir ortamın geliştirilmesi. Bu, hakikaten, rekabeti ortadan kaldırdığınızda, aradaki farkı, verimsizlik farkını, mutlaka, tüketici kullanmaktadır, tüketici vermektedir. Türkiye'de de, bir dönem, işte, ithal ikamesi, bunu ürettik, bununla yetinin denilen bir zaman vardı. O zamanda, rantları, halktan alıp işletmetlere vermekteydik. Halbuki, rekabeti koyduğumuz zaman, çok daha verimli neticeler elde ettik. Mesela, telekomünikasyonda rekabeti getirdik; dijital santrallarımız çok daha iyi dizayn edildi. Rekabeti getirdik; otomotiv sanayiimiz, fevkalade başarılı oldu; Avrupa'nın modelleri ile kendi modellerimiz arasında, kalite yönünden, hemen hemen hiç fark kalmadı, Avrupa'ya da ihraç eder duruma geldik. İşte, bu rekabetçi ortamı devam ettirmek ve geliştirmek esastır diyor Sekizinci Plan. Herhalde, hiçbir arkadaş, bunun aksini düşünmemektedir.

Bir başka önceliği var planın; doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının artırılması. Şurası bir gerçek ki, yaş ortalama 25 olan bir ülkenin, mutlaka, gençlerine iş açması yönünde, kendi kaynaklarının yetmeyeceğidir. Bu, bir İngiltere'de de olsaydı, İngiltere'nin kendi kaynakları yetmezdi. Yaş ortalaması 25 olacak, kendi kaynakları da sanayiin gelişmesi için yeterli olacak... Mümkün değil. Türkiye, bu şartlardadır. İşte, bu şartı gördüğümüzde, yabancı sermaye gelip bizi sömürecek veya yabancı sermaye bu işin kaymağını alıp götürecek değil. Siz, tabiî ki, kontrollerinizi koyacaksınız; ama, yabancı sermayeyi, bir Türk şirketinden, bir yerli şirketten ayırt etmeden, onları eşit şartlarda yarıştırıp istifade etmek lazım. Yabancı sermaye, tabiî ki kâr etmek için gelecektir; ama, burada istihdam ettiğiniz her kişi, yabancı yere bir işçi olmaktan kurtarılacak ve en azından, kendi ülkesinde çalışıp vergisini kendi ülkesine verecek ve bu ülkenin kültüründe, doğasında yaşamış olacaktır, siyasîler de bunun hayır duasını alacaktır.

Etkin bir tarımsal yapının oluşturulması:

Bugün, şunu söylemek mümkün ki, Türkiye'de, tarım, hakikaten, son tekniklerle yapılmamaktadır. Tarım, bizde geridir maalesef. Niye böyle olduğunu, bir türlü, kendi kendimize sorgulayıp da cevabını veremiyoruz. Ben, eğitim sisteminden kaynaklandığını zannediyorum; çünkü, ziraat fakültelerinden mezun olan arkadaşımız, çizmelerini giyip, başına şapkasını giyip tarlalarda dolaşmıyor; bir masa istiyor, bir de defter kalem istiyor, ben burada çalışacağım, rakam üreteceğim, gerekirse, bir arkadaşımız gelir sorarsa, ona da cevap vereceğim diyor. Bu, yanlış. Yetiştirdiğimiz ziraat mühendisi tarlada olacak. Eğer, olmuyorsa, vatandaş Mehmet ağa, babasından, dedesinden bildiği metotlarla tarım yapacak. Dünya, topraksız tarım yapıyor, bizde daha topraksız tarımı bilen yok. İşte, birkaç kişi var, onlar da, böyle, parmakla sayılacak kadar. Dünya tarımının yüzde 25'i topraksız tarımdan elde ediliyor, toprağı kullanmıyor adam. Biz de, daha, yeni yaptığımız zaman, böyle, bakıyor, demek, topraksız da domates, biber, patlıcan üretiliyormuş, hay Allah, hayvan yemi de üretiliyormuş diyoruz. Tabiî, burada, etkin bir tarımsal yapının oluşturulmasından kasıt, çok küçülmüş olan tarım birimlerinin daha büyük ölçekler haline gelmesi, mekanizasyonun artırılması, daha bilinçli şekilde gübrenin kullanılabilmesi ve üretimin, zorunlu olarak değil, gönüllü olarak planlanabilmesi. Bugün, birisi diyor ki, bu sene patates çok iyi fiyat edecek, herkes patates ekiyor. Bir gün diyorlar ki, soğan iyi fiyat edecek, hakikaten, o sene soğan iyi fiyat ediyor, ertesi yıl, alıştık ya soğan iyi fiyat ediyor, bir daha ekiyoruz, bu defa soğan sıfırlanıyor. Yani, bu gelgitleri, meddüceziri ortadan kaldırmak için tarım ürünlerinde gönüllü sınırlandırmalara ve planlamalara gitmek lazımdır. Şunun taraftarı değiliz, devletin "Türkiye'de şu bölgelerde soğan ekilmeyecek, patates ekilmeyecek veya şu bölgede filanca dikilecek" demesine karşıyız; ama, bu kuruluşların, öyle bir organize edip, insanlara yol göstermesi lazım, "Ekrem Bey, senin tarlan var şu bölgede; ama, şunları bu sene değil de, filancaları dikersen daha iyi olur; çünkü, projeksiyorlar şöyledir" dese, o, fevkalade daha yapıcı bir planlama olur düşüncesindeyim.

Başka bir öncelik daha var; üretken yatırımlarla istihdamın geliştirilmesi. Türkiye, verimliliği artırmak durumundadır. Eğer, bir şey sorarsanız, Türkiye, ne yapmalıdır; ben, verimlilik, verimlilik, verimlilik derim. Verimliliği artırabiliyorsak, işte, o zaman, yabancı ülkelerde mallarımız boy ölçüşebilecek, o zaman, ihracatımız gelişebilecek, o zaman, Türkiye'ye, daha büyük katmadeğerler gelecektir. Bu verimlilikle ilgili, Millî Prodüktivite Merkezimizin çok daha aktif bir şekilde çalışıp yön göstermesi, bilhassa KOBİ'lere bir yön vermesi, onlara aktif müşavirlik yapması faydalı olacaktır. Filvaki, KOSGEB diye bir birimimiz var; ama, KOSGEB, yeterli çalışmalar yapamamaktadır. Ayrıca, teorik manada, MPM'nin yani Millî Prodüktivite Merkezinin de böyle teşkilatlanarak, küçük ve orta boy ölçekli firmalara müşavirlik yapmasında fayda görülmektedir.

Bir de, bir başka hedef daha var, öncelik var, ekonominin kayda alınması. En büyük adaletsizlik, ekonominin kayda alınmış olan bölümü ile alınmamış bölümü arasındadır. İki firmayı düşünün; birisi kayda alınmış, her bir işlemini zapturapt altına almışsınız, onun ne yaptığını, ne harcadığını, ne kazandığını biliyorsunuz; öteki de hiçbir belge vermiyor... O, belge vermemekten dolayı, belge verene nispeten, hemen, başlangıçta yüzde 20 kârlı. Yüzde 20 kârlı olunca, kârından feragat ederek, müşterileri cezbediyor; buradaki insan, maaalesef, o müşteriyi alamıyor. Onun için, o haksızlığı gidermenin yolu, ekonominin kayda alınmasıdır. Ekonominin kayda alınması, en azından, adaletin gereğidir. O adalet, hem tüketiciye yapılmış olur hem de üreticiye yapılmış olur. Bunun kayda alınmasının en önemli etkenlerinden birisi, götürü vergilendirmeyi çok süratle büyük şehirlerden kaldırmak lazım. Ne bileyim, Tunceli'nin Çemişkezek Kazasında olsun; ama, siz, İstanbul'un bir kazasında hâlâ götürü vergilendirmeyi müdafaa edemezsiniz. Efendim, "okuma yazma bilmiyor..." Okumayazma bilmiyorsa, o, öğrenir. Yani, okumayazma öğrenmemek diye bir şey yok, o kadar bir okuma yazma öğrenir. Kaldı ki, kârından biraz feragat ederek, kayda alabilir. Şimdi, yazıcı makinelerimiz var, okuma yazma değil, sadece rakamları bilmesi de kafîdir. Burada, popülist politikaya kurban gitmeden, büyük şehirlerdeki götürü vergilendirmeyi hemen ortadan kaldırmamız lazım.

Bir başka öncelik, altyapı hizmetlerinin yeterli düzeyde sağlanması. Enerji talebinin güvenilir ve sürekli şekilde ve düşük maliyetlerde karşılanması. Şimdi, bizde enerji talebi yüksek; talep yüksek olunca, kurumların ataleti büyük ve fiyatlarımız çok yüksek. Sanayimiz 9-10 sentten elektrik enerjisi almaktadır, onun rakibi, Avrupa'da, 3-3,5 sentten almaktadır. Siz, eğer, birine 10 sentten, birine 3,5-4 sentten mal verip de, ondan sonra "siz yarışın" derseniz, adaletsiz davranmış olursunuz. Burada önemli olan, hem enerjiyi güvenilir ve sürekli temin edeceksiniz hem de maliyeti düşük olacak. Onun için, çevrim santralları çok önemli. Tekrar dönüyorum aynı noktaya; gazı nereden bulursak alalım ve çevrim santrallarıyla bol, güvenilir ve ucuz enerji üretelim.

Altyapı hizmetlerinde, tabiî, telekomünikasyon var. Burada geri olduğumuzu zannetmiyorum; ama, hamlelerin devam etmesi lazım. Uydularımız var, dolaşıyor. Bu altyapının geliştirilmesinde üçüncü, dördüncü uydunun da olmasında fevkalade büyük haklılık payımız var.

Hedeflere ulaşmak için özetleyeceğimiz malî ve ekonomik politikalar önerilmektedir; yani, öncelikler var, hedefler de var. Şimdi, politikalarımız ne olacak diye sıralamışız -tabiî, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planında sıralamışız- bunları, kısaca özetlemek istiyorum.

Malî politikalar olarak diyor ki, "kamu açıklarının, daha doğrusu kamu borçlanma gereğinin asgari düzeye indirilmesi." Bunu yıllarca söylüyoruz, bütün planlarda söylüyoruz; ama, nedense halledemiyoruz, çeşitli manialar ortaya çıkıyor, o manialardan dolayı da bu hedefin gerisinde kalıyoruz.

"Bunun için, harcamaların disipline edilmesi, ekonominin kayda alınması gerektir" diye oraya cümle düşüyoruz; ama, ekonominin kayda alınmasında da bu Meclisten bir daha yasanın geçmesi gerekir diye düşünüyoruz.

"Millî gelirimizin çok büyük payının bütçeye aktarılması, bu oranın büyütülmeden, ancak ekonominin kayda alınmasıyla vergi gelirlerinin artırılabileceği ve gayri safî millî hâsılanın daha büyütülmesiyle mümkün olacağını" söylüyoruz.

Hatırlarsınız, bütçe gelirlerinin gayri safî millî hâsılaya oranı 1991 yılında yüzde 15,9 iken, 1993'te 23,9'a çıkmıştır. Yani, yüzde 50 artırmışız, hâlâ bütçe açıklarından bahsediyoruz, hâlâ kamu borçlanma gereği yüksek diyoruz ve hâlâ özel sektörün alacağı kaynakları, Hazine, gidip, bankalardan almaktadır. İşte, burada, artık, üst tabiî sınıra gelmiş durumdayız. Yani, hiçbir zaman, bundan sonraki bütçeleri yüzde 25'le, 30'la yapalım, bütçe açıklarını kapatalım dememeliyiz. Gayri safî millî hâsılanın yüzde 15,9'u ile de bütçe yapılıyormuş; hatta, biz, bir dönem yüzde 11'i ile yaptık. O zamanki bütçe açıkları bundan çok daha azdı. Buradaki bütçe açıklarını kapatmak için, yeni vergiler yerine, vergi veren popülasyonu artırmak ve bütçe disiplinini sağlamak lazımdır diyoruz.

1991 yılından sonra bütçeyi bu kadar büyütmemize rağmen, bütçe açığı ve toplam borçlar hızla artmıştır; bu, bir gerçek. Hedef, yeni vergi mükellefleri elde etmek olmalıdır. Vergi oranlarını daha da yükseltmemek, ilk fırsatta Katma Değer Vergisini tedricen azaltmak lazımdır. Bu azaltış, bizi tüketici ile üretici arasında bir pazarlıktan alıkoyacaktır; yaygınlaşması halinde de, üreticinin Gelir ve Kurumlar Vergisini daha fazla vermesine yol açacaktır. Bunun azaltılması; yani, KDV'nin azaltılması uzun vadede kayıtdışı ekonomiyi küçültecek, Gelir ve Kurumlar Vergisini bir öteki yönüyle de artıracaktır.

Değerli arkadaşlar, şimdi, maliye politikalarının dışında, para ve kur politikalarından da biraz bahsetmek istiyorum.

Yine, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planımızda deniyor ki: "Şeffaflığın önplana çıkacağı Sekizinci Plan döneminde, yatırımcıların, kararlarını, daha geniş bir veri setini dikkate alarak vermeleri mümkün hale gelecek, derecelendirme kuruluşları faaliyete geçirilecek ve risklik hakkındaki bilgilerin herkese açık ve ulaşılabilir olduğu bir ortamda mevduat sigortasının kapsamı daraltılacaktır." Bugün, tüm mevduatın sigorta kapsamı içinde olması bir yanlışlıktır; ama, hemen o yanlıştan dönemiyorsunuz, tedrici dönmek lazım; aksi halde, daha büyük ihtilatlar ortaya çıkar diye düşünüyorum.

Değerli arkadaşlar, yine "bankacılık kesiminde de sistemik risklerin önlenebilmesi için Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu tarafından gereken önlemlerin alınması sağlanacak, bu açıdan sistemin şeffaflığı ve uluslararası kriterlere uygun çalışması temin edilecektir" deniyor. Bu düzenlemenin, malum, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu tarafından titizlikle yerine getirileceğine inanıyoruz.

Bir başka tedbir ve politikada, "Bankacılık kesimini ilgilendiren işlemlerin yaygın olarak teknolojik altyapı ve kart kullanımıyla yapılmasının sağlanması için gerekli düzenlemeler gerçekleştirilecek ve Vergi Usul Kanunuyla Maliye Bakanlığına tanınan mükelleflerin tahsilat ödemelerini finansal sistem kullanılarak gerçekleştirmeleri hususundaki yetki kullanılacaktır. Sermaye piyasası araçlarının kaydileşmesi tavizsiz bir biçimde uygulanacaktır" deniliyor.

Yine, bir başka politika kararında, "Sermaye piyasasının arz yönünden gelişmesi sağlanırken, bu piyasalardaki derinliğin kurumsal yatırımcılar vasıtasıyla artırılması için gereken önlemler alınacaktır.

Sigortacılık sektörünün düzenlenmesi ve denetlenmesi hususunda mevzuattaki boşluklar giderilecek, fonların plasmanında güvenli yatırımın gerçekleştirilebilmesi amacıyla şeffaflığın uygulanması sağlanacaktır." deniliyor.

Yatırım politikalarında da şunları özetlemek mümkündür: "Özelleştirme kapsamındaki kuruluşların yatırım programları, uygulanan özelleştirme politikalarıyla uyumlu olacaktır" deniliyor. Yani, bir kurumu özelleştireceğim dedikten sonra, onun devlet elinde daha çok büyümesi yönünde yatırımlar yapmayacaksınız.

"Altyapı hizmetlerinin sağlanmasında kamu yararı ve etkinlik ilkeleri esas alınarak, bir taraftan yeni finansman modelleri geliştirirken, diğer taraftan, yap-işlet-devret ve benzeri modellerin uygulanması etkin hale getirilecektir" deniliyor.

"Yatırımları teşvik politikalarının temel amacı da dünyayla entegrasyonu sağlamak, bilgi toplumuna erişmek ve yabancı sermayeyi özendirmektir. Bu çerçevede, bilgi teknolojileri başta olmak üzere, ar-ge ve teknoloji geliştirme, altyapı, yap-işlet-devret ve benzeri modellerle yürütülen projeler; çevre koruma, küçük ve orta boy işletmelerin gelişmesi, kalifiye işgücü sağlanması, istihdam yaratma, döviz kazandırma ve bölgelerarası gelişmişlik farklarının azaltılmasına yönelik yatırım ve faaliyetler desteklenecektir" deniliyor.

Dışticaret ve ödemeler dengesi politikalarından da bir nebze bahsetmek istiyorum. "Eximbank kredi garanti ve sigorta mekanizmalarına yeterli kaynak sağlanacak, ihracatın finansmanına katkıda bulunulacaktır. Ayrıca, Eximbank kredilerinin artan oranda ihracat sigortası, poroje kredileri ve yurtdışı projelerin finansmanına tahsis edilmesi sağlanacaktır. Serbest bölgelerden daha etkin şekilde yararlanmaya yönelik olarak sektörel kümeleşmenin yüksek teknolojiyi içerecek şekilde olması sağlanacak ve tanıtım faaliyeti artırılacaktır" deniliyor. Türkiye'deki bazı serbest bölgelerin ihtisaslaşmasında yarar görmekteyim.

"Mevcut serbest bölgelerin tam kapasiteyle ve etkin çalışmasına öncelik verilecek, serbest bölgelerin alt ve üstyapı olanaklarının iyileştirilmesi sağlanacaktır" deniliyor.

"İhracata yönelik destek ve yardımların kapsamı ile uygulama yöntemleri bakımından sıklıkla yaşanılan değişikliklerin asgariye indirilmesi ve üretici ihracatçıların planlama ve ödemeler konusunda karşılaştıkları sorunların giderilmesi sağlanacaktır" deniliyor. Biz de, inşallah, bu tedbir uygulanacaktır diyoruz.

"Elektronik ticaretin dünyada artan önemi göz önüne alınarak, ülke genelinde yaygınlaştırılması hızlanacaktır" deniliyor. Elektronik imza ve bununla ilgili işlemlerin, artık, yasalaşmasında büyük yarar görmekteyiz; Batı ülkelerinin çoğunda bu gerçekleşmiştir.

"İthalatın haksız rekabete neden olmaması, ülke standartları ve sağlık koşullarına uygun olması ve çevreye zarar vermemesi için uluslararası kurallara uyumlu bir biçimde yapılan düzenlemelerin etkin olarak uygulanmasına devam edilecek, gerekli durumlarda yeni düzenlemeler ve değişiklikler yapılacaktır" deniliyor.

"Ayrıca, sınır ticareti kapsamındaki ithalatın, sınır ticaretine konu il ve bölge ihtiyaçlarını aşarak, haksız rekabete yol açan uygulamalara dönüşmesi engellenecektir" deniliyor.

Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarıyla ilgili mevzuat AB normlarına uyumlu hale getirilecektir" deniliyor. Burada, oldukça ağır bir yükümüz var; çünkü, AB mevzuatı onbinlerce sayfa, biz, hâlâ, bunun, sadece, yanılmıyorsam, hatırımda yanlış kalmadıysa üç bin sayfasını yaptık; daha, önümüzde, epey yapacağımız ve tercüme edip de kendi mevzuatımıza aktaracağımız bölümler var.

"Yabancıların Türkiye'de çalışma hakları ve yabancı yatırımcının mülk edinmesiyle ilgili alanları düzenleyen kanunlar, günün ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yeniden düzenlenecektir.

Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarıyla ilgili Türkiye'nin imzaladığı sözleşmelere işlerlik kazandırılacaktır.

Doğrudan yabancı sermaye yatırımları ileri teknoloji gerektiren üretim alanlarına yönlendirilecek bir şekilde etkin tanıtım kampanyaları yapılacaktır" deniliyor.

BAŞKAN – Sayın Pakdemirli, süreniz bitmek üzere efendim.

EKREM PAKDEMİRLİ (Devamla) – Ben, 1 saat konuşacaktım, değil mi efendim?

BAŞKAN – 1 saat doldu efendim.

EKREM PAKDEMİRLİ (Devamla) – Benim saatim 58 dakika 22 saniye efendim.

BAŞKAN – İşte, dolmak üzere olduğunu ifade ettim efendim ben de.

EKREM PAKDEMİRLİ (Devamla) – Makro ekonomik öngörüler var, yani, bu Sekizinci Beş Yıllık Planda öngördüğü hedefler var. Bir defa "gayri safî millî hâsıla beş yıl içerisinde üst üste 6,7 ile artacaktır" deniliyor ve sektörlerin payları şöyle olacak: Tarımın artış oranı 3,8, sanayiin 4,4, hizmetlerin de 6 ile sektörel gelişmesi olacak; ancak, sektör payları, 2005 yılında ise, 13,9'a tarım, 33,0'a sanayi, 53,1'e de hizmetler sektörü gelişecek ve o oranlara oturacaktır deniliyor.

Bu millî gelir tahminleri, inşallah, diğer ilk 7 kalkınma planı gibi değil, burada konulan hedeflere en çok yakın olan bir tarzda oluşacaktır.

Elbette ki, plan, bir tahminler manzumesidir. Bu tahminlerde yanılma olacaktır. Bu tahminlerde en az yanılma olması dileğiyle, Sekizinci Planımızın, ülkemize, milletimize hayırlı uğurlu olmasını diliyor, hepinize saygılar sunuyorum efendim. (Alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum efendim.

Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına, İzmir Milletvekili Sayın Oktay Vural; buyurun efendim. (MHP sıralarından alkışlar)

MHP GRUBU ADINA OKTAY VURAL (İzmir) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının ilk beş bölümü hakkında görüşlerimi arz etmek üzere, Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına söz almış bulunmaktayım; bu vesileyle, Yüce Heyetinizi, Milliyetçi Hareket Partisi Grubu ve şahsım adına saygıyla selamlarım.

Sekizinci Plan çalışmalarında, özel ihtisas komisyonlarına ilave olarak, çalışma komiteleri, Devlet Planlama Teşkilatının uzmanları, Planlama Teşkilatı dışından bu çalışmalara katılan uzmanlar ve sivil toplum örgütlerinin temsilcileri görev almıştır. Bu planın hazırlanmasını sağlayan, başta, Devlet Planlama Teşkilatı olmak üzere, kamu, özel sektör, akademisyenler ve serbest meslek kuruluşlarının temsilcilerinin çalışmaları, hür türlü övgüye layıktır. Bu çalışma süresinde, bürokratik ve sivil katılım, birlikte ve yaygın olarak sağlanmıştır.

Sekizinci Kalkınma Planı taslağı, hepinizin bildiği üzere, Plan ve Bütçe Komisyonunda da tüm ayrıntılarıyla tartışılmıştır. Huzurlarınızda, plan görüşmelerine katkı sağlayan komisyon üyelerine, Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına teşekkür ediyorum.

Plan ve Bütçe Komisyonu ile Meclis Genel Kurulundaki görüşmelerle de siyasî katılım sağlanmaktadır. Bununla bareber, plan tartışmalarında siyasî katılımın daha da yaygınlaştırılmasında fayda vardır. Planların, ilgili bölümleri itibariyle, Meclisin diğer ihtisas komisyonlarında ele alınmasıyla, siyasî katılımın daha fazla yaygınlaşması mümkün kılınabilir.

Sayın milletvekilleri, cumhuriyetin ilk dönemlerindeki sanayi planları uygulamasından sonra, ülkemizde beş yıllık kalkınma planı dönemi 1963 yılında başlamıştır.

Kalkınmanın bir plan dahilinde yürütülmesinin aslî amacı, makro ekonomik politikaların uyumu ve koordinasyonudur. Kalkınma planlarının, ekonomik ve sosyal kesimlerin tamamını kapsayacak şekilde, kamu kesimi için emredici ve özel kesim için yönlendirici olması esastır.

Ülkemizin planlı kalkınma dönemi boyunca ortaya çıkan bazı gerçeklerini sizlerle paylaşmak istiyorum.

Planlı kalkınma dönemi boyunca 7 kalkınma planı hazırlanmıştır. Kalkınma planları, esas itibariyle, planı onaylayan siyasî iradenin temel yaklaşımlarını ortaya koyar.

Planlı dönem boyunca dikkati çeken önemli bir husus, plan döneminde siyasî iktidarlarda meydana gelen değişmelerdir. Birinci Plan döneminde 4, İkinci Plan döneminde 5, Üçüncü Plan döneminde 7, Dördüncü Plan döneminde 4, Beşinci Plan döneminde 3, Altıncı Planda 4 ve nihayet Yedinci Planda ise 6 hükümet görev yapmıştır.

Söz konusu dönemlerde görev yapan hükümetleri oluşturan siyasî iradelerde sürekliliğin sağlandığı plan dönemleri, esas itibariyle, Birinci Planın son iki yılı ve İkinci Planın ilk üç yılı ile Beşinci Plan teşkil etmiştir.

Bir planın hedefleri kadar, bu hedeflere ulaştıracak siyasî iktidarların uygulamaları da son derece büyük önem taşımaktadır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, planı gerçekleştiren siyasî irade ile uygulayan iradenin aynı olduğu dönem istisnaî bir nitelik taşımaktadır. Bu yüzden, planların performansını değerlendirirken, plan dönemi yerine, siyasî iktidarların dönemlerinin mukayesesinin yapılması anlayışı yerleşmiştir. Ancak, bu tür bir yaklaşımda, siyasî iradelerin plana sahip çıkma anlayışının geri plana itilmiş olduğunu da unutmamak gerekmektedir. Nitekim, plan hedefleri yerine, iktidara dayalı dönemsel başarıların önplana çıkarılmış olduğu gözlemlenmektedir. Bu dönemsel başarı isteği, planın hedeflerini de erozyona uğratmakta ve plan yok sayılabilmektedir. Bu durumda da, planların sonuçlarının değerlendirilmesinde siyasî muhatap bulunamamış, siyasî rekabet, miyop ve sığ bir siyaset anlayışına yol açmıştır.

Planlı dönemde, Türk ekonomisinde önemli bir yapı değişikliği gerçekleşmiş olmakla birlikte, kronik enflasyon kaynaklı makro ekonomik istikrarsızlık, kamu kesimi kaynak harcama dengesizliği ve gelir dağılımındaki bozukluk gibi temel sorunlarımız devam etmektedir. Bu sorunların çözülememesinin temel nedenlerinden biri de, siyasî istikrarın sağlanmaması ve buna dayalı olarak, kısa vadeli oy maksimizasyonuna dayalı popülist yaklaşımlardır.

Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; bugüne kadar uygulanan kalkınma planlarında çeşitli hedefler belirlenmiştir. Bu hedefler ile gerçekleşmeler arasında da farklılıklar meydana gelmiştir. Mesela, planlı kalkınma dönemi boyunca, gayri sâfi millî hâsıla yıllık ortalama artış hızı yüzde 7,1 hedeflenmişken, gerçekleşme yüzde 4,7 olmuştur. Son üç plan döneminde hedeflenen enflasyon yüzde 40'larda iken, gerçekleşen enflasyon yüzde 65'ler civarındadır. Bu farklılıkların ortaya çıkmasının sebepleri arasında, daha önce ifade ettiğim, planı uygulayan farklı siyasî iradeler yanında, planın yapıldığı ortam ve öngörüleri ile plan süresince ortaya çıkan farklı gelişmeler ve nihayet, plan döneminde meydana gelen dışsal gelişmeler zikredilebilir.

Planı uygulama aşamasında etkileyen bütün bu sebeplere rağmen, bugüne kadar, kalkınma planlarının, yıllık programlarda ortaya çıkan gerçekleşmelere göre revize edilmemiş olduğu da bir gerçektir.

Planların amaçlarına ulaşmasını engelleyen etkileri minimize edebilmek için, katılımcılığın yaygın, bilgi akışının sağlıklı ve zaman gecikmelerine yol açmayacak şekilde gerçekleşmesi, bilginin doğru değerlendirilmesi ve planın farklı senaryolara göre bir esnekliğe sahip olması gerekmektedir. Bu bakımdan, plan hedefleri kadar, planın öngörüleri de önem kazanmaktadır.

Plan hedeflerinin belirlenmesinde temel oluşturan öngörülere bağlı olarak hedef ve gerçekleşmeler arasındaki farklılıkların azaltılmasında, yıllık gelişmeler doğrultusunda plan hedeflerinin gözden geçirilmesinin daha faydalı olacağı kanaatindeyim. Bugüne kadar böyle bir yöntemin uygulanmaması nedeniyle, toplumsal hedeflere ulaşmada planın etkin bir rol oynadığına dair güven tesis edilememiştir.

Ülke yönetiminde, siyasal karar alma mekanizması, sistemi yönlendirmek, denetlemek ve kurumlarını çalıştırmak için kamusal politikalar ortaya koymak zorundadır. Bu politikaların ilgi alanlarını, amaçlarını ve uygulama yöntemlerini somut bir biçimde tespit eden bir planın hedeflerindeki sapmanın, ekonomik, sosyal ve siyasal sonuçlar doğurması tabiîdir.

Toplumun ekonomik ve sosyal gelişmesine yönelik olarak ortaya konulan hedeflere ulaşılmaması, halkın güveninin azalması ve böylece, hedeflere ulaşmada toplumsal desteğin ve moral desteğin temininde yetersiz kalınması sonucunu doğurmaktadır. Böyle bir sonuç, bulunduğumuz ortam içinde, spekülatif davranışlara ve ahlakî tehlike sorunlarına yol açmaktadır. Özel sektör kurumları ve vatandaşlar, böylece, kamu politikalarına karşı güvensizliğe dayalı beklentilere bağlı olarak, bireysel ekonomik davranışlara yönelmekte, bu durum ekonomiyi olumsuz etkilemekte ve böylece plan hedeflerine ulaşılmasında başarıyı engelleyebilmektedir.

Kamusal politikaların plan hedefleri doğrultusunda gerçekleşmemesi veya plana rağmen, planın yok sayılması, bunları ortaya koyan siyaset kurumlarına güveni de azaltmaktadır. Günümüzde, siyasete, halkın güvensizliğinin altında yatan temel sebeplerden biri de, ekonomik ve sosyal kalkınma çabalarının hedeflere ulaşmasındaki başarısızlıktır.

Siyasî iradenin öngördüğü kamu politikalarının uygulamasındaki  başarısızlıklar, kurumların veya fertlerin kendi menfaatları doğrultusunda sistemi yönlendirme baskı ve taleplerini önplana çıkarmaktadır. Enflasyon lobileri, enflasyon beklentileri, kayıtdışı ekonomi, rant ekonomisinin güçlenmesi gibi yönelimler, bu süreç sonunda meydana gelmektedir.

Bütün bunların neticesinde, hukuk sistemi içerisinde, toplumsal istikrarın temini, önemli zafiyetlerle karşı karşıya kalmıştır.

Sayın milletvekilleri, kalkınma planlarının hedeflerine ulaşılmasında, planda ve yıllık programlarda yer alan projelerin gerçekleşmesinde hukukî ve kurumsal düzenlemeler önemli bir araçtır. Bu sebeple, yıllık programlarda yer alan hukukî ve kurumsal düzenlemelerin etkin bir şekilde izlenmesi, gerçekleştirilmesi ve sonuçlarının değerlendirilmesi gerekmektedir.

Yedinci Plan Döneminin 1996–1999 yılları arasında, yaklaşık 1 107 hukukî ve kurumsal düzenleme yer almıştır. Her program yılı içerisindeki gelişmeler değerlendirildiğinde, bunlardan sadece 64 adedi gerçekleşmiş, 84 adedi kısmen gerçekleşmiş, 112 adedi Mecliste, 31 adedi Bakanlar Kurulunda taslak halinde, 646 adedinin çalışmaları devam ederken, 170 adedinde gelişme kaydedilmemiştir.

Huzurlarınıza getirilen plan öncesinde öngörülen, hukukî ve kurumsal düzenlemelerin gerçekleşme miktarı oldukça düşüktür. Şüphesiz, böyle bir neticenin oluşmasının temel sebebi, siyasî istikrarın yerleşmemiş olmasıdır. 20 nci Dönem Meclisinin, yapısal sıkıntıları ve siyaset anlayışları sonucunda, plan hedeflerine ulaşma imkânı sağlanamamıştır.

Sekinci Kalkınma Planı öncesinde ortaya çıkan bu durum, şüphesiz önemli bir birikimin oluşmasına ve plan öncesi hedeflenen ortamın temin edilmemesine yol açmıştır. Böylece bir önceki plan döneminde öngörülen düzenlemelerin bu dönem içinde gerçekleştirilmesi sorumluluğu yüklenilmiştir.

Yedinci Planın son yılında oluşan 21 inci Dönem Meclisinin çalışma temposu, böyle bir birikimi çözebilecek bir potansiyeli ortaya koymuştur. Meclisin çalışmasına verdiğimiz önemin temel sebeplerinden biri, toplumun sosyal ve ekonomik gelişmesi için öngörülen değişikliklerin gerçekleştirilmesidir.

Bir önceki plan döneminde gerekli düzenlemelerin sağlanamaması, bu değişikliklerden elde edilecek toplumsal faydayı da azaltmaktadır. Böylece, Sekizinci Plan, bir önceki plan döneminde öngörülen değişikliklerin gerçekleştirilmemiş olmasından kaynaklanan bir yükü de beraberinde taşımaktadır.

Sayın milletvekilleri, ülkemizdeki ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmeler kadar, dünyadaki gelişmeler de plan hedeflerini ve uygulamalarını etkileyen önemli bir faktör haline gelmiştir. Böylece, plan, makroskopik bir bakış açısına sahip olmalıdır. Bu bakımdan, plan öncesinde yapılan durum tespitinin aktarılması ve değerlendirilmesi büyük önem kazanmaktadır.

2000'li yılların, sosyal, ekonomik ve politik yaklaşım şekillerinin daha çoğulcu bir yapıda sorgulanacağı ve değişime uğrayacağı bir dönem olacağı genel bir kabul görmektedir. Günümüzde, demokratikleşme, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve serbestleşme gibi kavramlar, toplumların ortak değerleri olarak önem kazanmıştır. Mal, hizmet ve finans piyasaları ülke sınırlarını aşmakta, bilgi ve teknoloji önplana çıkmakta, ekonomik ve siyasal yaklaşımlar küreselleşmekte, yeni teknolojik ilerleme ve buluşlar ticarî ilişkilerin şeklini değiştirmektedir.

Finansal piyasalardaki serbestleşmenin eksenini oluşturduğu küreselleşme süreci, gelişmekte olan ülkelerde sadece ekonomik boyutlu kalmamakta, sosyal ve kültürel alanlarda da belirleyici olabilmektedir. Nitelikli ve uzman insangücünün, teknolojinin, bilgiyi üretme ve bilgiyi kullanma yeteneğinin, dinamik firma organizasyonların önemi önplana çıkmıştır. İyi yetişmiş insangücü, 21 inci Yüzyılda gelişmiş ülkeler arasında yer almanın önşartı olarak görülmektedir.

Doğrudan yabancı sermaye yatırımları yoluyla dış ülkelerdeki üretim birimlerinin yaygınlaşması yönetim bilimindeki ilerlemelerle hızlanmış, bu ise, firmaların, dünyanın uzak bölgelerindeki birçok üretim birimini yönetebilecek bir yeteneğe sahip olmasını sağlamıştır.

Sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş, ekonomik büyümeyi hızlandırmak, verimliliği artırmak, yeni işkolları ve istihdam alanları oluşturmak, beşerî sermaye yatırımlarında nitelik ve niceliği artırmak şeklinde toplumsal faydaları da beraberinde getirmektedir.

Ortaya çıkan bu gelişmeler, yeni bir ekonominin, yeni bir politikanın, yeni bir toplumun doğumuna yol açmaktadır. Yeni ekonomide bilgi, ürettiğimiz her şeye ve üretme yöntemimize tatbik edilebilecek hale gelmiştir. Ürünlere yeni fikirler eklemek ve yeni fikirleri ürüne çevirmek, en önemli faaliyet alanı olmakta ve zenginliğin kaynağını teşkil etmektedir.

Kurumsal yönetimde, hiyerarşik bürokratik yapılanmanın yerini, birbirine bağlı amip yapılanma almaktadır.

Artık, kitlesel üretimin yerini, esnek üretim almaktadır. Esnek üretim sistemiyle kastedilen, küçük ve orta ölçekli işletmelerin ekonomideki rekabet gücünün ve istihdam düzeyinin artırılması yanında, hızla gelişen üretim teknolojilerine uyum kabiliyetinin artırılmasıdır. Bu sistemde, özellikle ar-ge büyük önem kazanmıştır.

Eski ekonomide işgücünden arzu edilen, bir zanaat veya diploma sahibi olmak iken, bugün, ömür boyu eğitim istenilmektedir.

Endüstriyel ilişkilerde işçi ve yönetici arasındaki ilişki menfaat çatışmasına bağlıyken, bugün bu iki kesim arasında işbirliği önplana gelmektedir.

Yeni ekonomide, devlet, iş dünyasının büyümesini teşvik etmekte ve komuta kontrol yerine, esnekliği ve piyasa mekanizmalarını kullanmaktadır.

Bütün bu gelişmeler, bizlere, yeni ekonomik fırsatlar ve daha yüksek hayat standardı, daha fazla tercih yapma imkânı ve özgürlüğü, çalışanlara daha fazla saygınlık ve özerklik, daha güçlü toplum ve daha fazla katılımcılık gibi hedefleri de beraberinde getirmektedir. Ancak, bu fırsatlar, beraberinde birtakım tehlikeleri de taşımaktadır: Krizlerin globalleşmesi, iç ekonomideki dengelerin dışa bağımlı hale gelmesi, bilgi toplumlarının daha fazla zenginleşmesiyle gelişmekte olan ülkelerle olan gelir farklılıklarının artması, millî sanayiin korunarak güçlenmesinin daha da zorlanması ve nihayet, uluslararası alanda rekabet gücünün zayıflaması gibi tehlikeler, millî ekonomi açısından stratejik bir planlama anlayışının gereğini önplana çıkarmaktadır.

Sayın milletvekilleri, günümüzde, yabancı sermaye hareketleri de artmıştır. Yabancı sermayeden arzu edilen düzeyde yararlanmak için, nitelikli işgücü, telekomünikasyon altyapısı, yeterli havalimanı ile bunların bağlantı yolları, enerji, çağdaş şehir altyapısı ve etkin işleyen bir piyasa düzeni önem taşımaktadır.

Ekonomik alanda küreselleşmeyle birlikte, bölgesel bütünleşme hareketleri de gelişmektedir. Küreselleşme sürecinde, dışticaret, fikrî haklar ve çevre gibi alanlarda yeni norm ve standartlar geliştirilmekte, bu alanda uluslararası kuruluşların etkinliği artmaktadır.

Çok sayıda ülkenin yabancı sermaye rejimini serbestleştirmesi nedeniyle, ülkelerin yabancı sermaye girişini artırabilmeleri, makroekonomik istikrarın sağlanmış olmasına, altyapının yeterliliğine, işgücünün niteliğine bağlı hale gelmiştir. 1997'de Güneydoğu Asya ülkelerinde başlayan ve küresel sistemi etkileyen bir dizi finansal kriz, makroekonomik dengelerini kuramamış, sağlıklı işleyen bir malî sistemden yoksun ülkeler açısından, dışarıdan kısa vadeli yoğun sermaye girişlerinin sakıncalarını ve ekonomik ve malî reformların önemini ortaya koymuştur.

Dünyadaki hızlı değişime uyum sağlayabilen ülkeler, 21 inci Yüzyılda etkili ve başarılı olabilecektir.

Planda belirtildiği gibi, Türkiye'nin ekonomik ve sosyal yapısını güçlendirmesi, siyasî ve ekonomik istikrar ortamını sağlaması, yapısal reformlarını tamamlaması ve bilgi toplumunun gerektirdiği temel dönüşümleri gerçekleştirmesi, küreselleşme sürecinin ortaya çıkardığı imkânlardan en yüksek oranda yararlanabilmenin ve olumsuzlukları en düşük düzeyde tutabilmenin yanında, ülkemizin geleceğe hazırlanmasında ve dünyada etkili bir konuma gelmesinde kilit bir rol oynayacaktır.

Kalkınma planının başlangıcında yapılan bu tespitler, planın nasıl bir dünya öngörüsü içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Bu tespitlerin hepsi, yaşamakta olduğumuz ve gözlemlediğimiz gelişmelerdir. Bu öngörü içinde, bilgi toplumunun oluşum sürecinde en önemli üretim faktörü bilgi olduğundan, işgücünün niteliğinin yükseltilmesi ve gelişmiş bir iletişim altyapısına sahip olmanın önemi artmıştır. Bu bakımdan, 21 inci Yüzyılda, ülkelerin gelişmesine en büyük katkıyı insan kaynaklarına yatırım ve altyapının iyileştirilmesi yapacağından, planın yaklaşımı son derece yerindedir.

Sayın milletvekilleri, plan öncesinde, ülke içindeki gelişmeler, planın hedeflerini önemli ölçüde belirleyebilmektedir. Sekizinci Kalkınma Planı öncesinde ekonomik ortamın kısaca değerlendirilmesinde fayda vardır.

1996-1999 döneminde gayri safî millî hâsıla yıllık ortalama artış hızı yüzde 3,1 oranında kalmıştır. Söz konusu dönemde yüksek enflasyon ve kamu açıklarının hızla yükselmesi şeklinde ortaya çıkan makro ekonomik dengesizlikler, büyümenin, hem diğer yükselen piyasa ekonomileriyle karşılaştırıldığında daha düşük kalmasına hem de istikrarsız bir seyir izlemesine sebep olmuştur.

Büyümenin dalgalı bir seyir göstermesinde Asya ve Rusya krizleri gibi olumsuz faktörlerin yanı sıra, iç ekonomide verimlilik ve dış talep artışı yerine, iç talep artışına dayalı genişletici makroekonomik politikalar temel olmuştur.

Sermaye hareketlerinin serbestleştirildiği 1989 yılından sonra, büyümenin yabancı sermaye girişlerine oldukça duyarlı hale geldiği bir ortamda uygulanan bu tip makroekonomik politikalar büyüme hızındaki istikrarsızlığı artırmıştır.

1998 yılının ikinci çeyreğinden itibaren Uzakdoğu Asya krizinin etkisini iyice hissettirmesiyle iç ve dış talepte meydana gelen daralma, depremin de etkisiyle Yedinci Planda yer alan sanayi ve hizmetler sektörü katma değerine ilişkin tahminlerin oldukça gerisinde gerçekleşmesine sebep olmuştur.

1998 ve 1999 yıllarında ihracat gelişmeleri, önemli ölçüde Asya ve Rusya krizlerinin yarattığı olumsuzluklardan etkilenmiştir. Ayrıca, Türkiye'nin uluslararası rekabet gücünde, 1997 yılı sonrası dönemde nispî bir bozulma gözlemlenmiştir. Bu dönemde, Türk Lirası enflasyona paralel bir biçimde değer kaybederken, Uzakdoğu ülkelerinin yüksek oranlı devalüasyonları bu ülkelerin uluslararası pazarlarda Türkiye'ye karşı rekabet gücünü artırmıştır.

1995 yılında yüzde 42.6 olan dışborç stokunun GSMH'ya oranı 1999 yılında yüzde 59.3'e yükselmiştir.

Kamu harcamaları, plan döneminin ilk üç yılında sürekli artış göstererek 1998 yılında GSMH'ya oranı yüzde 34,5, 1999 yılında da yüzde 40,4 seviyesine yükselmiştir. Bu gelişmede, faiz ödemelerinin hızla yükselmesinden dolayı transfer harcamalarındaki yüksek artışlar belirleyici olmuştur. Nitekim, 1995 yılında yüzde 11,6 olarak gerçekleşen transfer harcamalarının GSMH'ya oranı 1999 yılında yüzde 19,1'e yükselmiştir. Transfer harcamalarının en ağırlıklı bileşenini oluşturan konsolide bütçe faiz ödemelerinin gayri safî millî hâsılaya oranı, aynı dönemde yüzde 7,3'ten yüzde 13,7'ye yükselmiştir.

Fonlar üzerindeki denetimin artırılması ve fon sisteminin küçültülmesi bir amaç olarak ifade edilmekle beraber, bu yönde sistemli ve etkili adımlar atılamamış, Yedinci Kalkınma Planı döneminde, fon kaynak ve harcamalarının ekonomi içerisindeki payında hedeflenen küçülme sağlanamamıştır.

1994 yılında yaşanan krizin ardından, Hazine ve Merkez Bankası arasında kısa vadeli avans kullanımının belirli kurallara bağlanması, Merkez Bankasının bilançosunu kontrol edebilme imkânını oluşturmuştur.

Kamu kesiminin malî piyasalar üzerindeki baskısının sürmesi, Yedinci Plan döneminde, özel sektörün, sermaye piyasalarından borçlanmasını engellemeye devam etmiştir.

1980'li yılların sonlarından itibaren kronikleşen ve artma eğilimine giren enflasyon, Yedinci Plan döneminde de, Türk ekonomisinin temel sorunları arasında ilk sıradaki yerini korumuştur. Bu nedenle, 1996-1997 döneminde, tarımsal destekleme fiyatları ile ücret ve maaşlardaki yüksek oranlı artışların yanı sıra, faiz oranlarının yüksek seviyesini koruması sonucu artan kamu kesimi açıkları, enflasyonist bekleyişlerin kırılmasını engellemiş ve bu dönemde toptan eşya fiyatları oniki aylık artış hızı ortalama yüzde 87,9 seviyesinde gerçekleşmiştir. 1998 yılında enflasyonda kaydedilen düşme eğilimi, 1999 yılının ilk üç aylık döneminde de devam etmiştir.

Yurtiçi talepteki daralmanın devam etmesi, genel seçimlere rağmen genişlemeci para ve maliye politikalarına yönelinmemesi, bu gelişmede belirleyici olmuştur; ancak, uluslararası hampetrol fiyatlarındaki yükselme ve kamu kesimi imalat sanayiinde gerçekleşen fiyat ayarlamaları sonucunda, fiyat artışları, nisan ayında yeniden hızlanmış ve 1999 yılında yüzde 62,9'a yükselmiştir.

Makroekonomik dengesizlikler, özel kesimin yatırılabilir fonlarının, reel faiz oranlarının yüksekliği nedeniyle, kamu borçlanma senetlerine ve mevduata yönelmesi, Yedinci Plan döneminde imalat sanayiindeki yatırımları olumsuz yönde etkilemiştir.

Yedinci Plan döneminde arzu edilen özelleştirme hedeflerine de ulaşılamamıştır. Bunu engelleyen en önemli hususlar, hukukî altyapının oluşturulamaması ve özelleştirmede toplumsal güveni zedeleyen olumsuzlukların ortaya çıkmasıdır.

Kamu altyapı yatırımlarında mevcut proje stokunun büyüklüğü, ayrılan kaynakların yetersizliği, buna bağlı olarak önemli projelerin tamamlanmasındaki gecikmeler, başlıca sorun olma özelliğini devam ettirmektedir.

Kısaca, Türkiye ekonomisi, 1996-1999 döneminde artan kamu açıkları, yüksek enflasyon seviyesi ve dalgalı büyüme yapısıyla istikrarsız bir görünüm arz etmiştir. Artan kamu açıklarının yurtiçi malî piyasalar üzerindeki baskısının yanı sıra, bu dönemde yaşanan dış şokların da etkisiyle reel faizler hızla yükselmiştir. Artan reel faizler, kamu açıklarını daha da artırmış, borç-faiz kısırdöngüsü sürdürülemez boyutlara ulaşmıştır.

Böylece, milletin yer aldığı merkez dengesi oluşmamış, siyasal istikrar ve uzlaşma kültürü eksikliğiyle beraber, toplumsal istikrarsızlık yapısallaşmıştır.

Türkiye ekonomisinin makro dengelerinde ortaya çıkan bu sürdürülemez yapı, orta vadeli ve kapsamlı bir programın uygulamaya konulmasını zorunlu hale getirmiştir. Bu çerçevede, 2000-2002 dönemini kapsayan bir makroekonomik program, 2000 yılında uygulamaya konulmuştur. Bu program, Uluslararası Para Fonu tarafından üç yıllık bir süreyi kapsayacak bir stand-by anlaşmasıyla da desteklenmiştir. Bu programın temel amacı, üç yıllık dönem sonunda enflasyonu tek haneli rakamlara indirmek, reel faizleri aşağı çekmek, kamu finansman dengesini sağlıklı ve sürdürülebilir bir yapıya kavuşturmak, ekonomide sürdürülebilir bir büyüme ortamı tesis etmek ve yapısal reformları hızla gerçekleştirmek olarak belirlenmiştir.

Bu programın olumlu etkileri 2000 yılının ilk döneminde kendisini göstermiştir. Faiz oranlarındaki düşme, enflasyon trendinde düşüş eğiliminin devam etmesi, kapasite kullanım oranlarının yüzde 80'lere ulaşması ve imalat sanayii üretim endeksinin artması, program hedef ve politikalarının tutarlılığını ortaya koyan ilk somut göstergeleri teşkil etmektedir. İmalat sanayiinde üretim endeksinin hızlı bir artış trendine girmesi, bir başka ifadeyle, U dönüşü yapması, programın üretim yönlü amacının da başarıya ulaşacağının kanıtıdır.

Sayın milletvekilleri, kalkınma planının temel tespitlerinden biri de gelir dağılımındaki bozukluktur. Gelir dağılımı eşitsizliği ölçütü olan Gini Katsayısı, 1987 yılındaki 0,43 düzeyinden, 1994 yılında 0,49'a yükselmiştir. Bu, Türkiye'de kişisel gelir dağılımı alanında var olan dengesizliğin artarak devam ettiğini göstermektedir. Aynı dönemde, hane halklarının yüzde 20'lik gelir grupları itibariyle dağılımı dikkate alındığında, Türkiye genelinde, en  yoksul yüzde 20'lik hane halkı grubunun gelir payı 1987 yılında yüzde 5,4 iken, 1994 yılında yüzde 4,86'ya düşmüştür. En zengin yüzde 20'lik grubun payı ise, bu yıllar arasında, yüzde 49,9'dan yüzde 54,9'a yükselmiştir. En zengin ve en yoksul yüzde 20'lik hane halkı grubunun elde ettikleri gelirlerin birbirine oranı, kırsal kentlerde 9,2'den 8,5 kata düşerken, kentsel yerlerde 9,4'ten 11,9 kata yükselmiştir.  Türkiye genelinde ise, bu 9,6'dan 11,2 kata yükselmiştir.

Türkiye'nin gelir dağılımı göstergeleri ile Avrupa Birliğinin göstergeleri arasında önemli farklar bulunmaktadır. Avrupa Birliği ülkelerinin ortalama Gini Katsayısı 0,29'dur. En yoksul yüzde 20'lik hane halkının gelir payı yüzde 8,3 iken, en zengin yüzde 20'lik hane halkının gelir payı yüzde 38'dir.

Mutlak yoksul durumda bulunan nüfusun yüzde 95'i, eğitim düzeyi bakımından, ilkokul ve altında eğitim alanlar ile okuma-yazma bilmeyenlerden oluşmaktadır.

Uzun süredir devam eden yüksek enflasyon ve faiz ödemelerinin bütçe üzerindeki yükü, devletin, genelde, sosyal refahı, özelde ise gelir dağılımını düzeltici ve yoksulluğu azaltıcı politikalar uygulama imkânını daraltmıştır. Gelir dağılımında gözlenen dengesiz yapı, ekonomik büyümenin yoksulluğu azaltıcı etkilerinin ortaya çıkmasını güçleştirmektedir.

Yedinci Plan döneminde, yıllık ortalama yüzde 1,3 civarında gerçekleşen istihdam artışı, ağırlıklı olarak hizmetler sektöründe yoğunlaşmıştır.

Sosyal sigorta sistemini aktuaryel olarak sürdürülebilir bir yapıya kavuşturmak ve mevcut sorunları çözümlemek amacıyla getirilen 4447 sayılı Yasayla önemli düzenlemeler gerçekleştirilmiş olmakla beraber, sosyal sigorta kuruluşlarının, çağdaş sigortacılık ilkelerine göre yeniden yapılandırılması sağlanamamıştır. Sosyal sigorta kuruluşları arasında sigorta programları açısından önemli farklılıklar devam etmektedir. Artan kentleşme, göç olgusu, yüksek enflasyon, gelir dağılımının bozulması, yoksullaşma ve aile yapısında meydana gelen değişimler gibi sebeplerden dolayı, sosyal hizmet ve yardımlara ihtiyaç artmaktadır.

Yedinci Planda öngörülmesine rağmen ar-ge harcamalarına yeterli kaynak ayrılamamış, araştırmacı personel sayısı artırılamamıştır.

Bilim Teknoloji Yüksek Kurulunda kararlaştırılan Ulusal Enformasyon Altyapısı Anaplanı sonuçlanmış; ancak, anaplanda öngörülen yapılanmalarla ilgili çalışmalara başlanılamamıştır.

Değerli milletvekilleri, Sekizinci Plan, dünyada köklü ekonomik ve sosyal değişimlerin yaşandığı, buna mukabil, ülkemizde yapısal sıkıntıların devam ettiği bir dönemde hazırlanmıştır. Ülkemizin rekabet gücünü elde etmesi için, hem dünyadaki gelişmeleri yakalaması hem de içerisinde bulunduğumuz sorunları çözebilme kapasitesine bağlı olmaktadır. Globalleşme vetiresinde rekabet gücünü, ancak uluslararası seviyede değerlendirebiliriz. Böyle bir rekabet gücü olmayan ekonomik ve sosyal sistemlerin, toplumsal refahı artırması mümkün değildir. İçerisinde bulunduğumuz sorunlar yerine dünyada rekabet etmeyi hedefleyen uzun vadeli bir yaklaşım, hedefe ulaşmanın önemli bir aracını teşkil etmektedir. Bu bakımdan, uzun vadeli bir gelişme stratejisi gerekli olmuştur.

Sekizinci Planda yer alan uzun vadeli gelişme amaç ve stratejileri, 2001-2023 dönemini kapsamaktadır. Planda, bu amaç ve stratejinin yer alması son derece önemlidir. Uzun vadeli gelişmeyi hedefleyen bir strateji, devletin kurumlarına ve özel sektöre bir vizyon vermektedir. Kalkınma ve gelişmeyi, böyle bir amaçlar dizisine yönlendirmek, aslında, toplumsal refah fonksiyonunun temelini teşkil eder. Kurumların veya fertlerin faydayı maksimize eden davranışlarıyla tutarlılık içerisinde bulunan bir amaçlar dizisi, toplumsal tercihleri belirler. Bu toplumsal tercihler, kalkınmanın dinamiğini ve moralini oluşturur.

Planda belirlenen uzun vadeli temel amaçlar ve strateji, esas itibariyle, daha önce bahsettiğim, dünyada meydana gelen gelişmelere ve bu gelişmelerin doğuracağı değişimlere paralellik arz etmektedir. Uzun vadeli gelişme stratejisinin temel amacı, 21 inci Yüzyılda, ülkemizin, kültür ve uygarlığın en ileri aşamasına ulaşarak, dünya standardında üreten, gelirini adil paylaşan, insan hak ve sorumluluklarını güvenceye alan, hukukun üstünlüğünü, katılımcı demokrasiyi, laikliği, din ve vicdan özgürlüğünü en üst düzeyde gerçekleştiren, küresel düzeyde etkili bir dünya devleti olmasıdır.

Bilgi toplumuna dönüşümün sağlanarak dünya hâsılasından daha yüksek oranda pay alınması, toplumun yaşam kalitesinin yükseltilmesi, evrensel bilim ve kültüre katkı ile bölgesel ve küresel düzeylerdeki kararlarda etkin söz sahipliği, uzun dönemli gelişme stratejimizin nesnel amaçlarını oluşturmaktadır. Planda belirlenen bu amaçlar, ülkemizin lider ülke olma hedefinin gerçekleşmesi için büyük önemi haizdir.

Çağlar boyunca yürütülen ekonomik politikaların en büyük hedefi, güç kazanma ve refahı sağlamak olmuştur. Sanayileşmiş ülkeler güç ve refah sıralamasının en ön sıralarında yer alırken, henüz tarım ekonomisinden sanayi ekonomisine geçiş sürecindeki ülkeler ile tarım ekonomisindeki ülkeler arka sıralarda yer almaktadır. Dünyada, bu ikili güç yapısının oluştuğu görülmektedir. Sanayileşmiş 7 ülkenin, ekonomik olduğu kadar siyasal, askerî ve sosyal bir gücü temsil ettikleri açıktır.

Kalkınma politikalarının çoğu, tarım ve sanayiin ikili yapısı içerisinde oluşmuş ve sanayileşmeyi hedef almıştır. Buna ilişkin ülkeler mücadelesi devam etmekle beraber, üçüncü bin yıla damgasını vuracak en önemli gelişmeler, daha önce ifade ettiğim gibi, bilgi teknolojisinde meydana gelmiştir. Bilgi çağı olarak adlandırılabilecek önümüzdeki bin yılın, kalkınma politikalarında da önemli değişikliklerin meydana gelmesine yol açacağı bir gerçektir. Artık, üçlü bir yapı oluşmaktadır. Yeni oluşan bu ekonomik yapılanmada, bilgiye hâkim olan ülkeler en üstte yer alacaktır. Kalkınma planıyla oluşturulan uzun vadeli amacın bilgi toplumuna dönüşümü hedeflemesi, lider ülke olabilmemizin temel gereğini teşkil etmektedir. Bu kapsamda, üniter yapı korunarak devletin yeniden yapılandırılması, toplumun eğitim ve sağlık düzeyinin yükseltilmesi, gelir dağılımının düzeltilmesi, bilim ve teknoloji yeteneğinin güçlendirilmesi, altyapı hizmetlerinde etkinliğin artırılması, çevrenin korunması ve ekonomik ve sosyal alanda dönüşümün gerçekleştirilmesi büyük önem taşımaktadır.

Uzun vadeli amaç ve stratejide dikkati çeken önemli hususlardan biri de, Türkiye'nin Avrupa Birliğine tam üyelik sürecinin, uluslararası norm ve standartlara uyum ve bilgi toplumunun gerektirdiği koşulları yerine getirme yönünden önemli bir fırsat yarattığı tespitidir. Böylece, Avrupa Birliğine giriş sürecinin fırsat olarak tespiti, Avrupa Birliğine girme amacının gerektirdiği koşulların, esas itibariyle, milletimizin menfaatları açısından tasvip edildiğini ve giriş süreci ne olursa olsun, gerçekleştirilmesinin hedeflendiğini ortaya koymaktadır. Bu tespit ve yaklaşım gerçekçidir. Avrupa Birliğine giriş sürecinde, AB'ye bağlı olarak meydana gelebilecek gelişmelerin hedeflerimizi değiştirmemesi gereğinin millî bir tercih olarak ortaya konulması doğrudur. Şüphesiz, bu çerçevede, tam üyelik, binlerce yıllık tarih ve kültür birikimine sahip olan ülkemizin gerçek potansiyelini ortaya koymasına ve birikimini dünyayla paylaşmasına yardımcı olacaktır.

Uzun vadeli strateji, ülkemizin ve milletimizin sahip olduğu avantajlara ve temel değerlerine dayalı olarak, uluslararası rekabet gücüne sahip olmayı hedeflemiştir. Bu anlayışa dayalı uzun vadeli strateji ve hedefler millî özellikler taşımaktadır. Lider ülke olma hedefi, aynı zamanda, milletimizin sahip olduğu değerlerin insanlığın oluşturulmasına sağlayacağı katkıyı da amaçlamaktadır.

Sayın milletvekilleri, Sovyet ekonomisinin 1980'lerin sonunda çöküşü ve ardından Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla Ortaasya'da oluşan yeni bağımsız devletler, siyasî ekonomiyi büyük ölçüde değiştirmiştir. Ülkemiz, 21 inci Yüzyılda stratejik ve ekonomik ağırlığı giderek artacak olan Avrasya Bölgesinde merkezî bir konumdadır. Bu, bizim ülkemize önemli fırsatlar getirmektedir. Türkiye'nin, Avrupa ile Ortadoğu'nun, Azerbaycan da içinde olmak üzere, Avrupa ile Ortaasya'nın güvenliklerinin kesiştiği kritik bir konumda bulunduğunu göstermektedir. Hazar bölgesi enerji kaynakları, Batı için hayatî bir önemi haizdir. Politik ekonomilerin enerji zengin bölgelere yönelik olarak oluşturdukları stratejiler bakımından ülkemizin önemi artmıştır. Bu önem dolayısıyla da, ülkeler arasında önemli bir mücadele devam etmektedir. Bu mücadelenin günümüzdeki yansımalarını, millî menfaatlarımız ve bulunduğumuz konum açısından değerlendirmek, böylece, tarihsel sorumluluğumuzun gereğini yerine getirmemiz gerekmektedir. Böyle bir değerlendirmeye dayalı millî bir strateji, hem Türkiye'nin hem de dünyanın enerji güvenliğinin temininin önemli bir unsurunu teşkil edecektir.

İpek Yolu, ticarette oynadığı önemli rolle Batı'yı ve Doğu'yu birbirine bağlamış, geçiş güzergâhında ülkemizin stratejik önemini artırmıştır. Bugün, önümüzde yeni bir İpek Yolu inşa etmenin fırsatları vardır. Bu yol, petrol ve doğalgazın aktığı boru hatlarından meydana gelebilir. Hazar bölgesi enerji kaynaklarının geliştirilmesi ve tüketiciye ulaşmasıyla bölgede satın alma gücü artacaktır. Bu açıdan, bu bölgede yeni ticaret yollarına ve şekillerine ihtiyaç bulunmaktadır. Ülkemizin yakın bir gelecekte oluşacak bu ticaret bölgesinde etkin olması ve bölge gelişmesine katkı sağlaması, millî menfaatlarımız açısından gereklidir. Bu gelişmeler ışığında, plan, bölge gelişmesine de katkıda bulunacak etkin bir ulaşım altyapısı ile petrol ve doğalgaz boru hatlarını en kısa sürede gerçekleştirmeyi hedeflemiştir.

Sayın milletvekilleri, makroekonomik politikaların nihaî ve en anlamlı amacı, yoksullukla mücadele ve gelir dağılımını düzeltmektir. Uygulanan yanlış ve tutarsız makroekonomik politikalar yoksulluğu artırabilmekte; yoksulluk da, telafisi güç makroekonomik sonuçlar doğurabilmektedir. Yoksulluk, sosyal dayanışmayı ve nüfusun kalkınma mücadelesine iştirakini azaltmakta ve böylece, olumsuz makroekonomik neticeler meydana getirmektedir. Enflasyonu düşürmeye ve sürdürülebilir bir büyümeyi temin etmeye yönelen böyle bir politikanın, yoksullukla mücadeleyi, gelir dağılımındaki dengesizliği azaltmasını, sosyal güvenlik dengesinin oluşturulmasını temin edecek unsurları ihtiva eden kamu politikalarıyla beraber tatbik edilmesini gerekli kılmaktadır. Yoksullukla mücadele, sadece sosyal politika boyutlu bir sorun değildir; aynı zamanda, ekonomi, hukuk ve antropoloji gibi birçok disiplinle iç içe olan bir sorundur. Bu bakımdan, makroekonomik dengeyi oluşturmaya yönelik olarak uygulanan para ve maliye politikalarının, sosyal güvenlik dengesini, sağlık ve eğitim boyutunu ihtiva eden unsurlarla entegrasyonu büyük önem taşımaktadır. Uzun dönemli makroekonomik istikrarı oluşturacak, güvenilir ve sürdürülebilir bir iktisat politikasının meyvesini vereceği politik ortamın temini, gelir dağılımını iyileştirmenin ve yoksullukla mücadelenin stratejik bir yaklaşımla ele alınmasını gerekli kılmaktadır. Bu bakımdan, Sekizinci Planın, yoksulluk sınırının altında bulunan nüfusun azaltılmasını, gelir dağılımının düzeltilmesini, stratejik hedef olarak ortaya koyması son derece önemlidir. Böyle bir hedef olmadan toplumsal istikrarı yakalayabilmemiz mümkün değildir. Bu bakımdan, planın, büyümede yüzde 7 dolayında bir hızı sağlaması ve büyümenin yaklaşık yüzde 30'unun faktör verimliliğinden kaynaklanmasını hedeflemesi yanında, eğitim ve sağlık düzeyinin yükseltilmesi hedefleri, yoksullukla mücadelede ortaya koyduğu stratejinin temelini teşkil etmektedir.

Sayın milletvekilleri, çağdaş toplumun en belirgin özelliklerinden biri de, sanayiin, teknolojinin ve iletişimin çok gelişmiş düzeylere ulaşmasıyla birlikte, her alanda sosyal güçlerin örgütlenmiş olmasıdır. Ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan giderek karmaşıklaşan problemin çözümünde, sivil toplum kuruluşları olarak adlandırılan bu örgütlenmelerin önemi gün geçtikçe artmakta; demokrasiler, daha çoğulcu bir yapıya dönüşmektedir. Millî kültür ve bilinç düzeyine ulaşmış değerler bütünü giderek yükselen bir toplumda, kamu yararı ve toplumsal çıkarlar, kişisel çıkarların önüne daha kolay ve rahat geçebilmektedir. Bu tür bir siyasal kültürde, sivil toplum kuruluşları aracılığıyla, çoğulcu bir ortamda iktidar kavgası verilmekte ve katılımcı bir iktidar yapısı söz konusu olmaktadır. Sivil toplum kuruluşları aracılığıyla çağdaş demokrasilerin genişleyen katılım boyutu, piyasa ekonomisine de yeni bir bakış açısı getirmiştir. Bu bakış açısı, orta tabakaların güçlenmesini, yoksulluğun azaltılmasını ve daha dengeli ve bütünleşmiş bir toplum yapısını önplana çıkarmaktadır. Adil bir servet ve gelir dağılımıyla toplumsal bütünleşmenin artması, sivil toplum kuruluşlarının iktisadî gelişmeye ve demokrasiye daha yoğun katılımı hedeflenmektedir.

Bu hususlar ışığında plan, katılımcı demokrasinin, uzun vadeli gelişmemizin temel amaçlarından biri olarak ortaya konmuştur. Diğer taraftan, toplumsal hedeflere ulaşmada piyasalara temel rol biçilmesi ve bu tespit içinde yerel yönetimlerin güçlendirileceğinin ve sivil toplum örgütlerinin destekleneceğinin ifade edilmesi, önemli bir uyumu göstermektedir.

Günümüzdeki gelişmeler, devletin rolünü ve kapsamını değiştirmektedir. Bu gelişmeler, bizleri, devletin küçülmesine veya optimalleşmesine değil, devletin etkinleşmesine götürmektedir. Çağımız devletinin en önemli fonksiyonu etkinliğidir. Devletin toplumsal hedeflere ulaşma kapasitesine ulaşmasının yolu, devletin yapma fonksiyonu dışında piyasa mekanizmasını kullanmasını teşkil etmektedir. Millî rekabet gücünü artırmanın yolu, globalleşen dünyada devletin yeni gelişmeler ışığında etkinliğini kolaylaştıran ve düzenleyen bir sistem içinde artırmaktan geçmektedir. Planda bu husus, devletin düzenleme, gözetim ve denetleme fonksiyonlarının geliştirileceği şeklinde ortaya konmuştur.

Millî kültürümüzün korunması ve geliştirilmesinin planın uzun vadeli bir amacı olarak ifade edilmesi, toplumsal hedeflere ulaşmayı temin edecek bir sosyal ortamı sağlayacaktır.

Sayın milletvekilleri, görüşmekte olduğumuz kalkınma planının makro-ekonomik politikaları ve hedefleri incelendiğinde, içinde bulunduğumuz sorunların çözümü için tespitler yaptığı görülmektedir. Sekizci Plan, esas itibariyle, kesintisiz bir büyümeyi, kamu dengesini ve enflasyonun kalıcı olarak tek rakamlı hanelere indirilmesini hedeflemiştir. Bu ölçütlerin Maastricht kriterlerinin sağlanmasına yönelik olarak somutlaştırılması yerindedir.

Planın amaçları içerisinde, gelir dağılımının düzeltilmesine, yoksullukla mücadeleye, bölgesel gelişmişlik farklarının azaltılmasına önem verilmiştir. Bu amaçlar, esas itibariyle, bulunduğumuz yapısal sorunlarımızı ortaya koymaktadır.

Ekonomik alanda kalkınma, rekabet gücüne sahip gelişmeler sayesinde oluşmaktadır. Rekabet gücü temin eden gelişmeler ise, sahip olduğumuz veya satın aldığımız kaynakların daha iyi kullanılmasını öğrenmekle sağlanabilir. Öğrenme, genel mahiyetiyle eğitim, bir teknoloji olarak, hayatımızdaki ekonomik ve sosyal işlemlerde daha iyisini yapmaya, rekabet gücü elde etmeye yönelik olarak değerlendirilmelidir. Bir diğer ifadeyle kalkınma, eğitim sürecinden geçmektedir. Bu hususlar dikkate alındığında, planda yer alan eğitim sisteminde düşünme, algılama ve problem çözme yeteneği gelişmiş, bilgi çağı insanı yetiştirme ve nitelikli işgücü ihtiyacının karşılanması hedefiyle ar-ge'ye verilen önem, kalkınmanın gücünü teşkil edecektir.

Kalkınma planında, Avrupa Birliğine entegrasyon temel amaçlar içinde yer almaktadır. Esas itibariyle, anlaşmalardan kaynaklanan ekonomik ve sosyal entegrasyon sürecinin temel amaç içinde yer alarak politikaların buna göre tespiti ve uygulanmasına yönelik ortaya konulan ulusal program hedefi yerindedir. Zira, AB'ye giriş süreci, esas itibariyle, temel dönüşüm politikalarını gerekli kılmaktadır.

Sayın milletvekilleri, makroekonomik dengesizliklerin, ülkemiz ekonomisinin en önemli sorunlarından birini teşkil ettiğini daha önce ifade etmiştim. Sekizinci Kalkınma Planı döneminde makroekonomik politikaların temel hedefi, enflasyonu Avrupa Birliği kriterleriyle uyumlu düzeylere düşürmek, ekonomide sürdürülebilir bir ortamı tesis etmek ve AB'ye tam üyelik hedefi doğrultusunda ekonomik rekabet ve uyum gücünü artırmaktır. Bu temel hedefler çerçevesinde, maliye politikasının, kamu açıklarını kalıcı biçimde azaltacak ve kamu borç stoğunun sürdürülebilir bir yapıda gelişmesini sağlayacak şekilde yürütülmesi hedeflenmiştir. Üretim ve istihdamı artırma ile fiyat istikrarını sağlama hedefleriyle uygun bir gelirler politikası amaçlanmıştır.

Sekizinci Plan öncesinde ekonominin içinde bulunduğu en önemli sorunlardan birini rant ekonomisi teşkil etmiştir. Planda kesintisiz büyümenin gerçekleştirilmesiyle, kamu kesimi dengesi kurularak, uygun gelirler politikası izlenerek, enflasyonun kalıcı biçimde tek haneli düzeye indirileceği amaçlanmaktadır. Planın bu amaçları, rant ekonomisinden üretim ekonomisine geçişi temin edebilecek niteliktedir. Maastricht kriterlerinin sağlanması, somut hedef olarak belirlenmiştir.

Makroekonomik istikrarın sürekliliğinin temini ve ekonominin etkin, esnek ve verimli yapıya kavuşmasını sağlayacak yapısal reformların hızla yürürlüğe konması, makroekonomik politikalar içinde yer almaktadır. Kalkınma planında, bu genel politikalara uygun maliye, para, özelleştirme, yatırım ve dışticaret politikaları tespit edilmiştir.

Maliye politikasının temel hedefleri içinde, kamu açıklarının azaltılması yer almaktadır. Bugüne kadar karşılaştığımız makroekonomik dengesizliklerin temelinde, kamu gelir-gider dengesizliği ve bu dengeyi oluşturmak için kullanılan kamu borçlanması politikası yatmaktadır. Bunun sonucunda ortaya çıkan enflasyon, borçlanma ve malî açıklar, yoksulluğun artmasına ve gelir dağılımının bozulmasına ve toplumsal istikrarsızlığın yerleşmesine sebep olmuştur.

Kamunun borçlanma ihtiyacını karşılamak için marjinal tasarruf meyli yüksek olan yüksek gelir grubuna duyulan acil ihtiyaç, marjinal tüketim meyli yüksek olan düşük gelirlileri geri plana itmiştir. Böylece, borçlanmayı azaltmaya yönelmeyen bir para ve maliye politikası, gelir dağımını giderek bozmuş, yoksulluğu artıran önemli bir faktör halini almıştır. Diğer taraftan, enflasyonun bir vergi halini almak suretiyle kamu açıklarının giderilmesinde kullanılması da yoksulluğu artırmıştır. Son on yılda tahmin edilen enflasyon yüzde 40 iken, bunun yüzde 70 olarak gerçekleşmesi bu politikanın tabiî bir sonucu olarak gerçekleşmiştir. Borçlanma maliyetini düşürmeyi hedeflemeyen bir ekonomi politikası, üretim ekonomisini çökertmiş ve rant ekonomisini güçlendirmiştir. Fiyat istikrarıyla malî açıkların azalması büyümeyi uyarmakta; böylece, büyüme hızındaki artış da, yoksulluğu azaltan en önemli araç haline gelmektedir.

Bu bakımdan, yukarıdaki unsurları dikkate alarak makroekonomik istikrarı temine yönelik planda öngörülen maliye ve para politikalarının uygulanması, yoksullukla mücadele açısından da büyük önem kazanmıştır.

Makroekonomik dengeyi oluşturmaya yönelik politikalar, siyasal yelpaze içinde esas itibariyle merkezin talepleriyle uygundur. Ekonomik açıdan bakıldığında, merkez esas itibariyle, orta tabakaların güçlenmesini, yoksulluğun azaltılmasını ve  daha dengeli ve bütünleşmiş bir toplum yapısını ifade etmektedir. Son yirmi yıldır süregelen yüksek enflasyon, yüksek faiz, haksız servet edinimi, bozulmuş bir gelir dağılımı, yoksulluk sınırı altında bulunan her dört vatandaştan biriyle, merkez, dengeyi oluşturmaktan uzaklaşmıştır. Piyasa ekonomisi içinde rekabetin toplumsal refahı temin etmesi, adil bir gelir ve servet dağılımı hedefi merkeze yönelik politikaların unsurudur. Planda yer alan bu politikaların amacı, milletin oluşturduğu merkezin toplumsal istikrarı temin etmesi için dengeli bir yapıya kavuşturulmasıdır. Bu bakımdan, plan, hedef ve politikalarını benimsiyoruz.

Sayın milletvekilleri, enflasyonla mücadelede uygulanmış politikalardan çıkarılacak derslerden en önemlisi, enflasyonun kaynağı yerine belirtilerine yönelik politikaların kalıcı dengeleri sağlayamadığı gerçeğidir. Gerçekleşen enflasyonu, enflasyonla mücadele programlarının mihenk taşı alan uygulamalar, enflasyonist beklentileri daha da yukarı çekmiş ve dikkatlerin hep talep yönlü politikalarda odaklaşmasına yol açmıştır.

Gerek faizlerin düşmesi gerekse bütçe açığının para basımı yoluyla finanse edilmemesi, daha fazla kaynağı üretime sevk ederek işletme maliyetlerini azaltacak; aynı zamanda dargelirlilere transfer imkânı sağlayacaktır.

Döviz kurunda istikrar, yatırımcının ithalat ve ihracat kararları açısından uzun dönemde önünü görmesini ve akılcı davranmasını temin eder. Bu bakımdan, uygulanacak makroekonomik politikada ve enflasyonla mücadelede, arz yönlü yaklaşımların tercih edilmesi gerekmektedir.

Bu yönleriyle, hükümetin, kısa dönemli kazançlar yerine, orta dönemde sosyal refahı dikkate alan yaklaşımı, ülke ve toplumun gerçek menfaatına öncelik veren siyaset anlayışının temel tercihi olarak değerlendirilmelidir.

Sayın milletvekilleri, kamu borç sorununun çözülmesi için planda öngörülen tedbirler, tek taraflı değildir. Bir yandan kamu borçlanma maliyetini azaltmaya yönelik para ve kur politikası, diğer yandan harcama politikaları ele alınmıştır.

Kamu borçlanma ihtiyacının kontrol altına alınması, borçlanma maliyetini azaltacaktır. Bu bakımdan, borçlanmaya ilişkin ilke ve sınırlamaları içeren borçlanma programının bütçe ekinde yayınlanması, bunun önemli bir aracını teşkil edecektir.

Sorunlarımızın çözümünde, kamu harcama reformuna öncelik verilmelidir. Sorunlarımız, sadece para ve maliye politikalarıyla değil, kamu harcamalarında etkinliği ve verimliliği temin eden, israfı azaltan bir yapısal değişimi gerçekleştirmekle çözülebilecektir. Planda öngörülen malî disiplin, kaynakların stratejik önceliklere göre dağıtılması ve etkin kullanımı, ancak kamu harcamalarının artışını kontrol altında tutarak, hizmet-maliyet ilişkisinin kurulmasına öncelik veren harcama politikası ve harcama reformuyla sağlanabilir.

Kamusal faaliyeti alanı içinde yer alan ve hizmetin niteliği itibariyle bütçeyle ilgisi kurulması gereken kamusal harcamaların bütçe içine alınması, bütçe içi fonların kaldırılmasına yönelik planda öngörülen politika, malî disiplini temin ederek, kamu harcamalarını kontrol altında tutacaktır.

Harcama politikası yanında, kamu gelirlerinin toplanması büyük önem taşımaktadır. Planda yer alan maliye politikasında, vergi kayıp ve kaçaklarının azaltılacağı, verginin tabana yayılmasının sağlanacağı ifade edilmiştir. Şüphesiz, bu tür hedefin gerçekleştirilmesi, kısa dönemde mümkün değildir. Nitekim, planın, orta vadeli bir bütçe uygulamayı öngörmesinin altında yatan temel gerekçe de budur. Bunu ilaveten, planda öngörülen diğer hedeflere ulaşabilmek için de, bütçelerin orta vadeli bir perspektifle hazırlanması, plan, program ve bütçe uyumunu sağlayabilecektir. Böyle bir uyum, kararların etkinliğini temin edecektir. Bu perspektif, miyop siyasî kararlar yerine, sürdürülebilir, tutarlı ve bütüncül bir siyaset anlayışının yansımasıdır.

Maliye politikası içinde yer alan önemli bir diğer yaklaşım da, kamusal hizmetin üretilmesinde siyasî ve idarî yetki ve sorumlulukların açık olarak tanımlanmasıdır. Ülkemizde, kamusal hizmette yetkili ve sorumluların tespiti, kamu yönetimi anlayışında önemli bir değişikliği ihtiva etmektedir. Maalesef, bu yetki ve sorumlulukların belirlenememesinden dolayı, hizmet alımında etkinlik ve verimlilik temin edilememiştir. Sorumlusu ve yetkilisi belli olmayan bir hizmette, kalite ve etkinlik beklemek mümkün değildir. Siyasî ve idarî yetki ve sorumlulukların belirlenmesi, hizmet alımında otokontrolü de beraberinde getirecektir. Kaliteli ve sorumlu bir hizmet anlayışı bu şekilde yerleşir.

Kamusal hizmetlerde ölçülebilir kriterlerin oluşması, kamu yönetimine hız kazandıracaktır. Planda yer alan bu yaklaşım, kamu yönetiminde performans değerlemesi esasının benimsenmesi demektir. Kamu kurumlarının ürettikleri hizmetlere getirecekleri ölçülebilir kriterler, aynı zamanda, kamusal alanda bir rekabetin oluşmasına da katkı sağlayacaktır. Kamusal hizmet üretiminde etkinliği temin edecek bu yaklaşım, performans denetim esasına geçilmesinin benimsenmesiyle desteklenmiştir. Ülkemizde, kamu hizmetlerinin denetiminde, bugüne kadar, performans esas alınmamıştır. Denetimin performansa dayalı olarak geliştirilmesi, başarıyı önplana çıkaracak; böylece, kamu yönetiminde gerekli olan moral destek de temin edilmiş olacaktır.

Ülkemizde, denetim sektöründe ciddî bir yapı karmaşıklığı yaşanmaktadır. Bu bakımdan, denetim sektörünün yapısal bir değişikliği gerekli kıldığını düşünmekteyim. Bu bakımdan, planda öngörülen, denetimi sınırlayan düzenlemeler ve fiilî uygulamanın kaldırılmasına yönelik politikada bu sistemin yeniden değerlendirilmesi de gerekmektedir. Kamusal hizmetin üretilmesi, denetimi ve denetim boşluklarını gidermeye yönelik yaklaşımlar, yolsuzlukla mücadelede önemli yaklaşımlardır.

Sayın milletvekilleri, planda yer alan para ve kur politikaları, uygulanmakta olan makroekonomik istikrar programı çerçevesinde oluşturulan bağlı kur sisteminin devamını öngörmektedir. Uygulanan bu istikrar programının enflasyonla mücadelede ve faiz oranının düşürülmesinde sağladığı başarı dikkate alındığında, politikada kararlılığın vurgulanmış olması önemlidir. 2003 yılından itibaren, döviz kurları esnek bir çerçevede gelişirken, para politikası, fiyat istikrarının sürdürülmesi hedefi doğrultusunda uygulanacaktır. Böylece, serbest piyasa koşullarında sağlıklı bir kur politikası uygulamasına geçilmiş olacaktır.

Malî sistemde kaynakların etkin dağılımının temini ve malî kurumların daha rekabetçi ve etkin bir yapıya kavuşabilmeleri son derece önemlidir. Bu çerçevede, malî sistemde şeffaflık yönünde adımların atılması, kamu bankasının yapısal sorunlarının çözülmesi, öncelikle özerkleştirilerek, kamu kesiminin kademeli olarak bankacılık sektöründen çekilmesi öngörülmüştür.

Malî piyasalarda etkinlik ve saydamlığa ait uygulamaların homojenliğini sağlamak, globalleşen malî piyaslar ışığında büyük önem kazanmıştır. Malî piyasalarda bilgi akışındaki şeffaflık, krizleri önlemede anahtar rol oynamıştır. Zira, yakın geçmişte, dünyada ve ülkemizde yaşanan malî sistem içindeki krizlerin temelinde, iktisadî gelişmelerin yakından takip edilmemesinin de önemli bir payı vardır.

Krizleri önlemede bilgi, kritik bir role sahiptir. Bu bakımdan, malî sistemde faaliyette bulunan özerk düzenleme ve denetleme kurullarının nihaî aşamada tek çatı altında toplanmasıyla oluşan söz konusu kurumun, faaliyetleri konusunda Parlamentoya karşı sorumlu olmasını ve sektörün tamamında faaliyet gösteren kuruluşlarla kamunun bilgilendirilmesini sağlayacak düzenlemeler yapılmasını öngörmesi yerindedir.

Sayın milletvekilleri, kalkınma planında öngörülen uzun vadeli temel amaçlardan biri de, toplumsal hedeflere ulaşmada piyasaların rol oynamasının benimsenmesidir. Özelleştirmenin ana hedefi ve gerekçesi, rekabetin artırılması olmalıdır. Özelleştirme politikası, bir istikrar programı içinde, yapısal değişimi temin eden bir araç olarak kullanılmaktadır. Yapısal reformlar içinde, mal ve hizmet piyasasında özelleştirme ve tekellerden arındırma önemli bir yer tutmaktadır. Şu halde, özelleştirme politikasından beklenen asıl amaç, yapısal bir reform temin ederek piyasaların etkin ve verimli çalışmasıdır. Bu bakımdan, planda yer alan özelleştirmenin yapısal dönüşüm reformlarından birini teşkil ettiği görülmektedir. Özelleştirmenin malî katkıları yerine, rekabetin ve serbestleştirmenin vurgulanmasının temel amacı da budur.

Plan, özelleştirme kapsamı dışındaki işletmelerin, faaliyetlerindeki verimliliği ve etkinliği temin etmek için, yeniden yapılandırılmalarını da öngörmüştür. Bu yaklaşımla, özelleştirme politikası, kamuda verimli ve etkin bir hizmet politikasıyla bütünleştirilmiştir.

Yap-işlet-devret, yap-işlet ve işletme hakkı devri gibi finansman modellerinin günümüze birtakım sorunlar taşıdığı bir vakıadır. Bu modellerin rekabeti engelleyici uygulamalara yol açmasının önlenmesi, planda yer almaktadır. Şüphesiz, rekabeti engelleyici uygulamalar yanında, bunların yurtiçi üretiminin de menfî yönde etkileri söz konusu olabilmektedir. Bu bakımdan, yurtiçi ve yurtdışı üretim potansiyelleri bakımından da, bu yöntemlerin değerlendirilmesi yerinde olacaktır.

Özel sektörün katılımına açılan iletişim ve enerji gibi sektörlerde tüketici hak ve çıkarlarını korumak, rekabeti tesis etmek için yapısal düzenlemeler, özerk düzenleyici kurullar vasıtasıyla sağlanacaktır. Düzenleyici kurulların, bu sektörlerde piyasaya girişlerin esas ve kurallarını belirlemesi haksız rekabeti de önleyecektir.

Sayın milletvekilleri, ülkemizde, son yıllarda süreklilik kazanan kamu açıklarının yol açtığı borçlanma gereğinden kaynaklanan yüksek faiz oranları yatırımları olumsuz etkilemiştir. Kamu yatırımlarında mevcut proje stokunun büyüklüğü, ayrılan kaynakların yetersizliği, proje seçiminde teknik, ekonomik ve sosyal kriterlere ve önceliklere yeterince uyulmaması, önemli projelerdeki gecikmeler başlıca sorunlar olarak devam etmektedir.

Kamu yatırım programında önemli bir proje yükü bulunmaktadır. Yatırım bütçesinin azlığına karşılık projelerin fazlalığı projelerin tamamlanmasını geciktirmektedir. Böylece, tamamlanamayan ve uzun yıllar süren projelerden umulan kamusal fayda elde edilememektedir. Bu bakımdan, kamu yatırımlarında, eğitim, sağlık, teknoloji altyapısı, enerji, sulama, kentsel altyapı yatırımlarına ve ulaştırma alt sektörleri arasında dengeyi sağlayıcı yatırımlara, bölgesel gelişme stratejisi dikkate alınarak önceliklerin belirlenmesi yerindedir.

Sayın milletvekilleri, uygulanacak olan para ve kur politikalarının ihracat üzerinde menfi bir etki yapması mümkündür. Nitekim, mayıs ayı dışticaret açığının artış trendine girmesi beklenen bir sonuçtur. Zira, uygulanan para ve kur politikası, kısa dönemde, Türk Lirasını yabancı paralar karşısında nispeten değerli hale getirecek, ulusal ekonomideki enflasyonu düşürme programı doğrultusunda, faiz oranlarının düşmesinde öncelikli rolü oynayacaktır. Bu süreç, ithalatı ucuz, ihracatı pahalı hale getirmesi nedeniyle de, dışticaret açıklarını geçici bir şekilde artıracaktır. Enflasyon düşüşüne paralel olarak, faiz oranlarının sürdürülebilir bir bantta oturmasından sonra, serbest kur uygulamalarına geçilmesiyle, faiz kur makası birbirinden bağımsız hale gelerek, kurun, sadece dışticaret açısından, dünya ekonomileri ile ekonomimizi uyumlaştıran temel politika aracı niteliğine dönüşmesi sağlanacaktır. Kur, enflasyonla mücadele programı doğrultusunda nominal çıpa olmaktan çıkacaktır. Böylece, ihracat potansiyelinin artırılması içfaiz oranlarından bağımsız hale gelecek ve devalüasyonlara gerek kalmaksızın, gerçekçi kur politikalarıyla ihracatımız istikrara kavuşacaktır. Bunun sonucunda, Türk ekonomisindeki dolarlaşma olgusunun ortadan kaldırılması mümkün olacaktır.

Bu politika içerisinde, ihracata yönelik kur politikaları planda öngörülmemiştir; ancak, ihracatta mukayeseli üstünlüklerimizi dikkate alarak, kur teşviki suretiyle, geçici olarak, selektif uygulamayla geçiş döneminde uygulanmasını düşünmek mümkündür. Bununla beraber, ihracat güçlüklerinin aşılmasında, planda yer alan, Eximbank kredilerini artırma ve düşük faiz uzun vade uygulamaları, doğru ve tutarlıdır.

Ödemeler dengesi bütünü içinde dolaysız yabancı sermaye yatırımlarının yeri ve rolü, planda önemle vurgulanmıştır. Özellikle dolaysız yabancı sermayenin bir ekonomide yatırım yapabilmesinin önkoşulu, ekonomik ve siyasî istikrardır.

BAŞKAN – Sayın Vural, Grubunuza ait sürenin bir saatini tamamladınız. Dilediğiniz kadar konuşabilirsiniz. Tabiî, Grubunuzun...

OKTAY VURAL (Devamla) – Konuşmamı bitirdikten sonra kalan süreyi diğer arkadaşım tamamlayacak.

BAŞKAN – Olur efendim, benim için bir mahzuru yok, sadece hatırlattım.

OKTAY VURAL (Devamla) – Teşekkür ederim.

Dolaysız yabancı sermaye yatırımları en güvenilir dış finansman kaynağıdır. Bu bakımdan ödemeler dengesi içerisinde dolaysız yabancı sermayeye verilen önemin başarısı, dış şoklara karşı emniyet supabı görevini görmektedir. Böyle bir yapısal güvencenin, yakın tarihimizdeki global dış şokların sonuçları dikkate alındığında, ne kadar büyük önem kazandığını da ortaya çıkarmaktadır.

Planda yer alan gelirler politikasının büyük önemi vardır; çünkü, gelirler politikasının başarısı, enflasyon lobisine karşı en etkili mücadele aracıdır. Bu politikayla enflasyon beklentileri kırılmakta ve hedef enflasyona göre dengelerin oluşturulması zorunlu olmaktadır. Bunun orta dönemdeki katkısı, istihdamdaki bir iyileşmeyi sağlayacaktır.

Planda yer alan makroekonomik hedef ve amaçlara uygun olarak benimsenen politikalar, tutarlı, ulaşılabilir ve sürdürülebilir niteliktedir. Şüphesiz böyle bir hedefe ulaşma noktasında siyasî iktidarların kamu polikalarında sürekliliği ve kararlılığı temin etmeleri ve toplumsal uzlaşmayı sağlamaları büyük önem kazanmaktadır.

Sayın milletvekilleri, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının beşinci bölümü, Avrupa Birliğiyle olan ilişkilerimize ayrılmıştır. Siyasî ve ekonomik entegrasyon olan Avrupa Birliğine giriş süreci, makroekonomik politikalarımızı ve uzun vadeli stratejimizi son derece etkileyebilecek bir öneme sahiptir. 37 yıldan bu yana ortaklık anlaşmalarına dayalı olarak sürdürülen Avrupa Birliğiyle olan ilişkilerimizde inişler çıkışlar yaşanmıştır. Avrupa Birliğinin, Türkiye'nin küreselleşme hareketinde önemli bir referans noktasını teşkil etmesi planda öngörülmüş ve üyelik hedefinin gerçekleşmesine yönelik gerekli adımların atılması planlanmıştır. Planın, küreselleşmenin sağlayacağı fırsatların değerlendirilmesi için Avrupa Birliğine giriş sürecini bir çıpa olarak kullanması, uluslararası rekabet gücümüzün belirlenmesi ve bilgi toplumunu oluşturması bakımından önemli bir kararlılığı göstermektedir. Planın AB'ye giriş sürecine yönelik tespitleri, 57 nci hükümet programında yer alan "Avrupa'daki bütünlüşme süreci içerisinde yerini alacak Türkiye, bunu gerçekleştirirken ulusal hak ve çıkarlarını her zaman titizlikle gözetmeye devam edecektir" yaklaşımına uygundur. Bu yaklaşım çerçevesinde, malî işbirliğinin değerlendirildiği bölümde uyum süresince gerekli malî kaynakların teminine ve AB'nin sorumluluğuna büyük önem verilmiştir. Planda, Avrupa Birliğine üyelik sürecini hızlandıracak politika ve tedbirleri içeren ulusal programın hazırlanması öngörülmektedir. Plan döneminde Kopenhag kriterlerinin sağlanmasına ve topluluk müktesebatının benimsenmesine yönelik tedbirlerin alınmasına hız verilmesi ve bu amaçla hazırlanacak ulusal programın planın genel hedef ve öncelikleriyle uyumlu olması öngörülmüştür.

Gerek Maastricht gerekse Kopenhag kriterlerine uyumu temin etmek suretiyle Avrupa Birliğine girişin hızlandırılması, Sekizinci Plan döneminde öngörülen yapısal değişimlerle paralellik arz etmektedir. Planda yer alan makroekonomik politika ve tahminler, plan döneminde Avrupa Birliğinin ekonomik alanda öngördüğü Maastricht kriterlerine ulaşılacağını göstermektedir. Esas itibariyle, bu kriterleri gerektiren politikalar, ülkemizin ekonomik sorunlarının çözümünün esasıyla da uyumludur. Planın öngördüğü makroekonomik politikalar, Avrupa Birliğine giriş sürecini hızlandıracaktır.

Avrupa'da 1 Ocak 1999'dan sonra ekonomik ve parasal birliğin kurulması, sadece Avrupa için değil, dünya ekonomisi yönünden de önemli bir gelişme olmuştur. Ortak para birimi, rekabet gücü açısından önemli bir aşamayı teşkil etmektedir. Bu gelişme para politikaları açısından millî egemenlik haklarını kısıtlamakta ve üye ülkelerin para ve maliye politikalarını belirleme ve uygulama alanlarını da daraltmaktadır. Esas itibariyle, zaten küreselleşme olgusu içinde para ve maliye politikalarının, dış dünyadaki gelişmelerden kapalı olarak, millî seviyede tespiti ve başarıya ulaşma şansı da kalmamıştır; ancak, para birliğinde önemli yapısal sorunlar devam etmektedir. Amerika Birleşik Devletlerinde para birliğinin gerçekleşmesi elli yıllık süreyi aşmıştır. Bu bakımdan, Avrupa Birliğinde parasal birliğin yapısallaşmasının uzun vadede gerçekleşeceğini düşünmekteyim.

Avrupa Birliğine giriş sürecinde planda öngörülen hedeflere ulaşmak, sadece giriş sürecinin zorunluluğu olarak öngörülmemiştir. Uluslararası norm ve standartlara uygun bir refah ve hayat kalitesini ülkemiz insanlarına sunmak, başlıbaşına bir hedeftir. Bu bakımdan, planda, Avrupa Birliğine giriş sürecindeki gelişmeler ne olursa olsun, belirlenen kriterlerin toplumsal bir hedef olarak benimsenmesi yerindedir.

Avrupa Birliğiyle müzakere sürecinde özellikle Türkiye'nin Avrupa güvenlik ve savunma politikasının oluşturulmasında ve karar mekanizmasında yer almasını temin edecek girişimlere önem verilmelidir. Bu bakımdan NATO içerisinde sahip olduğumuz konum ve önem değerlendirilmelidir. NATO kaynaklarının Avrupa savunma sistemine önceden tahsisi yaklaşımı benimsenmemelidir.

Avrupa Birliğiyle olan ilişkilerimizde önplana getirilmesi gereken hususlardan biri de boru hattı politikalarıdır. Ülkemiz üzerinden geçecek petrol ve doğalgaz boru hatları politikasının şekillenmesinde Avrupa Birliğinin yaklaşımları çelişkiler taşımaktadır. Avrupa Birliğinin enerji güvenliğiyle yakından ilgili olan bu hususta alınacak destek önemlidir. Müzakere sürecinde bu hususun dikkate alınması önem kazanmıştır.

Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; 2001'de yürürlüğe girecek olan Sekinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, 21 inci Yüzyıla geçişin ve globalleşen dünyada lider ülke Türkiye olmasının planını teşkil edecektir. Hükümetin hazırlamış olduğu kalkınma planı, içerisinde bulunduğumuz sorunlara doğru teşhis koymuş ve bütüncül politikalar önermiştir. Ülkemize 2023 yılına yönelik temel amaç ve stratejiyi ortaya koymasıyla uzun vadeli toplumsal amacımız belirlenmiştir.

Plan, stratejik yaklaşımla kaynakların kullanımına, gelir bölüşüm eğilimlerine ve malî yönetime orta vadeli perspektif veren, öncelikleri belirleyen ve politikaları ortaya koyan bir anlayışla hazırlanmıştır. Bu özellikleriyle, siyasette neredeyse yapısal bir özellik de taşıyan miyopik bakış açısının tersine, orta vadeli ve stratejik özellikleriyle çağdaş planlama anlayışının öğelerini taşımaktadır.

Bu anlayış içerisinde makro ekonomik istikrarın temini, yapısal reformların gerçekleştirilmesi, rekabetçi bir ekonomik yapının oluşturulması, dışa açık büyüme ve dış rekabet gücünün yükseltilmesi, malî sistemin derinleştirilmesi, ekonomik ve sosyal altyapının geliştirilmesi, yoksullukla mücadele, gelir dağılımının düzeltilmesi, kamu yönetiminde etkinlik ve şeffaflığın temini unsurları planda önem kazanmaktadır.

Planın başarıya ulaşmasını gerçekleştirecek olan temel faktör, siyasal karar mekanizmaları tarafından onların tutarlı bir şekilde uygulanabilmesidir. Bu uygulamada siyasî iradenin planın gerçekleşmesine yönelik alacağı kararlarda, kamu kurum ve kuruluşlarıyla uyum içerisinde olmasının büyük önemi vardır.

Bugün yaşadığımız ekonomik ve sosyal sorunların sebep-sonuç ilişkilerini kurabilmek için, meselelerin objektif değerlendirilmesi gerekir.

Kısa vadeli başarı elde etmek uğruna makroekonomik sorunların çözümünü zorlaştırmak, sonra da bu sorunları oy maksimizasyonu için kullanmak siyaseti, sorunlarımızın kaynağını teşkil etmiştir. Ekonomik ve sosyal tedbir ve politikaların hiçbiri kısa vadeli değildir.

Milliyetçi Hareket Partisi olarak, toplumsal istikrarı ve ekonomik dinamizmi sağlamak için, orta ve uzun vadeli tedbirlerin önceliğine inanıyoruz. Milletimizin sorunlarını yapısal olarak çözüm yoluna sokacak bu tedbirlerin başarısı için, geliştirdiğimiz uzlaşma kültürü önemli bir rol taşımaktadır. Uzlaşmayı beceremeyenlerin, kavga siyaseti güdenlerin, kendilerine düşen görevi yerine getirmeden, topluma çözüm sunmalarının mümkün olmadığını düşünüyoruz.

Günümüzün kısa vadeli siyasî gelişmelerinden faydalanmak için kendilerini her türlü değişikliği gerçekleştirmenin taşeronu gösterenlerin, ülkemizin sorunlarında, bir bakış açısına sahip olmadıkları ortaya çıkmaktadır.

Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; ülkemizin ve milletimizin sorunlarını çözmede kararlıyız. Daha kaliteli bir refahı, daha kaliteli bir hayatı, adaleti, kaliteli hizmeti ziyadesiyle hak eden milletimizin sorunlarını çözmede ve hedefe mümkün olan en kısa sürede ulaşmakda kararlıyız. Bize düşen, milletimizin hizmetkârı olmaktır. Bu anlayış doğrultusunda, Sekizinci Kalkınma Planının hedeflerimize ulaşmada etkin olmasını diler, Yüce Heyetinizi saygıyla selamlarım. (MHP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Vural.

Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına ikinci konuşmacı, Muğla Milletvekili Sayın Metin Ergun.

Buyurun efendim. (MHP sıralarından alkışlar)

MHP GRUBU ADINA METİN ERGUN (Muğla) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının altıncı bölümüyle ilgili olarak, Milliyetçi Hareket Partisi adına söz almış bulunuyorum; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Değerli milletvekilleri, tarihçilerin Yakınçağ adını verdikleri dönemin başlangıcıyla birlikte, yüzyılların başlarında ve sonlarında dünyanın siyasî haritasının ve etkili siyasî aktörlerinin değişmesi gelenek halini almıştır. Yüzyılların değişmesiyle birlikte, insan topluluklarını nitelendirmede kullanılan değerlerin birbirine göre önemi, önceliği, bir sosyal organizasyon olan devlet modelleri de değişmeye başlamıştır. Bu değişikliklerden, Kuzey Buz Denizinden Basra Körfezine kadar, Adriyatik'ten Moğolistan steplerine kadar geniş bir coğrafyada yaşayan ve adına Türk dediğimiz aziz milletimiz de etkilenmiştir.

19 uncu Yüzyılın sonu ile 20 nci Yüzyılın başlarında devlet anlayışları değişmiş ve imparatorluk modeli, yerini ulus devlet modeline bırakmıştır. Bu değişiklikle birlikte, Batı Türkeli bölgesinde kurulan muazzam devletimiz Osmanlı İmparatorluğu dağılmış, yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.

Buna karşılık, 1552'de Kazan Hanlığının yıkılışıyla birlikte temeli atılan Rus İmparatorluğu, modelini değiştirmemiş, yeni bir ideolojiyle emperyal yapısını devam ettirmiştir. Bu anlayış değişikliği, Rus Devletinin, Batı Türkistan, Hazar, Kafkaslar, İdil-Ural bölgelerinde yaşayan Türk topluluklarını bir asır daha sömürmesini sağlamıştır. Yeni anlayış yerleştirilirken en sert yöntemler uygulanarak, yüzbinlerce Türk öldürülmüş veya uygulanan politikalarla sürülerek, yerlerinden, yurtlarından edilmiştir.

Uygulanan politikalarla sadece insan kaynakları kurutulmakla kalmamış, aynı zamanda, koskoca bir coğrafya nükleer atık deposu haline getirilmiştir. Kazakistan steplerinde yapılan nükleer denemeler sonucunda ekolojik felaket oluşmuştur. Aynı şekilde Aral Gölünün adım adım kurutulması ve Özbekistan ovalarında kullanılan aşırı ilaçlama sonucunda bu bölgelerin de ekolojik yapısı bozulmuştur. Dünyanın en büyük çevre felaketi bu bölgededir. Sadece Aral Gölünün kurumasına bağlı olarak 1 milyonun üzerinde insan kanser olmuştur. Özellikle Baykonur Üssünün olduğu bölgede hâlâ daha hilkat garibesi insanlar ve hayvanlar dünyaya gelmektedir. Buradan, bütün dünyayı, bu çevre felaketiyle mücadele etmeye çağırıyorum.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 20 nci Yüzyılın sonunda, Rus İmparatorluğu, devlet ve ekonomik anlayışıyla hür dünyayla mücadele edemez oldu. Bir felaketle karşılaşmamak için, devlet, ekonomi modelini, planlı, programlı bir şekilde değiştirme teşebbüsüne girişti. Askerî imparatorluk modelinden vazgeçerek, ekonomik imparatorluk ve pazar ekonomisi modelini benimsedi. Bunu da iki kelimeyle formülüze etti; glasnost ve perestroika, açıklık ve yeniden kurma. Türk dünyasındaki çıkarlarını devam ettirebilmek için, artık, milyonlarca asker ve ajan beslemek zorunda değildi. Neokolonizm adı da verilen bu anlayışla, daha az masraf ederek, çıkarlar devam ettirilebilirdi. Glasnost ve perestroika, açıklık ve yeniden kurma; adı bu olmasına rağmen, nedense, yıllardır "Sovyetler Birliği dağıldı, Rus İmparatorluğu çöktü" olarak anlaşılmıştır. Evet, gerçekten, Sovyetler Birliği siyasal model olarak dağılmıştı; ama, bu dağılma, hiçbir zaman ne şuursuzca bir dağılmaydı ne de Rus emperyal yapısının çöküşü manasındaydı; tam tersi, bir perestroika idi, yeniden kurma idi. Bu yeni anlayışta, Türk cumhuriyetlerinin siyasî bağımsızlığına engel olunmamış, tam aksine, yer yer teşvik bile edilmiştir; fakat, ekonomik bağımsızlıklarına karşı ciddî bir mücadele başlatılmıştır. İşte, perestroika bu bölümle ilgilidir. Rus emperyal düşüncesi bu sihirli sözcüğün manasında gizlidir. Önümüzdeki yıllarda söz konusu coğrafyadaki mücadele de bu sözcüğün ekseninde cereyan edecektir. Bu sözcük, Türk dünyası ve Rusya için yüzyılın kaybedilmesi veya asırlardır devam eden zincirin kırılması gibi ciddî riskler içermektedir. Türkiye, bölgeye bu manada yaklaşır, planını ve programını ona göre yaparsa, Türklüğün asırlık mücadelesi başarıyla tamamlanmış olacaktır.

Rus Devleti için ekonomik imparatorluk kurma, Türk cumhuriyetleri için ekonomik bağımsızlık kazanma mücadelesinin en çetin geçeceği alan, hiç şüphesiz, enerji kaynaklarıdır. Enerji kaynaklarına ve bu enerjiyi dış dünyaya taşıyacak olan boru hatlarına kim sahip olursa, bu mücadeleyi başarıyla bitirecektir. Türk dünyasındaki etnik mücadelelere, ülkeler arasındaki sıkıntılara ve enerji nakil hatlarına bu gözle bakmamız gerekir. Özellikle enerji nakil hatları, perestroikanın gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini belirleyecek olan en önemli unsurdur. Bu manada yaklaşırsak, Mavi Akım ile Bakü-Ceyhan ve Hazar geçişli Türkmen doğalgazı projeleri, birbirine tezat projeler gibi görülmektedir. Temel stratejik hareket noktaları farklıdır. Çeçenistan'da devam eden soykırımın enerji nakil hatlarıyla ilgili olup olmadığı da düşünülmelidir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Rus İmparatorluğunun bu strateji değişikliğinden sonra geçen on sene içerisinde, iki kelimelik bu stratejinin, biz, daha ziyade glasnost bölümüyle ilgilendik. Siyasî bağımsızlığın formülüzasyonu olan glasnost, bizi, on yıl boyunca oyalamıştır; on yıl boyunca, karşılıklı kucaklaşmak, karşılıklı öpüşmekten ibarettir.

Bu sözlerimden, hiçbir şey yapılmamıştır manası çıkarılmamalıdır. Geçen süre içerisinde, Türkiye, üstlendiği tarihî misyonu yerine getirebilmek için çeşitli adımlar atmıştır. Ancak, bunların yeterli olduğunu söylemek mümkün değildir. Her şeyden önce, ilişkileri kişiselleştirdik; yani, diğer bir sözle söylersek, kurumsallaştıramadık. Bu da, sağlıklı yapılanmanın yolunu tıkamıştır. Hâlâ daha, ilişkileri kurum olarak birinci elden yürütecek olan TİKA'nın kuruluş yasası bile çıkmamıştır, çok şükür, bugünlerde yasalaşma yolundadır.

Kurumsallaşmanın diğer bir yönü de planlamadır. 57 nci cumhuriyet hükümetinin koalisyon protokolünde, Milliyetçi Hareket Partisi için büyük önem taşıyan Türk cumhuriyetleri ve akraba ve kardeş topluluklarıyla ilişkiler konusunda stratejik bir aksiyon planı hazırlanmıştır. Bu planın bir an önce hayata geçirilmesi için, Devlet Bakanımız Sayın Prof. Dr. Abdulhalûk Çay yoğun bir şekilde çalışmaktadır. On yıl önce bağımsızlıklarına kavuşan Türk cumhuriyetlerini ilk tanıyan ülke, Türkiye olmuştur. İlk yıllardaki ilişkimiz, daha ziyade, kültür, dil, din, sanat ve eğitim alanlarında olmuştur. Bu alanlardaki ilişkilerde, ilk zamanlarda, daha ziyade duygusal yaklaşımın izleri görülür.

Türk cumhuriyetleriyle ekonomik ilişkilerin kurulup geliştirilmesi anlayışı oldukça geç fark edilmiştir. Ortak dil, ortak alfabe, ortak siyasî tarih, ortak edebiyat ve kültür tarihi gibi sosyal sahalarda başlatılan projeler, henüz daha bitirilmemiştir. Bu projelerin bir an önce bitirilerek, yeni nesillerin bu anlayışla yetiştirilmesi sağlanmalıdır.

Bugün itibariyle 18 000'e ulaşan Öğrenci Mübadelesi Projesi devam ettirilmelidir; ancak, getirilecek öğrenciler, Türkiye tarafından yapılacak olan üniversitelerarası seçme ve yerleştirme sınavı gibi bir sınavla seçilmelidir ve bu proje, devlet destekli bir vakıf marifetiyle yürütülmelidir.

Türk dünyasını oluşturan devlet ve toplulukların bilhassa üniversite mezunlarının karşılıklı olarak yaşanan diploma denkliği meselesi, çeşitli ülkelerde okuyan öğrencilerin seçimi, barınması, sosyal, kültürel ve benzeri bütün meseleleriyle meşgul olmak üzere, Türk dünyası üniversitelerarası üst kurulu oluşturulmalıdır. Bu kurul oluşturuluncaya kadar, kurulacak bir vakıf marifetiyle Türk dünyası eğitim kurultayı düzenlemek suretiyle, Türk dünyası yükseköğretiminin meseleleri ve bunların çözüm yollarının kararlaştırılması uygun olacaktır.

Türkiye-Türk cumhuriyetleri arasında hukuk sistemlerinin uyumlaştırılması bakımından, Türk hukuk kurultayı bir an önce düzenlenmelidir.

Türk cumhuriyetleri arasında müşterek doktora programlarının faaliyete geçirilmesinde büyük fayda vardır. DPT, TÜBİTAK, Atatürk Kültür  Dil ve Tarih Yüksek Kurumu gibi önemli kurumlara gerekli maddî desteği sağlayarak harekete geçirip, Türk cumhuriyetleri arasında, müşterek doktora programları çerçevesinde, öğretim üyesi ve lisansüstü öğrenci mübadelesi başlatılmalıdır.

Türk dil, kültür ve sanat varlıklarını araştırmak, incelemek, korumak ve geliştirmek üzere Türk dünyası bilim ve kültür akademisinin kurulması, kültürel işbirliğini artıracaktır.

Türk dünyasındaki yerleşim birimlerindeki uygun alanlara Türk büyüklerinin yaşayış, düşünce ve fikirlerini yansıtacak anıtların dikilmesinin, gelecek kuşaklara hem geçmişini öğretmek hem de geleceğe yönelik olarak örnek tipler oluşturmak için gerekli olduğu düşüncesindeyiz.

İleri uydu teknolojisinden yararlanmakta olan Türkiye Cumhuriyetinin bu imkânlarının, Avrasya bölgesinin kültürel kaynaşması, entegrasyonu için daha geniş ölçüde kullanılması, bu arada, Avrasya’ya yönelik televizyon yayınlarının, özellikle TRT Avrasya Kanalının, Türk dünyasının kültürel ihtiyaçlarına ve beklentilerine uygun bir şekilde yeniden düzenlenmesinin faydalı olacağı düşünülmektedir.

Az önce de belirttiğimiz gibi, bağımsızlıklarına yeni kavuşmuş olan Türk cumhuriyetlerinde çevre kirliliği aşırı boyutlara ulaşmıştır. Bilhassa Sovyet Rusya ve Çin’in nükleer silah denemelerini kasten Türk illerinde yapması, bütün Türk illerinde uzun vadeli radyoaktif kirliliğe yok açmıştır. Bu durum, bütün canlılar için felaket boyutlarına varan bir tehlike arz etmektedir. Ekolojik dengeyi tehdit eden bu tür faaliyetlerin durdurulması için, uluslararası kuruluşların harekete geçirilmesine çalışılmalıdır. Bu sebeple, başta Çevre Bakanlığı olmak üzere, TÜBİTAK ve üniversitelerin Türk cumhuriyetlerindeki çevre kirliliğinin boyutlarını ortaya koyup, dünya kamuoyuna duyurmaları gerekmektedir.

Türk dünyası içerisinde yapılacak olan her türlü işbirliği için gerekli olan en önemli altyapılardan biri, iletişimdir. Mevcut internet altyapımızda yurtdışı çıkışların tamamına, ABD ve Rusya üzerinden ulaşılmaktadır. Onun için, Türkiye-Türk cumhuriyetleri direkt internet ağı gerçekleştirilmelidir.

Türkiye ile Türk cumhuriyetleri arasındaki ticarî ilişkiler, Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlığını takip eden ilk yıllarda ulaşım ve altyapı problemlerinden dolayı olumlu bir gelişme katetmemiş olsa da, şu anda çok sayıda devlet ve özel sektör kurum ve kuruluşu Türk cumhuriyetlerinde faaliyet göstermektedir. Ticaret hacmi gittikçe artarak 1,3 milyar dolara ulaşmıştır.

Ekonomik ilişkiler açısından yaklaşınca, birçok Türk firmasının, özellikle imalat endüstrisi -tekstil, deri, kimyevî maddeler, makine imalat, elektrikli ve elektronik aletler- iletişim ve ulaştırma sektörlerinde Türk cumhuriyetlerinde yatırımlarda bulunduğunu görmekteyiz. Türk inşaat firmaları, Türk cumhuriyetlerinde pek çok inşaat projesini almıştır. Bu sektörde de en büyük engeli, yine altyapıyla ilgili sorunlar teşkil etmektedir.

Türk Eximbank, Türk cumhuriyetlerine 1 milyar Amerikan Doları üzerinde kredi açmıştır; fakat, koordinasyon eksikliği yüzünden bu krediler tam olarak kullanılamamıştır. Türkiye, Türk cumhuriyetlerinin kendi Merkez ve ticarî bankalarını kurmaları için hem malî transferde hem de bilgi transferinde bulunmaktadır; fakat, cumhuriyetlerdeki ekonomik sorunlar nedeniyle bankacılık sistemi tam oluşmamıştır. Ulaşım alanında ise henüz ciddî gelişmeler gerçekleşmemiştir. Türk cumhuriyetlerini Türkiye'ye bağlayacak demiryolu ve karayolu projeleri henüz master planlar halindedir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ülkemize ilaveten, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ile diğer cumhuriyetlerdeki Türk otonom bölgelerinin makroekonomik analizleri, mikroekonomik sektör tahlilleri ile politik risk analizlerini yapacak ve bir manada da, çağdaş, rekabetçi iş istihbaratı biliminin veri ve yöntemlerinden faydalanacak bir kurum oluşturulması gerekmektedir. Bu itibarla, Türk özel sektörü, üniversiteler ile devletin siyasî, idarî karar alma mekanizmasına Türk cumhuriyetleriyle ilgili gerekli bilgiyi sağlayacak oldukça kapsamlı bir ekonomik bilgi merkezinin öncelikle internet sitesi halinde kurulması amacıyla ekonomi bürokrasisi ve diğer ilgili kurumların yetkililerinin katılımıyla yapılan çalışmalar başlatılmış, devam etmektedir.

Bugün pek çok gelişmiş ülke, yatırımcısının diğer ülkelerde yapacağı yatırımları politik risklere karşı koruyan mekanizmalar geliştirmektedir. Yine pek çok ülke, kendi siyasî ilgi alanlarına giren ülkelere yönelik olarak düşük faizli uzun vadeli krediler ve bazı vergi kolaylıkları sağlamaktadır. Örneğin, İspanya, FAD kredileriyle, kendi yatırımcısının siyasî ilgi alanına giren Latin Amerika ülkelerine yönelik yatırımları desteklemektedir. Keza, aynı sistemi, Fransa da uygulamaktadır.

Ülkemizin, Türk cumhuriyetleri ve komşusu olan diğer gelişmekte olan ülkelerle tarihî ve kültürel alandaki yakın ilişkilerini ekonomik alanda da geliştirmek, bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu nedenle, Türkiye'nin, bölgedeki yatırımlarını, stratejik faktörler -enerji, telekomünikasyon, ulaştırma gibi- ve hedef ülkeler -özellikle Türk cumhuriyetleri- belirleyerek, bir an önce hızlandırması ve Türk yatırımcıların bölgeye yatırım yapmalarını özendirmesi gerekmektedir.

Bu itibarla, Türkiye ile Türk cumhuriyetlerinin hinterlandındaki diğer gelişmekte olan ülkelere yönelik, özellikle ticarî mülahazalar dışındaki stratejik yatırımlara yönelik, kredi, garanti ve politik risk sigortası yapacak olan uluslararası yatırım, kredi ve garanti kurumu oluşturulmasına yönelik bir modelin bir an önce hayata geçirilmesi gerekmektedir.

Türkiye'deki KOBİ'lerin Türk cumhuriyetlerinde desteklenmesi ve Türk cumhuriyetlerindeki mahallî KOBİ'ler ile Türk işletmelerinin ortak girişimleri desteklenerek, bölgede müteşebbis kültürünün yerleştirilmesine yönelik bir girişimci fonu oluşturulması yolunda başlatılmış olan çalışmalara devam edilmelidir.

Türkiye-Türk cumhuriyetleri enformasyon teknolojileri, e-ticaret ve yazılım ihracatının artırılması ve bölgedeki bilgisayar ve yazılım eğitimi altyapısının artırılması amacıyla eğitim programlarının düzenlenmesi, günümüz dünya konjonktürü dikkate alındığında, ülkemizin etkinliğinin sağlanması açısından büyük önem taşımaktadır. Bu konuda başlatılan çalışmalar devam ettirilmelidir.

Türk  cumhuriyetlerinde serbest bölgeler ile ihracata dönük serbest üretim bölgelerinin kurulması için, Türkiye, gerekli teknik desteği vermelidir.

Türkiye ile Türk cumhuriyetleri arasındaki ekonomik işbirliğinin artırılması için, sektörel bazda karşılaştırmalı üstünlüklere dayanan bir bölgesel ortak yatırım politikası oluşturulmalıdır. Bu yapılanma, sektör içi uzlaşmayı ve ekonomik entegrasyonu hızlandıracaktır.

Türkiye ile Türk cumhuriyetleri, Ekonomik İşbirliği Örgütü ve Karadeniz Ekonomik İşbirliği gibi organizasyonlar içerisinde "ortak üye" sıfatıyla yer almaktadır. Ancak, bu örgütlerde yer alan bazı devletlerin tutumları yüzünden çeşitli sıkıntılar yaşanmaktadır; bu da, Türkiye ile Türk cumhuriyetlerinin ekonomik entegrasyonunu olumsuz etkilemektedir. Bunun için, Türkiye ile Türk cumhuriyetleri arasında bir ekonomik entegrasyon oluşturulması kaçınılmaz görünmektedir.

Türkiye, özellikle enerji nakil hatları hususunda, dikkatli, ama, çabuk hareket etmek zorundadır. Bakü-Ceyhan ve Türkmen doğalgazı enerji nakil hatları, bir an önce hayata geçirilmelidir. Bakü-Ceyhan'a bağlı olarak düşünülen Kazak petrollerinin taşınmasıyla ilgili görüşmeler henüz başlatılmamıştır.

İki ay önce, Batı Kazakistan bölgesinde, yeni ve oldukça zengin petrol ve doğalgaz rezervleri bulunmuştur. Bu yeni kaynakla birlikte, Bakü-Ceyhan'ın Kazakistan bağlantısı kaçınılmaz hal almıştır.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ilgili devlet bakanlığının koordinasyonunda sonbaharda düzenlenecek olan Türkiye-Türk cumhuriyetleri işadamları kongresinin büyük bir önemi vardır. Bu kongrenin, Türkiye-Türk dünyası ilişkilerine her yönüyle ivme kazandıracağı şüphesizdir. Bu kongrenin, ilişkilerimizin kurumsallaşmasına zemin hazırlayacağı ümidindeyiz. Balkanlarda, Kafkasya'da ve Ortadoğu'da yaşamakta olan soydaş ve akraba topluluklarının iktisadî, siyasî ve sosyal bakımdan güçlendirilmelerini teminen gerekli çalışmaların bir an önce hayata geçirilmesinde, Türkiye'nin millî güvenliği açısından da büyük fayda vardır. Böylece, göçün de önlenmesi sağlanacak ve ülkenin çevresindeki nüfuz artırılmış olacaktır.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türk dünyasının ekonomik bağımsızlık mücadelesi, siyasetüstü millî bir mesele olarak kabul görmelidir. Eğer bu şekilde hareket edilmezse, perestroikanın gerçekleşmesi kaçınılmaz hal alacaktır. Bu millî mesele mücadelesinde, hiçbir devletin veya milletin endişe etmesine gerek yoktur. Bütün bu faaliyetlerin amacı, hiçbir devlet ve millete karşı düşmanlık, kin veya nefreti telkin etmek değildir. Kardeş ve aile birlikteliğini arzu etme mahiyetindeki tedbirlerle ilgili, kimsenin kuşku duymasına gerek yoktur. Ulusüstü ve ulusötesi kuruluşların küçülttüğü bu dünyada milletlerin ve devletlerin ikili ve çok taraflı siyasî, iktisadî, kültürel ve benzeri işbirliği uzlaşmalarına gittiği bir gerçekken Gaspıralı İsmail Bey tarafından veciz bir şekilde ifade edilen "dilde, fikirde, işte birlik" parolasının Türk dünyası için tahakkukunun dünya barışına da hizmet edeceği yadsınamaz bir gerçektir. Türkiye ve Türk dünyası için glasnost ve perestroikanın alternatifi, dilde, fikirde, işte birlik olmalıdır.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; günümüzde askerî güce dayalı imparatorluk ve sömürge sistemi sona ermiş, yerine, ekonomik gücün önderliğinde iktisadî ipraratorluklar ve supranasyonal yapılanmalar ortaya çıkmıştır. Dünya refahının paylaşımı, bu "ulusüstü" ve "ulusötesi" diye adlandırılan iktisadî ve siyasî organizasyonlar tarafından belirlenir hale gelmiştir. Öyle ki, 1960'larda 7 000 olan ulusötesi ticarî kuruluşların sayısı 1980'lerin sonunda 40 000'e yaklaşmış ve bunların, 1990'ların başında, ev sahibi ülke dışındaki satışları 5,5 trilyon doları bulmuştur. Bununla birlikte, temelde ekonomik amaçlı olarak kurulan AB, NAFTA, ASEAN gibi ulusüstü organizasyonlar, nitelik değiştirerek siyasal kurumlar haline dönüşmüştür. Bütün bunların neticesinde, bu ulusüstü ve ulusötesi kuruluşlar, iktisadî, siyasî ve kültürel yönleriyle "küreselleşme" adında bir değerler sistemi ortaya çıkarmıştır. Bu değerler sistemi, adı geçen aktörler tarafından, bütün dünyaya, bütün dinî ve millî kültürel değerlerle birlikte, millî hukukun üstünde genel kabul gören ilkelermiş gibi sunulmaktadır. Bu sunuşta, belirtilen organizasyonların yüksek teknolojiyle rafine bilgi üretme kabiliyet ve kapasitelerinin de büyük rolü vardır. Bilgi ve teknoloji önümüzdeki yüzyılda güçler arası mücadelelerin eksenini belirleyecek en önemli unsurdur.

Türkiye de, bu bölgesel ve küresel yapılanmalarda yer almıştır. İslam Konferansı Teşkilatı Ekonomik ve Ticarî İşbirliği Daimî Komitesi, Ekonomik İşbirliği Teşkilatı, Karadeniz Ekonomik İşbirliği, G-20 ve D-8, üyesi bulunduğumuz ulusüstü kuruluşlardan bazılarıdır. Bunlardan İSEDAK, ülkemizin, İslam ülkeleriyle ikili ve çok taraflı ilişkilerinin geliştirilmesi için önemli bir zemin oluşturmaktadır. Ekonomik İşbirliği Teşkilatı yoluyla, hem Türk cumhuriyetleriyle hem de komşumuz olan bazı devletlerle ulusüstü bir yapılanmayı sağlamış bulunmaktayız. Keza, Karadeniz Ekonomik İşbirliği yoluyla da, Karadeniz etrafındaki ülkelerle bölgesel işbirliği forumuna kavuşmuş bulunmaktayız. G-20 platformuyla küresel ekonomik gelişmelerin, D-8 işbirliği platformuyla da, gelişmekte olan ülkelerin dünya ekonomisi içerisindeki rolünü güçlendirmek ve uluslararası mekanizmalara daha etkin katılım sağlanmış olacaktır.

Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı döneminde, bu ulusüstü kuruluşlar bünyesinde, eğitim, bilim, kültür, ticaret, ulaştırma, haberleşme, enerji, ekonomik araştırma ve istatistik, maden ve çevre, tarım ve benzeri alanlarda işbirliği faaliyetleri planlanmıştır.

Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının hayırlı olmasını diliyor, hepinize saygılarımı sunuyorum. (Alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Ergun.

Böylece, Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına yapılan görüşmeler de tamamlanmıştır.

Değerli milletvekilleri, birleşime 15 dakika ara veriyorum.

                                                       

Kapanma Saati: 23.00


BEŞİNCİ OTURUM

Açılma Saati : 23.15

BAŞKAN : Başkanvekili Nejat ARSEVEN

KÂTİP ÜYELER : Mehmet ELKATMIŞ (Nevşehir), Melda BAYER (Ankara)

 

BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, 118 nci Birleşimin Beşinci Oturumunu açıyorum.

Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı üzerindeki görüşmelere devam ediyoruz.

IV. – KANUN TASARI VE TEKLİFLERİYLE KOMİSYONLARDAN

GELEN DİĞER İŞLER (Devam)

1. – Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci Beş Yıllık (2001-2005) Kalkınma Planının Sunulduğuna Dair Başbakanlık Tezkeresi ve Plan ve Bütçe Komisyonu Raporu (3/600) (S. Sayısı: 516)(Devam)

BAŞKAN – Komisyon ve Hükümet yerinde.

Gruplar adına yapılan konuşmalarda sıra Demokratik Sol Parti Grubunun.

İlk konuşmacı, İstanbul Milletvekili Sayın Masum Türker; buyurun efendim. (DSP sıralarından alkışlar)

DSP GRUBU ADINA MASUM TÜRKER (İstanbul) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Demokratik Sol Parti Grubu adına, Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planıyla ilgili görüşlerimizi Yüce Kurulunuza sunmaya başlarken, şahsım ve Demokratik Sol Parti Grubu adına içten saygılarımı sunuyorum.

Konuşmamda, yirmiüç yıllık süreyi kapsayan stratejinin ve Sekizinci Planın ayrıntılarına girmek istemiyorum; çünkü, bugün, saat 14.00'ten beri başlayan ve benden sonra devam edecek konuşmalarda ve elimizde mevcut olan, planın ve stratejinin yer aldığı kitapta tüm ayrıntıları, rakamları görmek mümkündür. Bu nedenle, Yüce Kurulun, bu kitabı ve bu konuşmalardan sonra yayımlanacak tutanakları değerlendirdiklerinde, hem 23 yıllık süreyi kapsayan stratejinin hem beş yıllık kalkınma planının metnine bakarak, neler yapılmak istendiği konusundaki verileri dikkatle inceleyebilirler; ama, ben, burada, özellikle, televizyon başında bizleri izleyen ve ilkokul çağındaki küçük kardeşlerimiz dahil olmak üzere, sevgili vatandaşlarımıza bir tavsiyede bulunmak istiyorum.

Değerli vatandaşlar, bugün, Parlamentoda konuşulan 23 yıllık strateji ve beş yıllık kalkınma planı, 2023 yılının Türkiyesini tanımlıyor; yani, bugün ilkokula giden 8 yaşındaki çocuk, 23 yıl sonra, 31 yaşına geldiği zaman ya da ortaokul dediğimiz sekiz yıllık eğitimin son senesini bitiren 15 yaşındaki çocuk, 23 yıl sonra 38 yaşına geldiği zaman, bugünden, Türkiye için düşünülenleri, Türkiye için yapılacakları görmek zorundadır. Belki de eğer, ekran başında bizleri dinleyen değerli öğretmenlerimiz varsa, bu öğretmenlerimizin de aynı stratejiyi ve aynı planı eğitim faaliyetlerinde kullanmaları, çocukların, geleceklerini ve gelecekte karşılaşacakları önemli değişiklikleri, dönüşümleri kavramalarını sağlar.

Değerli milletvekilleri, Türkiye, plan konusuna, 39 yıl önce girdiği zaman, bir "plan-pilav" tartışması vardı. Gerekçe şuydu: "Plan, sosyalist ekonomilerinin kullandığı bir araçtır, Türkiye liberalleşmek istiyor; o halde, soysalizm mi getirilmek isteniyor" diye -eğer, 1960'lı yılların gazete sütunlarına bakacak olursak- planın bu yönüyle, küçültülmek için "pilav" başlığı altında tartışıldığını görüyoruz ve ne yazıktır ki, bu tartışmalar yapılırken, hiç kimse çıkıp da, bu planı hazırlayanların, bu planın başında olan yöneticilerin, aslında, sağ düşünceli; yani, kapitalizmi düşünen, değerlendiren kişilerin yönetiminde olduğunu da söylemiyorlardı. Bir endişe vardı, bir korku vardı; planla, bu ülkenin önemli değerlerinin gözler önüne serilmesinden çekiniliyordu.

Şimdi, aynı tartışmalar, 1985 yılından başlamak üzere günümüze kadar yine yapılıyor. 1985 yılının gazete başlıklarında ya da makalelerde, o tarihteki planla ilgili olarak "pembe plan", "bu plan hayal görüyor", "böyle plan olmaz" gibi ifadeleri görmek mümkündü.

Bugün, gerek bu konuda söz alan gerek bu konuda görüşen herkes, bu planların salt kâğıt üzerinde hazırlandığını, kâğıt üzerinde kalacağını söyleyip, yine planları eleştirmekte ve bu konuda, bu planın ve stratejinin hazırlanmasında emeği geçenleri ihmal etmektedirler.

Ben, burada, Demokratik Sol Parti adına, şahsım adına ve Türk Halkı adına, bu planı ve stratejiyi hazırlayan, başta Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarı olmak üzere, değerli uzmanlarına, eşgüdüm sağlayarak oluşturdukları ihtisas komisyonlarında görev alan akademisyenlere, özel ve kamu kesiminin temsilcilerine, çeşitli kurumlar adına katılanlara ve kendi adına katılanlara teşekkür etmek istiyorum; çünkü, bu değerli uzmanlar, birikimlerinin, dünyanın geleceğine yönelik olan hususların bu planın içerisinde yer almasını sağlayarak, Türk Halkıyla paylaşmış; bunları, yarınları, geleceği yakalamak isteyenlerin önünde çok önemli bir güdülecek, izlenecek yol olarak tarihe bırakmış oluyor. Yalnız tarihe mi; hayır. Bugün hükümet olan siyasî partilerin kadrolarına, muhalefette bulunan siyasî parti kadrolarına ve gelecekte bu ülkeye hükümet edecek herkese, izlenecek yol, Türkiye'nin kaynakları çerçevesinde, bu stratejide ve bu planda çizilmiş bulunuyor.

Değerli milletvekilleri, planı, toplumsal yaklaşımla tehlikeli bulanlar, zaman içerisinde, bu plan sayesinde sermaye birikimlerini geliştirdiler. 1960 yılından bugüne bakacak olursak, önemli sermaye birikimlerinin, önemli sektör tercihlerinin, hazırlanan planlar sayesinde oluşturulduğunu ve bu planların, özellikle, bugün sermaye sahibi olan kesimlerin sermayelerini geliştirmelerinde –sağlanan teşviklerle, verilen olanaklarla– büyük bir yol gösterici ve önemli bir transfer aracı olduğunu görüyoruz. Kalkınmanın, mucizelerle, rastlantılarla veya gelişigüzel atılım ve girişimlerle de gerçekleşmeyeceğini, otuzdokuz yıllık deneyimimiz içerisinde gördük. Kalkınmanın, sistemli ve tutarlı çabalarla gerçekleşebileceği, toplumun tüm kesimlerine yerleşti ve hem kamu sektörü hem özel sektör için, kalkınma planları önemli bir rehber oldu.

Kalkınma planlarının diğer önemli bir olgusu: Kalkınma planlarıyla ilgili bir yasanın, bugünden sonra kabul edilecek bir kalkınma planının, getirilebilecek, malî nitelikli, yasamayla ilgili tüm görevlerde, tüm faaliyetlerde, hem rehber hem sınırlayıcı bir rol –muhakkak, değişimin ve gelişimin tekrar gözden geçirilmesi şartıyla– dengeleyici bir rol oynadığını dikkate almak zorundayız. Bu nedenledir ki, finansal nitelikli yasalar geldiği zaman, planın hazırlanmasında emeği geçen Plan ve Bütçe Komisyonunda, Devlet Planlama Teşkilatının yetkililerinin de fikirleri alınmak suretiyle gerçekleşmekte ve Türkiye'nin yarınları çizilmektedir.

Değerli milletvekilleri, kalkınma planlarını ele aldığımız zaman, güncel sorunların kronikleşerek kalıcı olmasını engelleyecek çabaları, her zaman gizli bir hedef olarak aldığını ve bu hedeften hareketle, ülkenin güncel sorunlarına da çözümler arandığını görürüz; ancak, bu sorunlar, son yıllarda, son yirmi yılda, tüm hükümetlerin programlarında, kurulan tüm koalisyon protokollarında, hatta, siyasî partilerin seçim bildirgelerinde yer almasına rağmen çözülememiş ve günümüze gelmiştir. İşte, bugün, hem yirmiüç yılın stratejisini hem Sekizinci beş Yıllık Planı görüşürken "günümüze gelen bu sorunlar nedir" sorusuna yanıt alıp, tek tek sıralamak zorundayız.

Nedir bu sorunlar? Bozuk gelir dağılımının daha düzelmediği, hakça bir gelir dağılımının, hakça bir bölüşümün gerçekleşmediği gerçeği, yine, günümüz Türkiyesinde karşımıza gelen en önemli sorundur ve bu nedenledir ki, yıllarca bizim söylediğimiz hakça bir gelir dağılımı olgusunun oluşabilmesi için, kalkınma planlarına yön veren belgelere, burada, bu kürsüde, planlarda söylenen rakamları ve sözcükleri tekrarlamak yerine, görüşlerimizi ortaya koymak, en azından, gelecekte yapılacak yasalarda bunlara ışık tutmak açısından önem verdik.

Diğer önemli bir sorun, enflasyonu yenmek. Şimdi, yapılan her türlü konuşmada, hatta, sabahleyin bu konuda konuşan muhalefet partisi sözcüleri de, hatta, bazı iktidar partisi sözcüleri bile, enflasyonun yenilmesiyle ilgili sorunu gündeme alırken "IMF'nin dayattığı bir programı uyguluyorsunuz; böylesine bir programla enflasyonu nasıl yeneceksiniz" diye eleştiride bulundular. Ben, özellikle, çok değerli bir muhalefet partisi genel başkanının sabah kullandığı "el insaf" sözcüğünü, bu iş için, şu nedenle kullanmak istiyorum: Neden el insaf; çünkü, eğer şu anda iktidarda olan koalisyonu oluşturan partilerin, 18 Nisana giderken halka sundukları, vatandaşa sundukları seçim bildirgesi incelenecek olursa, bu üç partinin uzlaştıkları, ortak noktada bir araya geldikleri konular, aslında, bugün adı "IMF'nin dayattığı" denilen programın altyapısını oluşturmuştur ve yine, bu eleştiri, hem muhalefet partililer tarafından hem de basında özellikle şu sözcüklerle dile getirilmektedir: "Bu kullanılan IMF odaklı programın arkasında siyasî kadrolar yok mu; neden bürokratlar bu konuda konuşuyor?"

Değerli milletvekilleri, siyasî kadrolar, seçime giderken tercihlerini yapmış, vatandaşa, iktidara geldikleri takdirde uygulayacakları programı sunmuşlardır ve iktidara geldikten sonra, bir arada, üç partinin ortak olarak uzlaşabildikleri konuları getirmiş ve bu programı kabul etmişlerdir. Bu programlarla ilgili yasalar, geçen dönem temmuz ayından başlamak üzere çıkarılmaya başlanmış; şu anda komisyonlarda bekleyenler var, hükümetin hazırlamakta oldukları var. Böylesine yasaların hazırlandığı programların, kuşkusuz, uygulaması, tatbikatı ve eyleme dönüştürülmesi, politikacıların maiyetinde çalışan bürokratların eliyle olacaktır ve kuşkusuz, bürokrasi ve hatta hatta, artık, devletin yönetimini etkileme noktasında olan emek kesiminin temsilcileri, sermaye kesiminin temsilcileri, aklımıza gelecek sivil toplum örgütlerinin yöneticileri bu programın uygulamasına katkı sunabildikleri, ellerini taşın altına sokabildikleri ölçüde halkın beklentisi olan ekonominin düzelmesine ilişkin bu program uygulanabilir.

Değerli milletvekilleri, günümüze devreden ve kronikleşen bir diğer önemli konu, her konuda fırsat eşitliğinin sağlanması olgusudur. Bu, bugün, ülkemizde, eğitimden iş hayatına, ev kadınının yaşam biçiminden çalışan kadının yaşam biçimine kadar sağlanamamış bir olgudur ve bu olgu, üzülerek söylemeliyim ki, her kesimin vaatlerle seçtiği siyasî kadrolardan beklendiği vizyonun bulunmamasından dolayı da ıstırap içindedir. Bu, geçtiğimiz kırk yıl içinde tüm siyasî kadroların bir türlü gerçekleştiremediği yegâne olgudur; fırsat eşitliğinin sağlanmamasıdır. Fırsat eşitliğini nasıl sağlayacağız; bugünkü hükümet programımızda yer aldığı şekliyle -eğer Batılıların ya da imrenerek baktığımız, 1960'larda aynı kategoride olduğumuz Kore'nin, Yunanistan'ın, İspanya'nın durumuna gelmek istiyorsak- meslekî eğitimi orta eğitim, yani lise düzeyine değil, önlisans düzeyine getirmek zorundayız. Eğer meslek eğitimini, biz, önlisans düzeyine getirebilir ve yirmiüç yıl sonrasının dünyasında, Türkiye'nin, sözü dinlenen, gücü kabullenilen ve saygı duyulan bir devlet, bir ülke olmasını istiyorsak, o takdirde, o tarihteki insan gücümüzün de, bu fırsat eşitliğinden yararlanarak, meslek eğitimine önem vererek profilini çizmek zorundayız. Yani, her konuda meslek eğitimi değil, salt bazı siyasî olguları oluşturabilmek için belli amaçlı okullar değil; yirmiüç yıl sonrasının Türkiyesini düşünüp, hangi konuda ve hangi ihtisas alanında bir meslek istediğine dair üzerinde kafa yorulmuş, tartışılmış, fikir oluşturulmuş bir meslek eğitimi olmalıdır. Yirmiüç yılın sonrasının Türkiyesinde, bu profilin, 57 nci hükümet programında konulmuş şekliyle, eğer bu Parlamentonun çalıştığı 21 inci Dönemde gerçekleştirilebilirse, o takdirde, buralarda getirdiğimiz eleştiriler, belki de tarih sayfalarında güzel bir tartışma konusu olarak kalırlar. Bu konu, yalnız, bugün iktidar olan partilerin değil, yarının iktidarı olacak partilerin de sorunudur; çünkü, yirmiüç yıl içinde iktidara gelmeyi düşünen siyasî kadrolar, bu fırsat eşitliğini muhakkak sağlamak zorundalar.

Değerli milletvekilleri, ülkemizin kronikleşen, çözüm bekleyen diğer önemli bir sorunu da yargı bağımsızlığıdır. Ülkemizde yargı bağımsızlığını adalete ve polise güven duyacak şekilde yasalarla düzenlemez, adaleti ve polisi vatandaşın haklarını koruyan hale getirmezsek, yirmiüç yıl sonrası Türkiyesinde güven içinde olmayan, kendisine yeteri kadar adalet dağıtılmayan bir vatandaşı,  geleceğimiz olan çocukları bugünden yetiştirmiş olacağız.

Bir diğer sorun, demokratik hukuk devleti olgusunu oluşturmaktır. Bu olgu, hukukun üstünlüğüyle birlikte ele alındığı zaman, bazı kesimlerin muhtelif yerlerde dile getirdiği gibi, salt Avrupa Birliğine girebilmek amacıyla değil, salt belirli kesimlerle beraber olabilmek için değil ya da -sabahleyin bir konuşmacının dediği gibi- salt Avrupa Birliğinin federe bir devleti gibi birlikte olabilmek için değil, kendi geleceğimiz, kendi insanımız, kendi değerlerimiz için bunu düşünmeliyiz ve bizler, hukukun üstünlüğünü, demokratik hukuk devleti anlayışını kendimiz için bu kürsülerde başlayarak dile getirmeyip, Avrupa Birliğine gireceğiz, şu yasayı niye yapmıyorsunuz dediğimiz sürece, Avrupa Birliği adına bizimle konuşanlar, bizim kendi içimizdeki muhalefetten yararlanarak, bu konuyu karşımıza getirirler.

Şimdi, izin verirseniz, gecenin bu saatinde, biraz ciddî konudan yaklaşıp, bu haftanın konusuna, benzer şekilde gelmek istiyorum. Hepimiz coştuk, üzüldük ve en son, dün Portekiz'e 2-0 yenilirken sesimizi biraz kıstık, arkadan da, idare etmeye başladık; ama, son bir haftayı, onbeş günü hatırlatmak istiyorum size. Millî Takım, İtalya'ya 2-1 yenilince, ertesi gün, belki de hiçbir zaman ayağına krampon geçirmemiş, forma giymemişler, başladılar Mustafa Denizli'yi eleştirmeye "böyle olur mu, Abdullah'ı geri almalıydın, Sergen'i niye koydun, niye filanca kişiyi koymadın..." Derken, bir hafta sonra İsveç'le 0-0 berabere kaldık, "eh, bizi dinledi" dediler. Belçika'yı 2-0 yendik, "biz dedik, yaptı" dediler. Dün yenildik, vah vah demeye başladılar. Futbolda yaşadığımız bu olgu, siyasette yaşadığımız olgudur; yani, bir konuda düşünerek üretmek isteyenin, çizdiği yolu anlattığı halde, hedefi gösterdiği halde yol almak isteyenin, kuşkuyla, şüpheyle ve çoğunlukla bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olarak hemen başlıyoruz önüne setler getirmeye, hatta, hemen, gazete manşetlerinde yer alan tartışmalara bakıp "kuş-kurt" kavgasını planın önüne geçiriyoruz; neden; çünkü, birlikte bir olguyu oluşturmanın ve oluşturulan olguyu birlikte paylaşmanın kıvancına kendimizi alıştırmadık. Hep kendimiz, bu ülkede yaşayan insanların tümü beyaz olduğu halde "beyaz zenci" varmış gibi ortaya çıkarız. Söylediğimiz o sözcüklerin, günün birinde, biz iktidar olduğumuz zaman bize de söyleneceğini hiç dikkate almayız; çünkü, bazen, hiç iktidar olmayacağımızı düşünürüz.

Değerli milletvekilleri, işte, insan haklarına saygılı, hukukun üstünlüğüne önem veren, demokratik hukuk devleti, kendimiz için istediğimiz sürece, bu planlarla gerçekleşir. Bu planların dışında... Özellikle yeri geldiği için söyleyeyim, planları ve stratejiyi gözden geçirirsek -sabahleyin bir konuşmacının dediği gibi- burada kültür ihmal edilmiş, burada eğitim ihmal edilmiş, burada sanat ihmal edilmiş; doğru değil; bakılırsa, tümü içinde vardır. Hatta, bazı verilen önergelerde olduğu gibi gerekçesi içinde mündemiçtir. Bu konular, bir satırla, satır aralığında, bir politika olarak zaten ortaya konulmuştur, yeter ki görmek isteyelim; çünkü, bu planların dayatmacı olmayan tarafları vardır. Nedir dayatmacı olmayan tarafları; bugün bu plan kabul edildikten sonra, bugün muhalefet sıralarında oturanlar, yarın iktidar oldukları takdirde, bu planlarla ilgili uygulama programlarını yeni hükümetler, yeni partiler uygulayacaklardır. Eğer izlenirse, incelenirse, otuzdokuz yıllık süreçte planların demokratikleşmesini ve demokratik yapısını oluşturmuşlardır. 1967 yılında, dönemin Başbakanı Sayın Süleyman Demirel, İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planını sunmuş. O tarihte, partimizin değerli Genel Başkanı, Başbakanımız Sayın Bülent Ecevit, konuşuyor kürsülerde -bunlar tutanaklarda var- ve diyor ki "lütfen açıklayınız, gerçekleri söyleyiniz; bu planların hazırlanmasındaki demokratikleşmeyi ihmal ettiğinizi söyleyin ve bunu gelecek döneme getirin." Nedir demokratikleşme, plan hazırlanırken; bu planın hazırlanmasında yalnız siyasî kadrolar değil, ülkede var olan tüm akademik kurumların temsilcileri; yani, akademisyenler, sivil toplum örgütlerinin temsilcileri, aklımıza gelen tüm dernekler, tüm odalar birliği, kamu nitelikli anayasal kurumlar ve bazı uzmanların kendi adlarına katılarak ihtisas komisyonlarıyla oluşturulması gerektiğini söylüyor. O günkü tartışmada -tutanaklarda var- geçiştiriliyor; çünkü, biraz bu konu ihmal edilmiş. 1972 yılında kalkınma planı tartışılırken, Genel Başkanımız, plan konusundaki eleştirilerini yaparken bu kez, planın demokratik yöntemlerle hazırlandığı için teşekkür ediyor ve en azından, o tarihte siyasî tercihle beş yıllık kalkınma planına konulmayan bozulmuş olan gelir dağılımının bu suretle öğrenildiğini bu Meclisin kürsüsünde dile getiriyor ve tarihin arşivlerinde, Meclisimizin arşivlerinde bu yer alıyor.

İşte, değerli milletvekilleri, eğer, biz, kalkınma planlarını ülkemizin yarınlarını çizebilmek açısından, geleceğin Türkiye'sini bugünden düşünüp, bugüne getirme noktasında değerlendirmezsek, birbirimizi güncel sorunlar içinde boğmaya çalışır ve içinde olanı da olmaz gibi görmeye başlarız.

Aslında, bu planlar düşünüldüğü ve söylendiği gibi, yalnız kitaplarda kalan belgeler değildir. Eğer, biz, bunları, yalnız azınlık bir kitlenin yararlanabildiği halden çıkarıp, okullarımızda öğretmenlerimiz aracılığıyla gençlerimize yayabilsek, birlikte yaşayabilmenin norm ve standartlarını getiririz. Yani, aynı şekilde hakça bölüşümü düşünmeye başlarız, aynı şekilde milliyetçiliği düşünmeye başlarız, aynı gözlükle kardeş cumhuriyetlere bakmaya başlarız; ama, yok; biz, konsensüs oluşmuş, en az 2 500, 3 000 uzmanın alınteri döktüğü, büyük emek verdiği planlara "uzmanların bize dayatması gibi" deyip, hatta, o değerli uzmanlara teşekkür edeceğimize, eleştirerek, küçümseyerek yaklaşırsak, aslında, bir başka korkumuzu saklıyoruz demektir. Nedir o korku; bu ülkenin kırk yıldır devletin ve özel sektörün gelişim zamanlarında yararlandığı kadrolar, bu planların, bu planlara dayanarak hazırlanan programların çalışmalarına katılan uzmanlardır ve bugün, bakıldığı zaman -daha önce Sayın Pakdemirli'nin dediği gibi- devlet adamı dışında, politikanın da önemli adamları haline gelmişlerdir. İşte, değerli milletvekilleri, planlara bakış açımızda, yarınımızı biz nasıl çizebiliriz diye bakmalıyız.

Peki, bu planlarla çözülmesi gereken, rakamları elimizdeki kitapçıkta yer alan başka neler var; neler çözmeliyiz, ne dönmüş bize; bunun en önemlisi, yolsuzluk ve rüşvetle mücadeleyle ilgili politikaların geliştirilmesidir. Eğer, biz, devlet erkini, kamu erkini elinde bulunduranın, rüşvet almasını engelleyecek olanakları oluşturmamışsak; eğer, kendisini fırsatçı, açıkgöz görenlerin, diğer başka bir vatandaşımızın ya da bir kesimin aleyhinde kendi avantajı olarak gayri kanunî, kuraldışı elde ettiği yolsuzluğu önlemezsek, işte, istediğimiz kadar planlar yapalım, istediğimiz kadar sermaye birikimi sağlayalım, bir sonuca ulaşamıyoruz.

Bu planların gelecekte öngördüğü yasalardan bir tanesi de, bize düşen düzenlemelerden bir tanesi de, kamudaki ihale düzeninin şeffaflaştırılabilmesi için, İhale Yasasının, çağdaş, günümüzün kurallarına göre oluşturulabilmesine ilişkin siyasî tercihten yana olmaktır.

Değerli milletvekilleri, bu planlarda kırk yıldır yer alan, ama, üzülerek söylemeliyim ki, kırk yıl içinde de ihmal edilen diğer bir olgu, emeğin korunmasıdır. Emek, bugüne kadar, ilk dönem planından sonra çıkarılmış toplusözleşme düzeni, grev ve lokavt düzeninden sonra ihmal edilmiş, hatta, zaman zaman, demokratik sistemin dışına çıkıldığı zaman, emeğin hakları ciddî bir şekilde elinden alınmıştır. İşte, bize ve bizden sonrakilere düşen konum, bu planlarda yer alan hükümlere uygun, iş güvencesinden, sendikal güvenceye kadar, kamu kesiminin sendikal örgütlenmesine kadar, sahip çıkmak ve toplum olarak, gelecekte, emeği koruyan bir toplum olarak, emeğimizin küreselleşme düzeninde, uluslararası sermayeye karşı, kafası dik, kimliğini kaybetmemiş, millî değerlere evrensel kurallar içerisinde sahip bir insan profili çizebilmeliyiz. Bunun temeli; her işlemde ve her olayda emeğin korunmasından başlarsak, biraz evvel verdiğim örnekte olduğu gibi, Mustafa Denizli, kaybettiği zaman kötü adam, kazandığı zaman bizim dediğimizi dinledi gibi, emeğin üstüne oturma huyundan da insanlar vazgeçmeye başlar, çocuklarımız, emeğin önemini kavrarlar.

Değerli milletvekilleri, hepimizin içinin sızladığı ve 1950'li yıllardan beri, 1960 yılında Sağlık Bankası, Tutum Bankası, Tütün Bankası ve son zamanlardaki bankalar, sürekli, ülkenin fonlarını, kredi yoluyla, dar bir kesime, azınlık bir kesime aktarmışlardır ve kim olursa olsun, bugün iktidarda olan muhalefetteyken, bugün muhalefette olan iktidardayken, hepimiz, bu ülkenin geleceği için aynı noktada birleştiğimiz için, her ne kadar iktidarda olanı suçlarsak da, bu bankaların aracılığıyla, kamu fonlarının, yani önemli bir kaynağın belli kesimlere aktarıldığını biliyoruz.

İşte, kırk yıllık plan döneminde, ülkemize gelen, günümüze gelen bir sorun, bankacılık düzeninin, kamu fonlarını koruyacak, işler hale getirilmesi olgusudur. Bu konuda çok şey yapıldı; ama, yapılanların tümü, aslında, bir bütünlük içinde olmadığı için, bir başka dönemin bankalarının içinin boşaltılmasını hazırladı. Kırk yıl bunu yaşadık. Hatta, bu bankalardan bir tanesi, o tarihte, Tekelden ayrılan işçilere kıdem tazminatı karşılık, emekli ikramiyesi diye verilen hisse senetleriyle oluşmuştur; Tutum Bankası. Hâlâ, bu bankanın tasfiyesi bile sona erdirilmemiştir, belki erdirilmiştir de kimse çıkıp tasfiye bitti demiyor.

Değerli milletvekilleri, bu konuyla ilgili, 57 nci hükümette başlayan; ama, tüm partilerin sahip olması gereken husus, Bankacılık Düzenleme Kurulunun bu konuda duyarlı olması, kendisine verilmiş olan yasama yetkisini, yasama adına, burada, kamu fonlarının korunması adına verildiğinin dile getirilmesidir; çünkü, bir başka örneği verdiğimiz zaman, biz, kısır tartışmalara giriyor, âdeta ağaçlarla uğraşmaya başlarken, ormanın yandığını göremiyoruz, orman bir yerden alev alınca aklımıza geliyor ki, biz, bir şeyi unutmuşuz. O takdirde, bu konu çok hassastır, hatta hatta bu konuda devlete bugüne kadar haksızlık yapılmıştır. Hangimiz, bir özel bankanın genel kurulunda, ortaklar kurulunun tartışmalarından haberdarız, halka açık olanlar olduğu halde? Hiç görmeyiz, gazete sütunlarına da yansımaz; ama, devletin bankaları, bizim, burada, KİT Komisyonunda tartışılırken, kelimeler çarpıtılarak ve ciddî bir şekilde şüphe ve güvensizlik yaratılarak rakipleri olan özel bankaların önüne koyuyoruz; yani, bunların güvenilirliğini farkında olmadan yasama meclisinde bile zedeliyoruz. Belki de, bu planlarda, burada alınacak diğer bir konu, bu konularda, mademki bankalar bir kamu kurumudur ve kamu fonu oluşturuyor, bizim KİT Komisyonuna bile parlamenterler dışında kimsenin girmemesi; yalnız, sonucun burada deklare edildği zaman görülmesi gerekmektedir; çünkü, bankaların içi, devletin bankalarının içi kırk yıl içinde hep böylesine olaylar sonrası boşaltılmıştır ya da verdikleri krediler donmuştur. Biz, bir genel müdürümüze, bir özel bankanın genel müdürü kadar para vermeyebiliriz devlet olarak; ama, onun onuruna, onun yönetimine -eksiği varsa, getiren biziz, biz götürelim- sahip çıkmalıyız, bankamızın mal varlığının şunun bunun ağzında, elinde kalmasına imkân vermemeliyiz. Bu konunun, burada, beş partimizin değerli grup başkanvekilleri tarafından, yakın bir zamanda tartışılacak İçtüzükte dikkate alınabileceğini umuyor ve bu konunun hassasiyetini, kendi takdirlerine, görüşlerine sunuyorum.

Değerli milletvekilleri, günümüze gelen kırk yıllık dönemde bir diğer önemli sorun, karaparanın bu ülkede cirit atmasıdır. Bu ülkede karapara cirit attıkça, bu ülkede çeteler gazete manşetlerinde öne çıkarılacaktır. Bugün, sabahleyin, TRT'deki programda, Cumhuriyet'in Ankara Temsilcisi Sayın Mustafa Balbay'ın, Adalet Bakanlığında bir genel müdüre atfen söylediği bir konuyu huzurunuza getirmek istiyorum. Yapılan bir araştırmaya göre, şu anda, gördüğümüz iki çete arasındaki savaşa özenen, belinde silahı, suç işlemeye hazır 20 000'e yakın vatandaşımız İstanbul'da geziyor. Bu planlarla, bu programlarla, hazırladığımız parasal değerlerin muhatabının insan unsurunu olduğunu, insan faktörü olduğunu düşünerek ve suç işlemeye hazır o 20 000 insanın yanında gezdiği kişinin oğlumuz, yarın torunumuz, eşimiz, kızımız ya da biraz daha bakarsak, dünürümüz olduğunu ve bir tesadüfî kurşunla gidebileceğini hiçbir zaman unutmamalıyız ve belki, bu programlarda, özellikle karaparayı kontrol altına alabildiğimiz zaman, bu konuları da alabileceğimizi göreceğiz.

Değerli milletvekilleri, herkesin vergi düzenine dahil edilmesi gerekir. Bu, çok zor bir iştir. 4369 sayılı Yasayla gerçekleşti bu; ama, beraberinde, ünlü Uzakdoğu krizi geldi, Rusya krizi geldi; herkes, kabahati, suçu vergiye yükledi. Bugün, burada, kürsüde dile getirildi -değerli hatipler dile getirdiler- herkesin kayıt içine alınması için, şu anda uygulanmakta olan basit yönteme bile hayır demeliyiz. Herkesin, ciddî bir muhasebe yaparak, hesap verebilir hale getirilmesine imkân tanınmalıdır. Çünkü, kayıtdışılığı özendirdikçe, yeraltı ekonomisini de, karaparayı da özendirmiş oluyoruz. İşte, bugünümüze yansıyan ve programlarımızla geleceklerde bu kalkınma planlarında yer alması gereken konulardan bir tanesi, önemli bir ölçüde herkesin vergi kapsamı içersine alınmasıdır. Birisi vergi ödüyor, sistemi finanse ediyor; diğeri vergi ödemeden bu finansmanı kaynak kullanıp, kendisine alıyor ve haksız kazanç elde ediyor. Bu, hakça bölüşümü engellediği gibi, her fırsattan hakça yararlanma olanağını da siyasal olarak, kültürel olarak, sosyal yaşamımızın bir parçası olarak önemli şekilde etkiliyor.

Değerli milletvekilleri, Türkiye'nin önemli bir sorunu ekonomide demokrasinin yaratılmasıdır. Nasıl yaratılacak?.. Bu geçmişte söylendiği zaman hemen "işçiler mi el koyacak" deniliyordu. Hayır, bugün Türkiye Cumhuriyeti, yirmi yıllık bir süreç içerisinde, büyük bir kavgayla, muhalefetle karşılaşarak, bunu, devletin sahip olduğu önemli kurumlarını özelleştirmek yoluyla sağlamaya çalışıyor. Bunda, özel kesimin de sermaye piyasasına girdiği zaman, sermaye tabana yayıldığı zaman, bu sağlandığı zaman ekonomide demokrasi sağlanır; yani, eğer insanlarımız, cebine koydukları hisse senediyle önünden geçtikleri (X) büyük kurumunun ortağı oldukları hissini, duygusunu yaşayamıyorsa, yalnız o kurumun kendisini sömürdüğünü düşünüyorsa, bu ülkede, bırakın maddî fırsatlara eşitliği sağlamayı, o vatandaşı, o genç insanı manen eziyoruz demektir; ama, bunun da bir şartı var. Şu anda olduğu gibi, spekülatif amaçlarla inip çıkan bir sermaye piyasası olmamalıdır; gerçek değerini bulabilen, spekülatörleri anında yakalayabilen, bu konuda ciddî bir düzenleme görevini üstlenmiş olan bürokrasinin, artık, uzun süredir "biraz daha gelişsin" diye göz yumduğu ekonomide demokrasinin oluşması için sermaye piyasasına gerekli işlerliğin sağlanmasıdır.

Değerli milletvekilleri, kırk yıldır yapılmak istendi, yapılamadı, her hükümet bu konuda iyiniyetle yaklaştı, gerçekleştiremedi, bölgelerarası eşitsizliğin giderilmesi. Bu, cumhuriyetin kuruluşundan beri, ülkenin, vatandaşına, hangi dönemin siyasî tercihi olursa olsun, sunamadığı önemli bir olgudur ve bu olgu, aslında ülkenin her tarafını yaşanabilir, kentleşmenin sağlıklı olmasını kılabilir. İnsanın psikolojisinin ve sosyolojisinin benzerlik olmasını sağlayabilecek olgu, üzülerek söylemeliyim ki, daima bazı kötü niyetlilerin denetlenememesi, teşviklerin devletten mal kaçırma olarak nitelendirilmesi gibi nedenlerle sağlanamamıştır. İşte, belki de yarın görüşeceğimiz bölgelerarası eşitsizliğin giderilmesi konusu bu plandan sonra dikkatle ele alınması gereken önemli konulardan bir tanesidir.

Değerli milletvekilleri, en önemli konu, işsizliğin azaltılması ve bu amaçla istihdamın artırılmasıdır. Bu sorun bugüne kadar siyasî malzemeydi; ama, şimdi anlatacağım bazı nedenlerle millî bir sorun olmak konumundadır; çünkü, işsizlik sorunu şu anda yalnız Türkiye için değil, gelişmiş ülke olan Amerika Birleşik Devletleri için de sorundur; neden sorundur; hepimizin sürekli dinlemeye başladığı ve yeni sistem dediğimiz, yeni ekonomi dediğimiz teknolojinin gelişmesi sonucu artık sıradan insanın, ehliyetsiz insanın, belirli uzmanlığı olmayan insanın çalıştırılmayacağı, hatta, belki çok iyi notlarla fakülteleri bitirmiş, iyi bir geçmişe ve kariyere sahip olan insanların, birden bire, 40 yaşında iken, yaptığı işin fonksiyonsuz hale gelmesi dolayısıyla, iş sahibi iken işsiz kalmasıyla karşılaşacağız. Bu, millî bir sorundur ve bu sorun, bugün, bütün gelişmekte olan ülkelerin yarınları için düşünmeye başladıkları, çözüm yolları araştırdıkları sorundur. Türkiye'de bunun hâlâ farkında değiliz; neden değiliz; çünkü, Türkiye'de, çıkıp burada herkes eleştiriyor "biz, neden Kore'den geriyiz, neden İspanya'dan geri kaldık" ama, hiç kimse demiyor ki, bu ülkelerde çalışan kadın nüfusu istihdamın yüzde 40'ıdır. Türkiye'de bu rakam halen yüzde 16 mertebesindedir. Şimdi, bu rakam, yeni ekonomide bütün ülkelerde kadının yapabileceği işler açısından değerlendirildiği zaman, yüzde 80 oranına çıkma konumundadır. O zaman, işsiz kalacaklar -eğer, yeni iş olanakları bulmamışlarsa- üniversiteleri bitiren, meslek okullarını bitiren ya da okuyamayan gençlerimiz olacaktır. İşte, işsizlik sorununa, bugüne kadar muhalefet ederken, iktidarda olan partiye, sen çözüm bulamadın diye yaklaşabilirdik; ama, bugünden sonra bizim karşımızdaki en büyük tehlikenin, en büyük olgunun teknolojideki gelişmeler olduğunu, yazılım ekonomisinin önemini ve buna benzer olguları dikkate almalıyız.

Değerli milletvekilleri, Hindistan bu konuyu bizden önce keşfetmiş. Bugün, bilgiişlem sektöründe, yazılım sektöründe, bilgisayar sektöründe insangücü ihraç ediyor. Gelişmekte olan ülkeler, şu anda, Almanya, bütün ülkelerde bu alanda işgücü arıyor. O halde, bizlerin, buna dikkatle bakıp, işgücünü ciddî bir şekilde değerlendirmemiz gerekir.

Değerli milletvekilleri, sabahtan beri bu planla ilgili dinliyoruz, tartışıyoruz ve dinlerken, tartışırken ciddî bir şekilde önümüze sunulmuş olan planı da gözden geçiriyoruz; ama, çok önemli bir olguyu da dikkate almalıyız; küreselleşme iyi olabilir, iyidir; ama, küreselleşmenin sakıncalı olduğu yerler vardır, o da, ciddî bir şekilde, millî kimliği, bu evrensel sistemin içindeki olguda koruyabilmektir. Bu da, bölgeselleşme aracılığıyla sağlanır. İşte, bugüne kadar, plana da yansıyan, Avrupa Birliğiyle ilgili düşünceler, aslında, uluslararası sermayeye karşı bölgesel korunmadır; ama, bu, bölgesel korunmayı, salt Avrupa Birliği çerçevesinde düşünmemeliyiz. Biz, elimize gelen fırsatları ya da yarınlarımızı hazırlayamazsak, hep geri kalırız. Bir gün Sovyetler Birliğinin çökeceğini, bizim, kardeşimiz dediğimiz Türk cumhuriyetlerinin özgürlüklerine kavuşacaklarını düşünüp, bu olgu meydana geldiği zaman, hazır plan sahibi değildik. Bu ülkede, bir hata yapmışsak, ikincil, üçüncül hataları yapmamalıyız.

Planımızda yer almayan, belki de bundan sonrası için yer alacak ciddî bir olguyu bugünden sonra düşünmek zorundayız. Bugün, Fransa, Fransızca konuşan ülkelerle ilgili çeşitli örgütlenmeler yapmıştır. Yani, Suriye, eski bir sömürgesi durumunda geçici bir süre bile olmuşsa ya da Nijerya olmuşsa ya da Senegal olmuşsa; onlarla "Fransızca konuşan ülkeler" adı altında bir kültür geliştiriyor. Biz de, bu ülkede başlatmalıyız ve Türkçe konuşan ülkeler kültürünü, ekonomide, sosyal ilişkilerde, kültürde ve özellikle yasama düzeninde, birbirimizle birlik olabilmek, bütünlük sağlayabilmek için geliştirebilmeliyiz.

Bugünlerde konuşulmayan, 56 ncı hükümet döneminde Genel Başkanımız tarafından o tarihte dile getirilmiş ciddî bir olguyu dile getirmek istiyorum: Avrupa Birliği bizim için ikincil hedef olmalı; birincil hedef, Avrasya birliği olmalı. (MHP sıralarından alkışlar) Yani, yarın, öbür gün, Avrupa ve Asya birlikteliğinde, Türkiye, söz sahibi, hakça düzenin önderi olamazsa, bugün yaptığımız aynı eleştirileri o gün de yaparız ve hatta hatta, bugün, birlikteliğimizin söz konusu olmadığı, Türk cumhuriyetleri nedeniyle çok sıcak yaklaşamadığımız, yaklaşamadığımız; ama, birlikte olmamız gereken Ermenistan'a hazırlık yapıp, Ermenistan'la ilgili ilişkiler dosyası her zaman elimizin altında olmalıdır; yani, bir gün Azerbaycan ve Ermenistan birlikteliği sağlandığı zaman, o koridor açıldığı zaman, Türkiye hazırlıksız yakalanmamalıdır.

Değerli milletvekilleri, 2023 yılının Türkiyesi nasıl olmalıdır? Benim çocuğum ya da torunum nasıl bir Türkiye'de yaşamalıdır? Bu programda, bu kalkınma planında varılmak istenen temel nokta bu olmalıdır ve bu konuda üzerinde durulması gereken husus, eğitim olmalıdır. Eğitimi, 8 yıllık eğitimden 12 yıllık eğitime çıkarma planlamasını başlatmalıyız. Eğer 12 yıllık eğitimi esas koymazsak, yarının Türkiyesinde, çocuğumuzu, nitelikli diğer devletlerin çocuklarıyla yarışamaz hale getiririz.

Planda yer alan bir kavram var; doğrudan yabancı sermaye yatırımı kavramı. Bu, bugüne kadar geçerli bir kavramdı; ama, değerli milletvekilleri, bu kavram, artık, doğrudan sermayenin sizin bulunduğunuz yere gelerek oluşmasıyla değil, internetin bir diğer noktasında, size dilediği malı pazarlama noktasına gelmiştir. İşte, böylesine yeni bir ekonomik düzende, biz, çocuğumuzu hazırlarken, bugüne kadar olmayan, belli zamanlarda getirilebilen bir vergiyi rahatlıkla konuşabilmeliyiz, eğitim vergisinden söz edebilmeliyiz. Biz, eğitim vergisiyle, bu toplumun geleceğine, toplumun geleceğini yetiştirmeye ne denli önem verdiğimizi ortaya koyabilmeliyiz.

Değerli milletvekilleri, bugüne kadar, Türkiye'yi, enflasyon vergisiyle finanse edildi. Kırk yıllık plan döneminde enflasyon artırıldı, artıştan gelen vergi alındı. Son dönemde, enflasyonun indirilmesiyle, devlet, enflasyon vergisi tercihinden vazgeçmiştir; ama, kırk yıl içinde ne oldu bu ülkede; zengin daha zengin oldu, yoksulluk arttı, bu sefer, eşitsizlik, zenginler arasında başladı. İşte, bunun önüne geçebilmenin temel yolu... Eğer, işadamı, özel sektör de, iyi para kazanabilen tüketicisi yoksa, yaratılan katmadeğerden vatandaş pay almamışsa, ürettiği malı satacağı bir kitle bulamayacak demektir.

Biz, siyah beyaz televizyona 1970'li yıllarda ulaşırken, gelişmiş ülkeler 1950'li yıllarda dönmüşlerdi. Biz, 1980'li yıllarda video ve renkli televizyonu görürken, insanlar uydu sistemine geçmişlerdi. Bu gerçekleri hiçbir zaman unutmamalıyız. Bu nedenle, bu planlarla, korkmadan, bir yeri kayırıyorsun denileceğinden çekinmeden, belirli sektörlere sahip çıkmalıyız, öncelik vermeliyiz. Bu sektörleri, yan sektörlerle birlikte, Türkiye'nin olanaklarını, imkânlarını, insangücünü ve özellikle, Anadolu sermayesini, orta ölçeklikte sermayeyi koruyacak düzeni oluşturmak zorundayız. Bu düzenin oluşabilmesi için her türlü imkân var, yapılabilir; yeter ki, bunların uygulanmasında, enerjiyi tek başına kullanmak yerine, bir araya getirip, toplamından fazlası olan sinerjiye dönüştürebilelim.

İşte, değerli milletvekilleri, bilgi ve iletişim teknolojilerine önem vermezsek, bilgi ekonomisine öncelik vermezsek; bugün, yıllardır, planlarda eğer, enerji iyi bir planlamaya tabi tutulmamışsa, enerji eksiği hissediyorsak; eğer, bugünün değil, elli yılın sonrasının enerji politikasını oluşturamıyorsak; eğer, biz, hayvancılığa, yalnız hayvancılık sektörünü geliştirmek açısından değil, çocuğumuzun, her sabah, bir bardak süt, bir yumurtayla beslenerek, gerekli proteini alarak, rakibi ülkelerin insanlarıyla yarışabilecek hale getiremiyorsak; eğer, 1950 yılından beri, Marshall yardımı geldikten sonra, meralarımızı önemsemez, makineli hayvancılık üretimine geçersek, bugünü yaşarız. Sakın ola ki, bundan beş yıl önceki Refahyol, dört yıl evvelki Refahyol hükümetini suçlamayalım, bundan on yıl evvelki Anavatan Partisi Hükümetini suçlamayalım ya da daha evvelki Adalet Partisini ya da Doğru Yol Partisini... Bu olgu, 1950'li yıllarda yaşadığımız dönüşüm anında, farkına varılmadan, Marshall yardımı sırasında bu ülkeye sokulmuş ve bizler "Türkiye, Avrupa'nın gıda ambarıdır" diye okurken okul kitaplarında, aklımıza gelip soramazdık "Bize, süttozu vereceğinize, bir bardak sütü neden veremiyorsunuz?" diye. (DSP ve MHP sıralarından alkışlar)

Değerli milletvekilleri, kavga yerine uzlaşının; gelecek için, bir araya getirebildiği uzmanlarının enerjisinin önemsendiği; yanımızdaki kişiden şüphe etmek yerine, birlikteliğine önem verdiğimiz zaman, bu ülkenin önünde kimse duramaz ve gerçekten, bu ülke, dünyayı yöneten, dünyanın yönetiminde söz sahibi olan ülkeler arasında yer alır; ama, bir grup araştırma, geliştirme yapmalıyız.

Gelişen ekonomilerden dolayı, gelişmekte olan ülkelerde meydana gelebilecek eksikliklerin yerini bizler nasıl doldurmalıyız; bizler, yerine nasıl girmeliyiz? Eğer bunlar üzerinde bir çalışma yapılmazsa, eğer güncelden kopup, geleceği planlayamazsak, değerli milletvekilleri, biz, hiçbir zaman ileriye gidemeyiz.

Son olarak şunu söylemek istiyorum: Bu ülkede, dünyanın yaşadığı tehlikeleri bir daha yaşamıyoruz; ama, bugün, dünyayı bekleyen tehlike, hem işadamları için kazanç güvencesizliğidir hem de emek sahiplerinin ciddî bir şekilde iş güvencesidir.

Dün, bir yazarımız, bugünlerin bilançosu hakkında ciddî bir değerlendirmede bulunuyor ve diyor ki: "Şu gördüğümüz çok departmanlı, büyük, mega mağazalar var ya, onlar bu yıl kâr etmemişler." Niye?.. "Çünkü, bu bir yıl içinde faizler düşmeye başlayınca, elde ettikleri paraları, üç ay sonra ödemeden önce bankaya koyup ciddî faizler alırken, bu yıl bunu gerçekleştiremediler ve merak ediyorum, onların yönetim kurulu toplantılarına, icra kurulu toplantılarına girip izlemek istiyorum, acaba, ne yapıyorlar" diyor.

Değerli milletvekilleri, Türkiye'nin bu değişim ve dönüşümünü biz yalnız yakalamamalıyız, biz hazırlamalıyız. Biz, yarınların Türkiyesini inşa ederken, siyasî tercihlerimizin, yalnız, o noktaya varabilmek için, farklılığımız olduğunu bilip, birbirimize köstek olacağımıza destek olabilirsek, bu ülkenin dışpolitikası da önümüze gelir.

Değerli milletvekilleri, sizlerle de konuşuyorlar, benimle de konuşuyorlar. Geçtiğimiz gün, bir büyükelçi bir soru sordu; birdenbire dedi ki: "Bu idam işini ne yapacaksınız?" Arkadan dedi ki: "Güneydoğu sorununu ne yapacaksınız?" Büyükelçiye "çözeceğiz" dedim. "İyi; ama, muhalefetiniz öyle demiyor" dedi. "Siz, bizim muhalefetimizin, bizim kadar bu ülkeyi sevdiğini bilmiyor musunuz" dedim.

Bu ülkede, hem muhalefetin hem iktidarın birlikteliğinde, bu yirmiüç yıl sonrasının Türkiyesini inşa ederken, el ele vererek ve gelecekteki siyasetimizi, bu inşa noktasında aldığımız konuları geliştirerek oluşturacağımızı düşünüyorum. Bu dönem milletvekili olarak, Türkiye'nin, yarınlarında, eğitimi, sağlığı ve her türlü altyapı yatırımıyla, tasasız yaşayabilen, çocuklarına iyi bir gelecek sağlayan ve geleceğini bugüne taşıyabilen gerekli yasaları hazırlayabilirsek, bu planla, belki de 1932-1933'lerde süresinden önce tamamlanan yatırımlar gibi, süresinden önce gerçekleştirilen olaylar gibi, hedefe ulaşabiliriz. Ve ben diyorum ki, o zaman, herkes, Amerikalısı bile, gelip "ne mutlu Türkiye'de yaşayana" diyebilsin.

Saygılarımı sunuyorum. (Alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Türker.

Demokratik Sol Parti Grubu adına ikinci konuşmacı, Afyon Milletvekili Sayın Gaffar Yakın.

Buyurun efendim. (DSP sıralarından alkışlar)

DSP GRUBU ADINA GAFFAR YAKIN (Afyon) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Sekinci Beş Yıllık Kalkınma Planının görüşülmesi nedeniyle, Avrupa Birliğiyle ilişkiler ve Türkiye’nin, bölge ülkeleri ve diğer ülkelerle, ekonomik ilişkileri konusunda Grubum adına söz almış bulunmaktayım; hepinizi saygıyla selamlarım.

Dış ekonomik ilişkileri, dış siyasetten soyutlamak mümkün değildir. Ekonomik çıkarlar, dış siyasetin saptanması ve geliştirilmesinde en önemli unsurlardan birisidir; ama, asıl belirleyici faktör, o ülkenin dış politikalarındaki temel tercihleridir.

Değerli milletvekilleri, Türkiye Cumhuriyetinin dış politik tarihini, bugün, üç döneme ayırabilmek mümkündür: 1920 - 1940 dönemi, 1940’lardan 1990 ve 1990’lar sonrası.

Bugün, kalkınma planlarından en önemlisi olan sekinci dönemi yaşıyoruz. Sekizinci dönemde, en önemli unsur, Türkiye’nin Avrupa Birliğine entegrasyonudur. Bu, Türkiye Cumhuriyetinin 77 yıllık tarihinde, en önemli bir safhası ve Türkiye Cumhuriyetinin yepyeni boyutlara ulaşacağı bir dönemdir. Bu nedenle, bugünkü dönem, 1990’lar sonrası dönemi, daha çok, cumhuriyetimizin kuruluş yıllarıyla çok büyük benzerlikler arz etmektedir, çok büyük paralellikler vardır. Bu nedenle, gecenin bu geç saatlerinde, tarihi, kısaca, biraz anlatmak istiyorum ki, bugünü daha iyi kavrayabilelim ve bugün Türkiye’nin tercihlerinin, geçmişteki tercihlerle paralelliklerini, aynı şartlarını görelim.

Sayın Bülent Ecevit’in bu dönemlerle ilgili tespitlerini, 1995 yılında Yeni Türkiye Dergisinde yayımlanan yazısından aktarmak istiyorum: “Türkiye’nin 1920’li ve 1930’lu yıllarda, İkinci Dünya Savaşına kadar başarıyla uyguladığı bir dış politikası vardı. Bu barışçı dış politikanın temel ilkesi, komşularımızla ve yakın bölge ülkeleriyle iyi ilişkilere ve dayanışmaya öncelik vererek, çevremizde bir güvenlik kuşağı oluşturmak ve kendi bölgemizdeki sağlam konumumuzdan güç alarak Batı'ya ve başka ülkelere açılmaktı; onun için, buna, bölge merkezli dışpolitika denilebilir.

Sovyetler Birliği'yle Kurtuluş Savaşımız sırasında başlayan ve karşılıklı güvene dayanan dostluk, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu ardından da sürdürüldü, kapsamlı bir ekonomik işbirliği pekiştirildi. Osmanlı döneminde Rusya'yla devamlı çatışan Türkiye, yeni dönemde, Türkiye Cumhuriyeti ve Sovyetler Birliği arasında karşılıklı dostane ilişkiler kurmuş oldu. O dönemde bu iki komşu ülke, Batı'dan gelen ortak tehdit ve tehlikeleri birlikte göğüsleyebilmek için, kendi ulusal çıkarlarını sağlıklı biçimde dengelemeyi başarmışlardır.

Cumhuriyet Türkiyesinin uluslararası alanda ilk adımlarından birisi de, Yunanistan'la dostluk ilişkilerini geliştirmek olmuştur. Osmanlı çağının acı anılarına karşılık, üstelik kıran kırana geçen bir savaşın hemen ardından, duygusal engeller ve karşılıklı kuşkular aşılarak kurulan böylesi yakın dostluk ilişkilerinin, tarihte çok az örneği bulunsa gerek.

Türk-Yunan savaşından sonra, iki karşıt önder Atatürk ile Venizelos, savaştan çok kısa bir süre sonra, ülkeleri arasında ortak tarihlerinin en sıcak dostluk ilişkilerine de önderlik edebilme mucizesini göstermişlerdir.

Gene, Atatürk'ün önderliğinde 1931'de, Türkiye'nin öncülüğünde Balkan konferansları başlamış ve Balkan Paktı imzalanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti, Rusya'yla iyi ilişkilerini güvenceye aldıktan sonra, Balkanlarda da iyi bir dostluk ve güvenlik ortamı oluşturmayı başarmıştır. Aynı dostluk çemberini, Türkiye, Sadâbâd Anlaşmasıyla, Ortadoğu ülkeleriyle -İran, Irak, Afganistan arasında- bir anlaşma imzalayarak gerçekleştirmiştir. Afganistan'la olan arabuluculuğu, gene Türkiye, o dönemde gerçekleştirmiştir.

Türkiye'nin, Atatürk'ün önderlik ettiği bu birinci döneminde, Sovyetler Birliği'yle, Balkan ülkeleriyle ve diğer komşularla yakın dostluk ve ilişkiler geliştirilmiş ve güvenlik kuşağı oluşturulmuştur ki, o günlerde Türkiye, savaş yorgunu bir ülke, nüfusu az, ekonomisi çok zayıf, askerî gücü de yetersizdi.

Böyle bir dönemde Türkiye, bir yandan, köklü bir devrimi ve çağdaşlaşma programını uygulamaya geçirip, ekonomik kalkınma atılımını başlatıp ve demokrasiye geçiş koşullarını oluştururken, bir yandan da, izlediği dışpolitikayla, kendi bölgesinde barışa ve işbirliğine öncelik eden önder bir ülke konumuna gelmiştir." Tıpkı bugünlerdeki gibi...

Bugünlerde, Türkiye Cumhuriyeti, çağdaşlaşmanın ikinci bir evresi olarak, Avrupa Birliğiyle bütünleşmeyi gerçekleştirirken, yine, etrafındaki ülkelerle dostluğu ve uzaktaki ülkelerle ekonomik ilişkilerini geliştirebilmenin gayreti içerisindedir.

1920 ve 1930'ların maddî bakımdan çok güçsüz Türkiye'si, büyük başarılarla uyguladığı bölge merkezli dışpolitikayla, dünyada etkili bir biçimde ve başı dik olarak başarabilmenin başarılı bir örneğini vermiştir. Ama, ikinci dönem olarak dediğimiz ve Sayın Ecevit'in "denge içinde denge arayışları dönemi" olarak ifade ettiği dönemde, Sovyetlerin, Türkiye'den toprak istemesi, Yalta dönemindeki gelişmelerle, Türkiye, Batı'ya yanaşmak zorunda kalmıştır. Ama, Batılı ülkeler, bir taraftan Türkiye'ye gerçek dostluklarını göstermezlerken, diğer taraftan, Türkiye, komşuları tarafından, emperyalist güçlerin bir ileri karakolu gibi görülmeye başlanmıştır.

1960'lı yıllarda, Johnson mektubunun ardından, Ecevit kendi yazısında anlatıyor: "Rahmetli İsmet İnönü, bir gün bana 'eğer, İkinci Dünya Savaşı ertesinde Sovyetler Birliği, bizi, toprak istemiyle tehdit etmiş olmasaydı, bloklar dışında yansız bir devlet olarak kalmayı tercih ederdik' demişti."

Değerli milletvekilleri, o sıkıntılı dönemlerin aşıldığı bugünlerde, 1990'lı yıllardan sonra, biz, hâlâ, o ikinci dönemin düşünce atmosferlerinden kendimizi kurtarabilmiş değiliz.

O ikinci dönemin nasıl bir dönem olduğunu şu sözler daha iyi anlatıyor: "O yıllarda verdiği demeçlerde İsmet inönü, kullandığı tümcelerdeki sözcüklerin sıralamasında bile denge gözetiyordu. Örneğin, bir gün 'Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği' derse, ertesi gün sözcüklerin sırasını değiştirerek 'Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri' diye konuşuyordu. Bir gün, ABD için 'büyük müttefikimiz' derse, bir başka gün, Sovyetler Birliğinden 'büyük komşumuz' diye söz ediyordu.

1970'li yıllardaki muhalefet ve iktidar görevlerim sırasında ise, ben, denge içinde denge oluşturmaya çalıştım. Şöyle ki, bir yandan, Batı'yla ve Sovyetler Birliği'yle ilişkilerimizi daha dengeli kılma çabalarını sürdürürken, bir yandan da, Sovyetler Birliği'yle ilişkilerimizi, başka bölgesel ilişkilerle dengeleme yollarına başladım. Böylece, daha, iki kutuplu dünya ve soğuksavaş dönemi kapanmadan, Türkiye, bölgesel ilişkilerini, çok boyutlu dengeler gözeterek yeniden geliştirmeye başlamış oluyordu."

Değerli milletvekilleri, bu dönemde dahi, Türkiye, Kıbrıs'ı alarak, Kıbrıs'taki Barış Harekâtını gerçekleştirerek ve haşhaş ekimini serbestleştirerek, kendine uygun, kendine yakışan dışpolitikayı sürdürmüştür.

1990'lar sonrası döneminde ise, 1990'dan başlayarak, Sovyetler Birliğinin dağılması, iki kutuplu dünya ve soğuksavaş döneminin sona ermesi, Türkiye'nin önüne, bölge merkezli dışpolitika geleneğini yeniden canlandırabilmesi için büyük olanaklar sermiştir; yani, 1990'lar sonrasında, dünya siyasetindeki dengeler, tekrar, cumhuriyetin kurulduğu yılların dengelerine dönüşmüştür ve Türkiye, aynı misyonu üstlenmek durumunda kalmıştır.

1990'lar sonrası için, Sayın Ecevit'in önerileri nelerdi: "Bölge merkezli dışpolitika yeniden canlandırılmalı. Türkiye'nin dünyada bir eşi daha bulunmayan çok boyutlu bir jeopolitik konumu vardır. Türkiye, tarihsel, coğrafî, kültürel açıdan hem bir Avrupa ve Balkan ülkesi hem Akdeniz ve Ortadoğu ülkesi hem de Kafkasya ve Asya ülkesidir.

İki kutuplu dünyanın sona ermesi, Avrupa ile Asya'nın "Avrasya" kavramında bütünleşmeye başlamasıyla, Türkiye'nin, bu çok boyutlu jeopolitik konumu, eskisinden çok daha büyük bir işlevsellik olanağı kazandırmıştır. Türkiye, eğer, bu konumu daha çok geciktirmeden değerlendirebilir ve 1920'li-1930'lu yılların bölge merkezli dışpolitikasını yeniden canlandırabilirse, son yıllarda kaçırmış olduğu olanakları, biraz gecikerek de olsa yeniden elde edebilir, Rusya'yı da batılı müttefikleri de karşısına almadan bölgede bir önder ülke durumuna gelebilir." Bunlar, 1995'te söylenen sözler.

Sayın Bülent Ecevit'in, dış politikada devamlı önerdiği, ulusal çıkarlara dayalı, bölge merkezli ve geniş açılımlı bir dış politika önerisidir. Partinin seçim bildirgesinin en sonunda "Kendi bölgesinde güçlenen ve önder duruma gelen bir demokratik Türkiye'ye, Batı'nın kapıları, hiçbir ödün vermemize, yalvarıp yakarmamıza da gerek kalmadan kendiliğinden açılır" diyor ve Sayın Bülent Ecevit'in  öngördüğü bu gelişme neticesinde, Avrupa Birliğine Türkiye'yi almaya nazlanan ülkeler, sonunda, Türkiye'yi Helsinki'ye davet etmek zorunda kalmışlardır.

12 Eylül 1963 yılında Ankara Antlaşmasıyla başlayan, gümrük birliğiyle devam eden ilişkiler, Helsinki'de, Sayın Ecevit'in imzasıyla, Türkiye'nin adaylığı AB tarafından kabul edilmiş oldu. Bu sonuç, Sayın Ecevit tarafından öngörülen ve izlenen, ulusal çıkarlara dayalı, bölge merkezli dış politikanın başarısı olmuştur.

Gümrük birliğiyle, Türkiye, Avrupa Topluluğu çıkışlı sanayi ürünlerinde uygulamakta olduğu gümrük vergilerini, eş etkili vergileri ve miktar kısıtlamalarını tamamen kaldırmış, Avrupa Topluluğunun üçüncü ülkelere karşı uyguladığı ortak gümrük tarifesini uygulamaya koymuştur. Gümrük birliğinin gerçekleştirilmesiyle Türkiye-Avrupa Topluluğu ilişkilerinde geçiş dönemi sona ermiş ve son döneme girilmiştir.

Değerli milletvekilleri, 10-11 Aralık 1999 tarihlerinde gerçekleştirilen Helsinki Zirvesinde Türkiye, diğer aday ülkelerle eşit şartlarda Avrupa Birliğine aday ülke olarak kabul edilmiş, Türkiye'nin üyeliği için gerekli olan reformların gerçekleştirilmesine yönelik olarak bir katılım stratejisi geliştirileceği belirtilmiş, Türkiye tarafından da, Avrupa Birliği müktesebatının benimsenmesine ilişkin bir ulusal program hazırlanması öngörülmüştür. Önümüzdeki dönemde, Avrupa Birliği tarafından Türkiye için hazırlanacak olan katılım öncesi stratejinin içeriğinde, Türkiye'nin Kopenhag siyasî kriterlerine uyumunu da içerecek şekilde güçlendirilmiş bir katılım öncesi siyasî diyaloğu, uyum önceliklerini, uyum izleme mekanizmasını; Türkiye'nin, aday ülkelere yönelik tüm Topluluk programlarına ve kuruluşlarına katılımını; Türkiye'nin, katılım süresinde diğer aday ülkelerle yapılan tüm toplantılara iştirakini; katılım öncesi stratejisinin finansmanı için, Topluluğun, katılımla ilgili kaynaklarını tek tip bir çerçevede toplayacak bir malî yardımı kapsaması beklenmektedir ki, bu, Avrupa Birliği tarafından hazırlanacak stratejidir.

Türkiye tarafından hazırlanacak olan ulusal programda ise, Avrupa Birliği müktesebatına uyum sağlanması için, mevzuatımızda başlıklar itibariyle yapılacak değişikliklerin ve yeniliklerin, uyum için gerekli beşerî ve malî kaynakların, katılım ortaklığında belirtilen önceliklerin yanı sıra, Türkiye'nin, uyum için gerekli gördüğü kendi önceliklerinin, Avrupa Birliği müktesebatının yerine getirilmesi için gerekli olan idarî yapının geliştirilmesinin öncelikler takviminin yer alması beklenmektedir.

Özetlersek; Türkiye, Avrupa Birliğine girmeyi, çağdaşlaşmanın bir gereği olarak görmektedir. Hazırlayacağı ulusal programda, Avrupa Birliğine tam üye olarak katılabilmek için, ekonomik ve sosyal yaşamda atması gereken adımları belirleyecek ve gerçekleştirecektir.

Mevzuatımız, devlet yapımız ve ekonomik hayatımızda gerçekleştirmek zorunda olduğumuz değişikliklerde bir zorlukla karşılaşacağımızı zannetmiyorum. Zaten, bu alanda epeyce adım atılmış ve pek çok ciddî gelişmeler sağlanmıştır.

Yeni kuracağımız ve görüşmekte olduğumuz Avrupa Birliği genel sekreterliğinin, bu alanda çok faydalı çalışmalar yapacağına inanıyorum.

Avrupa Birliğiyle uyum döneminde aşağıda sıraladığım hususlara dikkat edilmelidir.

1. Malî yardım konusu.

Avrupa Birliği sürecinde gerekli ekonomik ve sosyal dönüşümün sağlanması, Türkiye'ye önemli bir malî yük getirecektir. Avrupa Birliğinin Türkiye'ye malî katkısı, diğer aday ülkelere sağlanan düzeyde olması sağlanmalı ve tüm katılım öncesi malî kaynaklar tek bir çerçevede toplanmalıdır.

Türkiye, 65 milyonluk nüfusuyla Avrupa'nın en büyük pazarlarından birisidir. Ekonomik çıkarlarımızı sonuna kadar korumak zorundayız.

2. Hizmet sunumu serbestisi üzerindeki kısıtlamaların kaldırılması yönünde ciddî mücadele verilmelidir.

3. Tarımda Avrupa Birliğiyle uyum sağlanırken, Türk çiftçisinin ve köylüsünün refah seviyesini artırıcı önlemler alınmalıdır.

4. Dışticaret açığına dikkat etmemiz gerekmektedir.

Gümrük birliğinin başlamasıyla birlikte, 1996 yılında, Türkiye'nin ithalatında hızlı bir artış yaşanmıştır. Türkiye'nin, Avrupa Topluluğu ülkelerinden ithalatı, 1996 yılında, yüzde 37,2 artışla 23,1 milyar dolara ulaşmıştır. 1996 yılında, Avrupa Topluluğu ülkelerinden yapılan tüketim malları ithalatında yüzde 100'lük bir artış olmuştur.

Avrupa Topluluğu ülkelerinden Türkiye'nin ithalatı, daha önce yüzde 45-46'larda iken, bu oran, yüzde 50'lerin üzerine çıkmıştır.

Dünyanın en geniş tekpazarına açılmanın ekonomide yaratacağı canlanma ve gümrük birliğinin, sanayi, teknoloji ve yabancı sermaye açısından sağlayacağı avantajların devreye girmesiyle, belki, orta vadede, ihracatta da önemli bir artış beklenmektedir; ama, şu andaki tüm hesaplamalar, ekonomik dengeler bizim aleyhimize gitmektedir.

Avrupa Birliği, Türkiye'nin küreselleşme hareketinde önemli referans noktalarından birini oluşturacaktır. Yani, globalleşen ekonomik düzenin bir gereğidir Avrupa Birliğiyle bütünleşmek, diğeri ise çağdaşlaşmanın gereğidir.

Sekizinci Plan döneminde, Türkiye, Avrupa Birliğinin politika ve normlarına uyum sağladıkça, uluslararası norm ve standartlara daha uygun bir yapı kazanma yolunda ilerleyecektir. Bu nedenle, Türkiye, ulusal hak ve çıkarlarını titizlikle gözeterek Avrupa Birliğine üye hedefine ulaşma yolunda çaba gösterecek, böylece entegrasyon sürecinin siyasî, ekonomik ve sosyal alanlarda gündeme getirdiği dönüşümlerin zamanında gerçekleşmesi sağlanacaktır.

Değerli milletvekilleri, Avrupa Birliğiyle olan entegrasyonda en önemli husus, Türkiye'nin önündeki en önemli engel, Kopenhag siyasî kriterleridir.

Üyelik müzakerelerinin Avrupa Birliğiyle başlatılmasının, Kopanhag siyasî kriterlerine bağlı olduğu göz önünde bulundurularak, demokratikleşme sürecindeki eksikliklerin giderilmesine ve insan haklarının geliştirilmesine yönelik çalışmalara öncelik verilecektir. Kopenhag kriterleri, üyelik müzakerelerinin başlamasında, Avrupa Birliğinin olmazsa olmaz şartıdır. Bunun için, demokratikleşme sürecindeki eksikliklerin giderilmesine ve insan haklarının geliştirilmesine yönelik çalışmalar hızlandırılmalıdır. Kopenhag'ın ekonomik alandaki kriterlerine uyum sağlamada bir sorun yaşanacağını zannetmiyorum; ama, Kopenhag'ın siyasî  ve sosyal alandaki kriterlerine uyum sağlamadaki sıkıntıların nasıl aşılacağını, hep birlikte, önümüzdeki yıllarda, yaşayarak göreceğiz.

Değerli milletvekilleri, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son yıllarda, büyük ve hızlı bir gelişme süreci içerisine girmiştir. Karşı karşıya bulunduğu iç ve dış etkenler, ekonomisinin gösterdiği açılım, iletişim olanaklarının artması, sosyal yapısının değişimi, gelişen dünya koşullarına uyma zorunluluğu, ülkemizi, kaçınılmaz bir şekilde, fikrî ve yapısal bir değişikliğe doğru götürmektedir. Ülkemizin çağdaş ve uygar bir ülke düzeyine erişmesi doğrultusunda en önemli aşama, demokrasi ve insan hakları konusunda Batı normlarına erişmesiyle gerçekleşmiş olacaktır. Bu, Türk toplumu için vazgeçilmez ve ertelenemez bir ihtiyaçtır.

57 nci hükümet programında da belirtildiği gibi, demokrasimizin eksikliklerini gidermeyi, insan haklarını geliştirmeyi, düşünce özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırmayı, hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti ilkelerine bağlılığın gereği olarak, yargının daha verimli ve etkili çalışmasını sağlamayı, hükümetimiz, öncelikli görevleri arasında saymıştır. Türkiye'nin Kopenhag'ın siyasî kriterlerini yerine getirme yönündeki siyasî iradesi, Helsinki zirvesinden sonra çeşitli vesilelerle en üst düzeyde açıklanmıştır.

Avrupa Birliğine tam üye olmak, Türkiye'nin kendi iradesiyle yaptığı bir tercihtir. Türkiye, bu iradesi doğrultusunda, kendisini, her alanda, Avrupa Birilği çıtasına göre ayarlamak durumundadır; demokrasi, insan haklarına saygı ve hukukun üstünlüğü bağlamında eksikliklerini gidermesi gerekmektedir.

Avrupa Birliğine katılmayı, Kopenhag kriterlerini, çağdaşlaşmanın bugünkü aşaması olarak kabul etmeliyiz.

Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Büyük Önder Atatürk, Türk Milletine, hedef olarak, muasır medeniyetin ilerisini göstermiştir. Atatürk, Batılı düveli muazzamaya karşı savaştıktan sonra, ülkemizde, o zamanın çağdaş, demokratik, laik, hukuk devletini kurmuş ve bunu yaparken de, örneğini, o günkü Batı medeniyetinden almıştır.

Çağdaşlaşma, devamlı bir süreçtir; iki gün birbirinin aynısı olamaz; aynı nehirde iki defa yıkanamazsınız. Bugünkü çağdaşlık düzeyini ülkemize ve insanımıza sunmak, bugünkü yöneticilerimizin görevidir. Hayat, daima daha iyiye, güzele, doğruya, insanın, hem fert hem de topluluk olarak, evrende, daha onurlu, daha müreffeh yaşadığı medeniyet boyutlarına doğru devamlı akmaktadır.

1800'lü yıllarda Türkiye'de veya dünyada yaşayan insanlar, 2000 yılında, Türkiye'nin ve dünyanın geldiği noktayı hayal bile edemezlerdi. Padişahlık döneminde yaşayan insanların, egemenliğin halka geçmesini, demokratik işleyişi, kölelik zamanındaki insanların da bugünkü insan haklarını hayal etmeleri mümkün değildi.

2000'li yıllarda, 2100'lere giden yıllarda da, 21 inci Asırda da, 21 inci Asrın değerleri, 20 nci Asırda yaşayan bazı insanlarımıza ters gelebilir; ama, hayatın akışını durdurmak mümkün değildir. Bu evrensel süreci durdurmak, tersine çevirmek, kimsenin gücü dahilinde de değildir. Tabiî ki, Türkiye'nin birlik ve bütünlüğünü bozmaya da kimsenin gücü yetmez ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti de buna müsaade etmez.

Değerli milletvekilleri, Türkiye'nin bölge ülkeleri ve diğer ülkelerle ekonomik ilişkileri konusunda, Demokratik Sol Parti, seçim bildirgelerinde, Türk cumhuriyetleri ve Türk topluluklarıyla ilgili, Asya ve Avrupa'da, başka devletlerin sınırları içerisinde yaşayan Türklerle ilgili yapıcı ve özgün politikasını, akla ve uluslararası hukuka uygun olarak oluşturur. Bu bakımdan, yayılmacılık ve maceracılık peşindeki görüşlerle arasında çok büyük bir ayırım vardır.

Demokratik Sol Partiye göre, başka devletlerde yaşayan ve bizimle tarihsel ve kültürel bağları bulunan Türk toplumlarıyla ilgilenmek, Türkiye için bir görevdir. Türkiye, tarihsel ve kültürel bağlarla kendisine yakın olan toplumlarla işbirliği olanaklarını değerlendirmeli ve Türk devletleri arasında yakınlaşmayı, bölgedeki refahı artırmak ve bölgeye barış getirmek için sağlamalıdır. Öte yandan, Türkiye'nin, çevresinde yaşayan Türk toplumlarına ilişkin olarak imzaladığı uluslararası anlaşmalardan doğan yükümlülük ve hakları vardır. Zaten "Türkiye, Kıbrıs Türk halkına, Yunanistan ve Bulgaristan'daki Türk azınlıklarına, uluslararası anlaşmalar dolayısıyla koruyuculuk yapma hak ve görevine sahiptir" denilmektedir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye'nin, çok yönlü dış politikasında önemli bir alan haline gelen Avrasya bölgesiyle ilişkilerimiz de, bölgenin ekonomik ve ticarî alanda sunduğu geniş olanaklar sayesinde hızlı bir gelişme göstermiştir. 50 milyonluk nüfusuyla, bu bölge, sadece siyaseten değil, ekonomik açıdan da dikkate alınması gereken bir gerçektir. Ülkemizin, bağımsızlıklarından bu yana, tarihsel, kültürel ve dinsel bağlarının mevcut olduğu Kafkasya ve Ortaasya'daki dost ve kardeş cumhuriyetlerle ilişkileri, halihazırda, sağlam bir temel üzerinde sürdürülmektedir. Türkiye'nin, bugün, bu ülkelerde gözle görülür bir mevcudiyeti vardır. Türkiye, bu ülkelerin büyük bir çoğunluğunda, en büyük yatırımcı, en büyük ticaret ortağı ve fazla yardım sağlayan ülke konumundadır. Küçük, orta ve büyük ölçekli Türk şirketleri, gerek yatırım alanında gerek hizmet sektöründe önemli işler üstlenmişlerdir. Müteahhitlik alanında faaliyet gösteren şirketlerimiz, bu ülkelerin altyapılarının geliştirilmesine ve imar faaliyetlerine büyük katkıda bulunmaktadırlar. Şirketlerimiz, bu çalışmalarıyla, aynı zamanda, yerel halka iş olanakları da yaratmakta, böylece, bölgenin refahı ve kalkınmasına da yardımcı olmaktadırlar.

Türkiye, bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da, karşılıklı anlayış ve dayanışma ruhu içerisinde, bu ülkelerle mevcut ilişkilerini ve işbirliğini güçlendirmek, bu ülkelerin bağımsızlıklarının pekiştirilmesini ve dünya ekonomisiyle bütünleşmelerini sağlamak amacıyla, her türlü çabayı sarf etmeye hazırdır.

Avrasya bölgesiyle ilişkilerimizin önemli boyutunu oluşturan enerji alanında da önemli gelişmeler yaşandığını görmekteyiz. Yüce Meclisimizin, Bakü – Ceyhan petrol boru hattına ilişkin paket anlaşmaları onaylamasıyla birlikte, projenin hayata geçirilmesi yönünde önemli bir aşama daha kaydedilmiştir. Türkiye ve bölge ülkeleri açısından bir diğer hayatî proje olan Hazar geçişli doğalgaz boru hattı konusunda da aktif tutumumuzu sürdürmemiz gerektiğini burada yinelemek istiyorum.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye'nin, gerek siyasî gerek ekonomik açıdan çok faydalı olabileceği bir başka bölge de soğuk savaş sonrası döneminin en çalkantılı bölgelerinden biri olma özelliğini sürdüren Balkanlardır. Balkanlardaki tarih ve kültürel mirası beraber paylaştığımız bu ülkelerle siyasî ve ekonomik ilişkilerimizi artırmak ve burada barışın güçlenmesini sağlamak, bize, Atatürk'ten kalma bir mirastır. Tabiatıyla, bu bölgede yer alan ülkelerle ikili ekonomik ilişkilerimizin güçlendirilmesi de, Balkanlara yönelik politikalarımızın bir parçasıdır. Bu politikaların sadece devlet değil, iş camiamız tarafından da desteklenmesi memnuniyet vericidir.

Körfez krizi sonrasında bozulan Ortadoğu ülkeleriyle olan ilişkilerimiz, bu yeni süreçte daha gelişme, daha güçlenme noktasında devam etmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti, ilk yıllarından beri, bölgesel işbirliğine büyük önem vermiştir. Bu anlayışla öncülüğümüzde oluşturulmuş bulunan Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü, Ekonomik İşbirliği Teşkilatı ve D-8, kapsadıkları coğrafya alanlarında ekonomik işbirliğini geliştirerek, gerek üye ülkelerde gerek ait olduğu bölgelerde barış, istikrar ve refahın tesis edilmesine katkıda bulunmaktadırlar. Bu bağlamda, somut projelerin hayata geçirilmesi suretiyle, ülkemiz ekonomisine katkı sağlamayı amaçladığımızı da belirtmek istiyorum. Hükümetimiz, bu bölgesel örgütler içindeki aktif tutumumuzun sürdürülmesine önem vermektedir.

Değerli milletvekilleri, başında da söylediğim gibi, Atatürk döneminde, cumhuriyetin birinci döneminde olduğu gibi, Balkan Paktı, Sovyetlerle dostluk, Yunanistan'la dostluk, Sadabat Antlaşması, bugünkü Türkiyemizde, Karadeniz Ekonomik İşbirliği, İslam ülkeleriyle birlikte İSEDAK toplulukları, Bölgesel Ekonomik İşbirliği, D-8'lerle devam etmektedir. Yani, dünyanın değişen şartları karşısında Türkiye'nin ekonomik ve dış ilişkilerdeki şartları, tekrar, birinci cumhuriyetin kurulduğu dönemin yıllarının şartlarına dönmüş ve Türkiye, o şartlarda ilerlemektedir etrafındaki bölgelerle işbirliğinde. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda gerçekleştirilen o devrimlerde, bugün, Avrupa Birliği aşamasına ulaşmış, bugünün çağdaşlaşma hedefi de Avrupa Birliğidir.

Aynı coğrafya, tarih ve kültürel bağlarla bağlı bulunduğumuz devletlerle Türkiye'nin öncülüğünde kurulan Karadeniz Ekonomik İşbirliği, İslam Konferansı Teşkilatı Ekonomik ve Ticarî İşbirliği Daimî Komitesi (İSEDAK), Ekonomik İşbirliği Teşkilatı, D-8 gibi kuruluşları daha aktif hale getirmek, ekonomik işbirliğini somut projelerle derinleştirmek, kardeş milletler arasındaki ekonomik ve kültürel yakınlaşmayı güçlendirmek, sekizinci beş yıllık kalkınma döneminde öncelikli hedefler olmalıdır.

Türk cumhuriyetleriyle kurulan ilişkiler dağınıklıktan kurtarılmalı, tıpkı Avrupa Birliğiyle ilişkilerde olduğu gibi, koordinasyonu tek elde toplayacak bir birim oluşturulmalıdır. Orta ve küçük ölçekli kuruluşlara ekonomik destek sağlanmalı, Türkiyeli müteşebbislerin komşu, kardeş ülkelerde yatırım yapmaları teşvik edilmelidir. Komşu ülkelerdeki soydaşlarımıza Eximbank kredileri açılmalıdır. Dil ve kültürel yakınlaşmayı artıracak adımlar atılmalı, TRT'ye bu konuda destek verilmelidir. Orta Asya'da tarihî ve kültürel geçmişimizi araştıracak araştırmalar desteklenmeli, bilimsel alışverişte bulunacak bir enstitü kurulmalıdır.

Türkiye, yetişmiş insangücü potansiyelini, emekli veya merkeze çektiği, bir yığın, yararlanmadığı bürokratlarını çeşitli projelerle kardeş ülkelerin hizmetine sunmalı; TİKA güçlendirilmeli, TİKA'ya daha fazla ekonomik destek verilmeli; Türkiye, komşu ve kardeş ülkelerle her an, her alanda bire bir ilişkiler kurmalıdır; esnaf esnafla, gençlik gençlikle, işadamı işadamıyla.

Diğer ülkelerle olan ilişkilere gelince, Batıyla olan ilişkilerimiz bağlamında, Amerika Birleşik Devletleriyle ilişkilerimiz ve işbirliğimiz, stratejik ortaklık temelinde giderek gelişmektedir. Bugün, ülkemiz ile Amerika Birleşik Devletleri arasında çok yönlü ekonomik ve ticarî ilişkilerin artırılması ve çeşitlendirilmesi için, her iki ülkede de siyasî iradenin mevcut olduğunu görmekteyiz.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; tarihinin, coğrafyasının ve ekonomik potansiyelinin gerekleri doğrultusunda, çok yönlü ve çok boyutlu bir politika izleyen ülkemiz, özellikle ekonomik açıdan yeni pazarlara girme olanaklarını artırmak amacıyla, son dönemlerde, Uzakdoğu, Latin Amerika ve Afrika ülkeleriyle ilişkilerini canlandırma ihtiyacını hissetmiş ve bu bölgelere yönelik açılımlar başlatmıştır. Türkiye, bu bölgesel işbirliği gruplarına ekol olarak, Ekonomik İşbirliği ve Gelişme Örgütüyle, Uluslararası Para Fonuyla, Dünya Bankasıyla, Birleşmiş Milletler Sınai İşbirliği Örgütüyle ilişkilerini aktif bir şekilde devam ettirmektedir. Diğer taraftan, uluslararası malî sistemin daha istikrarlı bir yapıya kavuşturulmasına yönelik konuların ele alınacağı bir platform olarak oluşturulan G-20 Grubuna, ülkemiz de dahil edilmiştir. Bölgeler itibariyle temsil hedefini güden ve bu çerçevede bölgelerinde etkin olan ve gelecekte öneminin daha da artması beklenen ülkelerin yer aldığı bu platformda Türkiye'nin de bulunması, ülkemizin içinde bulunduğu coğrafyadaki önemini ve ekonomik dinamizmini de vurgulamaktadır.

Türkiye'nin, 1996-1999 döneminde, dünya ihracatındaki payı, binde 5, dünya ithalatındaki payı ise binde 7 dolayında gerçekleşmiştir ki, bu çok azdır. Türkiye'nin, dünya doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında aldığı pay binde 13 dolayındadır. 1996-1999 döneminde yıllık ortalama gerçekleşme, 947 milyon dolar olmuştur. Bu oranlar çok düşüktür. Mutlaka, yabancı yatırımlardan daha büyük pay alınmalı ve bu doğrultuda hangi adımlar atılması gerekiyorsa atılmalıdır; tıpkı, tahkimde olduğu gibi.

21 inci Yüzyıl, bilgi çağı ve bilgi toplumu olarak değerlendirilmektedir. Türkiye, bilgi toplumu olma yönünde hızlı adımlar atmalıdır. Demokratik Sol Parti olarak, ülkemizin  bilim ve teknolojide daha üst seviyelere erişebilmesinin, teorik ve uygulamalı araştırma çalışmalarının hem nitelik hem de nicelik itibariyle artırılmasına bağlı olduğuna inanıyoruz. Üniversiteler, kamu araştırma kurumları  ve özel sektöre ait araştırma ve geliştirme birimleri arasında bilgi, deneyim ve insangücü alışverişini sağlayan, eşgüdümü gerçekleştiren ve bu çabaları destekleyen bir anlayış ve anlayıştan güç alan bir altyapı temel hedef olmalıdır. Bu çerçevede, özellikle gen mühendisliği ve teknoloji alanlarında gerekli araştırma ve geliştirme çalışmalarına önem ve ağırlık verilmelidir. Uzay ve havacılık ile savunma sanayiilerinde ürün seçiminde ülke yararını gözeten çalışmalara öncelik verilmeli, özel bir yatırım ve sanayi geliştirme stratejisi izlenmelidir; doğa ve çevre dostu teknolojilere önem verilmelidir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye, soğuk savaş sonrası kazandığı bu konumunun kendisine yüklediği sorumlulukların bilinciyle, dünyanın dört bir yanında güvenlik ve istikrarın yanı sıra, refah ve kalkınma açısından da bölgesinde katkıda bulunmayı sürdürecektir ve dünyanın dört bir yanındaki ülkelerle daha fazla siyasî ve ekonomik işbirliği gerçekleştirme peşindedir.

Türkiye, yukarıda bahsettiğim çerçevede, geniş ufuklu bir dışpolitika izleyerek, değişen dünya düzeni içerisinde, giderek bir dünya devleti olma yolunda büyük mesafeler katetmektedir. Bugün, Türkiye, satın alma gücüne göre dünyanın en büyük 17 nci ekonomisidir; aynı zamanda, dünyanın en hızlı büyüyen 7 nci ekonomisidir. Türkiye, dünyada gayri safî millî hâsılasına göre en fazla yardım yapan 4 üncü ülkedir.

Bugün, Türkiye'nin önceliği, ikili ve çok taraflı, planda mevcut dış ekonomik ilişkilerini çeşitlendirmek ve geliştirmek, hedef olarak belirlediği pazarlarda kalıcı hale gelmektir. Türkiye, gerek ekonomik potansiyeli gerek mevcut insan kaynakları sayesinde bunu gerçekleştirebilecek güce sahiptir. Bu çerçevede, bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da, değişen uluslararası ekonomik koşullara uyum sağlamak amacıyla, gerekli politikaları benimsemekte tereddüt etmeyecek ve dış dünyaya açılımlarıyla yeni piyasa arayışlarını sürdürecektir. 

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; dünyada ağırlığı duyulan uluslararası ilişkilere ve değişime yön veren önder bir ülke, güçlü ve saygın Türkiye olma yolunda, sekizinci beş yıllık kalkınma döneminde, Sayın Ecevit'in Başbakanlığındaki 57 nci, Demokratik Sol Parti, Milliyetçi Hareket Partisi ve Anavatan Partisi Hükümetinin ve 21 inci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin bu büyük başarıları gerçekleştirmesini diler, hepinize saygılar sunarım. (DSP, MHP, ANAP ve DYP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Yakın.

Değerli milletvekilleri, gruplar adına yapılacak olan görüşmeler tamamlanmıştır.

Şimdi, şahsı adına, İstanbul Milletvekili Sayın Erol Al; buyurun efendim. (DSP ve MHP sıralarından alkışlar)

EROL AL (İstanbul) – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı hakkında kişisel görüşlerimi ifade etmek üzere söz aldım; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Değerli arkadaşlarım, kalkınma planları, geleceğe dönük perspektifimizi belirleyen, toplumsal hedeflerin kâğıt üzerinde şeffaflaştırıldığı dokümanlardır. Bu hedeflerin anlamlı olabilmesi için, bunlara ulaşılacak siyasal ve ekonomik iklimin yaratılması şattır. Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planında da birtakım hedefler yer almıştır; ancak, bunlara ulaşılabilecek siyasal ve ekonomik ortam yaratılamadığından, hedeflerin pek çoğu kâğıt üzerinde kalmıştır. Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planında yer alan kalkınma hızı, enflasyon ve kamu borçlanma gereği gibi hayatî makro ekonomik hedeflerin şu an önümüzde bulunan planda da tekrarlanması, Türkiye için büyük bir talihsizliktir.

O halde, Türkiye, öncelikle, hedeflerini hızla ve kararlılıkla yakalayabilecek bir siyasal ve ekonomik örgütlenmeyi gerçekleştirmek durumundadır. Bu da, ancak, siyasetin, ülke gerçekleri ve gerekleri zemininde yapılmasıyla mümkün olacaktır. Türkiye, ülke gerçekleri ve sosyoekonomik gerekleri bir kenara koyarak bir yere varamayacağını eğer son kırk yıllık dönemde görebilmişse, bu dönemdeki en büyük kazancı da bu olmuştur.

Değerli arkadaşlarım, 57 nci cumhuriyet hükümeti, ekonomik gerçekler ve gerekler dikkate alınarak hazırlanan bir istikrar programını uygulamaktadır. Biz inanıyoruz ki, sağlanan siyasal ve ekonomik istikrar ortamı, çeşitli siyasî çıkar hesaplarına heba edilmez ise, bu program sayesinde Türk ekonomisi prangalarından kurtulacak, rant ekonomisi yerini reel ekonomiye bırakacak, gelir dağılımının düzeltilmesi imkânları yaratılacak, sanayileşme hızlanacak, işsizlik azalacak ve halkımız, hak ettiği yaşam düzeyine kavuşturulabilecektir.

Değerli arkadaşlarım, muhalefet sözcülerinin söylediklerinin aksine, 2000 yılı bütçe uygulama sonuçları umutlarımızı güçlendirecek işaretlerle doludur. Ocak-mayıs döneminde vergi gelirleri yüzde 110 artmış, buna karşılık, iki büyük depremin yarattığı hasarın tamiri için yapılan harcamalar  dahil bütçe harcamaları ise aynı dönemde sadece, yüzde 50,4 artış kaydetmiştir. Aynı dönemde, faiz dışı fazla 4 katrilyon lirayı aşarak yıllık hedefin yüzde 58'ine ulaşmıştır. Tahvil ve bono faizleri, yıllık ortalama yüzde 50 olarak alınan hedefe karşın, yüzde 38 düzeyinde gerçekleşmiştir. Sonbaharda yüzde 130'larda bulunan faizler, bugün ise yüzde 30'lu  rakamlarda seyretmektedir.

Türkiye'nin, yılın ilk beş aylık döneminde 11,2 katrilyon gibi yüksek miktarda borç faizi ödediği bir gerçektir; ancak, burada dikkat edilmesi gereken nokta, kalan yedi aylık dönem için, sadece 6,8 katrilyon TL'lik içborç faiz stokunun kalmış bulunması ve bunun eklenmesiyle, toplamda 19,8 katrilyon TL'nin, 1,3 katrilyon TL altında kalınacak olmasıdır. Yılın ilk beş aylık döneminde gerçekleştirilen GSM lisansı ve POAŞ'ın satışıyla, enerji santralları devir bedellerinin önümüzdeki dönemde bütçeye sağlayacağı kaynak hesaba katılırsa içborç faizlerinin tasfiyesinde daha başarılı bir dönem geçirileceği açıktır. Bu durum, enflasyonun da hedefler doğrultusunda inişini sürdürmesini beraberinde getirecektir. İstikrar programı hedeflerini yakalamak bir yana, aşan bir performans sergileyen 2000 yılı ilk beş aylık bütçe uygulamaları, 2001 yılı bütçesi üzerinde de etkisini gösterecek ve bütçenin, ülke ihtiyaçlarına cevap verecek hareket kabiliyeti kazanması büyük ölçüde sağlanabilecektir.

Sayın milletvekilleri, Türkiye'nin bugün bulunduğu nokta, kuşkusuz, iki, üç yıllık uygulamanın sonucu değildir; o nedenle, bugünkü ekonomik verilerle ilgili olarak muhalefet partileri sözcülerinin eleştirileri de anlamlı değildir. Bu eleştirileri seslendiren arkadaşlarımızın iktidarı ellerinde bulundurdukları süre, son kırk yılın önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Bir örnek verecek olursak, bugün şikâyet konusu olan gelir dağılımı bozukluğunu ifade eden Gini katsayısı, 1987 yılındaki 0,43 düzeyinden 1994 yılında 0,49'a yükselmiştir. Aynı dönemde hane halklarının yüzde 20'lik gelir grupları itibariyle dağılımı dikkate alındığında, Türkiye genelinde en yoksul yüzde 20'lik hane halkı grubunun gelir payı 1987 yılında yüzde 5,2 iken, 1994'te 4,86'ya düşmüştür. En zengin yüzde 20'lik grubun payı 1987'deki yüzde 49,9 düzeyinden 1994'te yüzde 54,9'a yükselmiştir. En zengin yüzde 20'lik hane halkı grubunun payında bu dönemde ciddî bir artış meydana gelmiş ve bu grubun payı yüzde 50,9'dan yüzde 57,2'ye çıkmıştır.

Bir günlük devalüasyon oranının yüzde 40, yüzde 50'lere çıktığı, halkın döviz bürolarının önünden geçmeye korktuğu, gecelik faizlerin yüzde 1 000'lere çıktığı, rant kesimine yüzde 506 faizle hazine bonosu satıldığı, enflasyonun yüzde 150'lere çıktığı bu dönemin başka bir sonuç yaratması da beklenemezdi.

Öte yandan, yoksul halk çocuklarının daha iyi bir eğitim alması amacıyla gerçekleştirilen sekiz yıllık kesintisiz eğitim reformuyla, yaklaşık 3 yılda 60 000 yeni dersliğin Türk millî eğitimine kazandırıldığını gözardı eden bazı arkadaşlarımız, ülkemizin bugünkü durumunun, kırk yıldır eğitime gerekli yatırımın yapılmamasından kaynaklandığını bilmelidirler.

Uluslararası rekabetin ana unsurlarından olan insan gücünün eğitim ve nitelik düzeyinin hızla geliştirilmesi, bilgi çağının olmazsa olmaz koşullarının başında gelmektedir. Çocuklarımızın akıl ve bilimin ışığında, siyasî taassuptan kurtarılarak Batı ülkelerindeki akranlarıyla rekabet edecek şartlarda yetiştirilmesi, cumhuriyet hükümetlerinin öncelikli görevidir. Her alanda yeterli sayıda ve nitelikli eleman yetiştirilmesi için planlama yapmak da cumhuriyet hükümetlerinin görevidir.

Değerli arkadaşlarım, istikrar programı uygulayan bir ülkede yapılması gereken şey, enflasyon hedefine uyumlu bir fiyat politikası belirlenmesidir ve hükümetimiz de bunu yapmaktadır. Destekleme fiyatlarında da, elbette, bu hedefe sadık kalınacaktır. Aksi halde, yüksek enflasyon, yüksek faiz kıskacının yolu yeniden açılacak, kazanan rant kesimi, kaybeden de yoksul halk kesimleri olacaktır.

Sözlerimi tamamlarken, tüm arkadaşlarımı, Türk halkının otuz yıllık utancı olan enflasyonun ortadan kaldırılmasına yönelik istikrar programını desteklemeye, programdan rahatsızlık duyan, rant geliriyle yaşamaya alışmış enflasyon lobisine alet olmamaya davet ediyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum. (Alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Al.

Şahsı adına ikinci konuşma hakkı, Tunceli Milletvekili Sayın Kamer Genç'in; buyurun efendim. (DYP sıralarından alkışlar)

KAMER GENÇ (Tunceli) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; gecenin bu saatinde yine karşınızdayım; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Değerli milletvekilleri, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planını müzakere ediyoruz. Evvela, bu planı hazırlayan bürokrat arkadaşlarımıza teşekkür ediyoruz emeklerinden dolayı. Aslında, plan niye yapılır; bir devletin ihtiyaçları vardır, bir de kaynakları vardır. Eğer, devletin kaynakları, o bütün ihtiyaçlarını karşılarsa, plana ihtiyaç yok. İhtiyaç çok, kaynak kıt; o halde, kıt kaynakların bu çok ihtiyaçlara nasıl harcanacağı konusunda ciddî bir inceleme yapmak lazım. Planlama fikri de bundan doğmaktadır.

Şimdi, kaynak, devletin gelirleridir, elde edebileceği gelirlerdir. Acaba, devlet, kaynağı, gelirleri, sağlıklı topluyor mu; hakça bir gelir dağıtımı sağlanabiliyor mu; evvela, bunun incelenmesi lazım. Nedir? Türkiye'de, bir vergi toplama politikaları vardır; ama, maalesef, Türkiye'de, son zamanlarda, vergi hakça toplanmamaktadır ve vergi, vergi ödeme gücüne sahip olan kişiler tarafından verilmemektedir. Vergi incelemesi, aşağı yukarı, kaldırılmıştır  veyahut da çok alt sınırlara indirilmiştir. Güçlü sermaye gruplarının hesapları tetkik edilmemektedir. Dolasıyla, devletin sahip olması gereken kaynaklar, devlet organları tarafından, bir defa, yeteri kadar elde edilmemektedir. Elde edilmeyince de, bu kaynakların sarf edilmesi gereken hizmetler yapılmamaktadır; işin özü bu. Ayrıca da, bu hizmetler yapılırken de, sarfiyatta, acaba, sağlıklı bir sarf sistemi gözetilmekte midir? Onu da incelediğimiz zaman, maalesef, o da yerinde yapılmamaktadır; çünkü, bir ihale sistemimiz var; maalesef, birçok kanunu getiriyoruz buraya, ihale sistemine tabi değil. Özel, davetiye usulüyle harcamalar yapılmaktadır veyahut da bunlar, bazı hizmetler, özellikle bizim bölgelerimizde, bir bakıyorsunuz, köyün içmesuyu ihale edilmiş, gidilmiş, yapılmış, müteahhit parasını almış; ama, bir bakıyorsunuz ki, ne hizmet yapılmış ne su akıyor! Bir yol ihalesi yapılmış, gidilmiş parası alınmış; ama, ortada yol yok. Yani, bu da, tabiî, o çevrenin yarattığı, olağanüstü hal bölgesinin yarattığı denetimsizliğin, orada sağladığı avantajlar.

Ayrıca, toplanan kaynakların sarfında önemli olan, mesela, en önemli şeylerden birisi de, bu kaynakların -biraz önce de burada söylenildi- son zamanlarda, özellikle son yıllarda, bankalar vasıtasıyla, devletin kaynaklarının, belirli kişiler tarafından, bankaların içlerinin boşaltılması suretiyle, heba edilmesidir. Siz, devletin vergisini topluyorsunuz, topluyorsunuz, topluyorsunuz, bir bakıyorsunuz, üç bankanın, beş bankanın içi boşaltılıyor... Biliyorsunuz, 6 milyar dolar, son beş bankaya verildi; ondan önce, 6 milyar dolara yakın, başka bankalara verildi. Bunlar görünen, bir de görünmeyenler var, daha doğrusu, incelenmeyenler var. Geçen gün, birisi, bana, çok güvendiğim bir arkadaş, Halk Bankasının Levent Şubesinde 150 trilyon batak para var... Tabiî bunların belgeleri gelecek, bu kürsülerde getireceğiz.

Şimdi, devlet harcamalarının, devlet paralarının bu kadar sorumsuzca harcandığı bir ülkede, siz kaynak bulmaya çalışsanız da neye yarar; çünkü, kaynaklar usulüne uygun harcanmıyor, harcanmayınca da, o zaman, yani, bir yandan... Bir kaynar çeşmeyi düşünün, bir bakıyorsunuz, o çeşme çıkıyor, o çeşmenin suyundan yararlanmanız gerekirken, çeşme kumdan kayboluyor... Türkiye'nin geliri, harcamaları bu durumda olunca, maalesef, Türkiye'nin içinde bulunduğu durum da vahim bir duruma, vahim bir duruma geliyor.

Şimdi, ben, tabiî, hakikaten, ülkemizdeki teknik seviye belki çok büyük bir seviye değil; ama, bugün, sabahleyin -yani, bu hale gelmesine seviniyorum bir yandan da, hani, nereden nereye geldik diye bir şey söyleyeyim- saat 06.00'da uçağa atladım, Elazığ'a gittim, oradan Tunceli'ye geçtim, orada bir toplantıya katıldım, akşama doğru da geldim, Malatya'dan uçağa atladım, buraya geldim, bugün, burada konuşayım diye; çünkü, söz aldım, bir de, hani, söz alıp da buraya gelmemeyi biraz da kendime yediremedim. O bakımdan; yani, bunlar güzel gelişmeler; ama, acaba, biz, Türkiye'deki... Yani, dünyadaki teknolojik gelişmeyi; geçmişe göre baktığınız zaman, tabiî, 2 000 kilometrelik yol, bunun haftalarca gidilmediği anlar oldu; ama, şimdi, işte, 1 günde gidilip geliniyor. Tabiî, bizim ilimizde de uçak alanı da olmadığı için, yine de, buna şükrediyoruz; ama, daha güzel şeyler yapabiliriz.

Şimdi, kişisel konuşuyoruz... Tabiî, planlamayla ilgili olarak, 265 sayfalık, herbirisi ayrı ayrı, uzun azadıya tez konusu olabilecek bölümler var; ama, biz, burada, 10 dakika konuşuyoruz, gruplar 20 dakika konuşuyor. (DSP sıralarından "2 saat" sesleri)

Şimdi, bizim bölgemizle ilgili konuşmak zorundayım, kişisel olarak konuştuğum için.

Değerli milletvekilleri, bir defa, çok şükür, uzun zamandan beri, burada, terör olayları bitti. Bence, hükümet, hiç olmazsa, bu Meclisi tatile sokmadan önce bu olağanüstü hali kaldırmalıdır. Kaldırmaması halinde, olağanüstü hal şartları devam edince, olağanüstü hal şartlarının varlığını kanıtlamak için bazı suni girişimlerin olduğunu da hissediyoruz. Yani, bazı çevreler tarafından olaylar yaratılmaya çalışılıyor. Yani, kıyamet kopmaz ki canım, ne olur, o insanlar, 1978'den beri sıkıyönetim ve olağanüstü halin ezici, hakikaten sıkıntıları içinde yaşayan insanlar. Bunu, bir kaldıralım.

İkincisi, biliyorsunuz, bu terör nedeniyle, bu bölgelerde birçok insan yerlerinden, köylerinden edildi, köyleri yakıldı yıkıldı, göç ettiler ve büyük bir kısmı şehir merkezlerine, bir kısmı da başka yerlerde, çok kötü şartlarda yaşıyorlar. Şimdi, beş yıllık bir plan yapacağımıza göre; evvela, bu planı yaparken, hakikaten, Türkiye'nin birinci öncelikli meseleleri hangisidir... Bana göre, evvela, bu doğu ve güneydoğudan, olağanüstü hal nedeniyle yerinden göç eden insanların, tekrar yerlerine, yani köylerine yerleşmeleri veyahut da toplu yerleşme birimlerine yerleştirilmesini sağlayacak bir çare aramak lazım. Bu planda, bununla ilgili bir şey yok. Kalkınmada öncelikli yörelerle ilgili küçük bir bölüm var; bir de, kırsal kalkınma planı diye küçük bir bahis var.

Aslında, bence, Türkiye'nin şu anda en önemli birinci sorunu işsizlik; ikincisi de, bu olağanüstü hal şartları nedeniyle yerinden, yurdundan giden insanların problemlerine bir an önce çare bulunmasıdır. Bunlar, bölgemizin temel sorunlarıdır.

Mesela, yıllarca, ilçelerimize hizmet gitmedi olağanüstü hal nedeniyle, köylerimize hizmet gitmedi olağanüstü hal nedeniyle. 1990 yılına kadar -buradaki tutanaklarda vardır- Tunceli hudutları içinde 1 kilometrelik asfalt yol yoktu. Son zamanlarda biraz yapıldı; ama, bunları da telafi etmemiz lazım. İçmesuyu olmayan birçok köyümüz var. Hâlâ, yayla yasağı var. Tabiî, bu olağanüstü hal şartları kaldırıldığı takdirde, bu insanlar, normal bir rejimde yaşayacaklar. Hükümete özellikle rica ediyoruz; demin de dediğim gibi, çok önemsediğim bir konu; çünkü, bu olağanüstü hal kalkmadıkça... Buradaki insanların yaşam koşulları maalesef normal değil değerli arkadaşlar. Olağanüstü hal bölgesinde yaşadığınız zaman, sabah evinizden dışarıya adımınızı attığınızda bir devlet gücünün müdahalesiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Yani, ben, şu haklı veya haksız demiyorum; ama, bunu bir kaldıralım, bir görelim canım; yani, eğer, hakikaten bir şey varsa, burada terör falan tekrar hortlarsa, iki günde Meclisimiz bu kararı alabilir. Yani, hükümetimiz niye bu konuda bir adım atmıyor, ben de bilemiyorum ve bunu özellikle vurgulamak da istiyorum. Tabiî, konu çok geniş; ama, konuşma süremiz de çok kısa...

Ben, planın, ülkemize, milletimize hayırlı olmasını diliyorum.

Bir de, şunu özellikle belirtmek istiyorum: Değerli arkadaşlarım, plan yapıyorsak, bu plan hükümlerine riayet etmemiz lazım. Şimdi, buraya kanunlar geliyor. Plan yapıldığına göre, harcamaların da bu plana göre yapılması lazım. Bu kanunlar, gerek hükümet tarafından hazırlandığı zaman veya teklif zamanında veya Genel Kurulda müzakere edildiği zaman, bir bakıyorsunuz, plan bir tarafa atılıyor ve o kadar değişik harcama kalemleri getiriliyor ki... O zaman plan yapmaya ne gerek var.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Lütfen, tamamlayın efendim.

KAMER GENÇ (Devamla) – Plan, eğer bu Meclis tarafından yapılıyorsa, bu planın hükümlerine de uymak lazım; eğer uyulmuyorsa, plan yapmamak lazım.

Bir bakıyorsunuz, burada bir önerge veriliyor, trilyonlarca masraf kalemi getiriliyor; karşılığı yok. O bakımdan, Meclis çalışmalarında, özellikle hükümetin de buna dikkat etmesi gerekir.

Sizleri daha fazla yormak istemiyorum.

Saygılar sunarım efendim. (Alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Genç.

Değerli milletvekilleri, alınan karar gereğince, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planının görüşmelerine devam etmek ve 26 Haziran 2000 Pazartesi günü saat 14.00'te toplanmak üzere, birleşimi kapatıyorum.

 

Kapanma Saati: 01.07 

 

 

 

BİRLEŞİM 118 İN SONU