DÖNEM : 20 CİLT : 40 YASAMA YILI : 3

 

 

T. B. M. M.

TUTANAK DERGİSİ

 

32 nci Birleşim

20 . 12. 1997 Cumartesi

 

 

 

İ Ç İ N D E K İ L E R

 

  I. – GEÇEN TUTANAK ÖZETİ

II. – GELEN KÂĞITLAR

III. – BAŞKANLIĞIN GENEL KURULA SUNUŞLARI

A) GENSORU, GENEL GÖRÜŞME, MECLİS SORUŞTURMASI VE MECLİS ARAŞTIRMASI ÖNERGELERİ

1. – İçel Milletvekili D. Fikri Sağlar ve 20 arkadaşının, devlet içinde var olduğu iddia edilen yasadışı örgütlerin eylemleri ile güvenlik ve istihbarat birimlerinin sorunlarının araştırılması amacıyla Meclis araştırması açılmasına ilişkin önergesi (10/226)

B) TEZKERELER VE ÖNERGELER

1. – Cenevre’de yapılan 85 inci Uluslararası Çalışma Konferansında kabul edilen “Özel İş Büroları Hakkında 181 sayılı Sözleşme” ve “188 sayılı Tavsiye Kararı” ile ilgili olarak, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı tarafından, bütçe müzakereleri sırasında, TBMM’ye bilgi sunulacağına ilişkin Başbakanlık tezkeresi (3/1233)

IV. – KANUN TASARI VE TEKLİFLERİYLE KOMİSYONLARDAN GELEN DİĞER İŞLER

1. – 1988 Malî Yılı Genel ve Katma Bütçeli İdareler Bütçe Kanunu Tasarıları ile 1996 Malî Yılı Genel ve Katma Bütçeli İdareler ve Kuruluşlar Kesinhesap Kanunu Tasarılarının (1/669; 1/633, 3/1046; 1/670; 1/634, 3/1047)(S. Sayıları : 390, 401, 391, 402)

A) SAĞLIK BAKANLIĞI

1. – Sağlık Bakanlığı 1998 Malî Yılı Bütçesi

2. – Sağlık Bakanlığı 1996 Malî Yılı Kesinhesabı

a) Hudut ve Sahiller Genel Müdürlüğü

1. – Hudut ve Sahiller Genel Müdürlüğü 1998 Malî Yılı Bütçesi

2. – Hudut ve Sahiller Genel Müdürlüğü 1996 Malî Yılı Kesinhesabı

B) ORMAN BAKANLIĞI

1. – Orman Bakanlığı 1998 Malî Yılı Bütçesi

2. – Orman Bakanlığı 1996 Malî Yılı Kesinhesabı

a) Orman Genel Müdürlüğü

1. – Orman Genel Müdürlüğü 1998 Malî Yılı Bütçesi

2. – Orman Genel Müdürlüğü 1996 Malî Yılı Kesinhesabı

C) DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI

1. – Dışişleri Bakanlığı 1998 Malî Yılı Bütçesi

2. – Dışişleri Bakanlığı 1996 Malî Yılı Kesinhesabı

D) ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK BAKANLIĞI

1. – Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 1998 Malî Yılı Bütçesi

2. – Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 1996 Malî Yılı Kesinhesabı

V. – GENSORU, GENEL GÖRÜŞME, MECLİS SORUŞTURMASI VE MECLİS ARAŞTIRMASI

A) ÖNGÖRÜŞMELER

1. – Ankara Milletvekili Saffet Arıkan Bedük ve 37 arkadaşının, Avrupa Birliği ve Kıbrıs başta olmak üzere, Hükümetin izlediği dışpolitika konusunda genel görüşme açılmasına ilişkin önergesi (8/15)

VI. – SORULAR VE CEVAPLAR

A) YAZILI SORULAR VE CEVAPLARI

1. – Trabzon Milletvekili Kemalettin Göktaş’ın, T.H.K.’na ilişkin sorusu ve İçişleri Bakanı Murat Başesgioğlu’nun yazılı cevabı (7/3824)

2. – İstanbul Milletvekili Ercan Karakaş’ın, siyanürlü altın madeni işletmesi iznini iptal eden kararın uygulanmamasının nedenine ilişkin sorusu ve Çevre Bakanı İmren Aykut’un yazılı cevabı (7/3886)

3. – Erzincan Milletvekili Naci Terzi’nin, terör olaylarına ilişkin sorusu ve İçişleri Bakanı Murat Başesgioğlu’nun yazılı cevabı (7/3897)

4. – İstanbul Milletvekili Mehmet Sevigen’in, üniversitelerdeki öğrenci olaylarıyla ilgili beyanlarına ilişkin sorusu ve İçişleri Bakanı Murat Başesgioğlu’nun yazılı cevabı (7/3906)

I. – GEÇEN TUTANAK ÖZETİ

TBMM Genel Kurulu saat 10.00’da açılarak üç oturum yaptı.

Birinci, İkinci Oturum

15 Aralık 1997 tarihinden itibaren Belçika ve Danimarka’ya giden Dışişleri Bakanı İsmail Cem’e, dönüşüne kadar, Devlet Bakanı Şükrü Sina Gürel’in vekâlet etmesi uygun görülmüşken, 17 Aralık 1997 tarihinden itibaren, Kültür Bakanı İstemihan Talay’ın,

Amerika Birleşik Devletlerine gidecek olan Devlet Bakanı Şükrü Sina Gürel’e, dönüşüne kadar, Millî Eğitim Bakanı Hikmet Uluğbay’ın,

Vekâlet etmelerinin uygun görülmüş olduğuna ilişkin Cumhurbaşkanlığı tezkereleri;

Balıkesir Milletvekili İ. Önder Kırlı ve 25 arkadaşının, SEKA’nın sorunlarının araştırılarak alınması gereken tedbirlerin belirlenmesi amacıyla bir Meclis araştırması açılmasına (10/225),

Ankara Milletvekili Cemil Çiçek ve 22 arkadaşının, dış politika konusunda bir genel görüşme açılmasına (8/17),

Aydın Milletvekili Sema Pişkinsüt’ün, Millî Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonu üyeliğinden çekildiğine,

İlişkin önergeleri,

Genel Kurulun bilgisine sunuldu; Meclis araştırması ve genel görüşme önergelerinin gündemde yerini alacağı ve öngörüşmelerinin, sırasında yapılacağı açıklandı.

Kilis Milletvekili Mustafa Kemal Ateş’in, (6/767) esas numaralı sözlü sorusunu geri aldığına ilişkin önergesi okundu; Başkanlıkça sözlü sorunun geri verildiği açıklandı.

Millî Eğitim, Kültür, Gençlik ve Spor Komisyonunda boş bulunan ve Demokratik Sol Parti Grubuna düşen 1 üyelik için Grubunca aday gösterilen Karaman Milletvekili Fikret Ünlü seçildi.

1998 Malî Yılı Genel ve Katma Bütçeli İdareler Bütçe Kanunu Tasarıları ile 1996 Malî Yılı Genel ve Katma Bütçeli İdareler ve Kuruluşlar Kesinhesap Kanunu Tasarılarının (1/669; 1/670; 1/633, 3/1046; 1/634; 3/1047)(S. Sayıları : 390, 391, 401, 402) görüşmelerine devam olunarak;

Vakıflar Genel Müdürlüğü,

Diyanet İşleri Başkanlığı,

Gümrük Müsteşarlığı,

Devlet İstatistik Enstitüsü Başkanlığı,

1998 Malî yılı bütçeleri ile 1996 Malî yılı kesinhesapları kabul edildi;

Adalet Bakanlığı,

Yargıtay Başkanlığı,

Ulaştırma Bakanlığı

Telsiz Genel Müdürlüğü,

1998 Malî yılı bütçeleri ile 1996 Malî yılı kesinhesapları üzerinde bir süre görüşüldü.

Saat 19.10’da toplanmak üzere, birleşime 18.53’te ara verildi.

Kamer Genç

Başkanvekili

Mustafa Baş Mehmet Korkmaz

İstanbul Kütahya

Kâtip Üye Kâtip Üye

Üçüncü Oturum

1998 Malî Yılı Genel ve Katma Bütçeli İdareler Bütçe Kanunu Tasarıları ile 1996 Malî Yılı Genel ve Katma Bütçeli İdareler ve Kuruluşlar Kesinhesap Kanunu Tasarılarının (1/669; 1/670; 1/633, 3/1046; 1/634; 3/1047)(S. Sayıları : 390, 391, 401, 402) görüşmelerine devam olunarak;

Adalet Bakanlığı,

Yargıtay Başkanlığı,

Ulaştırma Bakanlığı

Telsiz Genel Müdürlüğü,

1998 Malî yılı bütçeleri ile 1996 Malî yılı kesinhesapları kabul edildi.

Programda yer alan kuruluşların bütçe ve kesinhesap kanun tasarılarını görüşmek ve dışpolitika konusundaki genel görüşme önergesinin öngörüşmesini yapmak için, 20 Aralık 1997 Cumartesi günü saat 10.00’da toplanmak üzere, birleşime 22.27’de son verildi.

 

Hasan Korkmazcan

Başkanvekili

Levent Mıstıkoğlu Zeki Ergezen

Hatay Bitlis

Kâtip Üye Kâtip Üye

 

II. – GELEN KAĞITLAR No. : 54

20.12.1997 CUMARTESİ

 

Sözlü Soru Önergeleri

1.– Ankara Milletvekili Ersönmez Yarbay’ın, Evren–Şereflikoçhisar yoluna ve E-90 karayoluna ilişkin Bayındırlık ve İskan Bakanından sözlü soru önergesi (6/796) (Başkanlığa geliş tarihi: 17.12.1997)

2.– Ankara Milletvekili Ersönmez Yarbay’ın, Halk Bankası’nca KOBİ’lere verilen kredilere ilişkin Devlet Bakanından sözlü soru önergesi (6/797)(Başkanlığa geliş tarihi: 17.12.1997)

3.– Ankara Milletvekili Ersönmez Yarbay’ın, Vakıflar Bankası’nca kuruluşlara ve şahıslara tahsis edilen araçlara ilişkin Devlet Bakanından sözlü soru önergesi (6/798) (Başkanlığa geliş tarihi: 17.12.1997)

4.– Ankara Milletvekili Ersönmez Yarbay’ın, Türkiye Kalkınma Bankası’nca kuruluşlara ve şahıslara tahsis edilen araçlara ilişkin Devlet Bakanından sözlü soru önergesi (6/799) (Başkanlığa geliş tarihi: 17.12.1997)

5.– Ankara Milletvekili Ersönmez Yarbay’ın, Ziraat Bankası’nca kuruluşlara ve şahıslara tahsis edilen araçlara ilişkin Devlet Bakanından sözlü soru önergesi (6/800) (Başkanlığa geliş tarihi: 17.12.1997)

6.– Ankara Milletvekili Ersönmez Yarbay’ın, Doğu ve Güneydoğu’daki bazı illere yapılacak ilköğretim okulları için İMKB Fonundan yapılan bağışa ilişkin Millî Eğitim Bakanından sözlü soru önergesi (6/801) (Başkanlığa geliş tarihi: 17.12.1997)

Yazılı Soru Önergeleri

1.– İstanbul Milletvekili Bülent Akarcalı’nın, İstanbul-Büyükada da koruma altındaki bir binaya ilave inşaat yapıldığı iddiasına ilişkin Kültür Bakanından yazılı soru önergesi (7/4010) (Başkanlığa geliş tarihi: 17.12.1997)

2.– İstanbul Milletvekili Bülent Akarcalı’nın, İGDAŞ’a ait broşürlerin dağıtımına ilişkin İçişleri Bakanından yazılı soru önergesi (7/4011) (Başkanlığa geliş tarihi: 17.12.1997)

3.– İstanbul Milletvekili Bülent Akarcalı’nın, İstanbul Yenikapı Mevlevihanesi’nde meydana gelen yangınla ilgili soruşturmaya ilişkin Devlet Bakanından yazılı soru önergesi (7/4012) (Başkanlığa geliş tarihi: 17.12.1997)

4.– Kastamonu Milletvekili Fethi Acar’ın, Kastamonu İlinde üniversite açılıp açılmayacağına ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi (7/4013) (Başkanlığa geliş tarihi: 17.12.1997)

5.– Balıkesir Milletvekili İlyas Yılmazyıldız’ın, Konut yapı kooperatiflerinin vergi muafiyetlerine ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi (7/4014)(Başkanlığa geliş tarihi: 17.12.1997)

6.– Rize Milletvekili Avni Kabaoğlu’nun, bir şahsın Türkiye Büyük Millet Meclisi personeli olup olmadığına ilişkin Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanından yazılı soru önergesi (7/4015) (Başkanlığa geliş tarihi: 18.12.1997)

7.– Manisa Milletvekili Tevfik Diker’in, Tansu Çiller’in Başbakanlığı döneminde bir şahsa kredi verilip verilmediğine ilişkin Devlet Bakanından yazılı soru önergesi (7/4016) (Başkanlığa geliş tarihi: 18.12.1997)

8.– Ankara Milletvekili Yılmaz Ateş’in, A.Ş.T.İ. ile A.O.Ç. arasında yapılan protokole ilişkin Tarım ve Köyişleri Bakanından yazılı soru önergesi (7/4017) (Başkanlığa geliş tarihi: 18.12.1997)

9.– Ankara Milletvekili Yılmaz Ateş’in, A.Ş.T.İ.’ye ilişkin İçişleri Bakanından yazılı soru önergesi (7/4018) (Başkanlığa geliş tarihi: 18.12.1997)

10.– Tokat Milletvekili Ahmet Fevzi İnceöz’ün, Türk vatandaşlığına kabul edilmeyen Afgan göçmenlerine ilişkin İçişleri Bakanından yazılı soru önergesi (7/4019) (Başkanlığa geliş tarihi: 18.12.1997)

11.– Bolu Milletvekili Mustafa Yünlüoğlu’nun, “Türkçe İbadet” isimli yayından satın alınıp alınmadığına ilişkin Kültür Bakanından yazılı soru önergesi (7/4020) (Başkanlığa geliş tarihi: 18.12.1997)

12.– Tokat Milletvekili Ahmet Fevzi İnceöz’ün, Spor Loto oyununa ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi (7/4021) (Başkanlığa geliş tarihi: 18.12.1997)

13.– Tokat Milletvekili Ahmet Fevzi İnceöz’ün, Tokat Süreyyabey Barajı projesine ilişkin Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanından yazılı soru önergesi (7/4022) (Başkanlığa geliş tarihi: 18.12.1997)

14.– Hatay Milletvekili Mehmet Sılay’ın, trafik kazasında ölen bir hakime ilişkin İçişleri Bakanından yazılı soru önergesi (7/4023) (Başkanlığa geliş tarihi: 18.12.1997)

15.– Ağrı Milletvekili M.Sıddık Altay’ın, dokunulmazlıklarının kaldırılması istenilen milletvekillerine ilişkin Adalet Bakanından yazılı soru önergesi (7/4024) (Başkanlığa geliş tarihi: 18.12.1997)

16.– Balıkesir Milletvekili İsmail Özgün’ün, Balıkesir’e bağlı bazı köylere köy konağı yapılması için ayrılan ödeneğe ilişkin Bayındırlık ve İskan Bakanından yazılı soru önergesi (7/4025) (Başkanlığa geliş tarihi: 18.12.1997)

17.– İstanbul Milletvekili Azmi Ateş’in, bazı basın kuruluşlarına verildiği iddia edilen teşvik kredilerine ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi (7/4026)(Başkanlığa geliş tarihi: 18.12.1997)

18.– Trabzon Milletvekili Kemalettin Göktaş’ın, elektrik dağıtım şebekelerinin özelleştirilmesi ile ilgili olarak Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığınca yapılan ihaleye ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi (7/4027) (Başkanlığa geliş tarihi: 18.12.1997)

19.– Trabzon Milletvekili Kemalettin Göktaş’ın, kamu bankalarınca verilen teşvik kredilerine ilişkin Başbakandan yazılı soru önergesi (7/4028) (Başkanlığa geliş tarihi: 18.12.1997)

Meclis Araştırması Önergesi

1.– İçel Milletvekili D.Fikri Sağlar ve 20 arkadaşının, Devlet içinde varolduğu iddia edilen yasadışı örgütlerin eylemleri ile güvenlik ve istihbarat birimlerinin sorunlarının araştırılması amacıyla Anayasanın 98 inci, İçtüzüğün 104 ve 105 inci maddeleri uyarınca bir Meclis araştırması açılmasına ilişkin önergesi (10/226) (Başkanlığa geliş tarihi: 19.12.1997)

 

BİRİNCİ OTURUM

Açılma Saati : 10.00

20 Aralık 1997 Cumartesi

BAŞKAN : Başkanvekili ULUÇ GÜRKAN

KÂTİP ÜYELER : Ahmet DÖKÜLMEZ (Kahramanmaraş), Ali GÜNAYDIN (Konya)

BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, Türkiye Büyük Millet Meclisinin 32 nci Birleşimini açıyorum.

1998 Malî Yılı Genel ve Katma Bütçeli İdareler Bütçe Kanunu Tasarıları ile 1996 Malî Yılı Genel ve Katma Bütçeli İdareler ve Kuruluşlar Kesinhesap Kanunu Tasarıları üzerindeki görüşmelere devam edeceğiz; ancak, görüşmelere başlamadan önce, Başkanlığın Genel Kurula sunuşları vardır.

Bir Meclis araştırması önergesi vardır; okutuyorum:

III. – BAŞKANLIĞIN GENEL KURULA SUNUŞLARI

A) GENSORU, GENEL GÖRÜŞME, MECLİS SORUŞTURMASI VE MECLİS ARAŞTIRMASI ÖNERGELERİ

1. – İçel Milletvekili D. Fikri Sağlar ve 20 arkadaşının, devlet içinde var olduğu iddia edilen yasadışı örgütlerin eylemleri ile güvenlik ve istihbarat birimlerinin sorunlarının araştırılması amacıyla Meclis araştırması açılmasına ilişkin önergesi (10/226)

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

Susurluk olayı sonrasında ortaya tüm çıplaklığıyla çıktığı üzere, devlet içerisinde birtakım güç ve odakların yasadışı organizasyonlar oluşturdukları yadsınamaz bir gerçektir. Devlet içerisine sızan, hatta devletin birçok kurumlarına hâkim olma noktasına gelen bu odaklar, varoluş nedenleri, hedef ve programları doğrultusuda her türlü yola başvurmuşlar, birçok hukuk dışı icraat ve eylem gerçekleştirmişlerdir.

Özellikle, 24 Ocak 1980 kararları ve sonrasındaki 12 Eylül askerî darbesinin yarattığı ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal zeminde hayat bulan, ekenomide ve siyasette mafyalaşmanın egemen tarz haline geldiği süreçte, yasadışı organizasyonların hükmettiği büyük rant ve çıkar alanlarına ilaveten, güneydoğuda, bu dönemde başlayan çatışma ortamında da, anılan bölgede bir otorite boşluğu ve yargının işlevsiz kalmasıyla birlikte, çok büyük boyutlara varan bir silah ve uyuşturucu piyasası oluşmuştur. Büyük çıkarlar ve büyük paralar, büyük organizasyonları zorunlu kılmış ve bu durum, çetelerarası hesaplaşma ve iç çatışmalara da kaynaklık etmiştir. Bu hesaplaşma ve çatışmalarda üstte kalabilmek için, ya devlet içerisinde destek bulma veya bizatihi devletin bazı kurumlarını ele geçirme operasyonları şeklindeki yollar seçilmiştir. Bir yılı aşkın süren Susurluk araştırması ve sonrası ortaya çıkan olgu ve bilgilerde görülen o ki:

Bu çeteler, egemenlik alanlarını yitirmemek maksadıyla, devlet bürokrasisinde faaliyetlerine engel olarak gördükleri birçok hedefe de yönelmişlerdir. Sağlık Bakanlığı Teftiş Kurulu üyesi Namık Erdoğan'ın öldürülmesi buna bir örnek teşkil etmektedir.

Uluslararası istihbarat teşkilatlarıyla ilişkili oldukları, çıkarbirliği içerisinde birçok ortak faaliyet yürüttükleri açıktır. Ülkemiz güvenliğini tehdit edecek düzeyde ciddî boyutlarda olduğu açığa çıkan bu faaliyetlere örnek olarak, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis'e karşı gerçekleştirildiği iddia edilen suikast olayı gösterilmektedir.

Orgeneral Eşref Bitlis'in, Çekiç Güç'ün faaliyetlerine karşı olması, Kürt sorununun çözümünde yerel inisiyatifler ile bölge ülkelerinin taraf olacağı bir çözümü savunması, güneydoğu olaylarının, demokratik hukuk devleti ilkeleri temelinde sosyal, kültürel ve ekonomik boyutlarını kapsayan bir çözüm projesini gündeme getirmesi; bunun da, çetelerin bu olaylar neticesinde oluşan rahat faaliyet ortamlarını, uyuşturucu ve silah piyasalarını kaybetme riski sonucunu doğuracak olması, kamuoyunda, bu suikastın nedeni olarak iddia edilmektedir.

Çetelerin, devlet politikalarına müdahale ve ülke yönetimini istedikleri doğrultuda biçimlendirme konusunda başvurdukları bir diğer yöntemin de, tehdit, şantaj ve sindirme olduğu bilinmektedir. Bu, en açık şekliyle, Başbakan Mesut Yılmaz'ın, önce evinin dinlenmesi iddiası, artından, Budapeşte'de gerçekleştirilen saldırı olayıyla başlayan, çetelerce gözdağı vermek amacıyla gerçekleştirildiği iddia edilen Başbakanın son günlerdeki havayoluyla yaptığı yolculuklarda uğradığı kazalar ve en son Trabzon'un Araklı İlçesinde konuşma yapacağı yere bomba konulması olayı gösterilebilir.

Benzeri bir olay ise, ülkücü kökenli Kartal Demirağ tarafından Turgut Özal'a karşı gerçekleştirilen suikast eylemidir. Yakınlarının ifadelerine göre, Turgut Özal, bu olayın perde arkasını biliyor olmasına rağmen açıklayamamış ve yakınlarının da açıklamamasını istemiştir. Konu, sadece Kartal Demirağ'la sınırlı tutularak geçiştirilmiştir.

Aynı şekilde, Turgut Özal'ın, Cumhurbaşkanlığı yaparken ani ölümü de, son günlerde kamuoyu gündemine birçok iddiayla birlikte taşınmış ve yeni bir tartışmayı başlatmıştır. Yakınlarının ifadesine göre, Turgut Özal zehirlenerek öldürülmüştür. Bu şüpheler sonucu, eşi tarafından bir tutam saçı, laboratuvar incelemesi için alınmıştır. Bu konudaki bir başka iddia ise, Turgut Özal'ın, ölümünden bir iki gün sonraya denk gelen bir tarihte, Kürt sorununun çözümü konusunda birtakım adımlar atacağı ve kendisinin bu girişimini engellemek isteyen, Kürt sorununun çözümünü istemeyen güçlerce öldürüldüğü şeklindedir.

Ülke yöneticilerine ve bürokratlarına karşı gerçekleştirilen bu eylemlerin açıklığa kavuşturulması, devletin güvenilirliği, devlet kurumlarında hizmet veren insanların güvenliklerinden kuşku duymamaları ve demokratik hukuk devleti olabilme açısından bir zorunluluktur.

Yukarıda açıklanan nedenlerle, söz konusu olaylarla ilgili iddiaların açıklığa kavuşturulması, bu anlamda güvenlik ve istihbarat güçlerinin almış oldukları tedbirlerin veya yetersizliklerin irdelenmesi amacıyla, Anayasanın 98, İçtüzüğün 104 ve 105 inci maddeleri uyarınca bir Meclis araştırması açılmasını saygılarımızla arz ederiz.

Durmuş Fikri Sağlar (İçel)

Bülent H. Tanla (İstanbul)

Orhan Veli Yıldırım (Tunceli)

Bekir Yurdagül (Kocaeli)

Nihat Matkap (Hatay)

Mustafa Yıldız (Erzincan)

Yüksel Aksu (Bursa)

Atilâ Sav (Hatay)

Nezir Büyükcengiz (Konya)

Metin Arifağaoğlu (Artvin)

Şahin Ulusoy (Tokat)

Hilmi Develi (Denizli)

Algan Hacaloğlu (İstanbul)

Celal Topkan (Adıyaman)

Ayhan Fırat (Malatya)

Birgen Keleş (İzmir)

Haydar Oymak (Amasya)

Mahmut Işık (Sıvas)

Ali Haydar Şahin (Çorum)

Yusuf Öztop (Antalya)

Fatih Atay (Aydın)

BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, önerge bilgilerinize sunulmuştur.

Önerge, gündemde yerini alacak ve Meclis araştırması açılıp açılmaması konusundaki öngörüşme, sırasında yapılacaktır.

Şimdi, bütçe görüşmelerine başlıyoruz.

IV. – KANUN TASARI VE TEKLİFLERİYLE KOMiSYONLARDAN GELEN

DİĞER İŞLER

l.- 1998 Malî Yılı Genel ve Katma Bütçeli İdareler Bütçe Kanunu Tasarıları ile 1996 Malî Yılı Genel ve Katma Bütçeli İdareler ve Kuruluşlar Kesinhesap Kanunu Tasarıları (1/669; 1/670; 1/633, 3/1046; 1/634, 3/1047) (S.Sayıları: 390, 391, 401, 402) (1)

A) SAĞLIK BAKANLIĞI

1. – Sağlık Bakanlığı 1998 Malî Yılı Bütçesi

2. – Sağlık Bakanlığı 1996 Malî Yılı Kesinhesabı

a) Hudut ve Sahiller Genel Müdürlüğü

1. – Hudut ve Sahiller Genel Müdürlüğü 1998 Malî Yılı Bütçesi

2. – Hudut ve Sahiller Genel Müdürlüğü 1996 Malî Yılı Kesinhesabı

B) ORMAN BAKANLIĞI

1. – Orman Bakanlığı 1998 Yılı Bütçesi

2. – Orman Bakanlığı 1996 Malî Kesinhesabı

a) Orman Genel Müdürlüğü

1. – Orman Genel Müdürlüğü 1998 Malî Yılı Bütçesi

2. – Orman Genel Müdürlüğü 1996 Malî Yılı Kesinhesabı

BAŞKAN – Gündem ve programımız uyarınca, bugün, yedinci tur bütçe görüşmelerini, Avrupa Birliği ve dışpolitika konusundaki genel görüşme önergesinin öngörüşmesini ve sekizinci tur bütçe görüşmelerini yapacağız.

Yedinci tur görüşmelere başlıyoruz.

Komisyon?.. Burada.

Hükümet?.. Burada.

Komisyon ve Hükümet yerlerini aldılar.

Yedinci turda, Sağlık Bakanlığı ve Orman Bakanlığı bütçeleri yer almaktadır.

Yedinci turda, grupları ve şahısları adına söz alan sayın üyelerin isimlerini okuyorum:

Gruplar:

Refah Partisi Grubu adına, Sayın Ahmet Çelik, Sayın Salih Katırcıoğlu, Sayın Mustafa Yünlüoğlu;

Cumhuriyet Halk Partisi Grubu adına, Sayın Bekir Kumbul, Sayın Zeki Çakıroğlu;

Doğru Yol Partisi Grubu adına, Sayın Nevzat Köse, Sayın Halit Dağlı;

Demokratik Sol Parti Grubu adına, Sayın Mehmet Büyükyılmaz, Sayın Mustafa İlimen, Sayın Fikret Uzunhasan;

Demokrat Türkiye Partisi Grubu adına, Sayın Muzaffer Arıkan;

Anavatan Partisi Grubu adına, Sayın Hüsnü Sıvalıoğlu, Sayın Avni Kabaoğlu, Sayın Abdullah Akarsu.

Şahıslar:

Lehinde, Sayın Hüsnü Sıvalıoğlu;

Aleyhinde, Sayın Hüseyin Olgun Akın.

Şimdi, Refah Partisi Grubu adına konuşmalarını yapmak üzere, Sayın Ahmet Çelik'i davet ediyorum.

Buyurun Sayın Çelik. (RP sıralarından alkışlar)

Sayın milletvekilleri, gruplar adına konuşmalarımız, bu turda 30'ar dakikadır.

Sayın Çelik, üç arkadaşsınız; konuşma süresini eşit mi paylaşıyorsunuz efendim?

AHMET ÇELİK (Adıyaman) – Evet efendim.

BAŞKAN – Sizi, 9 uncu dakikada uyaracağım efendim, 1 dakikanız kaldığı konusunda.

Buyurun.

RP GRUBU ADINA AHMET ÇELİK (Adıyaman) – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Sağlık Bakanlığının 1998 yılı bütçesi üzerinde Refah Partisi Grubu adına söz almış bulunuyorum; hepinizi saygıyla selamlarım.

Değerli arkadaşlar, Anayasamızın 56 ncı maddesinde "Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler" ve "... genel sağlık sigortası kurulabilir" denilmektedir.

Anayasamız, sağlık hizmetlerinin en iyi ve etkin bir şekilde geniş halk kitlelerine sunulması için, âdeta devleti ve buna bağlı olarak Sağlık Bakanlığını görevlendirmiştir.

Anayasamızın bu amir hükmüne rağmen, sağlık yönünden halkımızı mutlu ettiğimizi söylemek mümkün değildir. Tüm çalışmalara rağmen, halen yürürlükte olan sağlık sistemi, geniş halk kitlelerini, işçiyi, memuru ve emekliyi memnun etmemiştir. Türkiye'de, kişi başına sağlık harcamaları ortalama 200 dolar iken, Avrupa ülkelerinde 1 200- 1 800 dolar arasındadır, Amerika Birleşik Devletlerinde ise 2 500 dolardır.

Değerli arkadaşlar, sağlıkla ilgili bazı istatistikî bilgiler vermek istiyorum: Çeşitli ülkelerde toplam sağlık harcamalarının gayri safî millî hâsılaya oranı; Avusturya'da yüzde 9,2; Almanya'da yüzde 8,6; İtalya'da yüzde 8,5; Hollanda'da yüzde 8,7; İsviçre'de yüzde 9,8; Amerika Birleşik Devletlerinde yüzde 12; İspanya'da ise yüzde 9'dur, Türkiye'de, 1995'te yüzde 3,8; 1996'da yüzde 3,7; 1997'de 3,6 gibi çok düşük seviyededir. Avrupa Topluluğuna entegre olmak istiyorsak, gayri safî millî hâsıladaki sağlık harcamaları oranının en az yüzde 6 olması gerekir.

1 000 kişiye düşen hasta yatağı sayısı; Amerika Birleşik Devletlerinde 5,7; Japonya'da 11,6; Batı Almanya'da 11,5; Fransa'da 11; İtalya'da 6,6; Türkiye'de 2,4'tür.

1991 yılı verilerine göre, toplam bütçeden sağlığa ayrılan pay; İrlanda'da yüzde 13; İspanya'da yüzde 13,7; İngiltere'de yüzde 13,6; Hollanda'da yüzde 12,4; Amerika Birleşik Devletlerinde yüzde 13,8; Almanya'da yüzde 18,1; Türkiye'de, maalesef, yüzde 3'tür. 1997 yılında yüzde 3,37'ye çıkarılmıştır, 1998 yılında bu oran, tekrar, yüzde 2,6'ya düşmüştür.

Türkiye'de bebek ölümü oranı binde 53'tür. Gelişmiş ülkelerde bebek ölüm oranı binde 6'nın altındadır.

Türkiye'de anne ölüm oranı yüzbinde 100'dür. Gelişmiş ülkelerde anne ölüm oranı yüzbinde 10'dur.

Türkiye'de hekim başına düşen nüfus, ortalama 1 000 kişidir, Avrupa'da hekim başına düşen nüfus ise, 250-300 kişidir.

Türkiye'de yatak başına düşen hemşire, 3 yatağa 1 hemşiredir, Avrupa'da yatak başına düşen hemşire, 1 yatağa 1 hemşiredir.

54 üncü Hükümet zamanında, 1997 yılı Sağlık Bakanlığı bütçesi, 1996 yılına oranla yüzde 108,3 artırılmasına rağmen, 55 nci Hükümet, Sağlık Bakanlığı bütçesini, 1997 yılına oranla yüzde 91 artırmıştır ki, 1997 yılı enflasyonu yüzde 100'lerde olduğuna göre, Sağlık Bakanlığı bütçesi enflasyon oranı altında artırılmıştır; bu da, sağlıkta, 1998 yılının, hiçbir zaman 1997 yılı kadar rahat olamayacağının açık ve seçik bir göstergesidir.

1998 yılı Sağlık Bakanlığı bütçesinin yüzde 78'i personel giderlerine, yüzde 8,1'i transfer harcamalarına, yüzde 6'sı diğer cari giderlere, yüzde 8'i tıbbî cihaz ve taşıt alımı ile sağlık inşaatlarına yatırım giderleri olarak harcanacaktır. Yüzde 8 gibi çok düşük bir payla; yani, yatırımlara ayrılan 31 trilyon lirayla gerekli yatırımları yapmak, alet, edevat ve cihaz temin etmek mümkün değildir.

Değerli arkadaşlar, 55 inci Hükümet, sağlığa gerekli parayı bulamıyor; kartel medyasına 16,4 trilyon lirayı buluyor. Kalkınmada öncelikli yörelerdeki 402 müteşebbisin Kalkınma Bankasından alacağı 18 trilyon lira bulunamıyor; kartel medyasına 16,4 trilyon lira teşvik bulunuyor.

Değerli arkadaşlar, KOBİ'lerin şu anda 7 trilyon liralık alacakları vardır; ancak, Hazine, 600 milyar lira bulmuştur. Bu 7 trilyon lira KOBİ'lere verilemiyor; fakat -maalesef, üzülerek belirtmek istiyorum- kartel medyasına 16,4 trilyon lira, teşvik olarak pompalanıyor. Bunun hesabını, bir gün birileri kalkar sorar; fakat, mevcut Hükümet buna cevap veremeyecektir.

Sağlık Bakanlığı halen 695 hastane, 5 317 sağlık ocağı, 273 ana çocuk sağlığı ve aile planlama merkezi, 256 verem savaş dispanseri ve 11 911 sağlık eviyle hizmet yürütmektedir. Tüm gaye ve gayretler, bu sağlık hizmetlerimizi halkın ihtiyacına cevap verecek şekilde, tıbbî cihaz ve aletlerle, gerekli sağlık personeliyle donatmaktır.

Maliye Bakanlığı, Türkiye'de sağlık harcamalarının boyutunu iyi bilmemektedir; iyi bilinen Sağlık Bakanlığının bütçesidir. Bu konudaki çözüm, maliye disiplininde sağlık harcamaları kaleminin açılmasıyla mümkün olacaktır; ancak o zaman, sağlık giderleri, sağlıklı bir şekilde bilinecektir.

Halen, Türkiye'de 3 yatağa 1 hemşire düşmektedir; dünya standartlarına göre 1 yatağa 1 hemşiredir. Türkiye'de, binlerce hemşire sağlık lisesini bitirerek mezun oluyor. Bunların ekserisi fakir vatandaşların çocuklarıdır. Türkiye'nin bu kadar hemşire ve ebeye ihtiyacı olmasına rağmen, bunların tayinlerinin kadro yokluğundan yapılamayışı, çok üzücü bir olaydır ve okuldan mezun olan binlerce hemşiremiz ve aileleri mağdur olmaktadır. Bunlara acil çözüm bulunması, sosyal devlet anlayışının bir gereğidir.

Ayrıca, bugüne kadar, hükümetler koruyucu hekimliğe gerekli önemi vermediklerinden ve bu yönde çok iyi bir plan ve program yapılmadığından, sağlık giderlerinin yüzde 90-95 gibi çok büyük bir kısmı tedavi hizmetlerine gidiyor. Bu konuda da gerekli çalışmaların yapılması ve özellikle koruyucu hekimliğe en iyi şekilde ve sağlıklı bir şekilde önem verilmesi gerekmektedir.

Değerli arkadaşlar, birçok sağlık bakanının, bugüne kadar, sağlık reformu yasa tasarısı ve genel sağlık sigorta yasa tasarısı üzerinde çalışmalar yaptıklarını; fakat, bugüne kadar, bu tasarıların, bir türlü Meclise gelmediğini görüyoruz.

Değerli arkadaşlar, âdeta, bakanlar, bu konuda ucuz politika yapmışlardır. Bu yasaları, bir an önce, tabiî ki Meclise getirmek ve bunları tartışmak gerekir; çünkü, Türkiye'nin buna çok acil ihtiyacı vardır.

Bu yasaların hazırlığında ve Sağlık Bakanlığının sağlık finansman kurulu kuruluş çalışmalarında, Refah Partisi olarak, aşağıda önereceğimiz hususları da hesaba katmaları, halisane temennimizdir.

Sağlık hizmetlerinin etkin bir şekilde verilmesi, giderlerin düşürülmesi, personelin eşit ve sağlıklı bir şekilde dağılımının sağlanması, teşhis ve tedaviye yardımcı tıbbî cihaz ve aletlerin randımanlı ve akılcı kullanılması için, devlet, SSK ve diğer hastaneler tek elde planlanıp, kontrol etmelidir. Bu, Anayasanın bir hükmüdür.

Hastaneler, mütevelli heyetler tarafından yönetilmelidir. Mahallî idareler, mütevelli heyetlere üye vermelidir. Mütevelli heyet teşkili ve kimlerin bu heyette bulunacağı, hastane başhekimlerinin mütevelli heyet tarafından nasıl seçileceği ve nasıl görevden alınacağı, kanun ve yönetmeliklerde belirtilmelidir. Yani, hastaneler özerkleştirilmelidir. Mütevelli heyetine, sağlık ve yardımcı sağlık personeliyle sözleşme yapma yetkisi verilmelidir.

Hastane baştabibi tıbbî konsey başkanı olup, hastanenin tıbbî yöndeki çalışmalarından ve modernizasyonundan sorumlu olmalıdır. Baştabip, hastanenin otelcilik hizmetiyle uğraşmayıp, bu görev, hastane işletme müdürlüğü bünyesinde kurulacak ünitelerce yürütülmelidir. Bu üniteler de baştabibin kontrolünde olmalıdır.

Hastanedeki hasta kuyruklarının azalması ve sağlıklı bir şekilde hizmet verilmesi için, aile hekimliği geliştirilmelidir. 2-3 bin nüfusa 1 aile hekimi düşecek şekilde organize edilmelidir. 224 sayılı Yasa gereği, halen mevcut 5 312 sağlık ocağı, 11 100 sağlık evi ve SSK'nın 250 sağlık istasyonu, aile hekimliği için kullanılmalıdır.

Hasta sevk zinciri kurulmalıdır. Acil vaka dışında, aile hekimliğine muayene olup sevk alınmadan bir üst kademe hastanesine müracaat edilmemelidir. Aile hekimi seviyesinde, müracaat eden hastaların yüzde 80'inin tedavi göreceği tahmin edilmektedir. Aile hekiminden sevk alan hasta, devlet hastanesine, gerekiyorsa bölge hastanesine ve oradan da eğitim hastanelerine sevk edilmelidir. Hasta sevk zincirine, acil vaka dışında, tüm halk, memur, işçi, Bağ-Kur'lu ve emekli uymalıdır. Aksi takdirde, hastanedeki hastaların kuyruklardan kurtulmaları mümkün değildir.

Hasta, hekimi seçmede hür olmalıdır. Halen, 40 binden fazla pratisyen tabibimiz vardır. Bu hekimler, kısa süreli kurslarla aile hekimliği konusunda eğitilmelidir; kendilerine, pratisyen tabip, aile hekimliği uzmanı unvanı verilmelidir. Yeni mezun olan tabipler de, eğitim hastanelerinde iki yıl süreyle aile hekimliği eğitimi görmeli ve yukarıdaki unvanı almalıdır. Bu süre içinde, kendilerine, ihtisas yapan hekimlerin maaşı kadar maaş ödenmelidir.

Değerli arkadaşlar, sağlık finansman kurulu kurulmalıdır. Genel sağlık sigortası geliştirilmelidir. Öyle tahmin ediyoruz ki, 10-12 milyon insan fakirdir. Bunların sağlık primleri devlet tarafından ödenmeli; duvar dibinde, sokakta hiçbir hasta kalmamalı, herkes sağlık yönünden sosyal güvenliğe kavuşturulmalıdır. Genel sağlık sigortası çıkıncaya kadar, yeşil kart uygulamasına devam edilmeli; yeşil kart alan kişi, her seviyedeki sağlık hizmetlerden yararlanmalı, yeşil kartın kapsamı genişletilmelidir.

Sağlık hizmetleri veren kuruluşlar bilgisayar ağına kavuşturulmalı, tek tip sağlık sicil kaydı tutulmalıdır.

Sağlık insangücü dağılımı dengeli hale getirilmeli, hekim ve yardımcı sağlık personelinin parasal durumu en iyi şekilde düzeltilmeli, Doğu ve Güneydoğu Anadolu, hekimler için parasal yönden cazip hale getirilmelidir.

Sağlık eğitimi, tüm topluma, yaygın ve örgün eğitimle verilmelidir. Mezuniyet sonrası ve hizmet içi eğitim kurumsallaştırılmalıdır.

Bölge kanser hastaneleri kurulmalı ve hastaneler her türlü tıbbî cihaz ve aletle donatılmalıdır.

Sayın Bakanım, bu vesileyle belirtmek istiyorum, Adıyaman, Kâhta, Besni ve Gölbaşı Devlet Hastaneleri eksik uzman tabiple çalışıyor; sağlık ocaklarımızın bir kısmında pratisyen hekim yok; Adıyaman'da, hemşire ve ebe açığı had safhada; sağlık evlerinin çoğunda ebe yok.

BAŞKAN – Sayın Çelik, 13 üncü dakikadasınız; arkadaşlarınızın süresi çok kısaldı...

AHMET ÇELİK (Devamla) – Sayın Bakanım, buralara uzman tabip tayini yapılması ve Çelikhan Devlet Hastanesinin açılmasını arz ediyorum ve sizin bu konudaki çalışmalarınızı da takdir ediyorum. Kâhta Devlet Hastanesi ek poliklinik binasını 1998 yatırımına almışsızın; katkılarınızdan dolayı, bu konuda teşekkür ediyorum.

Sağlık Bakanlığı bütçesinin hekimlere, hemşirelere ve tüm sağlık personeline hayırlı olmasını diler, saygılar sunarım. (RP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Çelik.

Sayın Salih Katırcıoğlu, buyurun. (RP sıralarından alkışlar)

RP GRUBU ADINA M. SALİH KATIRCIOĞLU (Niğde) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Sağlık Bakanlığı bütçesi hakkında, Refah Partisi Grubunun görüşlerini açıklamak üzere söz almış bulunuyorum. 1998 yılı bütçesinin ülkemize hayırlı olmasını diliyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Dünya Sağlık Teşkilatı, sağlığı, yalnız hastalık ya da sakatlığın bulunmayışı değil, bedensel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik hali olarak tanımlamaktadır. Koruyucu, tedavi edici ve rehabilite edici sağlık hizmetleri, Anayasamızın 56 ncı maddesi gereği, devlet tarafından düzenlenmektedir. Ülkemizde sağlık hizmetlerine baktığımızda şu tablo karşımıza çıkmaktadır:

Sağlık hizmetini alan halkımız ve sağlık hizmetini veren doktor, diş hekimi, eczacı, hemşire, ebe, laborant, sağlık memuru, yardımcı sağlık personeli, bugünkü sağlık sisteminden şikâyetçidir. Neden şikâyetçi; halkımız, hastanedeki kuyruklardan, hizmete ulaşamadığından, ilgisizlikten, kaliteli hizmet alamadığından, ambulans hizmetinden, acil hizmetlerin yetersizliğinden şikâyetçidir. Doktorlarımız, ebe ve hemşirelerimiz 24 saat özveriyle çalışmaktadırlar; onlar da şikâyetçidir; bugüne kadar hizmetlerinin karşılığını alamadılar, özlük hakları verilmedi.

Dünyanın hiçbir yerinde örneği yoktur, hastanede çalışan doktorlarımız 657 sayılı Kanununa göre devlet memuru, muayenehanesi nedeniyle birinci sınıf vergi mükellefidir. Bu ikilem ortadan kaldırılmalı, meslekleriyle ilgili yasal düzenleme yapılmalı ve meslek sorunları giderilmelidir. Tayinlerde adalet ve eşitlik ilkesine uyulmalıdır.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; yıllardan beri programsız açılan sağlık liselerinden mezun 19 bin kişi, Bakanlıkta tayin için sıra beklemektedir. Sağlık lisesi mezunlarının, hemşire, ebe ve diş hekimlerinin istihdam sorunları çözümlenmelidir.

Araştırma için eğitim hastanelerine ayrılan ödenek artırılmalı, meslek içi eğitime gerekli önem verilmeledir.

Bulaşıcı hastalıklar içinde verem, ülkemizde artmaya başladı. Son yıllarda istatistikî bilgiler nelerdir; elimizde yoktur. Türkiye Ulusal Verem Savaş Dernekleri Federasyonu Başkanı Sayın Prof. Dr. Ferit Koçoğlu, bizlere gönderdiği yazıda şunları ifade etmektedir; aynen okuyorum: "Dispanserlerde yeterli miktarlarda ilaç bulundurulmadığı için, hastanın tedavisi aksamaktadır. Düzenli tedavi görmeyen hastalarda ilaçlara karşı direnç gelişmekte ve bu durumda tedavi imkânsız hale gelmektedir. Halen ülkemizdeki hastaların yüzde 60 - 70'inde ilaçlara direnç vardır ve bu dirençli hastaların tedavisi için gerekli ilaçlar hem Türkiye'de bulunmamakta -bir iki kalem hariç- hem de çok pahalıdır. Veremle savaş doğru dürüst yapılmadığı takdirde, hastalığın kronikleşmesine yol açtığı için fayda yerine zarar yapmaktadır. Veremle savaşa ayrılan ödenek artırılmalı, Bakanlık gerekli hassasiyeti göstermelidir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; basında, özellikle kuzey ülkelerinden gelen turistlerde AIDS tespit edildiği yazılmakta ve gösterilmektedir. Gümrüklerde bulaşıcı hastalıkların ve AIDS'in kontrolü nasıl yapılıyor, testler yapılıyor mu? Vatandaşlarımıza birçok ülke vize uygularken, AIDS'li hastaların ellerini kollarını sallayarak ülkemizde dolaşmaları bizleri, rahatsız etmektedir.

54 üncü Hükümet tarafından başlatılan Ambulans Helikopter Projesi, 112 Acil Yardım ve Kurtarma Hizmetleri, Taskom Projesi, Hepatit B'ye Karşı Yurt Genelinde Aşılama Projesi, Türkiye'de Lise Öğrencilerini ve Gençleri Zararlı Alışkanlıklardan Koruma ve Bilgilendirme Projesi, Organ Naklinde Yeniden Yapılanma Projesi, Alkol-Uyuşturucu Madde Bağımlılarının Tedavi ve Rehabilitasyon Projeleri, Bakanlığın olumlu çalışmalarıdır.

Özürlülerin topluma kazandırılmaları için mevcut fizik tedavi ve rehabilitasyon merkezlerinin yatak sayısı yetersizdir, yenileri açılmalıdır.

Niğde'de yapımı devam eden fizik tedavi hastanesinin kısa sürede bitmesi, ihtiyacı olan hastalarımızın hizmetine sunulması, aynı zamanda, yapımı biten doğum hastanesinin de bir an evvel açılması, dileğimizdir.

Şeker hastalarının bakım kalitesini yükseltmek amacıyla diyabet merkezleri yaygınlaştırılmalıdır.

Kanser erken teşhis tarama merkezleri yaygınlaştırılmalı, tedavi için bölge onkoloji hastaneleri açılmalıdır.

Kronik böbrek yetmezliği, diyaliz merkezleri açılırken, organ transplantasyonu yaygınlaştırılmalıdır.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; devlet hastaneleri, SSK hastaneleri ve üniversite hastaneleri arasında koordinasyon sağlanmalıdır. Devlet hastanesinde çalışan doktor, hastası için hastanesinde olmayan teknolojiyi üniversite ve SSK hastanelerinden kullanamıyor. Hasta sevk ediliyor, sil baştan tekrar muayene ve tedavi oluyor; bu da zaman ve ekonomik kayba sebep oluyor.

Serbest çalışan hekim de istediği hastaneden tıbbî teknolojiyi alabilmelidir.

Serbest çalışan göz hekimlerinin üçlü reçeteye yazdıkları gözlük bedelleri, Emekli Sandığı, Bağ-Kur ve SSK tarafından ödenmeli, Maliye Bakanlığı tarafından denetlenmelidir.

Serbest hekimler, hasta yoğunluğu fazla olmayan illerde, devlet hastanesi ameliyathanelerini kullanabilmeli; ihtiyaca göre sözleşmeli çalışmaları sağlanmalıdır. Bunlar, sağlık sorunlarının palyatif çözümündeki kişisel görüşlerimdir.

Sağlık harcamalarının büyük kısmı, ilaç ve tıbbî teknoloji kullanımına ayrılmaktadır. Bu nedenle, yerli ilaç sanayii, yerli tıbbî araç ve gereç yapımı teşvik edilmelidir.

Doktor ve hasta haklarının korunmasında dünya standartlarına ulaşılmalıdır.

1992 yılından beri, sağlık giderlerini karşılayamayacak durumda olan ve sosyal güvencesi olmayan vatandaşlarımıza yeşil kart verilmektedir. 1997 yılı itibariyle, yeşit kart sahipleri 6 milyon 500 bin kişidir; genel nüfusumuza oranlarsak, her 10 kişiden 1'i yeşil kart sahibidir. Bütçeden, 6 milyon 500 bin yeşil kartlıya ayrılan pay ise, 30 trilyon liradır. Her yeşil kart sahibine, 5 milyon lira düşmektedir. Bu rakamlarla, yeşil kart sahibinin hangi sorunlarını çözeceksiniz?!

Bütçeden, faize ödenen miktar 6 katrilyon liradır. Görüldüğü gibi, 1998 bütçesi, rantiye bütçesidir; içinde sağlık yoktur, hizmet yoktur.

Bakınız, 1998 bütçesini, İstanbul Tabip Odası nasıl değerlendiriyor, aynen okuyorum: "Devletin fonksiyonel kısmı ihmal edilip, köreltilirken, idarî kısmı korunmakta; aslan payını ise, yerli ve yabancı tefeciler almaktadır." Bu sözlerle, İstanbul Tabip Odası da, bütçenin rantiye bütçesi olduğunu tasdik ediyor.

1998 yılı Sağlık Bakanlığı bütçesi 391 trilyon liradır. Bunun 303 trilyon lirası personel giderleri; 32 trilyon lirası yatırım payıdır. 1997 bütçesinde, yatırım yapı yüzde 11,6 iken, bu oran, 1998 bütçesinde, yüzde 8'e düşmüştür. Sağlık Bakanlığı bütçesinin genel bütçe içindeki payı, 1997'de yüzde 3,2 iken; 1998 yılında yüzde 2,6'ya gerilemiştir.

BAŞKAN – Sayın Katırcıoğlu, toparlarsanız, arkadaşınız da yeterli süre sahibi olur.

M. SALİH KATIRCIOĞLU (Devamla) – Bu rakamlar, 1997 yılına göre, 1998 yılında, Sağlık Bakanlığı yatırımlarının ve hizmetlerinin azalacağını göstermektedir. Bütçeler, Hükümetlerin hizmet göstergesidir. Sağlık yatırımlarının, faize ödenen miktarın ikiyüzde 1'i olması düşündürücüdür. 1998 bütçesinde, halk unutulmuş, faiz çevreleri sevindirilmiştir.

Sözlerimi, Sayın Özsoy'un, 15.12.1996 tarihinde, Genel Kurulda söylediği şu sözlerle tamamlamak istiyorum: "Sağlık hizmetlerinde tıkanıklığın sebepleri, yönetim eksikliği, görev ihmali, insangücü ve kaynaklarının yeterince kullanılmamasıdır."

Sayın Bakanım, şu anda yönetim de sizde, görev de sizde. Sağlık sorunlarının halkımız lehine çözüleceğini temenni eder; saygılar sunarım. (RP, ANAP ve DYP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Katırcıoğlu.

Şimdi, Sayın Mustafa Yünlüoğlu; buyurun. (RP sıralarından alkışlar)

RP GRUBU ADINA MUSTAFA YÜNLÜOĞLU (Bolu) – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Orman Bakanlığının bütçesi üzerinde, Refah Partisi Grubu adına söz almış bulunuyorum; şahsım ve Grubum adına, Değerli Heyetinizi, Orman Teşkilatımızın mensuplarını, orman köylülerimiz başta olmak üzere, bütün vatandaşlarımı hürmetle selamlarım.

Takdir edilir ki, on dakikalık zaman dilimi içerisinde, ne ülkemizin ormancılığının devasa sorunlarını ne Orman Teşkilatının problemlerini ne de orman köylerimizin içerisinde bulunduğu sıkıntıları anlatmamız mümkün olmaz; ancak, önemli bulduğum tespitlerimi ana başlıklar halinde belirtmek istiyorum.

Sayın Başkan, sayın millletvekilleri; gerek ülkemizde gerekse dünyada, orman tahribatının tabiî dengeyi nasıl bozduğunu, ülkemizde ve dünyada yaşadığımız sel felaketlerinden; ozon tabakasının erimesi, Avrupa'daki asit yağmurları ve El Nino denilen afetlerin, sadece insan sağlığını değil insan canını tehdit ettiğinden, hayvan ve bitki örtüsünü nasıl tahrip ettiğinden anlamaktayız. Nasıl ki insanca yaşamamızın, onurlu bir şekilde yaşamamızın sigortası insan hakları, demokrasi, din ve vicdan özgürlükleri ise, tabiri caizse, tabiatımızın da, çevremizin de sigortası ormanlarımızdır. Nedir orman? Eğer ormanı, ağaç veya ağaç kümelerinden ibaret zannediyorsak, yanılırız. Ormanı, müsaadenizle, şu çizdiğim çerçeve içinde algılamak mecburiyetindeyiz: Tohumuyla -yani meyvesiyle- dala, dalıyla gövdeye, gövdesiyle köke, köküyle toprağa bağlı; bünyesinde, yabanî hayvanlar başta olmak üzere, bulunduğu yerin ekolojik koşullarına bağlı olarak, onbinlerce -5 bin ilâ 50 bin arasında değişebilir- canlı ve cansız varlık barındıran ve bu varlıklar arasında, son derece esrarengiz ve ahenkli etkileşimlerin yaşandığı; Allah'ın, biz insanlara, beşeriyete lütfettiği tabiat varlıklarıdır ormanlar.

Değerli arkadaşlar, böylesine hayatî bir konunun, partilerüstü, siyasetüstü bir düşünce ile ileriyi gören bir devlet ciddiyetiyle ele alınması gerekirken, üzülerek söylemeliyim ki, orman ve orman köylüsü üzerinden politika yapılmış, orman ve orman köylüsü, devamlı, politikanın arka bahçesi olarak görülmüş, ormanla birlikte, orman köylüsü de sömürülmeye, fakirleştirilmeye terk edilmiştir. Hükümet olan partiler, kendilerini, devamlı, ormanın patronu, orman köylüsünü ise, orman içerisinde çalışan ırgat olarak görmüşlerdir. Dolayısıyla, değil orman köylüleri, ormaniçi ilçelerde yaşayanlar dahi şehirlerin varoşlarına göç ederken, ormanlarımız, günü kurtarmak isteyen, hedefsiz, amaçsız, vizyonsuz, misyonsuz, popülist politikacılar elinde, her geçen gün eritilmekte, maalesef tüketilmektedir.

Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; orman bakımından fakir bir ülkeyiz; daha doğrusu, zenginken fakirleşmiş bir ülkeyiz. Timur'un hikâyesini bilirsiniz. Ülkemizin, yaklaşık dörtte biri ormanlarla kaplıdır; yani, 20 milyon hektar -toplam yüzölçümünün yüzde 23'ü civarında- orman varlığımız vardır; maalesef, bunun yarısı da verimsiz ormanlardır.

Değerli milletvekilleri, ülkemizde, ormaniçi ve bitişiğinde olmak üzere, 17 500 köyde, 9 milyon civarında köylü vatandaşımız yaşamaktadır. Ne yazık ki, orman köylüsünün büyük bir kısmı, devletle mahkemeliktir; bu mahkemelerin birçoğu, orman yüzündendir. Çünkü, bu kesim, millî gelirden en az payı alan kesimdir; fakirliğe, yoksulluğa itilen kesimdir; fert başına düşen millî gelir, 300 veya 400 dolar civarındadır.

Orman köylülerini, kooperatif kurmaya, mutlaka özendirmeliyiz. Orman köylüleri, yem bitkisi, ahır hayvancılığı, halıcılık, arıcılık, kavakçılık, el sanatları gibi hususlarda yeterince teşvik edilmeli, mutlaka desteklenmelidir. Or-Köy'ün daha fazla kredi kullanmasına imkân tanınmalıdır. Dolayısıyla, orman köylümüzü ormanla barışık hale getirip, devletle hasım değil, hısım haline getirmeliyiz.

Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; orman emvali dediğimiz işlerin, orman köylüsü ve kooperatiflerce yapıldığını biliyorsunuz. Ancak, bu orman emvalinin kesilişi, çekilişi ve depolanışında, çoğunlukla, o köylüler, çoluğuyla çocuğuyla, arabasıyla, traktörüyle, samanıyla somunuyla bu işle uğraşır, bir ay, iki ay çalışır; fakat, fiyatlar tek taraflı tespit edilir. Sadece devlet bu fiyatları tespit eder; taraflar oturup, bir arada, bir fiyat tespiti yapmazlar; çünkü, devletin tespit ettiği fiyatlara halk, köylü, uymaya mahkûmdur; çünkü, başka çıkar yolu, geçim yolu yoktur. Yani, tabiri caizse -ormancılar bilir- ancak ağacın yalamuğunu bu işle uğraşanlara, köylülere yalatırlar, geri kalanı devlet kendisi alır. Buna adil bir çözüm, hakkaniyete uygun bir çözüm bulmak mecburiyetindeyiz. Ayrıca, köylüye veya kooperatiflere verilen yüzde 25'ler çok pahalıya mal olmaktadır; bugün, satamamaktadırlar, mağdur olmaktadırlar; bunun da iyileştirilmesi lazım.

Bir başka husus; orman köylüsü mademki o ormanların bekçisi, o ormanlardaki işlerin mutlaka o köylüye, o ilçelerdeki köylüye verilmesi lazım, o ildeki köylüye verilmesi lazım; ama, tatbikatta, maalesef, böyle olmadığı -dışarıdan gelen insanlar da bizim insanımız, ama- köylü varken, yerli halk varken, başkalarına verildiği konusunda şikâyetler olmaktadır; bu hususta, dosyamızı Sayın Bakana vereceğim.

Değerli arkadaşlar, önemli bir konu, yaylalar meselesi... Ülkemizin birçok yerinde halkımızın önemli bir kısmı, bazı mevsimleri yaylalarda geçirmektedirler; bunlardan bir tanesi de, seçim bölgem olan Bolu'dur. Bugün, Bolu'da 400 tane yayla var; bu 400 tane yaylada 4 bin insan devletle mahkemelik olur mu?! Dedelerinden, atalarından kalma kadim evlerden dolayı, bugün, devletle mahkemelik hale gelmişlerdir. Gerçi, Bolu, cazip bir bölge; iki metropol şehrin ortasında; deniziyle, gölüyle, ormanlarıyla, yaylalarıyla, tarihiyle cazip bir merkez oluşturuyor. Betonlaşma, sıhhatli olmayan bir yapılaşma mevzubahis; bunun önüne geçmek lazım; ama, evlerin esas sahipleri olan köylüleri iyi ayırmak ve köylülerin hakkını korumak mecburiyetindeyiz.

Değerli arkadaşlar, orman köylüsünün bir başka sıkıntısı, orman kadastro neticelerinden memnun olmayışlarıdır; bu konuda da birçok şikâyet gelmektedir. Hatta, tapulu, el senetli arazilerinin ormana terk edildiği...

Bir başka sorun, 2/B uygulamalarıdır; bu, istismara, suiistimale açık bir konudur; bunda devlet mutlaka dikkatli olmalıdır; bu hususun da üzerinde durulmalıdır. Detaya girmek istemiyorum; çünkü, zaman çok az.

Değerli Başkan, sayın milletvekilleri; çetin doğa şartlarında sosyal ve kültürel ortamlardan yoksun bir şekilde çalışan orman bölge şefleri ve orman muhafaza memurlarına mesleklerini cazip hale getirecek iyileştirmelerin yapılması gerekir. Karda, kışta, soğukta, yağmurda, fırtınada damga yapan, nakliyat yaptıran, mesleğin bu fedakâr insanları, mutlaka, araç, gereç, telsiz ve silah yönünden teçhiz edilmelidir; polis ve askerî personel için uygulanan, öngörülen yıpranma tazminatının onlara da verilmesi, sanırım, vicdanî bir görevdir.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Yünlüoğlu, 1 dakika içerisinde toparlayalım lütfen.

MUSTAFA YÜNLÜOĞLU (Devamla) – Çünkü, 20 milyon hektarı korumakla, ancak 6 500 insan görevlidir; bir veya iki insana 5 bin-6 bin hektarlık bir bölge düşmektedir.

Değerli arkadaşlarım, eğer, bir ülkede, 35 milyon metreküp odun ihtiyacının 15 milyon metrekübü kaçak yollardan temin ediliyorsa, işin vahametini anlamak mecburiyetindeyiz. Kim yapıyor bu kaçakçılığı; ihtiyacı olan bir odunu, bir dalı, arabasına, traktörüne alıp taşıyan köylü mü; hiç zannetmiyorum; çünkü, bu kaçakçılığın mafyalaşmış şeklini, mutlaka, siyasî yönden destek aldığını bugün bilmeyenimiz yoktur; ama, kısmen de -hepsini tenzih ederim- idareden mutlaka yardım gördüğü gerçeği de vardır. Bu kaçakçılık, bu siyasî, bu idarî üçgenini mutlaka kırmadan, bu kaçakçılığın önüne geçilemeyeceğini bilmemiz lazım. Profesyonelce yapılan bu kaçakçılığın, siyasî destek olmadan, zaman zaman da idarî destek olmadan yapılamaz olduğunu bilmemiz lazım.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Yünlüoğlu, teşekkür ediyorum.

MUSTAFA YÜNLÜOĞLU (Devamla) – Sayın Başkanım, diğer arkadaşlardan 3 dakika hakkım da vardı.

BAŞKAN – Sayın Yünlüoğlu, Grubunuzun süresi bitti... Teşekkür ediyorum.

MUSTAFA YÜNLÜOĞLU (Devamla) – Bir başka husus, erozyon meselesi vardır. Erozyon, çok önemli bir meseledir...

BAŞKAN – Sayın Yünlüoğlu, mikrofonu açmıyorum... Lütfen... Teşekkür ediyorum.

MEHMET ALİ YAVUZ (Konya) – Sayın Başkan, 1 dakika daha verin.

BAŞKAN – Verdim efendim.

MUSTAFA YÜNLÜOĞLU (Devamla) – Sayın Başkan, 1 dakika... Benim, diğer arkadaşların uzun konuşması nedeniyle çok hakkım yendi; 1 dakika daha Sayın Başkan...

BAŞKAN – Efendim, daha önce de oldu; yani, Grubunuzun paylaşımını, sizin adınıza ben yapamam. O paylaşımı, Grubunuz kendi içinde yapacak. Grubunuzun süresi bitti; 1 dakika eksüre verdim...

MUSTAFA YÜNLÜOĞLU (Devamla) – Ama, siz hatırlatacaksınız efendim; yani, o bakımdan...

BAŞKAN – Efendim, mecbur değilim... Hatırlatmaya çalışıyorum; ama, öyle bir mecburiyetim yok. Grubunuzun paylaşımını siz kendiniz yapacaksınız. Teşekkür ediyorum.

MUSTAFA YÜNLÜOĞLU (Devamla) – Bütün kurumlarıyla, milletiyle, devletiyle bir otokritik, bir özeleştiri yapmalıyız.

Orman Bakanlığımız bütçesinin hayırlı olması dileğiyle, hepinizi hürmetle selamlıyorum. (RP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Şimdi, Cumhuriyet Halk Partisi Grubu adına, Sayın Bekir Kumbul; buyurun. (CHP sıralarından alkışlar)

CHP GRUBU ADINA BEKİR KUMBUL (Antalya) – Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın Başkan, değerli arkadaşlarım; 1998 yılı Sağlık Bakanlığı bütçesiyle ilgili olarak Cumhuriyet Halk Partisinin görüşlerini sunmak üzere kürsüye çıkmış bulunuyorum; bu vesileyle, Yüce Meclisi ve televizyonları başında bizleri izleyen tüm vatandaşlarımızı, en içten saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

Değerli arkadaşlarım, Sağlık Bakanlığı bütçesine hemen girmeden önce, öncelikle sağlıktan ne anladığımızı, nasıl bir yapılanma içerisinde olması gerektiğini, mevcut durumumuzun ne olduğunu ve devletin buradaki fonksiyonunun ne olduğunu, ondan sonra da genel bütçeyle ilişkilendirerek, bu bütçeyle, bunun ne kadarını yapabiliriz veya neyi yapabilirizi bir sıralama içerisinde vermeye çalışacağım.

Değerli arkadaşlarım, modern dünyanın da kabul ettiği gibi, sağlıktan anladığımız, sadece hastalık ya da sakatlığın olmayışı değil; bedensel, ruhsal ve fizyolojik olarak tam bir iyilik hali. Yine sağlık, insanın anne karnına düştüğü günden itibaren ölüme kadar uzanan uzunca bir süreci kapsıyor. İşte, bu sağlığı yerine getirebilmek için, tüm dünyanın kabul ettiği, bizim de söylediğimiz, belirli bir sıralama içerisinde sağlığa bakmak gerekiyor. Koruyucu sağlık hizmetleri, tedavi edici sağlık hizmetleri ve rehabilite edici sağlık hizmetleri olarak sıralamak mümkün; ama, en önemlisi de koruyucu sağlık hizmetleri; çün, kişinin, yani, önce testinin kırılmaması önemli, hastalıktan korunması önemli. Onun için de, kişiye yönelik aşılama, bağışıklama, erken teşhis, kişinin beslenmesi, giyinmesi, barınması, aydınlanması, içtiği su, teneffüs ettiği hava; bunların hepsi etkili, çevre etkili... İşte, burada, gerekli olanı yapabildikten sonra, elbette, geri kalanı tedavi etmemiz gerekir. O zaman da, işyerinde, evinde, sağlık ocağında veya hastanelerde sağlık hizmetleri sunmamız gerekiyor. Ondan sonra da, kişiyi normal hayatına ndürebilmek için, iş hayatına döndürebilmek için, rehabilitasyona da vakit ayırmamız gerekiyor; böylesi bir yapılanma içerisinde gitmemiz gerekiyor.

Değerli arkadaşlarım, en önemlisi koruyucu sağlık hizmetleri, temel sağlık hizmetleri. Orada gerekli olanları yapmamız gerekiyor. İşte, onu yapabilmek için de, sadece Sağlık Bakanlığının yaklaşımları da yetmiyor, kişinin ekonomik seviyesi önemli, beslenmesi önemli -ki, bugün, ülkemizde ilk 5 yaş grubu içerisinde ölüm nedenlerinin beslenme bozukluğu olduğunu düşünürsek- giyimi önemli, kuşamı önemli, işi önemli. Öyleyse, ülkenin gelir düzeyi de önemli oluyor; ama, değerli arkadaşlarım, son onbeş yirmi yıl içerisinde öyle bir ekonomik dengesizlikler, bozukluklar oldu ki, geriye dönüp baktığımızda, bu onbeş yirmi yıl içerisinde emek ve sermaye arasındaki uçurum bir kat daha artıverdi. Yirmi yirmibeş yıl önce, emeğin gelirden aldığı pay, yüzde 33 iken, bugün yüzde 20'lere hatta daha aşağısına iniverdi. Sermayenin değeri, yüzde 66'lardan yüzde 80'lere çıkıverdi.

Ükemizi gelir düzeyine göre katmanlara ayırırsak, ilk beşte bir dilimin; yani, yüzde 20'lik dilimin ülke gelirinin yüzde 55'ini aldığını; ama, alt katmanda bulunanların; yani, 12 milyon nüfusun, yüzde 4,5'unu aldığını görüyoruz; yani, yoksulluk sınırına doğru gidiyor. Bu, her geçen gün biraz daha artıyor. Peki bunun nedeni ne; burada uygulanan ekonomik politikalar çok önemli. Bugün bütçeye baktığımız zaman, zaten, bütçemizin neredeyse yüzde 40'ı, yüzde 39,9'u borç faizleri ödemesine gidiyor. Demek ki, geçmişte vergi sisteminde bozukluklar yapmışız, yanlışlıklar yapmışız; tercihlerimiz farklıymış; vergi toplamaktan çok, borç almaya yönelmişiz ve bu noktalara gelmişiz. Elbette, bir bütçenin yüzde 40'ını borç faizine öderseniz, geri kalanı, temel tercihlerinize yönlendiremezsiniz.

Değerli arkadaşlarım, peki, devletin görevi ne olmalı burada; "sosyal devlet" diyoruz, Anayasamızda yerini alıyor. Sosyal devletin anlamı, her şeyden önce, ülkesinin sağlığına önem vermesiyle, tüm insanlarına sağlığı yayabilmesiyle önem kazanır; onu yapabiliyor muyuz ve bu bütçeyle yapabilir miyiz; pek mümkün görünmüyor. İşte, sosyal devlet olmanın temel özelliği, tercihlerinin, sağlık yönünde, eğitim yönünde, sosyal güvenlik yönünde olmasıdır; onu görebilmek pek mümkün değil arkadaşlar.

Örgütlenme sistemimize bakıyoruz: Örgütlenme sistemimizde ve istihdam sistemimizde, gerçekten, büyük sıkıntılarımız var. Bugün, asıl tedaviyi vermemiz gereken, koruyucu sağlığı yapmamız gereken, birinci basamak sağlık hizmetlerinde gerekli hizmeti veremez durumdayız. Oysa, hem koruyucu sağlık hizmetlerini hem de birinci basamak sağlık hizmetlerini geliştirebilirsek, tedavi edilecek insanlarımızın yüzde 90'ını orada bloke edebilmemiz mümkündür. Bunu beceremediğimiz için, hastaların, neredeyse büyük bir kısmının ikinci basamak sağlık hizmetlerinde, hastane kapılarında kuyruklar oluşturduğunu görüyoruz; hatta, hizmet hastanelerini geçip, eğitim hastanelerine kadar uzandığını görüyoruz.

Bundan bir süre önce, bir eğitim hastanesindeki bir yöneticiyle konuştuğum zaman, yaptıkları bir araştırmada, eğitim hastanesine gelen hastaların yüzde 90'ının birinci basamakta tedavi görmesi gereken hastalar olduğunu bana iletmişti. Bunun anlamı nedir; bunun anlamı, demek ki, biz, birinci basamakta gerekli hizmeti veremiyoruz; veremediğimiz gibi, geçmiş dönemlerde, cumhuriyetin ilk yıllarında daha çok önem verilen, dikey yapılanma içerisinde yerini alan verem savaş, sıtma savaş ve daha sonra yerleştirdiğimiz aile planlaması, AÇS, ayrı bir oluşum içerisinde; her nedense, bunları sağlık ocakları içerisine yerleştirip, entegre edememişiz, edemediğimiz için de, burada bir çokbaşlılığı görüyoruz.

Değerli arkadaşlar, çalışanlar açısından bakıyorum, hizmetlisinden hemşiresine, hemşiresinden hekimine kadar, orada da bir sürü eksikliklerimiz var, yapmamız gereken ciddî çalışmalar var. Değerli arkadaşlarım, bugün Türkiye'de 67 bin civarında hekim var; yani, 900-920 kişiye bir hekim düşüyor. Bu, ülke koşullarında normal bir rakamdır; ama, her nedense, bunu bir tarafa bırakmışız, sanki, daha çok hekim yetiştirmekle ülkenin sağlık sorununu çözecekmişiz gibi, popülist yaklaşımlarla, değişik illerde tıp fakülteleri açıyoruz. Doktor sayısının çok olması bir şeyi değiştirmiyor, onun doğru yerde istihdamı önemli, onun bilgilendirilmesi önemli; eğer, ondan ciddî hizmet almak istiyorsak, onun, ücreti önemli, hakları önemli; o yönde de eksiklerimiz var, tamamlamamız gerekiyor değerli arkadaşlar.

Ülkemizde, bu bağlamda, eğer, biz, sosyal devlet kavramında sağlık sistemimizi ciddîye alıyorsak ve 63 milyon insanımızı sağlığa kavuşturmak istiyorsak ve modern çağın gereği olarak temel hedefimiz ülke insanımızın sağlığını yükseltmek ve ömrünü uzatmak olmalıysa, dünya gerçeklerine, modern dünyaya baktığımız zaman, gerçekten, yerli yerine oturtamadığımız için, gelişmiş dünyanın epey mesafe gerisinde kalıyoruz. Bugün, bebek ölümleri, ülkemizde modern dünyanın çok gerisinde; 1 000 çocuktan, 1 yaşına gelmeden 40'ı ölüyor. Gelişmiş ülkelere baktığımız zaman, bu, binde 10'ların altında, Japonya'da binde 4'lerde. Hayatta kalma umuduna bakıyoruz; yine, çok çok gerilerindeyiz; bugün, gelişmiş ülkelerde 78 yaş; ama, bizde 68'lerde.

Bir taraftan bunu görüyoruz, bir taraftan da elimizde var olanı kullanamıyoruz. Bugün, Türkiye'deki hastanelerin doluluk oranı yüzde 58'lerdedir arkadaşlar. Biz, o gelişmiş ülkelerden daha zengin falan değiliz; orada, doluluk oranı yüzde 80'lerde. Bir taraftan yokluk çekiyoruz; ama, bir taraftan da hastanelerimiz, özellikle taşraya doğru gittikçe boş; onu görüyoruz; ama, merkezlerde, olabildiğince yoğun; hatta, birkaç ay sonraya günler alınıyor; bunları görüyoruz.

Bu durumda, baktığımız zaman, hem hizmeti alanın sorunları var hem hizmeti sunanın sorunları var. Bunu, dipten, temelden düzeltmek zorundayız arkadaşlar. Böyle, küçücük şeylerle oyalamaya gitmenin anlamı yok. Sağlık sorunumuz, her gün, karyumağı gibi biraz daha büyümektedir. Ülkemizdeki temel sorunlardan biri de sağlık sorunumuzdur. Bir ülkenin ekonomik gelişmişliği, sağlığıyla, sağlığı da ekonomisiyle direkt ilgilidir. Öyleyse, eğer, gerçekten, gelişmiş ülkeler seviyesine çıkmak istiyorsak, çağı yakalamak istiyorsak, sağlık sistemimizi, artık, ciddî şekilde masaya yatırmak zorundayız; ama, bütçeye bakıyorum değerli arkadaşlarım: 1998 bütçesi 15 katrilyon civarında, bunun da 6 katrilyonu borç faizine gidiyor; geriye kalanla, ülkenin diğer sorunlarını ve sağlık sorununu da çözeceğiz ve bu bütçeden, bugün, ne yazıktır ki, sağlığa, her yılkinden daha az olarak -geçmiş dönemlerde yüzde 3,5 ilâ 4'leri kapsarken- bu dönem, ancak yüzde 2,6 oranında pay ayırıyoruz. Bu yüzde 2,6'nın da, yüzde 78'i personel gideri; ama, personele bakıyoruz, onların da ekonomik sıkıntıları var. Geriye kalan yüzde 20'yle, temel sağlık hizmetlerimizi, ülkenin sağlık düzeyini yükseltebilmemiz mümkün değil. Her şeyden önce, o oranı yükseltmek zorundayız. Temel sağlık hizmetlerine ciddî bir şey ayıramıyoruz. Bu bütçeyle, 63 milyon kişiyi, gerçekten, üst seviyeye çıkarabilmek, hiç mi hiç mümkün değil. Eğer, biz, ciddî şekilde, ülkenin sağlık sistemini düzeltmek istiyorsak, yapılması gerekenleri ana başlıklar halinde sizlere sunmak istiyorum:

Her şeyden önce, sosyal devlet kavramı içerisinde, bugün, 21 milyon insanımızın sosyal güvenlikten mahrum olduğunu düşünerek, bu insanlarımızı sosyal güvenlik kapsamı içerisine almak zorundayız.

Eğer ciddî şeyler yapmak istiyorsak, devletin sağlığa ayırdığı bugünkü payı, mutlaka ve mutlaka artırmak zorundayız.

Devleti, gerçekten, aslî görevi olan temel sağlık hizmetlerine, koruyucu sağlık hizmetlerine doğru yönlendirip, asıl çalışmaları orada yoğunlaştırmasını sağlamalıyız. Hastanelerimizi bu hantal yapıdan kurtarmak zorundayız; oraları, artık, özerk, demokratik, yerinden yönetilebilen, merkezî yönetimden arınmış bir yapıya kavuşturmak zorundayız.

Değerli arkadaşlar, personel açısından da, istihdamından ücretine, ücretinden haklarına kadar uzanan yeni bir yapılanma içerisine gitmek zorundayız.

Diğer taraftan, Sağlık Bakanlığını da, artık, eski yapısından kurtararak, plan ve proje üreten, ülke gerçeklerine uygun planlama yapan, standartlar koyan, koyduğu standartlar çerçevesinde denetleyebilen bir yapıya kavuşturmak durumundayız. Değilse, Sağlık Bakanlığı, bir hizmetlinin, bir hemşirenin, bir ebenin, bir hekimin tayiniyle uğraşmamalıdır; ülke gerçeklerine uygun sağlık politikası üretmek zorundadır; böyle başlamamız lazım. Bu yapılanmaya gitmeden "sağlık sistemini düzelteceğiz" dersek, yalan söylemiş oluruz; bu, ancak günü kurtarmak olabilir.

Bir taraftan da, gerçekten, sağlık sorunlarımız bir karyumağı gibi büyümektedir; bunu bir an önce çözmek zorundayız; ama, bu bütçeyle bunu yapabileceğimiz kanısında değilim.

BAŞKAN – Sayın Kumbul, şu anda arkadaşınızın süresinden kullanıyorsunuz.

BEKİR KUMBUL (Devamla) – Hemen toparlıyorum.

Sayın Bakanın programında gösterdiği, temel sağlık hizmetlerine verilen önem, acil servislerin rehabilitasyonuna verilecek önem, pratisyen hekimlere verilecek önem; bunlar önemli şeyler, yapmamız gereken şeyler; ama, bu bütçeyle yapabileceğimiz kanısında değilim; sonra da göreceğiz, umarım yaparız.

Bu duygu ve düşüncelerimi belirttikten sonra, 1998 bütçesinin ülkemize, ülke insanımıza hayırlı, uğurlu olmasını diliyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum değerli arkadaşlar. (CHP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Kumbul.

Sayın Çakıroğlu, 14 dakikadan az bir süreniz var.

CHP GRUBU ADINA ZEKİ ÇAKIROĞLU (Muğla) – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; 1998 malî yılı Orman Bakanlığı bütçesi üzerinde Cumhuriyet Halk Partisinin görüşlerini sunmak üzere söz almış bulunuyoum. Hepinizi, Grubum ve şahsım adına, saygıyla selamlıyorum. On gün sonra 1998 yılını karşılayacağız ve bütçemiz, 1998 yılı bütçesi. O nedenle, tüm dünyada ve ülkemizde barış ve mutluluk dileklerimle yurttaşlarımızın ve insanlığın yeni yılını kutluyorum.

1997 ve 1998 bütçelerini karşılaştırdığımızda, var olan bir gerçeği tespit etmek durumundayız. Nedir o gerçek; ne yazık ki, Orman Bakanlığı bütçesinde, diğer bakanlıklarda olduğu gibi, önemli bir ilerleme, bir gelişme tespit edemiyoruz; sadece rakamsal büyümeler var. Bunun nedeni de, paranın satın alma gücünün düşmesi ve enflasyon. Bu bakımdan, bazı gerçekleri bir kez daha tekrar etmek durumundayız.

Ülkemiz topraklarının, yüzde 56'sında şiddetli ve çok şiddetli olmak üzere, yüzde 86'sı erozyon tehlikesi altında bulunmaktadır. Erozyon tehlikesi altında bulunan bu toprakların 3 milyon hektarı da orman alanları içindedir. Bu bakımdan, gerek diğer orman dışı sahalarda, gerekse orman içi sahalarda mutlak surette, erozyonla mücadeleyi, bilinçli, kararlı ve yeterli düzeyde yapmak mecburiyetimiz vardır.

Tarımsal kesimde 25 milyon insanımız yaşamakta, bunun 9 milyonu orman köylüsünden oluşmaktadır. Tarımsal alanda yaşayan 25 milyon insanın millî gelirden aldığı payın yüzde 13'lere düştüğü bir ortamda, orman köylümüzün, ekonomik ve sosyal yönden hiç de iç açıcı olmayan ve hatta, yoksulluk sınırının da altında olan şartlarda yaşadığı, tespit edilmesi gereken bir gerçektir.

Bu ekonomik verilere bakıldığında, gerek orman köylüsünün ve tarımla geçinen kesimin gerekse erozyon tehlikesi altındaki ülkemizin ve ormanlarımızın verimlilik oranındaki düşüş ve verimli alanlarının da -verimlilik, oran olarak- hem saha hem de nicelik ve nitelik olarak dünya standartlarının çok altında olması, bu konunun senelerdir ihmal edilmişliğinin bir sonucu olarak geldiğini bizlere göstermektedir. Bu bakımdan, orman politikamızı, ormancılık politikamızı gerçekçi bir yaklaşımla, bilimsel bir yaklaşımla ve ülkenin üst sorunu olarak kabul edilerek -herhangi bir partisel yaklaşım değil- çözümlenmesinde mutlak yarar vardır.

Orman Bakanlığı bütçesine baktığımızda, yeni yasal düzenlemelerin hazırlanmakta olduğunu da görmekteyiz. Sayın Bakana ve Bakanlık bürokratlarına önerimiz odur ki, bu çalışmalarda, mutlak surette, sivil toplum örgütlerinin, meslek odalarının ve konuyla ilgilenen kuruluş, kuruml ve siyasî partilerin ortak bir konsensüsünü sağlayacak bir alt zeminin oluşmasında, koordineli bir çalışmanın yapılmasında yarar olacağı düşüncesindeyiz.

Değerli arkadaşlarım, var olan tehlikeyi tespit etmiş, TEMA başta olmak üzere, ÇEKÜL Vakfı ve diğer sivil toplum örgütlerimizin değerli başkanlarına, yönetim kurullarına, bu konuda katkı koyan tüm yurttaşlarımıza, buradan, şükranlarımızı ve teşekkürlerimizi sunuyoruz. Bu kuruluşlarımızın yaptığı olumlu çalışmalara, bütün yurttaşlarımızca mutlak surette katkı verilmesi gereğini belirtmek istiyorum.

Yeri gelmişken, bu Bakanlığımızın bütçesiyle doğrudan ilgili olmamakla beraber, Yüce Meclisimizin yapması gereken bir çalışmayı dikkatlerinize arz etmek istiyorum. Mera yasasının, mutlak surette, kısa bir sürede çıkarılıp, yürürlüğe konulmasında gereklilik bulunmaktadır. Bu konuyu dikkatlerinize ve tensiplerinize arz etmek istiyorum.

Burada, bir hususu daha belirtmek istiyorum: 1998 malî yılı bütçesi hazırlanırken, Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel Müdürlüğümüzün kullanımına sunulmak üzere, Cumhuriyet Halk Partisinin Plan ve Bütçe Komisyonu üyesi sayın milletvekilleri tarafından 2 trilyon liralık bir eködenek verilmesi önerilmiş; ne yazık ki, bu öneri, diğer siyasî partilerin Komisyon üyesi sayın milletvekilleri tarafından kabul görmemiştir.

Bakanlığımızın çalışmasına baktığımızda, 250 bin hektar fidanlık kapasitesinin olduğunu memnuniyetle görüyoruz; ama, hedeflenen ağaçlandırmaya baktığımızda, verilen ödeneklere baktığımızda, bunun dörtte 1'i ancak gerçekleştirilebilmekte. Bir gerçek var. Nedir o gerçek; ülkemizde, senede, en az 300 bin hektar ağaçlandırma ve erozyon kontrolü yapmak mecburiyetindeyiz. Bu gerçek böyle dururken, neden bu ödenek artırılamıyor, neden buraya kaynak aktarılamıyor? Elbette ki ekonomik sıkıntılar var; ama, bir tercihi burada kullanmak durumunda olduğumuzu beyan etmek istiyorum.

Yine, Anayasadan ve yasalardan kaynaklanan, genel bütçeden fonlara aktarılması gereken rakamlar var. Bakıldığında, 9 milyon insanımızı, yoksulluk sınırının altında yaşayan insanımızı ilgilendiren burada kullanılacak fonun en az 1998 yılı için 6 trilyon 344 milyar 685 milyon lira olması gerekmektedir; ne var ki, 1998 yılı bütçesinde fona ayrılan kaynak 900 milyar liradır. Bu, gerçekten, 9 milyon insanımıza yapılan en büyük haksızlıktır diyorum. Bu bakımdan, Yüce Meclise bir öneride bulunmak istiyorum. Bu yoksul insanların elinden tutmamız gerekmektedir, sosyal devlet olmamızın gereğini yapmak gerekmektedir. Maliye Bakanlığı bütçesi bağlanırken, bir öneriyle, ekyük getirmeden, bu fona katkı sağlamak bakımından aktarma yapılması gerektiğini belirtiyor ve bu konuyu da Yüce Meclisin sayın milletvekillerinin ve değerli gruplarının takdirlerine sunuyorum.

Orman Bakanlığımız, son süreçte, belirli, olumlu çalışmalara da imzasını atmış bulunmaktadır. Elbette ki, bunları takdirle karşılıyoruz. Olumlu yapılan her hareketi takdir etmek görevimizdir.

Ekim 1997'de Antalya'da gerçekleştirilmiş olan XI. Ormancılık Kongresinde önemli mesafeler alınmıştır. Ümit ediyorum ve bekliyorum ki, sürdürülebilir ormancılık politikaları, herhangi bir zemine kaydırılmadan, ülke menfaatleri, ülke çıkarları doğrultusunda, objektif, bilimsel ve kararlı bir şekilde uygulanır. Bu konuda, emeği geçenlere ve Sayın Bakana teşekkürlerimi sunuyorum.

Sayın Bakan, senelerdir fonlara yeterli kaynak aktarılmadığı için, Anayasamızın ve yasaların gereği, orman köylüsüne ödeyemediğimiz borçlarımız var. Bir öneride bulunmak istiyorum: Bilindiği gibi, ORÜS özelleştirme kapsamına alınmıştır; ancak, ORÜS'ün bazı tesis ve fabrikaları henüz satılmamıştır. Geliniz, bu tesis ve fabrikaları, senelerdir yerine getirilmemiş, nakit olarak ödeyemediğimiz borçlarımızı, onların gerçekleştirdikleri ve orman emvalinin üretiminde yüzde 70 katkı sağlayan orman köylüleri kalkındırma kooperatiflerine devredelim.

Orman köylüsünün ve ormanda çalışan insanların büyük problemlerinden biri de, vahidi fiyat uygulamasıdır. Bu kesimde çalışan insanlarımız, sigortasız çalışmak zorunda kalmaktadır. Bu işkolu, iş riski tehlikesi oldukça yüksek bir işkoludur. Bu alanda çalışan insanların da sigorta kapsamına alınması gerektiğini belirtmek istiyorum.

Fıstık çamlıkları sorunu, ülkemizin, özellikle seçim bölgem Muğla ve komşu ilimiz Aydın'ın belirli bir bölgesinde yaşayan 100 civarında köyümüzün insanlarının, öteden beri yaşadığı bir sorundur. Bu bakımdan, 6831 sayılı Yasa ve 4785 sayılı Yasaya rağmen çıkarılmış bulunan orman mülkiyetinin tespitine ilişkin yönetmelik de... Bu yasaların dışında bir anlatımla yönetmelik hazırlanmış ve yaptığımız incelemede, sıkıntının buradan kaynaklandığını tespit etmiş bulunuyoruz. Bu konuyla ilgili özel komisyonlar kurularak, yeni bir yönetmelik hazırlanması ve fıstık çamlığı sahiplerinin mülkiyet sorunlarının gün geçirilmeden çözümlenmesi gerektiğini belirtiyorum.

Hizmet iş protokolünün de hazırlandığını incelemelerimizde tespit ettik. Bu konuda iyi bir inceleme yapılması ve biraz önce belirttiğim şekilde, bir konsensüs yaratılması gerektiğini belirtmek istiyorum. Bu hazırlanırken, kooperatifler devre dışı bırakılarak, köy tüzel kişilikleri ile kooperatifler arasında çelişki ortaya çıkaracak şekilde bir düzenlemeden özenle kaçınmak gerektiğini belirtmek istiyorum.

Ayrıca, Muğla yöresi ve özellikle Marmaris, son iki senedir, büyük yangın felaketleriyle karşılaşmıştır.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Lütfen, toparlayalım.

ZEKİ ÇAKIROĞLU (Devamla) – Sayın Başkanım, 1 dakikada toparlayacağım.

Şu anda da, Marmaris'ten aldığım yeni bir bilgide, İçmeler Belediyesi sınırları içerisinde, ANAP'lı Belediye Başkanının ve Belediye Meclisi üyelerinin karşı çıkmalarına, hazırlıkladıkları planlara aykırı olarak, yeni bir yapılanma, yeni bir orman kıyımıyla karşı karşıya kaldığımızı öğrenmiş bulunuyorum. Bu konunun dosyasını da Sayın Bakana takdim edip, buna izin verilmemesi gerektiğini özellikle belirtmek istiyorum. Para kazanılır, gelir geçer; ama, doğal güzelliklerimiz kaybedildiğinde, geri getirmek çok zor olmaktadır.

Zamanın sınırlı olması nedeniyle, orman yangınları konusuna kısaca değirmek istiyorum: Araç gereç...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Çakıroğlu, özür diliyorum ve teşekkür ediyorum.

ZEKİ ÇAKIROĞLU (Devamla) – Sadece saygı sunacağım; mikrofonu açarsanız...

BAŞKAN – Mikrofonu açmıyorum, biliyorsunuz. Teşekkür ediyorum.

ZEKİ ÇAKIROĞLU (Devamla) – Peki.

Orman Bakanlığı bütçemizin...

BAŞKAN – Sayın Çakıroğlu, sadece...

ZEKİ ÇAKIROĞLU (Devamla) – Efendim, hayırlı ve uğurlu olmasını dileyip... Lütfen efendim... Biz biliyoruz. Özür dilerim...

BAŞKAN – Oldu. Sağ olun.

MEHMET ALİ YAVUZ (Konya) – Sayın Başkan, bırakın, bari saygı sunsun arkadaşımız. Size saygımız sonsuz...

BAŞKAN – Sağ olun; ama, bir kuralı bozmamamız gerekiyor.

MEHMET ALİ YAVUZ (Konya) – Tolerans tanıyın biraz...

BAŞKAN – Yok efendim. Lütfen...

ZEKİ ÇAKIROĞLU (Devamla) – Efendim, zabıtlara geçebilecek bir şekilde -özür diliyorum- bir cümle, saygı sunacağım.

BAŞKAN – Efendim, sunun; ama, mikrofonu açmıyorum.

ÜLKÜ GÜNEY (Bayburt) – İşin doğrusu da odur.

BAŞKAN – Zabıtlara geçer, saygınızı sunun.

ZEKİ ÇAKIROĞLU (Devamla) – Orman Bakanlığı bütçemizin, ülkemize, Orman Teşkilatına hayırlı, uğurlu olmasını diliyor ve hepinize saygılar sunuyorum. (Alkışlar)

BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, lütfen, yerimizden de müdahale etmeyelim. Bir uygulamamız var; bunu bozmak istemiyorum. Herkese eşit...

Bu arada, gruplar adına yapılan konuşmalar devam ederken anımsatmak istiyorum: Görüştüğümüz bakanlık bütçeleriyle ilgili soruları, grupların konuşmalarının sonuna kadar kabul edeceğiz. O açıdan, soru sormak isteyen arkadaşlarımızın dikkatli olmalarını, özellikle istirham ediyorum.

Şimdi, Doğru Yol Partisi Grubu adına, Sayın Nevzat Köse; buyurun efendim. (DYP sıralarından alkışlar)

DYP GRUBU ADINA NEVZAT KÖSE (Aksaray) – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Sağlık Bakanlığı bütçesi üzerinde DYP Grubumuzun görüşlerini açıklamak üzere huzurlarınızdayım. bu vesileyle, konuşmama başlamadan önce, bütçenin ülkemize ve milletimize hayırlı olmasını diliyorum. Bu zor bütçeyi uygulayacak olan Sağlık Bakanlığı mensuplarına da başarılar diliyorum.

Sayın milletvekilleri, dünyayla karşılaştırdığımızda, yılda kişi başına yaptığımız sağlık harcaması 272 dolar olan, 10 bin kişiye 2,5 yatağın düştüğü, personel ve istihdam politikasının belirli olmadığı, israfın dizboyu olduğu, verimliliğin ve kalitenin denetimde olmadığı ülkemizde, sanıyorum ki, hep alışılagelmiş bir usul vardır. Bu kürsüye çıkan her hatip, hemen sağlığın bir tanımını yapar "Sağlık, kişinin, bedensel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik halidir" der ve arkasından da, Anayasamızın 56 ncı maddesini hatırlatır, kişinin, yukarıda tanımı yapılan sağlığına kavuşması için devletin görevli olduğunu vurgular.

Sağlık Bakanlığı da böyle başlar. Bununla ilgili hedefler belirlenir, kalkınma planlarına yazılır; daha sonra, onlar unutulur ve her yıl, bir önceki yıl gibi devam eder. Bir önceki yılda yoğun eleştiriler yapan bir sayın milletvekili bakan olur, o eleştiriler unutulur. Sağlık Bakanlığı, yine, kendi mecrasında aynı sistemlerle, aynı hızla yoluna devam eder. Bu kez bakan olan kişi, bu durumun dışındadır ve bu durumun savunucusudur. Bu yolla başarıya gidileceğini; ancak, kaynakların yetersizliğini vurgular. Bürokratların kendi birimleriyle ilgili yapılan ve yapılmakta olan bilgileri içeren raporlar toparlanır, bir sıraya konulur ve Bakanlığımızın çalışmaları diye bizlere ve halkımıza sunulur; ama, vatandaş, hâlâ ve her zaman, devletten, eşit, adil, erişilebilir ve sürekli sağlık hizmetleri beklentisi içerisindedir; hasta olmaya korkar, hastaneye gitmekten ödü kopar, hasta olunca çekeceklerini düşündükçe dünyası kararır.

Sayın milletvekilleri, tüm gelirlerinin toplamı 400 trilyon lira civarında olan Sağlık Bakanlığımız, bu bütçenin ancak yüzde 8'i kadarıyla, sağlık sorunlarını çözmeye, sağlık altyapısını tamamlamaya, dünya teknolojisini Türkiye'ye taşımaya, hastayı tedavi etmeye, korumaya, rehabilite etmeye, sağlık eğitimi yapmaya çabalar durur; çünkü, geri kalan para, personel giderleri, transferler ve cari harcamalara ayrılmıştır. Bu parayla, 2000 yılının, modern dünyanın tıbbıyla yarışacak ve insanımıza, modern tıp hizmeti sunacaktır.

Sağlıklı Türk toplumu hedeflenmiştir; çünkü, Anayasamızın 56 ncı maddesinin amir hükmüdür. Yeşil kart sahibi 6,5 milyon insanımıza -kişi başına 10 milyon TL gibi komik sayılacak bir rakamla- lazım olan 65 trilyon bile bütçeye konulamamış, 30 trilyonla yetinilmiştir. Bu rakamla da, çağdaş anlamda hasta tedavi edeceğimiz iddiasındayız; devlet, fakir fukaranın sahibidir iddiasındayız; fakir fukarayı birinci sınıf insan olarak düşündüğümüz ve gerekenleri yerine getireceğiz iddiasındayız. Dün de öyleydik, bugün de öyleyiz. Diğer konularda da benzer durumun olduğundan kimsenin şüphesi yoktur sanırım.

Aynı cümleden olmak üzere, Sağlık Bakanlığı, bugüne dek, tüm görevlerini, 1928 yılında çıkarılan 1219 sayılı -bırakın kendisinin, adının bile artık güncelleşmesi gereken- Tababet ve Şuabatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair Kanunla, 1930'da yılında çıkarılan 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunuyla ve daha sonra çıkarılan bir iki kanunla yürütmeye çalışır. Bil cümleden sayılan bu yasaların artık yetmediğini, hep konuşuruz; ama, çözüme yönelik çalışmaları bir türlü yapmayız ve bu karmaşa içerisinde, boğulur gideriz.

Sayın milletvekilleri, ülkemizde sağlık sistemini ve onun icrasını, Sağlık Bakanlığı yürütür; Bu Bakanlık, her dönemde ve herkesçe eleştirilen bir kurum olmuştur; ancak, ilginçtir, eleştirenler işbaşına geldiğinde de durum aynıdır. Olay aynen devam etmektedir; belki, küçük farklılıklar, iyileştirmeler ve hizmetler olabilir; ama, makro düzeyde, çark, yine aynı yönde dönmektedir. Burada ciddî bir yanlış vardır. Bu yanlışı bulmak, düzeltmek ve Anayasanın 56 ncı maddesini hayatiyete geçirmek, bu Meclisin görevidir.

Sayın milletvekilleri, bakın, geçen yılki bütçe görüşmelerinde, partisi adına konuşan bugünkü Sağlık Bakanımız, koruyucu sağlık hizmetleri ve birinci basamak sağlık hizmetleri için neler söylemiş; tutanaklardan aynen okuyorum: "Ülkemizde temel sağlık hizmetlerinin altyapısı, maalesef, tamamlanmamıştır; tamam olan yerler de içler acısıdır. Ben, bunu, sadece doğu ve güneydoğu illerimizdeki sağlık ocağı veya temel sağlık hizmeti veren müesseseler için değil, tüm Türkiye için kullanıyorum." Sayın Bakan, o gün doğru söylemiştir; bugün de durum aynısıdır; yani, içler acısıdır.

Sayın milletvekilleri, buyurun, artık, bu sözlerin sahibi Bakandır...

Bakınız, yine Sayın Bakan, devamla, ne söylemiş: "Özellikle kırsal kesimdeki sağlık ocakları, hekim ve personel bakımından yarı yarıya boştur. Bir sağlık ocağının hizmetleri, 224 sayılı Kanunla belirtilmiştir. Bu görevler yapılmamaktadır, yapılamamaktadır. Bu görevlerden yalnız poliklinik hizmetleri ve aşı hizmetleri ağır aksak yürümektedir. Aslında, bu Kanun, yeteri kadar ve titizlikle uygulansaydı, o büyük şehirlerdeki yığılmalar önlenecek, o hastane kapılarındaki yığılmalar da yazılıp çizilmeyecekti."

Doğrudur; Sayın Bakanın bir yıl evvelki tespitlerine katılıyorum. Buyurun, icra noktasındasınız Sayın Bakan...

Yine, devamla, Sayın Bakan, bir yıl evvel, hastanelerimiz için bakın neler söylemiş; aynen okuyorum: "Değerli milletvekilleri, sağlık sistemimizin, en çok şikâyet edilen, en çok hantallaşan ve hizmet verenin de hizmet alanın da memnun olmadığı ve idarecilerinin başını ağrıtan, Sağlık Bakanlığının kamburu diyebileceğimiz tedavi hizmeti veren kurum ve kuruluşlardan da birkaç cümleyle bahsedeceğim.

Ülkemizde, halen 712 hastane, 80 000 yatak kapasitesi vardır. Bu hastanelerde, genel anlamda, yatak işgal oranı yüzde 50'dir. Hastanelerdeki düzensizlik, yetersizlik ve başıboşluk, sağlık idaresindeki otorite boşluğundan kaynaklanmaktadır."

Sayın Bakanımızın söylediği sözlere aynen katılıyorum. Otorite boşluğunu teyit ediyorum ve bundan sonrasını da merak ediyorum.

Sayın milletvekilleri, bugün, devlet hastanelerimize müracaat edenler, çoğunlukla Bağ-Kur'lu, emekli ve yeşil kart sahibi yoksul insanlardır. Bu grup çok sıkıntılıdır; çünkü, bu kurumlar hastaneleri tatmin edememektedir, hastaneler bu kurumlardan paralarını alamamaktadır; faturasını da, vatandaş, horlanarak, sürünerek, hastane kapılarında perişan halde, vatandaş çekmektedir. Daha iki üç gün önce, övünerek özerkleştirdiğimiz Yüksek İhtisas Hastanesi Başhekimi istifa etmiştir. Gerekçe: Hastanenin, devlet kurumlarından 800 milyar lira civarında alacağının olması, bunu alamamasıdır ve hizmetler de durma noktasına gelmiştir. Vatandaş da, cansiparane hizmet veren sağlık çalışanları da perişandır.

Hekim-hasta hep karşı karşıya getirilmiştir. Hekimlerimiz başta olmak üzere, sağlık personelimizi, artık, cidden düşünmek zorunluluğumuz vardır. Onlar, klasik devlet memuru değillerdir.

Sayın milletvekilleri, Sağlık Bakanımız, yine, geçen yılki konuşmasında "Sağlık hizmetleri bakansız olur; ama, hekimsiz olmaz" demiştir. Ben de, katıldığımı ifade ediyorum.

Yine, Sayın Bakanımız, geçen yıl, aynen şöyle demişlerdir: "İnsan sağlığıyla uğraşan, gece gündüz büyük bir özveri ve fedakârlıkla çalışan hastane hekimleri ve idarecieri, siyasî baskılardan bunalmışlardır. Gelecek korkusu, siyasî baskı, geçim sıkıntısı, hekimlerimizin verimini düşürmektedir. Hastanelerdeki bakımsızlık ve pislikleri, hasta-hekim arasında cereyan eden rezaletlerin medya programlarında teşhir edilmesini, hastane başhekimlerini görevden alarak neticeye varacağınızı zannediyorsanız, aldanıyorsunuz."

Bu sözler doğrudur da, Sayın Bakanım, altı ayda kaç tane başhekimi, kaç tane hastane müdürünü, kaç tane hekimi siyasî amaç ve baskılarla değiştirdiğinizi bir düşünün; sizin de dediğiniz gibi, ne kadar aldandığınızı bir düşünün. Tababetle uzaktan yakından ilgisi olmayanlar, artık, hastane yönetimlerinde, kadrolaşmalarında söz sahibi oluyorlar. Memur olmasında sakınca görülenler, artık, Sağlık Bakanlığı hastanelerinde görev alıyorlar. Hizmetin gereği, önemi ve şekli hiç önemli değil.

Bakın, Aksaray'dan müşahhas örnekler: Hastane başhekimi değişti, hastane müdürü değişti, doğumevi hastanesi başhekimi değişti, sağlık müdür muavini değişti. Yine, bu altı ayda, sağlık kadromuzdan 23 doktor, 32 sağlık memuru, 25 hemşire, 27 ebe eksildi. 8 adet belde sağlık ocağında hiç sağlık elemanı yok. 3-4 bin nüfuslu yerlerde ocaklar kapalı. Her ne hikmetse de, bunların tümü, belediye başkanları DYP'li olan beldeler. Ayrıca, 30 civarında sağlık ocağı ve evinin de kapıları kilitli.

İşte, Sayın Bakanım, aldanmanın ta kendisi. İşte, Bakanlığınızın icraatı budur. Bunlar, ispatı olan müşahhas örneklerdir.

Sayın milletvekileri, bakınız, Sayın Bakanımız, geçen yılki konuşmasında yine ne söylemiştir; konuşma zamanının az kaldığını hatırlatan Sayın Başkanın uyarısından sonra " Değerli milletvekilleri, sağlık eğitimi hakkında pek çok problemler ortaya getirecektim. Ayrıca..." dikkatinizi çekiyorum "... İlaç sanayiinde Türkiye'de oynan oyunları dile getirecektim" demiş ve devam etmiş: "Neresinden bakarsanız bakın, artık, sağlık, ameliyat masasına bir an önce yatırılmalıdır. İddia ve dedikodular ancak ve ancak, şeffaf ve açık sistemlerde yoktur. Bugün, Bakanlığa bağlı kuruluşlarda yapılan ihalelerdeki yolsuzluk iddiaları, bakanlıkta silah zoruyla bürokrat atamaları, kadro alma bahanesiyle tokatlanan, hırpalanan bürokratlar ve bu iddialara bigâne kalan bakanlık.. İşte, Sağlık Bakanlığının dışarıdan çekilen fotoğrafı budur" demiştir Sağlık Bakanımız. Devam ediyor: "Köhnemiş, hantallaşmış kurumlarıyla, günlük işleri dahi yürütemeyen bir bakanlık... Aksayan sağlık hizmetleri yüzünden, pek çok şikâyet, basına ve medyaya intikal etmeye devam edecektir. Bu iddialar, konuşulanların yanında devede kulaktır" demişlerdir.

BAŞKAN – Sayın Köse, eğer, grup sürenizi arkadaşınızla eşit paylaştıysanız, şu andan sonra onun süresini veriyorum.

NEVZAT KÖSE (Devamla) – Tamam efendim.

Sayın milletvekilleri, Sayın Bakanın dünkü bu iddiaları çok ciddidir; tüm Sağlık Bakanlığı ve bağlı kurumları itham altındadır. Sayın Bakanın, kulağı görülen bu deveye neden bir şey yapmadığını soruyorum! "Günlük hizmetleri dahi yürütemiyor"denilen bu Bakanlıkta, ne gibi değişimler olmuştur; doğrusu, merak ediyorum. Yoksa, ithamlar karşısında geri adım mı atılmıştır; siyaset oraya da mı hâkim olmuş, susulmuş mudur; kendi tabirleriyle, bigâne mi kalınmıştır? Kulağı görülen devenin vücudunu merak ediyoruz. Bugün top, iddia sahibindedir; ya gol atacak ya topu auta atmayı tercih edecektir.

REFİK ARAS (İstanbul) – Gol atacak, gol!..

NEVZAT KÖSE (Devamla) – Sayın milletvekilleri, bu noktaya kadar, daha çok durum tespitini ortaklaşa yaptığımız, teşhislerde birlikte olduğumuz, Türk toplumunun sağlık problemlerinin çözümü için çalışmanın, hepimizin görevi olduğunu vurgulamak istedim; çünkü, muhatabımız, sağlığımız, Türk toplumunun sağlığıdır. Daha önce ve halen görevde bulunan Sağlık Bakanlarımızın, her şeye rağmen yaptıkları pek çok yararlı çalışmalardan dolayı, kendilerini kutluyorum. Bundan böyle, hepimizin ortaya koyduğu bu problemlerin, mantıklı, verimli, doğru ve kalıcı çözümlerinde yanlarında olacağımızı ifade ediyorum.

Bu vesileyle, Sağlık Bakanlığı bütçesinin, devletimize, Yüce Türk Ulusuna hayırlı uğurlu olmasını diliyor; Yüce Meclise saygılar sunuyorum. (DYP, DSP ve CHP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Köse.

SAFFET ARIKAN BEDÜK (Ankara) – Sayın Başkan...

BAŞKAN – Buyurun Sayın Bedük.

SAFFET ARIKAN BEDÜK (Ankara) – Sayın Başkan, Orman Bakanlığı bütçesi üzerinde Doğru Yol Partisinin görüşlerini, Muğla Milletvekili Sayın İrfettin Akar sunacaklar müsaadenizle.

BAŞKAN – Tabiî efendim.

Buyurun Sayın Akar.

Sayın Akar, Grubunuz adına kalan süre 13 dakikadır.

DYP GRUBU ADINA İRFETTİN AKAR (Muğla) – Sayın Başkan, çok değerli milletvekilleri; Doğru Yol Partisi Grubu adına, Orman Bakanlığı bütçesi üzerinde söz aldım; bu vesileyle, Yüce Heyetinizi sevgilerimle, saygılarımla selamlıyorum.

Değerli arkadaşlarım, küresel verilere göre, ülkede toprak, su ve hava dengesinin sağlıklı ve yeterli olabilmesi için, o ülke topraklarının yüzde 30'unun ormanlarla kaplı olması gerekmektedir. Ülkemizdeki rakamlara baktığımızda, topraklarımızın yüzde 26'sı orman toprağı, yüzde 11'i ise verimli ormanlarla kaplıdır. Demek ki, ülkemizin geleceği, toprak, su ve hava dengesi açısından çok bozuktur; yüzde 30 ile yüzde 11 arasındaki farkı dikkatlerinize sunmak isterim.

Mevcut ormanlarımızdan, yıllık ortalama 16 milyon metreküp odun hammaddesi elde ediyoruz. 20 milyon hektar alanda 16 milyon metreküp, hektarda 1 metreküp bile değildir. Halkımız ise, 200 bin hektar alanda 4 bin metreküp kavak odunu elde etmektedir; yani, hektarda 20 metreküp... İşte özel sektörün gücü. Yıllık ortalama 1 milyon metreküp ithalat, 4 milyon metreküp de kaçak kesim yollarına gidilmektedir.

Değerli arkadaşlarım, buradaki konu çok önemlidir. Orman alanlarımız ve ormanlarımız üzerindeki kaçakçılık konusu üzerinde durmak istiyorum. Ormanlarımızın, Türkiyemizin geleceğini ifade edersek, orman alanlarında yaşayan köylülerimize rahat yaşama imkânları sağlanmalıdır. Şu anda Hükümet, bu ormanları devletleştirmektedir ve bu devletleştirilen orman alanlarındaki köylü, maalesef, kaçakçılıkla uğraşmaktadır; yani, oradaki köylüyü kaçakçılığa sevk ediyoruz. Onun için, burada bir denge kurulmalıdır; yani, orman alanlarındaki köylerimizde yaşayan insanlarımız devletle kavga eder hale getirilmemelidir diye düşünüyorum.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye, demin de ifade ettiğimiz gibi, ormanl toprağıyla kaplı bir alan. Şu konu çok önemlidir. Türkiye'deki yağışlar, Avrupa'daki yağışların yarısı kadardır. Bu, çok önemli bir faktördür; çünkü, bu orman alanları çok iyi korunmalıdır ve üzerinde de dikkatle durulmalıdır; bu, ülkenin menfaatları açısından da çok önemlidir.

Önemli bir konulardan bir tanesi de, Türkiye'nin büyük bir kısmında barajlar inşa edilmektedir. Hakikaten, enerji sektörü bakımından ve sulama açısından çok önemli olan bu barajlarımızın etrafındaki ağaçlandırma çok önemlidir. Eğer, yapılan barajların etrafındaki ağaçlandırma konusuna dikkat edilmezse, barajlarımızın ömürleri çok azalacaktır. Hakikaten trilyonlarca liralık yatırım yapılan bu barajlarımızın etrafında eğer ağaçlandırma yapılmazsa, maalesef, bu, buraların büyük bir erozyona uğramasına ve barajların kısa sürede dolmasına neden olmaktadır; bunu da, ülke ekonomisi açısından fevkalade tehlikeli görüyoruz. Bu konunun üzerinde mutlaka durulmalı ve barajlarımızın etrafındaki yöreler mutlaka ağaçlandırılmalıdır.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye'deki ormanları çok önemsiyoruz ve önemli olduğunu düşünüyoruz; çünkü, ormanlar, eğer dikkate alınmazsa, yani Türkiye'de ağaçlandırma önemsenmezse, maalasef, erozyon çalışması da yapılamadığından dolayı, Türkiye topraklarının büyük bir kısmı, aşağı yukarı 500 milyon ton toprak denizlere taşınmaktadır; bu, fevkalade yanlış bir iştir. Onun için, Türkiye'de bu ağaçlandırma konusu üzerinde fevkalade ciddiyetle durulması ve mutlaka önümüzdeki günlerde Orman Bakanlığımız tarafından bu konu üzerinde iyi bir çalışma yapılması gerektiğine inanıyoruz.

Değerli milletvekili arkadaşlarım, daha önce Köy Hizmetleri bünyesinde bulunan orman araç ve gereçleri, bilindiği üzere, Orman Bakanlığı bünyesine alındı; fakat, ormanların bakılması ve yollarının geliştirilmesi için alınan bu araç ve gereçlere maalesef iyi bakım yapılamadığından ve iyi organize edilemediğinden dolayı, orman alanlarına giden köy yolları yeterince hizmet alamamaktadır. Bu konuda, Orman Bakanlığı tarafından, Köy Hizmetlerinden alınan bu araçlara -dozerlere, kamyonlara, greyderlere- iyi bir bakım yapılmak suretiyle, orman alanlarına giden yolların çok iyi yapılması lazım; çünkü, bu yollar iyi yapılamadığından dolayı, yangın zamanlarında sevk ve sefer iyi yapılamamakta ve netice itibariyle, Türkiyemizin güzel ormanları heder olmaktadır. Burada, bunu çok önemsiyorum.

Aynı zamanda, orman alanlarında yaz dönemlerinde çıkan yangınların, ülkemize çok büyük zararlar verdiği hepimizin malumudur. Özellikle, orman bölgesi olan güzel Muğlamız, yaz dönemlerinde, yörenin hava şartlarından dolayı yangınlara maruz kalmaktadır. Bu yangınların giderilmesi için, bu bölgeye, helikopter, su tankı ve havadan püskürtme yapan uçaklar alınmış olmasına rağmen, bunların yetersiz olduğunu ve artırılması lazım geldiğini ifade ediyorum. Gerçi, Orman Bakanlığımızın, son zamanlarda bu konu üzerinde hassasiyetle durduğunu müşahede ediyorum ve bunun da fevkalade iyi bir gelişme olduğunu buradan söylemem gerekiyor; çünkü, Muğla, Marmaris bölgesinde geçirilen iki yangın, gerçekten, o yörede çok büyük sıkıntılara meydan verdi. Marmaris'in turistik bir yöre olmasından dolayı ve özellikle yaz aylarında bu yangınlar meydana geldiğinden turizmle tam iç içe olunduğu bir döneme denk geldiğinden dolayı, halkımızın ve dış ülkelerden gelen turistlerin bu yangınlardan fevkalade rahatsız olduğunu hep beraber gördük, yaşadık. Orman Bakanlığı yetkililerinden, bu yangın döneminde, Muğla, Antalya, Mersin gibi ormanlık bölgelerimizin daha ciddiyetle korunmasını rica ediyorum ve bu konu üzerinde çalışmalar yapılmasının faydalı olacağını düşünüyorum.

Yangın döneminde, hepimizin bildiği üzere, yangın işçileri alınıyor. Bu yangın işçileri biraz daha dikkatli seçildiği ve özellikle -daha önce, bizim Hükümetimiz zamanında bu konu üzerinde bir çalışma yapıldı- askerliğini komando olarak yapan gençlerimiz ve daha genç olan arkadaşlarımız, yani, fizikî gücü daha iyi olan insanlar, eğer, yangın işçisi olarak alındığı takdirde, bunun daha iyi olacağını; ama, geçmiş yıllarda çalışan arkadaşlarımızın da belirli bölgelerde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Değerli arkadaşlarım, biliyorsunuz, Muğla yöresinde ve Türkiye'nin belirli bölgelerinde fıstıkçamları vardır, Muğlamızda ise daha fazladır. Bizim Türbe diye bir yöremiz var, bu yöredeki fıstıkçamlarının tamamına yakını ormanlık alanlarda kalmaktadır. Bu fıstıkçamlarının bulunduğu yöre, kanunda bir madde değiştirilmek suretiyle, orman alanından çıkarılarak meyvelik ağaç alanı haline getirildiği takdirde, çok faydalı olacağını düşünüyorum. Çünkü, bu yüzden o bölgede -ben biliyorum, yıllardır siyaset yapıyoruz- devletle vatandaş kavgalı hale geliyor. Gerçekten yük rantı ve geliri olan bu fıstıkçamı ağaçlarının orman alanlarının dışına çıkarılması suretiyle, bölgemizdeki insanlarımızın çok daha rahat yaşayacağını düşünüyorum. Bu alanlar orman dışına çıkarılamadığı için tapulama da yapılamamaktadır. Neden yapılamamaktadır; çünkü, fıstıkçamı ağaçlarının orman alanlarının içerisinde olduğundan, Anayasamızda da "orman alanları daraltılamaz" denildiğinden dolayı, bu tapulama işlemleri yapılamamaktadır ve bu suretle, vatandaşla devlet kavgalı duruma gelmektedir; bunun da yöremiz için fevkalade sıkıntı olduğunu burada ifade etmek istiyorum.

Değerli arkadaşlarım, ormanlarımızı, demin de ifade ettiğim gibi, sanayi ile beraber bir jeolojik dengeyi kuran yapıtlar olarak da dikkate almamız gerekiyor. Onun için de, demin erozyon konusunda değindiğim ve çok önemli gördüğüm hususu üzerine basa basa tekrar söylemek istiyorum; orman alanlarının geliştirilmesinde ve Ağaçlandırma Genel Müdürlüğünün bu konu üzerinde ciddî olarak çalışmasında fayda görüyorum.

Orman Bakanlığıyla ilgili olarak, özellikle Muğla yöresinde bir sıkıntımız daha var, onu da burada dile getirmek istiyorum; 2-B uygulaması var; yani, orman alanları dışına çıkarılan alanlar, 2-B ile, Hazineye veriliyor. Bu yörelerdeki 2-B uygulaması üzerinde ciddî olarak çalışılması lazımdır. Orman tahdit alanları dışına çıkarılan bu alanların tapulanması çalışmaları hızlandırılmalı ve buralar köylülerimize verilmek suretiyle, vatandaşlarımıza rahat çalışma imkânı sağlanmalıdır diye düşünüyorum.

Değerli arkadaşlarım, Orman Bakanlığı bütçesinin, memleketimize, milletimize ve ülkemize hayırlara vesile olmasını temenni ediyor, hepinize sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Teşekkür ediyorum; sağ olun, var olun. (Alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Akar.

Demokratik Sol Parti Grubunun konuşmalarına geçiyoruz.

Birinci konuşmacı, Sayın Mehmet Büyükyılmaz. (DSP sıralarından alkışlar)

Sayın Büyükyılmaz, buyurun.

DSP GRUBU ADINA MEHMET BÜYÜKYILMAZ (Adana) – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; 1998 yılı Sağlık Bakanlığı bütçesi üzerinde Demokratik Sol Partinin görüşlerini belirtmek üzere huzurlarınızdayım; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Değerli arkadaşlarım, biliyorsunuz, Anayasamız Türkiye Cumhuriyetini tarif ederken "demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir" der. Sosyal devlet, vatandaşının eğitim, sağlık ve sosyal güvencesini üstlenmiş olan devlet anlamına gelir. Sağlık sigortası için prim yatıranıyla yatırmayanıyla yurttaşın sağlığı, devletin güvencesi altındadır. Hepimiz yine biliyoruz ki, Türk halkının millî geliri, çağdaş toplumların millî gelirlerine göre çok düşüktür. Yine hepimiz biliyoruz ki, bu düşük millî gelirin de yüzde olarak daha küçük birimlerini, sağlığa ayırmak durumundayız. Bu demek değildir ki, Türk toplumu, Türk insanı, sağlık hizmeti alamayacak.

Değerli arkadaşlarım, işte politika burada başlıyor. Önceliklerimizi tespit ederek, kıt olan kaynaklarımızı rasyonel olarak kullanacağız. Sağlıkta, sınırlı ödemelerle, sınırlı primlerle sınırsız hizmet vermenin yollarını aramak durumundayız. Sen şu kadar prim ödemişsin sana bu kadar hizmet; sen prim ödememişsin, öyleyse öl, demeye kimsenin hakkı yoktur. Devlet, ne yapacak ne edecek, verebileceğinin en iyisini verecektir, kalitelisini verecektir, dört başı mamur verecektirp bu, devlet olmanın, sosyal devlet olmanın gereğidir.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye'de bütçelerin görüşülmesi, bütçeden ayrılan ödeneklerin o kurum içindeki müdürlüklere veya birimlere dağıtılıp ne şekilde harcanacağının tayininden ziyade, siyasî partilerin olaya bakış açılarını, değerlendirmelerini ve o konudaki politikalarını sergiledikleri ortam olmaktadır.

Onun için, ben de bu konuşmamda, içinde bulunduğumuz durum yahut eksiklikler, bütçenin darlığı, çağdaş ülkelerin veya zengin, ulusal geliri yüksek olan ülkelerin sağlığa ayırdıkları pay konularına değil de, alışılmışın dışına çıkarak, verilen hizmetin kalitesi, bu kalitenin sürekliliği için sürekli yenilenme, bunun için yapılan yatırım, yatırım karşılığı alınan verim, fayda, yani, son zamanlarda ülkemizde, sanayi kuruluşlarımızda ve sağlık kuruluşlarımızın bazısında uygulanan ve uluslararası kalite ödülü de almalarına neden olan toplam kalite yönetiminin sağlık politikamıza uygulanabilirliği konusuna girmek istiyorum.

İnsan hayatı ve sağlığını koruyucu ve dolayısıyla yaşam kalitesini artırıcı yönetim anlayışının, ancak akademi, toplum ve bürokrasi katılımıyla gerçekleştirilecek ulusal düzeyde bir toplam kalite yönetimiyle sağlanabileceğinden hareketle, kalite yönetiminin başarısı, düzenlenecek akılcı politikalara, sivil toplum katılımının mevzuat düzenlemelerine ve akreditasyon bazlı kalite gelişimine bağlı olacaktır. İnsan sağlığının başlıca hedefi, anlamı, yaşam kalitesinin korunup idame ettirilmesidir. Onun için de, sağlığı bozucu ve yaşamı tehlikeye sokan etkenlerin ortadan kaldırılması gerekir.

Toplum sağlığının korunması için, anne ve çocuk sağlığı, koruyucu hekimlik faaliyetlerinin yürütülmesi, çocukların zamanında aşılanması, bulaşıcı hastalık ve özellikle cinsel yolla bulaşan hastalıkların önlenmesinde gerekli olan bilgi ve eğitim hizmetlerinin verilmesi, psikolojik rehberlik ve danışmanlık hizmetlerinin sunulması, ilk yardım ve acil müdahale eğitiminin verilmesi, diş sağlığını artırıcı teşviklerin yapılması gerekir.

Sayın Başkan, Saygıdeğer Bakanım, değerli arkadaşlarım; mesleğimin diş hekimliği olması nedeniyle, bu konuya biraz ağırlık vermeden geçmek de istemiyorum. Burada bir örnekleme yapacağım; örneklemeyi kendimden yapacağım için de hepinizden özür diliyorum. Benim muayenehanem 200 metrekareydi ve ben, burayı 5 diş hekiminin çalışacak şekilde böldürüp döşetmiştim ki, çalışmak kısmet olmadı. Burada, şunu söylemek istiyorum: 200 metrekare yere, 5 diş hekimin hizmet verebileceği bir poliklinik çok rahat olarak sığmaktadır. Benim muayenehanemin üzerinde bulunduğu caddede en az yirmi diş hekimi arkadaşım vardı. Her birinin muayenehanesi en az 100 metrekare; yani, 20 diş hekimi 2 bin metrekare yer işgal ediyor. Halbuki, beşerli çalışsalar, 4 grup olacak ve 800 metrekare yer kullanılacak. Bir anda, 1 200 metrekare yer kazanıyoruz. Burada, illâ böyle olsun diye bir talebim yok.

Sayın Başkan, Sayın Bakanım, değerli arkadaşlarım; 20 diş hekiminde 20 röntgen cihazı var; halbuki, 4 röntgen cihazı yetecek. 20 diş hekiminde 20 çekim takımı var (davye); halbuki, 4 takım yetecek. 20 diş hekiminde 20 sterlizör var; 4 sterlizör yetecek. 20 diş hekiminde 20 amalgamatör var; 4 amalgamatör yetecek. 20 diş hekiminde 20 kompozit dolgu cihazı var; 4 kompozit dolgu cihazı yetecek.

Diş hekimleri, ortalama yüzde 30 kapasiteyle çalışır; yani, 9 saat muayenehanede kalan bir diş hekiminin direkt hasta üzerinde çalışması ancak 3 saattir. Dolayısıyla, 5 diş hekimine 3 ünit fatey (hastanın üzerine oturduğu koltuk ve hekimin kullandığı cihaz) yeter; yani, 20 diş hekimine 12 ünit fatey yeter. Yine, 20 diş hekiminde 20 sekreter var, belki de hemşire yoktur; halbuki, 4 sekreter, 16 hemşireyle verilecek sağlık hizmeti çok daha kaliteli olacaktır ve tek çalışan hekim, miyatlı birtakım sarf malzemelerini miyadının geçmesinden dolayı atmaktadır; bu da ortadan kalkacaktır.

Tek çalışan diş hekimi, belki literatürü takip etmeyecektir. Halbuki, beş diş hekiminden biri takip etse, diğer hekimlere hem taze bilgiler ulaşacak, hem de onları aktive edecektir ve günün birinde diğerleri de yayın takip etmeye başlayacaklar, belki de yayın yapacaklardır. Böylece, hekimin kendisinde saklı kalan, belki de çok değerli bilgi ve deneyimler, diğer hekimlere de ulaşmış olacaktır.

Bütün bunların ışığında, kişi, diş hekimi olup muayenehane açma durumuna geldiği zaman, polikliniklere özendirilmeli ve teşvik edilmelidir. Bu, poliklinik kurma aşamasında mı olur, yoksa vergilendirmeler esnasında mı olur, ikisinde birden mi olur; meslek odalarıyla tartışılarak çözüme ulaştırılır. Çünkü, diş hekimliğinde kullanılan alet, teçhizat, sarf malzemelerinin yüzde 95'i ithaldir. Yapacağınız teşvikleri, dışarıya vermeyeceğimiz dövizler karşılar. Böylece diş hekimi işsizlikten, insanımız da dişsizlikten kurtulur.

Bir diğer husus, biliyorsunuz çağın vebası olan AIDS, hepatit...

BAŞKAN – Sayın Büyükyılmaz, 9 dakika oldu.

MEHMET BÜYÜKYILMAZ (Devamla) – ... tifo ve verem gibi salgın hastalıklarda en büyük risk grubu diş hekimleridir. Dolayısıyla emekliliğe esas lolmak üzere yüzde 20 - 25'lik yıpranma payının da diş hekimlerine verilmesi gerektiğine inanıyor, önerilerimin gözardı edilmemesini diliyorum.

Sağlıkta toplam kalite yönetiminin uygulanması için, önceliklere göre akılcı politika geliştirme, akreditasyon ve toplum katılımı gereklidir demiştim. Önceliklere göre politika geliştirmenin anlamı, finanse edilen ve sunulan sağlık hizmetlerinin, ne kadar, sağlıklı, kaliteli yaşam yılı kazandırdığıdır. Sağlıklı, kaliteli yaşam yılı kayıplarının hangi hastalıklardan ve kazalardan meydana geldiğinin istatistiklerinin çıkarılarak ona göre yatırım yapılması, veremin yaygın olduğu yere verem savaş, sıtmanın yaygın olduğu yere sıtma savaş, trafik kazalarının yoğun olduğu yere de trafik hastanesi... Yani, sağlıklı yaşam yıllarının yüzde 50 - 60'ını bulaşıcı hastalıklardan kaybeden bir yere göğüs cerrahi merkezlerinin kurulması pek bir şey ifade etmez.

Sağlıkta akreditasyon, sağlık hizmetlerinin kaliteli olarak üretilip sunulmasını belirli standartlara bağlayıp ve sürekli gelişimi vurgulayan standartlar bütünlüğüdür. Bununla ilgili olarak da, konularında uzman akademisyenler, bürokratlar, sivil toplum örgütlerinin oluşturduğu akreditasyon komitesi, yasal düzenlemelerin ihtiyaçlara cevap verecek şekilde yeniden düzenlenmesi ve bu düzenlemelerin mevzuata uygun yürütülmesinden de aktif olarak sorumlu olacaktır.

Ulusal düzeyde yürütülecek sağlıkta toplam kalite yönetiminin uygulanmasında belki de en önemli etken toplum katılımıdır. Bunlar da işçi sendikaları, işveren ve meslek kuruluşları, ticaret ve sanayi odaları, kâr amacı gütmeyen, kamu yararına çalışan apolitik kuruluşlardır. Bu kuruluşların oluşturacakları politikalar, üretilen politikaların uygulanabilirliği, tutarlılığı, sürekliliği için, toplum katılımı önemlidir.

Sonuç olarak, önceliklere göre politika geliştirilirse, toplum katılımlı mevzuat geliştirilirse, akreditasyon bazlı kalite gelişimi sağlanır ve bunların sürekliliği temin edilirse, Türk halkı, çok ucuza, çok daha kaliteli sağlık hizmeti alacaktır.

Değinemediğim diğer konular üzerinde, Sağlık Bakanlığı ile Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü bütçesiyle ilgili konuşacak olan diğer arkadaşım duracaktır.

Bu vesileyle, Sağlık Bakanlığı bütçemizin, halkımıza sağlık ve sıhhat getirmesini diler, hepinize saygılar sunarım. (DSP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Büyükyılmaz.

Sayın Mustafa İlimen.

Buyurun Sayın İlimen. (DSP sıralarından alkışlar)

DSP GRUBU ADINA MUSTAFA İLİMEN (Edirne) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Sağlık Bakanlığı ile Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğünün 1998 yılı bütçesi üzerinde, Demokratik Sol Parti Grubunun görüşlerini sunmak üzere söz almış bulunuyorum; sizleri ve Meclis bütçe görüşmelerini izleyen tüm vatandaşlarımızı saygıyla selamlarım.

İnsanların sahip oldukları temel hakların başında yer alan sağlıklı yaşam hakkı, bireyin, toplum ve devletten, sağlığının korunmasını, gerektiğinde tedavi edilmesini isteyebilmesidir.

Türk insanı ve toplumumuzun sağlığını korumak, ruh ve beden sağlıklarının gelişmesini sağlamak, ortalama yaşam süresini uzatmak, bebek ölüm oranlarını azaltmak, beslenme ve barınma koşullarındaki iyileşmeyi oluşturmak, sağlık eğitimini yaygınlaştırmak ve işyeri sağlığının iyileştirilmesini sağlayacak düzenlemeleri işler hale getirmek, demokratik sol düşüncenin, sağlık alanında en başta gelen görevlerindendir.

Toplumsal uzlaşma ve Türk toplumunun sağlıklı bir yaşam sürmesi için, mutlaka gerekli olan ulusal sağlık politikası oluşturulmalıdır.

İyi yasalar yapmak, sorunların çözümü için yeterli değildir; dünyanın en iyi yasaları çıkarılsa bile, önemli olan, yasaların içeriği değil; iyi uygulanmasıdır. 1961 yılında çıkarılan 224 sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanunu, bu konuda örnek verebiliriz. Bu Yasa, 36 yıl önce çıkarılmasına karşın, düşünce olarak, günümüzden daha ileridir. Bunun nedenlerinden bir tanesi, 224 sayılı Sosyalizasyon Yasasının, ülkemiz sağlık politikasını bir hükümet politikası olarak değil; bir devlet politikası olarak ele almasıdır. Bu yasa, günümüze kadar ülkemizi yöneten siyasî otoriteler tarafından, yasa hükümlerine göre uygulansaydı, ülkemiz sağlığının altyapısı tamamlanacak; sağlık evi, sağlık ocağı ve hastane silsilesini takip eden hasta sevk zinciri çalışır hale gelecek ve ikinci basamak sağlık hizmetlerini veren kurum ve kuruluşlara aşırı yüklenme olmayacaktı.

Hızlı nüfus artışı ve terör nedeniyle, yurdumuzun bazı yörelerinde, büyük kentlere aşırı göçler nedeniyle, bu yerleşim yerlerinde çeşitlenen sağlık sorunlarının giderilmesine yönelik yatırımların yapılmaması, sevk zincirinin işletilememesi, sağlıklı insan gücünün yurdumuz düzeyine eşit dağılımının sağlanmaması, politik israf yatırımlarının yapılması, koruyucu hekimlik yerine tedavi edici hekimlik yatırımlarına ağırlık verilmesi ve Amerika Birleşik Devletlerindeki sağlık sisteminin yozlaşmış bir şeklini ülkemizde de uygulama istemi, sağlık sorunlarımızın daha da büyümesine neden olmuştur.

Anayasamızın 56 ncı maddesi, devlete, halkın sağlık hizmetleriyle ilgili açık görevler vermiştir. Oysa, ülkemizde, halen, genel sağlık sigortası uygulaması yoktur. Maalesef, sağlık sigortası güvencesinden yoksun nüfusumuzun oranı yüzde 40 dolayındadır. Bu acı tablo, 21 inci Yüzyıla girmeye hazırlanan bizim için büyük bir ayıptır. Özellikle, tarım kesiminde üretici olan köylü yurttaşlarımızın, Bağ-Kur kapsamında olmalarına ve prim ödemelerine karşın, sağlık güvencesinden yoksun olmaları çok daha üzüntü vericidir. Kırsal kesimde yaşayan bu vatandaşlarımız, gerekli düzenlemelerin yapılması, tıpkı diğer Bağ-Kurlular gibi hastane, tedavi hizmetleri ve ilaç giderlerinden yararlanma özlemi içerisindedirler. Bu konuda, muhalefet döneminde hazırladığımız yasa teklifinin, Hükümetimiz tarafından değerlendirilerek, sosyal güvenlik paketi içerisinde yer almasından büyük bir memnunluk duyduk. Bu konu, 5 milyon çiftçi ailesi için, taban fiyat, dekara verim, peşin ödeme gibi hususlardan çok daha önemlidir.

Sağlık alanında, ülkemizde gördüğümüz ve yurttaşlarımızın yaşadıkları, çağdaş medeniyet seviyesi üzerine çıkmayı hedefleyen ülkemiz için bir ayıptır. Yeşil kart uygulamasında tam bir curcuna yaşanmaktadır. 10 dekar tarlası olduğu için yeşil kart alamayan; ama, 300 dekar tarlası olup yeşil kart verilen insanlar, hastane parasını ödeyemediği için hastanede rehin kalan veya kaçan hastalar, sosyal güvenceden yoksun olduğu için hastaneye yatmaktansa amansız hastalığa tutulduğunu söyleyip ölümü tercih edenler; işte 55 inci Hükümeti ve Sağlık Bakanlığımızı bekleyen sorunların bazıları.

Halkımız, sağlıkla ilgili kurumlara, hastanelere işi düştüğünde ne yapıyor; önce, acaba kaç param gider, cebimdeki para yeter mi yetmez mi korkusu içine düşüyor. Yasal düzenlemelerle, halkımızın bu korkusunu yok edecek hizmet düzeni kurulmalıdır. Biz, bunun, ancak, hasta ile hekim, hasta ile hastane ve hasta ile eczane arasındaki para alışverişinin kaldırılmasıyla sağlanabileceğini düşünüyoruz; daha doğru bir ifadeyle, tüm yurttaşlarımızın sağlık güvenlik şemsiyesi altına alınmasıyla mümkün olacaktır.

Sağlıktaki uygulama hedeflerimiz arasında şunlar da olmalıdır: Hastalara, bu günde hekim ve hastane seçebilme haklarının verilmesi, kurumundan hekim sevk yazısı olan insanların istedikleri devlet hastanelerine, SSK hastanelerine veya üniversite hastanelerine gidebilmeleri sağlanmalıdır. Hastalar, sadece acil durumlarda gidebildikleri özel sağlık kurumlarına da, isteğe bağlı olarak veya devletin belirlediği fiyat üzerinden ödeme yapmak kaydıyla başvurabilmeli, ameliyat olabilmeli, tedavi olabilmelidir.

Hastanelere işi düşen bir vatandaşımız, oradaki çeşitli zorluk ve formalitelerle karşılaşarak, o sırada rahatsız olmanın da verdiği sıkıntıyla gereksiz beklemelerden bunalmakta, bu sıkıntıların sebebinin uygulanmakta olan sağlık sistemi olduğunu fark edememekte, hükümetlerin, sağlık sorunlarına gereğince eğilmeyip, bu konuya ilgi ve katkıyı esirgediğini unutmakta; buna karşı, suçlu olarak, karşısında, beyaz gömleğini giyerek hizmet vermeye çalışan hekim, hemşire ve diğer sağlık personelini görmektedir. Böylece, vatandaş ile sağlık personeli arasında var olması gereken karşılıklı güven zedelenmekte, çeşitli tartışmalarla hem çalışanların morali bozulmakta hem de hastanelerimize önemsiz şikâyetlerle giden vatandaşlarımızın durumları daha da ağırlaşmaktadır.

Değerli milletvekilleri, sağlık problemini çözebilmek için, önce, bu hizmeti veren hekimlerin ve sağlık personelinin sorunlarının çözülmesi mantıklıdır. Hesapsız ve altyapıdan yoksun olarak açılan tıp fakülteleriyle, sağlık eğitiminin seviyesi düşmüştür. Bilim adamları, zor koşullar altında ve çağdaş bilimle yarışabilme uğraşı içindeyken, buralara yönetici olarak atanan ve siyasî yanları ağır basan ehliyetsiz kişiler, akademik çalışmaları zora sokmaktadır; birçok değerli bilim adamımız üniversiteyi terk etmek durumunda kalmıştır.

Hekimlerimizin özlük haklarıyla ilgili diğer işlerin de, bir an önce ele alınması gerekir.

Sağlık çalışanları, çağdaş bilgiyle donatılmalıdır. Yardımcı sağlık hizmetleri sınıfında yer alan ebe, hemşire, sağlık memuru ve sağlık teknisyenleri de, uluslararası norm ve standartlara uygun yetiştirilmelidir. Herhangi bir denge gözetilmeden açılan sağlık meslek liselerinin, meslekî eğitimin seviyesini düşürdüğü, artık kabul edilmelidir. 1996 ve 1997 yılları sağlık meslek lisesi mezunları, hâlâ görev beklemektedirler.

Ülkemiz koşullarında, sağlıkevi, sağlıkocağı, ana - çocuk sağlığı, verem savaş dispanserleri gibi sağlık kuruluşlarıyla koruyucu hekimlik sorunlarının çözüme kavuşması zordur; çünkü, ülkemizdeki yerleşim yerlerinin altyapı birimleri ilkeldir; yerleşim yerlerindeki kanalizasyon sistemleri, ilkeldir, arıtım birimleriyle donatılmamıştır; içme ve kullanma suları birim ve şebekeleri de, tıbbî anlamda çağdışıdır.

Son onbeş yıldır insanlığı tehdit eder hale gelen AIDS ile mücadele, amansız bir şekilde sürdürülmeli, çağın vebası adını verdiğimiz bu hastalıkla birlikte, diğer cinsel yolla bulaşan hastalıklar ve salgın hastalıklarla mücadele sürdürülmelidir.

BAŞKAN – Sayın İlimen, Orman Bakanlığı bütçesi için, grup adına, 10 dakikanız kaldı.

MUSTAFA İLİMEN (Devamla) – Çocuk sahibi olmayan ailelerin, çocuk sahibi olmalarına yardımcı olunmasına yönelik çalışmalara katkıda bulunulmalıdır.

Uyuşturucu ve zararlı madde alışkanlıklarıyla mücadele hızla yaygınlaştırılmalı, bu konu üzerinde önemle durulmalı, tedavi edici önlemlerin yanında, önleyici eğitim çalışmalarına ağırlık verilmelidir.

55 inci Hükümet, yukarıda sıraladığım sorunların çözümü için, beş aylık süre zarfında olumlu sinyaller vermesinin yanında, hazırlanan sağlık reformu ve sosyal güvenlik reformuyla da olaya ne kadar ciddî yaklaştığını göstermiştir.

Bakanlık bütçesinin ulusumuza yararlar getirmesini diler, saygılar sunarım. (DSP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın İlimen.

Sayın Fikret Uzunhasan; buyurun.

DSP GRUBU ADINA FİKRET UZUNHASAN (Muğla) – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; 1998 yılı Orman Bakanlığı bütçesi üzerinde, Demokratik Sol Parti Grubunu temsilen söz almış bulunuyorum; Yüce Heyetinize, Grubum ve şahsım adına saygılarımı sunarım.

Bugün, diğer iki Muğla Milletvekili arkadaşımla birlikte, ben de, Orman Bakanlığı bütçesi üzerine konuşmayı tercih ettim; çünkü, ilimiz, ormancılık açısından örnek bir ildir diyerek söze başlamak istiyorum.

Yeryüzünde bulunan iki temel çevreden bahsetmemiz mümkündür: Bunlardan birincisi, canlı ve cansız varlıkların bulunduğu doğal çevre; diğeri ise, insan topluluklarının oluşturduğu sosyal çevredir. Sosyal çevre, var olduğundan beri, doğal çevreye üstün olma gayreti içerisinde olmuştur. İşte, bu güdüsel üstünlük dürtüsü, doğal çevrenin ana unsuru olan ormanlarımızı daima tahrip etmiştir. Bu nedenledir ki, henüz tarım-sanayi ilişkilerinin başlamadığı ve ormanlardan yararlanmanın kişisel hak olarak görüldüğü dönemlerden günümüze, gelişigüzel kullanılmış ve sınırları kesin olarak ayrılmayan, bozuk vasıflı ormanlar miras kalmıştır. Bize düşen görev de, bütün imkânlar ve önlemler kullanılmak suretiyle ormanlarımızı korumak, yeni ormanlar kurarak mevcut orman alanlarını çoğaltmak, ormanlarımızı sürekli ve dengeli bir şekilde işleterek çok amaçlı yararlanmak, böylece, insanımızın, orman ürünlerine ve hizmetlerine olan bugünkü, gelecekteki ihtiyaçlarını geniş ölçüde karşılamak, ormanların sunduğu hidrolojik, klimatik, erozyonu önleme, toplum sağlığı, doğayı koruma, rekreasyon, ulusal savunma, estetik ve bilimsel fonksiyonlarından Türk Milletini geniş ölçüde yararlandırmak, ana hedefimiz olmalıdır.

Sayın milletvekilleri, Devlet İstatistik Enstitüsünün verilerine göre, ormancılık sektörünün gayri safî millî hâsıla içindeki payı, belirli sektörlere sübvansiyon sağlaması da dikkate alınarak hesaplandığında, yüzde 2 civarındadır. Alan olarak, ülke topraklarının yüzde 26'sı ormanlarla kaplı olmasına rağmen, ormancılık sektörünün gayri safî millî hâsıla içindeki payının yüzde 2'lerde seyretmesi düşündürücüdür.

Dünyada ve Türkiye'de, özellikle son yıllarda, ormanlar, sadece, ekonomik değeri olan, sanayide ve enerji üretiminde kullanılan orman ürünlerinin temini ve üretimi olarak algılanmamaktadır. Bugün, dünya ormancılığında, fonksiyonel değerler önplana çıkmış olup, ormancılığımızın planlanması ve yönetilmesinin, bu yeni değerlere göre şekillenmesi mecburiyeti vardır. Gelişmiş ülkelerde, ormanların fonksiyonel değerleri önplanda tutulduğundan, diğer sektörlerden ormancılık sektörüne kaynak aktarılmaktadır; oysa, bizde, bunun tam tersi bir uygulama mevcuttur.

Ülkemiz genel nüfusu içinde yüzde 41 orana sahip kırsal nüfusun hemen hemen yarıya yakın kısmı olan yaklaşık 10 milyon insanımız, 18 bin civarında olan ormaniçi ve orman kenarı köyünde yaşamaktadır. Orman alanları içinde ve kenarında yaşayan insan kitlelerinin varlığı ve bu insan kitlelerinin karşılaştıkları sosyoekonomik sorunlar nedeniyle, orman teşkilatı, ormanların işletilmesi, varlıklarının artırılması ve korunması gibi temel ormancılık faaliyetlerinin yürütülmesinde sıkıntıya düşmekte ve orman köylüsüyle çeşitli sorunlar oluşmaktadır.

Sayın milletvekilleri, orman köylerimizde yaşayan halkımızın hayat standardı, ülke, hatta kırsal kesim ortalamasının çok altındadır. Orman köylerinin bulunduğu coğrafyadaki araziler, yetersiz, dağınık, engebeli ve verimsizdir. Ülkemizin kısıtlı orman varlığı içinde tüm yetersizlikleriyle yaşayan orman köylüleri, altyapı eksikliği, verimsiz küçük parçalara bölünmüş tarım alanları, sermaye birikimi yetersizliği gibi ana sebeplerle, büyük ölçüde kapalı aile ekonomisi şartlarında yaşamaktadır. Türkiye'de ormancılığın emekyoğun özelliği, kısa ve orta vadede devam edecektir; çünkü, ormancılığın bu özelliği, sosyoekonomik nedenlere bağlı olarak meydana çıkmıştır. Sektörün meydana getirdiği toplam istihdam, güç koşullarda yaşayan orman köylüsüne önemli bir katkı sağlamaktadır.

Sayın milletvekilleri, ülkemiz orman içi ve orman kenarında yaşayan insanlarımızın ekonomik durumlarının iyileştirilmesi, esas hedefimiz olmalıdır. Kaldı ki, Anayasamızın 170 inci maddesi, 6831 sayılı Kanunun ek madde 3 (d) fıkrası ve 1744 sayılı Kanun, genel bütçeden binde 1 oranında payın orman köylülerine kredi olarak verilmesini emretmektedir. Türkiye'de toprakların en iyi şekilde kullanılması ve geliştirilmesi, her şeyden önce arazi kullanım ve potansiyeli haritasının varlığına ve bunun öngörülen esaslar dahilinde uygulanarak, mülkiyet problemlerinin çözümlenmesine bağlıdır. Mülkiyet problemlerinin çözümlenmemiş olması, verimli ve düzenli orman işletmeciliğini önemli ölçüde engellemektedir. Bu nedenle, devlet ile vatandaşı karşı karşıya getiren mülkiyet ihtilaflarının çözümlenmesi zarureti vardır.

Ormanlardan kısa ve uzun vadede beklenenler bakımından yöre, bölge ve ülke düzeyinde tespitlerin yapılarak, ormancılık ana ilkelerinin belirlenmesi ve uygulamaya geçilmesi aciliyet arz etmektedir. Hangi alanda orman emvali üretiminin gerçekleştirileceği, orman içi ve civarında yaşayan vatandaşlarımızın sosyoekonomik durumları göz önünde bulundurularak nerede orman tali ürünleri üretiminin önplana geçebileceği, hangi alanların çam balı üretimine tefriki gerektiği, turizmin altyapısını oluşturacak olan safari güzergâhları, özel avlak tesisleri, millî park ve ormaniçi dinlenme yerleri tanzimi, anıt orman ve doğal orman alanlarının tefriki gibi hizmetlerin planlanmasının yapılarak, uygulamaya geçilmesi gerekmektedir.

Sayın milletvekilleri, ormanlar ve ormancılık hakkında çok parlak laflar söyleriz, hatta, buna çok güncel olan çevreciliği de katarak daha dramatik laflar da söylemek mümkündür. Zaten, benden önceki konuşmacı arkadaşlar çok değerli tespitlerde bulundular; ama, netice değişmiyor, hep aynı sona doğru hızla yol alıyoruz. Halkımız bizden artık icraat bekliyor.

Burada, dikkatlerinizi Anayasamızın 169 uncu maddesine çekmek isterim. Bu maddede yer alan "orman niteliğini yitirmiş yerlerin, orman sınırları dışında bırakılması" hükmüyle "kamu yararı dışında ormanlardan irtifak hakkı verilmez" hükmü, sanki bazı imtiyazlı kişilerin, holdinglerin, vakıfların, kooperatiflerin, madencilerin, petrol istasyonlarının ve otellerin çıkarları kamu yararınadır şeklinde yorumlanarak, yıllar yılı orman alanları talan edilmiştir. Bu duruma en çarpıcı örnek kendi seçim çevrem olan Muğla İlini gösterebilirim. 1 124 kilometre uzunluğunda dantela gibi ormanla işlenmiş kıyı şeridi bu yağmadan azamî şekilde nasibini almıştır ve almaktadır.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Uzunhasan, lütfen toparlayın...

FİKRET UZUNHASAN (Devamla) – Olur efendim.

Şu anda dahi, Marmaris İlçemizin İçmeler beldesi Pamucak mevkiinde bulunan, geçen sene ve bu seneki yangınlardan sonra, bu şirin kasabamızın âdeta son akciğer görevini yapmakta olan ormanlarının, tesisler kurulmak üzere, bir firmaya verildiğini üzülerek öğrendim. Daha iki gün önce ve dün, geniş halk kitleleri, sivil toplum örgütleri, partiler ve belediyeler bunu önlemek, seslerini bizlere duyurabilmek için toplantılar düzenlediler, söylevler yaptılar, gösterilerde bulundular.

Sayın Bakanım, size, bu konuyla ilgili gazete kupürlerinden takdim edeceğim; ama, lütfen, bu sözlerimi bir ihbar kabul edip, Marmaris İlçemizin, İçmeler beldesinin Pamucak mevkiindeki bu ormanlarımıza sahip çıkalım.

Değerli milletvekilleri; diğer dikkat çekilecek husus da, fıstık çamları ve geçimlerini buna bağlayan çamfıstığı üreten köylüler ile orman idaresi arasındaki yıllar yılı yaşanan karmaşadır.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

FİKRET UZUNHASAN (Devamla) – Saygılarımı sunarım. (DSP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ederim Sayın Uzunhasan.

Demokrat Türkiye Partisi Grubu adına, Sayın Muzaffer Arıkan; buyurun efendim. (DTP ve DSP sıralarından alkışlar)

DTP GRUBU ADINA MUZAFFER ARIKAN (Mardin) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; şahsım ve Demokrat Türkiye Partisi Grubu adına, Sağlık Bakanlığı bütçesiyle ilgili görüşlerimi belirtmeden önce, hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Sağlık sektörü, toplumun refah düzeyinin artırılmasında önemli rolü olan eğitim, sosyal ve ekonomik faaliyetleri içeren bir yapıya sahiptir. Anayasamızın 56 ncı maddesinde, koruyucu, tedavi edici ve rehabilite edici sağlık hizmetlerini devlet düzenler denilmektedir.

Ülkemizde, birçok sağlık hizmeti, 224 sayılı Yasa gereğince, Sağlık Bakanlığına bağlı kuruluşlarda ücretsiz verilmekte, Emekli Sandığına bağlı olanların tedavileri genel bütçeden karşılanmakta, SSK ve Bağ-Kur ise kendi üyelerinden prim toplayarak, sağlık hizmeti vermeye çalışmaktadır. Hiçbir sosyal güvencesi olmayan vatandaşlar ise, Sağlık Bakanlığı hastanelerinden yeşil kart yoluyla yararlanmakta veya harcamaları Sosyal Dayanışma ve Yardımlaşma Fonundan ödenmektedir.

Sağlık hizmetleri ülkemiz genelinde önemli oranlarda farklılık arz etmektedir. Bunun temelinde coğrafik, sosyoekonomik nedenler olduğu gibi, yanlış politik uygulamaların da önemli bir payı vardır. Oysaki, sağlık hizmeti partilerüstü ve millî bir politikadır.

Doğu ve güneydoğuda çok sayıda sağlık ocağı ve sağlık evi hekimsiz ve yardımcı sağlık personelsiz olarak, yıllarca kapısı kilitli haldedir. Köylülerimiz büyük sıkıntılar yaşamaktadır; köyünde ebe olmayan vatandaşlarımızın, doğum sebebiyle yollarda ölmesi Türkiye'nin kaderi olamaz; buna asla izin vermemeliyiz. Örneğin, seçim bölgem Mardin'de, devlet hastanelerinde çok büyük, uzman hekim sıkıntısı mevcuttur. En fazla, bir ya da iki dalda uzman hekim bulunmaktadır. Bu, son derece üzücüdür. Yine, birçok sağlıkocağı açılmış; fakat, maalesef, doktor, ebe, hemşire ve sağlık personeli gönderilmediği için, şu anda atıl durumda olup, duvarları çürümüş vaziyette beklemektedir.

Hâlâ, günümüz şartlarında, 1920'li, 1930'lu yıllarda çıkarılan yasalara hızla gelişen teknolojik, sosyoekonomik gelişmeleri intibak ettirmeye çalışırsak, hiçbir zaman istenilen sonuca ulaşamayız. Ülkemizde, yaklaşık olarak 22 bin kişi sigorta kapsamında değildir; yani, her 3 kişiden 1'inin herhangi bir sosyal güvencesi yoktur. En çok ihtiyaç içerisinde olan ve sağlık hizmetlerinden en çok yararlanabilecek olan fakir kesim, bu hizmetlerden yararlanmada zorluk çekmekte ve sağlık durumları gittikçe bozulmaktadır. Bunların sigorta kapsamına alınması ile SSK, Bağ-Kur, Emekli Sandığının sağlık ve emeklilik planlarının ayrılması ve sosyal sağlık planlarının tek çatı altında toplanarak genel sağlık sigortasına geçilmesi zorunluluk haline gelmiştir. Çünkü, sağlıklı yaşam, kişilerin doğuştan kazandıkları bir haktır. Kişilerin haklarını güvence altına almak, devletin görevidir. Devlet, vatandaşlarının sağlıklı yaşam haklarını güvence altına almak zorundadır; sosyal devlet anlayışının gereği de budur.

Eğer ki, sağlık reformlarını gerçekleştiremezsek, ülkemizde, şimdiki finansman sistemiyle, yani, genel sağlık sigortasına geçilmeden, 2005 yılına gelindiğinde, sağlık harcamalarında, sabit fiyatlarla yüzde 130'un üzerinde bir artış olacağı, kişi başına reel harcamaların yüzde 90 oranında artacağı, gayri safî millî hâsıladan sağlığa ayrılan payın, 2005 yılında yüzde 4,9'a çıkacağı hesaplanmaktadır; bu da, uluslararası standartlara göre, çok düşük bir rakam olacaktır.

Görüldüğü üzere, sağlık reformları gerçekleştirilmediği takdirde, göstergelerin daha kötüye gideceği, bir gerçektir. Sağlık finansman reformu, sosyal sigorta ilkelerine dayalı bir sistem olması nedeniyle, sigorta kesiminin sisteme zorunlu katılımının toplumun tümünü kapsamasını, vergi daireleri yoluyla primlerin toplanmasını, hizmet fiyatlarının gerçek fiyatları yansıtmasını, primlerin ödenmesinin gelir ödeme gücüne göre düzenlenmesini gerçekleştirecektir. Bu nedenlerle, daha çok prim tahsilatı, daha az sübvansiyon, vergi tabanının genişlemesi, vergi kaçaklarının önlenmesinde çok daha geniş, çapraz denetim imkânı sağlayacaktır. Kayıtdışı ekonominin kayıt altına alınmasında çok etkili bir araç olması ve vergi, artı sosyal güvenlik, artı vatandaşlık, artı emniyet kayıtlarında tek numaraya geçişin en önemli adımı atılmış olacaktır.

Değerli milletvekilleri, genel sağlık sigortası modeline geçildiğinde, karşımıza çıkacak en büyük engellerden birisi de, gelir seviyelerinin tespitinde olacaktır. Türkiye'de, kayıtdışı ekonomi çok yüksek bir orandadır; kişilerin gerçek gelirleri saptanamayabilir. Kişiler, gelir gruplarına göre, devlet tarafından sübvanse edileceğinden, gelir seviyelerinin tespitinde ciddî önlemler alınması gerekmektedir. Ayrıca, herkese bir sosyal güvenlik numarası verilmesi halinde, sistem, daha kolay işleyebilecek durumda olacaktır.

Genel sağlık sigortası uygulamasında, sağlık için toplanan kaynakların, yine sağlık için harcanması gerekmektedir. Dolayısıyla, ne emeklilik ne sosyal yardım gibi çapraz sübvansiyon planlarına ne de sistemin idarî giderleri, sağlık dışındaki harcamaları, bu sistemde yer almamalıdır. Genel sağlık sigortasına geçişin, toplam maliyetleri karşılayabilecek güçte olduğu görülmektedir. Dileğimiz, finansman kanunu ile hazırlanan yasaya, bizlerin sahip çıkarak bir an önce yürürlüğe girmesidir. Aksi takdirde, kalkınma uğraşı içerisinde olan Türkiye, globalleşen çağdaş toplumdaki yerini almakta, tabiî ki zorlanacaktır.

Birinci basamak sağlık hizmetlerinin sunumu açısından baktığımızda, ülkemizde, ayakta teşhis ve tedavi ile koruyucu sağlık hizmetlerinin verileceği birinci basamak sağlık hizmeti sistemi, gereken şekilde ve düzeyde gelişmemiştir.

Özel muayenehane sahibi doktorlar ve hastaneler, birinci basamak sağlık hizmeti vermekte ve vatandaşlar, ilk başvuru yeri olarak, özel muayenehaneleri ve hastaneleri seçmektedir. Batılı ülkelerde olduğu gibi, aile hekimliği sistemi de ülkemize getirilmelidir. Aile hekimliği uygulamasında, 3 bin nüfusa, bir ekip anlayışı içerisinde, bir aile hekimliği hizmetini götürmek, kişilerin, her türlü sorunlarının, teşhis, tedavi ve izlenmesinde aile hekimini sorumlu kılacaktır.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; kişilere, aile hekimini seçme ve gerektiği hallerde değiştirebilme özgürlüğü tanıyarak, sağlık hizmetlerinin sunumunda kalite yarışı ortamını yaratmak ve kişileri hasta olmadan korumak, daha da önemlisi, sağlıklarını geliştirmek temel amaçlar olmalıdır. Aile hekimliğinin devreye girmesiyle, başlangıçta ek masraflar olacağı da gözardı edilmemelidir; ancak, aile hekimliği, hastaneler için süzücü bir sistem olması sebebiyle, ikinci basamak tedavi kurumlarının da iyi bir şekilde çalışmasına neden olacak ve uzun vadede tedavi masraflarını azaltacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta vardır. Aile hekimliği, bir nevi özel muayene hekimliğine dönüştürülmesi tehlikesine sahiptir. Bu yüzden, sistemin uygulanmasında koruyucu hekimlikle ilgili olan kanun maddelerinin, aile hekimlerince uygulanmasına özellikle dikkat edilmelidir.

Yine, aile hekimliği, Türkiye'de, Tababet Uzmanlık Tüzüğünce kabul edilmiş bir uzmanlık dalıdır ve sadece devlet hastanelerinde bu eğitim verilmektedir. Oysaki, aile hekimliği uygulamasını getirmek istiyorsak, tıp fakültelerinde de bu klinikler oluşturulmalı ve yeterli sayıda aile hekimi yetiştirilmelidir.

Yine, reform çalışmaları içinde "sağlık işletmeleri" dediğimiz hastanelerin özerkleşmesiyle, gelirleriyle giderlerini karşılayabilen, rekabet edebilen, kendi personelini istihdam edip, ücretini belirleyebilen ve personel giderlerini kendi gelirlerinden karşılayan, hizmetlerini sözleşmeler yoluyla sunan tüzelkişiliğe sahip hastaneler olması gerekmektedir. Böyle bir uygulamanın amaçlanan yararlı getirileri yanında, sektöre olabilecek olumsuz yan etkileri açısından da, her aşamada dikkatle izlenmesi gerekir.

Çok hassas bir konu olan hastanelerin özelleştirilmesi de gerçekleştirilmeli; ama, mutlak surette kamu denetimi olmalıdır. Ayrıca, hastanelerde tek düzen muhasebe sistemine de geçilmeli, her türlü kaynak kullanımı, gelir ve giderlerinin seyri çok net bir şekilde izlenmeli ve alınacak her türlü yatırım kararlarının bu izlemelere dayandırılması gerekmektedir.

Sağlık Bakanlığının örgütlenme açısına baktığımızda da dikey örgütlenme modeli seçilmiştir. Örneğin sağlık ocaklarının yanında verem savaş dispanserleri, ana-çocuk sağlığı merkezleri oluşturulmuştur. Hizmetler sunulurken dublikasyonlara yol açacak her bir iş veya program türü için ayrı ayrı kaynak ve insangücü ayrılmış olması, bu modelin pahalı olmasını, dolayısıyla da dezavantajını oluşturmaktadır. Yatay örgütlenme modeli seçilirken, en uçtaki görevli hekimin veya sağlık biriminin, yürürlükteki tüm sağlık programlarından sorumlu olması insangücü ve kaynak kullanımında tasarruf sağlanması bu modelin avantajını oluşturmuştur.

Batılı ülkeleri incelediğimizde Sağlık Bakanlığına bağlı; ancak, özerk statüde çalışabilen ilaç kontrol ajansı ve tıbbî cihaz ajansları bulunmaktadır; bu, Sağlık Bakanlığının örgütlenme açısından tespit ettiğim çok önemli bir eksiğidir. Bir hekime düşen hemşire, ebe ve sağlık memuru sayısının en az birden fazla olması gerekirken, Türkiye'de bir hekime 0,9 hemşire, 0,6 ebe, 0,4 sağlık memuru düşmektedir. Dolayısıyla, hizmet pramidi Türkiye'de de tersine dönmüş durumdadır. Hekimlerin yüzde 48,5'i üç büyük ilde toplanmış durumdadır.

Uzmanlık eğitimi gören asistanların, uzmanlık eğitimleri sonrasındaki uzmanlık sınavları YÖK tarafından yapılarak, tek sisteme geçilmelidir. Ülkemizde hasta haklarıyla ilgili herhangi bir düzenleme mevcut değildir. Sağlık Bakanlığının, bu konuya da hassasiyet göstermesini şahsım ve Demokrat Türkiye Partisi adına diliyorum.

Sağlık Bakanlığının 27.11.1997 tarihinde Maliye Bakanlığına gönderilen sağlık personelinin ekgösterge, özel hizmet tazminatı ve yan ödeme puanlarının artırılmasına ilişkin teklifimde, tabiplerin yanında, diğer tüm sağlık personelinin durumlarının da yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir.

Bu temenni ve düşüncelerle Sağlık Bakanlığının 1998 yılı bütçesinin, milletimize ve tüm sağlık çalışanlarına hayırlı olmasını diliyorum.

Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; müsaade ederseniz, sözlerime Orman Bakanlığının bütçesiyle devam etmek istiyorum.

Son çeyrek yüzyılda gittikçe artan çevresel endişeler, ormanları ve ormancılığı dünya gündeminin üst sıralarına taşımıştır. Endüstriyel ve tarımsal yayılmacılığın ormansızlaşmaya yol açtığı bu dönemde, toprak ve su gibi iki temel kaynağın tehdit edilmesinin yanı sıra, iklim değişikliği konuları da tartışılmaya başlamıştır. Bu açıdan bakıldığında, ormanlarımızın korunması, geliştirilmesi ve verimli bir şekilde işletilmesi görevlerini ifa etmekte olan Orman Bakanlığının, son derece hassas ve önemli bir sorumlulukla karşı karşıya olduğu görülecektir.

Yaklaşık 21 milyon hektara yayılmış olan ormanlarımızın, esas itibariyle, doğal orman oluşu, ağaç türleri çeşitliliği ve binlerce endemik türü barındırması açısından eşsiz bir ekolojik değer olduğu bilinmektedir. Bugün, pek çok Avrupa ülkesinde doğal orman kalmamıştır.

Ülkemiz ormanlarında 10 milyon civarında orman köylüsü yaşamaktadır. Bu kesim, ülkemizin en yoksul dilimini teşkil eder; yoksullukla ormanların bir arada yaşayamayacağını hepimiz biliyoruz. Nitekim, Orman Bakanlığının en önemli sorunları bu noktadan kaynaklanmaktadır. Ormanlarımınızın ekolojik, sosyal ve ekonomik fonksiyonlarını tam anlamıyla yerine getirebilmesi için, orman köylülerinin kalkınmalarına bilinçli ve katılımcı bir yaklaşımla katkıda bulunulması gereklidir. Bakanlığın, bu yönde bir dizi çalışma başlatmış olduğunu memnuniyetle müşahede ediyoruz; ancak, bunların yeterli olmadığı kanaatindeyim, bu faaliyetlere yeterince kaynak aktarılmadığı da aşikârdır.

1995 yılında yürürlüğe giren 2924 sayılı Orman Köylülerinin Kalkındırılmalarının Desteklenmesi Hakkında Kanun uygulamalarıyla ilgili yönetmelik, 31.7.1997 tarihinde yürürlüğe konulmuştur. 2924 sayılı Kanun ve bu Kanunun uygulama yönetmeliği çerçevesinde, 6831 sayılı Orman Kanununun (2/a), (2/b) maddeleri gereğince, hazine adına, orman sınırları dışına çıkarılan yerlerin, hak sahiplerine satışı yapılarak elde edilecek gelir, Or-Köy Fonuna aktarılarak, orman köylülerinin kalkınmalarının desteklenmesinde kullanılacaktır. Bu konudaki hazırlıkların Bakanlıkça süratle uygulamaya konulduğu görülmektedir. Böylece, orman içerisinde ve kenarında yaşayan yaklaşık 10-11 milyon civarındaki fakir orman köylümüzün gelir seviyesinin artırılması sağlanacak ve orman köylüsünün gelir seviyesinin artırılmasıyla birlikte, ormanlarımız daha iyi korunacaktır.

Bütün dünyada olduğu gibi, ülkemiz ormancılığında da katılımcı yaklaşım giderek önem kazanmaktadır. Orman köylülerinin, hem kalkınmalarına hem de ormanların korunma ve geliştirilmesine katkılarını sağlamak amacıyla, Orman Bakanlığı ile köy tüzelkişilikleri arasında ormancılık hizmet iş protokolü düzenlenmektedir. Tüm ormancılık iş ve yatırımlarının, bu protokol çerçevesinde, köy tüzelkişiliklerine yaptırılması sonucu, hem orman köylüsünün refahı artacak hem de ormanların daha iyi korunması, tabiî ki sağlanacaktır.

Arazi meylinin fazlalığı, aşırı ve düzensiz yağışlar, yanlış arazi kullanımı, düzensiz otlatma ve erozyona sebep olan faktörler nedeniyle, yurdumuz topraklarının yüzde 56'sında, şiddetli ve çok şiddetli erozyon mevcuttur. Bilindiği gibi toprak erozyonu ve ormanların yetersizliği nedeniyle, sel, heyelan, çığ ve hava kirliliği sonucu toplum yaşamı olumsuz yönde etkilenmektedir. Toprak ülkenin sosyal güvencesidir; kaybedilen toprakları hiçbir şekilde geri getirmek mümkün değildir. Toprak erozyonunu, selleri, taşkınları ve çığ felaketini önleyen en önemli faktör, ormanlarımızdır.

Bu problemlerin önlenmesi, öncelikle, üst havzalardaki orman alanlarında yapılacak ağaçlandırma ve erozyon kontrolü çalışmalarına bağlı bulunmaktadır. Ülkemizdeki orman ürünleri talebinin karşılanması; ülkemiz topraklarının erozyonla yok olmasının önlenmesi bakımından bozuk orman alanlarının ağaçlandırılması ve ihya edilmesi; orman alanlarımızın ülke yüzölçümüne oranının artırılarak yüzde 30'un üzerine çıkarılması zarureti bulunmaktadır.

1937 yılında uygulamaya konulan Kara Avcılığı Kanunu günümüzün ihtiyaçlarına cevap vermemektedir. Günümüz ihtiyaçlarına cevap vermek üzere, Bakanlıkça yeniden hazırlanan Kara Avcılığı Kanunu Tasarısı Yüce Meclisimize sunulmuştur; bu da, memnuniyetle karşılanmaktadır. Kanun tasarısıyla, avlanma konusu günün şartlarına göre düzenlenmiş, Merkez Av Komisyonunun görev ve yetkileri artırılmış, av hayvanlarının geliştirilmesi, korunması ve avcılığın düzenlenmesiyle, diğer işler için avcıların da katılımda bulunması öngörülmüştür. Ayrıca, tasarının kanunlaşmasıyla, avcıların eğitimlerine ve sahipli arazilerde özel avlak işletmesine imkân sağlanacak av hayvanlarının ithalat ve ihracatı konusunda yeni hükümler getirilecek; cezalar, günün şartlarına göre yeniden düzenlenecek; böylece, ülkemizin av kaynakları daha iyi korunacak ve geliştirilecektir.

Değerli milletvekilleri, Bakanlıkça, konunun önemi nedeniyle, ağaçlandırma ve erozyon kontrolü çalışmalarına ağırlık verildiği; ülkemiz odun hammaddesi arz açığının kapatılabilmesi için ağaçlandırmalarda hızlı gelişen türlere önem ve öncelik verildiği; köy civarı ağaçlandırmalarda fıstıkçamı, ceviz, badem, kestane gibi meyve veren, yalancı akasya gibi bal üretiminde katkı sağlayan ağaç türlerinin seçilerek köylünün kalkınmasına katkıda bulunulduğu görülmektedir.

Bakanlıkça ağaçlandırma ve erozyon kontrolü çalışmalarına önem verilmesi konusunda bugüne kadar alınan mesafeler memnuniyet vericidir; ancak, orman varlığımızın yetersizliği, erozyon probleminin büyüklüğü dikkate alındığında, ağaçlandırma ve erozyon kontrolü çalışmalarının çok daha fazla artırılması gerektiği görüşündeyim.

Mevcut orman alanlarımız, gerek alan gerekse vasıf itibariyle yeterli değildir. Ormanlarımız, ülkemizin odun hammaddesi ihtiyacını karşılayamamaktadır. Erozyon, her yıl binlerce hektar verimli toprağımızın yok olmasına neden olurken, en büyük çevre problemi olmaya da devam etmektedir. Ülke topraklarının yüzde 86'sında, hafiften çok şiddetliye kadar çeşitli derecelerde erozyon olduğu, orman rejimine giren alanlarda erozyon kontrolü yapılması gerekli sahanın sadece 3 milyon hektar olduğu göz önüne alındığında, erozyonun, esas itibariyle orman rejimi dışındaki tarım ve mera alanlarında yaşandığı gerçeği hemen görülmektedir.

Bu nedenle, millî bir felaket olarak gördüğümüz erozyonla mücadelede, Orman Bakanlığına, 4122 sayılı Millî Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Seferberlik Kanununda yer aldığı üzere, toplumun tüm kesimlerinin destek vermesi gereğini ifade etmek istiyorum.

Ülkemiz ormanları, usulsüz müdahalelerden, yangınlardan, böcek ve diğer orman zararlılarından olumsuz yönde etkilenmektedir. Alınan tedbirler sonucu, ormanların korunmasında iyi sonuçlar alınmıştır. Ormanlarımızı tehdit eden orman yangınları, büyük ekonomik ve ekolojik kayıplara neden olmaktadır.

Orman yangınlarıyla mücadelede hiçbir fedakârlıktan kaçınılmamıştır; bu uğurda şehit olan ormancılara rahmet diliyorum.

Orman yangınlarıyla mücadele çalışmaları için 1997 yılında Orman Genel Müdürlüğü Döner Sermayesinden 10 trilyon liralık harcama yapıldığı tespit edilmiştir. Bakanlıkça, orman yangınlarıyla mücadele çalışmalarında her türlü tedbirin alındığı, hiçbir fedakârlıktan kaçınılmadığı bir gerçektir.

Orman yangınlarının söndürülmesinde ilk müdahale ekipleriyle yerden yapılan etkili müdahale yanında, helikopter ve uçak kullanımına devam edilmesi sonucu, orman yangınlarıyla mücadelede, ülkemiz, Akdeniz ülkelerinden daha iyi durumdadır. Bu, tabiî ki, sevindiricidir; ancak, orman yangınlarıyla mücadelenin 1998 yılında daha etkili olacağına ve bu konudaki tedbirlerin daha da artırılacağına inanıyorum.

Çok önemli gördüğüm için, Doğu Anadolu Su Havzası ve Rehabilitasyon Projesine de değinmekte yarar görmekteyim.

Bu projeyle, Orman Bakanlığında, Ağaçlandırma Genel Müdürlüğü, Orman Genel Müdürlüğü ve Or-Köy Genel Müdürlüğünün; Tarım Bakanlığında, Tarımsal Üretimi Geliştirme Genel Müdürlüğünün ve ayrıca Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünün ilgilendiği bilinmektedir. Doğu Anadolu Su Havzası Rehabilitasyon Projesi, gerek ülke içinde gerekse ülke dışında dikkatle izlenen bir projedir. Bu projenin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerimizde genişletilerek uygulanmasının çok yarar sağlayacağı; sonuçta, yöredeki ciddî erozyon tehlikesinin, bu proje çerçevesinde asgarî seviyeye indirilebileceği; ayrıca, yöredeki yoksul halkın ekonomik gücünün yükseltilebileceği; bunun yanında, önemli ölçüde ülke toprağının üretime sokulabileceği de düşünülmelidir. Bu açıdan bakıldığında, projenin bölgede yaygınlaştırılmasında büyük yarar görmekteyim. Şu anda, Elazığ, Malatya, Adıyaman, Kahramanmaraş, Sıvas ve Adana İllerimizde uygulanmakta olan bu projenin, Güneydoğu Anadolu illerimizde de uygulanmasının, terörü önleme yönünden de büyük fayda sağlayacağının mutlaka düşünülmesi gerektiği kanısındayım.

Doğu ve güneydoğudaki istihdam için, özellikle uygun olan yerlerde ağaçlandırma, erozyon ve orman bakım çalışmalarına ağırlık verilmesi ciddî önem arz etmektedir.

Bu temenni ve düşüncelerle, şahsım ve Demokrat Türkiye Partisi Grubu olarak, Orman Bakanlığının 1998 malî yılı bütçesinin de, milletimize ve tüm Orman Bakanlığı çalışanlarına hayırlı, uğurlu olmasını diler, saygılar sunarım. (DTP, ANAP ve DSP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Arıkan.

Sayın milletvekilleri, çalışma süremiz, saat 13.00'te dolacaktır; ancak, Anavatan Partisi Grubunun süresi 30 dakikadır. Çalışma süremizin, Anavatan Partisi Grubunun konuşmalarının tamamlanmasına kadar uzatılmasını oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler... Kabul etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Şimdi, Anavatan Partisi Grubu adına, Sayın Hüsnü Sıvalıoğlu; buyurun efendim. (ANAP sıralarından alkışlar)

ANAP GRUBU ADINA HÜSNÜ SIVALIOĞLU (Balıkesir) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Anavatan Partisinin, Sağlık Bakanlığı bütçesi üzerindeki görüşlerini aktarmak üzere söz almış bulunuyorum; hepinizi saygıyla selamlarım.

Dünya Sağlık Örgütü, 1977 yılında düzenlediği Genel Kurul toplantısında, tüm insanların sosyal ve ekonomik yönden verimli bir hayat yaşayabilmesi için yapılması gerekenleri "2000 yılında herkes için sağlık" başlığı altında 38 hedefte belirlemiştir. Bu hedeflerin içerisinde en önemlisi, 2000 yılında tüm ülkelerin, kaliteli, eşit ve ulaşılabilir bir sağlık hizmetleri sistemini kurmalarıdır. 2000'e 2 yıl kalmışken, tüm hükümetlerin, kendi insanlarının sağlığı için yeterli düzeyde sağlık hizmeti sunma sorumluluğu vardır. 55 inci Cumhuriyet Hükümetimizin, Anayasamız, kalkınma planlarındaki hedefler ve hükümet programımızın temel felsefesi doğrultusunda, yukarıda belirttiğim hedeflere ulaşmak için koruyucu sağlık hizmetlerine önem ve öncelik verdiğini, altını çizerek belirtmek isterim.

Ülkemizin sağlık sorunları göz önünde tutularak, koruyucu, tedavi edici ve rehabilite edici sağlık hizmetleri arasında gerekli uyum sağlanmalıdır.

1963 yılında uygulamaya konulan Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasasının en önemli öğesi, koruyucu sağlık hizmetlerine öncelik verilmesidir. 34 yıl geçmiş olmasına rağmen yasanın uygulamasında önemli gelişmeler olmuştur. Ancak, kanunun, günün şartları ve toplumun ihtiyaçlarına göre revize edilmesinde yarar görmekteyim.

1997 yılında, Sağlık Bakanlığımız, koruyucu sağlık hizmetleri içinde bağışıklamaya gereken hassasiyeti göstermiştir. Rutin aşılama yanında, çocuk felci hastalığının 2000 yılına kadar yok edilmesi için, yıl içinde iki tur olarak yapılan ve yüzde 95'in üzerinde gerçekleşen aşılama oranı önemli bir başarıdır. Ayrıca, 29 hassas ilde üç tur olarak polio aşısının tekrar edilmesi de, bu konuda Bakanlığımızın sebatkârlığının iyi bir göstergesidir.

Görülme sıklığı, tedavi zorluğu ve maliyeti açısından çok önemli bir halk sağlığı sorunu olan Hepatit-B konusunda aşılamanın önemini ortaya koyarak, aşı alınması için ihale işlemlerinin başlatılması, yıllardır diğer hükümetlerin karar veremediği bir konudur. 1998 yılında, sıfır yaş grubundan başlayarak Hepatit-B aşılama programı, ülkemiz sağlık tarihinde önemli bir dönem olacaktır. Yine, bu yıl da, Bakanlığımızın gerekli ödenek ayırarak, hastane personelini de içine alan risk gruplarını aşılaması, Bakanlığımızdan beklenen diğer bir hizmet halkası olacaktır.

Temel sağlık hizmetlerinin sunumunda sağlık ocakları çok önemli kurumlardır. Sayıları 5 bini bulan bu kuruluşları, toplum tarafından kabul edilen, ulaşılabilen ve kaliteli hizmet sunan bir duruma getirmek zorundayız. Sağlık ocaklarını -alternatif geliştiremediğimiz sürece- sağlık sorunlarımıza göre yeniden rehabilite edilmiş ve teknolojik yönden desteklenmiş bir vizyona kavuşturmalıyız. Bu konuda Bakanlığımıza 1998'de büyük görevler düşmektedir.

Sağlık Bakanlığı, koruyucu sağlık hizmetlerine verdiği büyük önemin yanı sıra, tedavi edici sağlık hizmetlerinde de, kaliteli ve ulaşılabilir bir hizmetin sağlanması konusunda kararlıdır. Bu doğrultuda, tüm hastanelerimizde, modernizasyon kapsamında yürütülen sürekli iyileştirme faaliyetleri ile kaliteli bir hizmet sunumu yolunda verilmekte olan çabalar, takdirle karşılanmaktadır.

Bu yıl, birçok hastanemize tomografi cihazı alınmıştır; alımların, 1998 yılında da devam etmesini umut ediyoruz.

Hastanelerimizde sunulan hizmetin kalitesinin önemli göstergelerinden biri de, nitelikli yoğun bakım üniteleridir. Yoğun bakım tedavisi uygulanan hastaların kritik konumları nedeniyle, hassas biçimde izlenmeleri, tedavi düzeyini belirleyen etmenlerin başında gelmektedir. Bu amaç doğrultusunda, 1997 yılı içinde, yoğun bakım ünitesi olmayan 15 il hastanesi ile turistik özelliğe sahip 10 ilçe devlet hastanesinde, koroner yoğun bakım üniteleri kurulması önemli bir hizmettir.

Ülkenin önemli bir sağlık sorunundan da ayrıntılı olarak söz etmek istiyorum. Başta enfeksiyon olmak üzere, değişik nedenlerle oluşan kronik böbrek hastalarının diyaliz cihazına ulaşabilme çilesi, yıllarca hepimiz tarafından çok iyi bilinmektedir. 11 bin civarında olan bu hastaların, yaşam sürdürdükleri yerleşim yerlerinde, diyaliz cihazına haftada iki kez ulaşmaları, en büyük yaşam sevincidir. Bu sevinci yaşatmak için, Sağlık Bakanlığımızın, il ve ilçe devlet hastaneleri bünyesinde kurduğu diyaliz üniteleri, doğru bir politikadır. Ayrıca, diğer bir sağlık sektörü ile özel sektörün gayretleri de takdire değerdir; ancak, hizmetin standardı ve kalitesi açısından, tüm diyaliz merkezlerinin, açılması, teknolojisi ve izlenmesi hassasiyetle yapılmalıdır. Bu bakımdan, Sağlık Bakanlığına büyük görev düşmektedir.

Organ nakli hizmetleri, tüm dünyada olduğu gibi, ülkemiz gündeminde de önemli bir sağlık sorunu olarak yer almakta olup, özellikle, organ bağışında, istenen düzeye ulaşma yolunda, Bakanlığımız, 1997 yılı içerisinde, organ bağış kartı geliştirilmesi de dahil olmak üzere birçok çalışma yapmıştır. Bunun yanı sıra, organ nakliyle ilgili yasal düzenleme ve organ paylaşımında organizasyon konusunda da çeşitli düzenlemeler yapılmaktadır. Dünyada bu konuda başarılı ülkelerin yöntemleri ve ülkemizin örf ve âdetleri dikkate alınarak, organ bağışı ve adaletli paylaşımı, mutlak olarak bir sisteme kavuşturulmalıdır. Burada, değerli milletvekili arkadaşlarımın organ bağışında bulunmalarını ve organ bağışının yararlarını bölgelerinde anlatmalarını da, özellikle rica ediyorum.

Yol açtığı ölümler ve bıraktığı sakatlarla işgücü kayıpları ve tedavi maliyetleri açısından önemli bir sağlık sorunu olan yanıklar için, Ankara ve İzmir'de mevcut olan yanık tedavi merkezlerine ek olarak, Doktor Sami Ulus Çocuk Hastanesi, İstanbul Haydarpaşa Numune Hastanesi ve Diyarbakır Çocuk Hastanesi bünyesinde yanık tedavi üniteleri kurulması da, memnuniyet verici bir gelişmedir; ancak, 1998 yılında, coğrafi durum dikkate alınarak, Karadeniz, Doğu Anadolu ve Ege Bölgelerinde de birer yanık tedavi merkezi kurulmalıdır.

Değerli milletvekilleri, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de, doğuşta beklenen yaşam süresi uzadıkça, kronik hastalıklar ve kanser, sağlık yöneticilerinin ve kişilerin önemli bir sağlık sorunu olarak karşılarına çıkmaktadır. Maliyeti yüksek olan bu hastalıklarda, erken tanı ve toplumun bilinçlendirilmesi, önemli ve doğru bir yaklaşımdır. Türkiye'de, ilk kez, devlet hastanelerine bağımlı 6 ilde kanser erken tanı merkezlerinin kurulması, Hükümetimizin, sağlıkta öncelikli projelerinin hayata geçirilmesinin örneğidir. Bu ünitelerin, 1998 yılında, ulaşım şartları dikkate alınarak ülke genelinde yaygınlaştırılması, Sağlık Bakanlığımıza önerimizdir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Bakanlığın acil servislerde yapmış olduğu fizikî ve teknolojik iyileştirmelerin, geç de olsa, doğru bir yaklaşım olduğunu belirtmek isterim.

Teşhiste önemli bir yeri olan bilgisayarlı tomografi cihazıyla, il devlet hastanelerinin desteklenmesinin, tıbbî ve ekonomik açıdan önemli katkıları olacaktır. Bu cihazların alımında, Sayın Bakanın, döner sermaye, özel idare ve Bakanlık katkılarının birleşerek alımı kararını, ekonomik, risk paylaşımı ve sektörel işbirliği açısından faydalı buluyor ve destekliyoruz.

Trafik, spor, iş kazaları, savaş yaralanmaları, kalıtsal ve vasküler hastalıklar sonrası ihtiyaç duyulan rehabilitasyon, günümüzde ve gelecekte önemli bir sağlık sorunu olmaktadır ve olacaktır. Ülkemizde, yaklaşık 6-7 milyon özürlü olduğu kabul edilirse, konunun ciddiyeti açıkça ortaya çıkmaktadır. Ülkemizde, rehabilitasyon merkezlerinin sayısı ve yatak kapasitesi yetersizdir.

Sayın milletvekilleri, hepiniz, yılda birkaç kez size başvuran vatandaşlarımızı ve çaresizliklerini hatırlayınız. Ülkemizde, bu merkezlerin sayısını artırmak için, bölgesel, yatak kapasitesi yeterli, çağdaş teknoloji ve sağlık insan gücüyle desteklenmiş yeni merkezler kurulmalı, diğer binalardan dönüşümler yapılmalı; yerel yönetimler, gönüllü kuruluşlar ve kişilerle işbirliğine gidilmelidir. 1997 yılı içinde başlatılan Giresun, Kahramanmaraş, Afyon fizik tedavi ve rehabilitasyon merkezleri yanında, hizmete açılan Bursa Spastik Çocuklar Hastanesi, iyi bir yatırım olmasının yanı sıra yetersizdir. Konunun, 1998'de öncelikli yatırım alanı olmasını diliyorum. Ayrıca, yatırım programında yer alan 6 adet fizik tedavi hastanesi inşaatının bitirilmesine de 1998 yılında hız verilmelidir.

Değerli arkadaşlarım, tarih boyunca bir aysberk gibi görünüm veren ve gelişmekte olan ülkelerde önemli bir epidemiyolojik boyuta ulaşan verem hastalığı konusunda bazı hususları gündeme getirmek istiyorum.

Değişik etkenlerin rol oynadığı, tedavisi uzun süren, kişiye ve devlete özel görevlerin düştüğü bu hastalıkla mücadelede, geçmişte, Türk mucizesini yaratmış bir toplumuz; ancak, günümüzde, başta göğüs hastalıkları hastaneleri olmak üzere, teknolojik ve fizikî durumlarda vizyon değişikliğine acilen ihtiyaç görülmektedir. Mevcut göğüs hastalıkları hastanelerinin bir an evvel iyileştirilmesi ve tıbbî alet ve edavatla, modern cihazlarla donatılması; dispanserlerin, yeniden eski fonksiyonuna dönük kullanılması gerekmektedir. Çünkü, bugün, hakikaten, tüberküloz, ülkemizde yeniden hortlamaya yüz tutmuştur. Bu konuda, Sağlık Bakanlığının duyarlı davranacağına gönülden inanıyorum.

Değerli arkadaşlarım, hiçbir sosyal güvenlik kurumunun güvencesinde olmayan ve sağlık hizmetleri giderlerini karşılayacak durumda bulunmayan, yaklaşık 6 milyon vatandaşımız, bu giderlerin karşılanmasında yeşilkarttan yararlanmaktadır.

İnsan öğesinin en önemli faktör olarak ele alındığı toplam kalite felsefesi çerçevesinde, hizmetlerde kaliteyi sürekli geliştirecek sistemlerin oluşturulması ve bu sistemlerin uygulamaya geçirilmesi ağırlık kazanmaktadır. Bu amaçla, sağlık hizmetlerinin, yapısal ve teknik özelliklerinin, verimli, kaliteli, süratli, uygulanabilir ve ekonomik bir şekilde sürdürülmesi anlayışıyla yapılanması ve hizmetlerin faaliyetlendirilmesi gerekmektedir. Bu uygulamaların başında öncelik verdiğimiz konulardan olan yeşilkart kapsamının genişletilmesi, belirlenen vizyon ve bu alandaki sağlık reformuyla ilgili yasal düzenlemelerin 1998 yılı içinde uygulamaya konulacağına olan inancımı belirtmek istiyorum.

Değerli arkadaşlarım, bugün Sağlık Bakanlığının bütçesini görüşürken, sağlık çalışanlarının durumunu da anlatmadan geçemeyeceğim. Bugün doktoru, hemşiresi ve yetişmiş personeliyle, ülkesinde ve dünyada sesini duyurabilecek kaliteli bir sağlık personeline sahip olan ülkemizin sağlık personeli, maalesef, yeterli desteği görmemektedir; bu hem maddî destektir hem manevî destektir. Ancak, maddî desteğini alamamasının yanında, hiç olmazsa, yetişmiş hekimimizi, tıbbî konferanslara, kongrelere göndererek, hizmetiçi eğitimlere tabi tutarak eğitmemiz, toplumumuza karşı bir görevimizdir. İnanıyorum ki, eğitim reformunu yapmış 55 inci Hükümetin, sağlık reformunu da yapmasıyla birlikte, Türkiye'de çok değişik oluşumlar meydana gelecek ve Türk insanı, hak ettiği eğitim ve sağlık seviyesine kavuşacaktır.

Ülkemizin en ücra köşesinde görmek istediğimiz doktoru, imamı ve öğretmeniyle; yani, tıp fakültesi mezunu doktoru, eğitim fakültesi mezunu öğretmeni, ilahiyat fakültesi mezunu imamıyla, özlediğimiz Türkiye'nin en ücra köşesini kurma yolunda, bizlere çok görevler düşmektedir. Ben, Sağlık Bakanımızın başarılarını sonuna kadar destekleyen, ona, sağlığın içinde yetişmiş bir kişi olarak, sevgi ve saygı duyan bir arkadaşı olarak, Sağlık Bakanlığımızı en üst düzeye çıkaracağına ve sağlık reformunu geliştireceğine inancımın sonsuz olduğunu belirterek sözlerime son vermek istiyorum.

Sağlık Bakanlığı bütçesinin ülkemize ve milletimize hayırlı olmasını diliyor, hepinize saygılar, sevgiler sunuyorum. (ANAP, DSP ve DYP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Sıvalıoğlu.

Şimdi, söz sırası Sayın Abdullah Akarsu'nun.

Buyurun, Sayın Akarsu.

ANAP GRUBU ADINA ABDULLAH AKARSU (Manisa) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 1998 yılı Orman Bakanlığı bütçesi üzerinde Anavatan Partisi Grubu adına görüş ve düşüncelerimi açıklamak üzere huzurunuzdayım; Yüce Meclisi, Grubum ve şahsım adına saygıyla selamlıyorum.

Devlette devamlılık esasına inanan bizler, ormancılığı, içpolitikanın üzerinde, siyasetüstü bir obje olarak görüyoruz. Nasıl, dışpolitika, partilerüstü bir konumda ise, ormancılık politikamız da, partilerüstü, millî olmak zorundadır diye düşünüyoruz. Bu nedenledir ki, konuşmamda görüşlerimi aktarırken, ifade ederken, günlük politikaların üstünde kalmaya gayret göstereceğim.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Orman Bakanlığımızın 1998 yılı bütçesi, Orman Genel Müdürlüğü bütçesiyle birlikte, 43 trilyon 676 milyar TL olarak belirlenmiştir. Bu bütçenin, ağaçlandırma, mera ıslahı, fidan üretimi, millî parklar, orman köylüsünün kalkındırılması gibi önemli hizmetler için yeterli seviyede olduğunu söylemek mümkün değildir; ancak, Hükümetimizin enflasyonla mücadele programı çerçevesinde, Orman Bakanlığına ayrılan bütçenin uygun olduğuna inanıyoruz.

Saygıdeğer arkadaşlarım, üzerinde yaşadığımız Anadolu, yaklaşık 5 bin yıldan bu yana çeşitli medeniyetlere beşik olmuş bir kıta parçası. Tarihin derinliklerine doğru bir göz gezdirdiğimizde, Anadolu'nun geçmişte ormanlarla kaplı olduğunu görürüz; bugün ise, ülkemizin ormanlık durumu hiç iç açıcı değildir. Anadolu'da, artık, Timur'un, Ankara ovasında fillerini sakladığı ormanları ve yeşil Türkiye'yi göremiyoruz. Geçmişten bugüne, ormanlar, sürekli tahrip edilmiştir. Üzülerek söylemek gerekirse, ormanlarımızda en büyük tahribat son elli yıl içinde olmuştur. Son elli yılda nüfusumuz hızla artmış, 1930'larda 13 milyon civarında olan nüfusumuz, bugün, 65 milyona yaklaşmış; artan nüfusla beraber, odun hammaddesi tüketimi artmıştır. Diğer taraftan, artan gıda ihtiyaçları mevcut tarım alanlarından sağlanamayınca, orman ve mera alanları tarıma tahsis edilmiş, orman alanları daralmıştır.

Her yıl, ortalama 500 milyon ton toprak denizlere, göllere ve barajlara taşınmaktadır. Sadece, Türkiye'den taşınan toprak miktarı, Avrupa Kıtasındaki taşınan miktardan 1,5 kat fazladır. Yurdumuzda, orman alanlarının yüzde 26 olduğu gerçeği ile erozyonun yurt topraklarının yüzde 86'sında hüküm sürdüğü gerçeği yanyana getirildiğinde ve 10,5 milyon hektar olan verimli orman alanında erozyonun söz konusu olamayacağı düşünüldüğünde, orman rejimi dışındaki marjinal tarım alanları ve tahrip edilmiş meralarda erozyonun sürdüğü bir gerçektir. Bu özelliği nedeniyle, millî bazda destekle çözülecek boyutta bir erozyon tehlikesiyle karşı karşıyayız. Bu konuda üstün gayret gösteren ve toplum duyarlılığını artıran, başta TEMA Vakfı olmak üzere, gönüllü kuruluşlara ve Orman Bakanlığımıza teşekkürlerimizi sunuyorum.

Bir gerçeği size ifade etmek istiyorum: Kırk yılda -1955, 1956 yıllarından sonra geçen kırk yıl içinde- yapılan ağaçlandırma ve erozyon kontrolü çalışmalarının miktarı 2 milyon 543 bin hektardır. Bunun 1 milyon 68 bin hektarının; yani, yüzde 42'sinin 1984-1991 ANAP döneminde yapıldığını bilgilerinize sunmak istiyorum.

Saygıdeğer milletvekilleri, kolektif mülkiyetteki meralara kimse sahip çıkmamaktadır ve sahip çıkılmadığı için de bakımı yapılmamaktadır; mera yok olmakta; erozyon, toprağı yiyip bitirmektedir. Mera, özel mülkiyete devredilse; köylü, meralara bakar, yem sıkıntısı kalkar, ucuz ot bollaşır ve erozyon tehlikesi de ortadan kalkar. Bu nedenle, Yüce Parlamentomuzun, önümüzdeki günlerde, mera kanununu ve kara avcılığı kanununu mutlaka çıkarması gerektiğini düşünüyorum.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Türkiye'de, 18 500 civarındaki orman köyünde, yaklaşık 8,5-9 milyon civarında orman köylüsü yaşamaktadır. Bu insanlar, millî gelirden en az pay alan kesimdir. Orman köylüsünün, geçim derdi nedeniyle, başta otlatma olmak üzere, tarla açma ve kaçak kesimler olmaktadır. 1985 yılına kadar orman nüfusu artmaktayken, 1985 yılından sonra orman köyünden yoğun göç olayı yaşanmış ve yaşanmaya devam etmektedir. 1985 yılında orman içinde ve civarında yaşayan 10,5 milyon orman köylüsünün bugün 8,5 milyon civarına gerilediğini görüyoruz.

Burada bir hususu dikkatlerinize arz etmek istiyorum: Bu azalmanın temel nedeni, fakirlikten dolayı göçtür; ancak, bu göç olayının sonunda, büyük şehirlerimizin sorunları katlanarak artmakta, işsizlik artmakta, konut, eğitim, sağlık ve benzeri altyapı hizmetlerinin yetersizliğinden dolayı çarpık yapılaşma meydana gelmekte, bu durum ise, büyük şehirler yerine büyük köylerin oluşmasını sağlamaktadır. Yani, ormansızlaşma ve erozyonla mücadelede, öncelikle orman köylüsünün ekonomik durumunun iyileştirilmesinin bilinci içerisinde olmalıyız diye düşünüyorum. İnsanlarımızı, doğduğu yerde doyurmanın yolunu ve yöntemini bulmak zorunda olduğumuza inanıyorum.

Erozyon, bir havzadaki bitki ve su arasındaki doğal dengenin bozulmasıyla ortaya çıkan bir problemdir. Bu nedenledir ki, bölge bazında çözümler üretilmelidir. Orman Bakanlığımızdan aldığımız bilgilere göre, bölge bazında köy ve köyleri kapsayacak şekilde proje çalışmaları ve köylünün gelirlerini artırıcı mevzuat düzenlemeleri yapılmakta olduğunu memnuniyetle görüyorum.

Bu konulardaki kanunî düzenlemelerin, bir an önce, Yüce Meclisimize sunulmasını bekliyor ve tüm partilerimizin işbirliğiyle bu değişikliklerin gerçekleştirileceğine inanıyorum.

Orman Bakanlığının diğer bakanlıklarla birlikte Orta Fırat havzasında, Dünya Bankası kredisi desteğiyle yürüttüğü Doğu Anadolu Su Havzası Rehabilitasyon Projesinden elde ettiği olumlu uygulamaları, diğer bölgelere yayma çabalarını takdirle karşılıyorum.

Bu çeşit uygulamalarda diğer temel hedef de, orman köylüsünün yerinde kalkındırılması ve kırsal kesimden büyük kentlere olan göçün durdurulmasıdır. Bu nedenle de, Orman Bakanlığımızın, ağaçlandırma ve erozyon kontrolü hizmetleri yanında götürdüğü diğer hizmetlerle istihdama önemli katkı sağladığını memnuniyetle müşahede ediyorum; ancak, orman köylüsünün yerinde kalkındırılmasında ormancılık faaliyetleri yanında, arıcılık, halıcılık, el sanatları, meyvecilik, sebzecilik ve dağ turizmi gibi faaliyetlere yönlendirilmesi için yeni teşviklerin sağlanmasının da gerekli olduğuna inanıyorum. Bu konuda, Or-Köy Genel Müdürlüğünün geçmişte olduğu gibi fonksiyonel rol oynayabileceğini düşünüyorum.

1998 yılı bütçesinde, Or-Köy faaliyetlerine ayrılan payın, kendisinden beklenen fonksiyonu sağlaması için yeterli olmadığını görüyoruz. Bu nedenle, Or-Köy Fonunun canlandırılmasının gerekliliğine inanıyorum. 6831 sayılı Kanunun 2/b maddesi gereği orman rejimi dışına çıkarılan alanların satılmasından elde edilen gelirin Or-Köy Fonuna aktarılmasıyla kaynak sorununun çözüleceğine ve orman köylülerinin yerinde kalkındırılmasında önemli mesafeler alacağımıza inanıyorum. Bunun için, 2924 sayılı Kanunun 18 inci maddesinde mutlaka değişiklik yapılmalıdır; çünkü, "2/b sahalarının satışından sağlanan gelirler, orman köylülerinin kalkındırılmasında kullanılmak üzere, Or-Köy Fonunun gider hanesine, gider hesabına yazılır" ifadesini koyarsak, ormanlarımızının 2/b sınıfına giren, satışa sunulan arazilerden elde edilecek 3 katrilyon lira civarında hesap edilen miktarın Or-Köy'ü çok işlevli bir hale getireceğine inanıyorum, düşünüyorum. Bu konunun, özellikle, Sayın Bakanımız tarafından yakinen takip edildiğini biliyorum; ama, Orman Bakanlığımızın bu kaynağı kullanmada Or-Köy'e büyük bir fırsat vereceğine inanıyorum.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepimizi yürekten üzen orman yangınlarına da değinmek istiyorum. Son on yılın değerlendirmelerine göre, yılda yanan orman alanı 12 800 hektardır; alınan tedbirler, yapılan cansiparane söndürme çalışmalarıyla, bu miktar, 1997 yılında 6 300 hektara düşmüştür. İstatistiklere göre de Akdeniz ülkeleri arasında, aynı şartlarda yer alan ülkeler bazında en az olduğu gözlenmektedir. Türk ormancısının ve işçisinin yangınla mücadelede canı pahasına çalıştığını hepimiz görüyoruz ve müşahede ediyoruz. Bu vesileyle, yangın söndürme faaliyetlerinde şehit olan ormancı kardeşlerimi bir kez daha rahmet ve minnetle anıyorum.

Orman Bakanlığımızın 1998 yılı için orman yangınları konusunda teknik ve idarî tedbiri şimdiden aldığını görmek, beni mutlu etmektedir.

Sayın Başkan, saygıdeğer milletvekilleri; artık, kalıcı çözümler üretme zamanı gelmiştir. 55 inci Hükümet kurulduğundan bu yana neler yapmıştır: Orman köylülerini kalkındırma kooperatiflerine 6831 sayılı Orman Kanununun 34 üncü maddesine göre verilen yüzde 25 paylarıyla ilgili vadeli satışların süresi altı aydan sekiz aya çıkarılmış ve vade süresi boyunca da faiz alınmaması sağlanmıştır. Orman köylüsünün ekonomik ve sosyal durumunun iyileştirilebilmesi konusunda, ormanlardan üretilecek orman ürünlerinin köy tüzelkişiliklerine tahsis edilebilmesi hususunda yeni yasa değişikliği hazırlanmıştır. Orman köylerine, orman ürünü satışlarından, yüzde 5 pay ödenmesine dair tasarı hazırlanmış, bu tasarıya göre, kesilen ve satılan ürünün yüzde 5'i orman köyü bütçesine dahil edilerek, köyün gelirinin artırılması hedeflenmiştir.

Ormancılık politikasında, orman-köylü ilişkisi önplanda tutulmalı, orman köylüsünün gelir ve hayat seviyesini yükseltmek için orman gelirlerinden daha fazla pay alması sağlanmalıdır. Bu amaçla, Hükümetimiz, orman ürünleri üretim işçilerine, 1 Temmuzdan geçerli olmak üzere yüzde 27, tekrar, 1 Ekimden geçerli olmak üzere ilave yüzde 20 zam yapmıştır.

Daha neler yapmayı düşündüğümüzü de anlatmak istiyorum: Ağaçlandırmaya ağırlık vereceğiz. Uygun fiyatlardan fidan üretimini sağlayacağız. Millî park, ormaniçi dinlenme tesisleri, yerleri ve avcılık çalışmalarına özen göstereceğiz. Bakanlık bünyesinde bulunan ihtiyaç fazlası gayrimenkuller ile yaşlanmış araçları satarak orman köylüsüne bu kaynakların akışını sağlayacağız. Fonlarla aktarılan payları ormana ve orman köylüsüne döndürerek, ağaçlandırma ve erozyon çalışmalarında kullanılmasını sağlayacağız. Ormaniçi ve bitişiği köylere, yüksek miktarlarda, faizsiz, uzun vadeli krediler vereceğiz, orman tahribatını önleyici sosyoekonomik tedbirler alacağız. Orman köylülerinin kooperatifleşmesini destekleyip teşvik edeceğiz. Millî ağaçlandırma seferberliğini başlatmalı, her yeni doğan çocuk için ağaç dikilmesini, hatıra ormanları kurulmasını ve özel amaçlar için ağaç kesmek yerine, ağaç dikmeyi teşvik etmeliyiz. Orman kadastro çalışmalarını tamamlayıp, belli bir program çerçevesinde sektörün özelliği gereği makro planların ve yatırım yapılması gerekliliğine inanıyoruz.

Orman hizmetlerinde çalışan, bilhassa orman muhafaza memurlarının fiilî hizmet zammı ile ilgili tasarının kanunlaşmasını elzem görüyoruz. Ayrıca, kadastro ve amenajman ücretlerinin ve tazminatlarının artırılmasının da gerekli olduğunu ifade etmek istiyorum. Millî parklarla, yerleşim birimleri çevresinde ve orman bitişiği olmayan alanlarda tesisler kurarak, hem kolektif hizmetler sunacak hem de orman yangınlarına ve çevre kirliliğine bir ölçüde önlem almış olacağız diye düşünüyoruz.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 11 inci Dünya Ormancılık Kongresi, ülkemizin, Habitat-II'den sonra gerçekleştirdiği en büyük uluslararası organizasyon olmuştur. 21 inci Yüzyıla doğru, sürdürülebilir ormancılık anatemasının işlendiği kongreye 145 ülkeden toplam 4 417 katılım olmuştur. Orman Bakanlığımız, bu büyük organizasyonun altından da başarıyla kalkmıştır. Bu haliyle, kongre, ülkemizin tanıtılmasında önemli bir rol oynamıştır. Bu vesileyle, başlangıcından sonuna kadar, 11 inci Dünya Ormancılık Kongresinde emeği geçen Sayın Bakanımıza ve Orman Bakanlığı mensuplarına teşekkür ediyorum.

Sayın Başkan, saygıdeğer milletvekilleri; Türkiye topraklarının korunması ve yerinde tutulması, üst havzada yer alan ormanların ve meraların korunması ve geliştirilmesiyle mümkündür. Yaşanabilir bir çevre için vazgeçilmez olan toprak, su ve oksijen için ormanların gerekli olduğu şuuru içindeyiz. Bunun için, ormanları, içerisindeki ağacı, çalısı, otu, yosunu, hayvanı, mantarı, kısacası kurdu ve kuşuyla bir ekosistem olarak görüyor ve özenle korunması ve geliştirilmesi gerektiğine inanıyoruz.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Akarsu, lütfen toparlayalım.

ABDULLAH AKARSU (Devamla) – Teşekkür ediyorum efendim.

Ormancılık politikalarının içsiyasî yarar hesaplarından uzak tutulması gerektiğinin tekrar altını çizerek, ülke ormanlarının geliştirilmesi yönündeki tüm çabaları destekleyeceğimizi ifade ediyor, Orman Bakanlığı bütçesinin Bakanlığımız çalışanlarına, ülkemize ve milletimize hayırlı olmasını diliyor, Yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum. (Alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Akarsu.

Yedinci tur görüşmelerde, gruplar adına konuşmalar tamamlanmıştır ve soru sormak için müracaat işlemi de kapanmıştır.

Saat 14.00'te yeniden toplanmak üzere, Birleşime ara veriyorum.

Kapanma Saati : 13.17

 

İKİNCİ OTURUM

Açılma Saati : 14.00

BAŞKAN: Başkanvekili Uluç GÜRKAN

Kâtip Üyeler: Ahmet DÖKÜLMEZ(Kahramanmaraş), Ali GÜNAYDIN (Konya)

 

 

BAŞKAN – Türkiye Büyük Millet Meclisinin İkinci Oturumu açıyorum.

 

IV . - KANUN TASARI VE TEKLİFLERİYLE KOMiSYONLARDAN

GELEN DİĞER İŞLER (Devam)

l.- 1998 Malî Yılı Genel ve Katma Bütçeli İdareler Bütçe Kanunu Tasarıları ile 1996 Malî Yılı Genel ve Katma Bütçeli İdareler ve Kuruluşlar Kesinhesap Kanunu Tasarıları (1/669; 1/670; 1/633, 3/1046; 1/634, 3/1047) (S.Sayıları: 390, 391, 401, 402) (Devam)

A) SAĞLIK BAKANLIĞI (Devam)

1. – Sağlık Bakanlığı 1998 Malî Yılı Bütçesi (Devam)

2. – Sağlık Bakanlığı 1996 Malî Yılı Kesinhesabı (Devam)

a) Hudut ve Sahiller Genel Müdürlüğü (Devam)

1. – Hudut ve Sahiller Genel Müdürlüğü 1998 Malî Yılı Bütçesi (Devam)

2. – Hudut ve Sahiller Genel Müdürlüğü 1996 Malî Yılı Kesinhesabı (Devam)

B) ORMAN BAKANLIĞI (Devam)

1. – Orman Bakanlığı 1998 Malî Yılı Bütçesi (Devam)

2. – Orman Bakanlığı 1996 Malî Yılı Kesinhesabı (Devam)

a) Orman Genel Müdürlüğü (Devam)

1. – Orman Genel Müdürlüğü 1998 Malî Yılı Bütçesi (Devam)

2. – Orman Genel Müdürlüğü 1996 Malî Yılı Kesinhesabı (Devam)

BAŞKAN – Bütçe üzerindeki görüşmelere kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Komisyon ve Hükümet hazır.

Yedinci tur görüşmelerimizde, şahsı adına,. bütçenin lehinde Sayın Hüsnü Sıvalıoğlu.

Buyurun efendim.

HÜSNÜ SIVALIOĞLU (Balıkesir) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Sağlık Bakanlığı bütçesi üzerinde şahsım adına söz almış bulunuyorum. Hepinizi saygıyla selamlarım.

Sağlık Bakanlığının, ülkemizde, bugüne kadar yürüttüğü çalışmaların gerçek işlevinin, bundan sonra daha farklı bir konumda, daha çağdaş bir düzeyde yürütmesi gerektiğine inanıyorum. Bugün, ülkemizde, Sağlık Bakanlığı, hem sağlık hizmeti vermekte hem de sağlık sigortası yaparak yeşil kart uygulamasıyla birlikte, bir nevi sigortacılık da yapmaktadır. Oysa ki, ülkemiz genelinde, Sağlık Bakanlığının sahip olduğu hastaneler dışında, sağlık hizmeti, Sosyal Sigortalar Kurumunda, Devlet Demiryollarında, PTT hastanelerinde ve çeşitli kuruluşlarda verilmektedir. Benim kişisel kanaatim odur ki, Türkiye'de sağlık hizmetlerinin koordinasyonundan ve işletilmesinden, yalnız Sağlık Bakanlığı sorumlu olmalıdır. Sağlık Bakanlığı sorumlu olmalıdır. Bütün hastaneler, şu anda da Sağlık Bakanlığının kontrolü altında olmasına rağmen, tek elde toplanmalıdır diye düşünüyorum. Yani, Sosyal Sigortalar Kurumu, sigortacılığını yapmalı, hastane işletmeciliğinden elini çekmelidir; diğer kurumlar da, kendi hastane işletmeleri yerine, mevcut hastane işletmelerinden tedavi hizmetlerini almalıdırlar diye düşünüyorum.

1988 yılında, o dönemin Anavatan Partisi Hükümetinin hazırlamış olduğu Sağlık Reformu Yasa Tasarısı, bugüne kadar iktidara gelen çeşitli hükümetler tarafından benimsenmiştir; ancak, 1997 yılını bitirip 1998 yılına gireceğimiz şu günlerde bile, ülkemizde, hâlâ bir sağlık reformu yapılmamıştır.

Demin, burada, Refah Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Doğru Yol Partisi Grupları adına görüşlerini belirten konuşmacıların sözlerinden, memnuniyetle şunu anladım: 1988 yılında hazırlanan Sağlık Reformu Yasa Tasarısı üzerinde, hemen hemen hepsi fikir birliğine varmışlar. Neyi savunuyorlar; koruyucu halk sağlığının, koruyucu hekimliğin birinci planda olmasını, tedavi hizmetlerinin özele yakın, ayrı bir özerk sistemle yürütülmesini ve sağlık finansmanını tartışıyorlar, savunuyorlar. Hepsinin bu noktaya gelmiş olması, beni cidden memnun etti; çünkü, bugün ortada bir gerçek var ki, Sağlık Bakanlığı, artık, sağlık hizmetlerinde, genel sağlık politikalarını belirlemeli; diğer hastaneler de, işlemlerini buna göre yürütmelidirler. Bütün partiler bu konuda anlaştıklarına göre; yani, koruyucu hekimliği önplana alıp, hastanın, aile hekimliğinden hastaneye sevk edilmesi konusunda anlaştığımıza göre, ben, Sayın Sağlık Bakanımızdan, 1998 yılı içinde Sağlık Reformu Yasa Tasarısını Meclise getirmesini diliyor ve bu partilerin desteğiyle, Türkiye'de sağlık reformunu başlatmamız gerektiğine inanıyorum.

Yaklaşık 62 milyon nüfusumuzun hemen hemen 45 milyonu, bir şekilde, sağlık güvencesine ve sosyal güvenliğe kavuşmuştur. Geri kalan insanlarımızın da -hep söylenen; ama, yapılmayan- ödeme gücü olanların ödemelerini yaparak sağlık sigortasına girmeleri; ödeme gücü olmayanların sigorta primleri de, Sağlık Bakanlığı veya devlet tarafından karşılanarak, en azından, sosyal güvenlikle birlikte, sağlık güvencesine kavuşturulması gerektiğine inanıyorum. Bugün, bu sorunu çözmememiz için hiçbir neden yoktur.

Değerli arkadaşlarım, bugün, ülkemizde, hastanelerimizde büyük oranda bir yığılmadan bahsedilmektedir ve doğrudur. Yirmiyedi yıllık hekimlik yaşantımda, bunun, acı tatlı birçok hatıralarını yaşadım. Bunu şunun için söylüyorum: Bugün, hastanelerimiz -devlet hastanelerimiz, sigorta hastanelerimiz ve diğer hastanelerimiz- poliklinik hizmeti vermekten öte, doğru dürüst hizmet verememektedirler. Bir seleksiyona, bir seçime tabi olmadan, hastaların hastaneye müracaat etmesi, polikliniklerde aşırı yığılmalara neden olmaktadır ve bu aşırı yığılmanın sonucunda, gerçekten hizmet vermesi gereken uzman hekimler -işte ameliyat yapması gerekenler, ne bileyim acil hastanın başında bulunması gerekenler- bu işlevlerini yerini getirememekte ve dolayısıyla, vatandaşlarımız mağdur olmaktadırlar. Buna bir çözüm getirmemiz gerekiyor.

Bunun için, mutlaka, aile hekimliği sistemini kurmamız, uygulamamız gerekiyor. Yani, 1961 yılında çıkarılan 224 sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkında Kanunun gereği eğer, o günkü koşullarda, yeterince yerine getirilebilseydi, uygulanabilseydi -demin, bir başka sözcü arkadaşımızın da bahsettiği gibi- bu işlev yerine getirilebilseydi, bugün, Türkiye'de sağlık sorununda büyük bir mesafe katetmiş olurduk; ama, geç kalmış değiliz. Yeni iyileştirmelerle, yeni düzenlemelerle, en ücra köşeye kadar, götüremediğimiz sağlık hizmetlerini götürmemiz mümkündür.

Bugün, tedavi edici hizmetlerde ülkemiz çok iyi bir düzeye gelmiştir ve birçok ülkelerin hastaları, insanları bize gıptayla bakmaktadır; ama, biz, kanunî yetersizliklerden, iyi koordinasyon sağlayamamamızdan dolayı bu alanlardan yeterince yararlanamamaktayız diye düşünüyorum. Hastanelerimizin hepsine, Sağlık Bakanlığının gücü, belki devletimizin bütçesi de yetmemektedir; ama, bir şekilde mevcut hastanelerimizi iyileştirerek, en azından modern tıbbi alet ve edavatla donatarak, hastalarımıza çok daha iyi hizmet verebiliriz.

Ankara'da yoğun bir şekilde hasta trafiği vardır; yani, Karadeniz Bölgesinden, Doğu Anadolu’dan, Güneydoğu Anadolu’dan, İç Anadolu’dan, hatta Akdeniz’den, Ankara'ya yoğun bir şekilde hasta gelmektedir. Bunun sebebini çok iyi tespit etmemiz lazım. O yörelere bölge hastaneleri, eğitim hastaneleri açarak, vatandaşların, Ankara'ya gelip, hastanelerde büyük yığılmalar yapmasını önlemek zorunluluğumuz var.

Şimdi, Akdeniz Bölgesinden kalkıp buraya gelen bir hastanın, orada yeterli tanı imkânını bulamıyorsa, yeterince tedavi edilebilme imkânını bulamıyorsa, buraya gelmesi doğaldır. Buraya geliyor, bütün hastaneler dolu, günlerce sıra bekliyor, bölgesinin milletvekillerinden yardım istiyor, torpil istiyor, hastaneye yatmak için uğraşıyor.

Demin bahsedildi, bugün Yüksek İhtisas Hastanesi, Sağlık Bakanlığının en iyi hizmet veren hastanelerinden birisidir. Yıllardır dünya çapında adından bahsettirecek kalp ameliyatları ve damar ameliyatları bu hastanede yapılmaktadır. İstanbul'da, Haydarpaşa Siyami Ersek Göğüs Hastalıkları Kalp ve Damar Cerrahisi Hastanesi yıllardır bu ülkede çok iyi hizmet vermektedir; ama, bugünkü düzensiz koşullarda; işte Yüksek İhtisas Hastanesinin, diğer kurumlardan parasını alamayıp, hizmet yapamamasından ve hasta yığılmasından, Türkiye'mizdeki insanlarımız gerçekten sıkıntı çekmektedir.

Sağlık Bakanlığının, koordineli bir şekilde bölgelere dağıtarak bu işi çözmesi gerekir diye düşünüyorum; yani, Türkiye'de bir Yüksek İhtisas Hastanesinin yanında, Bursa'da da yeni bir Kalp-Damar Cerrahisi Hastanesi açıldı. Haydarpaşa Göğüs Cerrahisi Hastanesi, bahsettim işte, ne bileyim, İzmir'de Kalp-Damar Cerrahisi Hastanesi, erken tanı merkezi, onkoloji hastaneleri... Bölgesel olarak dağılımlar yapılarak bu sorunlar çözülebilir.

Sözlerimi şöyle tamamlamak istiyorum: Yine de, Sağlık Bakanlığının, önümüzdeki 1998 yılında, sağlık reform tasarısını bir an evvel hazırlayıp; hazır, grupların üzerinde birleştiğini şu anda gördüğüm şekilde Meclise getirip bir an evvel yasalaşması gerektiğine inanıyorum. Bu düşüncelerle, eğitim reformundan sonra, bu Meclisin, sağlık reformunu da yapmasını diliyor, hepinize saygılar sunuyorum. (ANAP ve DSP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Sıvalıoğlu.

Orman Bakanlığı üzerinde, Hükümet adına, Sayın Ersin Taranoğlu; buyurun efendim.

Sayın Bakanım,eşit paylaşıyorsanız süreniz 15 dakika.

ORMAN BAKANI ERSİN TARANOĞLU (Sakarya) – Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım; bugün, Bakanlığımın bütçesi üzerinde grupları adına konuşan, Refah Partisinden Bolu Milletvekili Sayın Mustafa Yünlüoğlu'na, Cumhuriyet Halk Partisinden Muğla Milletvekili Sayın Zeki Çakıroğlu'na, Doğru Yol Partisinden Muğla Milletvekili Sayın İrfettin Akar'a, Demokratik Sol Partiden Muğla Milletvekili Fikret Uzunhasan arkadaşıma, Demokrat Türkiye Partisinden Mardin Milletvekili Sayın Muzaffer Arıkan'a ve Anavatan Partisinden Manisa Milletvekili Sayın Abdullah Akarsu'ya, konuşmaları, katkıları, tenkit ve önerileri için teşekkürlerimi sunarak sözlerime başlamak istiyorum.

Bu Meclisin mutat, alışılagelmiş bakan konuşmalarından birini yapmak istemiyorum. Genellikle, bütçelerde, konuşmalar olur; sonunda, bakanlar tenkitlere cevap verirler, yaptıkları icraatları ifade ederler; ancak, ben, bu bütçe münasebetiyle, çok kısa bir konuşma yaparak, kürsüyü terk etmek istiyorum.

Partiler adına konuşan sayın milletvekillerinin, Bakanlığımın iyi icraatları konusundaki takdir duygularına teşekkürlerimi sunuyorum; tenkitlerini, bizlerin noksan, kusur ve hataları olarak değerlendiriyorum. Orman köylüsünün sorunları konusundaki önerilerinin tamamına iştirak ediyorum.

Şu anda, icra ettiğimiz 1998 bütçesi, Türkiye Büyük Millet Meclisinin bütçesidir. Bütçede Orman Bakanlığına ayrılan yaklaşık 175 trilyon liralık ödenek, sizler adına Bakan olarak şahsıma, kuruluş olarak Orman Bakanlığına tevdi edilen bir ödenektir. Görevim gereği 1998 yılında, 175 trilyonluk bu ödeneğin, son kuruşuna kadar, helal, temiz, lekesiz ve orman köylüsü için harcanacağını ifade ediyorum. Yılın sonuna geldiğimizde, bu ödenekleri en helal, en temiz şekilde harcayan bir Bakan ve kuruluş olarak karşınıza çıkmak umut ve dileklerimi ifade ediyorum.

Ormancılık konusu, konuşmacıların da ifade ettikleri gibi, hepimiz tarafından bilinen bir konudur. Onun için, konuşmamın başında, bütün parti mensuplarına teşekkür ettim. Sorunlar bellidir, çözümler bellidir. Sorunlardaki ittifak, çözümlerin kolaylığı konusunda bana cesaret vermiştir. Bana düşen görev, burada, çok konuşup, tartışma ortamı yaratıp, didişmektese -tartışmalarınızı not aldım– bunların yasa tasarılarını hazırlamaktır ve ben, buradan, bu bütçe vesilesiyle şunu ifade ediyorum: Hiçbir tenkite cevap vermiyorum, hepsine saygı duyuyorum, benim kusurum olarak kabul ediyorum.

Türkiye Büyük Millet Meclisinin sayın üyelerine, sayın gruplarına, sözlerimi burada bitirirken, diyorum ki, Orman Bakanlığı bütçesinde aleyhe verilmeyecek her oy ve ittifakla geçecek Orman Bakanlığı bütçesi, sizin bu tenkitlerinizin, yasa olarak, önümüzdeki dönemde gerçekleşmesinin teminatı olacaktır. Bu ölçüler içerisinde, her türlü destek, gayret, tenkit ve öneriler için şükranlarımı ifade ediyor; hepinize saygılar sunuyorum. (Alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Bakan.

Sağlık Bakanlığı bütçesi üzerinde, Hükümet adına, Sayın Halil İbrahim Özsoy; buyurun efendim. (ANAP sıralarından alkışlar)

SAĞLIK BAKANI HALİL İBRAHİM ÖZSOY (Afyon) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 1998 yılı Sağlık Bakanlığı bütçesi üzerinde, çok değerli grupları adına konuşan arkadaşlarıma ve şahsı adına konuşan arkadaşlarıma cevap vermek üzere söz almış bulunuyorum; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Önce, şunu samimiyetle ifade etmek istiyorum ki, tüm konuşmacılar gayet güzel, gerçekçi ve yerinde tespitler yapmışlardır. Özellikle, grupları adına konuşan Refah Partili arkadaşlarla, Doğru Yol Partisinin değerli milletvekili, Türkiye'deki sağlık sisteminin bozuklukları, atıl halde oluşları ve sağlık sisteminin işlememe nedenlerini gayet güzel olarak ve fevkalade güzel ifadelerle ortaya koymuşlardır; kendilerine ayrıca teşekkür ediyorum.

Özellikle de, Doğru Yol Partisi Grubu adına konuşan sayın arkadaşım, geçen dönemde, muhalefet milletvekili olarak benim yaptığım konuşmaları da dile getirerek, bazı hatırlatmalarda bulundular; ona da ayrıca teşekkür ediyorum. O konuşmalarıma katıldıklarını ifade ettiler; teşekkür ediyorum, destek vereceklerini ifade ettiler; teşekkür ediyorum ve ben de, kendilerine şunu söylüyorum: Bakan olarak, o konuşmalarımın, söylediklerimin ve imzamın arkasında duruyorum.

Değerli milletvekilleri, sağlık sistemi, gelişmiş ülkelerde de gelişmekte olan ülkelerde de ve diğer ülkelerde de tartışılmaktadır, sorgulanmaktadır, eleştirilmektedir. Bu da, insanın, sağlığına verdiği önemden kaynaklanmaktadır. Bir ülke, ne kadar gelişirse gelişsin, hastalıkların tedavisindeki aksamalar, onların, o sistemi eleştirmesine yeter de artar bile.

Dolayısıyla, sistem tartışılırken, hizmet verenler de, hizmet alanlar da birbirinden şikâyetçi duruma düşüyorlar. Bugün, Türkiye'de, hizmet veren, doktor, hemşire, ebe, sağlık memuru, laboratuvar teknisyeni ve diğer yardımcı sağlık personeli durumlarından şikâyetçidirler; çünkü, bugüne kadar, onların özlük haklarıyla ilgili sorunları tam olarak halledememişiz, ekonomik sıkıntılarını giderememişiz, meslekî sıkıntılarını giderememişiz ve ayrıca, özveri içerisinde, 24 saat çalış demişiz, nöbet tut demişiz, ameliyat yap demişiz, insan sağlığına insancıl duygularla bak, şefkatli davran ve ilgilen demişiz, karşılığında da, hiçbir şey vermemişiz. Elbette şikâyetçi olacaklardır.

Bunun karşısında, halkımız da, sağlık hizmetlerinden şikâyetçidir; sağlık hizmetlerinin pahalılığından şikâyetçidir, sağlık hizmetlerinin kalitesizliğinden şikâyetçidir, sağlık hizmetlerine erişilemediğinden şikâyetçidir ve sağlık hizmetlerinin, herkese eşit dağıtılmadığından şikâyetçidir.

Şimdi, Bakanlığı bir tarafa bırakalım; ben, o arkadaşımın bana hatırlattığı sözleri, geçen dönemde, bir milletvekili olarak, bu haleti ruhiye içerisinde söylemiştim ve hâlâ da söylemeye devam ediyorum. Ben de şikâyetçiyim; ama, bir Bakan olarak, şikâyet hakkım yok; çünkü, ben, çare makamıyım, buna çare bulmak için buradayım ve 55 inci Hükümet, işbaşına gelir gelmez, bu haleti ruhiye içerisinde, bu gerçekçi tespitlerden hareketle, programını da dikkatle okursanız göreceksiniz ki, büyük büyük vaatlerden ziyade "kolay, erişilebilir, kaliteli ve yaygın bir sağlık sistemini uygulamak ve vatandaşın ayağına götürmek için çalışılacaktır" ibaresini kullanmıştır.

Bundan dolayıdır ki, arkadaşlarım, sistemi tenkit ederken pek çok rakam verdiler ve Avrupa ülkeleriyle karşılaştırdılar; haklıdırlar, verdikleri rakamlar da doğrudur. Gayri safî millî hâsıla içerisinde sağlığa ayrılan pay ve kişi başına sarf edilen sağlık masraflarının Batı'da ve Türkiye'deki durumu, ölüm oranları, çocuk ölüm oranı, anne ölüm oranı, hepsi doğrudur. Doğrudur da, çare nedir? Reform mudur? 1980'li yıllardan beri, ülkemizde sağlık sistemi tartışılıp sorgulanmaya başlayınca, “reform” denilmiştir. Evet; bugüne kadar gelmiş geçmiş hükümetler ve bakanlar, reform üzerinde yoğun olarak çalışmışlardır -ben kendilerine huzurlarınızda teşekkür ediyorum- birçok şeyler hazırlamışlardır; ama, hepinizin malumu olduğu üzere, Meclisten geçirememişlerdir. Hem geçirselerdi, bizim hazırlamış olduğumuz veya hazırlanmış olan sağlık reform tasarılarını Bakanlar Kurulundan, komisyondan ve Yüce Meclisten geçirip koysaydık, o gün, Türkiye'deki sağlık sorunları bir anda bitecek miydi; mümkün değil. Bir mucize mi yaratılacaktı; mümkün değil. Öyleyse, aklın yolu birdir ve bir gerçekte birleşir.

Önce, tespitleri yapıyoruz. Tespit nedir; ülkeyi reform tasarısının başarılı kılınmasına hazırlamak için bir geçiş dönemine ihtiyaç vardır, bir rehabilitasyona ihtiyaç vardır ve elimizdeki bütün doneleri bir gözden geçirmek, envanteri bir gözden geçirmek mecburiyetindeyiz. Bu envanterde de görüyoruz ki, 1961'de çıkarılmış, 1963'te tatbikata başlamış ve bugün, Türkiye'nin dağında taşında, yerinde yöresinde, bölgesinde yaygın halde bulunan 5 273 sağlık ocağı, 11 100 sağlıkevi, küçüklü büyüklü, hizmet, devlet veya eğitim adını alan hastaneler var. Bunları, bir Türkiye haritasına yerleştirin, yaygın halde olduğunu görürsünüz.

Bakanlığa bağlı çalışan, özveriyle çalışan ve henüz hakkını kendisine teslim edemediğimiz 204 bin personel var. Dağılımında adaletsizlik var, onların suçu değil; o suç, siyasîlerin, bizlerin. 204 bin personelin 65 bini hekim; bunların üçte biri, üç büyük şehirde toplanmıştır; eleştirilir; ama, dağıtamıyorsunuz. Elinizdeki kanunlarla ve bugünkü düzendeki yönetmelik ve gerekçelerle, Türkiye'nin her tarafına eşit olarak dağıtmanız mümkün olmuyor; onun yolunu açmak için çalışmalar devam etmektedir.

Şunu önemle ifade edeyim ki, koruyucu tababetin şartlarını yerine getiren, koruyucu hekimliği yürüten, temel sağlık hizmetlerini yürüten sağlık ocaklarının -5270 sağlık ocağı- atıl halden kurtarılması, sadece aşı günleri hatırlanan bir yer olmaktan kurtarılması, bir baba ocağı kadar inandırıcı, bir anne kucağı kadar sıcak ve hemen hemen her derde az çok cevap verecek hale getirmek için "sağlıkta öncelikler" adı altında kısa vadeli bir program hazırladık ve bu programlardan üç tanesini hayata geçirdik.

Sayın Köse, benim, geçen sene yaptığım bütçe konuşmamdaki eleştirileri gayet iyi tespit etmiş ve bana hatırlattı; ama, yapılanları da bir bir saymasını isterdim. Demek ki, bunda da hata bizde; Köse'ye, yaptığımız bu çalışmaları ulaştıramamışız, ulaşamamışız.

Çeşitli platformlarda söyleyegeldim, geldiğim günden itibaren; şunu ifade ediyorum: Bu 5270 sağlık ocağını, çalışır halde ve 24 saat ayakta muayene ve tedavi eden yerler haline getireceğiz. İnandırıcılığını, güvenilirliğini ve sıcaklığını halkımıza aşılamaya çalışacağız; çünkü, yaptığımız tespitlerde, bugün, herkesin şikâyetçi olduğu ve her konuşmacının, altını çizerek ifade ettiği bir konu vardı; hastanelerdeki yığılma... Bugün, hastanelerin polikliniklerine müracaat eden 100 hastadan 60'ı, sağlık ocaklarında ayakta muayene ve tedavi edilebilecek tipte hastadır. Biz, 60'ını da burada tutmak istemiyoruz. İddiasında da değiliz; ama, ne kadarını tutabilirsek, o kadar, hastaneler nefes alacak, yığılmalar azalacak; doktorlar, hastasına daha fazla ilgi gösterecek, daha fazla tahlil imkânı bulacak, daha fazla inceleme imkânı bulacak ve hasta da hastaneden tatmin olmuş olarak ayrılacaktır.

Bugün, Sağlık Bakanlığına bağlı kuruluşların bir gündeki ziyaretçisi, -hasta ziyareti veya başka maksatlarla- 1 milyon 650 bin kişidir. Bu 1 milyon 650 bin kişinin müracaat ettiği müesseselerde ufak tefek olumsuzluklar olmaktadır. Bizim, hekim olarak, hastaneler olarak, hata yapma hakkımız yoktur; çünkü, yaptığımız her hata, bir insanın hayatına mal olmaktadır. O yüzden, 1 milyon 650 bin kişinin müracaat ettiği kısımlarda, insan unsurundan kaynaklanan olumsuzluklar vardır. Bunları da asgarîye indirmeye çalışmaktayız.

Diğer taraftan, bu geçiş döneminde, özellikle reform tasarılarının başarıya ulaşması için her hükümet ve benden evvelki her bakan, sağlık reformunu kamuoyuna gayet rahatlıkla anlatmıştır ve sağlık reformuyla sağlık sistemindeki iyileşme neticesi, Türkiye'nin sağlık sorunlarının hallolacağını ifade etmişlerdir. Öyleyse, beklenti içine soktuğumuz bu kamuoyunda, sağlık reformu çıkaran bakan ve hükümetin başarılı olması şarttır; hatta mahkûmdur. Biz, işte, o nedenle, temelini sağlam hale getirmek için, kısa dönemde ve "sağlıkta öncelikler" adı altında bir geçiş dönemi, bir rehabilitasyon dönemi yaşatıyoruz. 5 270 sağlık ocağımızın 1 458'ini ilk ayda, diğerlerini de etap etap, diğer aylarda olmak üzere, araç, gereç, donanım, finans ve personel yönünden destekleyerek, 24 saat hizmet vermelerini sağlamaya çalışıyoruz.

Getirilecek reform tasarısının esası, hasta sevk zincirine dayanmaktadır. Bir toplumda hasta sevk zinciri alışkanlığı yoksa, reformun başarıya ulaşması mümkün değildir. Biz, bir taraftan da, sağlık ocaklarından hastaneye sevk edilecek hastalara bazı özendirci tedbirler getirmek suretiyle, hasta sevk zincirinin alışkanlığını topluma yerleştirmeye çalışıyoruz ve bu cümleden olarak, 019'ları, şimdiye kadar kullanılmayan, atıl olan 019'ları harekete geçirmiş, hayata geçirmiş oluyoruz.

Bunun yanı sıra, özellikle medyada, basınımızda çok şikâyet edilen ve bugün de bazı konuşmacı arkadaşların değindikleri aciller, acil hasta durumlarının bir an evvel iyileştirilmesi ve trafik kazaları neticesinde sakat kalan insanların topluma yeniden kazandırılması konusu vardır. Bunun için de, sağlıkta öncelikler programının ikinci merhalesinde, rehabilitasyon merkezlerini, sadece üç veya dört büyük şehre değil, Anadolu'ya yaygınlaştırarak, trafik kazası veya herhangi bir kaza neticesinde sakat kalmış bir vatandaşın, altı ay, bir sene, iki sene, yatağına bağlı olarak, ailesiyle beraber, verilen randevu gününün ıstırabını öne almak ve dindirmek için çaba içerisindeyiz. Rehabilitasyon merkezlerinin beş tanesini, bu dört ay içerisinde Anadolu'daki çeşitli illerimizde faaliyete geçirmiş bulunuyoruz.

Bu cümleden olarak şunu ifade edeyim: Trafik kazalarını, geçen dönem çıkarılan Trafik Yasasının bütün ağır şartlarına rağmen önleyemediğimize göre ve yapılan bilimsel çalışmalarda yüzde 10'u, ilk beş dakikada, yüzde 50'si ilk yarım saatte ölümlerin vuku bulduğu trafik kazalarında hem ölüm oranlarını hem de sakat oranlarını aşağı çekmek mecburiyetindeyiz; çünkü, geçen seneki verilere göre, rakamlara göre, Türkiye'de 346 bin trafik kazası olmuştur ve 5 bin yurttaşımız hayatını kaybetmiş, 111 bin vatandaşımız ya yaralanmış ya sakat kalmıştır ve 21 trilyon da maddî hasar vardır. 1997'nin ilk altı ayında 202 bin trafik kazası olmuş, 3 bin vatandaşımız hayatını kaybetmiş, 62 bin vatandaşımız da yaralanmış veya sakat kalmıştır.

Sakat kalanların topluma tekrar kazandırılması ve özellikle, kaza geçiren ailelerin ıstıraplarını asgarîye indirmek için, rehabilitasyon merkezlerinin de, önümüzdeki günlerde, yaygınlaştırılmasına devam edeceğiz.

Bir üçüncüsü olarak da- sağlıkta öncelikler projelerinden- üç ilimizde ve bir de üniversitesi bulunup da tıp fakültesi olan şanslı illerin dışında kalan yerlerde kanser vakaları ortadadır.

Kanser, Türkiye'de meydana gelen ölüm sebeplerinin ikinci sırasını teşkil etmektedir. Kanser, hepinizin bildiği gibi, erken teşhis edildiği takdirde, tedavi edilebilen bir hastalıktır; ama, gelin görün ki, Anadolu'da, maalesef, teşhisi konulamadığı için, son safhaya, yani, terminal safhaya gelmiş pek çok kanser vakasında, hem pahalı hem de uzun bir tedaviye rağmen, maalesef, hasta, kurtarılamamaktadır. Onun için de, kanser erken teşhis merkezlerinin Anadolu'da yaygınlaşması projesine hız verilmiştir ve bu arada, beş ilimizde, dün de, Amasya İlimizde bizzat giderek açtığım kanser erken teşhis merkezlerini, bundan böyle özellikle kuzeydeki ve Doğu Anadolu Bölgemizdeki illere de yaygınlaştıracağız.

Bunun yanı sıra, trafik kazalarındaki ilk müdahaleyi yapabilmek amacıyla, 8 bin kilometrelik karayolu üzerinde bulunan sağlık ocaklarımızdan ilk etapta 102'si, daha sonra da 204'ü ilkyardım istasyonu haline çevrilmiştir ve karayollarımız üzerinde bulunan il, ilçe devlet hastanelerinin başlatılan acil servisleri yeniden yapılandırma, güçlendirme, yoğun bakımlarını artırma ve travmatol servislerini yeniden dizayn etme projesiyle, özellikle TEM otoyolu üzerindeki bütün il ve ilçelerin acil servisleri 24 saat hizmet verir hale getirilmiştir. Ayrıca, yeniden başladığımız Ankara-Samsun-Hopa karayolu üzerindeki tüm il ve ilçelerimizin hastanelerinin acil servislerinde- bir inşaat yarışı içerisinde- yeniden dizayn edilmek üzere çalışılmaktadır. (ANAP sıralarından alkışlar) Bundan sonra da Ankara-Adana, Ankara-Antalya ve Ankara-İzmir karayolu üzerinde buluna tüm il ve ilçelerimizdeki devlet hastanelerinin acilleri güçlendirilecek, yeniden dizayn edilecek, travmatoloji servisleri güçlendirilecek ve yoğun bakım servisleri açılacaktır.

Bu cümleden olarak, özellikle doğu ve güneydoğudaki, kapalı olduğu iddia edilen ve çalışamaz, doktorsuz, personelsiz denilen sağlık ocaklarından 736 tanesine, geçen ay içerisinde Dünya Bankasından temin ettiğimiz krediyle 2,2 trilyonluk malzeme sevk edilmiştir. Bugün, Ankara'daki en gelişmiş hastanenin polikliniğinde kullanılan alet ne varsa, doğudaki sağlık ocağında da o olacaktır ve gönderilmiştir. (ANAP ve DSP sıralarından "Bravo" sesleri, alkışlar)

Ayrıca, 1 650 pratisyen hekim, 644 uzman hekim ve özellikle Maliye Bakanının şerh koyarak gönderdiği, 5 270 yardımcı sağlık personeli ve genel idarî hizmetler sınıfına mensup olan memurlar için, 24 ilimizde imtihanlar açılmış, yapılmış ve bunların atamaları yapılmış, böylece personel eksikliği de giderilmiştir.

CELAL TOPKAN (Adıyaman) – Sayın Bakanım, bu yönetmelikle kimse gitmez.

SAĞLIK BAKANI HALİL İBRAHİM ÖZSOY (Devamla) – İşte, bütün bunları yapmamızın sebebi, reform tasarılarını huzurlarınıza getirdiğimiz ve sizin de desteğinizle çıktığı zaman, bunların başarıya ulaşmasını sağlamak içindir. Yani, sağlam bir temelin üzerine gökdelen yapmak istiyoruz; temel zayıf olursa, ister bina yapın ister gökdelen yapın, yıkılmaya mahkûmdur diyoruz.

Diğer taraftan, bazı arkadaşlarımız, son zamanlarda verem hastalığının hortladığını tespit ettiklerini ifade buyurdular; doğrudur. Verem hastalığı, bütün dünyada olduğu gibi, ülkemizde de, son zamanlarda, sayısal olarak artmıştır. 36 bin kadar, resmî kayıtlı tüberküloz hastamız vardır. Bunlar, il ve ilçelerimize dağılmış olan verem savaş dispanserleri ve 46 tane bulunan tüberküloz hastanelerimiz tarafından tedavi ve takip edilmektedir. Ancak, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de, bazı verem hastalarının taşıdığı mikrobun, kullanılan ilaca karşı direnci ortaya çıkmıştır ve bunların tedavisinde güçlük çekmekteyiz. Sadece Amerika'da ve İngiltere'de yapılan ilaçların ithalinde ise büyük sıkıntılar vardır. O yüzden, bu sayıların iyileşmesi geciktiğinden, verem hastalarının sayısı da rölatif olarak artmış gibidir. Tabiî, bunlara, ekonomik sıkıntılar, göçler, içeride meydana gelen ve iç meselemiz olan bazı şeyler de eklenirse, verem hastalığının artmasına gerekçe hazırlamış oluruz.

Bir arkadaşımız da, ilaç konusuna değindi ve ilaç fiyat ayarlamalarının nasıl yapıldığı konusunu ifade etti. Biz göreve geldiğimiz gün, İlaç Sanayicileri Sendikası ve İlaç İşverenler Derneği Başkanları ziyaretime geldiler. Bu ziyaretlerini, ben, tebrik ziyareti zannederek kabul ettim ve kendileri, yerli ve yabancı ilaçlar arasındaki satış farklarını, kâr oranlarını ve ilaç sanayimizin içerisinde bulunduğu durumu anlattılar. Arkasından da, yazılı olarak, ilaca yüzde 35 zam yapmamı istediler. Bizden evvel, Refahyol Hükümeti Sağlık Bakanı tarafından, yılbaşında yüzde 18, haziran ayında da yüzde 15 oranında seyyanen zam yapıldığını tespit ettik ve söylediler. Bizden istedikleri yüzde 35'lik zam oranını arkadaşlarımla görüştüm ve ekonomiden sorumlu Devlet Bakanıyla tartıştım, Bakanlar Kuruluna götürdüm ve istedikleri zam oranının çok olduğu kanısıyla, yüzde 15 oranında zam verdik. Geçen ay da, yine, aynı ilaç sanayimizde çalışanlar, bu sefer de, yerli ilaç sanayiinin ölmek üzere olduğunu, iflas etmek üzere olduğunu söylediler ve yüzde 45'lik bir zam istediler. Yüzde 45'lik zam gerekçelerini arkadaşlarımla tartıştık ve yine, halkın ilaç alım gücünü de düşünerek, halktan yana bir karar vermek mecburiyetinde kaldık. "Sayın Bakan, halktan yana kararını kullanmıştır" lafı, onların ifadesidir. Kararımızı halktan yana kullanmak mecburiyetinde kaldık ve seyyanen değil, firmaların ürettikleri ilaçları kalem kalem istedik ve piyasada ne kadar kâr, ne kadar zarar ettiklerini inceledik; zarar eden ilaçlara, muayyen oranlarda, yüzde 1 ilâ 20 arasında değişmek üzere, zam yaptık; ortalamasına baktığınız zaman, yüzde 8 olduğunu görürsünüz.

Ayrıca, bir arkadaşımızın ifade ettiği gibi, bulaşıcı hastalıklardan bilhassa hepatit- B ve AIDS için, Bakanlığımızdaki çalışmalar, her türlü takdirin üzerindedir. Bunu, bir Bakan olarak, iftiharla ifade edebilirim. Bizden evvelki arkadaşlarımız, bu konuda, komisyonlarını kurmuşlar ve danışma merkezlerini açmışlar. Biz de, göreve geldikten sonra, özellikle turizm bölgelerinde, 95 sağlık ocağımızda, 24 saat ve isteyene, ücretsiz olarak AIDS testi yaptırmayı kararlaştırdık. Gönderdiğimiz 20 bin kişilik testten, 4 207 tanesi kullanıldı ve hepsi temiz çıktı. Ayrıca, AIDS konusunda, 1 Aralık Dünya AIDS Günü dolayısıyla, çeşitli paneller ve eğitim çalışmaları yapıldı.

Bunun yanı sıra, son günlerde, özellikle, medyamızı ve kamuoyumuzu ilgilendiren hepatit B konusunda da Yüce Meclise kısa bir bilgi arz etmek istiyorum: Bildiğiniz gibi, hepatit-B, bulaşıcı bir sarılık. Bu virüsü alanların, ancak yüzde 15'inde sarılık görülüyor ve yüzde 5 oranında da, özellikle kronikleşiyor ve kansere çevirerek ölümlere sebep oluyor. Bundan kurtuluş yolu; bulaşan yolları tıkamak veya aşıyla tedbir almaktır. Bulaşma yollarını belirlemişler; kan ve kan ürünleri ile diğer bazı yollarla geçmektedir. Bu yolların eğitimi; özellikle risk altındaki, kan ve kan ürünleriyle meşgul olan ve hekimlik mesleğini icra eden kimselere aşılarını yaptırdık. Bu arada da, özellikle, bunların, çocuklarda ve gençlerde tahribat yaptığını göz önüne alarak, sıfır yaş grubu aşılamasını, Türkiye millî aşılama rutin çalışmaları içerisine aldık; yani, bundan sonra hepatit B, Türkiye'nin millî aşılama takviminde yer alacaktır. Bunun için de, uluslararası bir ihale yaptık ve bir firma 1 dozu 36 sentten ihaleyi aldı. Aşılar teslim edildiğinde, doğumevlerinden başlamak suretiyle, yeni doğandan başlamak üzere, okul çağına kadar olan çocukların aşılanmasını, öyle tahmin ediyorum ki, 1998 yılında tamamlamış olacağız.

Değerli milletvekilleri, gayemiz, elbette ki ülkedeki sağlık sorunlarını halletmektir; hedefimiz odur; bunun sağlık reformuyla gerçekleşeceğine inananlardanız. 1997'de nasıl, eğitim reformu rüzgârı estirildiyse, öyle tahmin ediyorum ki, yine, sizlerin desteğiyle, 1998 de, sağlık reformu fırtınasının estiği yıl olacaktır. (ANAP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Sayın Bakan, lütfen toparlayınız.

SAĞLIK BAKANI HALİL İBRAHİM ÖZSOY (Devamla) – Peki, Sayın Başkanım.

Bütçedeki parayı, en ufak bir israfa meydan vermeden, yerinde, adil ve eşit olarak harcamaya çalışacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın.

Sağlık Bakanlığı bütçesine göstermiş olduğunuz ilgiden dolayı hepinize teşekkür ediyorum. Başta, sayın konuşmacıların verdiği desteğe minnet ve şükranlarımı sunuyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum. (Alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Bakan.

Bütçenin aleyhinde, Sayın Olgun Akın.

Buyurun Sayın Akın.

HÜSEYİN OLGUN AKIN (Ordu) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Orman Bakanlığı bütçesi üzerinde kişisel görüşlerimi açıklamak için söz almış bulunuyorum; bu vesileyle, Yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum.

Sözlerime başlamadan önce, ormancılık hizmetlerinde, bilhassa orman yangınlarında hayatlarını kaybeden bütün ormancı kardeşlerimize Allah'tan rahmet diliyor, geride kalan kederli ailelerine sabırlar diliyorum.

Değerli milletvekilleri, görüşmekte olduğumuz Orman Bakanlığı bütçesi, Türkiye ormanlarını korumak, yeni ormanlar yetiştirmek ve bunları rasyonel bir şekilde işleterek, Türk toplumunun orman ürünlerine ve hizmetlerine olan bugünkü ve gelecekteki hizmetlerini karşılamak, aynı zamanda ormanların sunduğu hidrolojik, klimatolojik, erozyonu önleme, toplum sağlığı, doğayı koruma, ulusal savunma, estetik, bilimsel fonksiyonlarından geniş ölçüde yararlandırılmak amacını taşımaktadır. Bu bütçe imkânlarıyla, bu kadar ağır görevleri orman teşkilatı yerine getirebilecek midir? Bugüne kadar Türk ormancılığı nasıl bir politika izlemiştir? Bu politikalarla ormancılığın neresindeyiz, bundan sonra da nasıl bir ormancılık politikası izleyeceğiz?

Değerli milletvekilleri, Türkiye ormanları, Türkiye'nin bütün alanının yüzde 26,21'ini oluşturmaktadır. Bu da yaklaşık 20 milyon hektar alana isabet etmektedir. Bu alanın 8,8 milyon hektarı verimli; 11,4 hektarı verimsiz ormanlardır. 1994 yılında yapılan Birinci Ormancılık Şûrasında çıkan sonuçlar, Türk ormancılığı açısından hiç de iç açıcı değildir; çünkü, 20 milyon hektar orman alanı 19,8 hektar alana düşmüştür; bu da gösteriyor ki, Türk ormancılığı ileriye değil, geriye gitmiştir. Aynı zamanda, ormanların verimliliği de düşmektedir. Bu geriye gidişin sebeplerini şu şekilde sıralamak mümkündür:

Birinci sebep, mevcut ormanların korunması, yanlış ormancılık politikası yüzünden yapılamamıştır. Mevcut kanunlar, uygulamadaki hatalar, orman teşkilatıyla, orman köylüsünü birbirine hasım etmiştir. Orman teşkilatıyla orman köylüsü barışık değildir. Orman köylüsünün sınırları, orman sınırları ayrılmadığı için, her yıl, mahkemelere, 4 milyonun üzerinde dava açılarak, orman mensupları ve orman köylüsü, hâkim karşısında mücadele eder duruma getirilmiştir ve bu mücadelede de kaybeden, maalesef, ormanlarımız olmuştur.

İkinci sebep olarak da, 10 milyona varan orman köylüsüne iş imkânı sağlanamamıştır; sağlansa da gelir düzeyi çok düşüktür. Bu amaçla kurulmuş olan Or-Köy, kaynak yetersizliğinden işlevini yapamamaktadır. Mevcut kanunlar, Or-Köy fonlarına, genel bütçenin binde 1'i kadar ödenek ayrılmasını öngördüğü halde, bu, hiçbir zaman gerçekleştirilememiştir. 1998 yılı bütçesinin binde 1'i yaklaşık 14 trilyon yapmaktadır.

Sayın Bakana soruyorum, bu bütçeyle Or-Köy Fonuna ne kadar para yatırdınız, aktardınız. Eğer aktarılmaz ise, orman köylüsünün hakkı gasp edilmiş olmaz mı ve Or-Köy çalışanları da, devletten, oturduğu yerden maaş almış olmazlar mı?

Üçüncü sebep, bugüne kadar, meralarla ilgili gerçeklere uygun bir mera kanunu çıkarılmadığı için, meralar tahrip edilmiştir.

Dördüncü sebep olarak da; orman yangınlarını gösterebiliriz. Orman yangınlarıyla kaybolan ormanların yerine yenileri getirilse de, uzun bir zaman dilimi gerektiğinden, verimli ormanlarda azalma olmaktadır.

Beşinci ve en önemli sebep de; ağaçlandırma çalışmalarının yetersizliğidir. Her yıl en az 300 bin hektar ağaçlandırma yapılırsa, sadece orman arazisindeki boşluklar altmış yılda bitirilebilmektedir. Bugün, öngörülen, yılda 70 bin hektar ağaçlandırmayla, ancak 250 yıl gerekmektedir; bu hızla, Türk ormancılığının kurtulma şansı yoktur.

Altıncı sebep olarak da, atamalardaki yanlı davranışları gösterebiliriz. Gerekli yerlere atananlar, görevin ehli kimseler değildirler.

Çözüm önerileri nelerdir? Müsaadenizle, bunların üzerinde, kısaca, görüşlerimi de belirtmek istiyorum. Orman teşkilatı ile orman köylüsünü barışık hale getirmek için, orman kadastro komisyonları tam çalışır hale getirilip, orman köyünün sınırları ile orman sınırları ayrılmalıdır. Bu halledilmeden, orman teşkilatı ile orman köylüsünün arası hiçbir zaman düzeltilemeyecektir.

Orman köylüsünün gelirini yükseltecek çareler aranmalıdır. Or-Köy güçlendirilip, orman köylülerine balıkçılık, arıcılık, hayvancılık kredilerini yaygınlaştırmak lazımdır. Balıkçılık yapacak orman köylülerine araziler bedava tahsis edilmelidir. Türkiye, akarsular bakımından çok zengindir. Bu zenginliği değerlendirmek için, orman köylüsüne cazibe yaratılması gereklidir. Bu işte, Tarım Bakanlığına da görev verilmelidir.

Yayla turizmini geliştirirek, orman köylüsünün gelir düzeyini yükseltmek lazımdır; orman altyapısı, yolları, konaklama yerleri, haberleşme ve teröre karşı sıkı tedbirler alınmalıdır.

Türkiye, çeşitli coğrafî bölgelere ve çok değişik ağaç türlerine sahip olduğu için, orman kanunlarında yöresel düzenlemeler getirilmelidir. Örneğin; Karadenizin denize bakan yamaçlarında yetişen kızılağaç türü, orman ağacından çıkarılarak, bunun, kavak gibi, her türlü pazarlanması serbest bırakılmalıdır. Karadenizin ormanlarında orman sınırı ayrılmadığı için, vatandaş, kızılağacı dikmekten çekinmektedir. Elinden arazisi alınma korkusu vardır. Bunun için, faydalarını gösterebileceğimiz 2 sayfalık bir rapor hazırladım; bunu, zamanım olmadığından Sayın Bakanıma takdim edeceğim.

Orman teşkilatı ile orman köylüsü arasındaki lüzumsuz sürtüşmeyi kaldırmak için, parçalı ormanların işletilmesini civar köylülere vererek, devlet ile halkı, hasım değil, dost hale getirmek lazımdır. Böyle yapılması durumunda, koruma sorunu ortadan kalkmış olacaktır. Orman varlığının azalması, bu düzelmeyle ortadan kalkacak, orman köylüsü, bu şekilde, bizzat sorumlu olacak ve gelir getiren ormanına daha iyi sahip çıkacak.

Bu ağır yükün altında, bu bütçeye, bir de erozyonu önleme görevi verilmiştir; bu, kesinlikle doğru değildir. Erozyonla savaşmak tüm ulusun işidir. Erozyonla savaşta, valilere görev verilmelidir; bütün köy arazilerindeki erozyona uğrayan bölümler tespit edilerek, özel idare bütçeleriyle, buralarda ağaçlandırma yapabilecek kanunî düzenlemelere muhakkak gidilmelidir. Yapılacak bu gibi ağaçlandırma neticesinde yetişecek ormanların işletilmesi, ilgili köylere verilmelidir.

Savaşta kaybedilen bir toprak parçasını geri alabilirsiniz; ancak, erozyonla kaybedilen toprak parçasını geri almak mümkün değildir; çünkü, 1 santimetre kalınlığındaki toprağın oluşumu için tam 100 yıl gereklidir. Ağaç dikilebilecek 30 santimlik bir toprağın meydana getirilmesi için, kazanılması için 3 bin yıl gerekmektedir.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Akın, lütfen toparlayalım.

HÜSEYİN OLGUN AKIN (Devamla) – Toparlıyorum efendim.

Değerli milletvekilleri, orman arazilerinin, turistik maksatla, ormanları koruma ve bakımını sağlamak amacıyla kiraya verilmesine karşı değiliz; ancak, üniversite gibi tesisler için ormanlar perişan edilip, peşkeş çekilmemeli. Bu gibi yerlere, çıplak araziler, verimli olmayan yerler tahsis edilmeli; dolayısıyla, o bölgelerin ağaçlandırılması da yaptırılmış olmalıdır.

Türkiyemizde millî parklara önem verilmelidir. Türkiye, her ülkeye nasip olmayan bir arazi yapısına sahiptir; bunları değerlendirmek lazımdır.

Her bölgemizde olduğu gibi, Ordu İlimizin Çambaşı Yaylası da, tabiî gölü, alabalık üretimi ve nice tabiî zenginlikleriyle meşhurdur. Sayın Bakanımızdan, bir hemşerimiz olarak, buranın bir millî park haline dönüştürülmesini kendilerinden istirham ediyoruz.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Akın.

HÜSEYİN OLGUN AKIN (Devamla) – Selamlarımı sunup bitiriyorum efendim.

BAŞKAN – Buyurun.

HÜSEYİN OLGUN AKIN (Devamla) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 1998 yılının, sırtı kalınlara peşkeş yılı değil, halkımızın özlemi olan temiz toplum, temiz siyaset yılı olmasını diler; Orman Bakanlığı bütçesinin ülkemize hayırlı olması temennisiyle, Yüce Meclisi saygıyla selamlarım. (Alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Akın.

Şimdi, Sağlık ve Orman Bakanlığı bütçeleri üzerindeki sorularla ilgili işleme başlıyoruz; süremiz 20 dakikadır.

Sayın milletvekilleri, Sayın Kâtip Üyenin, bu 20 dakikalık süre içerisinde, soruları, oturarak okuması hususunu oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Sayın Celal Topkan?.. Burada.

Soruyu okutuyorum:

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

Aşağıdaki sorularımın Sağlık Bakanı Sayın Özsoy tarafından cevaplandırılmasına aracılığınızı arz ederim.

Saygılarımla.

Celal Topkan

Adıyaman

1- Adıyaman, il geneli olarak 660 bin nüfusa sahiptir; 8 ilçeden oluşmaktadır. Merkez İlçe dahil, mevcut hastanelerin hiçbirisinde kardiyoloji uzmanı, anestezi uzmanı, beyin cerrahi uzmanı mevcut değildir. Bu branşlarda Adıyaman İline uzman ne zaman tayin edilecektir?

2 - Merkez İlçede acilen bir kadın doğum ve aile planlaması merkezine ihtiyaç vardır. Adıyaman, yüzde 3 gibi bir nüfus artışına sahiptir. Bu oran, Türkiye ortalamasının çok üzerindedir.

Bu aciliyet göz önüne alınarak, Adıyaman'da kadın doğum ve aile planlaması hastanesini bir an önce yaptırmayı düşünüyor musunuz?

3 - Yıllar önce temeli atılan, yeterli ödenek ayrılmadığı için bir türlü bitirilemeyen Çelikhan Devlet Hastanesini 1998 yılında bitirmeyi düşünüyor musunuz?

BAŞKAN – Buyurun Sayın Bakan.

SAĞLIK BAKANI HALİL İBRAHİM ÖZSOY (Afyon) – Cevap veriyorum.

Sayın Topkan'ın birinci sorusuna cevap olarak; Adıyaman Devlet Hastanesinde, şu anda görevli olan 24 uzman hekim vardır. Geçen hafta içerisinde, daha evvel tayin ettiğimiz anestezi uzmanı göreve başlamış; beyin cerrahı uzmanı ise başlamak üzeredir, tayini çıkmıştır. Kardiyoloji için de gerekli çalışmalar yapılıp, en kısa zamanda tayinleri yapılacaktır.

İkinci soru olarak gündeme getirdiği, Adıyaman Merkezinde kadın-doğum ve aile planlaması hastanesinin açılıp açılmayacağı konusudur. Adıyaman Devlet Hastanesi, hakikaten, sıkışık durumdadır. Kadın hastaların ve çocuk hastaların oradan alınarak, ayrı bir binada kadın ve çocuk hastalıkları hastanesine geçmesi projelerimiz arasında olup, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü emrinde bulunan; fakat, kullanılmayan bir binayı, geçen ay içerisinde yaptığımız bir protokolle, Sağlık Bakanlığına aldık. Bayındırlık Müdürlüğünün yaptığı restorasyon çalışmalarıyla, 125 yataklı Adıyaman Kadın Hastalıkları ve Çocuk Hastanesi, inşallah, ocak ayı sonlarına doğru Adıyamanlıların hizmetine sunulacaktır.

Üçüncü sorusuna gelince; Çelikhan Devlet Hastanesi 1998 programına alınmış ve bitirilmesi sağlanacaktır.

Arz ederim.

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Bakan.

Celal Topkan'ın İkinci sorusunu okutuyorum:

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

Aşağıdaki sorumun, Sağlık Bakanı Sayın Özsoy tarafından cevaplandırılmasına aracılığınızı arz ederim.

Celal Topkan

Adıyaman

1. Mevcut tayin uygulamalarınızla, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesine, doktor, hemşire, sağlık memuru ve diğer sağlık görevlisi göndermek olanaklı olamıyor.

Mevcut atama yönteminizi değiştirip, bu bölgelere sağlık elemanı gönderme konusunda yeni ve etkili bir çalışma yapmayı düşünüyor musunuz?

BAŞKAN – Sayın Bakan?..

SAĞLIK BAKANI HALİL İBRAHİM ÖZSOY (Afyon) – Sayın Başkan, Sayın Topkan'ın sorusuna cevap veriyorum.

Takdir ederler ki, bugüne kadar yapılan bütün yönetmelikler ve hatta kanunlar, bu tayinlerin yerinde kullanılmasına ve sağlık personelinin yurt sathına eşit ve adaletli dağıtılmasına yetmemiştir. Özellikle, şimdiye kadarki hükümetler zamanında özendirici tedbirler alınmış, iki kez tam gün yasası denenmiş, ayrıca, bir defa da devlet yükümlülüğü getirilmek suretiyle, doktorların, pratisyen ve uzman hekimliği sırasında doğu ve güneydoğuda görev yapmaları sağlanmaya çalışılmıştır; ancak, 1982'den sonra devlet yükümlülüğü, önce pratisyen hekimlerde, daha sonra da uzman hekimlerde kaldırılmış ve böylece, atamalar da yönetmeliklere kalmıştır.

Refahyol Hükümeti Sağlık Bakanı, mart ayı içerisinde bir yönetmelik çıkarmış ve Türkiye'nin bazı il ve ilçelerini sınıflandırarak oralara atama yapma önceliği tanımıştır. Daha sonraki bakan, bu yönetmeliğin tatbikatını askıya almış ve böylece, yine, eski usulü bakanın takdirine bırakmıştır.

Bizim görevimiz, bizim çalışmalarımız, 1998 yılında, Türkiye'deki sağlık personeli dağılımını, hem özendirici hem de yaptırımcı bazı kıstaslar getirmek suretiyle adaletli bir şekilde yapmaktır.

Arz ederim.

BAŞKAN – Soru cevaplandırılmıştır.

Üçüncü soruyu okutuyorum:

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

Aşağıdaki sorularımın Orman Bakanı Sayın Taranoğlu tarafından yanıtlandırılmasına aracılığınızı arz ederim.

Saygılarımla.

Celal Topkan Adıyaman

1- Adıyaman İlinde bugüne kadar tamamlanmamış olan orman kadastrosunu ne zaman tamamlamayı düşünüyorsunuz?

2- Adıyaman İli GAP Master Projesi koruma havzası içerisinde olan ilin ormanlandırılması, bu havzadaki baraj ve göletlerin ömürlerinin geleceği açısından çok önemlidir.

Adıyaman İlinde ağaçlandırma çalışmasına gereken önemi vermeyi ve yeterli ödeneği göndermeyi düşünüyor musunuz?

BAŞKAN – Sayın Bakan?..

ORMAN BAKANI ERSİN TARANOĞLU (Sakarya) – Yurdumuzun orman kadastrosunda yaklaşık yüzde 67 seviyesinde bir gerçekleşme söz konusudur. 2000 yılına kadar Türkiye'nin orman kadastrosu bitecektir. Önümüzdeki yıl da Adıyaman'ın -öncelikli illerimiz içerisinde olup- kadastrosu bitirilmeye çalışılacaktır.

İkinci sorusuna cevabım şöyledir: Doğu Anadolu Bölgesinde zaten beş yıldır devam eden birsürü rehabilitasyon projesi söz konusudur; ağaçlandırma ve erozyon maksatlı bir çalışmadır; gerekli ödenekleri sağlanmış olup, 1998 yılında Adıyaman'da da bu çalışmaya devam edilecektir.

BAŞKAN – Soru cevaplandırılmıştır.

Şimdi, Sayın Topkan'ın 4 üncü ve son sorusunu okutuyorum:

Soru: Atatürk Barajı, gerekli önlemler alınmadığı takdirde, kısa zamanda, toprak dolgusu tehlikesiyle karşı karşıya olduğu bir bilimsel gerçektir. Atatürk Barajını bu tehlikeden korumak amacıyla Adıyaman'da ağaçlandırma çalışmalarına ne zaman başlanacaktır?

BAŞKAN – Sayın Bakan, buyurun.

ORMAN BAKANI ERSİN TARANOĞLU (Sakarya) – Doğu Anadolu'da, Dünya Bankası ve dış kaynaklı olmak üzere, su rehabilitasyon projesi yaklaşık beş yıldır devam etmektedir. Önümüzdeki yıl da bu proje devam edecek ve ilave dış kaynaklarla da desteklenmeye devam edilecektir.

BAŞKAN – Soru cevaplandırılmıştır.

Sayın Müjdat Koç?.. Burada.

Sorusunu okutuyorum:

Soru : Bazı vatandaşlarımız, babadan kalma özel tapuları olmasına rağmen, yıllardır kendi mülkiyetlerinde olan tarım arazileri içindeki ormanlık alanlar yüzünden Orman Bakanlığıyla mahkemelik olmuşlardır. Yıllar süren mahkemeler sonucunda bazı vatandaşlarımız mahkûm oluyorlar; mevcut yasalara göre de, aldıkları bu cezalar paraya çevrilemiyor. Vatandaşlarımızın bu konuda mağduriyetlerine son vermek için, Bakanlığınız bünyesinde mevcut yasaları değiştirme veya yenileştirme çalışmaları var mıdır?

BAŞKAN – Buyurun Sayın Bakan.

ORMAN BAKANI ERSİN TARANOĞLU (Sakarya) – Sayın Başkan, orman-halk ilişkilerinin tanzimi ve problemlerinin çözümü ile bu tip davaların asgariye indirilmesi için 6831 sayılı Orman Kanununda değişiklik yapmak gerekmektedir; ancak, bu konunun, yasa tasarısı olarak düzenlenip Meclisten geçmesi, siyasî partilerimizin desteklerine muhtaçtır. Bakanlığımız mensupları bu konudaki yasa düzenlemesini hazırlamışlardır. Önümüzdeki yıl içerisinde, siyasî partilerimizin yetkili kurullarına, destekleri ve görüşleri ifade edilmek üzere sunulacak, ortak ittifak sağlandıktan sonra yasa düzenlemesi nihayete erdirilecektir. Çünkü, ormancılıkla ilgili problemlerin çoğunun temelinde anayasa değişikliği söz konusudur. Dolayısıyla, bütün partilerimizin ittifakına arz edilecek, önümüzdeki yıl içerisinde de bu konu çözümlenmiş olacaktır.

BAŞKAN – Soru cevaplandırılmıştır.

Sayın Mustafa Yünlüoğlu?.. Yok.

Sayın Osman Hazer?.. Burada.

Sorusunu okutuyorum:

Sorular:

1.- Afyon'un bazı köylerinde ebe yok. 1998 yılında tamamlanacak mı?

2.- Bazı sağlık evlerinde doktor veya teknik araç gereç yok. Bunlar, 1998 yılında tamamlanacak mı?

BAŞKAN – Sayın Bakan, buyurun efendim.

SAĞLIK BAKANI HALİL İBRAHİM ÖZSOY (Afyon) – Önce, Sayın Hazer'e teşekkür ediyorum. Afyon, benim de seçim bölgem; beş aydır da Sağlık Bakanlığını yürütüyorum ve Yüce Meclisin huzurunda, kendi seçim bölgemdeki personel, araç ve gereç eksikliklerini ifade etseydim, belki inandırıcı olmazdım. Bir milletvekilinin bu şekilde bir soru sormasıyla bu da ortaya çıkmış oldu. Yüce Meclisin takdirlerine arz ediyorum.

Afyon'un bazı köylerinde ebe olmadığı doğrudur. Diğer illerimizde olduğu gibi, Afyon da, ebe yönünden tamamlanacaktır.

Araç ve gereç yönünden de, 1998 programında, güneydoğudaki sağlık ocaklarına yaptığımız 2,2 trilyonluk yardım gibi, batı illerimizde eksik olan araç ve gereçleri de tamamlayacağız.

Yalnız, bir konuya açıklık getirmek istiyorum; herhalde, Sayın Hazer, yanlışlıkla yazmıştır; sağlık evi ile sağlık ocağını karıştırmaktadır. Sağlık evlerinin kadrosu, tek ebedir ve aracı gereci de bir ebe çantasıdır. Sağlık ocakları ise, 824 sayılı Kanun gereği, 1 hekim, 1 sağlık memuru, 1 ebe, 1 hemşire ve 1 müstahdem kadrosu ihtiva etmektedir; böylece arz etmiş olayım.

Teşekkür ederim.

BAŞKAN – Soru cevaplandırılmıştır.

Sayın Hazer'in diğer sorusunu okutuyorum:

1.- Orman köylerimiz var. Bu köylerimiz çok mağdurdur. 1998 yılında gereken kredi verilecek mi?

2.- Orman köylerimizde, ormanlarımızı korumak için yeterli eleman olmadığı görülmektedir. 1998 yılında bu konuda ne gibi bir çalışmanız var?

BAŞKAN – Sayın Bakan, buyurun efendim.

ORMAN BAKANI ERSİN TARANOĞLU (Sakarya) – 1998 yılında, Or-Köy Fonunun gelirleri ölçüsünde, orman köylümüzü desteklemeye devam edeceğiz; ancak, şu an, bütçedeki oran yeterli olmayıp, 2/B ile orman rejimi dışarısına çıkan arazilerin değerlendirilmesinden elde edilecek ilave kaynaklarla, bu kredi imkânı güçlendirilecektir.

1998 yılında, Orman Bakanlığımıza, 450 orman mühendis kadrosu verilecek. Maliye Bakanlığının bu konuda müspet görüşü vardır. Bu da gerçekleştiği takdirde, eleman sıkıntısı da giderilmiş olacaktır.

BAŞKAN – Soru cevaplandırılmıştır.

Sayın Eyyüp Cenap Gülpınar?.. Buradalar.

Sorularını okutuyorum:

Soru 1: Bakanlığınız döneminde, kaç adet tomografi cihazı, nerelere gönderildi? Şanlıurfa Devlet Hastanesine gönderecek misiniz? Şayet gönderecekseniz, zaman verebilir misiniz?

Soru 2: Siverek'te yeni hizmete giren 100 yataklı Devlet Hastanesinin 2 adet ameliyat masasına ihtiyacı vardır. Siverekliler, ihtiyaçları olan ameliyat masalarına kavuşabilecekler midir?

Soru 3: Siverek 100 yataklı Devlet Hastanesine tayin edilen operatörün istifa edip, tayin yerine gitmediği malumunuzdur. Yeni operatör tayini, tarafınızdan yapılacak mıdır?

Soru 4: Şanlıurfa'da doğum yapan hanımına, doğum sırasında Kızılay Merkezinden alınan kanın verilmesinden sonra AIDS hastalığına yakalanan hanımının durumundan dolayı son derece mağdur olan Siverekli Açıkgöz ailesi için, bugüne kadar ne gibi önlem alındı? Bundan sonra, bu aile için ne gibi önlemler, Bakanlığınız tarafından alınacak?

Soru 5: Şanlıurfa'da inşaatı halen devam etmekte olan 500 yataklı Devlet Hastanesinin bitiriliş tarihini, tüm Şanlıurfalılar heyecanla beklemekteler. Hastanenin bitim tarihini yaklaşık olarak verebilecek misiniz?

Saygılarımla.

BAŞKAN – Sayın Bakan, buyurun efendim.

SAĞLIK BAKANI HALİL İBRAHİM ÖZSOY (Afyon) – Sayın Başkan, Sayın Gülpınar'ın 1 inci sorusuna cevap veriyorum : Bugün itibariyle, 54 ilimizdeki devlet hastanelerinde tomografi cihazı vardır. Göreve başladığımızdan itibaren, 24 ilimize, tomografi cihazı tarafımızdan kazandırılmıştır. Şanlıurfa Devlet Hastanesi tomografi cihazının parasıyla ilgili talimat (50 milyar lira) bundan üç gün evvel, Urfa Valiliği emrine fakslanmış; özel idarede bütçeleştirilmek suretiyle ihalesinin yapılması talimatı da verilmiştir.

2 nci soru: Siverek'te yeni hizmete giren 100 yataklı Devlet Hastanesine 2 ameliyat masası alımı 1998 programına alınmıştır ve gönderilecektir.

3 üncü soru: Siverek'te 100 yataklı Devlet Hastanesine tayin edilen operatör istifa etmiştir; yerine, anında bir operatör tayin edilmiştir; başlamadığı takdirde, yerine, yine bir operatör gönderilecektir.

4 üncü soru, Şanlıurfa'da doğum sırasında AIDS mikrobu alan bir annenin ve ailesinin faciasını ifade etmektedir. Ben, bu soruyu sordukları için teşekkür ediyorum. Dün de, bu konu, bir medyamızda yer aldı; Yüce Meclisi biraz genişçe bilgilendirmek istiyorum.

6.5.1996 tarihinde, 6151 protokol numarasıyla Şanlıurfa Doğumevine yatırılan hasta Müzeyyen Işıkgöz, yapılan sezaryen sonucu, Şanlıurfa Kızılay Kan Merkezinden alınan kan sonucu HIV pozitif olması nedeniyle, 23.8.1996 tarihinde olayın basın kanalıyla duyumu sonucu, Bakanlığımızca olaya el konulmuştur.

Üniversite ve Bakanlığımız uzmanlarınca oluşturulan bilimsel komisyonun görüşleri sonucu, baba Sedat Işıkgöz'ün enfekte olmadığı, anne Müzeyyen Işıkgöz ve bebek Rukiye Işıkgöz'ün serolojik testler sonucu HIV pozitif çıktığı saptanmıştır.

24.8.1996 tarihinden itibaren, ikişer aylık periyodik aralıklarla tedavi protokolü verilen, anne Işıkgöz ve bebek Rukiye Işıkgöz'ün tedavileri, Ankara Numune Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları Kliniğinde devam etmektedir. Işıkgöz ailesinin tedavisi süresince kullanılan ilaçlar, Şanlıurfa Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu tarafından karşılanmakta, ayrıca, söz konusu aile, ikamet ettikleri köyden alınarak, Siverek Kaymakamlığınca, Siverek İlçesinde aileye kiralanan konutta ikamet etmekte ve sosyal ihtiyaçları da Kaymakamlıkça karşılanmaktadır.

Bu konuyla ilgili olarak, Siverek Asliye Hukuk Mahkemesinde, Kızılay ve Bakanlığımız aleyhine açılan tazminat davaları devam etmektedir.

5 inci soru: Şanlıurfa'da inşaatı halen devam etmekte olan 500 yataklı Devlet Hastanesi, 1998 programında da yarım kalan işler kısmında yer almış ve bitirilmeye çalışılacaktır.

Arz ederim Sayın Başkan.

BAŞKAN – Soru cevaplandırılmıştır.

Sayın Mahmut Duyan?.. Burada.

Sorusunu okutuyorum:

54 üncü Hükümet döneminde, Mardin Devlet Hastanesine tomografi cihazı için 45 milyar para tahsis edilmişti; fakat, 55 inci Hükümet döneminde, her nedense, iptal edildi.

Mardin Devlet Hastanesi, bir bölge hastanesi konumunda olup, her branştan uzman hekim bulunmaktadır. İklim şartları nedeniyle damdan düşmeler çok olmaktadır. Bu nedenle, tomografi cihazı bizim için çok önemlidir.

Son zamanlarda, edindiğim bilgilere göre, birçok ile bu cihazdan dağıttınız. Dağıtım kriterleriniz nedir?

Arz ederim.

BAŞKAN – Buyurun Sayın Bakan.

SAĞLIK BAKANI HALİL İBRAHİM ÖZSOY (Afyon) – Sayın Başkan, Sayın Duyan'ın sorusuna cevap veriyorum.

Doğrudur; 54 üncü Hükümetin son zamanlarında, kalan kısmı döner sermayeden karşılanmak üzere, Mardin Devlet Hastanesi adına 45 milyar lira gönderilmiştir; para, halen oradadır. Bizim yaptığımız tatbikat da aynen devam etmektedir. Bu aletin, bedelinin yarısını hastane döner sermayesi yarısını da Bakanlık karşılamak suretiyle, o hastaneye kazandırılmasına çalışılmaktadır. Yoksa, herhangi bir seçim yapılmamaktadır, ayırım yapılmamaktadır, bölge veya şehir seçimi yapılmamaktadır. Herhangi bir hastane döner sermayesi "ben, aletin bedelinin yarısını hazırladım" diye müracaat ettiği takdirde, kalan kısım kendisine gönderilmekte ve ihale emri verilmektedir.

Arz ederim.

MAHMUT DUYAN (Mardin) – Gönderilen paranın evrakını alabilir miyim.

SAĞLIK BAKANI HALİL İBRAHİM ÖZSOY (Afyon) – Para duruyor; gönderilecek.

MAHMUT DUYAN (Mardin) – Parayı gönderin lütfen; para yok.

BAŞKAN – Sayın milletvekilim, lütfen karşılıklı konuşmayalım.

Soru cevaplandırılmıştır.

Sayın Fethi Acar?.. Buradalar.

Soruyu okutuyorum:

"1. Devletimizin istatistikî bilgilerinden anlaşılacağı üzere, gelir düzeyi en düşük orman köylüsü olup, özellikle Or-Köy kanalıyla bütçeden ayrılan pay yine serbest bırakılmayıp, orman köylüsünün mağduriyeti devam edecek mi?

2. Orman köylüsüne istihkakları zamanında ödenmeyerek mağduriyetlerine sebep olunmaktadır. 1997'de olduğu gibi, bu mağduriyet, 1998'de de devam edecek mi?

3. Orman köylüsü, vahidi fiyat uygulamasıyla devamlı mağdur durumdadır. Orman köylüsünün sağlıklı bir gelire kavuşmasına dair bir tedbir düşünüyor musunuz?"

BAŞKAN – Buyurun Sayın Bakan.

ORMAN BAKANI ERSİN TARANOĞLU (Sakarya) – Sayın Başkanım, orman köylülerine, bildiğiniz gibi, Or-Köy Fonundan kredi verilmek suretiyle destek yapılmaktadır. Ancak, 1991 yılından sonra, fon gelirleri, genel bütçe içerisine konsolide edilmiştir. Buradan ayrılan pay oranında orman köylülerine kredi verilmektedir; ancak, bu, yeterli olmamaktadır. Bu payın artırılması için yasa düzenlemesi çalışması yapmaktayız. Bununla birlikte, kredi miktarlarını da artırmayı düşünüyoruz.

1997 yılında orman köyü istihkaklarının ödenmesinde problemler olmuştur; doğrudur. Takdir edersiniz ki, Hükümetimiz yılın ikinci yarısında göreve başlamıştır. Ancak, bu sene daha hazırlıklı olup, bu problemin ortadan kalkması için ciddî tedbirler almak üzereyiz.

Üçüncü soru: Orman iş kanunu düzenlemesi, Hükümetimizin temel amaçlarından birisidir. Ancak zaman içerisinde çözülecek bir konu olup, orman köylülerinin durumunun düzenlenmesi için orman ürünleri satışlarından pay vermeyi düşünüyoruz.

Arz ederim.

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Bakan.

Sayın milletvekilleri, sorular için ayrılan süremiz dolmuştur. Yanıtlanamayan çok sayıdaki soru, sayın bakanlardadır; dilerim, yazılı olarak, sayın milletvekillerine cevaplarını gönderirler.

Şimdi, sırasıyla, yedinci turda yer alan bütçelerin bölümlerine geçilmesi konusunu ve bölümlerini ayrı ayrı okutup oylarınıza sunacağım.

Sağlık Bakanlığı 1998 malî yılı bütçesinin bölümlerine geçilmesini oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Bölümleri okutuyorum:

 

A) SAĞLIK BAKANLIĞI

1.- Sağlık Bakanlığı 1998 Malî Yılı Bütçesi

 

 

A - C E T V E L İ

Program

Kodu A ç ı k l a m a L i r a

101 Genel Yönetim ve Destek Hizmetleri 58 182 638 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

111 Temel Sağlık Hizmetleri ve Sosyalleştirme 136 033 801 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

113 Tedavi Hizmetleri 160 056 811 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

900 Hizmet Programlarına Dağıtılamayan Transferler 32 388 451 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

999 Dış Proje Kredileri 4 300 000 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

T O P L A M 390 961 701 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Sağlık Bakanlığı 1998 malî yılı bütçesinin bölümleri kabul edilmiştir.

2.- Sağlık Bakanlığı 1996 Malî Yılı Kesinhesabı

BAŞKAN- Sağlık Bakanlığı 1996 malî yılı kesinhesabının bölümlerine geçilmesini oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

(A) cetvelinin genel toplamını okutuyorum:

Sağlık Bakanlığı 1996 Malî Yılı Kesinhesabı

A - CETVELİ

L i r a

- Genel Ödenek Toplamı : 118 846 151 499 000

- Toplam Harcama : 116 893 798 707 000

- İptal Edilen Ödenek : 5 211 284 995 000

- Ödenek Dışı Harcama : 3 974 233 029 000

- Ertesi Yıla Devreden Ödenek : 715 300 826 000

- Akreditif, taahhüt, art.ve dış

proje kred. saklı tut. ödenek : 98 345 442 000

 

BAŞKAN- (A) cetvelini kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Sağlık Bakanlığı 1996 malî yılı kesinhesabı kabul edilmiştir.

Sayın milletvekilleri, Sağlık Bakanlığı 1998 malî yılı bütçesi ile 1996 malî yılıı kesinhesabı kabul edilmiştir; hayırlı ve uğurlu olmasını temenni ederim.

Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü 1998 malî yılı bütçesinin bölümlerine geçilmesini oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Bölümleri okutuyorum:

a) Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü

1.- Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü 1998 Malî Yılı Bütçesi

A - C E T V E L İ

Program

Kodu A ç ı k l a m a L i r a

101 Genel Yönetim ve Destek Hizmetleri 216 475 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

111 Uluslararası İlişkilerden Doğan Bulaşıcı Hastalıklardan korunma 566 525 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

900 Hizmet Programlarına Dağıtılamayan Transferler 27 800 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

T O P L A M 810 800 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

(B) cetvelini okutuyorum:

 

B - C E T V E L İ

Gelir

Türü A ç ı k l a m a L i r a

1 Vergi Gelirleri 654 000 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

2 Vergi Dışı Normal Gelirler 36 800 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

3 Özel Gelirler, Hazine Yardımı ve Devlet Katkısı 120 000 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

T O P L A M 810 800 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü 1998 malî yılı bütçesinin bölümleri kabul edilmiştir.

2.- Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü 1996 Malî Yılı Kesinhesabı

BAŞKAN- Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü 1996 mali yılı kesinhesabının bölümlerine geçilmesini oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

 

(A) cetvelinin genel toplamını okutuyorum:

Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü 1996 Malî Yılı Kesinhesabı

A - CETVELİ

L i r a

- Genel Ödenek Toplamı : 781 600 000 000

- Toplam Harcama : 224 953 211 000

- İptal Edilen Ödenek : 69 053 573 000

- Ertesi Yıla Devreden Ödenek : 487 593 216 000

BAŞKAN- (A) cetvelini kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

(B) cetvelinin genel toplamını okutuyorum:

B - CETVELİ

L i r a

- Tahmin : 222 600 000 000

- Tahsilat : 1 559 738 582 000

BAŞKAN- (B) cetvelini kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü 1996 malî yılı kesinhesabı kabul edilmiştir.

Sayın milletvekilleri, Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü 1998 malî yılı bütçesi ile 1996 malî yılı kesinhesabı kabul edilmiştir; hayırlı ve uğurlu olmasını temenni ederim.

Orman Bakanlığı 1998 malî yılı bütçesinin bölümlerine geçilmesini oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Bölümleri okutuyorum:

B) ORMAN BAKANLIĞI

1.- Orman Bakanlığı 1998 Malî Yılı Bütçesi

A - C E T V E L İ

Program

Kodu A ç ı k l a m a L i r a

101 Genel Yönetim ve Destek Hizmetleri 11 060 000 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

111 Ormancılık Hizmetleri 8 420 000 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

900 Hizmet Programlarına Dağıtılamayan Transferler 1 921 000 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

999 Dış Proje Kredileri 574 000 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

T O P L A M 21 975 000 000 000

 

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Orman Bakanlığı 1998 malî yılı bütçesinin bölümleri kabul edilmiştir.

2.- Orman Bakanlığı 1996 Malî Yılı Kesinhesabı

BAŞKAN- Orman Bakanlığı 1996 mali yılı kesinhesabının bölümlerine geçilmesini oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

(A) cetvelinin genel toplamını okutuyorum:

Orman Bakanlığı 1996 Malî Yılı Kesinhesabı

A - CETVELİ

L i r a

- Genel Ödenek Toplamı : 7 399 916 149 000

- Toplam Harcama : 6 438 620 461 000

- İptal Edilen Ödenek : 944 522 656 000

- Ödenek Dışı Harcama : 723 157 000

- Ertesi Yıla Devreden Ödenek : 17 496 189 000

- Akreditif, taahhüt, art.ve dış

proje kred. saklı tut. ödenek : 21 962 845 000

 

BAŞKAN- (A) cetvelini kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Orman Bakanlığı 1996 malî yılı kesinhesabı kabul edilmiştir.

Sayın milletvekilleri, Orman Bakanlığı 1998 malî yılı bütçesi ile 1996 malî yılı kesinhesabı kabul edilmiştir; hayırlı ve uğurlu olmasını temenni ederim.

 

Orman Genel Müdürlüğü 1998 malî yılı bütçesinin bölümlerine geçilmesini oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Bölümleri okutuyorum:

a) ORMAN GENEL MÜDÜRLÜĞÜ

1.- Orman Genel Müdürlüğü 1998 Malî Yılı Bütçesi

A - C E T V E L İ

Program

Kodu A ç ı k l a m a L i r a

101 Genel Yönetim ve Destek Hizmetleri 3 069 750 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

111 Ormancılık Hizmetleri 18 357 250 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

900 Hizmet Programlarına Dağıtılamayan Transferler 474 000 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

T O P L A M 21 901 000 000 000

 

 

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

(B) cetvelini okutuyorum:

B - C E T V E L İ

Gelir

Türü A ç ı k l a m a L i r a

2 Vergi Dışı Normal Gelirler 4 199 995 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

3 Özel Gelirler, Hazine Yardımı ve Devlet Katkısı 17 701 005 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

T O P L A M 21 901 000 000 000

 

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Orman Genel Müdürlüğü 1998 malî yılı bütçesinin bölümleri kabul edilmiştir.

2. - Orman Genel Müdürlüğü 1996 Malî Yılı Kesinhesabı

BAŞKAN- Orman Genel Müdürlüğü 1996 malî yılı kesinhesabının bölümlerine geçilmesini oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

(A) cetvelinin genel toplamını okutuyorum:

 

Orman Genel Müdürlüğü 1996 Malî Yılı Kesinhesabı

A - CETVELİ

L i r a

- Genel Ödenek Toplamı : 7 949 723 972 000

- Toplam Harcama : 7 531 231 158 000

- İptal Edilen Ödenek : 418 492 814 000

 

BAŞKAN- (A) cetvelini kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

(B) cetvelinin genel toplamını okutuyorum:

 

B - CETVELİ

L i r a

- Tahmin : 5 321 000 000

- Tahsilat : 7 281 176 599 000

 

BAŞKAN- (B) cetvelini kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Orman Genel Müdürlüğü 1996 malî yılı kesinhesabı kabul edilmiştir.

Sayın milletvekilleri, Orman Genel Müdürlüğü 1998 malî yılı bütçesi ile 1996 malî yılı kesinhesabı kabul edilmiştir; hayırlı ve uğurlu olmasını temenni ederim.

Böylece, Sağlık Bakanlığı ile Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü ve Orman Bakanlığı ile Orman Genel Müdürlüğü 1998 malî yılı bütçeleri ile 1996 malî yılı kesinhesapları kabul edilmiştir; hayırlı olmalarını diliyorum.

Sayın milletvekilleri, 7 nci tur görüşmeler tamamlanmıştır.

V. – GENSORU, GENEL GÖRÜŞME, MECLİS SORUŞTURMASI VE MECLİS

ARAŞTIRMASI

A) ÖNGÖRÜŞMELER

1. – Ankara Milletvekili Saffet Arıkan Bedük ve 37 arkadaşının, Avrupa Birliği ve Kıbrıs başta olmak üzere, Hükümetin izlediği dış politika konusunda genel görüşme açılmasına ilişkin önergesi (8/15)

BAŞKAN – Şimdi, Genel Kurulumuzun 18 Aralık 1997 tarihli 30 uncu Birleşiminde alınan karar gereğince, Ankara Milletvekili Saffet Arıkan Bedük ve 37 arkadaşının, Avrupa Birliği ve Kıbrıs başta olmak üzere, Hükümetin izlediği dışpolitika konusunda, Anayasanın 98 inci, İçtüzüğün 102 ve 103 üncü maddeleri uyarınca bir genel görüşme açılmasına ilişkin önergesinin öngörüşmelerine başlıyoruz.

Hükümet?.. Burada.

Sayın milletvekilleri, bu önergeyle, gündemin "Genel Görüşme ve Meclis Araştırması Yapılmasına Dair Öngörüşmeler" kısmının 178 inci sırasında yer alan, Ankara Milletvekili Cemil Çiçek ve 22 arkadaşının dışpolitika konusunda bir genel görüşme açılmasına ilişkin (8/17) esas numaralı önergesinin konuları benzerlik arz etmektedir. Bu nedenle, Genel Kurulun uygun görmesi halinde, her iki önerge birlikte görüşülecektir.

Bu konuyu oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler... Kabul etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Önergeler daha önce okunduğu için, yeniden okutmuyorum.

İçtüzüğümüze göre, genel görüşme açılıp açılmaması konusunda, sırasıyla, Hükümete, siyasî parti gruplarına ve önerge sahiplerine söz verilecektir.

Konuşma süreleri, daha önce alınan karar gereğince, Hükümet ve gruplar için 10'ar dakika, önerge sahipleri için 5'er dakikadır.

İlk söz Hükümetin.

Hükümet adına, Dışişleri Bakanı Sayın İsmail Cem; buyurun. (Alkışlar)

Sayın Cem, süremiz 10 dakika; beni, herhalde, Hükümetin böyle bir konuda sözünü kesti durumuna düşürmeyeceksiniz, dikkatli olacaksınız...

DIŞİŞLERİ BAKANI İSMAİL CEM (Kayseri) – İnşallah.

BAŞKAN – Buyurun.

DIŞİŞLERİ BAKANI İSMAİL CEM (Kayseri) – Sayın Başkan, Meclisimizin sayın üyeleri, sayın milletvekilleri; önce, hemen belirteyim ki, bu görüşme talebini gündeme getiren sayın milletvekillerine teşekkürlerimi sunmak istiyorum.

Dışpolitika, mutlaka, gücünü Meclisten almalıdır, Mecliste tartışılmalıdır ve Mecliste, hepimiz, hem eksiğimizi hem eksik olmayan düşüncelerimizi ortaya koymalıyız ve dışpolitikayı, Meclis vasıtasıyla, genelde zannedildiği, zaman zaman kullanıldığı gibi, sadece, bazı, sınırlı, ilgili kişilerin ilgi alanı olarak bırakmamalıyız; çünkü, dışpolitika, aslında ve özünde, çocuklarımızın geleceğidir, halkımızın ekmeğidir ve dışpolitika, mutlaka, milletle birlikte, milletin temsilcileriyle birlikte gerçekleştirilmeli ve geliştirilmelidir.

Şimdi, ben, bu arkadaşlarımızın değerli düşüncelerini büyük bir saygıyla okudum; fakat, bazı noktalara değinmek ve katılmadığım bazı görüşlerin altını çizmek istiyorum.

Önergede "ancak, son zamanlarda cereyan eden gelişmeler açıkça göstermektedir ki, Türkiye, Avrupa Birliği gibi, haklı olduğu bu millî davasında, bugünkü Hükümetin yanlış uygulamaları sonucunda, hızla yanlızlığa itilmektedir" deniliyor. Buradaki "yanlış uygulamalar"dan ne kastediliyor, bunu, sayın sözcüler, elbette açıklayacak. Yani, bu "yanlış uygulamalar" nedir? Gelip de size "Kıbrıs'tan vazgeçin, Kıbrıs üzerinde Türkiye'nin hakkından vazgeçin, Kıbrıs'taki Türkleri çaresiz bir azınlık konumuna, bir düşmanlık ortamında çaresiz azınlık konumuna terk edin" dedikleri vakit ve bunun karşılığında "siz bunları yapın, biz de bir bakalım, belki, biraz bir gelişme sağlarız" dedikleri vakit, bunu kabul etmemek ve "siz, Avrupa Birliği olarak değil, dünya birliği olarak gelseniz dahi, biz, Kıbrıs'taki insanlarımızı, o düşman denizinde çaresiz azınlık yapmayız" demek midir, Türkiye'nin yanlış uygulaması veyahut Hükümetimizin yanlış uygulaması?! (DSP ve ANAP sıralarından alkışlar) Ya da bir Ege'de, bir Ege meselesinde; üstelik, Ege konusunda, Türkiye, yapabileceğinin azamisini yapmıştır; konu için bunu söyleyemem; fakat, Ege, o malum Kardak konuları için çok açık seçik söyleyebilirim ve bunu herkes de kabul ediyor, bizim dışımızdakiler dahi kabul ediyor. Türkiye her şeyi yapmıştır. Bundan daha fazlasını yapmak, Avrupa Birliğinde yalnız kalmamak için, Ege'de daha fazlasını yapmak demek, Ege Denizini kendimize kapatmak demektir; Bodrum'dan İzmir'e giderken, neredeyse Yunanistan'dan vize almak demektir. Biz bunu yapmadık diye mi "yanlış uygulamalar" deyimine muhatap olmaktayız? Yine, deniliyor ki: "Kıbrıs konusunda, Türkiye yalnızlığa itilmiştir"

Sayın milletvekilleri, şurada açık konuşalım; biz Kıbrıs konusunda hangi dönemde, hangi hükümetin iktidarında çoğunluğa itildik de, çoğunluğun içinde olduk da, bugünkü Hükümet Kıbrıs konusunu yalnızlığa itti?! Bir yerde, elimizi vicdanımıza koyalım; Kıbrıs'ta çok güç bir davanın takipçisiyiz; çok haklı; fakat, haklı olduğu ölçüde güç bir davanın takipçisiyiz. Şunu kabul edemiyorum: "Türkiye'nin yalnızlığa itildiği...", "S-300 füzeleri yerleştirilmek isteniyor.” Elinsaf!.. Bundan biz mi sorumluyuz? Bizim Hükümetimiz mi S-300 füzelerinin oraya yerleştirilmesini kolaylaştırdı ya da hiçbir şey yapmadı?

Sonra, deniliyor ki: "Yunanistan'ın her alanda Türkiye'ye karşı olumsuz tavır ve hareketleri, özellikle son günlerde ciddî ve gözardı edilemez boyutlara ulaşmıştır." Doğru; bütçemizin görüşülmesinde bu konularda ayrıntılı bilgi sunacağım.

Yine deniliyor ki: "Bu konuda gerekli girişimler yapılmadığı takdirde, ileride telafi edilemeyecek tavizlere yol açabilecektir." Bu da doğru; ama, bir açıklama getirmem lazım. Geçmişte yapıldı yapılmadı tartışmalarına girmek doğru değil, yakışık da almaz; ama, şunu söyleyeyim, bugün yapılıyor. Bugün, Yunanistan'ın bir zamanlar ortamı boş bulup, sahayı boş bulup, âdeta tek başına cirit attığı uluslararası kamuoyunda, bazı şeyler yapılıyor, yapılmasına çalışılıyor. Mesela, Batı Trakya'daki insanlarımızın inanılmaz baskılara hedef yapılmasını, 21 inci Yüzyıl eşiğindeki Avrupa'da bir getto içinde, hani o dünya savaşı dönemindeki gettoları anımsatan, âdeta çitlerle çevrilmiş denilebilecek kapalı bir alanda, dünyanın gözünden uzak tutulmasını biz gündeme getirmekteyiz. Bugün, bütün Avrupa basınında, bizim bu sözlerimiz yer almakta; bu iddialarımız Avrupa'nın platformlarında konuşulmakta. Elbette, yapılacak çok şey var, daha henüz işin başındayız; ama, yapmaktayız ve bunun hesabını sormaya başlamaktayız.

Sayın milletvekilleri çok haklılar, diyorlar ki: "...gerekli girişimler yapılmadığı takdirde..." Yapıyoruz; o 12 adanın neden hiç konuşulmadığını tek tek bütün Avrupalı bakanlara sormaktayız. Kardak Adası... Kardak Adası... İyi, güzel; peki, hani 12 ada?.. İşte Lozan Antlaşması, işte Paris Antlaşması... Lozan Antlaşmasının hükümlerini çiğneyeceksin, Paris Antlaşmasının hükümlerini çiğneyeceksin, o adaları silahlandıracaksın, namlularını Türkiye'ye çevireceksin ve Türkiye, buna gerekli tepkiyi gösteremeyecek. Bu uyarıya teşekkür ediyorum. Bu konuda çalışıyoruz ve yakın bir gelecekte, bu konuyu, şu andakinden çok daha üst düzeyde hukuk platformlarına ve uluslararası kamuoyuna getireceğiz.

“ ... .bağımsız Türk devletleri, Kafkaslarla olan münasebetlerimizin gelişmesi ve dünyaya açılımlarının sağlanması konusunda üzerimize düşen görevin yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir." Tamamen katılıyorum ve bunu da yapmaktayız. Kafkaslarla ilişkilerimiz, şu anda, belki olabilecek en üst düzeyde; geçmişe kıyasla çok üst bir düzeyde; bana göre, hâlâ yetersiz bir düzeyde ve bunu geliştirmenin çabaları içindeyiz.

Bağımsız Türk devletleri, Orta Asya... Biz hükümete geldik; ben, bu ülkelerle, bu devletlerle en yakın ilişkileri kurmaya çalışmaktayım; bütün teşkilatımız çalışmakta ve bize sürekli olarak söylenen, kendilerini ihmal ettiğimiz, yeterince münasebet kurmadığımız ve galiba da, belli ölçüde haklılar. Biz, şimdi, sizin de burada belirttiğiniz gibi, bu ilişkilerimizi sıklaştırmaktayız; kendileriyle ekonomik ilişkilerimizi geliştirme boyutunda yeni bir öneri getirdik; kendilerine sunduk, tartışmaktayız ve bunu, ileride, geçmişe kıyasla çok daha iyi bir şekilde yapacağız ve şu anlayışla yapmaktayız: Ben, bütün büyükelçilerine, gelen bütün bakanlarına anlattım; sizinle ilişkimiz, bir ağabeylik ilişkisi...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Bakan, bu sürenin çok kısa olduğunu biliyorum ama...

DIŞİŞLERİ BAKANI İSMAİL CEM (Devamla) – 2 dakika...

BAŞKAN – 1 dakika... Lütfen...

DIŞİŞLERİ BAKANI İSMAİL CEM (Devamla) – Kendilerine dedik ki: "Sakın yanlış anlama olmasın; biz, kendimizi bir ağabey gibi görmüyoruz; kendimizi, Orta Asya'daki devletlerden, aynı kültürü paylaştığımız, aynı dili paylaştığımız insanlardan üstün görmüyoruz; bizim de sizden öğrenecek çok şeyimiz var." Bu şekilde yaklaştık biz o ülkelere ve şimdi, zannediyorum, her dönemden daha güçlü ilişkiler kurmaktayız.

Son olarak, bu, faydalı, iyi düşünülmüş, iyiniyetle verilmiş bir önergedir. Ben, bu genel görüşmenin açılmasında, Hükümet adına, fayda görmekteyim; bunu sunan arkadaşlarıma teşekkür ediyorum ve Meclisimize saygılar sunuyorum. (DSP, ANAP, DYP ve CHP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Çok teşekkür ediyorum Sayın Bakan.

Şimdi, Anavatan Partisi Grubu adına, Sayın Kâmran İnan.

Buyurun Sayın İnan.

ANAP GRUBU ADINA KÂMRAN İNAN (Bitlis) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 1998 bütçe görüşmelerini keserek, Başkanlık Divanının kararıyla, bu özel gündemin ortaya getirilmesinin ana sebebi, Lüksemburg toplantısında, zirvesinde, Avrupa Birliğinin, bir hafta önce, ayın 13'ünde Türkiye'ye yaptığı büyük haksızlık karşısında, Sayın Hükümetin 14 Aralık Pazar günü aldığı ve gerçekten kamuoyumuzu tatmin eden ve bizim ittifakla desteklemeyi düşündüğümüz ve arzu ettiğimiz karar etrafında Yüce Meclisin birleşmesini sağlamak amacını gütmektedir.

Burada, görüş ayrılıklarını ortaya koymak değil, görüş birliğini tespit etmek için bu görüşmeleri yapıyoruz. Hükümetin, haklı olarak reddetmesi ve Hükümetin, haklı olarak bize yapılan bu muameleyi kabul etmemesi, Türkiye'nin göstermelik bir konferansa daveti, buna mukabil, Avrupa Birliğinin, eski Varşova Paktı memleketlerini ve artı, Kıbrıs dahil olmak üzere, tam üyeliğe aday göstermesine karşı, Türkiye'nin isyanını dile getirmesinin, bugün, Türkiye Büyük Millet Meclisinde de, Türk Milleti adına seslendirilmesi olayı ortadadır; yoksa, sayın arkadaşlarımızın verdiği önergeler ve bu önergelerin maddeleri üzerinde durmak değil. Ümit ve temenni ediyorum ki, benden sonra söz alacak olan sayın grup sözcüleri, bu ittifak çizgisi üzerinde gider; çünkü, mühim olan, içeriye değil, dışarıya mesaj vereceğiz. (ANAP, DSP ve CHP sıralarından alkışlar)

Değerli milletvekilleri, 13 Aralık Lüksemburg zirvesi kararları, gerçekten büyük bir adaletsizliktir. Türkiye tam elli yılını Batı kuruluşlarına ve savunmasına vermiş, buna mukabil, eski Varşova Paktı memleketleri, soğuk savaşın sonundan itibaren, bir tebessümleriyle benim elli yıllık fedakârlık ve katkılarımı unutturabilmiştir. Bu, tabiatıyla çifte standardın bir ifadesidir. Bize deniliyor ki: "Kaidelere uyacaksınız ve şu standartlar, kriterleri kabul edeceksiniz."

Bakınız, Dışişleri Bakanlığımızın yaptığı çok objektif bir araştırma var. Avrupa Birliğinin, gerek Roma Antlaşmasından doğma ve gerekse Kopenhag kriterlerinin tümünün gözönüne alınarak yapıldığı çalışmada, Türkiye'nin, genel itibariyle, 11 aday memleketten 7'sinden iyi durumda bulunduğu, 4'ünün gerisinde kaldığı görülmüştür... Buna rağmen beni reddediyor...

Bakınız, benim önümde bir bülten var "Ekonomik Serbesti Endeksi Bülteni" bu ayın 15'inde yapılmış ve ekonomik hürriyet, serbesti; yani dünyayla bütünleşme bakımından 154 memleketin sıralamasını yapıyor. Bu sıralamada, aday memleket olan Slovenya 80 inci sırada, Romanya 94 üncü sırada, Bulgaristan 114 üncü sırada ve 1981'den bu yana tam üye olan Yunanistan 66 ncı sırada, Türkiye 53 üncü sırada bulunmasına rağmen, beni, kriterlerin gerisinde görüyor.

Ayrıca, şunu da arz ve ifade etmek isterim. Roma Antlaşmasında veyahut da Kopenhag kriterleri içerisinde Kıbrıs kriteri var mıdır? Ege kriteri var mıdır? Avrupa Birliğinin, tümüyle Yunanistan'ın arkasında yer alarak, Kıbrıs'ı bir nevi bedel olarak istemesi, Ege'nin, Yunan kapalı denizi haline getirilmesi yolunda destek olması kabul edilebilir bir hadise midir? Güney Kıbrıs'la tam üyelik müzakerelerini başlatmadan önce, acaba "Güney Kıbrıs'a, gidin, evvela Türklerle uzlaşın, anlaşın, sonra gelin" dedi mi?. Yunanistan'a hiçbir gün "kalkın, gidin, Ege'deki ihtilafları Türklerle halledin" diye bir ifadeleri oldu mu; hayır; hepsi bize yönelik. Bu, tabiatıyla çifte standarttır.

Değerli milletvekilleri, bunun işareti çoktan verilmişti. Jacques Delors eski komisyon başkanı, birkaç defa konuşmalarında "Avrupa Birliğinin, Hıristiyan medeniyetinin bir eseri olduğunu söylemişti. 1994 10-11 Aralık Essen zirvesinde veda konuşmasını yaparken, ileride Akdenizden, sadece Malta ve Kıbrıs'ın üye olabileceğini söylemişti; ikisinin ortak tarafı ne; Hıristiyan din ve medeniyetine mensup olmaları. Bu nerede dile getirildi en açık bir şekilde; bu sene, 4 Martta, Brüksel'de, 6 Hıristiyan demokrat partinin yaptığı toplantıda ve o toplantının sonunda, Türkiye'nin açık bir şekilde kendi din ve medeniyetlerinden olmaması itibariyle, Avrupa Birliği içerisinde yer alamayacağı ifade edildi ve bunun neticesi, birçok çevreler, son alınan kararlar karşısında da haklı olarak Hükümet, Avrupa Birliğinin bir Hıristiyan kulübü mü olduğu sualini sordu. Bakınız, bununla ilgili, önümde, Ekonomist Dergisinin 24 Aralık 1988'de yazdığı bir makale var; "Dinî Avrupa Birliğine Doğru" Ve daha o zaman, Avrupa Birliği’nin kuruluş hedefleri arasında Vatikan’ın da bir projesi bulunduğunu, Doğu Avrupa memleketlerini de içerisine alacak şekilde Avrupa Birliği’nin bir din ve Hristiyanlık ve Katoliklik etrafında birleşmesi gerektiği, burada, bu makalede, çok açık bir şekilde ifade edilmektedir.

Binaenaleyh, olayları birbirinin arkasına bağladığınız zaman, bir tablo ortaya çıkıyor ve bu tabloda, benim kültürüm ve dinim itibariyle yaptığım bütün fedakârlıklar ve tarafsız kriterlere göre çok olumlu durumda bulunmama rağmen, benim ikinci sınıf bir muamele görmem. Bunu, Sayın Kinkel, 25 Martta, Ankara'yı ziyareti sırasında, pek de yakışıklı olmayan bir dille söyledi. "Sizin için özel bir formül düşünüyoruz; o da gümrük birliği, artı; takviyeli gümrük birliği, yoksa tam üyelik bahis konusu değildir" diye ifade etti. Bu ifade, aslında, Lüksemburg'da dile getirilen bir ifadedir.

Çok daha acısı var. Mart ayında Londra'da yapılması planlanan ve muhtevası tamamıyla alınmış bulunan konferansa dahi Türkiye'nin katılabilmesi için, onların ileri sürdüğü şartları yerine getireceğine dair yazılı beyanda bulunması, senet vermesi istenmiştir. Bunu kabul etmek mümkün değildir değerli milletvekilleri.

Bunun daha ötesine giderseniz, meseleye yüksek düzeyden bakarsanız, önünüze çok acı bir tablo çıkar. O da yeni Avrupa düzeninin, yeni dünya düzeninin, maalesef, bir dinî ve kültürel esas üzerinde kurulmakta bulunduğu... Komünizmin ve Sovyet tehdidinin ortadan kalkmasından sonra, Batı dünyası, Hıristiyan dünyası, bir nevi phantom, bir nevi hayalî bir düşmanlık cephesi ve İslam dünyasını önplana getirmiştir. Son aylarda katıldığım bütün Batı Avrupa toplantılarında, tehdidin, bundan sonra, Akdeniz ve Ortadoğu'dan geleceğinin ifade edilmesinin de arkasında bu yatmaktadır.

Binaenaleyh, düşünülen bina, yeni dünya düzeni, Hıristiyan dünyasının bir kapalı kulüp, bir kale halinde dışarıya, İslam dünyasına karşı korunması gibi bir proje gündemdedir ve benim dışarıda bırakılmam, ikinci sınıf memleket muamelesi görmem de bundan kaynaklanmaktadır. Bu stratejiyi çok iyi anlamak ve keşfetmek lazım; ama, bu stratejide kaybedecek olanlar, onlardır.

Benim stratejik önemim -Türkiye olarak- soğuk savaş dönemine nazaran çok daha fazla artmıştır. Soğuk savaş döneminde tehdit doğudan gelmekteydi; sonra, 9 Kasım 1989'da Berlin Duvarının yıkılmasıyla, Avrupa'nın bütünleşmesi, 3 Ekim 1990'da Almanya'nın birleşmesi, o tehdit hattını ve sınırını kaldırdı. Şimdi, Ortadoğu ve Akdeniz deniliyor. Ortadoğu ve Akdenizde en önemli stratejik noktada bulunan benim. Orta Asya, Kafkasya, Hazar Denizi, Ortadoğu petrol ve doğalgaz geçiş boruları ve geçiş hatları üzerinde en stratejik yeri işgal eden, Türkiye'dir. Sayın Clinton, bizzat ifade ediyor; diyor ki "Türkiye, pek çok kapıyı açabilir, imkânları sunabilir; pek çoğunu da kapatabilir" ve bu doğrudur. En ön cephede, en önemli katsayısı bulunan bir memleket olmama rağmen, bana bu muameleyi yapmakta zarar eden onlar olacaktır ve Sayın Hükümet, haklı olarak, Avrupa Birliğiyle siyasî ilişkileri dondurmakla, Kıbrıs üzerinde ve Ege üzerinde, Avrupa Birliğinin söz hakkını elinden almıştır; yani, Kıbrıs'ın bedel olarak istenmesi, bundan sonra tekrarlanamayacaktır; Kıbrıs üzerinde söz hakkı sahibi olamayacaklardır; bize, Avrupa Parlamentosundan ikide bir heyetler göndererek ders vermeye kalkamayacaklardır.

Değerli milletvekilleri, ikide bir Avrupalı dostlarımız, önümüze bir insan hakları getiriyor. Doğrudur; benim milletime vermem gereken daha pek çok insan hakları meseleleri sahası ve çözümleri var; ama, tarihi, hem de yakın tarihi bilinen Avrupa'nın, bana bu konuda ders vermeye hakkı yoktur. Avrupalıların bir zaafı var; hiç ayna kullanmazlar, önlerine koymazlar; ne bugünlerini görmek ne yakın geçmişlerini... Dünyanın en kötü şöhretli diktatörlerini, bu yüzyılda Avrupa çıkarmıştır. Bu yüzyılın birinci yarısının en dehşet verici soykırımını, Avrupa'da ve hem de Almanya'da yaşamışız.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın İnan, lütfen, 1 dakika içerisinde toparlayalım.

KÂMRAN İNAN (Devamla) – 1990'larda ise, Avrupa'nın göbeğinde, 200 binden fazla insan sırf Müslüman oldukları için katledilmiş, Avrupa buna seyirci kalmış; hatta, teşvikkâr olmuştur. Şimdi, buradan, kalkıp gelip, bana insan hakları dersi mi verecektir değerli milletvekilleri.

Değerli milletvekilleri, Avrupa ile birlikte yürümek, Türk Milletinin ve elli yıldan beri Türk Devletinin tercihi olmuştur. Onlara elverdiği sürece; yani, soğuk savaş döneminde, kendi menfaatları icabı olduğu müddetçe beraber yürüdük. Şimdi, bizimle beraber yürümek istemiyorlarsa, Türk Milleti, tarihte olduğu gibi bugün de yalnız yürümekten korkmamıştır ve korkmayacaktır.

Saygılar sunuyorum. (Alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın İnan.

Demokrat Türkiye Partisi Grubu adına, Sayın Metin Işık; buyurun.

DTP GRUBU ADINA METİN IŞIK (İstanbul) – Sayın Başkan, kıymetli milletvekilleri; Türkiye'nin Avrupa Birliğine başvurusuyla ilgili olarak, Türkiye Büyük Millet Meclisinde yapılması öngörülen genel görüşme için, Demokrat Türkiye Partisi Grubu adına huzurlarınızdayım.

Sayın milletvekilleri, sözlerime başlarken, Avrupa Birliğine ilişkin genel görüşme önergesini desteklediğimizi ifade etmek istiyorum. Biz, Avrupa Birliğine ilişkin kararların, bu yüce çatı altında tartışılmasını, geç de olsa, müspet bir gelişme olarak nitelendiriyoruz.

Avrupa Birliği başta olmak üzere, dışpolitikayı ilgilendiren konuların, Türkiye Büyük Millet Meclisinde tartışılması, hükümetlerin icraatlarına büyük güç verecektir kanaatindeyiz.

Sayın milletvekilleri, Avrupa Birliğinin Türkiye'yle ilgili aldığı kararlar sürpriz sayılmamalıdır. Milletimizi rencide eden bu kararlara itiraz etmek, her Türk vatandaşının, hem hakkı hem de görevidir. Ancak, başta Schengen vizesinin Avrupa Birliği içerisinde bir Ortodoks ittifakı kurmaya çalışan Yunanistan'ın tekeline verilme çabaları dahil, Avrupa Birliğindeki gelişmeleri izlemek üzere, son sözlerimizi, şimdilik mahfuz tutuyoruz; ancak, Avrupa Birliği ilişkileri ile Avrupa ülkeleriyle aramızdaki ikili münasebetleri, ayrı ayrı değerlendirdiğimizi de, buradan ifade etmek istiyoruz.

Ayrıca, Avrupa Konseyi, 12 Martta, Türkiye'nin haklı olarak katılmayı reddettiği bir toplantıyla takvim uygulamasına geçecektir. 30 Martta, Avrupa Birliği üyesi 15 asil ve 11 aday ülke ortak toplantı yapacaktır. 9 Nisanda da, bizim karşımızda, Katolik kliğinin yanısıra, Avrupa Birliği içerisinde bir Ortodoks kliği oluşturmaya çalışan Yunanistan'ın desteklediği ve Türkiye'yi çok yakından ilgilendiren Güney Kıbrıs Rum kesimiyle aday ülke görüşmeleri başlayacaktır.

Sayın Başkan, kıymetli milletvekilleri; beklentimiz odur ki, genel görüşme kararı alan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Avrupa Birliğindeki gelişmeleri de yakından izleyerek, gündemini netleştirecektir. Bu toplantıların neticeleri, Hükümetimiz başta olmak üzere, Türkiye cumhuriyetinin tavrının net belirlenmesini de sağlayacaktır. Türkiye, Avrupa Birliği üyesi olsun olmasın, tam demokrasi, inanç hürriyeti, insan hakları ve hukuk devleti normlarını baz alarak, modern bir ülke olma çabalarını sürdürmeye devam edecektir; bundan kimsenin şüphesi olmasın. Cumhuriyetimizin yetmiş yıllık emeği ve kırk yılı aşkın çabamız da bunun en bariz göstergesi sayılmalıdır. Kırk yıllık emeğimizle oluşan çabalarımızın, gerek uluslararası hukuk gerekse milletlerarası ilişkiler açısından görmezlikten gelinmesine asla izin veremeyiz; bu, bizim en doğal hakkımızdır.

Sayın milletvekilleri, bu genel görüşmeyle ilgili, mutabakat içinde hazırlanan bir ortak metinle, Parlamentomuzun sesinin dünyaya duyurulmasını ve bu vesileyle yapılan görüşmelerin ülkemize, milletimize hayırlı olmasını Yüce Allah'tan temenni ediyor, saygılar sunuyorum. (DTP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Işık.

Doğru Yol Partisi Grubu adına, Sayın Nahit Menteşe; buyurun efendim.

DYP GRUBU ADINA NAHİT MENTEŞE (Aydın) – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Lüksemburg'daki karardan sonra, böyle bir genel görüşmenin gündeme getirilmiş olması gerçekten bizi memnun etmiştir.

Esasen, biliyorsunuz, hepimiz, bu karardan, büyük Türk Milleti olarak rencide olduk, kırıldık; ama, değerli arkadaşlarım, bu kırgınlığımızın yanında, Hükümetin de hezimetini ifade etmek istiyorum. Yani, dışlanan sadece Türkiye değildir, Ankara dışlanmıştır. Bu böyledir değerli arkadaşlarım. Neden böyle: Bakınız, hafızalarımızı biraz tazelemek icap ediyor. Sayın Başbakan Mesut Yılmaz, Kohl'a gittiği zaman, Almanya'ya gittiği zaman, Türkiye'de öyle bir atmosfer yaratıldı ki, Sayın Yılmaz, Almanca olarak Kohl'a hitap edecek ve Kohl, bütün meseleleri bitirecek! Alman şansölyesi Kohl, gerçekten, Sayın Yılmaz'ı kabul etmiş, sırtını okşamış; fakat, hiçbir şey vermemiştir değerli arkadaşlarım; ama, o gün yazılanlara bir bakınız, neler yazılmış.

Tabiî, bunu söylemek mecburiyetindeyim; devlet adamı, onbeş gün sonrasını görmek mecburiyetindedir; hele hele, başbakan olan bir devlet adamı... Türkiye'yi temsil eden Başbakan Mesut Yılmaz, onbeş gün sonrasını, önünü göremezse, gerçekten, bu, üzücü bir keyfiyettir.

Bakınız, Sayın Mesut Yılmaz ne diyor: "İstediğimizi aldık." "Yılmaz, dün görüştüğü Alman Başbakanı Kohl'den Avrupa Birliği için destek kopardı ve beklediğimiz oldu; Almanya'dan istediğimizi aldık." Bir gazete başlığı bu.

HACI FİLİZ (Kırıkkale) – Hangi gazetede?

NAHİT MENTEŞE (Devamla) – Hürriyet Gazetesinde.

Yine, kendi demeçleri: "İstediğimizi aldık." Yine, Hürriyet Gazetesinin bir başka yazısı: "Nihaî karar aralıkta." Yani, o kadar eminiz ki, nihaî karar mutlak alınacak ve 12 devletin içinde, Türkiye, 5 inci sırada olacak. Esasen, Amsterdam'da daha evvel böyle bir hava yaratılmıştı, böyle bir imkân yaratılmıştı.

Değerli arkadaşlarım, elbette, iştirak ediyorum; Hıristiyanlardan müteşekkil bir topluluk; bunu kabul ediyorum...

HALİT DUMANKAYA (İstanbul) – Tansu Hanım...

BAŞKAN – Sayın Dumankaya, lütfen müdahale etmeyelim.

NAHİT MENTEŞE (Devamla) – ... Ama, değerli arkadaşlarım, biz, birtakım milletlerarası topluluklara daha önce de girdik. 1950 sonrası, Demokrat Parti iktidara geldiği zaman, o zamanki muhalefetin söylediklerine bir bakınız, açınız gazeteleri, neler diyorlar orada; ama, söke söke, Müslüman olmasına rağmen, NATO ittifakına girmiştir Türkiye ve merhum Sayın İnönü, başlangıçta çok kötümser olduğu halde, sonradan gelmiş, Demokrat Parti Hükümetini hararetle tebrik etmiştir.

Yine, gümrük birliği... Gümrük birliğine girmeden önce az mı laf edilmiş. Kolay bir mesele olmadığı defaatle dile getirilmiştir; ama, o zamanın Başbakanı ve Dışişleri Bakanları, gerçekten büyük gayret sarf etmek suretiyle, Türkiye'yi gümrük birliğine sokmuşlardır. Gümrük birliği de, o Hükümet tarafından büyük başarıdır. Esasen, gümrük birliği birinci aşama; ikinci aşama, Avrupa Birliğiydi; ama değerli arkadaşlarım, Başbakan Sayın Mesut Yılmaz'ın Almanya'ya giderken yapmış olduğu beyanlarına dikkat ederseniz, gerçekten, olumsuz davranışları tespit etmiş olursunuz. Ne diyor: "Girsek de olur girmesek de olur" veyahut da "Avrupa Birliği için özel bir statüyü de kabul edebiliriz." Giderken, bu atmosferde gidiyorsunuz, böyle beyanlarla gidiyorsunuz; ondan sonra, elbette, bu sonuç olacaktı.

Bakıyorsunuz, yine bir gazete başlığı: "Kohl, Yılmaz'ı Cesaretlendirdi." Bir başka gazetede "Olağanüstü İlgi." İşte, büyük başlıklar, sürmanşet... “Bonn'da Başbakan Yılmaz'ı olağanüstü bir ilgiyle karşılayan "Atatürkçü Türkiye'nin koruyucusu" diye tanıtan Alman Hükümeti, Parlamento ve iş çevreleri, övgülerini art arda sıraladılar." "Toffler: Atatürk'ün miras bıraktığı laik ve demokratik Türkiye'nin sizin yönetiminizde olmasını sevinçle karşılıyoruz." "Genscher: Türkiye'nin Başbakanı olarak görmekten çok memnunuz." Bütün bu beyanlar, daha evvel, hep yapılmıştır.

Yine, bir başka gazetenin başlığı: "Kohl'den AP jesti.

TAHSİN IRMAK (Sıvas) – Hangi gazete Sayın Bakanım?

NAHİT MENTEŞE (Devamla) – O, Milliyet efendim.

"Yılmaz-Kohl zirvesi sıcak geçti." "12 nci adaylık için Bonn destek verdi." Sayın Başbakanın beyanları bunlar. "Türkiye'nin Avrupa kimliği teyit edildi."

Yine, bir başka gazete: "Avrupa kimliğine onay. Kohl'le görüşen Yılmaz, Avrupa Birliğiyle ilgili asıl siyasî kararın kasımdaki ikinci zirvede verileceğini söyledi."

Konuşma sürem çok kısa olduğu için, bunları, teker teker okuma imkânına sahip olamıyorum.

Değerli arkadaşlarım, bugün varılan sonuç gerçekten üzücü. Biz, genel görüşme açılmasını bilhassa istemekteyiz. Arkadaşlarımızın söylediği gibi, buradan millî bir mutabakat doğsun. Millî bir mutabakat neticesinde, yine, yeni imkânlar yaratmış olabiliriz.

Ama, Sayın Başbakan, yine beyanlarda bulunuyor. Ne diyor; "Altı ay sonra eğer yeniden karar gözden geçirilmezse, biz yokuz ve ayrılacağız; müracaatımızı geri çekeceğiz."

YUSUF SELAHATTİN BEYRİBEY (Kars) – Ne var bunda?

NAHİT MENTEŞE (Devamla) – Ama, bir başka Hükümet üyesi, Başbakan Yardımcısı "olmaz öyle şey" diyor; Dışişleri Bakanı başka türlü konuşuyor, Sanayi ve Ticaret Bakanı bir başka türlü konuşuyor. Hani, geçen gün, Sayın Genel Başkanımız, burada, ekonomi için, Hükümetin tavrını "Bremen mızıkacıları konseri gibi" diyerek ifade ettiler ya; aynı şekilde, dışpolitikada da, Hükümet, bir Bremen mızıkacılarının konserini hatırlatmaktadır. (DYP sıralarından alkışlar)

Bugün, vazgeçmemiz mümkün değil, bu ekonomik topluluklardan vazgeçmemiz mümkün değil. Bir tarafta Avrupa Birliği, diğer tarafta NAFTA, diğer tarafta APEC. Peki, bunların hangisine gireceksiniz?! Hangisine gireceksiniz?!. Esasen, İslam Birliği de sizi dışlamış. Bizim, hemen hemen, ticaret hacmimizin yüzde 63'ü Avrupa Birliğiyle. Biz, Avrupa Birliğine önemli ihracatta bulunuyoruz. Avrupa Birliğinin ticaret hacmi ise, bize karşı, yüzde 2.

Onun için, birtakım gereksiz sözlere lüzum yoktur değerli arkadaşlarım. Dışişleri Bakanlığı yapmış, şimdi Başbakan mevkiinde bulunan bir kişinin Kinkel'e karşı söylediği sözler diplomasiye aykırı, nezakete aykırı. Başbakan mevkiindesiniz... Aynı zamanda, yine de Lüksemburg...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Menteşe, lütfen, toparlayınız.

NAHİT MENTEŞE (Devamla) – Değerli arkadaşlarım, toparlamak oldukça zor; ama, bir dakika içerisinde... Çok kısa zaman. İnşallah, bu genel görüşme açılacaktır; ondan sonra, uzun uzun görüşeceğiz.

Ben, öfkeyle sonuca varılması kanaatinde değilim. Elbette onurumuzu muhafaza edeceğiz, elbette tepkimizi diplomatik yollardan, diplomasi lisanıyla göstereceğiz; fakat, ikide bir içpolitikaya ithaf eder tarzda bulunursanız, o takdirde, biz, itiraz ederiz.

Hani, insan hatırlıyor... Sayın Yılmaz’ın beyanı: Susurluk meselesini "yirmi gün içinde çözerim, eğer ben Hükümet olursam."

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Menteşe.

YUSUF SELAHATTİN BEYRİBEY (Kars) – Dışpolitikayla Susurluk'un ne alakası var?!

NAHİT MENTEŞE (Devamla) – Hükümet olduktan sonra, onbeş gün zarfında, ben bunu çözerim...

BAŞKAN – Sayın Menteşe, teşekkür ediyorum

NAHİT MENTEŞE (Devamla) – Değerli arkadaşlarım, ben, bir tespiti yapıyorum.

BAŞKAN – Sayın Menteşe, teşekkür ediyorum.

YUSUF SELAHATTİN BEYRİBEY (Kars) – Bitti... Bitti...

NAHİT MENTEŞE (Devamla) – Bundan sonra...

BAŞKAN – Sayın Menteşe, teşekkür ediyorum; süremiz doldu.

NAHİT MENTEŞE (Devamla) – Saygı duyduğumuz Başbakanımız...

BAŞKAN – Sayın Menteşe... Sayın Menteşe...

NAHİT MENTEŞE (Devamla) – ... Türk Hükümetini temsil ettiğine göre, bu türlü davranışlarda, ben, sizin de içinizin sızladığını biliyorum.

BAŞKAN – Sayın Menteşe, teşekkür ediyorum.

NAHİT MENTEŞE (Devamla) – Hepinize sevgi ve saygılarımı sunarım değerli arkadaşlar. (DYP ve RP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Gruplar adına başka söz talebi var mı efendim? Şahıslar adına söz taleplerine geçmek üzereyim.

TEMEL KARAMOLLAOĞLU (Sıvas) – Refah Partisi Grubu adına, Abdullah Gül...

BAŞKAN – Refah Partisi Grubu adına, Sayın Abdullah Gül; buyurun. (RP sıralarından alkışlar)

RP GRUBU ADINA ABDULLAH GÜL (Kayseri) – Sayın Başkan, değerli arkadaşlarım; hepinizi saygıyla selamlayarak sözlerime başlamak istiyorum.

Avrupa Birliğinin sınırlarının belirtilmesiyle ilgili olan Lüksemburg zirvesi, maalesef, Türkiye için bir hüsran olmuştur. Şüphesiz ki, Türkiye olarak, bundan hepimiz üzgünüz. Türkiye'nin böyle bir duruma düşürülmüş olması, düşmesi, Türkiye'de herkesin sorunudur ve burada, biraz da insaflı davranmak istiyorum. Bu mesele, sadece bu Hükümetin meselesi de değildir, sadece bu Hükümetin aldığı bir netice de değildir; ama, bizim için çok daha korkunç olan, bizim için çok daha acı olan, Türkiye'nin bundan önceki hükümetlerinin, Türkiye'nin şimdiye kadar takip ettiği politikaların topyekûn iflasının neticesidir. O açıdan, burada, bunun, sadece bir hükümetin yıpratılması meselesi olarak değil, bütün Türkiye'nin topyekûn dışpolitikasının gözden geçirilmesi şeklinde ele alınması gerektiğine inanıyoruz.

Bu meselenin böyle olacağını herkes biliyordu. Avrupu Birliğini takip eden herkes böyle bir neticenin çıkacağını biliyordu; ama, buradaki hata şu: Halka, Türk Milletine yalan söylendi, aldatıldı, doğrular söylenmedi. (RP sıralarından alkışlar) Sanki, Türkiye, Avrupa Birliğine girdi, girecek, girmek üzereymiş gibi hep böyle imajlar verildi, hep böyle havalara sokuldu. İşte, onun için, bugünkü hüsranın da derinliği, hezimetin de büyüklüğü artmaktadır.

Bugünkü Hükümetin bir hatası, tabiî, şu: Toplu bir dışpolitika ortaya konulamadı. Bir taraftan, Başbakan çok farklı konuşurken, Dışişleri biraz daha farklı konuşuyordu. Mesela, Sayın Bakan "Yediyüz yıllık birikimle Avrupa'ya gidiyorum" derken, Başbakan, yetmiş senelik bir ülkenin başbakanı, çok ufak bir ülkenin başbakanı gibi konuştu hep. Bütün bunlar, tabiî, Türkiye'de farklı seslerin çıkmasına sebep oldu. Bunun böyle olacağını görmek gerekirdi. Biz, Refah Partisi olarak, gördüğümüz için, Türkiye gümrük birliğine girerken burada çok tartıştık; o zaman -gümrük birliğine karşı çıkarken- dedik ki: "Bakın, Türkiye, gümrük birliğine girecek ve orada durdurulacak; ama, Avrupa Birliğine giremeyecek; çünkü, Avrupa, Türkiye'yi tam içine almak istemiyor; ama, tam dışında da bırakmak istemiyor. Öyle bir mekanizma oluşturmak istiyor ki, Türkiye'yi, hem yörüngesinde tutmak istiyor hem de Avrupa'nın bütün nimetlerinden faydalandırmak istemiyor." Bizim bu kritiklerimiz, bu tenkitlerimiz o zaman, hep, Avrupa düşmanlığı olarak yorumlandı; ama, bugün geldiğimiz nokta da odur. İşte görüyorsunuz ki, Türkiye, ekonomik olarak sömürülüyor. Türkiye'nin gümrük birliğinden dolayı kaybını hesaplarsanız, kaç milyar dolar çıkıyor ortaya; ama, hiçbir zaman da içeri girilemiyor. Bunu, yine bilmek gerekirdi; çünkü, Avrupa'nın önde gelen liderleri, siyasî liderleri bunu açıkça söylüyorlardı. İster sosyalist liderler olsun ister muhafazakâr liderler olsun, hepsi de "Avrupa medeniyetinin temeli, Hıristiyan kültürüdür, Hıristiyan medeniyetidir" diyorlardı. Bunların içerisinde tek tük bazı farklı sesler de, tabiî, çıkıyordu; ama, ana akım, hem sosyalist akım hem de muhafazakâr akım, Türkiye'yi Avrupa Birliğine almak şeklinde değildi.

Şimdi, bunları, Türkiye göremedi veya gördü devlet adamları, gerçekleri halkımızdan sakladı ve Türkiye'yi Avrupa'ya mecbur etti, indeksledi. Avrupa'nın dışında başka köşelerle, başka ülkelerle temaslar kurulduğunda da, hep bunlar lekelendi. İslam ülkeleriyle ilişkilerimizi biraz geliştirelim, Pasifiklere gidelim, Okyanuslara gidelim deyince, bunlar, hep, irticayla, yobazlıkla, gericilikle bağdaştırıldı. Hatırlayın, geçen sene, Endonezya'ya giderken atılan manşetleri. "Yamyamlar ülkesine gidiyor Erbakan" diye manşet atmıştı Türkiye'nin en büyük gazeteleri ve en büyük televizyonları. Dolayısıyla, bunun böyle olacağı bir gerçekti.

Şimdi, burada, dediğim gibi, önemli olan, sorumluluk Türkiye'de. Biz, Avrupa Birliğiyle ilişkilere Roma Antlaşmasıyla başladık, sonra Ankara Antlaşması imzalandı. Kaç sene geçti; 34 sene geçti, 34 sene. 34 sene önce, bu kulübün şartları yazılmış orada “bu şartlar şunlardır” denilmiş: Arkadaş, sen, bu kulübe üye olmak istiyorsan, bir, ekonomini düzelt; iki, demokratik bir ülke ol. Militarist demokratik bir ülke değil; gerçek anlamda sivil, demokratik bir ülke ol. (RP sıralarından "Bravo" sesleri, alkışlar) Hürriyet ve özgürlüklerde standardın, böyle, bugünkü gibi olmasın, bir serbestlik olsun, bir ülkede -Türkiye'de -sivil bir yapılanma olsun.

Size, 34 sene hazırlık safhası vermişler, 34 sene içerisinde her şeyin tersini yapmışsınız. Her şeyden önce, üç kez askerî müdahaleye uğramışsınız.

YUSUF SELAHATTİN BEYRİBEY (Kars) – "Siz" derken, biz demek istiyorsunuz.

ABDULLAH GÜL (Devamla) – Biz diyorum tabiî, Türkiye olarak_ Size başında söyledim. Benim burada bir hükümet yıpratma politikam yok ve bunu, sadece sizin Hükümetinize de yüklemiyorum, bundan önceki hükümetlerin hepsinin hatasıdır diyorum.

Ülkede en az üç kez askerî müdahale olmuş. Bugün, Türkiye'nin en büyük partisinin başkanı, Mecliste yaptığı konuşmalardan dolayı yargılanıyor. Refah Partisi davasında en önemli madde ne; Mecliste Genel Başkanımızın yaptığı konuşmalar. Demokratikleşme paketi_

Tabiî öyle, gülmeyin bana; alın da bir okuyun. Yarın, bakalım, neticeler çıkınca göreceksiniz. Siz, bunlardan bihaber kalıyorsunuz; ondan sonra da, Avrupa Birliğine gireceğim, Avrupa Birliğine gireceğim... Avrupa Birliği, sadece ekonomik işbirliği teşkilatı değil; demokrasi standardı olan, insan hakları standardı olan, özgürlüklerde açılımı olan bir birlik. Aslında bu haliyle Türkiye'yi sokmak isteyenler hesap vermek zorundadır, Türkiye'yi bu hale düşürenler hesap vermek zorundadır. (RP sıralarından alkışlar) Bizim, aslında, bunları konuşmamız gerekir tabiî.

Türkiye'ninki, sadece, tabiri caizse, platonik bir aşk; ben Avrupa Birliğine gireceğim, gireceğim, gireceğim... Kardeşim, gireceksin de, ne yapıyorsun girmek için? Avrupa Birliğine girmenin şartları da ortada; otur karşılıklı, ikna et. Adam, ille de senden vermeyeceğin tavizleri istiyorsa, kendini mecbur hissettirme oraya. Bütün bunları yaptı Türkiye. (RP ve DSP sıralarından alkışlar)

Biraz önceki arkadaşlarımın da söylediği gibi, Sayın Başbakan Almanya'ya gitti "istediğimiz her şeyi aldık" dedi. Alman Başbakanının yerinde olsam, ben de, sen bununla tatmin oluyorsan, ben seni niye Avrupa Birliğine alayım; bu kadar problemin var; üstelik, ölçülerin de bana uymuyor derim. "Biz her şeyi aldık" dedi, sonra açıkladı: "Avrupalı olduğumuzu teyit etti." Bu sana yetiyorsa, yeter işte...

Bugün de aynı hatayı görüyoruz. Bakın bakalım bugünkü gazetelerin manşetlerine; Amerika seyahati için ne diyorlar. Bakın, okuyayım; insan, doğrusu, hayretler içerisinde kalıyor: "Yılmaz, Beyazsaraydaki zirvede istediğini aldı."

HACI FİLİZ (Kırıkkale) – Hangi gazete?..

ABDULLAH GÜL (Devamla) – Ne aldı?! Ne aldı?! Görüyoruz, bu gazetelerin- yine bu palavracıların- içerisindeki ciddî yazarları da okuyoruz ve diyorlar ki: "Nasihat..." O nasihati almak için Amerika'ya gitmeye gerek yoktu; biz burada veriyoruz kaç gündür bu nasihatleri. (RP sıralarından "Bravo" sesleri, alkışlar; ANAP ve DSP sıralarından gürültüler) Tabiî veriyoruz.

Aynı mahçubiyete düşecek... Bakın, böyle devlet adamlığı da olmaz. Ne olursa olsun; seçilmiş bir Başbakan olmasa da, atanmış bir Başbakan da olsa, tabiî ki, şu anda, Türkiye'yi temsil ediyor; Türkiye'nin Başbakanı. Şimdi, böyle bir Başbakanın, bu şekilde ciddiyetsizlik içerisinde bulunması doğru değil. Siz, 34 senedir sevdalı olacaksınız, her şeyinizi ona bağlayacaksınız, ondan sonra "altı ay içerisinde şunu yapmazlarsa, biz geri alırız" diyeceksiniz. Kim oluyorsun ki sen, geri alıyorsun; Meclisteki çoğunluğun ne, halk içerisindeki çoğunluğun ne, halk içerisindeki desteğin ne ki, böyle önemli kararları alabiliyorsun?! (RP sıralarından alkışlar) Tabiî, buna da cevabı veriyorlar. Siz, yine, bakmayın Türkiye'de böyle ısmarlama attırılan manşetlere, yazılara. Washington Post'u, New York Times'ı okursanız, Başbakan oradayken Türkiye'yle ilgili neler yazıldığını acı acı seyredeceksiniz.

Değerli arkadaşlar, o açıdan, gerçekçi olmamız gerekir. Tabiî ki, Avrupa bizim için önemlidir. Şu anda, Türkiye'nin toprağının bir kısmı Avrupa'dadır; ama, seksen doksan sene önce, çok daha büyük bir toprağımız Avrupa'daydı. Türkiye'ye, Osmanlı İmparatorluğu batarken bile "Avrupa'nın hasta adamı" deniliyordu. Bakın, Türkiye, bugün bile Avrupalı sayılmıyor Avrupalılar nezdinde; ama, bazılarının beğenmediği o Osmanlı Devleti, hastayken bile "Avrupa'nın hasta adamı" diye...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Gül, lütfen, 1 dakika içerisinde toparlayın.

ABDULLAH GÜL (Devamla) – Peki efendim. Hemen bitiriyorum.

Değerli arkadaşlar, Avrupa bizim için önemli, ilişkilerimizi soğukkanlı bir şekilde, sıhhatli bir şekilde geliştirmemiz gerekir.

İslam Konferansı Teşkilatında da çok büyük bir hata oldu. Türkiye, en önemli ülkesidir ve Türkiye, fiilen, zaman zaman liderlik yapmıştır; fakat, Sayın Cumhurbaşkanının bu son gezisi, maalesef, yine, Türkiye açısından iyi olmamıştır. Geçen sene, Refahyol Hükümeti zamanında, Türkiye'de zirve toplantıları yapılıyordu. 800 milyonu temsil eden ülkelerin 8 devlet başkanı, bizim Hükümetimiz zamanında İstanbul'da toplandı. Şimdi, Türkiye, zirve toplantılarını terk eder hale geldi, erken ayrılır hale geldi. Bunlar, hep, bugünkü hatalardır; çünkü, Cumhurbaşkanını yolcu ettiğiniz gün, dahiyane bir planlamayla, İsrail Savunma Bakanını çağırdınız Türkiye'ye; başka bir gün gelebilirdi, önce gelebilirdi, sonra gelebilirdi. Bütün bunların konuşulması gerekir. O açıdan, biz, böyle bir teklifi destekliyoruz.

Saygılar sunarım. (RP ve DYP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Gül.

Cumhuriyet Halk Partisi Grubu adına, Sayın Altan Öymen. (CHP sıralarından alkışlar)

AHMET SEZAL ÖZBEK (Kırklareli) – Arkadaşlar, böyle önemli bir konuda, iktidar grubundan 25-30 sayın milletvekili var. Düşünün yani... Şu gayri ciddiliğe bakın!. (DYP sıralarından "Bravo" sesleri, alkışlar)

BAŞKAN – Buyurun Sayın Öymen.

AHMET SEZAL ÖZBEK (Kırklareli) – Sayın Meclis Başkanımıza teşekkür ederim; sağ olsunlar, gelmişlerdir.

BAŞKAN – Sayın milletvekili... Lütfen...

RAMAZAN YENİDEDE (Denizli) – Yahudi lobisinden madalya almaya gittiler, burada ne işleri var!.

BAŞKAN – Sayın Yenidede... Sayın Yenidede... Lütfen!..

Buyurun Sayın Öymen.

CHP GRUBU ADINA ALTAN ÖYMEN (İstanbul) – Sayın Başkan, sayın arkadaşlarım; Başkanlığa verilmiş olan iki genel görüşme önergesi üzerinde, Cumhuriyet Halk Partisinin görüşlerini açıklamak üzere huzurunuzdayım; Yüce Heyetinizi saygıyla selamlarım.

Bu konuları, dışpolitika konularını görüşmemiz, bu iki genel görüşme önergesi üzerine oluyor. Bu önergelerde, çeşitli dışpolitika konularına değiniliyor; fakat, asıl, Avrupa Birliği konusu, doğal olarak önplandadır; çünkü, bu konu, şu sırada, en güncel olan, en hassas olan dışpolitika konumuzdur. Sayın Başkan, sayın arkadaşlar; sormak istiyorum: Acaba, bu konu, burada, bu hassasiyetine uygun bir şekilde mi görüşülüyor?

Sayın Dışişleri Bakanı, burada yaptığı konuşmada, dedi ki: Dışpolitika, gücünü mutlaka Meclisten almalıdır sadece sınırlı kişilerin ilgi alanı olmamalıdır; bu, bizim çocuklarımızın geleceğidir, halkımızın ekmeğidir; dışpolitika, mutlaka halkımızın iştirakiyle, Meclisimizin iştirakiyle oluşturulmalıdır. Bu anlamda sözler söyledi. Peki, ama, dışpolitikanın gücünü Meclisten almasının ve Meclisle birlikte oluşturulmasının yolu, buraya getirilmiş olan genel görüşme önergeleri üzerinde, onlarda yapılmış olan ithamlara cevap vermekten ibaret midir?!

İçtüzüğümüzde bir yol var. Hükümet, bu gibi önemli konularda, gelir, burada açıklama yapar; arkasından, bütün siyasal parti gruplarına söz hakkı doğar; bu hak kullanılır ve hiç olmazsa, böyle acil, güncel konularda Meclisin bir fikir teatisinde bulunması imkânı ortaya çıkmış olur. Hükümet, bu yolu, geçen cumartesi gününden beri uygulamamıştır. Eğer, bu genel görüşme önergeleri olmasaydı, belki, gene de buna lüzum görmeyecekti. Kaldı ki, sadece Mecliste görüşülerek, bu gibi yolların kullanılarak bu meselelerin oluşturulması bir yana, ayrıca, siyasal partiler arasında temaslar da var; eğer, Sayın Bakanın dediği gibi, dışpolitika, mutlaka Meclisten destek alması gereken bir uğraş alanıysa. Bu da yapılmamıştır. Hükümeti, hiç olmazsa, bundan sonrası için, bu gereğe, kendisinin ifade ettiği gereğe uymaya davet ediyoruz.

Burada yapılan konuşmalara gelince: Bunlar da, tabiî olarak, asıl konumuzun, genellikle, dışında olmuştur. Sayın Dışişleri Bakanının konuşmasında "Avrupa Birliği" sözü, genel görüşme önergesinde yazılan bir söze cevap vermek için geçmiştir, diğer bütün konulara değinmiştir. Halbuki, Avrupa Birliğiyle ilişkilerimiz konuşuluyorsa eğer burada, konuşulması gereken bir iki şey var: Bir tanesi, Lüksemburg kararıdır; bir tanesi de, Hükümetin buna karşı yaptığı açıklamadır. Hükümetin resmî bir açıklaması var; burada birtakım tavırlar ortaya koyuyor. Bunlar, Başbakan tarafından, metinden okunmuştur. Yani, bir Hükümet kararıyla oluşmuştur; Bakanlar Kurulu toplanmış, onun arkasından, bunlar, bütün dünyaya ve Türkiye'ye açıklanmıştır. Bu kararları izah etmeliydi Sayın Dışişleri Bakanı ve aynı zamanda da, bu kararların açıklanmasından sonra olan gelişmeleri burada izah etmeliydi; çünkü, bu kararların özeti belli. Haklı olarak, Hükümetin yaptığı açıklamadaki kararlarla, Lüksemburg Zirvesinde ortaya çıkan durum protesto ediliyor. Lüksemburg zirvesinde, gerçekten, Türkiye'ye karşı, ne Avrupa Birliğinin kendi kurallarıyla bağdaşabilecek ne bizim Avrupa Birliğiyle olan hukukumuzla uyuşabilecek ne de akılla ve mantıkla bağdaştırılması mümkün olan birtakım düzenlemeler yapılmıştır. Bu düzenlemelerde, 35 yıldan beri Avrupa Birliğiyle ortaklık anlaşması bulunan Türkiye diğer 11 üyenin arasına alınmamış; o iki bekleme odasının da içine alınmamış, bir üçüncü bekleme odasına konulmuştur. Öbürleri, artık , Birliğe adaydırlar. 6'sının gireceği zaman, aşağı yukarı bellidir; ötekilerinin de, müzakere sürecinin başlaması öngörülmüştür. O arada, gerekli ekonomik ve teknik yardımlardan geniş ölçüde istifade edecekler. 7 sene içinde, toplam olarak 125 milyar dolar olacağı tahmin edilen fonlardan istifade edeceklerdir. Yalnız, bu istifade, Sayın Başbakan Yardımcısının açıkladığı gibi 1 yıl içinde değil, 7 sene içindedir. Türkiye ise, orada, ana sınıflara devam etmek için bir hazırlık sınıfında okur gibi durmaya devam edecektir. Gerçi, onun için de bazı programlar konulmuştur; ama, bunlar, tabiî, yeterli değildir, ortadaki ayrımcılığı ortadan kaldıracak nitelikte değildir.

Şimdi, bu karara elbette tepki gösterilmelidir; ne Türkiye bunu hak etmiştir ne de Avrupa Birliğinin kendi standartları böyle bir kararı almaya müsaittir. Hükümet açıklaması, bu tepkileri belirttikten ve bence, gayet güzel bir şekilde özetledikten başka, şu noktayı belirtiyor: "Yalnız bizim Avrupa Birliği ilişkilerimiz bir hakka dayanmaktadır. Türkiye, Avrupa Birliğine tam üyelik adaylığını 1963 Ankara Antlaşmasından kaynaklanan bir hak olarak görmektedir. Bunu diyor ve arkasından ilave ediyor: "Türkiye, Avrupa Birliğiyle bütünleşme iradesini, Lüksemburg zirvesinde ortaya konulan tutuma rağmen sürdürecektir." Yani, Avrupa Birliğiyle belirli konulardaki siyasal diyaloğu kesecektir, sonra- Hükümetten ayrıca açıklandığına göre, Başbakanın ayrıca açıkladığına göre -Avrupa Konferansına katılmayı, eğer bu tutum böyle devam ederse, reddedecektir; fakat, Birliğe katılma iradesini bir hak olarak sürdürecektir. Bildirinin ortaya koyduğu en önemli noktalardan biri budur.

Hal böyleyken, bakıyorsunuz, Sayın Başbakan, Amerika'ya giderken, uçakta veya hava meydanında bir demeç veriyor; diyor ki: "Ben, eğer Avrupa Birliği hazirana kadar tutumunu değiştirmezse, Avpura Birliğine yaptığım müracaatı geri alırım." Böyle bir şey bildiride yok; ayrıca, bildiriden demin okuduğum cümlelerle tam bir çelişki oluşturuyor. Kaldı ki, Sayın Başbakan, bu uçak veya havaalanı konuşmasını yaparken, belki de tam o sıralarda, burada Başbakan Vekili olarak konuşan Sayın Başbakan Yardımcısı diyor ki: "Avrupa Birliğiyle ilişkilerimiz konusunda bundan sonra ne yapacağız. Bir kere, Avrupa Birliğinde tam üyelik için başvurumuz geçerli kalacak. Bu, bizim yasal hakkımız. Yalnız, yasalardan- yani bir uluslararası anlaşmadan, 1963 Anlaşmasından- kaynaklanan bir hakkımız değil; ama, yüzyıllar boyunca Avrupalı olmuş, Avrupa'da yaşamış, Avrupayla hemhal olmuş bir ulus oluşumuzun doğurduğu bir hak. Onun için, kimse bizi bu hakkımızdan vazgeçiremez; ister sonuç alalım ister almayalım, görünür veya görünmez gelecekte, üyelik başvurumuz, geçerli olarak gündemde kalacaktır; Avrupa Birliği ülkelerinden birçoğunun vicdanlarını rahatsız etse bile, orada, gündemde kalacaktır."

Şimdi, arkadaşlar, bunlardan hangisi doğru, bizim hangisine inanmamız lazım, dünyanın hangisine inanması lazım? Bu çelişkiyi, Hükümetin, herhalde, mutlaka, bir an önce, gidermesi lazım. Gerçi, Hükümetin diğer iki ortağının liderleri, bu açıklama ortaya çıktığı zaman, Başbakanın bu uçak ya da havaalanı açıklaması ortaya çıktığı zaman dediler ki: "Bizim bundan haberimiz yoktu." Sayın Cindoruk dedi ki: "Biz, böyle bir şeyi zaten kabul edemeyiz." Sayın Ecevit, zaten bu beyanı yapmış bulunuyordu. O da "herhalde Sayın Başbakanın kendi düşünceleridir" dedi.

Şimdi, bu ve benzeri durumların ortaya konulması lazım; Hükümet açıklaması, Bakanlar Kurulu kararı halinde ortada iken.

Sadece bu değil; yine, Sayın Başbakanın ve bazı sayın bakanların beyanları var. Bunlar, yine, bu bildiriyle pek alakası olan şeyler değil. Orada, Avrupa Birliğine karşı bazı tedbirler, bazı yaptırımlar öngörülüyor. İşte, ithalatı Habur Kapısına çevirirmişiz... Bunlar, bu bildirimin, hakikaten dengeli gibi görünen üslubuna, Bakanlar Kurulu kararı olan şekline, sonuçlarına uygun değil. Sayın Dışişleri Bakanının, burada yaptığı konuşmada, her şeyden önce, bunları açıklaması gerekirdi.

BAŞKAN – Sayın Öymen, 1 dakika içerisinde toparlayın.

ALTAN ÖYMEN (Devamla) – Toparlıyorum.

Umarım, bundan sonraki Dışişleri Bakanlığı bütçesinde bunları açıklar; biz de, bu çelişkilerin aslının ne olduğunu öğrenme imkânını buluruz.

Sayın arkadaşlar, bu 10 dakika içerisinde, sadece Avrupa Birliği konusunu gereği gibi ele alıp, üzerinde konuşmak ve söylenecekleri bitirebilmek kolay değil; fakat, bundan sonra Dışişleri Bakanlığı bütçesi olacağı için ve bugünkü en güncel, en hassas konumuz -başlangıçta söylediğim gibi- bu olduğu için, orada, bu konudaki görüşlerimizi açıklamaya devam edeceğiz.

Teşekkür ederim arkadaşlar. (CHP, DYP ve DSP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Öymen.

Demokratik Sol Parti Grubu adına, Sayın Atilla Mutman; buyurun efendim. (DSP sıralarından alkışlar)

DSP GRUBU ADINA ATİLLA MUTMAN (İzmir) – Sayın Başkan, sayın miletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Avrupa Birliğine ilişkin genel görüşme açılması için verilmiş önergeyle ilgili söz almış bulunuyorum.

Biliyorsunuz, Avrupa Birliği, hep birlikte üzüntü duyduğumuz haksız bir karar almıştır; fakat, çok saygı duyduğum Sayın Nahit Menteşenin son gelişmelerle ilgili "bu Hükümet hezimete uğradı" demesi, Lüksemburg kararları kadar büyük haksızlık taşımaktadır.

İSMET ATTİLA (Afyon) – ANAP'a söyledi, ANAP'a...

ATİLLA MUTMAN (Devamla) – Çünkü, biz, geçmiş yılları çok iyi biliyoruz. Geçmiş yıllarda, özellikle, dışpolitikalar, dış konular, bu Meclisten kaçırılmaya çalışılıyordu ve çok önemli konularda dahi -Gümrük Birliği Antlaşması yapılmadan önce- çok acil önemi var dediğiniz konularda dahi, bu Mecliste, bu görüşme yapılmaktan imtina edilmişti; o günleri unutmadık.

Bir de, ayrıyeten, geçen dönem Sayın Dışişleri Bakanımızın, Dışişleri Bakanlığı bütçesinde, kendi bütçesinde, Plan ve Bütçe Komisyonunda olmadığını bilmeyen milletvekili arkadaşlarımız yoktur bu Mecliste. (DSP sıralarından "Genel Kurul salonunda da yoktu" sesleri) Ayrıca, Genel Kurulda da yoktu. Yani, şuna gelmek istiyorum: Eleştiriler yapılabilir; fakat, haksız eleştiriler, o kişiyi haksız durumun içine iter; çok üzüntülerimi belirtiyorum.

Bunun ötesinde, bakın, Sayın Abdullah Gül, özellikle, sanki bu Hükümetin bir ihtiras içinde olup, devamlı, Avrupa Birliğine gireceğiz, gireceğiz, garantisi içinde konuşmuş gibi, burada görüşlerini açıklamıştır; bu da, çok haksız bir davranış.

FARİS ÖZDEMİR (Batman) – Hayır, öyleydi; bütün gazeteler öyle yazdı.

ATİLLA MUTMAN (Devamla) – Oysa, kendi iktidarlarında, kendi iktidarlarının Dışişleri Bakanı Sayın Çiller'in "Türkiye Avrupa Birliğine ya girecektir ya girecektir" sözünü unutmuş durumda hissediyor kendisini ; ama, bu mevcut Anasol-D İktidarı, kesinlikle böyle bir ihtirasın içinde olmamıştır ve özellikle, bütün dış temaslarda "biz, Avrupa Birliğine girmeye hak kazanmışızdır; bu, amaçtır; ihtiras, saplantı değildir" denilmiştir, bunun altı çizilmiştir. Oysa siz, bu söyleyiş şeklini de eleştirmektesiniz; yani, bunu kabul etmek mümkün değildir.

Onun ötesinde, gümrük birliğine nasıl girdiğimizi biz unutmadık. Özellikle 1995 yılında, o günkü iktidar, gümrük birliğini bir aşama olarak görmüş, Avrupa Birliğine girmenin ön aşaması olarak görmüş ve Gümrük Birliği Antlaşması için, özellikle bu olayı da istismar ederek iç siyasete alet etmiş ve neticede, ülkemiz, pazarlık gücünü kullanmadan, çok büyük kayıplarla başbaşa kalmıştır.

Şimdi sizlere soruyorum: Hangi Orta ve Doğu Avrupa ülkesi, gümrük birliği aşamasına tabi tutulmuştur; hiçbirisi. Demek ki, orada çok büyük yanlış yapılmıştır ve bu yanlış, Avrupa Birliğinin malî yükümlülüklerini yerine getirmemesiyle de perçinlenmiştir. Ayrıca, Türkiye’nin dışticaret açığı son iki yılda 5 milyar dolar artmıştır değerli arkadaşlarım.

Bunun ötesinde, Sayın Abdullah Gül, özellikle siz, hani İslam ülkeleriyle çok sıkı ilişkiler içine girmiştiniz, o ilişkileri kurmuştunuz?! İşte, gördük, İslam Konferansı Türkiye'ye iki kınama kararı çıkarmıştır.

MEHMET AYKAÇ (Çorum) – Sayenizde.

ATİLLA MUTMAN (Devamla) – Peki, Türkiye Cumhuriyeti, burada mevcut olan hükümet bazındaki partilere mi bağlıdır; değildir. Demek ki siz, İslam ülkeleriyle de çok sağlıklı ilişkiler ve temaslar kurmamışsınız.

RAMAZAN YENİDEDE (Denizli) – O sizin beceriksizliğiniz, kendi ayıbınız.

ATİLLA MUTMAN (Devamla) – Değerli arkadaşlarım, biliyorsunuz, biz iktidara geldiğimizin sadece 5 gün sonrası, Avrupa Komisyonu, Avrupa Konseyine, genişleme sürecinde, 10+1 ülkeyi almayı kabul etmiş, Türkiye'yi kabul etmemişti. O esnada, özellikle Türkiye'ye, Avrupa Birliğinin üyesi olan 15 ülke de çok soğuk bakıyordu. Tamam, Avrupa Birliği bize yine aday üyelik hakkını vermemiştir Lüksemburg Zirvesinde; ancak, Türkiye, büyük bir gündem oluşturmuştur; o gündemde, özellikle Türkiye'nin yanında olan ülkeler de vardır; ama, sizin müracaatınız yapıldığında, o ülkeler Türkiye'nin karşısında idi; bu gerçeği gözardı edemezsiniz. Özellikle Fransa, İspanya, İngiltere ve İtalya, yakın davranışlar gütmüşlerdir ve çoğu yetkilileri çıkıp "pişman olduk, bizi Kohl engelledi, Yunanistan engelledi" demektedir. Bu bile, bizim bir derece haklı olduğumuz girişimlerimizi desteklediklerini ve manen üzüntü içerisinde ezildiklerini göstermektedir.

Değerli arkadaşlarım, 1-4 Aralık arası, Batı Avrupa Birliği Parlamenter Asamblesinde, biz Avrupa Konseyi üyesi arkadaşlar, özellikle Yunan Başbakanı Simitis'in yaptığı açıklamayı ibretle izledik. O açıklamasında, Yunanistan'ın, Avrupa Birliğinin sınır ülkesi olduğunu, altını çizerek belirtti ve "özellikle Kıbrıs ve Ege sorunları, aynı zamanda, Avrupa Birliğinin genel sorunlarıdır" diye, topu, Avrupa Birliğinin tüm üye ülkelerine attı.

Değerli arkadaşlarım, neticede, Lüksemburg Zirvesi neticesinde, Türkiye'ye uygun görülen yakınlaşma stratejisi içerisinde, 10 tane önkoşul var. Bu 10 önkoşulun 6'sı, tamamen, bizim Yunanistan'la aramızda olan meselelerle ilgilidir; Kıbrıs ve Ege sorunlarıyla ilgilidir. Bu sorunlar üzerinde, Yunanistan da, Türkiye de, eşit sorumluluğa sahiptir; ancak, bize, bir dayatmayla, bu önkoşullar getirilmektedir. Simitis’in yaptığı o konuşmanın akabinde Lüksemburg Zirvesinden çıkan neticeye bakarsak, burada, tamamen, Yunanistan'ın, bu kararları, diğer Avrupa Birliği üyesi ülkelere dikte ettirdiği gerçeğini görmüş oluruz.

Tabiî, burada, insan hakları gibi, azınlıklar gibi, siyasî ve ekonomik reformlar gibi bazı koşullar da mevcuttur. Sadece azınlık hakları, onların düşündüğü gibi, bizim Lozan Antlaşmasında algıladığımız gayri Müslim toplulukların azınlıkları anlamına gelmemektedir. Bu, çok büyük haksızlıktır. Hatta, Simitis, aynı toplantıda yaptığı konuşmada -sanıyorum, Lozan Antlaşmasının altını çizmiş olacak- "1920 yılının anlaşma ve kurallarıyla, çağa uygun tavır ve davranışlar içerisinde olamayız; bütün Ege sorunlarıyla ilgili ihtilaflarımızı, Lahey Adalet Divanına götürmeliyiz" demişti.

Burada, kendimize biraz, insan haklarından pay çıkarabiliriz. Bizim, özellikle belli konularda eksikliklerimiz yok mu; var. Bunlar, enflasyonun yüksek olması, idarî yapılanma ve işsizlik olaylarıdır- ki, Avrupa Birliğinde de bugün 20 milyonu aşkın işsiz bulunmaktadır- bunlar önemli sorunlarımız; ancak, kurulmuş olan Anasol-D İktidarı, birtakım reformları bütçe görüşmelerinden sonra huzurlarınıza getirecek ve bu reformları, iktidar-muhalefet çekişmesine girmeden, memleketin ve milletin menfaatını sağlamak için hep birlikte destekleyeceğimizi umut ediyorum. Örneğin, vergi reformu gelecek, örneğin, sosyal güvenlik kuruluşlarıyla ilgili reformlar gelecek, insan haklarından sorumlu bakanımızın belli yasalarda değişiklik önerileri gelecek. Bunlar, hepimiz tarafından kendimize en uygun yapıyı tesis etmemiz için çok duyarlı olmamız gereken konulardır değerli arkadaşlarım.

Özellikle, Türkiye “biz, Avrupa Birliğine muhtaç değiliz” derken, Türkiye'nin jeopolitik konumunun çok boyutlu olduğunu ifade etmektedir; yani, biz, Avrupa- Asya sürecinde anahtar konumundayız ve bugün, Kafkas cumhuriyetleri, Orta Asya cumhuriyetleri, özellikle Rusya'yla gelişmekte olan ilişkilerimiz, gelecekte önümüzde birçok alternatifin var olduğunu işaret etmektedir.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Mutman, lütfen toparlayalım...

ATİLLA MUTMAN (Devamla) – Şimdi, sadece “sanki bu iktidar, Avrupa Birliğine girmenin manevralarını yapıyor” gibi, bize eleştiride bulunmak, doğru değildir. Avrupa Birliği, ülkemizin siyasî hedefi değil, aynı zamanda 1963 antlaşmalarından doğan hakkımızdır. Biz, bu hakkımızı söke söke almak zorundayız değerli arkadaşlarım; gün, birlik olma günüdür.

Ben, Demokratik Sol Parti Grubu adına, bu konuda genel görüşmenin açılmasını takdirlerinize arz ediyor, hepinize saygılar sunuyorum. (Alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Mutman.

Genel görüşme önergesi üzerinde gruplar adına konuşmalar tamamlanmıştır.

Şimdi, önerge sahibi olarak, Sayın Saffet Arıkan Bedük; buyurun.

Sayın Bedük, süreniz 5 dakikadır.

SAFFET ARIKAN BEDÜK (Ankara) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; genel görüşme önergesi sahibi olarak söz almış bulunuyorum; Yüce Heyetinizi saygıyla selamlıyorum.

"İstiklal ve hürriyet benim karakterimdir" diyen ve bu sebeple de kendi insanına hürriyetlerin en geniş anlamıyla sunulmasında gayret gösteren ve tarihî geçmişi itibariyle de buna önem veren Büyük Türk Milletinin, mensubu olmakla gurur duyduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti, gerek iç ve gerekse dışpolitikalarında millî duygulardan uzak olmayan bir şekilde ve millî çıkarlarımız istikametinde hizmet etmeyi kendisine hem prensip edinmiş hem de böyle bir beklenti içerisindedir. O halde, eğer tarihî perspektif içerisinde meseleye bakarsak, Türkiye olarak, Türk Milleti olarak biz, hem imparatorluklar kurmuşuz hem de bağımsızlık ve hürriyet için mücadele vermiş olan çoğu toplumlara da örnek olmuşuz.

Böylesine tertemiz geçmişi olan Türk Milletinin dışpolitikası, artık, millî bir politika haline gelmiştir ve Avrupa Birliği gibi önemli bir kuruluşa girmeyi kendisine özellikle hedef edinmiş böyle bir devletin politikalarının, ayaküstü olarak görüşülmemesi ve değişikliğin de buna paralel olarak yürütülmesi esastır. Eğer bunu yapmazsak, orada yanlışlık yaparız; çünkü, hükümetler -özellikle, iktidarı itibariyle, iktidar ve hükümet olarak- eğer Parlamentoyu arkasına almazsa, demokrasiyi önplana almış birkısım blokların içerisinde söz sahibi olamazlar, kuvvetli de olamazlar. İşte, Avrupa Birliği gibi fevkalade önemli bir meselede Türkiye'nin bırakıldığı bu güç durumdan kurtarılmasına yönelik gayret gösterilmesi gerekirken ve Türkiye'de, çoğu kesimleri de arkasına alarak, özellikle Türkiye Büyük Millet Meclisini arkasına alarak daha güzel bir mücadele verip hedefini yakalaması gerekirken, bunun yapılmamasını, biz, doğrusu, doğru bulmadık, bir eksiklik olarak değerlendirdik.

İşte, bu anlayıştan hareket etmek suretiyle, değerli arkadaşlar, üzerinde durduğumuz konu; hükümet olarak, belli bazı konuların -millî politika haline gelmiş olan konuların, millî dışpolitika haline gelmiş olan konuların- özellikle Türkiye Büyük Millet Meclisine getirilerek burada görüşülmesi şarttır ve görüşülmelidir; bütün siyasal partilerin görüşleri alınmalıdır; millî birlik ve beraberlik şuurunun pekiştirilmesi sağlanmalıdır ve böylece, hep birlikte, elbirliği yapmak suretiyle, dışpolitikanın oluşturulmasına gayret gösterilmelidir.

Avrupa Birliğine, başlangıçta,1959 yılından itibaren müracaat edilmiş ve 1963 yılında Ankara Antlaşmasıyla da, özellikle müracaatımız kabul edilmiştir. Otuzdört yıldır bunun mücadelesini veriyoruz ve özellikle de, Avrupa Birliğine girmek, hem ülke için -demokrasi standartlarının gelişmesi açısından- hem de millet için -demokrasi rejiminin sağladığı imkânların en güzel şekilde genişletilmesi ve geliştirilmesi hürriyetlerin keza aynı şekilde geliştirilmesi ve ekonomik bakımdan da özellikle yarışma içerisinde olunabilmesi için- âdeta, millî politika olarak kabul edilmiş ve bugüne kadar gelinmiştir; ama, ne yazık ki, Lüksemburg Zirvesinde, bir taraftan Almanya Başbakanının tarzı, tavrı ve konuşmalarından dolayı, bir taraftan da -hiçbir suretle kabul edemeyeceğimiz- Lüksemburg Başbakanının o çirkin konuşmasından dolayı, Türk Milleti adına, özellikle üzüntü duyduğumuzu belirtiyor ve onu kınadığımızı açıklıyoruz.

Diğer taraftan da, Doğu Blokunda, halen parlamentosu olmayan, demokratik haklarından hiçbir suretle bahsedilmeyen, insanlarına hak ve hürriyet bile vermeyen o ülkeleri Avrupa Birliğine kabul edecek bir anlayışı ve buna karşılık da, otuzdört yıldır bunun mücadelesini vermiş ve Avrupa'nın âdeta bekçiliğini yapmış, bu kadar büyük gayret göstermiş olan Türkiye'yi dışlayacak bir politikayı veya bir kararı, doğrusu kabul etmek, millet olarak da mümkün değildir; ama, bütün bunlara rağmen, bunun, Türkiye Büyük Millet Meclisi gündemine getirilmemesi yanlıştır.

Yine, bütün bunlara karşın, biz, bir taraftan, bu hakkımızı, 1963 Antlaşmasıyla müktesep hak olarak kabul etmişken ve 1987 müracaatıyla, keza aynı şekilde, üzerine daha fazla giderek ve daha kısa süre içerisinde Avrupa Birliğine girmeyi tercih ederken, bunun mücadelesi yapılması gerekirken; bir taraftan da, havaalanlarında veya uçaklarda "biz, gerekirse, bu teklifimizi geri alırız" şeklindeki bir anlayışı, doğrusu, devlet adamlığıyla ve dışpolitikamızdaki istikrarla bağdaştıramıyoruz. Bu sebepledir ki, üzerinde durduğumuz nokta, biz, dışpolitikamızı, öyle ayaküstü konuşarak değil...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Bedük, 1 dakika içinde toparlayınız.

SAFFET ARIKAN BEDÜK (Devamla) – Hay hay efendim.

Alınan ülkelerin demokratik durumları ve özellikle standartları fevkalade düşük olmasına rağmen alınmaları kararını, Türkiye'ye karşı işlenen bu tavrı ve alınmış olan bu kararı kesinlikle kabul etmediğimizi ve Hükümet olarak da imkânların ve kozların iyi değerlendirilmediğini özellikle belirtiyoruz; çünkü, imkânlar vardı, kozlar vardı; NATO kozu vardı, BAB kozu vardı ve yine, gümrük birliği, hiçbir zaman bir eksiklik değil; aslında o, bir kozdu, kullanılabilirdi ve bana göre, bize göre, özellikle dışpolitika, netice almadır; politikada esas olan, netice almaktır. Yoksa, imkânları ve kozları eğer değerlendiremezseniz, o zaman, netice de alamazsınız, başarılı da olamazsınız. Bu sebepledir ki, biz, genel görüşme önergesini, hem milletin desteğini hem de Türkiye Büyük Millet Meclisinin şuurunu, ilkesini ve hedeflerini birlikte ele almak suretiyle sunmak istedik, bu sebeple verdik.

Hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum. (DYP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ederim Sayın Bedük.

Önerge sahibi olarak, Sayın Cemil Çiçek; buyurun efendim. (RP sıralarından alkışlar)

CEMİL ÇİÇEK (Ankara) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Genel görüşme talebimizin gerekçesinde de belirttiğimiz gibi, Türkiye, süratle, bir dışpolitika krizine sürüklenmektedir. Bu ay içerisinde arka arkaya yaşadığımız iki olay, iki mağlubiyet, Türkiye'yi, giderek, politika üretemez, inisiyatif kullanamaz, kendi hak ve menfaatlarını koruyamaz bir konuma getirmektedir.

Bunlardan birincisi, İslam Konferansında maruz kaldığımız vahim durumdur. Tahran zirvesine gelinceye kadar, bu konferansın en itibarlı, en dirayetli, bütün kararlarda en belirleyici üyesi olan Türkiye, âdeta azarlanmıştır, dışlanmıştır; aleyhine karar çıkmasını önleyememiş, arkasına bakmadan, toplantıyı yarıda kesip gelmiştir. Bu işte bir yanlışlık, bir eksiklik, bir umursamazlık vardır. Ya bizim Ortadoğu ve İslam ülkeleriyle ilgili politikamız doğrudur- o zaman anlatım, bilgilendirme ve gayret eksikliğimiz vardır- ya da bu politikalarımız kökten yanlıştır. Her iki halde de, bunu gözden geçirmemiz lazımdır. Bu kararların alınmasında başı çekenler, korkarım ki, önümüzdeki günlerde ve gelecek toplantılarda, Türkiye'ye karşı, daha şovenist, daha hasmane tavırlar takınabilirler; aynen Yunanistan gibi, kendi iç ve dışpolitikalarında, Türkiye düşmanlığına dayalı yeni bir husumet cephesi oluşturabilirler; bundan da Türkiye zarar görür.

Biz, bu ülkelerin terörist ülkeler olduğunu, bu konferansta dile getiremedik, aleyhlerine bir karar çıkarmayı başaramadık; ama, onlar, bizi dışlamayı başardılar.

Türkiye, bu ay içinde, birincisinin şokunu üzerimizden atmadan, bizi dışlayan, bizi yok sayan, millî bütünlüğümüzü bozma yolunda yeni unsurlar taşıyan ikinci bir başarısızlığa, Lüksemburg bozgununa maruz kalmıştır.

Değerli milletvekilleri, Batılılaşma, bizim 158 yıllık maceramız, karşılıksız, ihanetlerle dolu bir aşkımızdır. Biz, bu uğurda çok bedel ödedik, hâlâ da ödüyoruz. Yeri geldi, Batılılaşma sevdasına, tarihimizi inkâr ettik, geçmişimizle bağlarımızı kopardık; yeri geldi, kendi öz değerlerimizi, tertemiz kültürümüzü ve muhteşem medeniyetimizi dışladık; yeri geldi, reddi miras ettik; yeri geldi, bu milletin hayat kaynağı yüce dinine, onun müminlerine "Batılılaşmaya engel bunlardır, geri kalmışlığımızın sebebi bunlardır" diyerek tarihin en büyük iftirasını ve bühtanını yaptık. (RP sıralarından alkışlar) Yeri geldi, bu Batılılaşma uğruna, ihtilaller yaptık, idamlar yaptık, dayatmalarda bulunduk; yeri geldi, bu Batılılaşma uğruna, demokrasi diye göstermelik bir ucubeye, bir illüzyona razı olduk.

Sonunda geldiğimiz nokta ortadadır; şimdi, zihnimiz karışık. Lüksemburg Zirvesine dayalı hayaller de hesaplar da altüst oldu. Sonunda iş buraya gelecek idiyse, hani hikâyede adam kendi kendine soruyor ya "biz bu yanlışı niye yaptık" daha da önemlisi, nerede yanlış yaptık!..

Ben, bunları, Avrupa'ya karşı olduğum için söylemiyorum; tam tersine, Avrupa'yı dışlamanın, demokrasidışı güçlere fırsat vereceğine inanıyorum ve ne olacaksak şahsiyetli olalım diye söylüyorum; onu, yeni baştan burada gözden geçirelim diye söylüyorum; Batılılaşma uğruna kırıp döktüklerimize, yakıp yıktıklarımıza, ezip geçtiklerimize, geriye dönüp bir bakalım ve evvela, tarihimizle, milletimizle, kültürümüzle yeniden barışalım diye söylüyorum. (RP sırlarından "Bravo" sesleri, alkışlar) Devletimizi güçlü, milletimizi daha yüce yapalım diye söylüyorum. Ama, görünen o ki, bugün Avrupa Birliğine girişimizin önündeki en büyük engel, Türkiye'deki Batıcılardır; onların, çarpık, dayatmacı demokrasi anlayışlarıdır. (RP sıralarından alkışlar) Başkalarının azarlamasına fırsat vermeden, insanımıza ve millettimize yakışan, onun yararına işleyen gerçek bir demokrasiyi kuralım diye söylüyorum.

Değerli milletvekilleri, biz, Türkiye'yi, iki kıta, iki medeniyet ve iki dünya arasında hep köprü ülke olarak niteledik. Tahran zirvesinde, köprünün doğu ayağı çok ciddî hasar gördü; Lüksemburg Zirvesinde bu köprünün batı ayağı, en az doğu ayağı kadar hasar gördü; şimdi, Hükümet, servis köprüsünü kullanmaya çalışıyor. (RP sıralarından alkışlar) Bu, bizi alternatifsiz kılar, işimizi zora sokar.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Çiçek, lütfen toparlayalım.

CEMİL ÇİÇEK (Devamla) – Yakın bir gelecekte, devlet ve millet, tek ata oynayan bir politika takip etmenin bedelini çok ağır öder, çok ağır ödetirler. Bunun için konuşalım diyoruz. Ayaküstü beyanlar, arkasını getiremeyeceğimiz restleşmeler, içpolitikaya yönelik fiyakalı laflar, korkarım, milletin fiyakasını bozar, bizi daha da açmaza sokar; adımızın "mülayim" olduğunu düşünenler çıkabilir "sert olsan ne yazarsın" diyen fırsatçılar çıkabilir.

Şimdi, oturup, soğukkanlı düşünmenin zamanı. Onun için bu görüşmeyi açalım. Hükümetin, varsa, doğrularına destek verelim, yanlışları ve eksikleri varsa düzeltelim; millet adına, buradan, birlikte bir ses verelim. O zamana kadar, Hükümetten ricamız, ekonomide yeteri kadar çokbaşlılık var; bari dışpolitikada olmasın; ne diyecekseniz, önce düşünün, dokuz defa düşünün, sonra bir araya gelin konuşun, sonra lütfederseniz, birde...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

CEMİL ÇİÇEK (Devamla) – ...de burada birlikte düşünelim ve konuşalım; sonra, zararı...

BAŞKAN – Sayın Çiçek teşekkür ederim.

CEMİL ÇİÇEK (Devamla) – Ben çok teşekkür ederim.

Saygılar sunuyorum. (RP ve DYP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, genel görüşme önergelerininöngörüşmeleri tamamlanmıştır.

Şimdi, genel görüşme açılıp açılmaması konusunu oylarınıza sunuyorum: Genel görüşme açılmasını kabul edenler... Kabul etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Genel görüşme günü, daha sonra Danışma Kurulunca belirlenerek, oylarınıza sunulacaktır.

IV. – KANUN TASARI VE TEKLİFLERİYLE KOMİSYONLARDAN

GELEN DİĞER İŞLER (Devam)

1. – 1998 Malî Yılı Genel ve Katma Bütçeli İdareler Bütçe Kanunu Tasarıları ile 1996 Malî Yılı Genel ve Katma Bütçeli İdareler ve Kuruluşlar Kesinhesap Kanunu Tasarıları (1/669; 1/670; 1/633, 3/1046; 1/634, 3/1047) (S. Sayıları: 390, 391, 401, 402) (Devam)

C) DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI

1. – Dışişleri Bakanlığı 1998 Malî Yılı Bütçesi

2. – Dışişleri Bakanlığı 1996 Malî Yılı Kesinhesabı

D) ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK BAKANLIĞI

1. – Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 1998 Malî Yılı Bütçesi

2. – Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 1996 Malî Yılı Kesinhesabı

BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, şimdi, bütçe görüşmelerine kaldığımız yerden devam edeceğiz.

8 inci tur görüşmelerine başlıyoruz.

Komisyon?.. Burada.

Hükümet?.. Burada.

Sekizinci turda Dışişleri Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bütçeleri yer almaktadır.

Sekizinci turda grupları ve şahısları adına söz alan sayın üyelerin isimlerini okuyorum:

Gruplar; Cumhuriyet Halk Partisi Sayın Altan Öymen, Sayın Aydın Güven Gürkan, Doğru Yol Partisi, Sayın Ergün Özdemir, Sayın Necati Çetinkaya, Demokratik Sol Parti, Sayın Bayram Fırat Dayanıklı, Demokrat türkiye Partisi Sayın Metin Işık, Anavatan Partisi Sayın İrfan Demiral, Sayın Metin Emiroğlu, Refah Partisi Sayın Abdullah Gencer, Sayın Mehmet Sılay, Sayın Zeki Karabayır.

Şahışları adına, lehinde, Sayın Bekir Yurdagül, Sayın Nabi Poyraz, aleyhinde Sayın Hüseyin Kansu.

Cumhuriyet Halk Partisi Grubu adına, Sayın Altan Öymen.

Buyurun Sayın Öymen. (CHP sıralarından alkışlar)

Sayın milletvekilleri, biliyorsunuz, bütçe görüşmelerinde soru sorma işlemi, gruplar adına konuşmalar tamamlanıncaya kadardır; grupların konuşmaları tamamlandıktan sonra soru kabul edilmiyor; bunu bir kere daha hatırlatayım.

Sayın Öymen, süremiz 30 dakika, eşit mi paylaşacaksınız efendim?

ALTAN ÖYMEN (İstanbul) – Evet.

BAŞKAN – Buyurun.

CHP GRUBU ADINA ALTAN ÖYMEN (İstanbul) – Sayın Başkan, sayın arkadaşlarım; Cumhuriyet Halk Partisi Grubu adına Dışişleri Bakanlığı bütçesi üzerindeki görüşlerimizi açıklayacağız. Biraz önce sunduğum saygılarımı, teyiden yeniden ifade ediyorum.

Sayın arkadaşlarım, daha önce genel görüşme sırasında, belirttiğim gibi dışpolitikamızın şu sırada en güncel ve en hassas konusu Avrupa Birliği ile ilişkilerdir. Burada yapılan müzakerelerin gösterdiği şudur: Bazı partilerimiz ve Hükümet sözcülerimiz, Avrupa Birliği konusunda alınan sonuçta kimin kabahati olduğunu arama yolunu seçmişlerdir; yani, bu sonuca, bundan önceki Hükümetin kararları, tutumları sebep oldu; hayır, bu konuya, bu sonuca bugünkü Hükümetin kararları, tutumları sebep oldu...

Arkadaşlar, dışilişkilerimizin bazısında, Türkiye'deki hükümetler hangi kararları alırlarsa, hangi tutumları alırlarsa, değişmeyen sonuçların alınması mukadder gibidir.

Tahran'daki İslam Konferansı sonrasında yayınlanan bildiri üzerine de söylenilmiştir; orada Türkiye'yi dolaylı olarak da olsa kınayan iki bildiri yayımlandı ve bu bildiriler önce, teklif olarak İslam Konferansına verildi. Bu tekliflerin verilmemesi mümkün müydü? Mümkün olabilirdi; eğer Türkiye, Irak'ta, Irak'tan Türkiye'ye yönelik olarak sürdürülmekte olan terörist faaliyetlere karşı operasyon yapmasaydı. Bu operasyonu yaparsanız, Irak'tan böyle bir tepki gelmesi normaldir; o tepkinin, İslam Konferansında çoğunluk sağlaması da muhtemeldir; buna razı olacaksınız.

Suriye'nin, Türkiye'ye karşı uzun yıllardan beri istemleri, öne sürdüğü istemleri belli. Bunlara taviz vereceksiniz ki, Suriye, sizin hakkınızda bir teklif yapmasın.

Avrupa Birliğinde de olan, çok uzun zamandan beri belirli gelişmelerin sonucu olarak bu kararın alınmasıdır. Şimdi, bunu kim yaptı: İşte, Sayın Yılmaz, Bonn'a gittiği zaman, Kohl ile görüştü; ondan sonra bir demeç verdi; o demeç, doğru değildi yahut aceleciydi. Şimdi, bu doğrudur; bizim devlet adamlarımızın bir kısmı, böyle, yaptıkları ikili görüşmelerden sonra verdikleri demeçlerde, fazla iyimserlik öne sürerler, daha çok içpolitikaya hitap ederler; fakat, bu, sadece Sayın Yılmaz'ın bir özelliği değil.

Kupürler gösterdi Doğru Yol Partili arkadaşımız -şimdi, Doğru Yol Partisinden arkadaşlarımız burada pekyok- o kupürlerde, Yılmaz'ın, Bonn'da o ziyareti yaptığı sırada söyledikleri yer alıyordu; gazetelere yansıması.

Ben de de, şimdi, birçok kupür var. Bunlardan bazılarında da Sayın Çiller'in söyledikleri yer alıyor; neler söylemiş o zaman: "Avrupa Birliğine artık giriyoruz, camii oraya götürüyoruz, ezanı oraya götürüyoruz." Bunları açıp okumaya gerek de yok, hepinizin hatırındadır. Sonra, gümrük birliği sırasında, onun ilk aşaması sırasında Türkiye'ye döndüğü zaman, burada, davullu zurnalı karşılamalar yapıldı; Avrupa Birliği bayrağının içine Türk yıldızı o zaman çoktan konulmuştu ve "biz bunu koydurduk zaten fiilen" beyanları veriliyordu.

Sayın Erbakan mesela, aslında evvelden Avrupa Birliğine fevkalade karşıydı; ama, Sayın Yılmaz'ın Kohl ile yaptığı görüşme sırasında verdiği demeçler var; diyor ki: "Bu randevuyu bana vermişti; hükümet değişti, şimdi onun eline geçti bu randevu; halbuki, ben olsaydım, daha iyi yapardım" gibi...

Şimdi, her parti, her parti lideri yahut politikacı -tabiî, bunların çoğu hepsi değil- böyle bir alışkanlık içindedirler. Bu alışkanlık, yanlıştır; yanlış olduğu, her vesileyle bir kere daha görülmektedir. Dış ülkelerde yapılan ikili görüşmelerde, bir taraf, öteki tarafa bazı tavizler vermişse, bazı vaatlerde bulunmuşsa, onları açıklamak, o vaatlerin muhatabına düşmez; o vaatleri yapana düşer. Şimdi bakıyoruz dış gezilerde -son gezide de öyle oluyor- bizim, o toplantıya katılan yetkilimiz, Hükümet Başkanımız, o veriyor demeci; öteki taraftan ses yok. İkili görüşmelerde konuşulan bazı şeyler, hemen çıkar çıkmaz basına açıklanmaz. Hatta, açıklanacak şeyler daha önceden o görüşmeyi yapan iki taraf arasında kararlaştırılır, şunları açıklarız, bunları açıklamayız diye. Bunlar, hep, dışpolitikamızda çok ihmal edilmiş olan; ama, enternasyonal olarak geçerli olan kurallardır.

Dileriz bu Hükümet, bundan sonra bu kurallara uymaya, dışpolitikanın bu gibi gereklerine uymaya ve bu gibi temaslar sırasında, biraz daha az konuşmaya özen gösterir. Uçaklarda, havaalanlarında ayaküstü demeçlerle, hükümet politikalarına taban tabana zıt izlenimler vermemeye özen gösterir.

Değerli arkadaşlarım, Avrupa Birliği konusuyla ilgili olarak, geçen konuşmamda da belirttiğim gibi, Hükümetin bir bildirisi var; ama, bunun çok dışına taşan ve bununla çelişki oluşturan beyanlar var, bu arada açılan polemikler var; bunlar, şu açıdan da yanlıştır: Avrupa Birliği denildiği zaman, bu birliğin içinde birtakım ülkeler var, o ülkelerin içinde de siyasal partiler var, kamuoyu odakları var. Bunların hepsinin düşüncelerini, o arada da, Türkiye'ye bakış açılarını aynı kabın içindeymiş gibi görmek yanlıştır. Avrupa'yı, bir tek merkezden düğmeye basılır ve o şekilde idare edilir zannetmek çok yanlıştır. Yani, bunun böyle olduğunu, Avrupa'da çok seslilik olduğunu görmek için düşünüp denklem kurmaya gerek yok; her gün herhangi bir ülkenin herhangi bir gazetesini alırsanız, bu karşılıklı görüşleri zaten görürsünüz.

Şimdi, Türkiye'nin Avrupa Birliğine alınmaması üzerine yapılan yorumlar... Burada, onların da kupürleri var, bunu gayet doğru bulan yayınlar da var, komanterler de var. Yani, mesela, Almanya'nın en önemli bir gazetesi, Frankfurt'ta, Allgemeine Zeitung'ta bir makalede "bu genişleme çok iyi olmuştur" denilirken, Türkiye'ye ayırdığı yer birkaç cümle ve deniliyor ki "Türkiye, bu 11'in dışında bırakılmıştı; ama, Lüksemburg'da alınan karara karşı kendisinin gösterdiği tepki de gösteriyor ki, Türkiye, zaten, Avrupa sınırlarının dışındadır." Bu, bir görüş; ama, yine yayımlanmış başka bir görüş var: "Avrupa Birliği bir Hıristiyan kulübü olamaz. Lüksemburg kararı, bu izlenimi veriyor, bu yanlıştır; bununla herkes mücadele etmelidir." Bu da bir görüş.

Bir kere, ülkeler arasında -hepimiz takip ettik- bu kararın oluşması öncesinde, daha katı davrananlar, bu kararı yumuşatmaya çalışanlar, bu kararın yanlış olduğunu açıkça belirtenler var idi; ülke ülke, ülke hükümetleri olarak.

Ayrıca, siyasal partiler arasındaki farklar da meydandadır. Geçenlerde, hemen bu kararın sonrasında, buraya, Cumhuriyet Halk Partisinin davetlisi olarak, Avrupa Sosyalist Partisi Başkanı Sharping geldi -aynı zamanda da, Alman Sosyal Demokrat Partisinin Grup Başkanı, Genel Başkan Yardımcısı ve eski başbakan adayı- burada, basın toplantısında açıkça "bunu, böyle, bir Hıristiyan kulübü haline döndürmek -hatta ileri bir laf söyledi- budalacadır, aptalcadır" dedi; ayrıca "Lüksemburg kararında şart gibi telakki edilebilecek şekilde düzenlenmiş olan formüllerin, şart olarak algılanamayacağını" söyledi ve "bunlar şart değildir" dedi. Bu da, kendisinin bir yorumu. Ayrıca, üyelerin, böyle, bekleme odalarında kompartımanlara ayırılarak muamele görmesini de eleştirdi. Bu da, onların görüşü.

Genellikle, sosyal demokrat partiler, tabiî, bazılarında, içlerindeki bazı değişik kişilerde, değişik anlayışlar olduğu gibi; o, vakıadır; fakat, genellikle, sosyal demokrat partilerde, böyle, bir dine dayalı, kültür farkına dayalı bir ayırımcılığın şiddetle karşısında olma temayülü vardır.

Bunları niçin anlatıyorum: Şimdi, bazı hükümet sözcülerinden işitiyoruz, burada yapılan konuşmaların bir ikisinde de aynı şey vardı "Avrupa bunu istiyor, Avrupa şuna karar verdi, Avrupa Türkiye'yi hep dışlayacak" falan gibi... Bu, varit değil, gerçek değil. Türkiye'ye karşı, Lüksemburg'ta alınan karardan başka türlü davranmak isteyen Avrupa ülkeleri, hükümetleri ve Avrupalı politikacılar, bunu, Türk insanının kara gözüne hayran oldukları için mi yapıyorlar; hayır. Onların da menfaatları onu gerektiriyor veya bazı vazgeçemeyecekleri ilkeler bunu gerektiriyor da onun için yapıyorlar.

Demek ki, biz, burada, bu kararı protesto ederken, bu karara karşı politikalar oluştururken, bunların makes bulabileceği, bunların yankı yapabileceği çevreler de var Avrupa'da. Eğer, bir bütün olarak görürsek orayı hem yanlış yaparız hem de benim Karadenizli hemşerim Temel'in hikâyesine benzer bir durum ortaya çıkarırız; yani, Temel'in alacağı varmış İdris'ten, alamamış alacağını ve mahkemeye gitmiş. Mahkeme önünde hâkim sormuş "niye vermiyorsun sen borcunu Temel'e" diye, İdris "benim ona borcum yok ki, ben, onu tanımıyorum zaten" demiş. Tanımıyorum deyince, hikâye malum, Temel "ben de onu h tanımıyorum" demiş; hiç tanımayınca tabiî, hâkim karar vermiş “davacı, iddiasından vazgeçmiştir, dava düşmüştür” demiş, mesele bitmiş.

Şimdi, Avrupa Birliğinde Türkiye'nin üye olma hakkının bulunduğu 1963 Ankara Anlaşmasının 28 inci maddesine göre ve başlangıç bölümüne göre ve ayrıca, Roma Anlaşmasındaki hakkına dayanarak, 1957 tarihli Roma Anlaşmasının 237 nci maddesine göre bir hakkı olduğu ve şimdiye kadar ki, gelişmelere, o birlikte ilişkilerine göre hakkı olduğu meydandadır ve bu haktan vazgeçmeye Türkiye'nin hakkı yoktur. Nitekim, Hükümet bildirisi de buna göre hazırlanmıştır ve bu bildirinin dışına Hükümetin çıkmamaya büyük özen göstermesi gerekir. Türkiye'nin üyeliği orada gündemde durdukça -Başbakan Yardımcısının burada ifade ettiği gibi- günün birinde, elbette, Türkiye'nin Avrupa ile bütünleşme sürecenin başlaması zarurî bir hale gelecektir.

Arkadaşlar, bir başka nokta "bu hakkımızdan da vazgeçeriz, bırakırız o işi, çünkü, nasıl olsa işte, Amerika var, Rusya var" gibi telakkileri de kamuoyuna açıklarken, böyle düşünülse bile, çok dikkatli olmak gerekir. Bir kere, bu, o taraftan ümidini kesmiş olan bir Türkiye'yi, o ülkeler karşısında pazarlık gücünden daha mahrum bir hale sokar. İkincisi, o ülkelerle yapılacak ilişkilerin de iki taraf için gidebileceği sınırlar vardır.

Amerika ile ilişkileri bir tarafa bırakalım, gene eski bir gelenektir, Hükümetin Başbakanı orada iken, oradaki konuşmaların, orada yapılan temasların yorumlanması ve eleştirilmesi doğru olmayabilir, kendisi geldikten sonra genel görüşme sırasında belki yapılabilir bu; ama, Rusya'yı alalım, Rusya ile Türkiye'nin ilişkilerinde gidebileceği yerler vardır. Kafkas cumhuriyetleri ve Orta Asya cumhuriyetleriyle Türkiye'nin ilişkileri, Rusya ile ilişkileri yüzünden zedelenmemelidir, soğuklaşmamalıdır, oralarda tedirginlik yaratmamalıdır. Türkiye bu noktaya kadar gider.

Ayrıca, mesela, Boğazlardan Rus tankerlerinin geçişinin düzenlenmesi mecburiyetinden Türkiye'nin taviz vermesi mümkün değildir. Bu sınırlar içinde gelişebilir, Amerika ile de öyledir -şimdi, onu bir kenara bırakıyoruz- diğer ülkelerle de öyledir. Yani, her ülkenin yeri başkadır, her ülkeyle götürülecek, sürdürülecek ilişkilerin niteliği başkadır, bunlar birbirinin alternatifi değildir. Yani, bırakalım biz Avrupa'yı, Amerika ile Rusya ile -hatta bazen Hindistan ile deniyor- öyle ilişkiler kuralım diye düşünmek, yanlıştır. Türkiye'nin dışpolitikası, geleneksel olarak ve mantıksal olarak, şimdiye kadar olduğu gibi, çok taraflı ilişkilere dayanan bir politika olmaya devam etmelidir. Avrupa Birliğinin Lüksemburg'taki haksız, adaletsiz ve çifte standartlı kararına karşı tepkilerimizi elbette, göstereceğiz, göstermeye devam edeceğiz, Hükümet bildirisi çerçevesinde politikalar oluşturacağız; ama, hiçbir zaman oradaki hakkımızı unutmamak ve orada sürdürebileceğimiz ilişkileri -çünkü, çokseslilik, çokçeşitlilik var- sürdürmek durumundayız.

BAŞKAN – Sayın Öymen, 15 dakika doldu.

ALTAN ÖYMEN (Devamla) – Arkadaşlar, teşekkür ederim, saygılarımı sunarım. (CHP, DSP ve ANAP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Sağ olun.

Şimdi, Cumhuriyet Halk Partisi Grubu adına, ikinci konuşmacı Sayın Aydın Güven Gürkan; buyurun. (CHP sıralarından alkışlar)

CHP GRUBU ADINA AYDIN GÜVEN GÜRKAN (İzmir) – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; çalışma yaşamımız da, sosyal güvenlik sistemimiz de çok ağır sorunlarla karşı karşıyadır. Çeşitli hükümetler, çeşitli bakanlar geliyorlar, geçiyorlar; ancak, pek çok alanda olduğu gibi, çalışma yaşamımızda da, sosyal güvenlik sistemimizde de, köktenci, bütüncül ve etkili iyileştirmeler bir türlü sağlanamıyor.

Değerli arkadaşlarım, çalışma yaşamı ve çalışanlar bir bütündür. Oysa, bizde, çalışma yaşamı, bütün kesimler ve sektörler için tek bir elden düzenlenmemektedir. Özel kesimde çalışanlarla kamu kesiminde çalışanlar arasında büyük farklılıklar olduğu gibi, çalışma yaşamının standartları sektörden sektöre de çok değişmektedir; ama, en önemlisi, çalışma yaşamı standartları her kesimde ve her sektörde çok düşüktür. Demokratik toplumların pek çoğunda, bugün bizim sahip olduğumuz millî gelir düzeyinde bile, bizim sahip olduğumuz standartlardan çok daha ilerisi gerçekleştirilebilmiştir.

Sayın milletvekilleri, gelişmiş ülkeler de, az gelişmiş ülkeler de, bugün, ağırlığı giderek artan bir işsizlik sorunuyla karşı karşıyadırlar. Çağdaş bir biçimde yönetilen her ülkede, bugün, kalıcı ve etkili istihdam politikaları, istihdamı genişletici projeler hazırlanmakta ve uygulanmaktadır. Hatta, birçok ülke, eğitim ve istihdam arasındaki bağı dikkate alarak, çalışma ve eğitim bakanlıklarını bile birleştirmektedir. Bizde ise, işsizlik sorunu gibi yaşamsal önemde bir sorun, âdeta sahipsizdir.

Çalışma Bakanlığı, istihdamı düzenleyici ve artırıcı hiçbir yetkiye sahip değildir. Çalışma Bakanlığı, bir eğitim planlamasıyla birlikte, bir işgücü planlamasını mutlaka gerçekleştirmelidir.

Bu bağlamda, İş ve İşçi Bulma Kurumuna, yeni bir işlev kazandıracak ve işgücü arz ve talebini niteliksel olarak da birbirine yaklaştırmak gibi istihdamı geliştirecek bir ödev de yükleyecek olan iş-kur yasasının, bir an önce Meclise gönderilmesinin önemini hatırlatmak istiyorum.

Sayın milletvekilleri, bugün, ülkemizde nasıl bir istihdam politikası yoksa, en genel anlamda, bir sosyal politikanın varlığından da söz edilemez. Birbirinden kopuk kimi sosyal önlemler, hiçbir zaman kapsamlı, tutarlı ve kalıcı bir sosyal politikanın yerine geçemezler.

Değerli arkadaşlarım, biz, sosyal politikasız bir sosyal devletiz. Keza, mülkiyetin, servetin, sermayenin ve önemi giderek artan bilginin adil, demokratik, üretken ve yaygın bir biçimde dağılımıyla ilgili de hiçbir politikamız yoktur.

Değerli arkadaşlarım, sosyal güvenlik sistemi, sosyal sigortalar, sosyal yardımlar ve sosyal hizmetler olmak üzere üç ayak üstünde durur. Bu üç sosyal güvenlik işlevinin tek bir bakanlıkla; yani, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığıyla ilişkilendirilmesi, çok doğru bir adım olacaktır. Bugün, bunlar bir görev ve yetki karmaşası içindedirler.

Yukarıda söylediğim nedenlerle, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının yeniden düzenlenmesini, yeni ödevler, yetkiler, sorumluluklar ve olanaklarla donatılmasını büyük bir kaçınılmazlık sayıyorum.

Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; SSK ile ilgili olarak getirilmesi düşünülen düzenlemeler doğru; ama, çok yetersizdir. Emeklilik yaşıyla ilgili olarak sosyal taraflar arasında bir uzlaşmanın sağlanmış olması sevindiricidir. Umarım, kamu vicdanını tatmin edici bir geçiş süreci de sağlanacaktır. Devletin, SSK primlerine, işçi ve işverenin katıldığı bir oranda, yani yüzde 10'luk bir prim katkısıyla ortak olması, çok önemli ve olumlu bir yaklaşımdır. Bu katkının Bağ-Kur sigortalıları için düşünülüyor olması da sevindiricidir.

Sosyal yardım zamının sigorta sistemi içine alınması da, doğru bir önlem olacaktır; ama, düşünülen bu iyileştirmeler, ne yazık ki, yetersiz ve mevziî iyileştirmeler düzeyini aşamayacaktır.

Sistemin, halen daha, çözülmesi gereken çok ağır sorunları vardır: Örneğin, halen daha, nüfusun yaklaşık 1/3'ü her türlü sosyal güvenlikten yoksundur. Güvenlik şemsiyesi altında bulunanların önemli bir kesimi için, henüz daha asgarî standartlara dahi ulaşılamamıştır.

Çeşitli sosyal güvenlik kurumları ve dalları arasında bir uyum ve standart birliği yoktur.

Emeklilik ödenekleri, gerçek bir yaşam güvencesi oluşturmanın çok uzağındadır.

Sağlık sigortası, insan onuruna yakışmayacak bir standart düşüklüğü içindedir; hızla düzeltilmeyi beklemektedir.

Sosyal sigortalardan sorumlu kurum, mutlaka ve gerçek anlamda, özerk olmalıdır. Sosyal sigorta sistemimizin büyük bir darboğaza girmesinde, hükümetlerin sigorta fonlarını bir çiftlik anlayışıyla yönetmiş olmalarının büyük bir rolü olmuştur.

Devletin düşünülen yüzde 10'luk prim katkısı, birçok nedenle yetersiz kalacaktır. Bu oranın yüzde 15 düzeyine yaklaştırılması halinde, sanıyorum, SSK'nın en temel sorunu olan kayıtdışı işçi çalıştırılması olgusu, ciddî bir biçimde gerileyecektir. Kayıtdışı ekonominin küçülmesinden devletin sağlayacağı yararlar, prim katkısının yüzde 10'dan yüzde 15'e yaklaştırılması nedeniyle doğacak ek yükü, rahatlıkla karşılayabilecektir. Devlet katkısının yüzde 15'e yaklaştırılması, hem emekli ödeneklerinin hem de sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesine olanak tanıyacaktır.

Hükümetin oldukça dengeli bir işsizlik sigortasını gerçekleştirme arzusunda olması çok sevindiricidir; ancak, bu konuda, daha fazla geçikilmemelidir. Bu sigortanın finansmanına, devletin, yeterli bir katkı vermesi halinde, sanıyorum, bu da, kayıtdışı işçi çalıştırma olgusunu adamakıllı geriletecektir.

Bakıma muhtaç insanlara yönelik çağdaş bir bakım sigortası için, henüz hiçbir hazırlık yoktur. SSK, doğrudan hastane işletmeciliğinden adım adım elini çekmelidir. Özerk işletme modelleri düşünülmelidir.

SSK gibi sosyal bir kurum bile, kendi içinde, dengeli bir maaş ve ücret politikası uygulayamamaktadır.

Sosyal sigorta sistemimizle ilgili, daha başka, pek çok sorun vardır. Tüm bunlar, sistemimizin çok kapsamlı bir biçimde yenilenmesini gerekli kılmaktadır.

Kanımca, en acil ihtiyaçlarımızdan biri de, ülkemizin bir sosyal bütçeye sahip olmamasıdır. Çeşitli bakanlık, kurum ve kuruluşlar arasında dağılmış, izlenmesi ve akılcıl bir biçimde yönlendirilmesi olanaksız hale gelmiş sosyal amaçlı harcamaların, bir bütçede toplanmasında, büyük bir zorunluluk vardır.

Ülkemizde, ne yazık ki, reel ücretler, ekonomik gelişmeye ve işgücü verimliliğinin yükselişine koşut olarak yükselmemektedir; zaman zaman radikal bir biçimde geriletilmekte, sonra, göreli iyileşmelere izin verilmektedir; ama, nihaî tahlilde, reel ücretler ve maaşlar istikrarlı bir biçimde artmamaktadır. Bugün, halen daha, Türkiye bir ucuz işgücü cennetidir. Millî gelir dağılımını zaman içinde düzeltmenin bir yolu, reel ücret ve maaşların düzenli ve yeterli bir biçimde artmasını sağlamak ise, bir diğer yolu da, sağlam, sağlıklı ve etkili bir sosyal bütçe uygulamaktır.

Ülkemiz, istihdam, ücret, bölüşüm, sosyal güvenlik ve sosyal bütçe politikalarının gereği ve önemini anlamadıkça, hiçbir zaman kalıcı ve gölgesiz bir iç barışa ne yazık ki ulaşamayacaktır.

Önümüzdeki en önemli sorunlardan biri de kamu çalışanlarının sendikal hakları sorunudur. Kamu çalışanları sendikaları ve toplugörüşme hakkıyla ilgili yasal düzenlemelerin henüz yapılmamış olması çok büyük bir eksikliktir. 23.7.1995 tarihli Anayasa değişiklikleri çerçevesinde kamu çalışanları sendikalarına ilke olarak toplusözleşme ve grev hakkının tanınmamış olması büyük bir noksanlık oluşturmuş ve büyük huzursuzluklara neden olmuştur. CHP'nin, kamu çalışanlarının, hiç değilse belli kesimlerine toplusözleşme ve grev hakkının tanınması yolundaki çabaları, Meclisimizden ne yazık ki yeterli desteği bulamamıştır.

Yeni bir Anayasa değişikliğinin, Meclisimizden geçebilmesinin koşullarından biri olarak, devlet personel rejiminin yeniden düzenlenmesi gözükmektedir. Hangi hizmetlerin memurlar eliyle yürütülmesi gerektiğini yeniden tanımlamak ve kamu çalışanlarının büyük bir bölümüne toplusözleşme ve grev hakkını tanımak zorundayız. Kanımca, devlet personel rejiminden de Çalışma Bakanlığı sorumlu olmalı ve bu rejim, a'dan z'ye yenilenmelidir.

Sayın milletvekilleri, kamu çalışanları sendikal haklarını elde edebilmek için, çok saygıdeğer bir demokratik mücadele vermişlerdir. Bu mücadele sırasında zaman zaman güvenlik güçlerinden çok kötü muamele görmüşler ve birçok kamu çalışanımız idare tarafından cezalandırılmıştır, sürgünler görmüşlerdir. Bunlar, halen daha sürmektedir.

Şimdi, büyük bir hüzün ve utançla Meclisimizin vicdanına seslenmek istiyorum. Bir biçimde cezalandırılan -dikkatinizi çekmek istiyorum- yalnızca öğretmen sayısının yaklaşık 70 bin olduğu öne sürülmektedir. Buna Meclisin ve Hükümetin seyirci kalması bağışlanabilir mi; buna aldırmazlık göstermek ağır bir görev ihmali değil midir; büyük bir demokrasi suçu işlemiyor muyuz; sendikalı çalışanlar ve sendikalı olmak isteyenler üzerindeki işveren baskıları da ürküntü verici bir gözükaralıkla sürdürülmektedir. 21 inci Yüzyıla girerken, Türkiye'de sendikalı olmak, büyük bir iş riski haline dönüşmüştür. Bu, gerçekten çok utanç vericidir ve yapılan baskılar çok ciddî bir Anayasa suçu oluşturmaktadır. Sendikasızlaştırma çabalarını caydırıcı yeni düzenlemelere ve uygulamalara ivedilikle ihtiyaç vardır. Bu baskıları ortadan kaldıramayan hiçbir çalışma bakanının rahat uyuma hakkı yoktur. Bu bağlamda, iş güvencesiyle ilgili yasanın çıkarılması ve ILO Sözleşmesinin iç hukuka geçirilmesi, artık daha fazla geciktirilmemelidir. Sayın Bakanın bu konuda susuyor olmasını üzüntüyle izliyorum.

Sayın milletvekilleri, Anayasanın 53 üncü ve 54 üncü maddeleri özgür ve güçlü bir sendikacılığa olanak tanıyacak nitelikte değildirler; sendikaların herşeyden suçlu sayıldıkları bir dönemin ve düşüncenin ürünüdürler. DSP'nin de içerisinde bulunduğu bu Hükümete diyoruz ki, biz, CHP olarak, yeni Anayasa değişikliklerine ve demokratikleşme adımlarına içtenlikle hazırız; yeter ki, Hükümet adım atsın. Örneğin, gelsin, çok söylenilen hak grevi yasağını birlikte kaldıralım, zorunlu tahkimi sınırlayalım. (CHP sıralarından alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, Tasarrufu Teşvik Fonunda biriken paraların Türk Telekom hisseleriyle geri ödenmesine, sosyal tarafların kabul etmesi halinde, bizim CHP olarak bir itirazımız yoktur. Ancak, geçmişte uygulanmış bulunan düşük nemalandırmanın olumsuz sonuçları da düzeltilmelidir.

Kesintilerin sürmesi ve işsizlik sigortasının finansmanında kullanılması düşüncesine de sosyal tarafların kabulü halinde, olumsuz yaklaşmıyoruz.

Sayın milletvekilleri, bir konuda, çok utanç verici bir tablonun sahibiyiz; bu da her türlü sömürüye açık bir biçimde, küçücük çocukların çalıştırılıyor olmasıdır. Çeşitli uluslararası sözleşmelere karşın, bu durum sürüyor. Söylevler veriyor; ama, bu utanç tablosunu değiştirme kararlığını bir türlü gösteremiyoruz. Umarız, 8 yıllık kesintisiz temel eğitim, bu konuda belli bir iyileşme sağlayacaktır; ama, bu yetmez. Yeni düzenlemelere, denetimlere ve kararlılığa ihtiyaç vardır.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Gürkan, lütfen, bitiriniz...

AYDIN GÜVEN GÜRKAN (Devamla) – Bitiriyorum efendim.

İşçi sağlığı ve iş kazaları konusunda da yıllardır konuşuyoruz; ancak, belirgin iyileşmeleri, bir türlü sağlayamıyoruz.

Engelli yurttaşlarımız için de, yılda bir gün, çok dokunaklı sözler söylüyoruz; ama, bir program çerçevesinde, sorunu hafifletmeyi bir türlü beceremiyoruz.

Sayın milletvekilleri, iyi niyetli bir bakan, çalışma yaşamımızın ve sosyal güvenlik sistemimizin çok ağır sorunlarını, ne yazık ki, salt iyi niyetle çözemeyecektir. Artık, Türkiye'de salt iyi niyetle ve küçük düzeltmelerle çözülebilecek sorun, pek kalmamıştır. Bütün sorunlar çok ağırlaşmıştır ve ancak, çok sistematik, kapsamlı, geniş ufuklu ve cesur düzenlemelerle çözülebilir.

Bu bütçede, bunu tam olarak görememenin üzüntüsü içinde, Meclisimizi, şahsım ve CHP Grubu adına saygıyla selamlıyorum. (Alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Gürkan.

Doğru Yol Partisi Grubu adına Sayın Ergun Özdemir. (DYP sıralarından alkışlar)

Sayın Özdemir, eşit mi paylaştınız?

ERGUN ÖZDEMİR (Giresun) – Eşit, efendim.

BAŞKAN – Buyurun.

DYP GRUBU ADINA ERGUN ÖZDEMİR (Giresun) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 1998 malî yılı Dışişleri Bakanlığı bütçesi üzerinde, Doğru Yol Partisi Grubu adına söz almış bulunuyorum. Bu vesileyle, Grubum ve şahsım adına Yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum.

Değerli milletvekilleri, ne acıdır ki, belki Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa, bu Mecliste, bir Dışişleri Bakanlığı bütçesi görüşülürken, aynı anda, Avrupa Birliği zirvesinden dışlanmamız nedeniyle ve dış politikamız nedeniyle, bir genel görüşme önergesi de aynı gün görüşüldü.

Değerli milletvekilleri, yine ne acıdır ki, Dışişleri Bakanlığı bütçesini görüştüğümüz şu günlerde, Lüksemburg'ta toplanan Avrupa Birliği zirvesinde Estonya, Letonya, Litvanya, Slovenya, Slovakya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya, Bulgaristan ve en sonunda Kıbrıs Rum Kesimi davet edildiği halde, 1959'dan beri mücadelemize rağmen biz davet edilmedik. Hadi, davet edilmediğimiz bir tarafa, zirvenin sonunda, Birliğin Dönem Başkanı, aynı zamanda Lüksemburg Başbakanı Juncker, Türkler hakkında, Türkiye hakkında açıkça "işkenceci" demek cesaretini bulabildi, açıkça aşağılayıcı sözler sarf edebildi.

Değerli milletvekilleri, halbuki, daha 1997'nin mart ayında Hollanda'da yapılan Birlik Konsey zirvesinde, Türkiye'nin diğer adaylarla eşit şartlarda olduğu açıklanmıştı. Daha 26-27 Haziranda, Türkiye'nin 12 ülke arasında Amsterdam'a davet edileceği açıklanmıştı.

Değerli milletvekilleri, yine bütçeyi görüştüğümüz şu günlerde, Tahran'da yapılan İslam zirvesinde, Türkiye aleyhine birtakım kararlar çıktı, birtakım deklarasyonlar yayımlandı ve bu nedenle de Cumhurbaşkanımız Sayın Süleyman Demirel, zirveyi planlanandan erken terk etti. Peki, ne oldu? Daha dün, biz, İslam zirvesinin lideri değil miydik? Daha dün, biz, İslam zirvesini istediğimiz zaman toplayamıyor muyduk? Daha dün, biz, o İslam zirvesine başkanlık yapmıyor muyduk?

Değerli milletvekilleri, bakınız, daha geçen sene, Kardak'ta, Türkiye'nin kararlı tutumu neticesinde, Yunan askeri, çekilmek mecburiyetinde kalmıştır. Şimdi ne oldu: Yunanistan, Kıbrıs'ın Rum kesimine S-300 füzeleri yerleştiriyor. Bakınız, değerli milletvekilleri, şimdi ne oldu: Yunanistan Dışişleri Bakanı, Türkiye hakkında, Türk yöneticileri hakkında, aşağılayıcı, hakaretamiz sözler kullanmak cesaretini kendinde bulabiliyor.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bakınız, şimdi ne oldu: Uluslararası antlaşmalarla sağlanan, Boğazlardaki hükümranlık haklarımız bile tartışılır hale geldi.

Şimdi soruyorum değerli milletvekilleri, altı ay içerisinde ne oldu da, bu hale geldik; altı ay içerisinde ne oldu da, Avrupa Birliğinin kapısı önüne konulduk; altı ay içerisinde ne oldu da, İslam zirvesinde dışlandık; altı ay içerisinde ne oldu da, S-300 füzeleri Kıbrıs Rum kesimine yerleştiriliyor; altı ay içerisinde ne oldu da, Boğazlardaki hükümranlık haklarımız tartışılabilir hale geldi?

Ne oldu, biliyor musunuz, değerli milletvekilleri: 23 sene önce, Avrupa Birliğine davet edildiğimizde reddeden, Avrupa Ekonomik Topluluğuyla ilişkileri tek taraflı olarak donduran Sayın Ecevit, o zaman Başbakandı, şimdi Başbakan Yardımcısı oldu ve Başbakan Yardımcısı olduktan sonra, yirmi yıl daha, Avrupa Ekonomik Topluluğu, Türkiye için de, bizim için de hayal oldu; ki, bu hayal, 138 yıldır, Osmanlı'nın da, Batılılaşma, çağdaşlaşma hayaliydi.

Ne oldu, değerli milletvekilleri, biliyor musunuz: Başbakanımız Sayın Mesut Yılmaz, Musevi lobisinde ödülünü aldı; aynı anda Türkiye, Avrupa Birliğinden dışlandı.

Ne oldu, değerli milletvekilleri: Özetle, Anasol-D İktidar oldu; özetle, Sayın Mesut Yılmaz Başbakan oldu.

Sayın milletvekilleri, tüm bu olumsuzluklara rağmen, Sayın Yılmaz, havaalanlarında, Brüksel'de, ayaküstü demeçler veriyor; diyor ki: "Altı ay içerisinde Avrupa Birliği zirvesi, toplanıp, Türkiye'yi kabul etmezse, üyelik başvurumuzu geri alırız." Tabiî, Anadolu'da bir söz vardır; kimin malını kimden alıyorsun, kimin malını kime veriyorsun?! Bu nedir biliyor musunuz; bu meseleyi içpolitika malzemesi haline getirmektir. Avrupa sizi dış kapının önüne koymuş; "biz çekiliriz..." Ne çekiliyorsunuz?! Böyle bu meseleyi götüremezsiniz. Kaldı ki, ortaklarınızın bu konudan haberleri var mı; yok; demeçlerinden öğreniyoruz. Yüce Meclisin haberi var mı; yok. Halbuki, Türkiye, 1959'dan beri Avrupa Birliği üyeliği için çalışıyordu.

Bakınız, çok özel bir misal vermek istiyorum: 1961 yılında, rahmetli Menderes, rahmetli Zorlu ve rahmetli Bayar'ın, Yassıada'dan İmralı'ya idama götürülürken, hücumbotta konuştukları tek konu, o haleti ruhiye içinde konuştukları tek konu, gümrük birliği ve AET üyeliğiydi.

Değerli milletvekilleri, bu millet, bu Meclis, bu zorlu mücadeleyi kimseye içpolitika malzemesi yaptırmaz, yaptırmayacağına da emin olabilirsiniz.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; tüm bu olanlar karşısında, Hükümet üyelerini şaşkın ve perişan görüyoruz. Neden; çünkü, onlar bugünü hazırladılar. Ne dediler; Kohl'e gittiler, Almanya'ya gittiler, “bu iş tamam” dediler. Hani; Jacques Chirac kapılarda karşılıyordu, yolcu ediyordu, Avrupa Birliği tamamdı; Kohl “tamam” demişti, bu iş bitmişti, toplum böyle hazırlanmıştı. Elhak, mevcut Hükümet de elinden geleni yaptı. Ne yaptı, değerli milletvekilleri, ne yaptı; özellikle, insan hakları konusunda ne kadar mesafe aldığımızı göstermek için, alelacele, bir hukuk perişanlığı içinde, Eşber Yağmurdereli'yi salıverdi; ki, o Eşber Yağmurdereli "affınızı istemiyorum" demişti; ki, o Eşber Yağmurdereli "bu devlet beni affetse de, ben bu devleti affetmem" dediği halde serbest bırakılmıştı ve bu Hükümet, yine, Leyla Zana'yı salıvermek üzereydi.

Bakın, Avrupa Birliği, bir Hıristiyan birliğidir" diyen Batılı muhafazakârları tatmin için de, bu Hükümet, elinden geleni elhak yaptı. Ne yaptı; bir mesaj göndermek istedi. Ne yaptı; imam-hatip okullarını kapattı. Ne yaptı; Kur'an kurslarını kapattı. Ne yaptı; ezanın Türkçe okunmasını ve ibadetin Türkçe yapılmasını Türkiye'de gündeme getirdi. Ne yaptı; Türkiye'de, başörtüsü ve türbanı tekrar ülkenin gündemine getirdi; hatta, radikal İslamı bahane ederek Refah Partisini kapatma noktasına getirdi. Hoş görüneceğiz ya!..

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; yalnız, bu Hükümetin mensuplarının bilmediği, görmediği bir mesele var; o mesele şudur: Avrupa Birliğinin, olmazsa olmaz tek şartı var; olmazsa olmaz şartı da, demokrasi, demokrasi ve demokrasi... Siz, değerli milletvekilleri, ülkemizde, tüm kurum ve kurullarıyla işleyen bir demokrasi var diyebilir misiniz? Biz diyemiyoruz; ama, bu Hükümetin ekonomiden sorumlu bakanı demiyor mu "Türkiye'de yumuşak bir darbe olmuştur" diye... Sayın Başbakan demiyor mu "bu Hükümetin alternatifi rejimdir" diye... Siz bunları biliyorsunuz da Avrupalı bilmiyor mu? Avrupalı, Türkiye'de, atanmış bir hükümet olduğunu bilmiyor mu? Avrupalı, emir komuta zinciri içinde paşa paşa kurulmuş hükümetleri görmüyor mu? Türkiye'de bir ararejim hükümeti olduğunu görmüyor mu? Bunları siz biliyorsunuz, biz biliyoruz da, Avrupalı bilmiyor; olmaz öyle şey!

YALÇIN GÜRTAN (Samsun) – Ne çok şey biliyorsunuz! Bildiğiniz için zaten böyle oluyor!

ERGUN ÖZDEMİR (Devamla) – Her yerde tartışırız; istediğiniz ortamda, istediğiniz yerde her zaman hazırız; hiç merak etmeyin. Bu, onbeş dakikada ancak bu kadar anlatılır.

Sayın Başkan değerli milletvekilleri; son yıllarda, dünyada, komünizmin çöküşü nedeniyle, dünya devletler dengesi yeniden değişmeye başladı, yeni devletler dengesi kurulmaya başlandı. Tabiî, bu tablo karşısında, Türkiye'nin jeopolitik ve stratejik önemi ve dışpolitikaları bir kat daha önem kazandı.

Değerli milletvekilleri, dışpolitikamız nedir, o konuya girmek istiyorum.

Türkiye'nin dışpolitikasının üç ana ayağı vardır. Birinci ayağı, Amerika Birleşik Devletleriyle müttefiktir. Ne zamandan beri; 1812'den beri. Sultan I.Abdülhamid -onun sebebi ayrıdır, özel bir yerde anlatırız- İzmir'de ilk ticaret borsasını Amerika Birleşik Devletleriyle kurmuştur, ilk silah ticaret antlaşmasını imzalamıştır ve ayrıcalıklı devlet statüsü tanımıştır. İkiyüz yıldır Amerika Birleşik Devletleriyle ittifak halindeyiz. Dışpolitikamızın birinci ayağı bu; Sayın Bakan da, diğer konuşmacılar da çok yönlü politikalar dediler, işte bu.

İkinci ayağı, Avrupa ve komşu ülkelerle iyi ilişkilerimiz. Zaten iyi ilişki içinde olmak mecburiyetindeyiz. Daha düne kadar Avrupa toprakları içinde 5 milyon kilometrekare toprağımız vardı. Zannediyorum, Sayın Çiçek'in de biraz önce dediği gibi, Osmanlıya “Avrupa'nın hasta adamı”deniliyordu.

Bakınız, bu üçüncü ayağı da, İslam ülkeleriyle ve şimdi de bağımsızlığına kavuşan Türk Cumhuriyetleriyle olan dostluk bağlarımız. İslam ülkeleriyle olan dostluğumuz ne kadar güçlü olursa, Batı'lı müttefiklerimizin nazarında o kadar itibar sahibi oluruz. Batılı müttefiklerimizin nazarında ne kadar itibar sahibi olursak, İslam ülkelerinin indinde de o kadar güçlü oluruz. İşte, bazılarımızın anlamak istemediği, bazılarımızın da anlamadığı D-8'ler meselesi budur.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ülkemizin “çok önem kazandı" dediğim jeopolitik ve stratejik konumuna gelince; hepinizin bildiği gibi, ülkemiz, tarihî İpek Yolu üzerindedir, Asya ile Avrupa arasında bir köprüdür, enerji yataklarının, petrol yataklarının tam ortasındadır ve Osmanlının da mirasını devralmıştır. Dün, bizim olan topraklarda, bugün 34 devlet vardır ve bu 34 devlette de dindaşlarımız vardır, ırktaşlarımız vardır. Bu dindaşlarımız ve ırktaşlarımız nedeniyle de, Türkiye'nin sorumlulukları vardır, sorumluluklarımız vardır. Şimdi, bu tabloya baktığınızda, büyük bir dezavantaj gibi görünse de, aslında, bu tablo bizim için çok büyük bir avantajdır; eğer bilirsek, eğer kullanabilirsek. Bakınız, biraz önce bahsettim, yeni dünya dengeleri kurulurken, bu tablo karşısında, bu dünyanın, başta süper gücü olan Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere, dünyanın güçlü devletlerinin Türkiye'ye ihtiyaçları vardır. Neden ihtiyaçları vardır; değerli milletvekilleri, bir defa, bu güçlü devletlerin Körfez konusunda ihtiyaçları vardır. Niye ihtiyaçları vardır; Körfez, Pasifik Kaplanları ile Japonya'nın, petrol ihtiyacının yüzde 90'ını karşılamaktadır, Avrupa'nın petrol ihtiyacının yüzde 40'ını karşılamaktadır. Dolayısıyla, başta ABD olmak üzere, dünyanın güçlü devletlerinin, Körfez konusunda, Türkiye'ye ihtiyacı vardır. Sadece Körfez konusunda mı?.. Irak konusunda, Suriye konusunda, hatta İran konusunda, Barış Suyu konusunda. Kısacası, Ortadoğu'da, dünyanın güçlü devletlerinin Türkiye'ye ihtiyacı vardır. Sadece Ortadoğu'da mı?.. Orta Avrupa'da, dünyanın güçlü devletlerinin Türkiye'ye ihtiyacı vardır. Neden; işte, bu Avrupa Birliği nedeniyle ihtiyacı vardır. Nedeni, uzun boylu konuşulacak konu. Avrupa'nın yumuşak karnı Yugoslavya'da 200 bin kişilik Müslüman Boşnak askeri nedeniyle, güçlü devletlerin Türkiye'ye ihtiyacı vardır ve Orta Asya'da, Çin ile Rusya'nın arasına kama gibi girmiş, 250 milyonluk Türk cumhuriyetleri nedeniyle, güçlü devletlerin Türkiye'ye ihtiyacı vardır. Hatta ve hatta, bir şey daha söylemek istiyorum; Ortodoksluğun Vatikan'ı olan Fener Ortodoks Patrikhanesinin, ekümenlik konusunda da Türkiye'ye ihtiyacı vardır.

Tabiî, bunlar hep ayrı ayrı tez konusudur. Her ne kadar Stratejik Araştırmalar Merkezi 1995'te kurulmuş olsa dahi, ben, Dışişleri Bakanlığımızda bu konuda çalışmalar yapıldığını biliyorum, en azından inanmak istiyorum.

BAŞKAN – Sayın Özdemir, 15 dakikalık süreniz dolmak üzere...

ERGUN ÖZDEMİR (Devamla) – Teşekkür ederim Sayın Başkan, müsaade ederseniz, tamamlıyorum .

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ben, bu arada bu tablo karşısında şunları arz etmek istiyorum. Eğer bu gücümüzü kullanabilirsek, zamanında, yerinde kullanabilir ve gücümüzü bilirsek, 21 inci Asır, Türklerin asrı olabilir. Tabiî, yalnız, bu, bu Hükümetle filan, Başbakan Sayın Yılmaz'la falan olacak işler değil; çünkü, 6 ayda bu hale geldi!

Efendim, bu arada, müsaadenizle, ben, bu kürsüden milletimize seslenmek ihtiyacını da duyuyorum. Neden duyuyorum; çünkü, Avrupa Birliğinden dışlandık, İslam zirvesinden dışlandık; hele hele Kıbrıs Rum kesimi, Avrupa Topluluğu üyeliğine aday oldu, Türkiye davet bile edilmedi. Milletimin büyük sıkıntı içinde olduğunu görüyorum, büyük bir infial içinde olduğunu görüyorum.

Onun için, milletime, bu kürsüden, Yüce Peygamberimizin hadisi şerifiyle seslenmek istiyorum: "Nefsinize ağır gelen şeylerde, biliniz ki, sizin için bir hayır vardır." Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler, şerleri de hayır eyler."

Yüce Milletim, merak etmeyin; bu şerler hayra dönecektir; yeter ki, siz, sandığa sahip olun, biz gerisini hallederiz.

Bu vesileyle, Bakanlık bütçesinin hayırlara vesile olmasını Yüce Allah'tan diler, hepinize saygılar sunarım. (DYP ve RP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Özdemir.

Sayın Necati Çetinkaya, buyurun. (DYP sıralarından alkışlar)

DYP GRUBU ADINA M. NECATİ ÇETİNKAYA (Konya) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; konuşmalarıma başlamadan önce, şahsım ve Doğru Yol Partisi Grubu adına, Yüce Meclisi ve bizi dinleyen aziz halkımızı saygıyla selamlıyorum.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; çalışma hayatı, ülkenin kalkınmasında, sanayileşmesinde önemli faktördür. Çalışanı, işçisi olmayan bir sanayiden bahsetmek mümkün değildir. Altı ayını vaatlerle dolduran ve çare hükümeti olarak kendini kamuoyuna lanse eden Koalisyon, şu anda, hem yurt içinde hem yurt dışında her alanda çaresizlik girdabına girmiş ve ülkeyi kıvrandırmaktadır. Bu dönemde yaşanan olayları, işçinin ve işverenin huzursuzluğunu, burada, dile getirmek zorunluluğunu duyuyoruz. Sendikal çevrelerin, işçilerin, devlete güveni kalmadığını yüksek sesle ve protesto niteliğindeki söylemleri, yurdun muhtelif yerlerinden Ankara'ya yürüyüşleri, Türk siyasî tarihinde çok önemli bir dönüm noktası oluşturmaktadır.

Yüksek enflasyon, yüzde 90 olan enflasyon karşısında, maaşlara yapılan yüzde 30'luk zammı bir tarafa bırakın, ekmeğin 35 bin lira olduğu bir yaşantı içinde, işçi aldığı ücretle yalnız ekmek bile yese geçinemez bir duruma gelmiştir. Asgarî ücretle çalışan işçinin eline 22 milyon lira geçtiği, kamuda ortalama ücretin 50 milyon lira olduğu bir ortamda, ücretlerin genel seyrine baktığımızda, işçilerin büyük çoğunluğunun henüz geçinme ücretini alamadığı gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Her sahada olduğu gibi bu sahada da, doğru dürüst bir millî ücret politikası henüz tespit edilememiştir. 55 inci Hükümet, döneminde, çalışanı, işçiyi, memuru ve emekliyi enflasyon canavarına âdeta teslim etmiş ve aczini başarı gibi gösterme çabası içine girmiştir.

YALÇIN GÜRTAN (Samsun) – O canavarı siz yarattınız.

M. NECATİ ÇETİNKAYA (Devamla) – Memur sendikaları konusunda verilen bunca vaatlere rağmen, ortada gözle görülür hiçbir şeyin olmaması, çalışanların, son yıllarda görülmedik şekilde, hak aramak için sokaklara dökülmesine neden olmuştur. Kamu çalışanlarının ekonomik, sosyal ve meslekî meselelerinin çözümünde, kendi örgütleri aracılığıyla, uluslararası normlar ve ülke şartları dikkate alınarak, haklarını samimiyetle isteyen ve bu konuda kanun teklifi veren yegâne parti, Doğru Yol Partisi olmuştur.

Bugün, işçisiyle, işvereniyle, tüm çalışma hayatını teşkil eden gruplar, bu Hükümetten, artık, ümidini kesmiştir. Ülkemizde, işsizlik görülmemiş boyuta ulaşmıştır. Her türlü istihdam hizmetini yaygın biçimde sunan, işsizlikle mücadele edebilen, modern bir kimliğe kavuşması için, daha önce hazırlanan İş–Kur yasa tasarısının bir an önce yasalaşması sağlanmalıdır.

Sayın Bakan, Türkiye İşçi Emeklileri Cemiyeti toplantısını, dün, televizyonlarda izlediniz mi acaba? Biz içimiz parçalanarak izledik. Yaşlı başlı insanlar, ağlıyorlardı, perişan durumdalardı. Acaba, bu Hükümetten bir ümit, bir vaat, bir ışık alabilir miyiz diye hacet kapısı olarak Ankara'ya doluştular, -işte gazete kupürleri- sizleri beklediler, bir hükümet yetkilisini beklediler...

TAHSİN IRMAK (Sıvas) – Bu Hükümet, onların hükümeti değil ki gelsinler!

M. NECATİ ÇETİNKAYA (Devamla) – ... fakat, ışıklarını söndürdünüz, gönüllerindeki umutları yok ettiniz. Gönül isterdi ki, o yaşlı başlı insanların ağlamaları yüreklerinize birazcık olsun merhamet duygusu bahşetseydi ve hiç olmazsa oraya gidip, onların dertlerini dinleseydiniz. Onların, o betonların üzerinde yatışları, herhalde, bu Hükümetin bir başarısı olsa gerek. Zaten, Başbakan da "zorlu bir kış geçireceğiz" demişti; zorlu kış şimdiden başladı. 150 dolar aylık, sosyal devletin işte bizatihi iflasıdır. Bu insanların bekledikleri bir hükümet yetkilisi toplantılarına katılmadı; ama, kimsenin kılı bile kıpırdamadı. Başbakan yardımcısını ve Sayın Çalışma Bakanını beklediler, ne yazık ki, ne gelen oldu ne de onlara bir şeyler söyleyen.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ülke nüfusumuzun yaklaşık yüzde 40'ını ilgilendiren, en büyük sosyal güvenlik kuruluşumuz olan SSK'nın bugünkü durumu da, gerçekten yürekler acısıdır. Kurum, politik gaye uğruna, maalesef, çökertilmiştir. Yani, 48 yıl devlete muhtaç olmadan yaşayan, hatta işçi konut kredisi gibi, aslî görevlerinin dışında, devlete bile katkıda bulunan kurum, 1992 yılından beri, vergi gelirlerinden oluşan devlet bütçesinden açığını karşılar duruma getirilmiştir.

Sadece kurum çökertilmemiş, bu çöküşün içinde rol alanlarla ilgili şaibeler gittikçe çoğalmıştır. “SSK, kuruluş kanununa göre, özel hukuk hükümlerine tabi, malî ve idarî bakımdan özerk bir kurumdur” denilmektedir. Kurum, şimdi ne durumdadır, söyleyebilir misiniz; emekli işçisini yüksek enflasyon altında ezmiş, âdeta el avuç açar, zekâta muhtaç bir duruma getirmiştir.

SSK'nın malî sıkıntıya düşmesinin sebeplerinden biri de, aktif-pasif dengesinin bozulmuş olmasıdır. Yıllara göre bozulma eğilimi gösteren sosyal güvenlik kuruluşlarının aktuaryel dengelerinin, artık nasıl düzeltileceği bile büyük bir sorun haline gelmiştir.

Sosyal güvenlik bir ilimdir, bir sistemdir; nimet-külfet dengesine dayanır. Bu nedenle, öncelikle uluslararası norm ve standartlara uygun bir sosyal güvenlik temel kanunu hazırlanarak, zaman geçirilmeden yürürlüğe konulmalıdır. Tüm sosyal sigorta kanunlarımızın, en kısa zamanda, bu temel yapıya uyumu sağlanmalı ve sosyal güvenlikte norm ve standartların bütünlüğü temin edilmelidir. Bu husus, kamuoyunda tartışmaya açılmalı ve en kısa zamanda, bu temel yasa çıkarılmalıdır. Dolayısıyla, emeklilerin aylıkları, eşelmobil sistemine uygun olarak yeniden düzenlenmelidir. Bu, 54 üncü Hükümet döneminde yüzde 85 gerçekleştirilmiş ve ilk altı ayda işçiye verilen zam yüzde 54 nispetine ulaşmıştır. Sizin verdiğiniz yüzde 30'la, işçiyi dilenci durumuna soktuğunuzu, acaba bilebiliyor musunuz?

METİN EMİROĞLU (Malatya) – Sistemi iflas ettirdiniz...

M. NECATİ ÇETİNKAYA (Devamla) – İş hayatının düzenli, verimli ve huzurlu olması, işçi sağlığı ve iş güvenliği yönünden de önlemlerin alınmasına bağlıdır. Bakanlık, işyerlerinin kurulması aşamasından başlayarak, işletmeye açılması ve işletilmesi döneminde de üzerine düşen görevleri eksiksiz yerine getirmeli ve bu konuda gereken çalışmayı yapmalıdır.

Yurt dışında, yaklaşık 3 milyon vatandaşımız yaşamaktadır. Bu insanlarımızın, yurttaşlarımızın, çalıştıkları ülkelerde ki sosyal güvenlik sistemlerinin, o ülke vatandaşlarına eşit olarak tanıdığı sosyal güvenlik haklarından ülkemize dönüşlerinde de faydalanmaya devam etmeleri sağlanmalıdır. Yapılan sözleşmelerin günün şartlarına uygun hale getirilmesi için çalışmalar yapılmalıdır. Avrupa ülkelerinde bulunan vatandaşlarımızın işgücü piyasasına girişi ve istihdamının olumsuz yönde etkilenmemesi konularının yakından takip edilmesi gerekmektedir.

Bugün, işçilerimizi ve ülkemizi ilgilendiren -hazır Sayın Dışişleri Bakanımız da buradayken; ikinizi birden ilgilendiriyor- "Schengen isyanı" diye Hürriyet'in bir sürmanşeti vardı. Eğer, o konu da Yunanlıların onayına vabeste kılındıysa, bu Hükümet, artık, bu konularda iflas ettiğini, kendisi, burada itiraf etmelidir; çünkü, eğer, Schengen, Yunanistan'ın onayına terk ediliyorsa, bu, Türk insanının, Türk Devletinin ve Türk Milletinin itibarının, dışarıda ne hale geldiğinin, ne kadar utanç verici bir duruma geldiğinin en güzel ispatıdır. Bunu, nasıl ve neyle izah edeceksiniz?! Bu mudur dışpolitika?! Bu mudur onurlu politika?! Eğer, şakşakçıların, meddahların, o başarısızlıklarını, sizlere başarılı bir şekilde göstermelerine hâlâ inanıyorsanız, buna, artık, bu millet inanmıyor ve inanmadığını da, en kısa zamanda, sandığa gittiği zaman gösterecektir ve o zaman, feryadı figan da etseniz, iş işten geçmiş olacaktır. (DYP sıralarından alkışlar)

Sosyal güvenlik, ülkede yaşayan...

ÜLKÜ GÜNEY (Bayburt) – Kulaklarımız patladı, biraz yavaş söyle...

M. NECATİ ÇETİNKAYA (Devamla) – Yavaş söyledik; ama, şimdiye kadar sağır sultan işitti, maalesef, Hükümet ve sizler işitemediniz. Onun için, işitiniz, bu millet, feryadı figan ediyor. Anadolu'dan geliyoruz; Anadolu insanı ayakta, Anadolu insanı âdeta burnundan soluyor. Çiftçiyi yok ettiniz, işçiyi perişan bir duruma soktunuz ve Ankara sokaklarında, polislerle takip ettiğiniz işçi emeklilerinin, o zavallı insanların, dün, merdivenlerde yuvarlanıp bir lokma ekmek için, âdeta çırpınıp duran insanların feryatları karşısında, siz, bize "susun" diyorsanız, susmayacağız, millet susmayacaktır ve susmaya da, gönlümüz razı değildir, rıza göstermez. (DYP sıralarından alkışlar) O zaman, bu millet, Hak bile, şey yaparsa, Allah'ın gazabı bizi susturmaz. Onun için, biz ondan korktuğumuz için, Allah'ın ilahî adaletinin bu olmadığını bildiğimiz için, susmayacağız ve hakkı, sizlere teslim edinceye kadar da, haykıracağız, haykıracağız... (DYP sıralarından alkışlar)

ÜLKÜ GÜNEY (Bayburt) – Bravo... Bağırmaya devam et...

M. NECATİ ÇETİNKAYA (Devamla) – Değerli milletvekilleri, diğer taraftan, son yıllarda görülen sanayide yeniden yapılanma ve rasyonalizasyon süreci sonucu niteliksiz işgücüne olan ihtiyaç azalırken, nitelikli işgücüne olan talep gittikçe artmıştır.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Çetinkaya, bir dakika içinde toparlıyoruz.

M. NECATİ ÇETİNKAYA (Devamla) – Hay hay Sayın Başkanım.

Ama, şunu da belirtmek isterim ki; sanayi, vasıflı, kalifiye elemanla, kalifiye işçiyle olur. Siz, 8 yıllık zorunlu temel eğitimle -biz ona, zorunlu değil “sorunlu temel eğitim” diyoruz- bunu tamamen ortadan kaldırdınız, vasıflı işçiyi kaldırdınız.

HALİL ÇALIK (Kocaeli) – Siz de kabul ettiniz.

M. NECATİ ÇETİNKAYA (Devamla) – Bakınız, niye zorunuza gidiyor?..

HALİL ÇALIK (Kocaeli) – Yalan söylüyorsun.

M. NECATİ ÇETİNKAYA (Devamla) – Yalan mı?..

HALİL ÇALIK (Kocaeli) – Evet.

M. NECATİ ÇETİNKAYA (Devamla) – Çıraklık eğitim okulları devam ediyor mu?

HALİL ÇALIK (Kocaeli) – Devam ediyor.

BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, lütfen karşılıklı konuşmayalım.

M. NECATİ ÇETİNKAYA (Devamla) – Çıraklık eğitim okulları devam ediyor mu?

HALİL ÇALIK (Kocaeli) – Evet, devam ediyor.

BAŞKAN – Sayın Çetinkaya... Sayın Çetinkaya, süreniz bitmek üzere...

M. NECATİ ÇETİNKAYA (Devamla) – Nasıl, hakikatsizliği hak olarak takdime çalışıyorsunuz!

BAŞKAN – Sayın Çetinkaya, süreniz bitmek üzere...

M. NECATİ ÇETİNKAYA (Devamla) – Değerli arkadaşlar, işte, çıraklık eğitim merkezleri, bu kalifiye işçi yetiştirmenin en güzel örneği idi..

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Çetinkaya, teşekkür ediyorum...

M. NECATİ ÇETİNKAYA (Devamla) – Dileriz ki, inşallah, kısa zamanda, bu konular, işbaşına gelecek olan güçlü ve istikrarlı bir hükümetle çözülecektir. (DYP sıralarından alkışlar)

YALÇIN GÜRTAN (Samsun) – Beş sene ne yaptınız?

HALİL ÇALIK (Kocaeli) – Yalan söylüyorsun.

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Çetinkaya.

Demokratik Sol Parti Grubu adına, Sayın Fırat Dayanıklı; buyurun. (DSP sıralarından alkışlar)

DSP GRUBU ADINA BAYRAM FIRAT DAYANIKLI (Tekirdağ) – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Demokratik Sol Parti Grubu adına, Dışişleri Bakanlığı bütçesiyle ilgili görüşlerimizi açıklamak üzere huzurunuzdayım; Grubum ve şahsım adına hepinize saygılar sunarım.

Dışişleri Bakanımızın, bakanlığa başladığı günlerde ortaya koyduğu ilkelerinden, çalışma felsefelerinden en önemlilerinden biri de, Dışişleri Bakanlığımızın, ülkenin dış ekonomik ilişkilerinin üzerinde gelişeceği siyasî zemini hazırlamak ve bu siyasî zemine katkıda bulunmak olduğu idi. Bu yaklaşımı olumlu buluyor ve destekliyoruz. Nitekim, yedibuçuk saat süren Plan ve Bütçe Komisyonundaki görüşmelerde, konuşmacıların birçoğu, bu tutumu olumlu bulmuş ve desteklemişlerdir.

Sayın milletvekilleri, dünyamızda, bazı hükümetlerin kendi kendilerini disipline etme fantezisine rağmen, global Sayın milletvekilleri, dünyamızda, bazı hükümetlerin kendi kendilerini disipline etme fantazisine rağmen, global ekonomi, hükümetlere yeni ve daha ciddî yaptırımlarda bulunmaktadır. Paranın konvertibilitesinin serbest bırakılması, çok büyük miktarda bir dünya parası oluşumuna olanak vermiştir. Bu para, global ekonominin ve para piyasalarının dışında olmamakla birlikte, üretim, yatırım, tüketim ve ticaret faaliyetlerinin dışında kalmaktadır. Bu para, paranın ticareti suretiyle dünya parası olarak giderek çoğalmaktadır. Tabiri caizse, bu para sanal bir paradır. Bu sanal para, inanılmaz bir hareketliliğe sahiptir; çünkü, herhangi bir ekonomik fonksiyonu yoktur. İşte, o yüzden, son onbeş yirmi yılda hükümetlerin elde etmeye başladığı finansal özgürlükler, paranın konvertibilitesi hükümetler için çok olumlu olmamıştır. Bu yaklaşım, hükümetlerin "hayır" diyebilme yetkilerini giderek azaltmaktadır; ancak, ekonomik ve parasal özgürlüklerin azalması, paradoksik olarak ulus devletlerin güçlenmesine yol açmaktadır. Nitekim, bunun en iyi örneği, son yirmi yılda gelişmiş ekonomiler çok büyük başarılar sağlayamazken, gelişme yolunda olan ülkeler daha başarılı olmuşlar ve dünyanın üretim ve ticaretinin büyük bir bölümü bu nedenle artmaktadır. İşte, bu nedenlerden dolayı, Dışişleri Bakanlığımızın felsefesindeki ekonomik ilişkilerin siyasal açıdan desteklenmesi konusundaki kararlılık memnun edicidir.

Sayın milletvekilleri, içinde yaşadığımız günlerde bir yandan uluslararası örgütlerin genişleme çabaları devam ederken, bir yandan da, etnik milliyetçilik, ırkçılık, terörizm gibi sorunlar devam etmektedir. Soğuk savaş sonrasında yeniden kurulmaya çalışılan dengeler, dünyanın birçok yerinde bölgesel çatışmalara neden olmaktadır. Problemlerin en yoğun olduğu bölgeler de, Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu olarak ortaya çıkmaktadır. Türkiye de, bu üçgenin tam ortasında olmasından dolayıdır ki, dışpolitikasını sağlam temeller üzerine oturtmak zorundadır. Napolyon'un söylediği bir söz Türkiyemiz için çok geçerlidir: "Bir ülkenin dışpolitikası onun coğrafyasıdır." Türkiye, demokratik, laik yapısı, ekonomik gücü, kültürel zenginliği, zengin tarihi ve Atatürk'ün "Yurtta barış, dünyada barış" ilkesiyle bölgenin model ülkesidir. Türkiye'nin bölgesel bir güç olması için her türlü malzeme mevcuttur. Türkiye, sadece kendi sınırları içinde değil, çok geniş bir coğrafya üzerinde etkili olmak durumundadır. Türkiye, dışpolitikasını oluştururken, kısa vadeli ve tepkisel politikalar yerine, uzun vadeli ve bilinçli politikalar üretmek zorundadır. Türkiye, ne istediğini bilmeli ve ona göre politika üretmelidir.

Sayın milletvekilleri, yeni dönem dışpolitika uygulamalarında, soğuk savaş döneminin kaygı ve anlayışıyla hareket ederek, Türkiye'nin yararına sonuçlara ulaşmak mümkün değildir. Türkiye, dışpolitika uygulamalarında dış merkezlere, büyük güçlere ters düşmemek kaygısıyla değil, kendi çıkarları doğrutusunda hareket etmelidir. Güçlü ve etkin bir dışpolitikanın diğer bir şartı ise, içpolitikadaki istikrardır.

55 inci Hükümetin iktidara gelmesiyle birlikte, rejim ve devlet buhranından kurtulan Türkiyemiz, daha tutarlı, gerçekçi ve onurlu bir dışpolitika yürütmeye başlamıştır. Dışpolitikanın, içpolitikada ucuz malzeme olarak kullanılmama ilkesi, 55 inci Cumhuriyet Hükümetinin temel felsefelerinden biri olması dolayısıyla çok sevindiricidir. Uluslararası ilişkilerde kalıcı dostluklar, kalıcı düşmanlıklar yoktur, kalıcı çıkarlar vardır. Türkiye’nin çıkarları neyi gerektiriyorsa ona göre politikalar oluşturularak hareket edilmelidir. İsmet İnönü’nün de dediği gibi “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünya içinde yerini alır.”

Sayın milletvekilleri, Avrupa Birliğinin son olarak Lüksemburg zirvesi toplantısında aldığı karar karşısında Hükümetimizin gösterdiği tepki son derece haklıdır. Çünkü, Avrupa Birliğine tam üye olmak, ülkemiz için sadece siyasal bir hedef değil, Ankara Antlaşmasından ve ortaklık anlaşmalarından doğan bir haktır. Avrupa Birliğinin, Türkiye için, her zaman bir amaç, bir hedef olmasına rağmen, asla bir saplantı olmadığını Hükümetimiz defalarca vurgulamıştır. Hükümetimiz göreve geldiği günden itibaren Avrupa Birliğini bu karardan caydırmak için yalvarıp yakarmadan, Türkiyemizin onurunu incitmeden üzerine düşen görevi yapmıştır. Ancak, Avrupa Birliğinin bu kararı, ülkemiz için dünyanın sonu da değildir. Avrupa Birliğinin, aday ülkeler için, kriterler oluşturmasına bir itirazımız yoktur. Bu kriterlerin ekonomik ve toplumsal ölçütleri olması doğaldır. Ancak, bu ölçütlere siyasî kulplar takılarak, bize dayatılması kabul edilemez ve edilmemiştir de. Özellikle Yunanistan'ın tezlerinin, sanki kendi görüşleriymiş gibi ortaya konması kesinlikle kabul edilemez.

Sayın milletvekilleri, Türkiye'nin Avrupa Birliği ile ilişkileri, öncelikle ekonomik alanlarda gelişmiştir. Avrupa Birliği ülkeleri, dış siyaset, güvenlik ve adalet konularında Maastricht Anlaşması sonrası başlayan süreçte, henüz kendi aralarında dahi bir anlaşma sağlayabilmiş değildir. Özellikle Almanya, Avrupa Birliğinin genişlemesi sürecinde, Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve Polonya'nın Birliğe üyeliğini sağlamak için, Yunanistan'ın veto tehdidi karşısında her türlü tavizi vermeye hazırdır.

Avrupa Birliği ile olan ilişkilerimizde, üyelik hedefinden daha önemli olarak, kanımca, Türkiye, ortaklık anlaşması boyutundaki taleplerini öncelikle vurgulamalıdır. Ülkemiz, ortaklık anlaşmalarından doğan sorumluluklarını yerine getirme gayreti içinde olmuştur; ancak, bu konularda eksikliklerimiz de mevcuttur. Örneğin, 1/95 sayılı Kararın dışında kalan uyum çalışmaları, devlet yardımıyla ilgili çalışmalar, Rekabet Kanunu uygulaması, telif haklarıyla ilgili yasa değişiklikleri, tekeller ve imtiyazlı şirketlerle ilgili düzenlemeler, devlet ihale kanunlarında yapılması gereken değişiklikler, gümrük kanununun çıkarılması, akreditasyon konuları, gümrüklerin modernizasyonu konusunda henüz yapılması gerekenler tam anlamıyla yerine getirilmemiştir. Bu düzenlemeler, Avrupa Birliğinin çıkarlarından çok, kendimiz için yapmamız gereken düzenlemelerdir. Bu düzenlemeler, ülkemizin üye olduğu uluslararası kuruluşlara karşı olan yükümlülüklerimizi de içermektedir.

Sayın milletvekilleri, Avrupa Birliği ile ilişkilerimizde en büyük eksiklik, Avrupa Birliğinin malî mekanizmaları işletme konusunda gösterdiği ikircikli tutumdur. Türkiye, ortaklık sistemi içinde, bu konuları iyi müzakere edebilmelidir. Nitekim, Avrupa Birliğinin aday adayı ülkeler için benimsediği güçlendirilmiş katılım öncesi strateji konsepti, Türkiye'nin yaptığı ortaklık anlaşmaları dışında daha fazla bir şey sağlamayacaktır. Üzerinde durulması gereken önemli bir gerçek de, Avrupa Birliğine girecek ülkeler, artık, eskiden olduğu gibi, yeterince finansal çıkarlar elde edemeyeceklerdir; çünkü, Avrupa Birliğinin, içine katmayı düşündüğü ülkeler, gelişme yolunda olan ülkelerdir; yani, Avrupa Birliğinin fonlarını kullanmak isteyecek ülkelerdir. Ancak, Avrupa Birliğinin bütçelerinde bir büyüme söz konusu değildir. İşte, bu yüzden, pasta, daha fazla sayıda ülke arasında paylaşılmak zorunda olduğundan, bu müstakbel adaylar, Avrupa Birliğinden umduklarını bulamayacaklardır.

Sayın milletvekilleri, 55 inci Hükümetin, komşularıyla, özellikle Bulgaristan ve Rusya ile ilişkilere getirdiği yaklaşımı takdir ediyoruz. Komşularımızdan, Türkiye'ye yönelik iyi niyetli her adıma, biz de, aynı şekilde, iyi niyetli adımlarla karşılık vermeye hazır olmalıyız. Her şeye rağmen, Yunanistan ile sorunları iyi niyetle çözmeye hazır olmamıza rağmen, sorunların çözümü için, sadece Türkiye'nin iyi niyetli olması yetmez. Yunanistan şunu iyi bilmelidir ki, Türkiye ile yapıcı diyaloğu ve işbirliğini başlatması ve geliştirmesi, kendi çıkarları için de çok önemlidir.

Yunanistan ile aramızda sorunlar çok yönlüdür ve bu kısa süre içerisinde bu sorunların hepsine değinmek için vaktimiz yetmez; ancak, Batı Trakya sorunu, bizim için çok önemlidir. Batı Trakya'da yaşayan soydaşlarımız, eğitim imkânlarından dinî vecibelerini yerine getirememeye kadar, her alanda baskı altında tutulmaktadırlar. Bu sorunların çözümü, ancak iki devletin karşılıklılık ilkesine dayanan müzakerelerle mümkün olabilir.

Sayın milletvekilleri, Avrupa Birliğinin, Kıbrıs Rum yönetimini, tam üyelik müzakerelerine, tüm Ada'yı temsil ediyormuş gibi davet etmesi, Kıbrıs Cumhuriyeti kuruluş antlaşmalarında yer alan açık hükümlere aykırıdır. 1959, 1960 Londra ve Zürich Antlaşmalarına göre, Kıbrıs'ın, hem Türkiye Cumhuriyetinin hem de Yunanistan'ın birlikte üye olmadıkları bir örgüte üye olması mümkün değildir. Bu hüküm bu kadar açıkken, Avrupa Birliğinin böyle bir davet yapması, düpedüz, uluslararası hukuku çiğnemektir. Ada'da uzun bir aradan sonra başlayan toplumlararası görüşmelerin hız kazandığı bu dönemde, Avrupa Birliğinin, âdeta, gidişatı baltalamak istermişçesine aldığı kararlar ve yaptığı davetin, sorunun çözümüne yardımcı olması mümkün değildir. Kıbrıs sorununun çözümüne katkıda bulunmanın ilk koşulu, Ada'daki gerçekleri kabul edebilecek, insanî duyarlılık ve medenî cesarete sahip olmaktır. Ada'da, eşit haklara sahip iki toplumun varlığının kabul edilmesi gerekir.

Türkiye, Kıbrıs konusunda, 20 Temmuz 1974 günü ne kadar kararlı idiyse, bugün de en az o kadar kararlıdır. Bu kararlılık KKTC ile ilişkilerimizin derinleştirilmesi yönünde atılmaya başlanan adımlarla somutlaştırılacaktır.

Sayın milletvekilleri, Kafkaslar ve Türk Cumhuriyetleri, Türk dışpolitikasının önemli konularından biridir. Kafkaslar ve Türk Cumhuriyetleriyle ilişkilerimiz de, memnuniyetle ifade etmek istiyorum ki, Hükümetimiz tarafından öncelikle ele alınmaktadır. Maalesef, bu ilişkiler, geçtiğimiz Hükümet döneminde ihmal edilmiştir. Başbakanın yaptığı ilk resmî dışziyaretin Kazakistan'a yapılmış olması, Dışişleri ve Devlet Bakanımızın Azerbaycan ve Kırgızistan ziyaretleri, bu ülkelere verilen önemin somut birer göstergesidir.

Türkiye'nin Balkan ülkeleriyle de ilişkilerinin geliştirilmesi ve derinleştirilmesi, Türk dışpolitikası açısından büyük öneme sahiptir. Tarihî perspektiften baktığımızda, Türkiye'nin, Balkan ülkeleriyle eskiye dayanan bir dostluğu ve işbirliği olduğunu görüyoruz. Balkanlarda, Yunanistan, Avrupa Birliği üyesi sıfatını kullanarak etki alanını sürekli olarak geliştirmeye çalışmakta ve ülkemiz aleyhine antipropaganda yapmaktadır. Türkiye'nin, bu negatif durumu kendi lehine çevirebilmesi için, bu bölgeye, insanî boyutta yaklaşması ve diyaloğu geliştirmesi gerekir.

Sayın milletvekilleri, 55 inci Hükümet göreve başlar başlamaz, bölge ülkeleriyle ilişkileri geliştirme sürecine girmiş ve ilk etapta, Bosna-Hersek'e, 28 Ağustos 1996 tarihli anlaşmanın gereği olarak, geçtiğimiz hükümetler döneminde verilmeyen 10 milyon dolarlık yardımı tahsis etmiştir. Bu, Hükümetimizin bu konuda gösterdiği davranışlara somut bir örnektir.

Sayın milletvekilleri, bizden çok farklı bir rejime sahip olan İran'la ilişkilerimiz, bölgesel ve ideolojik rekabetin getirdiği bir gerginlik içerisinde yürütülmektedir. Bölgemizde bir İslamcı hegemonya kurmak isteyen İran, bu konuda en büyük engel olarak, demokratik, laik yapısıyla Türkiye'yi görmektedir; ancak, uzun bir geçmişe sahip olan Türkiye-İran rekabetinin gelecekte de var olacağı varsayılarak, buna göre politikalar oluşturmamız ve gerçekçi davranmamız gerekir. Bilhassa ekonomik konularda ortaya çıkabilecek fırsatların değerlendirilmesi, son derece olumlu adımlardır.

Sayın milletvekilleri, Türkiye, Körfez savaşı nedeniyle çok büyük faturalar ödemek zorunda kalmıştır. Kuzey Irak'ta ortaya çıkan otorite boşluğu, bölücü terörün bu bölgede konuşlanmasına olanak sağlamış ve terörün güneydoğuda giderek artmasına olanak vermiştir. Buna paralel olarak, bölgeden kaynaklanan göç olgusu, ülkemizin demografik yapısında önemli değişikliklere neden olmuştur.

Bunun ötesinde, Irak ambargosunun Türkiye'ye verdiği muazzam bir ekonomik zarar vardır. Türkiye'nin, Körfez Savaşı öncesine oranla bölge ülkeleriyle olan ticarî ilişkileri bozulmuştur. Birleşmiş Milletler kararları, en çok Türkiye'yi etkilemesine rağmen, Türkiye, bu kayıplardan dolayı gerekli, hak ettiği tazminatı alamamıştır. Bu konuların, Hükümetimizce ciddiyetle ele alındığını müşahede ediyoruz.

Sayın milletvekilleri, son olarak bir konuya daha değinmek istiyorum. Avrupa Birliği ile ilişkilerimizde, Avrupa Birliği Komisyonu, Türkiye'ye daha olumlu baktığı durumlarda bile, Avrupa Birliği Parlamentosu engeller çıkarabilmektedir. Yine, aynı şekilde, ABD Yönetimi Türkiye lehine bir karar aldığı halde, ABD Kongresi, bu kararların aksine bir tavır alabilmektedir. Bu paralelde, Türkiye, NATO'nun genişlemesi konusunda olumlu bir karar vermiştir; ancak, Türkiye Büyük Millet Meclisi de, Amerikan Kongresi kadar, Avrupa Parlamentosu kadar kendi çıkarlarını görmeli, ona göre hareket etmelidir.

Zannediyorum zamanım doldu. Bütçemizin hayırlı olmasını diliyor, çok teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum. (Alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Dayanıklı.

Sayın Yaşar Ünal, buyurun. (DSP sıralarından alkışlar)

DSP GRUBU ADINA MEHMET YAŞAR ÜNAL (Uşak) – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının 1998 malî yılı bütçesi üzerinde Demokratik Sol Partinin görüşlerini sunacağım; hepinizi saygıyla selamlarım.

Çalışma hayatının ve sosyal güvenliğin en iyi hizmet verecek şekilde düzenlenmesi ve yürütülmesi için, işçi, işveren ve hükümet arasında, Sayın Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanımızın da dikkatle üzerinde durdukları gibi, sosyal diyaloğa çok önem verilmelidir. Diğer ülkelerle rekabet edebilmek için, daha fazla üretim ve verimliliğin artırılması yanında, çalışanların ekonomik ve sosyal durumlarının daha fazla iyileştirilmesi, daha kaliteli sağlık hizmeti verilmesinin sağlanması ancak çok geniş bir uzlaşıyla mümkündür.

Bu amaçla ülkemizde 1995 yılında kurulmuş bulunan Ekonomik ve Sosyal Konsey etkili görevler üstlenmeye başlamış ve yeni düzenlemeyle, işler hale getirilmiştir. Bu Konseyin, çalışanların sorunları üzerinde, özellikle sağlık ve sosyal güvenlik konularında beklenen çözümlerde, hazırlanan reformlarda etkin bir rol almasını bekliyoruz.

Ülkemizde, 1996 yılı verilerine göre, Sosyal Sigortalar Kurumu ve Bağ-Kur kapsamında 30 milyon 700 bin kişi vardır; bunun 28 milyonu Sosyal Sigortalar Kurumuna bağlıdır.

1980'li yılların sonundan itibaren, bu kurumlar, giderlerini karşılayamaz hale gelerek, 1990'lı yıllarda çok büyük açıklar vermişlerdir. Bu yılki tahmin edilen açık 775 trilyon olacaktır. Bu açıkların devletçe karşılanması da, doğal olarak, sosyal devlet olmanın gereğidir. Ekonomik yönden gelişmiş OECD ülkelerinde, sağlık ve sosyal hizmetlere bütçeden ayrılan paraların devamlı artırılması yönüne gidilmektedir. Bir yandan da, bu açıkların azaltılması yönünde, ilgililerin uğraşması, Bakanlığın tedbirler alması gerekmektedir.

Geçmişte Sosyal Sigortalar fonlarının devletçe ucuz kaynak olarak kullanılmış olmasının yanında, bu açıkların başka nedenleri de vardır. Bunların arasında sayabileceğimiz diğer sebepler şunlardır:

a) Sigortasız işçi çalıştırılması.

b) Prim karşılığı olmayan sosyal yardım zammı uygulaması.

c) Sosyal Sigortalar Kurumu ve Bağ-Kur'da prim tahsillerinin oranının düşük olarak gerçekleşmesi.

d) SSK'da prime esas kazanç sınırının düşük kalması.

e) Erken emeklilik.

f) Prim borcunu yatırmayanlara af getirilmesi ve bu beklentinin yarattığı tahsilat azalmaları ile yatırılması gereken primlerin işveren tarafından kaynak olarak kullanılmasıdır.

Ayrıca, sosyal güvenlik sisteminin, zaman içerisinde devlet yardımına ihtiyaç duyar hale gelmesidir. Bütün dünyadaki sosyal güvenlik kurumları da aynı aşamalardan geçerek zamanla, daha fazla devlet desteğine muhtaç hale gelmektedir; Türkiye'de de bunun böyle olması kaçınılmazdır.

Bu nedenlerin, sosyal güvenlik kurumlarındaki açıklara yol açtığı herkesçe kabul edilmektedir.

Artık, sosyal güvenlik kurumlarının sağlıklı bir yapıya kavuşturularak hızlı bir işleyişe ve kaliteli hizmet vermeye başlatılmaları, önümüzdeki acil ve çok önemli işlerden biridir. Burada, daha önce de değindiğimiz gibi, ekonomik ve sosyal konseyin önemli görevleri olacaktır. Yeni bir yapılanma ve işleyişin başarılı olabilmesi için, taraflar arasındaki bir sosyal uzlaşı ve toplumsal destek de gerekmektedir. Bu konuda getirilecek reform tasarılarına, işçi sendikalarının, işverenin ve üniversitelerin görüşleri alınarak iktidar ve muhalefetin ortak bir anlayışla en iyi şeklini vererek oybirliğiyle karar vermeleri ve ülkenin bu önemli meselesinin çözümüne katkıda bulunmalarını, halkımız, bizlerden sabırsızlıkla beklemektedir.

Bu konularla ilgili yasal değişikliklerin yapılabilmesi için, önce konu üzerinde çalışılmış, Ekonomik ve Sosyal Konsey de işin içerisine katılarak ilgili bakanlıklar ve sosyal güvenlik kurumlarınca bir rapor hazırlanmış ve sosyal güvenlik kurumlarının aktuaryel denge hesabı da çıkarılmıştır. OECD ülkelerinde aktuaryel dengeyi bulmak için yapılan istatistiklerde 2,5 çalışana 1 emekli düşmektedir; bizde ise bu 2,2 çalışana 1 emekli oranındaki bir duruma gelmiştir. Bu da gösteriyor ki, içinde bulunulan tablonun çok fazla abartılmaması lazım ve gerekli tedbirler alındığı zaman bu düzeltilebilir.

Sadece emekli yaşının yükseltilmesiyle, zannedildiği gibi, sorun hemen çözülemez. Aktuaryel dengenin sağlanması, öte yandan, sigorta prim oranlarının yükseltilmesi ve devlet katkısının hem artırılması hem de düzenli bir hale getirilmesi geciktirilmemelidir. Emekli aylığı ile primler arasında var olan dengesizlikler giderilmelidir. Yeni düzenlemede, devletin yüzde 10 oranında devamlı bir katkı sağlamayı öngörmesi, bu yolda çok olumlu bir yaklaşımdır.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının hazırladığı yeni düzenlemeler içinde çok önemli bir konu vardır. Bu, Türkiye'de, ilk defa işsizlik sigortasının kurulmasıdır. Sayın milletvekilleri, işsizlik sigortası kurulması, yıllardan beri özlenen ve eksikliği çekilen bir düzenlemedir. İşsiz kalan yurttaşlarımıza belli bir süre işsizlik parası ödemeyi öngören bir sistem acilen getirilmelidir. Hükümetimiz de bu çalışmaların içerisindedir. Burada, işsizlik parası ödeme süresi, daha önceki hizmet süreleri göz önüne alınarak hesaplanacaktır. Kuruluşunda ise, Tasarrufu Teşvik Yasasının yürürlükten kaldırılarak, oraya kesilen primlerin -ki, bu yüzde 5'tir- işsizlik sigortası primlerine dönüştürülmesi şekliyle bu oluşturulacaktır. Çünkü, yeni kurulacak bu sigortanın işleyebilmesi için, öncelikle malî kaynaklara ihtiyacı olacaktır. Buna, ayrıca yüzde 2'lik bir devlet katkısı da eklendiğinde, sorunsuz olarak işsizlik sigortası işleyebilecektir ve bu fondan beklenilen hizmet yerine getirilebilecektir.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanımız, bu konuda birçok ayrıntıları da vermektedir. Ödenecek işsizlik parasının miktarı da, işçinin son 6 aylık ücretlerinin yüzde 55'i olacaktır.

Bu fonun gelirlerinin, yıllık 147 trilyon olacağı tahmin edilmektedir. Bunun 54 trilyonu kamu kesimine, 93 trilyonu da özel sektör işvereni ve işçilere ait olacaktır. Bunun devlete yükü sadece yüzde 2 seviyelerindedir. Tasarrufu Teşvik Fonunda biriken yaklaşık 800 trilyon liralık anapara ve nema karşılığı olarak biriken para, özelleştirilecek kamu kuruluşlarında çalışanlara hisse verilerek ve bu fonda biriken paralar, çalışana, hak sahiplerine aktarılarak, devletin de bu yolla borçlarını ödemesi düşünülmektedir. Bu da, hem devlet hem de çalışanlar açısından olumlu bir çözüm olacaktır.

Tarım sektöründe kendi nam ve hesabına çalışanlar, Bağ-Kur'a kayıtlıdırlar ve sigorta primlerini de yatırmaktadırlar. Sayın milletvekilleri, bu çok önemli bir konudur. Bundan önce de, bu kürsüde, bu konuya birkaç kez değinmiştim. Ancak, tarımda çalışan bu yurttaşlarımız, sağlık sigortası kapsamına alınamamışlardır; böylece, doktor ve hastane hizmetlerinden yararlanamamakta, ilaçlarını, Bağ-Kur'dan alamamakta, kendilerine sağlık karnesi verilememektedir; oysa, Bağ-Kur'a bağlı diğer esnaf ve kendi nam ve hesabına çalışanlar ile ailelerinin de, Türkiye'de sosyal güvenlik kapsamında bulunan herkes gibi, bu hizmetlerden -hastanelerin sağlık hizmetlerinden- ücretsiz yararlanmaları gerekmektedir. Oysa, bu, bizde yoktur; sadece primlerini yatırırlar ve emekli olana kadar da sağlık sigortası kapsamı dışındadırlar.

Bu haksızlığın giderilmesi gerekmektedir. Bunun giderilmesi için hazırlanan tasarının, sosyal güvenlik reformu tasarıları içinde bulunduğunu ve beraberce, Meclis Genel Kuruluna getirilmekte olduğunu, Sayın Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanımız, Plan ve Bütçe Komisyonundaki sunuş konuşmasında belirtmişlerdir. Bundan, büyük bir memnuniyet duyuyoruz. Bunun, en kısa zamanda getirilerek, mağdur durumdaki 10 milyondan fazla çiftçinin sağlık sorunlarına çare bulunmasından memnun olacağız.

Tarım sektörünün zor durumda olduğu, son onbeş yılda millî gelirden aldığı payın yarı yarıya azaldığı, başka bir deyişle, yüzde 50 yoksullaştığı, resmî rakamlardan anlaşılmaktadır. Hal böyle olunca, hiç olmazsa, çiftçilerimizin, birçok sorunundan biri olan sağlık sorununun acilen çözümlenmesi gerekmektedir ve bizim, bunu ertelemeye hakkımız yoktur. Hükümetimizin, diğer sosyal güvenlik reformu tasarıları ve vergi reformu tasarılarıyla birlikte, en kısa zamanda, bunu, Meclis Genel Kuruluna getirmesini bekliyoruz; tabiî, geldiği zaman da, çiftçimizin yaralarını saracak bu tasarıya, iktidarıyla muhalefetiyle, herkesin destek çıkacağını umuyoruz.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığımıza önemli görevler yüklemekteyiz; çalışma hayatının düzenlenmesini ve sosyal güvenliğin, sağlık güvenliğinin yürütülmesini, SSK hastaneleri vasıtasıyla, sağlık hizmetlerinin verilmesini istemekteyiz.

Rakamlarla konuya bakmak istersek durum şöyledir: Genel nüfusumuzun yüzde 43,6'sı sosyal güvenlik kapsamında olup, bunların yüzde 53'ü Sosyal Sigortalara bağlıdır. 1996 yılı itibariyle, Sosyal Sigortalar Kurumunda, 4 624 096 sigortalıya, 2 539 606 emekli, dul ve yetime hizmet verilmektedir; buna, isteğe bağlı sigortalıları da eklersek, sayının, daha da artacağı ortadadır.

Aktuaryel denge, burada bozulmuştur. Özellikle, Bağ-Kur, alacaklarını zamanında toplayamamaktadır. İçinde bulunulan güç koşullarda, 1 Temmuz 1997'de, işçi emeklileriyle dul ve yetimlerine yüzde 35 zam yapılabilmiş ve durumları biraz olsun iyileştirilmeye çalışılmıştır. Gelirleri artırmak için, 1996 yılı içinde yapılan bir uygulamayla, 31 Aralık 1996 tarihine kadar borçlarının tamamını ve gecikme faizinin yüzde 58'ini on ay içinde ödeyenlerin geri kalan borçlarına af getirilmiş, buradan 23,3 trilyon gelir beklenmiş; ancak, Ekim 1997'ye kadar, sadece 9,5 trilyon gelir elde edilebilmiştir. Yani, af, hedeflenen tahsilatı sağlayamadığı gibi haksız bir uygulama da yaratmış ve borçlarını daha önce zamanında yatıranlar cezalandırılmış gibi bir tablo yaratılmıştır; ayrıca, ileride, tekrar af olabileceği beklentisi yaratarak, primlerini zamanında yatıranlara da caydırıcı bir örnek olmuştur. Buradan anlaşılıyor ki, af, sosyal güvenlik kurumlarının sorunlarını çözmede, uygun bir araç değildir.

Kurum gelirlerinin artırılması için, kayıtdışı sigortasız işçi çalıştırılmasının önlenmesi, bu konuda, özendirici ve bunu kolaylaştırıcı tedbirler alınması gerekmektedir. Bu, sağlıklı ve kalıcı bir uygulama olacaktır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanının, bu konuda başlattığı çalışmaları olumlu buluyor ve destekliyoruz.

Sosyal Sigortalar Kurumunun verdiği sağlık hizmetlerine bir bakacak olursak, şunları görürüz: 116 hastane, 27 700 yatak kapasitesi, 147 dispanser, 230 sağlık istasyonu, 9 ağız ve diş sağlığı merkezi; böylece, toplam 502 sağlık tesisinde, 44 245 personel ile bu hizmetler yürütülmektedir.

Yapılan işin kapasitesi ve hizmetin boyutlarını kısaca şu şekilde özetleyebiliriz: Muayene sayısı 39 169 210, yatan hasta sayısı 1 088 972, ameliyat 330 055, doğum 188 537. Ayrıca, kurum dışına yaptırılan tedaviler ve tetkikler de vardır. Toplam sağlık kurumları harcaması 1996'da 87,9 trilyon olmuştur; 1997 içinde ise, tahminî harcama 188,5 trilyondur.

Değinilmesi gereken önemli bir konu da personelin durumudur. Sağlık personeli, eczacı, doktor, diş hekimi, hemşire, laborant ve diğerlerinin sayısı yeterli değildir. Uzman hekim azlığı, özellikle taşra hastanelerinde olmak üzere çözümlenmeli; bütün hastanelerde bazı tedavi ve ameliyatlar için uzak günler verilmesi ortadan kaldırılmalıdır.

Sağlık personeli, hemşire ve hekimler, güç koşullar altında, gece, gündüz, tatil, bayram demeden hizmet vermektedirler; görevlerini yaparken, birçok meslek hastalıkları ve bulaşıcı hastalıklara yakalanma riskiyle yüz yüzedirler; ayrıca, gördükleri eğitim, ağır ve uzun süreli bir eğitimdir; yaptıkları iş ise direkt insan sağlığıyla ilgilidir. Buna benzer haklı nedenlerle, hekimlerden başlamak üzere, sağlık personeline, ekonomik durumlarının iyileştirilmesi yanında, mutlaka, hak ettikleri yıpranma da verilmelidir.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı.)

BAŞKAN – Sayın Ünal, lütfen toparlayalım.

MEHMET YAŞAR ÜNAL (Devamla) – Bitiriyorum Sayın Başkan.

Bu yıpranma, bir yıl için en az üç ay olmak üzere, emekliliklerinde hesap edilmelidir.

Bugün, Türkiye'de, çalışma ve sosyal güvenlik alanındaki reform çalışmaları tartışma gündemindedir ve herkes bunu konuşmaktadır. Reform kavramının tanımlanmasını da herkes kendine göre yapmaktadır. Bizim anlayışımıza bir açıklık getirmek istiyorum. Burada iki nokta önemlidir:

1. Gelir dağılımını daha da bozacak düzenlemelere reform denilemez.

2. Çalışanların ve hak sahiplerinin aleyhine düzenlemelerle reform yapılamaz.

Esas olan, sosyal devlet olma ilkesinin gereği, bu sosyal güvenlik kurumlarına, devlet katkısının düzenli olarak sağlanması ve bu kurumların aktüaryel dengesinin kurulmasıdır.

Biz, DSP olarak, reform çalışmalarını destekliyor, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanına ve elemanlarına teşekkür ediyoruz.

Saygılar sunarım. (DSP ve CHP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Ünal.

Demokrat Türkiye Partisi Grubu adına Sayın Metin Işık.

Buyurun. (DTP sıralarından alkışlar)

Sayın Işık, süreniz 30 dakika.

DTP GRUBU ADINA METİN IŞIK (İstanbul) – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; 1998 yılı Dışişleri Bakanlığı bütçesiyle ilgili Demokrat Türkiye Partisi Grubunun görüşlerini Heyetinize arz etmek için huzurlarınızdayım.

Cumhuriyet tarihimizde, birlik ve bütünlüğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu dönemde, 1998 yılı Dışişleri Bakanlığı bütçemizin, milletimize, hayırlı ve uğurlu olmasını Yüce Allah'tan temenni ediyorum.

Sayın milletvekilleri, Türkiye, dışişlerinde tarihî açıdan önemli bir dönem yaşıyor. Bugüne kadar, dış ilişkilerimizin oturmuş bulunduğu yörüngeyi etkileyen bazı önemli gelişmeler oldu. Globalleşen dünyada, bu gelişmeleri iyi tahlil edip, dışpolitikanın ana unsurunu oluşturan ulusal çıkarlarımızın gereği olan önlemleri almak durumundayız.

Son gelişmeler, bizim için bir sürpriz değildi. Hayal kırıklığına uğradıklarını söyleyenler varsa, bunlar, yanlış değerlendirmenin hatasını kendilerinde aramalıdırlar.

Avrupa Birliğinin son zirvesinden Türkiye konusunda çıkan karar, tam üyelik kapısını aralık tutmakla birlikte, içerdiği koşullarla mütalaa edildiği takdirde, tam üyeliği, çok uzun bir zaman için, âdeta, imkânsız hale getirmiştir.

Avrupa Birliği, Türkiye ile kendi arasında bulunan Ankara Anltaşması ve Katma Protokol esaslarının bir bölümünü çoktan beri tektaraflı olarak revize etmişti. Ne var ki, uluslararası ilişki kurallarına göre, bu konuyu, Türkiye ile yeniden müzakere etme durumunda olmalıydı. Oysa, Avrupa Birliği, bunu yapmamış, Katma Protokol gereğince yürürlüğe girmesi gereken işgücünün serbest dolaşımını uygulamayı tektaraflı olarak reddetmiştir.

Avrupa Birliği, Türkiye'yi gümrük birliğine hazırlamak için yapması gereken malî yardımları yapmamış ve taahhütlerini yerine getirmemiştir. Malî yardım hükümlerini de, Yunanistan'ın vetosunu gerekçe göstererek uygulamamıştır. Gümrük birliğini oluşturan kararın, Avrupa Parlamentosuna sunulmasını müteakip, Türkiye'nin de karşılıklılık ilkesine uyarak, bu kararı ve Avrupa Parlamentosunun koşullarını Türkiye Büyük Millet Meclisine getirmesi gerekliydi. Nitekim, bugün bu konuda bir genel görüşme isteğiyle, bu arzu geç de olsa gerçekleşmiş oluyor.

Avrupa Birliği, Kıbrıs Devletinin kurulmasını sağlayan düzenlemelerin öngördüğü dengeyi yok sayarak, Birleşmiş Milletler Teşkilatının, Kıbrıs'ta bir çözüm bulunması yolundaki çabalarını da baltalayarak, Güney Kıbrıs Yönetimi ile tüm adanın Avrupa Birliğine entegrasyonu sonucu, yani, dolaylı Enosis'i sağlayacak görüşmeleri başlatacağını açıklamıştır. Türkiye'yi, bunu engellememeye, yani, garantör devlet olarak ahdî mükellefiyetlerini unutmaya çağırmaktadır.

Avrupa, politikalarında Ortodoksçu Yunanistan'ın tutsağı olmuştur; seçimini, birlik üyesinin tercihi lehinde kullanmıştır; olabilir. Bu durumda da, Türkiye'ye, kimi tercihlerini kullanırken, genel çıkarlarının gereklerini nazarı itibara alması doğal hakkıdır. Türkiye'nin belleğinin unutkanlıkla malul olmasını hiç kimse bizden bekleyemez.

Avrupa, bununla da kalmamış ve Türkiye'nin içişlerine de müdahale etmeye kalkışmıştır. Avrupalı ülkeler, Türkiye'nin, ülkesinde, Lozan Antlaşmasında öngörülenlerin dışında azınlık bulunmadığı konusundaki tutumunu gayet iyi bilir. Türkiye'nin bu konudaki tutumu, Avrupa Birliği üyesi Fransa'nın tutumundan farklı değildir. Fransa, ülkesinde azınlık bulunduğunu kabul ediyor mu ki, Türkiye, ülkesinde tarifi yapılmamış bir azınlık konusunda dayatmayı kabul etsin.

Bütün bunları alt alta yazdığımız zaman, Avrupa Birliğinin Türkiye politikası daha iyi anlaşılıyor. Avrupalılar, bu ilişkiyi merkantil bir çerçevede tutmak istiyorlar; son derecede gevşek bir tam üyelik hayali de ufukta gösterilerek, Türkiye'den kabul edemeyeceği ödünleri talep ediyorlar.

"Gümrük birliği devam edecektir" diyoruz; ama, bunun bir muhasebesini de yapmak gerekir. Onların, bize, serbest bölge, mübadele bölgesi esaslarını uygulayacağı bir düzende, biz, onlara, neden ticaret politikası kararlarının -bizim dahlimiz olmadan- Brüksel'de alınacağı bir düzeni uygulayalım?

Şimdi, Yüce Meclis çatısı altında, bu kürsüden şu öneriyi yapıyor ve soruyoruz; bu soruyu, muhakkak suretle sormamız gereklidir: Üçüncü ülkelerle yapacağımız ticarette, neden, biz, Avrupa Birliği kurallarına uyalım, bu kuralları kabul edelim? Bu, bize ne avantaj sağlayacaktır? İsviçre böyle mi yapıyor, Norveç böyle mi yapıyor ki, biz yapalım? Bütün bu konuların, Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında, açık açık soğukkanlı bir şekilde konuşulup, değerlendirilmesi ve ittifakla, dış dünyaya karşı bir tavır alınması gerektiğine inanıyoruz.

Kimse, bize, Kıbrıs Türkünün, Türkiye'nin garantör devlet olarak müdahalesiyle, katliamdan kurtarılmasını unutturamaz. Yunanistan, şimdi, dolaylı bir Enosis yolunu denemektedir ve bu yolda, Avrupa Birliği, kendilerine destek olmaktadır. Oysa, anlaşmalara göre Kıbrıs, Türkiye ve Yunanistan'ın birlikte üye olmadıkları bir örgüte katılamaz.

Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Türkiye, tüm komşularıyla olduğu gibi, Yunanistan'la dostluk içinde yaşamak istemektedir; ancak, Yunanistan, Türkiye'nin bugüne kadar yararlandığı haklardan vazgeçmesini beklememelidir. Yunanistan'ın, uluslararası sulardaki sınırlarını ,Türkiye'nin aleyhine genişletmesi asla kabul edilemez. Ne Deniz Hukuku Sözleşmesi ne de devletler hukukunun temel ilkeleri buna cevap verir. Yunanistan, buna rağmen, tek taraflı bir kararla, Türkiye'nin yararlandığı hakları kısıtlamaya yönelirse, böyle bir oldubitti asla kabul edilemez. Yunanistan, yıllar önce, hava sahasını 10 mile çıkaran tek taraflı bir karar almış ve bu karar, Türkiye veya başka bir ülke tarafından kabul edilmemiş, uçaklarımız, anılan hava sahasını kullanmaya devam etmiştir.

Yunanistan, Ege adalarını ve 12 adaları, uluslararası sözleşmelere aykırı olarak silahlandırmıştır. Bu, hukuka aykırı durum, Birleşmiş Milletler Teşkilatı nezdinde, sadece Türkiye tarafından değil, diğer ülkeler, örneğin, İngiltere tarafından resmen ve yazılı olarak protesto edilmiş ve bir oldubitti kabul olunmamıştır.

Türkiye'nin, Yunanistan'ın, uluslararası anlaşmalarla tespit edilmiş topraklarının veya başka bir ülkenin topraklarının bir karışında bile gözü yoktur. Yunanistan'ın, sözde tehdit altında bulunma savının gerçekdışı olduğunu aklıselim sahibi her birey ve her devlet bilmektedir.

Sayın milletvekilleri, Macaristanda Kanuni'nin heykeli açılıyor, Silifke'de İkinci Haçlı Seferinin Alman Komutanı Friedrich'in anıtı inşa edilip, Türk-Alman dostluk ormanı oluşturuluyor. Nefretler tarihe gömülmeli; Yunanistan, bu nefret kokan tutumunu bırakmalıdır.

Türkiye-ABD ilişkileri, inişli çıkışlı dönemlerden geçerek bugüne kadar gelmiştir. Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye'nin müttefikidir; Türkiye de, en güç dönemlerinde, Amerika Birleşik Devletlerinin güvenilir müttefiki olduğunu kanıtlamıştır, diğer müttefiklerine davrandığı gibi. İki ülke arasındaki ticarî, askerî, kültürel, siyasî ilişkiler sürecek ve gelişecektir. Avrupa'dan beş kat daha uzaklıktaki Amerika, Türkiye'nin, bulunduğu coğrafyadaki önemini herkesten çok bilmektedir.

Sayın milletvekilleri, boğazlardaki seyrüsefer, gerek geçen gemi sayısı gerek gemilerin tonajı yönlerinden çok artmış, her seferinde, taşınan tehlikeli maddenin miktarı olağanüstü boyutlara ulaşmıştır. Bu nedenle, deniz seyrüseferinin, bir boğazlar tüzüğüyle düzene konulmasında zaruret vardır; ancak, Türkiye, boğazlarda hükümranlık haklarını zedeleyecek hiçbir davranışın içerisinde olamaz ve olmasına da müsaade etmeyiz. Olabilecek kazaların vereceği zarara karşı güvenilir bir tazminat garantisi sağlanması da, dünyada çok daha az riskli alanlarda, özellikle petrol taşıyan tankerler konusunda uygulanan bir önlemdir. Alaska kıyıları için geçerli olan bu kural, İstanbul Boğazı için de geçerli olabilir; ancak, İstanbul Boğazındaki risk, tamamen insan hayatına ve şehircilik hayatımıza yöneliktir. Bu anlamda, Türkiye -tekrar ediyorum- hiçbir oldubittiyle karşı karşıya bırakılmamalıdır.

Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; bizleri memnun eden, ancak, o kadar da üzerinde düşünülmesi gereken bir ilişkiden söz etmek istiyorum. Bu, bir zamanlar, siyah bir nokta halinde SSCB yazısıyla baktığımız, haritamızın doğusundaki Sovyetler Birliğiyle ilişkili ülkelerden yeni çıkan devletçiklerle olan ilişkilerimizdir. Bunların başında da Rusya ile komşuluk ve ticaret ilişkileri gelmektedir. Rusya ile ticaret ilişkilerimiz, memnuniyetle belirtmeliyiz ki, sürekli olarak gelişmektedir ve bunun önündeki idarî ve bürokratik engeller peyderpey kaldırılmaktadır. Rusya Başbakanının, birkaç gün önce Türkiye'ye yaptığı ziyaret, ilişkilerin hızlandırılmasına ve derinleştirilmesine olanak sağlamıştır; ancak, biraz önce de arz etmeye çalıştım, Türkiye'nin, bu konuda gayet dikkatli ve temkinli davranması gerektiği kanaatindeyiz.

Avrupa Birliğiyle ilişkilerimizin çıkmaza girmesi, bir anlamda, Türkiye'nin, en azından son dört aydır, yoğun bir şekilde sunî gündemini oluşturan Avrupa Birliği platonik aşkına karşı, Türkiye'nin gerçeğe dönmesini sağlamıştır; bunlar arasında da, Rusya ile ve o coğrafyayla ilgili ilişkilerimiz gelmektedir. Türkiye, dışpolitikasını tek bir seçenek üzerinde kurmamalı ve oluşturmamalıdır. Türkiye, Avrupa ile bire bir ilişkilerini koparmamalıdır; çünkü, Türkiye, Avrupa ile en azından yılda 7 milyar dolarlık bir turizm girdi çıktısına muhataptır ve Türkiye'nin sanayiini oluşturan patentlerinin yüzde 60'ının üzerinde Avrupa damgası vardır.

Türkiye Cumhuriyeti, bir yandan, Avrupa Birliği ile Avrupa ülkeleri ayırımını iyi koymalıdır; diğer yandan da, demir, pamuk, petrol, doğalgaz ve diğer zenginlikleri içinde barındıran Orta Asya ve Kafkaslarda ilişkilerini geliştirmelidir. Bu ilişkileri geliştirirken de, burayı, sadece, 5 Türkî cumhuriyet kapsamında düşünmemelidir. Türkiye Cumhuriyeti, coğrafî olarak büyük bir ülkedir, tarih olarak büyük bir ülkedir; buna uygun politikaları, alternatifli olarak geliştirmelidir ve Rusya'daki zenginlikleri Türkiye'ye taşıyarak, Avrupa ve Doğu arasında bir köprü konumunu muhafaza etmelidir.

Türkiye için, Azerbaycan bir kardeş ülkedir, Kazakistan bir kardeş ülkedir; ancak, insan, sadece kardeşiyle ticaret yapamaz. Türkiye Cumhuriyeti için Azerbaycan ne ise -ticarî anlamda söylüyorum- Ukrayna aynı olmalıdır, Kazakistan ne ise, Gürcistan aynı olmalıdır. Bu sebeple -konumuzun çok dışında sayılmaz- memnuniyetle ifade etmek istiyorum ki, 122 kilometrelik Kars-Tiflis trenyolu- dün Ulaştırma Bakanımız açıkladı- eski tarihî İpekyolunun zenginliklerini ülkemize, boğaz tüpgeçidiye birlikte, Avrupa'ya taşıyacak bir projedir; bunu gerçekleştirenleri huzurunuzda tebrik etmek istiyorum.

Kıymetli milletvekilleri, Türkiye Cumhuriyetinin, Rusya ile ilişkilerinde, önünü, arkasını ve çekincelerini iyi tespit etmesi gerekir demiştik. Çünkü, oluşabilecek herhangi bir menfilik, Türkiye'nin Rusya kapısının da kapandığı şeklinde bir soruyu gündeme getirebilir. Türkiye, boğazlardan faydalanmak isteyen bu bölgeye karşı yaklaşımını dikkatli tespit edip, tutumunu peşinen ortaya koymalıdır. Türkiye, ayırımcı güçlerin komşularımızda barınması noktasındaki tutumunu belirlemelidir ve bildirmelidir.

Türkiye Cumuhuriyeti Devleti, Sovyetler Birliği döneminden, hatta Deli Petro'dan beri gelen sıcak denizlere inme özleminin altını iki defa çizerek, bu konudaki çekincesini peşinen ilan etmelidir. Türkiye Cumhuriyeti, Rusya ile ilişkilerinde, Çeçenistan sorununu net bir şekilde ortaya koymalıdır. Çeçenistan toprağı Rusya toprağıdır ve bu böyledir; ancak, Çeçenistan'da veya başka bir yerde yaşanan demokratik yapı, yaşanan olaylar, demokrasi ve orada yaşanan kıyımlar Türkiye'yi ilgilendirmelidir. Türkiye, Rusya ile ilişkilerinde bu çekincelerini peşinen ortaya koyarsa, uzun yıllara dayanan, belki yüzyıllara dayanan bir dostluğun sağlam temellerini atar kaanatindeyiz.

Sayın Başkan, kıymetli milletvekilleri; Türkiye Cumhuriyeti, coğrafyası ve tarihi itibariyle büyük devlet olmak durumundadır. Türkiye Cumhuriyeti büyük düşünmek durumundadır. Türkiye Cumhuriyeti, toplumunun önüne, büyük kesimlerin hedef olarak seçtiği bir ideali, bir idealler manzumesini getirip oturtmak zorundadır. Türkiye Cumhuriyeti, komşularıyla ilişkilerini hızla düzeltmelidir. Keşke, elimizde olsa, Türkiye Cumhuriyetini alıp, başka bir coğrafya üzerine, daha sorunsuz bir coğrafya üzerine oturtup, öyle yönetebilsek. Türkiye, İran'la, Irak'la, Suriye'yle, Yunanistan'la ilişkilerini düzeltip, bu coğrafya üzerinde büyük devlet olma sorumluluğunu idrak edip, böyle davranmalıdır.

Temennim, 1998 yılı, yeniden büyük Türkiye idealinin gerçekleşmesi için yöneticilerimize fırsat yaratır; milletimize, belli bir büyük devlet hedefini yaşaması için gündeme gelir; 1998 yılı böyle bir yıl olur.

1998 yılı bütçesinin, Dışişleri Bakanlığımıza, dış Türklere ve Müslüman ülkelere, bütün insanlığa hayırlı, uğurlu olmasını candan diliyor, saygılar sunuyorum. (Alkışlar)

Sayın Başkan, kıymetli milletvekilleri; izniniz olursa, konuşmamın bundan sonraki bölümü Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bütçesiyle ilgili olacaktır.

Bilindiği gibi, çalışma hayatı işçiler için ayrı, memurlar için ayrı düzenlenmiştir. İşçilerimiz, özel sektör ve kamu çalışanları olarak iki ana gruba ayrılırlar. Temelde, bu grupta çalışanların, genel olarak sendika hakkı verilmiş bulunmakla birlikte, ilave düzenlemelerle durumlarının acilen iyileştirilmesi gerekmektedir. Memurlarımız için, sendikal haklar başta olmak üzere, çalışma hayatının genel prensipleri üzerindeki düzenlemeler, bugünkü durumuyla, Anayasamızın temel ilkelerinden eşitlik ilkesine büyük ölçüde aykırıdır. Hepimizin kabul ettiği üzere, 24 ve 61 Anayasaları gibi 1982 Anayasası da, toplumun tüm fertleri için, her konuda, eşitlik ilkesi prensibine dayanmaktadır.

Biz, Anayasamızın bu temel eşitlik prensibinden yola çıkarak, toplumumuzun kamu kesiminde çalışan memurları için de, sendikal hakların bir an evvel verilmesinde ısrarlıyız. Bu, bizim, Hükümete karşı “olmazsa olmaz” şartımızdır.

Memur sendikalarına ilişkin teklifimiz Yüce Meclistedir. Hükümet tarafından da hazırlanan bir tasarı, Bakanlar Kurulunun gündemindedir. İlgili Bakanın, bizim teklifimizi daha liberal ve yenilikçi bulduğu yolundaki ifadelerinin basına yansıması, doğrusu hoşumuza da gitmiştir.

Bakanlar Kurulunda oluşturulan alt komitenin çalışmaları hızlandırılmalıdır. Alt komite, memur sendikalarına ilişkin teklifimizi, Bakanlar Kurulunun tasarısı haline dönüştürmelidir. Bu, bizim değil, kamuoyunun isteğidir. Bunun, Sayın Bakanın da isteği olduğunu memnuniyetle tespit etmiş bulunuyoruz.

Memur sendikalarına ilişkin çalışmayı yapan arkadaşlarımıza, huzurlarınızda teşekkürümüzü ifade ederken, konunun sonuçlanıncaya kadar takipçisi olduğumuzun bilinmesini istiyoruz.

Çalışma hayatındaki diğer önemli bir konu ise, özürlü vatandaşlarımızın yasalarla verilmiş haklarının kullandırılmasındaki sıkıntılardır. Maalesef, özürlülerimize, gerek devletin gerekse özel sektörün önem vermediğini üzülerek görmekteyiz. Özürlü vatandaşlarımızın istihdamına ilişkin yeterli yasal düzenlemeler vardır. Eksik olan uygulamalardır.

Özürlü kadrosunda işçi çalıştırma zorunluluğu olan işverenlere, bu hükme uymadıkları zaman verilecek ceza, bildiğimiz kadarıyla çok komiktir; sadece 500 bin liradır. Bu hüküm, bizim için, bir toplumsal ayıptır. Bununla ilgili düzenleme, en kısa sürede, Grubumuz tarafından, Yüce Parlamentoya, huzurlarınıza getirilecektir.

Çalışma hayatımızın önde gelen ayıplarından diğeri de, gülünç hale gelen asgarî ücrettir. Fiyatların her ay yüzde 5-10 arttığı ülkemizde, asgarî ücretin yılda bir kez tespitine karşıyız; en az altı ayda bir, yeniden tespit edilmesine ilişkin çalışmaların bir an önce hızlandırılması gerektiği kanaatindeyiz.

Sayın Başkan, değerli üyeler; diğer bir konu da, sosyal güvenlik olayıdır. 63 milyonluk ülkemizde, Anayasamız tarafından, herkesin, devletin güvencesinde sosyal güvenliğe sahip olduğu ifade edilmekle birlikte, nüfusumuzun büyük bir çoğunluğu sosyal güvenlikten yoksun yaşamaktadır. Sosyal güvenliğe sahip kesim, kendi içinde farklılıklara sahiptir. Sosyal güvenlik sistemimiz, bugüne kadarki yanlış uygulamalar sonucunda iflasın eşiğine gelmiştir.

Sosyal güvenlik sistemine iki ana başlıkta bakmamız gerekir: Birincisi, emeklilik; diğeri, sağlık hizmetleri. Ülkemizde, her noktada olduğu gibi, emeklilik ve sağlık hizmetlerinde de, farklı düzenlemeler yüzünden, farklı uygulamalar ve sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Bağ-Kur, SSK ve Emekli Sandığı emeklilerinin farklı ücret ve hizmet almaları, bunun en güzel örneğidir. Bu Hükümet, öncelikle, emeklilerin tek çatı altında toplanmasına ilişkin yıllardır süren, bitmeyen senfoniye son vermelidir. Türkiye Cumhuriyeti, sosyal güvenlik kuruluşlarını, mutlaka tek çatı altında toplamalı; bazı sosyal güvenlik kuruluşlarının boğazlardaki misafirhanelerini ve beş yıldızlı otellere varan lüks binalarını bir an önce elden çıkarmalı ve bu kış gününde sıkıntı çeken fakir fukaranın hizmetine sunmalıdır.

Sayın Başkan, değerli üyeler; çalışanlarımızı ilgilendiren önemli konulardan biri de, zorunlu tasarruf olarak bilinen Tasarrufu Teşvik Fonunun tasfiyesidir. 1998 yılında, Anayasanın kişisel hak ve özgürlüklerine aykırı olan, kişilerin, kendi kazançlarını diledikleri gibi harcama veya tasarruf etme hakkına aykırı olan bu konunun tasfiye edilerek; çalışanlara, birikimlerinin, nemalarıyla birlikte iadesi gerekmektedir.

Bu konuda birçok şey söylendi. Ben, konuya ilişkin başka bir noktayı dikkatlerinize sunduktan sonra, huzurlarınızdan ayrılmak istiyorum. Hepinizin bildiği gibi, zorunlu tasarruf kesintileri, işveren tarafından, Ziraat Bankasına yatırılmaktadır. Bugün, devlet, kendi vergilerini, SSK primlerini ve bunun gibi birçok vergiyi tahsil edemezken, acaba, işverenlerin, çalışanların zorunlu tasarruflarını Ziraat Bankasına yatırdığından nasıl emin olacaktır?

Bu kürsüden, üzülerek ifade etmek istiyorum ki, devletin vergi alacakları, amme alacağı kapsamında olup, tahakkuka bağlandığı için, kimin ödeyip ödemediği bellidir; fakat, zorunlu tasarruf konusunda, hangi işverenin bu parayı ödeyip ödemediği ve tahsiline ilişkin bir düzenleme bulunmamaktadır. Sayın Bakanım, yanılıyorsam, bu konuyu lütfen düzeltiniz; bu konuda, kamuoyu bir cevap beklemektedir.

Mevcut yasa gereği, emeklilik veya ölüm halinde ödenen bu para, bugün, küçük bir kitleyi ilgilendirmektedir. Konuşmamın başında da ifade ettiğim gibi, devlete borcunu ödemeyen veya ödeyemeyen işverenlerin, belediyelerin ve kamu kuruluşlarının, bu fona paralarını yatırmadığı inancına sahibim. Tasfiye durumunda, bu durumun net olarak ortaya çıkması beklenmektedir. İşte, o zaman, maalesef, yeni bir toplumsal yara oluşacaktır.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanımızı ve Hazineden sorumlu Bakanımızı, burada, konunun araştırılması ve ödemesini yapmayan işverenlerden tahsilini halletmesi konusunda, gerekeni yapmaları için uyarıyor; kendilerine, 1998 yılı içinde yapacakları çalışmalarda bu noktaları dikkate alacakları için şimdiden teşekkür ediyor ve son bir temennimi ekliyorum.

Sayın Bakan, diğer bakanlıklarda olduğu gibi, lütfen, bürokrat kıyımlarına gitmeyin, illâ "bürokratları kıyıyorsunuz" demiyorum; ama, mevsimi de dikkate alarak, bu tayin ve atamaları dikkate alın lütfen.

Hepinize, Yüce Heyetinize saygılar sunuyor, hürmetler ediyorum. (Alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Işık.

Sayın milletvekilleri, saat 19.05'te toplanmak üzere, birleşime ara veriyorum.

Kapanma Saati : 19.00

ÜÇÜNCÜ OTURUM

Açılma Saati : 19.05

BAŞKAN : Başkanvekili Kamer GENÇ

KÂTİP ÜYELER : Ünal YAŞAR (Gaziantep), Mehmet KORKMAZ (Kütahya)

 

 

BAŞKAN – Türkiye Büyük Millet Meclisinin 32 inci Birleşiminin Üçüncü Oturumunu açıyorum.

IV. – KANUN TASARI VE TEKLİFLERİYLE KOMÎSYONLARDAN GELEN
DİĞER İŞLER (Devam)

l.- 1998 Malî Yılı Genel ve Katma Bütçeli İdareler Bütçe Kanunu Tasarıları ile 1996 Malî Yılı Genel ve Katma Bütçeli İdareler ve Kuruluşlar Kesinhesap Kanunu Tasarıları (1/669; 1/670; 1/633, 3/1046; 1/634, 3/1047) (S.Sayıları: 390, 391, 401, 402) (Devam)

C) DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI (Devam)

1. – Dışişleri Bakanlığı 1998 Malî Yılı Bütçesi (Devam)

2. – Dışişleri Bakanlığı 1996 Malî Yılı Kesinhesabı (Devam)

D) ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK BAKANLIĞI (Devam)

1. – Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 1998 Malî Yılı Bütçesi (Devam)

2. – Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 1996 Malî Yılı Kesinhesabı (Devam)

BAŞKAN – Sayın milletvekilleri, sekizinci tur bütçeleri üzerindeki çalışmalarımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Komisyon ve Hükümet burada.

Bilindiği üzere, 1998 Malî Yılı Genel ve Katma Bütçeli İdareler Bütçe Kanunu Tasarıları ile 1996 Malî Yılı Genel ve Katma Bütçeli İdareler ve Kuruluşlar Kesinhesap Kanunu Tasarıları üzerindeki müzakerelere devam ediyoruz.

Demokrat Türkiye Partisi sözcüsü arkadaşımız konuşma yapmıştı.

Şimdi sıra ANAP Grubu adına Samsun Milletvekili Sayın İrfan Demiralp'te.

Buyurun. (ANAP sıralarından alkışlar)

Sayın Demiralp, süreniz 15 dakika.

ANAP GRUBU ADINA İRFAN DEMİRALP (Samsun) – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Anavatan Partisi Grubunun görüşlerini açıklayacağım; hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Dört beş saattir Türkiye'nin dışpolitikası konusunu konuşuyoruz ve bu konuşmalarımızın ağırlıklı noktasını 12-13 Aralık 1997 tarihlerinde, Lüksemburg'ta, Avrupa Birliği zirvesinin almış olduğu kararlar oluşturdu ve Türkiye'nin bu kararlara göstermiş olduğu tepkileri, haklı olarak, arkadaşlarımız geldiler, bu kürsüde dile getirdiler.

Şunu önemle ifade etmek istiyorum: Lüksemburg zirvesinde bizim tepkimizi çeken karar maddeleri, ilk defa ortaya çıkmış karar maddeleri değildir. Bu karar maddelerinin hemen hemen hepsi, her altı ayda bir yapılan daha önceki zirvelerde, Avrupa Parlamentosu, Avrupa Konseyi zeminlerinde, çeşitli zamanlarda, bizim önümüze konulmuş olan hususlardır. Ancak ve ancak; bugün, ilk defa, 55 inci Hükümet, Avrupa Birliğinin, kabul etmemiz mümkün olmayan bu kararlarını Türk kamuoyu önünde tartışmaya açmıştır. İlk defa, Sayın Başbakan, bu zirve sonuç bildirgesini ciddiyetle ele almış; Bakanlar Kurulunu olağanüstü toplantıya çağırmış; konuyu görüşmüş ve neticesini kamuoyuna açıklamıştır ve 14 Aralık gününden şu ana kadar, bu hususlar, Türkiye'de, tüm zeminlerde ve kamuoyunun denetiminde tartışılıyor. Bu, çok önemli ve özellikli bir dışpolitika uygulamasıdır. Bunu, kesinlikle gözardı etmememiz lazım.

Şimdi, 1995 yılına geri gidelim, şöyle bir bakalım. Türkiye, gümrük birliğine girmek istiyor; hem de gümrük birliğine öylesine girmek istiyor ki, Avrupa Birliğinin istemesi gereken şeyi, Avrupa Birliğinin, gelin, sizinle böyle bir anlaşma yapalım diye Türkiye'yi ikna etmeye çalışacağı bir hususu, biz, Avrupa Birliğinin önüne gidiyoruz ve “ne olursunuz, bizimle gümrük birliği anlaşması yapın” diyoruz ve 6 Mart 1995 tarihinde yapılan antlaşma ile gümrük birliğine girişin karşılığında, aslında çok büyük tarihsel hata teşkil eden örtülü sözlerin verildiği ortaya çıkıyor. Bunu, o günkü basın defaatle dile getirdi. Geçtiğimiz pazartesi günü, bir köşe yazarımız -sayın Dışişleri eski Bakanımız- bir köşe yazısında, bu hususu dile getirdi.

Bugün, Lüksemburg zirvesinde, Avrupa Birliğinin önümüze koyduğu "Güney Kıbrıs Rum kesiminin Avrupa Birliği ile tam üyelik görüşmelerine karşı çıkmayın" maddesini, aslında, örtülü olarak, Türkiye'nin, Avrupa Birliğine, gümrük birliği karşılığında söz verdiği söyleniyor.

Şimdi, burada, eleştiri getiren arkadaşlarımın eleştirilerinin hepsini dikkatle dinledim, hepsini saygıyla karşılıyorum. Refah Partisi Grubu adına konuşan arkadaşımın da burada ortaya koyduğu ciddî eleştirileri ve bu eleştirileri yaparken, gerçeğin iyi tespit olmasını da çok takdirle karşılıyorum.

Altı aylık bir Hükümet; 1963 yılından beri işleyen bir süreç var. Altı aylık bu Hükümet, istese de bu kadar kötü bir sonuç bildirisini tek başına başaramazdı. Bu kadar kötü maddeleri içeren bir zirve neticesini tek başına zaten yaptıramazdı. Ha, sözlerimin başında söylediğim gibi, burada ortaya konulan Kıbrıs'la ilgili husus, Türk - Yunan ilişkileriyle ilgili husus ve -çok özür diliyorum, Yüce Meclisten özür diliyorum; bir kelime söyleyeceğim- Avrupa Birliğinin, küstahça bir tavırla, Türkiye'deki azınlıklardan söz etmesi, aslında ilk defa yapılmış bir şey değildi; daha önce, bunlar, çeşitli defalar Türkiye'nin önüne konuldu; ancak, kapı üzerimize kapatılmadı, kapı açık hâlâ gibi birtakım kozmetik düşüncelerle, kamuoyuna, olay, bu şekilde aktarıldı "Avrupa Birliğine giriş kapımız açık, gireceğiz, gireceğiz..."

1963 yılında, bir ortaklık antlaşması imzalamışsınız. Bunun, bir hazırlanma süreci var; 1974 yılına kadar devam etmiş bir hazırlanma süreci var. Daha sonra, geçiş süreci işlemeye başlamış ve gümrük birliği, esasen, geçiş sürecinin en son halkasıdır; yani, siz, gümrük birliğine girdiğiniz anda, zaten, Avrupa Birliğinin tam üyesi olmuş sayılırsınız.

Değerli arkadaşlarım -Sayın Öymen de ifade etti- bir genişleme süreci işletiliyor; 10 ülke, artı Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, bu genişleme sürecine dahil ediliyor. Genişleme sürecinin birinci halkasındaki ülkelere bakınız; Estonya -Nordik ülkelerin baskısıyla genişleme sürecine dahil edilmiş tek ülke Estonya'dır- Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slavonya.

Avrupa Birliğiyle bütünleşme gündeme geldiğinde, Polonya'da demokrasi bile yoktu, demokrasiden söz etmek bile mümkün değildi. Hal öyleyken, Avrupa Birliği, Polonya gibi bir ülkeye karşı "gel, seni biz tam üye yapalım; bu demokrasi ve diğer problemleri, bizim tam üyemizken çözeriz" tavrına girmiştir.

Burada, arkadaşlarımın da defaatle tekrarladığı bir tespiti, ben de söylemek istiyorum; Avrupa Birliği, Türkiye'ye karşı, her zaman olduğu gibi, hem hasmane davranmış hem de çifte standart uygulamıştır.

Siz, insan haklarından söz ediyorsunuz, insan haklarında gelişme istiyorsunuz, demokratikleşme istiyorsunuz; ama "ikinci halka" diye adlandırılan ülkelerin içinde, Bulgaristan'ın, Romanya'nın demokrasileri ve insan hakları sicilleri ve mevcut durum Türkiye'den iyi mi? Gelin yukarıya, yine, Baltık cumhuriyetlerine; Litvanya ve Letonya'nın demokrasi ve insan hakları sicilleri Türkiye'den iyi mi; değil.

Şimdi, burada çok önemli bir çifte standart vardır, hasmane bir tutum vardır. Aslında, olay, birleşik Amerika devletlerine karşılık olarak, Avrupa'da, Almanya'nın, birleşik Avrupa devletini kurma hayalinde yatıyor. Almanya böyle bir hayali kiminle gerçekleştirebilir; tabiî ki, topladığınızda, hepsi Türkiye kadar etmeyen saydığım ülkeleri kendi ekseni etrafında toplayarak, birleşik Avrupa devletlerini kurabilir veyahut da, kurulacak olan birleşik Avrupa devletlerinde patronaj rolünü, en iyi, Türkiye'yi dışarıda tutarak sağlayabilir.

Batı Trakya'da, Müslüman Türk azınlığı yıllardır büyük bir baskı altındadır. Yunanistan'da var olduğu söylenen demokrasi, Batı Trakya'da hiç işlemiyor. Bir örnek vermek istiyorum: 100 Batı Trakya Türk çocuğu ilkokulu bitiriyor; ilkokulu bitiren her 100 çocuktan sadece 10 tanesi ortaöğretime devam edebiliyor; liseyi bitiren, onun yarısı kadar; yani, 10 tanenin 5 tanesi de liseyi bitiriyor. Geçen yıl, Sayın İsmail Cem'le birlikte Selanik'e gittik, Avrupa Konseyi toplantısı için; orada, Batı Trakya'dan gelen heyetleri, Emin Aga'nın başkanlığında gelen arkadaşlarımızı kabul ettik, görüştük, dertlerini dinledik. Yunanistan'da, şu anda, üniversite öğrenimi gören bir tane Türk öğrenci vardı; bir tane, sadece bir tane!.. Avrupa bunları görmüyor.

Yunanistan'da, Yunanistan'ın, Avrupa Birliğinden, fert başına tarzında aldığı, örneğin; tütün ekicileriyle ilgili olarak, tütün tarımı yapan kesimle ilgili olarak aldığı yardımları, karşılıksız olarak aldığı yardımları, Yunan Hükümeti, Batı Trakya'daki Yunanlılara karşılıksız veriyor, Türklere borçlandırarak veriyor ve ayırım yaparak veriyor; yani "Türküm" falan dersen vermiyor.

Değerli milletvekilleri, burada, bir arkadaşımın ifade ettiği bir yanlışı da düzeltmek istiyorum. Önerge sahibi bir arkadaşımız, buradaki konuşmasında, Batılılaşmadan söz etti, Batılılaşma süreçlerinin Türkiye'ye zarar verdiğinden söz etti. Batılılaşma, Tanzimat Dönemiyle birlikte Osmanlının gündemine gelmiş olan bir olgudur. Modern Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuyla birlikte, Büyük Atatürk'ün ifade ettiği şekliyle, Türkiye, muasırlaşma idealini benimsemiştir; yani, çağdaş ülke olma, çağı yakalama... Bizim, Batılı olma diye bir iddiamız yoktur; biz, muasır olacağız, çağı yakalayacağız. (ANAP ve RP sıralarından alkışlar)

Bakın, yine, bir noktayı daha burada söylemek istiyorum: Gümrük birliğine 1 Ocak 1996 tarihinde fiilen başladık, iki sene dolmak üzere. Avrupa Birliğiyle Türkiye arasındaki gümrük birliğinin işleyişi yönünden ortaya çıkacak olan problemleri ve ticaret hacimlerindeki dengesizlikleri görüşüp, adilane bir şekilde karara bağlayacak olan Ortaklık Komisyonu toplanmıyor. Çok eski devlet büyüklerimizin söylediği bir sözü söyleyeceğim; ama, onun yüzde 50'sini kabul ediniz siz "Avrupa ortak, biz pazar olduk." Türkiye'nin yılda 5 milyar dolar, gümrük birliğinden doğan kaybı var. Şimdi, bunu telafi edeceklerini söylediler. Avrupa Birliğinin fonlarından Türkiye'ye akması gereken kaynakların hiçbirini akıtmıyorlar. Bırakın onu, MEDA fonlarını; yani, Akdeniz (Mediterranean) ülkelerine verilen yardım fonlarını da bırakmıyorlar. Bu yardım fonları Tunus'a veriliyor, Suriye'ye veriliyor "insan hakları sicilini düzelt de gel" diye Türkiye'ye verilmiyor. Bunu anlamak mümkün değildir.

Türkiye'nin hiç vazgeçemeyeceği öncelikleri vardır. Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin Avrupa Birliğine tam üyeliği, resmen bir millî devlet statüsünde olan -yapısı itibariyle, Avrupa Birliği, bir millî devlet statüsündedir- Avrupa Birliğinin Başbakanı vardır; yani, o Komisyon Başkanı olan Santer, başbakan karşılığıdır, başbakan gibi işlem görür. Komisyon üyeleri, komiserler, bakan statüsündedirler; yani, Avrupa Birliğinin bir millî devlet gibi tüzelkişiliği vardır. Her biri de kendilerini demokrasiyi özümsemiş devlet olarak görürler; ama, 1959-1960 Londra ve Zürih Antlaşmalarının garantilerle ilgili bölümünü ihlal ediyorlar. Bir uluslararası antlaşma... Bu uluslararası antlaşmaya 4 ülke imza koymuş; artı, bu antlaşma, Birleşmiş Milletlere gitmiş. Birleşmiş Milletler de bu antlaşmayı onaylamış; yani, uluslararası bir antlaşma olmuş; Birleşmiş Milletler üyesi olan her devletin mutlaka tanıması gereken bir antlaşma haline gelmiş.

BAŞKAN – Sayın Demiralp, sürenizi 1 dakika geçtiniz; hatırlatayım efendim.

Siz 30 dakika konuşmayacaktınız, değil mi; 15 dakika?..

İRFAN DEMİRALP (Devamla) – Evet, 15 dakika konuşacağım; özür dilerim Sayın Başkan.

BAŞKAN – Hayır, ben hatırlatıyorum.

İRFAN DEMİRALP (Devamla) – Şimdi, bu Güney Kıbrıs'ı üyelik görüşmelerine başlatmakla, bir uluslararası anlaşmayı yok sayıyor. Bu kadar çifte standardı anlamak mümkün değildir.

Bir iki dakika da İslam Konferası Örgütüyle ilgili olarak söz söylemek istiyorum.

Arkadaşlar, Tahran'da yapılan İslam Konferansı Örgütü Toplantısında ortaya çıkan netice bozgun falan değildir. Lütfen, olayı ortaya yanlış koymayalım. İslam Konferansı Örgütüne üye 55 ülke vardır. Bu üye ülkelerin arasında henüz bir birlik, bir şey oluşmamıştır; aksiyon birliği oluşmamıştır, bir yaptırım oluşmamıştır. Bunlar siyasî irade de ortaya koyamamışlardır. Niye koyamamışlardır? Eğer, İslam Konferansı Örgütü siyasî irade ortaya koyabilmiş olsaydı, İran-Irak Savaşı on yıl devam eder miydi? Eğer, siyasî irade ortaya koyabilmiş olsaydı, Cezayir'de 150 bin insanın hayatına mal olan bu facia yaşanır mıydı; yaşanmazdı. Zaten, Kral Hüseyin ve Hüsnü Mübarek, Tahran'daki toplantıya katılmamışlardır. Burada, Türkiye'nin aleyhinde, Türkiye'nin adını telaffuz etmekten de imtina ederek, Suriye ve onun paralelinde olan birkaç ülke, Türkiye'nin Kuzey Irak'ta yürüttüğü harekâtı bahane ederek ve Türkiye'nin İsrail ile olan stratejik işbirliğini bahane ederek, bir karşı tez teşebbüsünde bulunmuşlardır. Bunu önemli görmemiz mümkün değildir; bunu önemli görmeyelim. Suriye bunu, daha önce de yapıyordu. Suriye, bunu, daha önceki İslam Konferansı Örgütü toplantılarında Fırat suları için yaptı. Hatta, bir ara, Suriye, bunu Hatay için yaptı. Bu nedenle, Suriye'nin, bize, Türkiye Cumhuriyeti Devletine her zaman hasmane tavır besleyen birkaç İslam ülkesiyle birlikte yapmış olduğu bu girişimi, İslam ülkeleri ile Türkiye'nin arasının açıldığı şeklinde yorumlamayı yanlış görüyorum, Türkiye'nin büyüklüğüne haksızlık olarak görüyorum. Türkiye, İslam Konferansı Örgütünün lider ülkesidir ve o şekilde de kalacaktır.

Bu kadar kısa zamanda giremediğimiz konular tabiî ki var. Değerli arkadaşımın da bir iki dakikasını aldım.

AGÂH OKTAY GÜNER (Ankara) – Arkadaş gelinceye kadar biraz daha devam edin siz.

İRFAN DEMİRALP (Devamla) – O halde, birkaç dakika daha devam edeyim.

Değerli arkadaşlarım, şimdi, 6 mil, 12 mil olayından söz etmek istiyorum. Yunanistan, karasularını 12 mile çıkarmak istiyor "Lahey Adalet Divanına da bunun için gidelim" diyor. Uluslararası deniz hukukunda 12 mil kabul edilmiş; ama, uluslararası deniz hukuku, özellikli denizleri buna dahil etmiyor. Özellikli denizler var, Ege Denizi gibi. Türkiye, burada, ülkelerin karasularını 6 mil olarak kabul ediyor ve bunun değişmesini de, Yunanistan'ın 12 mil şeklinde ısrarını da, savaş sebebi sayıyor. Bu, Türkiye'nin hiçbir şey karşılığında vazgeçemeyeceği bir noktadır. Bu nedenle, Avrupa Birliğinin, Lüksemburg zirvesinde ortaya koymuş olduğu şartlar; bunların arasında yer alan Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi, Türkiye ile Yunanistan arasındaki ihtilafların çözüme kavuşturulması. Burada, baskı altına alınan ülke, Türkiye. Kimse, Yunanistan'a, bu sorunu siz de çözme çabası içerisinde olun demiyor. Sadece ve sadece, Türkiye'ye, Avrupa Birliği ülkeleri "bu sorunu çözün" diyorlar.

Şimdi, burada, ben, yine, Tanzimat Dönemindeki devlet adamlarının karşılaştığı bir güçlüğü ifade etmek istiyorum. Tanzimat Döneminde, Türkiye'deki azınlıklara verilen hakları da içeren pek çok istek ortaya çıkıyor Avrupa'dan ve tabiî, bunlar, ilki, 1839'da başlamak üzere, Mustafa Reşid Paşanın Gülhane Hattı Hümayununda ifade ediliyor; sonra, 1856 Islahat Fermanında ifade ediliyor. Hep, Avrupa'nın istekleriyle Türkiye'nin, Osmanlının içişlerine müdahale ediliyor. “Azınlık hakları” adı altında birtakım haklar veriliyor, daha sonra da Avrupa ülkeleri "biz, bunu denetleyeceğiz" diyor; yani, monitoring... Şimdi de, Avrupa Konseyinde bir yıl önce, birbuçuk yıl önce bu konular görüşülürken, Türkiye'nin insan haklarıyla ilgili sicilini düzeltmesi için adımlar atılması, şu zaman süreci içinde bunların yerine getirilmesi, azınlık probleminin çözülmesi istendi ve bir madde daha koydu: Avrupa Konseyi bunu monitor edecek; yani, bunu denetleyecek; geleceğiz, bakacağız arada bir; siz bunları yaptınız mı yapmadınız mı!..

Şimdi, Lüksemburg zirvesinde bizim önümüze koydukları azınlıklar problemi de, hadlerini aşarak ortaya koydukları azınlıklar problemi de, maalesef, yüzelli yıl sonra değişen pek bir şeyin olmadığını gösteren bir istek.

BAŞKAN – Sayın Demiralp, Anavatan Partisi Grubu adına konuşacak öteki arkadaşınıza 7 dakikalık bir konuşma süresi kaldı.

İRFAN DEMİRALP (Devamla) – Tamamlıyorum efendim.

Tanzimat yöneticileri, Ali Paşalar, Fuat Paşalar biçare bir halde şunu söylüyorlar: "Ne versek doymuyorlar, ne yapsak memnun edemiyoruz; işler daha kötüye gitmesin diye kabul ediyoruz; ama, bir tecrübe geçmiştir; işlerin daha kötüye gitmesi önlenememiştir."

Türkiye, Sayın Başbakanın kamuoyunun tartışmasına açtığı şekliyle, Avrupa Birliğini ve Türkiye'nin bu çerçevedeki diğer dışpolitika önceliklerini tartışmaktadır, tartışacaktır. Bu zeminde, gelip bu tartışmaya katılan bütün arkadaşlarıma, her ne söylemiş olursa olsunlar, saygı duyuyorum, teşekkür ediyorum.

Yüce Heyetinizi saygılarımla selamlıyorum. (ANAP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Demiralp.

Yanlız, konuşmanızın bir yerinde örtülü vaatten bahsettiniz. Ben, bu kavramı pek anlamadım. Gümrük birliği imzalanırken, dediniz ki, Türkiye, bunlara, bir örtülü vaatte bulunmuş. Anlamadığım için soruyorum; yani, uluslararası ilişkiler...

İRFAN DEMİRALP (Samsun) – Sözlü vaat.

BAŞKAN – Yani, yazılı bir şey yok, delil yok.

İRFAN DEMİRALP (Samsun) – Evet efendim.

BAŞKAN – Teşekkür ederim.

Anavatan Partisi Grubu adına ikinci konuşmayı yapmak üzere, Malatya Milletvekili Sayın Metin Emiroğlu; buyurun efendim. (ANAP sıralarından alkışlar)

Sayın Emiroğlu, 6 dakika konuşma süreniz kalmış; takdir sizin efendim.

ANAP GRUBU ADINA METİN EMİROĞLU (Malatya) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bilindiği gibi, sosyal güvenlik, toplumumuzun en önemli ihtiyaçlarından biridir. Genel bir kavram olarak, bireylerin ve toplumun bugününün ve yarınının güven altına alınmasını amaç edinen ve birbirleri arasında sıkı bir ilişki bulunan sistemlerin bütününü ifade eder.

Bugün için, ülkemizde, toplumun en önemli ihtiyacı, sosyal güvenlik sisteminin reforme edilmesidir.

Sosyal güvenlik sistemi, 1991 yılı sonuna kadar, kendi kaynakları içerisinde, aktuaryası içerisinde bir dengeye oturmuş vaziyette giderken, bilindiği gibi, zamanın iktidarı, 12.12.1991'de 466 sayılı Kanun Gücünde Kararnameyi, daha sonra, 23.1.1992'de 3769 sayılı Kanunla erken emekliliği, prim affını getirmek suretiyle, kendi dengesi içerisinde işleyen sisteme büyük bir yük tahmil etmiştir.

Doğru Yol Partisi adına konuşan değerli arkadaşım, burada, emeklilerin çilesinden bahsettiler. Gerçekten, dün akşam televizyonlarda gördüğümüz manzarayı hiçbirimizin yüreği kaldırmadı. Ancak, burada, emeklilerin bu duruma gelmesine neden olan temel sapmalar ne zaman olmuştur, nasıl olmuştur, bunu hiçbir şekilde unutmamak gerekir. Zira, bunlar, bu kanun ve bu kararname, Yüce Meclisin gündeminde görüşüldüğü zaman, çok değerli konuşmacılar, burada, bunun sistem için büyük bir yük teşkil edeceğini, sistemin bunu kaldırmasına imkân olmadığını defaatle dile getirmişlerdir. Hatta, zamanın Cumhurbaşkanı Sayın Özal, önce 466 sayılı Kararnameyi, arkasından 3769 sayılı Kanunu iki defa veto etmiş ve sistemin bu yükü taşıyamayacağını, yaş şartının kaldırılmasının sisteme tahmini mümkün olmayan yükler getireceğini ifade etmiş olmasına rağmen, ne yazık ki, siyasal düşünceler, popülist yaklaşımlar dolayısıyla seçim meydanlarında verilen sözlerin Yüce Mecliste kanun haline getirilmesi suretiyle, sistemin bütün , aktüaryel dengeleri bozulmuş ve sistem, bugünkü borçlu durumuna düşürülmüştür.

Sisteme, geçen seneki Hazine desteği 326 trilyon lira, bu seneki Hazine desteği 775 trilyon liradır. Bu malî yıldaki Hazine desteğinin, belki, 1,5 katrilyona ulaşması söz konusudur.

Bugün, Türkiye, bir malî reform yapmaktadır; ancak, şurası bilinmelidir ki, Türkiye, sosyal güvenlik reformunu yapmadan, malî reformu yapma şansına, maalesef, sahip değildir. Türkiye, bu açıdan, sosyal güvenlik reformunu çok gerçekçi verilerle ele almak zorundadır. Sayın Bakanımızı, bu konuda gayet gayretli görmekteyiz. Uzun sürelerden beri, birkaç iktidar döneminden beri hazırlanmış bulunan tasarı üzerinde, kendisi, ülkenin gerçeklerini de dikkate alarak son şeklini verdiler. Tabiî, burada, yaş şartını 50-55'e getirdiler. Aslında, sosyal güvenlik sisteminin aktuaryasını bu yaş şartı kurtaracak değildir. Sosyal güvenlik sisteminde birtakım bünyesel değişiklikler, bünyesel, yapısal düzenlemeler yapma zarureti vardır. Bu yapısal düzenlemeler, sosyal güvenlik sistemini, geleceğimize, çocuklarımıza intikal ettirebilecek bir sıhhatte, bir yapıda, bir temelde olmalıdır; ancak, bugün için sisteme büyük yük getiren ve bütçenin en büyük açığı şekline gelen bu tabloyu düzeltebilmek için, Yüce Meclisimizin birlikte el ele vermesi gerektiğine inanmaktayım.

İşsizlik hadisesi, fevkalade vahimdir. Devlet, işsizlere iş bulmanın sistematiğini mutlaka tanzim etmek zorundadır, bulmak zorundadır; çünkü, nüfusu artan bir ülkeyiz. Nüfus artış oranını yüzde 1,6'ya indirdik; ama, yine de nüfusumuz 63 milyona dayanmış durumdadır. Genç nüfus oranımız fazladır; dolayısıyla -biliyorsunuz, hepimiz yaşıyoruz- toplumda, devletin bir yerdeki imtihanına binlerce insan girmektedir. Bu açıdan, sosyal problemleri çözmede, istihdam meselesinin bütün yönleriyle ele alınması zarurî bulunmaktadır.

Burada, eğitim konusu, eğitilmiş insangücü konusu, istihdam probleminin çözülmesinde en önemli faktörlerden bir tanesidir. Bugünkü eğitim sistemimiz, ne yazık ki, bizim ülkemizde, genç işsizler, hatta, üniversiteli işsizler üretmektedir. İnsangücü planlamasını iyi yapamıyoruz, hangi meslek erbabına ihtiyacımız olduğunu gerçekçi olarak tespit edemiyoruz. Mezun olmuş 20 bin ziraat mühendisimize ve kimya mühendisimize iş bulamıyorsak; hangi teknik elemana ihtiyacımız varsa, onu üretmek mecburiyetindeyiz, onu yetiştirmek mecburiyetindeyiz. Gelişmiş Batı ülkelerinde, istihdam problemi, aslında, orta kademe teknik insangücünü tesis etmek suretiyle çözülmüştür. Yani, gençlere yapılan yatırım, ilanihaye, üniversite seviyesine kadar gitmemekte, temeleğitimden sonra, ülkenin ihtiyacı olan meslekî ve teknikeğitime yönelmektedir.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Emiroğlu, size, 3 dakika eksüre veriyorum.

METİN EMİROĞLU (Devamla) – Toparlıyorum efendim; teşekkür ederim.

Ülkenin yapısı, yüzde 65 meslekî eğitim, yüzde 35 genel eğitim seviyesine ulaşırsa, yüzde 35 genel eğitimden mezun olan gençlerin yüzde 25'i de üniversiteye giderse veya Batı ülkelerinde olduğu gibi, yüzde 35'i, yüzde 40'ı üniversiteye giderse, demek ki, yüzde 100'lük bir üniversiteye gitme imkânı elde edilmiş olur; geride kalan yüzde 65 meslekî eğitime tabi olan gençlerimiz de, üretimi, üretim fonksiyonunu icra etmek suretiyle, toplumda üretken bir hale gelir ve iş imkânı bulur. Bütün gelişmiş Batı ülkelerinde, meslekî ve teknikeğitimin ağırlığı, ortaöğretimde, genel eğitimden yana değildir; genel eğitimden fazla, neredeyse onun iki misline yakın bir şekilde meslekî ve teknikeğitim şeklinde olmaktadır.

Bizim iktidarımız döneminde çıkarılmış bulunan 3308 sayılı Çıraklık ve Meslekî Eğitim Kanunu, Batı ülkelerinde uygulanan dual sistemini Türkiye'ye getiren ve toplumda, en ezilmiş, en fazla himayeye muhtaç çıraklarımızın eğitilmelerine ve üretime, üretim sistemine girmelerine imkân veren modern hükümler ihtiva etmektedir; ancak, bunun, desteklenmesi şarttır. Bakınız, bizim zamanımızda kurulan, Anavatan Birinci ve İkinci Hükümetleri döneminde çıkarılmış bulunan fonlar sistemi, burada, zaman zaman tenkit edilir; ama, unutmayalım ki, bugün, Türkiye'yi ayakta tutan sistematik yapısal değişiklikler, o fonlar sistemi sayesinde olmuştur.

Meslekî ve Teknikeğitim Fonu kurulmuştu; Gelirler ve Kurumlar Vergisinden yüzde 1 kesiliyordu ve bu toplumda en fazla himayeye muhtaç olan, üretim sistemine katkıda bulunacak gençlerimizin yetişmesi için ayrılıyordu. Daha sonra gelen iktidarlar döneminde, ne yazık ki, bu fon kaldırıldı ve Savunma Fonuna ithal edildi. Aslında, bugünün savunması; yani meslekî ve teknikeğitime dayanmadan olamayacağı gerçeği gözardı edildi.

Biz, bir taraftan yapıyoruz değerli arkadaşlarım, diğer taraftan, bir diğer iktidarımız, gelip, bu taşları yerinden oynatıyor. Türkiye'nin en büyük problemi burada ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan, reformları yaparken, devletin devamlılığını esas alarak, yapılmış faydalı şeyleri yerinde bırakmamızın zarurî olduğuna inanmaktayım.

Tabiî, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının çok problemi var; ancak, benden evvel konuşan değerli arkadaşlarımın hepsi bunlara değindiler. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının, yüzde 102'ye yakın bir bütçe artışıyla, 15 trilyonu aşan bir bütçesi var; ancak, şunu bilmekteyiz ki, Bakanlığımız, işsizlik sigortası getirecek, Ekonomik ve Sosyal Konseyi çalışır hale getirecek...

BAŞKAN – Sayın Emiroğlu, süreniz bitti efendim.

METİN EMİROĞLU (Devamla) – Hemen bitiriyorum.

BAŞKAN – Efendim, rica ediyorum; üç dakikalık bu eksüreyi de kimseye vermedim; hemşerimsiniz diye verdim size.

METİN EMİROĞLU (Devamla) – Tüşekkür ederim Sayın Başkanım; çok anlayışlısınız.

BAŞKAN – Buyurun.

METİN EMİROĞLU (Devamla) – Ekonomik ve Sosyal Konseyi toplumun gündemine sokacak; çünkü, çalışma hayatı, ancak konsensüsle yürütülebilir.

Sayın Bakanın çalışma hayatımıza ilişkin getirdiği birçok kanun tasarısı var. Şu anda bunları saymaktan imtina ediyorum; ancak, şuna inanıyorum: Yüce Meclisimizde meydana gelecek işbirliği, bu önemli konuların, toplum yararına, bu Mecliste yasalaşmasına imkân verecektir.

Beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür eder, saygılar sunarım. (Alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ederim Sayın Emiroğlu.

Refah Partisi Grubu adına ilk konuşmayı yapmak üzere, Konya Milletvekili Sayın Abdullah Gencer; buyurun. (RP sıralarından alkışlar)

Sayın Gencer, Grubunuzun süresi 30 dakika, 10'ar dakika mı konuşacaksınız?

ABDULLAH GENCER (Konya) – Evet.

BAŞKAN – Peki; buyurun.

RP GRUBU ADINA ABDULLAH GENCER (Konya) – Sayın Başkan, Yüce Meclisin değerli üyeleri; 1998 yılı Dışişleri Bakanlığımızın bütçesi üzerinde Grubum adına söz almış bulunuyorum; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Bütçe, hükümetlerin, siyasî, ekonomik ve sosyal politikalarının ve tercihlerinin ortaya konulduğu belgelerdir. Bu belgeler çerçevesinde 55 inci Hükümetin ortaya koyduğu rakamlara baktığımızda, yaklaşık 14 katrilyonluk bir bütçe, gözükmektedir. Bunun -yaklaşık olarak- 9 katrilyonu faiz ödemesi, 4 katrilyonu açık, 1 katrilyonu da yatırım ve diğerleridir. Dolayısıyla, Sayın Bakanım İsmail Cem Beyefendi ve ekibi, çalışmalarına bu eksik bütçe içerisinden aldıkları payla devam etmek mecburiyetindedirler.

Tabiî, bu eksik bütçede şu hususları da gündeme getirmekte büyük fayda vardır; Sayın Bakanımın da dikkatlerine arz ediyorum. Yurtdışında birçok büyükelçiliğimizi ve konsolosluğumuzu ziyaret etmiş bir kardeşinizim; dolayısıyla, sayın elçiliklerimizin, konsolosluklarımızın gerçek manada ihtiyaçları vardır, emniyet noktasında, diğer noktalarda; fakat, değerli insan, gerçekten, Türk siyasetinin yetiştirdiği dışpolitika uzmanlarından Sayın Kâmran İnan Beyefendi de; ki, Dışişleri Komisyonu Başkanlığına Yüce Heyetin tensipleriyle seçilmiş olmasına rağmen, ne hikmetse, sonradan istifa etmek zorunda kalan...

ŞERİF BEDİRHANOĞLU (Van) – Kendi iradesiyle...

ABDULLAH GENCER (Devamla) – Bilemiyorum, "ne hikmetse" diyorum; kendi iradesidir ya da başkalarının iradesidir; ama, Komisyondaki konuşmalara bakılırsa, pek de kendi iradesiyle olmadığı ortaya çıkıyor.

Yurt dışında çalışan insanlarımızın, personelimizin, bazı yerde, gerçekten ihtiyaç olduğu için çalıştığı, bazı yerde de fazlalıkların bulunduğu gözlenmektedir. Dolayısıyla, Sayın Bakanımızın bunu bir kere daha gözden geçirmek ve ihtiyaç olan yerlere personel kaydırması yapmak suretiyle, bu eksik bütçeye yeni yüklerin getirilmemesi hususunda gayret göstermesini de istirham ediyor, arz ediyorum.

Değerli milletvekilleri, Türkiye, büyük bir mirası devralmış bir ülkedir; zengin bir tarihi vardır. Bu tarih çerçevesinde, biz, rotamızı Batı'ya doğru çevirmişiz ve bu çerçevede birçok Batılı kuruluşa da üye olmuşuz. İşte bunlardan bir tanesi NATO üyeliği. Zaman zaman kraldan fazla kralcı kesilmişiz, zaman zaman da aferinler almışız; ancak, bu aferinlerin sonucunda dostlarımız bize çok da yakın davranmamışlar. 1974'te Kıbrıs'ta, Atlılar'da vesaire... İlkokul çocuklarımız, bacılarımız, kardeşlerimiz, hunharca katledilmiş, buna, Türk Milleti suskun kalamamış ve Cumhuriyet Halk Partisi Millî Selamet Partisi koalisyonunda verdiği kararla çıkarma yapmış; ancak bu çıkarmanın sonucunda, dost bildiğimiz Amerika Birleşik Devletleri bize ambargo uygulamıştır. Bu uygulamadan sonra, ben, Aşık Veysel merhumu hatırlamadan edemiyorum. Diyordu ki: "Dost dost diye nicesine sarıldım/Benim sadık yarim kara topraktır." Ben de diyorum ki, üstat Veysel, bizim dışpolitikada sadık dostumuz kim acaba? (RP sıralarından alkışlar) Yüce Türk Milletinin bunu mutlaka kendisine sorması lazımdır. Yüce Meclisin bunu değişik platformlarda değerlendirmesi şarttır diye düşünüyorum.

Burada Sayın Bakanıma, Değerli Meclise, yurt dışındaki vatandaşlarımızla alakalı bazı hususları da arz etmek istiyorum. Yurt dışındaki kardeşlerimiz çifte vatandaşlığı beklemektedirler. Bir kısmı almıştır; ancak, bazı ülkelerde hâlâ problemler vardır. Bu problemlerin çözülmesi şarttır. Dış temsilciliklerimiz ile vatandaşlarımız arasında, hâlâ, fildişi kuleler ile, kerpiçten evler arasıdaki fark gibi farklar mevcuttur. Bunları bizzatihi yaşadım, Viyana'da Büyükelçiliğimizi ziyaret ettim; kısmen problemler çözülmüş, İsviçre'de Büyükelçiliğimizi ziyaret ettim, orada da kısmen çözülmüş; ama, tamamen değil. Bizim Avrupa'daki insanımız "biz, öyle, uzaktan kulelerden birbirimizi seyretmeyelim. Emniyetinizi alınız; ama, bizi, sokakta bekletmeyiniz. Bize, Almanları güldürmeyiniz ya da Fransızları güldürmeyiniz" diyorlar. İnşallah, bunlar da giderilir, vatandaşımız bekletilmez alıkonur.

Avusturya'daki vatandaşlarımızın problemleri var. İki ülkeyle beraber, Türk işçilerinin yurt dışındaki çocukları, çocuk paralarını alamıyorlar. Halbuki, EG'ye ya da Avrupa Birliğine dahil olan işçilerin çocukları, isterse Pakistan'da okusun isterse Afrika'da okusun, çocuk paralarını rahatlıkla ödüyorlar. Avrupa'nın çifte standardı, ikiyüzlülüğü burada da kendisini gösteriyor. Bu hususta çalışmaların olduğunu biliyorum; ama, bu çalışmaların mutlaka sonuca ulaştırılması gerekmektedir diye düşünüyorum.

Bir başka şey daha var; yurt dışına, gerçekten, Türkiye'nin, güçlü bir Türkiye'nin, yeniden büyük Türkiye'nin kurulması noktasında beyin gençlerimizi gönderdik. Merkezî bir imtihanla seçildiler; ancak, bu merkezî imtihanla seçilen çocuklarımızın bir kısmı geri çağrıldı. YÖK'e sorduk ,belli kanallar vasıtasıyla; ama, ipe un seriyorlar, Nasrettin Hoca'nın hesabı; alınan cevap hiçbir işe yaramıyor. Biz, beyinlerimizi en güzel şekilde değerlendirmediğimiz sürece, gelişmemizi sağlayamayız ve biz, beyinlerimizi bazı ölçülere göre ölçüp standart olarak değerlendirdiğimiz sürece de bir yere varamayız, demokratik gelişmeyi de sağlayamayız. Dolayısıyla, bu hususların da Dışişleri Bakanlığı tarafından yakinen takip edilmesinde fayda mülahaza etmekteyim.

Bir başka şey daha var; yurt dışında, özellikle ilahiyat fakültelerinde okuyan öğrencilerimizle alakalı YÖK'ün almış olduğu bir karar var; bu da denklikle alakalıdır. Ben, bundan önceki Millî Eğitim Bakanımıza bunu sordum; araştırıyorum da... Yine sordum, gelen cevap yine tatmin edici değil; ancak, bana söylenenler gerçekten korkunç şeyler.

Benim çocuğum da İslamabat'ta okuyor. Sayın Bakan diyor ki: "Dışişlerinden bize gelen yazıya göre, orada terörist yetiştiriliyormuş." Ben, Refah Partisinin milletvekiliyim, yıllardır da üyesiyim; ama, benim çocuğum hiçbir derneğe kayıtlı değil; nereden terörist olmuş, bunu kim ilan ediyor!.. (RP sıralarından alkışlar) Ama, bunun sonuçlarını bugün alıyorsunuz. İslam Konferansı Örgütünde, eğer, Türkiye, hoş olmayan bir manzarayla karşılaştıysa, Türkiye'nin, bunları yeniden gözden geçirmek mecburiyeti vardır. Sayın Bakanım, oradaki Dışişleri mensubu, acaba, bu raporu yazarken, neye dayanarak yazıyor, bu çocukları neye göre değerlendiriyor?! Eğer, biz, kendi evlatlarımıza sahip çıkmazsak, o evlatlara elbette başkaları sahip çıkar. Onun için de, biz, çocuklarımıza hep beraber sahip çıkmak mecburiyetindeyiz.

Değerli milletvekilleri, komşularımıza da şöyle bir göz atmak istiyorum. Ermenistan, yıllardan bu tarafa, tarihimiz içerisinde en önemli yeri tutmuş bir ülke; ancak, Türkiye'nin tutumu, yıllar öncesi, bizi gerçekten acıya gark etmiştir. Diliyorum ki, bundan sonra, bu tutum, biraz daha iyi değerlendirilsin. Benim kardeşimin, Azerbaycanlımın ülkesi işgal edilmişken, o, ülkesinden düşmanı kovmaya çalışırken, benim Anadolu insanımın, onların dedelerini bu ülkeden kovmuş insanların nasırlı elleriyle yetiştirdikleri buğdaylarından ve arpalarından buğday gönderiyorsunuz; üstelik, Nasrettin Hoca'nın memleketi Akşehir İstasyonundan bile gidiyor. Nasrettin Hoca'nın kemikleri sızlıyor, Mevlana Hazretlerinin kemikleri sızlıyor... Bunlar, dışpolitikada çok iyi değerlendirilmesi gereken şeylerdir; ama, dört tanecik helikopteri gönderemiyoruz ve kardeşlerimiz, bunları elbette değerlendiriyorlar. (RP sıralarından alkışlar)

Değerli milletvekilleri, İran ile olan ilişkilerimize gelince: Memnuniyet verici bir hadiseyi ifade etmek istiyorum ve 55 inci Hükümet, eğer bu işi başarırsa, kutluyorum; o da, büyükelçilerin tekrar teati edilmesidir. Sayın Bakanımızın, Plan ve Bütçe Komisyonundaki sunuş konuşmasında yaptığı açıklamalarda, bu teatinin yapılacağı ifade ediliyordu. Biz, öyle ya da böyle, komşuyuz. Komşuda pişer, bize de düşer. Bunu, ben söylemedim, dedelerimiz söylemiş ve geceleyin, babanızı bulamazsınız; ama, komşunuzu bulursunuz. Bunu ülkeler arasında da değerlendirmek lazımdır; dolayısıyla, Cenabı Hak'kın, hem bizim ülkemize hem İran'a verdiği zenginlikleri, biz, beraberce paylaşmalıyız. 54 üncü Hükümet, bu bapta, doğalgaz, vesaire görüşmelerini yapmış, anlaşmalarını yapmıştır. Sayın Başbakanın açıklamalarından anlıyorum ki, bu anlaşmalara devam edilecektir; bu da, sevindirici bir hadisedir.

BAŞKAN – Sayın Gencer, 10 dakikanız doldu efendim.

ABDULLAH GENCER (Devamla) – Hemen toparlıyorum.

Komşularımızla sıkıntılarımız var. Bu sıkıntıları biz gidermek zorundayız. Yani, biz, devamlı motor vazifesini görmeliyiz. Davet eden, toplantı düzenleyen, koşturan, alternatif üreten, teklif getiren cephe, mutlaka biz olmalıyız; ancak, o zaman, birçok problemleri, zaman içerisinde de olsa, çözmemiz, elbette, mümkündür.

Değerli milletvekilleri, İslam Konferansı Örgütüyle alakalı hususları her konuşmacı aşağı yukarı gündeme getirdi. Biraz önce gündeme getirdim, İslam Konferansı örgütünde eğer nahoş şeyler ya da, -nahoş ifadesini kullanmayayım- hoşa gitmeyen şeyler meydana gelmişse ya da çok memnun olmadığımız şeyler meydana gelmişse, bilelim ki, bizim münasebetlerimiz bir kere daha gözden geçirilmelidir. Bu teşkilatı biz kurduk, bu teşkilatın lokomotifi biz idik ve bu lokomotifliğe Yüce Türk Milletinin devam etmek mecburiyeti vardır. İnşallah, Sayın Bakanımız, bu hususlarda da gerekli çalışmayı yapacaklardır.

Avrupa Birliği konusunda, Sayın Abdullah Gül...

BAŞKAN – Sayın Gencer, arkadaşlarınız işaret ediyorlar...

ABDULLAH GENCER (Devamla) – Bitiriyorum efendim.

BAŞKAN – Ben ikaz edeyim de...

ABDULLAH GENCER (Devamla) – Avrupa Birliği konusunda da, gerçekten, üzücü şeyler yaşadık. Biz, bekleme odasında değiliz, tecritte değiliz, bahçede değiliz, bahçenin kapısındayız. Arada bir zili çalıyoruz "alo kimsiniz" diyorlar megafondan; diyoruz ki, Türkiye. "Ha, siz misiniz, biz, sizin Avrupalı olduğunuzu Sayın Başbakanınıza söylemiştik ya, daha niye kapımızı çalıp duruyorsunuz." diyorlar. Büyük başarı; Avrupalı olduğumuzu söylemişler! Biz, beşyüz altıyüz yıldan beri Avrupalıyız; onlar, bazı şeyleri görmek istemiyorlar.

Değerli kardeşlerim, problemler var, meseleler var; ama, bizim yapmamız gereken şey nedir; bunları hemen arz edip, sözlerime son veriyorum. Önce kendimizi...

BAŞKAN – Yalnız, sürenizi 3 dakika geçtiniz.

ABDULLAH GENCER (Devamla) – Normaldir efendim.

BAŞKAN – Peki efendim.

Yani, Grubunuza fazla süre vermem.

ABDULLAH GENCER (Devamla) – Değerli milletvekilleri, yapmamız gereken şeyler nedir... Her şeyden önce, kendimizi tanımak mecburiyetimiz vardır. Bakınız, 192 devlet içerisinde tarihi en zengin olan biziz, kolları en uzun olan biziz. Richard Burt Avrupalılara diyor ki: "Türkiye'nin kıymetini bilmiyorsunuz." Sanki biz çok biliyormuşuz gibi. O, kıymetimizi biliyor. Moritanya Devlet Başkanı diyor ki: "Türkiye, dışpolitikadaki tesirinin yüzde 40’ını bile kullanamıyor." Almanya'da görüştüğüm Filistinli bir doktor diyor ki: "Dörtyüz sene sizinle yaşadık; burnumuz kanamadı; ama, yanıldık, yenildik, ayrıldık; başımıza gelen, pişmiş tavuğun başına gelmedi." Yani, ey Türkiye, başını ellerinin arasına al; yeniden düşün, dış politikanı yeniden değerlendir diyor.

Değerli milletvekilleri, bu görüşmelerin hayırlara vesile olmasını diliyor, hepinize saygılarımı arz ediyorum. (RP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ederim Sayın Gencer.

Refah Partisi Grubu adına ikinci konuşmayı yapmak üzere, Hatay Milletvekili Sayın Mehmet Sılay.

Sayın Sılay, birinci konuşmacı arkadaşınız 4 dakika fazla konuştu; konuşmanızı ona göre ayarlayınız.

Buyurun efendim.

RP GRUBU ADINA MEHMET SILAY (Hatay) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; yıllardır Hariciyemizin monşerleri, dışpolitika denilince, daima Washington'dan, Moskova'dan Anadolu'ya bakmayı anladılar; Paris'ten, Brüksel'den, Tel Aviv'den Anadolu'ya bakmayı anladılar. Oysa, millî dış politikamız, Asya'ya, İslam âlemine, Toroslardan ve Anadolu platolarından bakmayı gerektirir; Avrupa'ya, Amerika'ya, Erciyes’ten, Ağrı Dağından bakmayı gerektirir. İşte, muhtaç olduğumuz, mecbur olduğumuz, onurlu millî dışpolitikamızın anatomisi budur.

Bugün, Türkiye, dış politikasında en kötü günlerini yaşıyor. 55 inci Hükümet üyeleri nasıl yorumlarsa yorumlasın, Avrupa Birliği kapılarını Türkiye'ye resmen kapattı; İslam Konferansında da Türkiye'nin itibarı zedelendi; ancak, bu başarısızlık, Türkiye'nin elli yıldır sürdürdüğü yanlış dışpolitikaların sonucudur. Türkiye, devleti ebet müddetin; yani, Osmanlı İmparatorluğunun varisidir; Türkiye, bünyesinden 13 bağımsız devletin çıktığı büyük bir imparatorluğun varisidir. Bu mirasın bize verdiği avantajlar, fırsatlar ve sorumluluklar var. Bu mirasın bize verdiği gücün ve sorumlulukların farkına varmaksızın dışpolitikamızı yürütmek, mümkün değildir.

Avrupa Birliğinde kapılar kapanınca, “Avrupa bizi almazsa, yeni bir dünya kurulur ve Türkiye bu dünyada yerini alır” tarzında, uçuk ve şoven sloganlar üretilmiştir; eski ve çürük bir sakız çiğnenmiştir.

YALÇIN GÜRTAN (Samsun) – Senin yeni sakızının markası ne?

MEHMET SILAY (Devamla) – Bu değerlendirme yanlış; çünkü, Türkiye'nin dünyadaki yeri bellidir. Türkiye, Avrupa Birliğinin verdiği kararla, rantla, kendisine yeni bir dünya arayamaz; çünkü, bizatihi, Türkiye'nin, tarihi, coğrafyası ve kültürüyle oluşmuş bir dünyası var. Bu dünyada, Türkiye, ben kimin yanındayım diye bir arayış içerisinde değil, kim benim yanımda diye sormak zorunda.

Bugün, Kuzey Kıbrıs'ta, bütün şartlarıyla kurulmuş bir devlet var; bu devlet, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti. Bu devletin toprağı, halkı, parlamentosu var, bayrağı var... Bu devlet, Türkiye Cumhuriyeti var olduğu sürece, ebediyen yaşayacaktır.

Kıbrıs'la entegrasyona gidileceği deyimi, Kıbrıs Devleti ile Türkiye'nin işbirliğini geliştireceği manasını taşımalıdır. Kıbrıs'ın Türkiye'nin kaçıncı vilayeti olacağı manasına gelen her türlü yanlış anlamalardan kaçınılmalıdır.

Değerli milletvekilleri, Türkiye, aynı soydan olmaları, aynı dili konuşmaları, aynı kültürü paylaşmaları sebebiyle, Orta Asya'da istiklallerini yeni kazanmış Müslüman Türk cumhuriyetleriyle ilişkilerini geliştirmek zorunda; bunun için de, önüne çıkan fizikî, siyasî ve ekonomik engelleri aşmak zorunda.

Yine, Türkiye, nüfusunun yüzde 99,5'i Müslüman olan bir ülke. Bu durum, Türkiye'nin, İslam ülkeleriyle ve İslam Teşkilatı örgütüyle ilişkilerini daima canlı tutmak zorunda olduğunu gösteriyor. Bu ilişki, hiçbir zaman, Batı ülkeleriyle olan ilişkilerimizin alternatifi değildir; bilakis, Batı ülkeleri ve Amerika'yla olan ilişkilerimize muhteva ve güç kazandıracaktır.

Ülkemizin dört yanı, yanlış tavır almalar sonucu, dost olmayan komşularla çevrili. Bu nedenle, Türkiye, çevresinde bir güvenlik çemberi oluşturmak zorunda. Bu çemberin bir ucu, Azerbaycan’dan, Çeçenistan'dan, Balkanlardan ve Ortadoğu'dan geçer. Türkiye'nin güvenlik sorununun ve ekonomik çıkarlarının, sadece millî hudutlarımızda başladığı fikri artık terk edilmeli; çünkü, millî hudutlarımız, siyasî hudutlarımızla örtüşmüyor; yani, bir anlamda, Misakımillî tahakkuk etmemiştir. Millî hudutlarımız, siyasî hudutlarımızdan çok daha geniş. Türkiye'nin, Balkanlarda, Kafkasya'da, Ortadoğu'da söyleyecek sözü var; hatta, Türkiye'nin, 3,5 milyon Türk'ün yaşadığı Avrupa ülkelerinin politikasında söyleyecek sözü ve yaptırım gücü var.

Değerli milletvekilleri, bugün, Türk Milleti, dikkatini bir gerçeğin üzerine yoğunlaştırdı. Avrupa Birliği, kapılarını, Türkiye'ye, Türkiye önemsiz ve küçük bir devlet olduğu için kapatmamıştır; tam aksine, Türkiye, açılmak istenen kapıdan içeri giremeyecek kadar büyüktür.

Halkımız adına diğer bir alternatif yaklaşım: Avrupa Birliği, bizi, bünyesine kendi iradesiyle almamış değildir; böyle kabullenmek yanlış. Bu olayın en doğru izahı, Ortadoğu'nun korsan ve terörist devleti olan İsrail, bizi Avrupa Birliğine aldırtmayarak kendi safına çekmeyi becermiştir, başarmıştır. (RP sıralarından alkışlar)

Millî politikamızın ve halkımızın isteklerinin aksine, İsrail'in Türkiye üzerindeki inisiyatifi gittikçe artmıştır. Bununla, Amerika, Rusya, İsrail triosuna mahkûm Türkiye'de new Baas'çı yeni rejimler ihdas edilmektedir, edilecektir; bunun işaretleri var. Evet, bunun göstergeleri, artık gizlemeye gerek görmedikleri, açıktan, holdinglere yönetim kurulu üyesi veren, direkt ve dolaylı müdahaleyle ve antidemokratik brifinglerle yargının da bağımsızlığını ortadan kaldıran zorba militarizmin siyasî parkura inmiş olmasıdır. (RP sıralarından alkışlar) Türkiye'de, militarizmin, demokrasiyi rafa kaldırıp ararejimlerin sırtında siyasete bulaşmış olmasıdır.

Değerli milletvekilleri, Avrupa Birliği, kapılarını Türkiye'ye kapatmışsa ve biz, bunu, bir yenilgi olarak kabul ediyorsak, şüphesiz bu yenilgi halkımıza, milletimize ait değildir; bu, Türk Devletinin de yenilgisi değildir; bu hareket, olsa olsa Türkiye'yi küçük politikaların arkasına takmak isteyen vesayet ve azınlık yönetimine yapılmış bir ihtardır. Hatta, kafası ve yüreği, sömürge kültürünün işgali altında bulunan içimizdeki truvaatı hariciyecilere ve yöneticilere bir uyarıdır. Evet, bu yenilgi, bu ihtar...

AGÂH OKTAY GÜNER (Ankara) – Ne biçim laf bu!

DIŞİŞLERİ BAKANI İSMAİL CEM (Kayseri) – Sayın Başkan... Sayın Başkan... Böyle söyleyemez.

MEHMET SILAY (Devamla) – Bu benim şahsî kanaatimdir Sayın Bakanım.

PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU BAŞKANVEKİLİ METİN ŞAHİN (Antalya) – Terbiyesizlik etme!..

BAŞKAN – Bir dakika... Bir dakika efendim...

Sayın Sılay...

DIŞİŞLERİ BAKANI İSMAİL CEM (Kayseri) – Sayın Başkan...

MEHMET SILAY (Devamla) – Bu benim şahsî kanaatimdir Sayın Bakanım.

DIŞİŞLERİ BAKANI İSMAİL CEM (Kayseri) – Sayın Başkan...

MEHMET SILAY (Devamla) – Sıranız gelince, çıkın konuşun efendim.

ALİ ILIKSOY (Gaziantep) – Sayın Başkan, nasıl müsaade ediyorsunuz.

BAŞKAN – Ben müdahale edeceğim efendim.

Efendim, hiçbir hariciyecimiz, truvaatı değildir. Bakın, çok kötü söz kullanıyorsunuz...

ALİ ILIKSOY (Gaziantep) – Sayın Başkan, cumhuriyete bu kadar hakarette bulunamaz.

BAŞKAN – Bir dakika efendim; ben cevabını vereceğim.

ALİ ILIKSOY (Gaziantep) – Sayın Başkan, sözlerini geri alsın.

BAŞKAN – Bir dakika efendim, oturur musunuz.

ÜLKÜ GÜNEY (Bayburt) – Ayıp ayıp!..

MEHMET SILAY (Devamla) – Bir dakika efendim... Konuşalım efendim... Bu benim şahsî kanaatim... Bu benim şahsî kanaatim efendim. (ANAP ve DSP sıralarından gürültüler)

BAŞKAN – Efendim, ben cevabını vereceğim...

Sayın Sılay, bakın, biraz önce, İsrail Devletine "terörist" dediniz. Burada, bir defa, devletimizin millî politikasını küçültecek bir laf konuşamazsınız; bir...

MEHMET SILAY (Devamla) – Bu benim şahsî kanaatim efendim...

BAŞKAN - Bir dakika... Bir dakika...

İkincisi...

AGÂH OKTAY GÜNER (Ankara) – Bu Meclisten maaş alan siz, buraya gelen siz... Ayıp değil mi?!

BAŞKAN – Efendim bir dakika... Oturur musunuz efendim... Lütfen oturur musunuz yerinize...

AGÂH OKTAY GÜNER (Ankara) – Görevinizi yapmıyorsunuz.

BAŞKAN – Bir dakika efendim... Şurada Başkan olarak konuşuyorum...

AGÂH OKTAY GÜNER (Ankara) – Görevinizi yapmıyorsunuz... Nerede totaliter meclis!..

BAŞKAN – Efendim, oturur musunuz yerinize!.. Size söz vermedim; oturur musunuz!..

AGÂH OKTAY GÜNER (Ankara) – Böyle şey olmaz!..

BAŞKAN – Lütfen oturur musunuz!..

AGÂH OKTAY GÜNER (Ankara) – Başkanlığınızı yapın. Bu Meclisin haysiyeti ayak altına alınıyor.

BAŞKAN – Efendim, herkese müdahale zamanı var.

Arkadaşımız, biraz önce, İsrail Devletine de "terörist devlet" dedi.

ÜLKÜ GÜNEY (Bayburt) – Abuk sabuk konuşuyor.

BAŞKAN – Bir dakika efendim...

MEHMET SILAY (Devamla) – Bu, benim şahsî kanaatimdir.

BAŞKAN – Sayın milletvekilimizin mensubu olduğu partinin... Refahyol İktidarı zamanında İsrail'le biz anlaşma yaptık ve müşterek askerî tatbikat yaptık. Şimdi, siz, nasıl o devlete terörist dersiniz?!

MEHMET SILAY (Devamla) – Söyleyeyim Sayın Başkanım...

BAŞKAN – Bir dakika efendim... Bir dakika...

Burada parti adına konuşma yaparken, devletimizin millî menfaatlarını zedeleyici konuşma yapamazsınız; bir. İkincisi, Hariciyede çalışan kamu görevlileri yurtsever insanlardır...

YALÇIN GÜRTAN (Samsun) – Onlardan daha çok yurtseverdirler.

BAŞKAN – ... Bunların hiçbirisi truvaatı değildir.

MEHMET SILAY (Devamla) – İstisnaları var.

BAŞKAN – Hayır; istisnası yok; varsa, Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına göre onlar cezalandırılır, orada çalıştırılmazlar; ama, insanlara böyle acımasız iftira atmayın. Yarın birileri de çıkar, size iftira atar.

MEHMET SILAY (Devamla) – Sayın Başkan, ben, burada ifade edeyim efendim...

BAŞKAN – Lütfen... Burada konuşurken, bir milletvekili ağırlığı içinde konuşun.

Buyurun konuşun.

MEHMET SILAY (Devamla) – Devam ediyorum efendim.

Evet, bu yenilgi, bu ihtar, tankların gölgesinde kurdurulan mevcut Hükümete aittir, millete ait değildir... (ANAP ve DSP sıralarından gürültüler) Evet efendim... Hazineyi sömüren... Bir dakika dinleyin...

BAŞKAN – Anlamadım efendim, ne dedi?..

ALİ ILIKSOY (Gaziantep) – Önce zabıtları düzeltin Sayın Başkan.

MEHMET SILAY (Devamla) – Düzeltiyoruz efendim... Düzeltiyoruz, konuşuyoruz. Bu benim şahsî kanaatim efendim.

BAŞKAN – Neyse, arkadaşlar...

ALİ ILIKSOY (Gaziantep) – Hayır efendim; önce zabıtları düzeltin.

BAŞKAN – Bir dakika Sayın Ilıksoy...

ALİ ILIKSOY (Gaziantep) – Efendim, önce zabıtları düzeltsin...

BAŞKAN – Bir dakika Sayın Ilıksoy...

ALİ ILIKSOY (Gaziantep) – Hayır efendim, önce zabıtları düzeltin.

BAŞKAN – Şimdi, efendim... Neyse...

ÜLKÜ GÜNEY (Bayburt) – Ayıp, ayıp!..

MEHMET SILAY (Devamla) – Bu benim kanaatim beyefendi... Bu benim kanaatim, ne ayıbı... Gerçeği budur.

ERDOĞAN TOPRAK (İstanbul) – Sayın Başkan, yanlış ifadesini geri alsın.

ALİ ILIKSOY (Gaziantep) – Olmaz efendim Öyle şey olur mu?!

BAŞKAN – Sayın Ilıksoy, lütfen, oturur musunuz... Rica ediyorum...

ALİ ILIKSOY (Gaziantep) – Hayır, önce zabıtları düzeltsin.

BAŞKAN – Efendim, arkadaşımız bir yanlış ifade kullandıysa, şimdi, bakanlar cevap verecekler.

MEHMET SILAY (Devamla) – Efendim yanlış olarak bir şey söylemedim. Devam edeyim efendim.

BAŞKAN – Buyurun, süreniz de doldu efendim.

MEHMET SILAY (Devamla) – Efendim, ama, arbedeye gitti.

BAŞKAN – Hayır, hayır... Rica ediyorum...

MEHMET SILAY (Devamla) – Son iki cümle efendim.

BAŞKAN – Peki, buyurun.

MEHMET SILAY (Devamla) – Bu yenilgi, kuşkusuz, gayri millî Dışişlerinin, monjer, jakoben ve Ortodoks politikalarının bir sonucudur. (ANAP, DSP ve CHP sıralarından gürültüler)

BAŞKAN – Efendim, gürültü etmeyin; bir anlayalım arkadaş ne diyor.

YALÇIN GÜRTAN (Samsun) – İn aşağı oradan!..

MEHMET SILAY (Devamla) – Değerli milletvekilleri... Söylüyorum.

ERDOĞAN TOPRAK (İstanbul) – Hiç yakışmıyor!..

BAŞKAN – Bir dakika kardeşim...

MEHMET SILAY (Devamla) – Efendim, cümlemi bitireyim... Lütfen... Bu benim şahsî kanaatim...

ERDOĞAN TOPRAK (İstanbul) – Sayın Başkan, yakışmıyor!..

BAŞKAN – Sayın Toprak... Rica ederim efendim, bitirsin...

MEHMET SILAY (Devamla) – Bu yenilgi, kuşkusuz, Dışişlerinin, monşer, jakoben ve Ortodoks politikaların bir ürünüdür.

Değerli milletvekilleri...

HALİL ÇALIK (Kocaeli) – Sen milletvekilisin!..

BAŞKAN – Bir dakika... Bakanınız çıkar cevap verir canım; ne yapayım...

ALİ ILIKSOY (Gaziantep) – Siz, Türkiye Cumhuriyetinin Meclis Başkanı değil misiniz?!

MEHMET SILAY (Devamla) – Türkiye'nin... (ANAP, DSP ve CHP sıralarından gürültüler)

BAŞKAN – Sayın Sılay, böyle devam ederseniz... Zaten, süreniz bitti efendim. Lütfen, son cümlenizi söyleyin.

MEHMET SILAY (Devamla) – Efendim, bitti; son cümlemi söylüyorum.

ALİ ILIKSOY (Gaziantep) – Buna nasıl müsaade ediyorsunuz?!

BAŞKAN – Ben ne yapayım, her milletvekilinin sözünü kesemem.

MEHMET SILAY (Devamla) – Türkiye'nin ufkunun açılması ve demokratik hak ve özgürlüklerin yaşandığı aydınlıkta, halka ve onun tarihine dayalı bir millî dışpolitikanın hayata geçmesiyle mümkün olacaktır. (DSP ve CHP sıralarından sıra kapaklarına vurmalar)

HALİL ÇALIK (Kocaeli) – Konuşturmayın!

BAŞKAN – Sayın Sılay... Sayın Sılay...

MEHMET SILAY (Devamla) – Son cümlemi efendim.

BAŞKAN – Hayır, efendim; söylediniz artık cümlenizi.

MEHMET SILAY (Devamla) – Hepinizi saygıyla selamlıyorum. Bu benim şahsî kanaatim...

BAŞKAN – Peki, iyi günler dilerim...

ERDOĞAN TOPRAK (İstanbul) – Sözünü geri almadı Sayın Başkan.

BAŞKAN – Şimdi, bakın, arkadaşlar; sayın sözcü burada konuşurken, salonda yükselen sesler nedeniyle ben konuşmasını duymuyorum.

YAŞAR OKUYAN (Yalova) – Nasıl duymazsınız?!

ÜLKÜ GÜNEY (Bayburt) – İşine gelmiyor.

BAŞKAN – Niye işime gelmesin canım! Mühadahale ediyoruz işte. Biz, burada milletvekilinin sesini kestiğimiz zaman, diyorsunuz ki: "Milletvekiline müdahale ediyorsunuz." Milletvekili sözünü bitirdikten sonra, ona, gerekli ihtarı yapıyoruz.

YAŞAR OKUYAN (Yalova) – Bağırmadan konuş!

TEMEL KARAMOLLAOĞLU (Sıvas) – Sayın Başkan...

BÜLENT ATASAYAN (Kocaeli) – Sen hangisini keseceğini ayırt edemiyorsunuz.

BAŞKAN – Efendim?..

BÜLENT ATASAYAN (Kocaeli) – Kesilecek ses var, kesilmeyecek ses var; siz, onu ayırt edemiyorsunuz.

BAŞKAN – Onun takdiri bana ait.

TEMEL KARAMOLLAOĞLU (Sıvas) – Sayın Başkan...

BAŞKAN – Buyurun efendim.

TEMEL KARAMOLLAOĞLU (Sıvas) – Sayın Başkan, arkadaşlarımız müsaade ederse, biraz önce Hariciye Bakanlığı mensuplarımız için söylenen söz, bizim Refah Partisi olarak Grubumuzu bağlayan bir söz değildir...

BAŞKAN – Ama, Grubunuz adına konuşuyor. (ANAP ve DSP sıralarından “Grubunuz adına konuşuyor” sesleri, gürültüler)

MUHAMMET POLAT (Aydın) – Biraz sabırlı olun.

BAŞKAN – Bir dakika efendim... Grup Başkanvekili olarak tavzih ediyor.

TEMEL KARAMOLLAOĞLU (Sıvas) – Hariciye Bakanlığı mensuplarımıza karşı söylenen bu sözün, grubumuza ait bir söz olmadığını, burada ifade etmek istiyorum. (DSP ve CHP sıralarından gürültüler)

BAŞKAN – Peki efendim, teşekkür ederim.

TEMEL KARAMOLLAOĞLU (Sıvas) – Bir noktayı da belirtmek istiyorum. Yalnız, arkadaşlarımız, konuşurken, edep göstermesini bilsinler. Bir söz vardır, düzeltilir; düzeltiyorum... Ama, burada çıkıp, buralarda birtakım odakların kümeleşmelerinin olduğunu söyleyenler; şimdi, çıkıp, başka türlü noktalara... (ANAP ve DSP sıralarından gürültüler)

BAŞKAN – Buyurun efendim, tamam...

HALİL ÇALIK (Kocaeli) – Odak sizsiniz!..

ÜLKÜ GÜNEY (Bayburt) – Sayın Başkan...

BAŞKAN – Buyurun Sayın Güney... (ANAP sıralarından gürültüler) Efendim, Grup Başkanvekiliniz konuşuyor.

MEHMET AYKAÇ (Çorum) – Örgüt bakanı demediniz mi burada? (ANAP sıralarından gürültüler)

AGÂH OKTAY GÜNER (Ankara) – Ne örgüt bakanı?!.. Örgüt bakanı ayrı bu ayrı...(ANAP ve DSP sıralarından gürültüler)

BAŞKAN – Sayın Güner... Sayın Aykaç... Efendim bir dakika müsaade edin...

Sayın Aykaç oturur musunuz efendim.

ÜLKÜ GÜNEY (Bayburt) – Sayın Başkan, burada, bir grup adına bir milletvekili arkadaşımız konuştu. Sayın Grup Başkanvekili, onun sözünü tavzih etti; ona teşekkür ederim. Ama, bu kadar hazırlıksız -açık konuşuyorum- abuk sabuk yazılmış bir yazıyla, burada, gelip, bu Yüce Meclisin huzurunda konuşmayı yakıştıramadım bu arkadaşımıza... (RP sıralarından gürültüler)

BAŞKAN – Şimdi, Sayın Başkan, size de bu lafı yakıştıramadım... Herkesin kendisine göre hitap tarzı var... Arkadaşım...

ÜLKÜ GÜNEY (Bayburt) – Böyle bir şey olamaz... Arkadaşları bu şekilde tanımlamak ayıptır; böyle bir şey ilk defa söylendi... Bunlardan bir şey çıkmaz... (RP sıralarından gürültüler)

MEHMET SILAY (Hatay) – Ayıp size ait!..

BAŞKAN – Efendim, arkadaşımızın kullandığı hatalı ifadeler var; ama herkesin kendine göre bir konuşma üslubu var. Yani, herkesin yaptığı konuşmanın da bu Meclisin bütün üyeleri tarafından beğenilmesine de ihtiyaç yok...

ALİ ILIKSOY (Gaziantep) – Sayın Başkan...

BAŞKAN – Buyurun Sayın Ilıksoy.

ALİ ILIKSOY (Gaziantep) – Refah Partisinin Sayın Grup Başkanvekili arkadaşımızın uyarılarına katılıyoruz. Gerçekten...

BAŞKAN – Mesele halloldu artık...

ALİ ILIKSOY (Gaziantep) – Efendim, bir dakika... Sakin olun lütfen...

BAŞKAN – Peki, buyurun...

ALİ ILIKSOY (Gaziantep) – Bu arada, o beyanların zabıttan çıkarılması için sözcü arkadaşımızın da size başvurmasını ve...

BAŞKAN – Efendim, böyle bir usulümüz yok...

ALİ ILIKSOY (Gaziantep) – Bir dakika efendim!..

BAŞKAN – Zabıttan söz çıkarma usulümüz yok....

ALİ ILIKSOY (Gaziantep) – Ne demek efendim!.. Türkiye Cumhuriyeti aleyhine sözler olduğu zaman zabıttan çıkarmıyor musunuz?!

BAŞKAN – Hayır, hayır; çıkarmıyoruz.

ALİ ILIKSOY (Gaziantep) – Çıkarmıyor musunuz?.. Ne demek?!

YALÇIN GÜRTAN (Samsun) – Onların yaptığı ithamlar...

BAŞKAN – Sayın Ilıksoy, bugüne kadar hiçbir laf zabıttan çıkmamıştır.

ERDOĞAN TOPRAK (İstanbul) – Sayın Başkan, özür dilemesi lazım!

BAŞKAN – Neyse... Rica ediyorum... Tamam; mesele kapanmıştır.

HALİL ÇALIK (Kocaeli) – İçinize nasıl sindiriyorsunuz?!

BAŞKAN – Refah Partisi Grubu adına son konuşmayı yapmak üzere, Kars Milletvekili Sayın Zeki Karabayır; buyurun efendim. (RP sıralarından alkışlar)

8 dakikanız var; ama, biraz müsamahalı davranacağım.

RP GRUBU ADINA ZEKİ KARABAYIR (Kars) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 1998 malî yılı bütçesi üzerinde, Grubum adına söz almış bulunuyorum; Yüce Heyetinize saygılar sunuyorum.

Çalışma hayatı ve istihdam konusu, ülkemizin kalkınmasında, sanayileşmesinde önemli bir faktördür. Beş ayını vaatlerle dolduran Koalisyon Hükümeti döneminde yapılan yanlış icraatlar, işçi ve işveren kuruluşları arasında, had safhaya varan huzursuzluk kaynağı oluşturmuştur. Enflasyonu, 1998 yılında yüzde 50 seviyesine indireceğini vaat eden Hükümetin, bu icraatı sonunda, yüzde 100 olarak gerçekleşen enflasyon karşısında, ücretliler alım gücünü kaybetmişlerdir. Bu dönem içinde, Hükümet, çalışanı, işçiyi, memuru ve emekliyi, enflasyon canavarına âdeta teslim etmiş ve acziyetini ise, başarı gibi gösterme çabası içerisine girmiştir.

Geçen gün, bu kürsüden, Sayın Ecevit, bütçe geneli üzerindeki konuşmasında, 54 üncü Hükümet döneminde, rejimin, halkın, işçinin bunalımda olduğunu ifade etti. Oysa, 54 üncü Hükümetin başarısını hazmedemeyen, paniğe kapılan -başta kendileri olmak üzere- muhalefet partileri bunalıma girdi; devleti hortumlayan kartel medya bunalıma girdi; rantiyeciler bunalıma girdi; işçiler değil, bazı sendika ağaları bunalıma girdi; ama, şimdi, söylediklerinin hepsi, bu Hükümet döneminde, teker teker gerçekleşmeye başladı.

54 üncü Hükümet döneminde, davulla, zurnayla toplu iş sözleşmesi imzalayan işçi, şimdi, bu karda, kışta, yağmurda, sokaklara dökülmüş, protesto için İstanbul'dan Ankara'ya yürüyor. Memur sokaklarda, emekli perişan, dargelirli vatandaş açlığa mahkûm edilmiş; her kesimden feryat sesleri yükseliyor. Bu feryatlara kulağınızı tıkamış, sizi kolunuzdan tutup Hükümet yapanlara hizmette kusur etmemek için her türlü gayret içerisindesiniz. Bir günde, diyet borcunuzun karşılığı olarak, 25 milyon insana hizmet veren Çalışma Bakanlığının bütçesinden daha fazlasını, iki medya patronuna aktardınız.

Bakın, her vesileyle Refah Hükümetini eleştirmeyi âdet haline getiren Hükümet ortaklarına, birkaç konuda bilgi vermek istiyorum. Geçmiş yıllarda, işçilerin reel gelirlerinde gerileme olmuş; ancak, bizim zamanımızda yapılan yüksek ücret zamlarıyla, bu gerileme telafi edildiği gibi, alım gücünde de reel artış sağlanmıştır. Ayrıca, hiçbir kamu kuruluşunda grev ve lokavt uygulaması olmadan toplusözleşmeler sonuçlandırılmıştır.

Hükümetimiz döneminde, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca çıkarılan kanunlar ile hazırlanan ve hazırlık çalışmaları son aşamaya getirilen kanun tasarılarının sayısı 18'dir; bunlardan 4'ü kanunlaşmış, 4'ü Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunun gündeminde, 5'i de Başbakanlığa sunulmuş; ancak, hükümet değişikliği sebebiyle iade edilmiştir.

Hükümetimiz zamanında başlatılan ve toplumsal barışı amaçlayan Ekonomik ve Sosyal Konsey konusunda da olumlu hiçbir girişimde bulunmayan Hükümet, işçi ve işveren arasında denge unsuru olan devlet fonksiyonunu işletememiştir.

Memur sendikaları hususunda verilen bunca vaade rağmen, ortada gözle görülür hiçbir şeyin olmaması, çalışanların, son yıllarda, görülmedik şekilde, hak aramak için sokaklara dökülmesine sebep olmuştur. Her türlü istihdam hizmetini yaygın biçimde sunan, işsizlikle mücadele edebilen bir kimliğe kavuşması için, iş kurumu kanun tasarısının bir an önce yasalaşması sağlanmalıdır.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının temel görevlerinden biri de, çalışma hayatının izlenmesi ve denetlenmesidir. İdarî para cezaları, günün şartlarına uygun hale getirilmediği için, Bakanlık, bu görevinde de etkisiz hale getirilmiştir.

Güç şartlarda, ülkemizin en ücra köşesinde görevini yürütmeye çalışan iş müfettişlerine, diğer bakanlık denetim elemanlarına sağlanan ceza paralarından belli oranda denetim payı katkısı sağlanmalı, özel denetim tazminatları yükseltilmeli ve konaklama giderleri artırılmalıdır. Ayrıca, diğer kurumların teftiş kurullarında olduğu gibi, iş müfettişlerinin de, bilgi, görgü ve deneyimlerini artırmak ve uluslararası mevzuat gelişmelerini takip etmek maksadıyla yurt dışına gönderilme imkânı sağlanmalıdır.

Yurt dışında yaklaşık 3 milyon yurttaşımız yaşamaktadır. Sosyal güvenlik sözleşmeleriyle, vatandaşlarımızın, çalıştıkları ülkelerde o ülke vatandaşlarına eşit olarak sosyal güvenlik haklarından yararlanmaları ve kazandıkları haklardan ülkemize dönüşlerinde faydalanmaya devam etmeleri sağlanmalıdır.

Yapılan sözleşmelerin, günün şartlarına uygun hale getirilmesi için çalışmalar yapılmalıdır.

Avrupa ülkelerinde bulunan vatandaşlarımızın, işgücü piyasasına girişi ve istihdamının olumsuz yönde etkilenmemesi için, yakından takip edilmesi gerekmektedir.

Sayın Başkan değerli arkadaşlarım; SSK'nın içler acısı durumu ortadadır. Geçmiş yıllarda, sigortalısını konut sahibi yapmak için konut kredisi verebilen bir kurum, bugün emekli, dul ve yetimine aylık ödeyebilmek için varını yoğunu, yani, gayrimenkullerini satışa çıkarmak durumunda kalmıştır.

Sosyal güvenlik bir ilimdir, bir sistemdir; nimet-külfet dengesine dayanır. Bu nedenle, öncelikle, uluslararası norm ve standartlara uygun bir sosyal güvenlik temel kanunu hazırlanarak, zaman geçirilmeden yürürlüğe konulmalıdır. Tüm sosyal sigorta kanunlarımız, bu temel yasaya en kısa zamanda uyum sağlamalı ve sosyal güvenlik norm ve standart bütünlüğü temin edilmelidir.

Emeklilerin aylıkları eşel-mobil sistemine uygun olarak, yeniden düzenlenmeli ve her emekliye normal hayat seviyesini temin edici bir yaşlılık aylığı bağlanması sistemi getirilmelidir. Düşük gelir seviyesinde bulunan emeklilerin aylık gelirlerine, sosyal devlet anlayışının gereği olarak, devlet katkısı sağlanmalıdır.

Değerli arkadaşlarım, bir diğer yanlışlık ise, SSK Yasasında yapılan değişiklikle, yönetim kurulunun oluş şeklidir. SSK'nın özerkliğinin tam olarak sağlanması, yönetim kurulunun yeniden yapılanması ve kurumun her türlü müdahalelerden arındırılması gerekir.

Öte yandan, Bağ-Kur'un yaklaşık iki milyon aktif sigortalısı bulunmaktadır; bir milyona yakın kişi de emekli, dul ve yetim aylığı almaktadır. Bunların dışında, 800 bine yakın çiftçi Bağ-Kur'a üye, 65 bine yakın kişi ise aylık almaktadır.

Bağ-Kur, özellikle 1992 yılından itibaren uygulanan yanlış politikalar sonucu, daha büyük darboğaza itilmiştir. Emekli aylıkları, bankalara çok yüksek oranlarda faizler verilerek ödenebilmiş, Geliştirme ve Destekleme Fonundan trilyonlarca lira alınmıştır. Emekli aylıklarına zam yapıyoruz gerekçesiyle, her üç ayda bir göstergelerde yapılan değişikliklerle alınan primler, verilen aylıklardaki artışlardan daha yüksek oranlarda olmuştur.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN– Sayın Karabayır, süreniz bitti; sizden önceki sözcüye 3 dakika süre vermiştim, size de veriyorum.

Buyurun.

ZEKİ KARABAYIR (Devamla) – Teşekkür ederim Sayın Başkanım.

Bu yetmiyormuş gibi, sağlık sigortası işlemez hale gelmiş, esnaf ve sanatkârlarımız ve aile efradı hastanelerde kabul görmemeye, ceplerinden ödedikleri tedavi ve ilaç paralarını dahi zamanında kurumdan alamama durumuna düşmüşlerdir.

Tarım sigortasında ise, ürün bedellerine yapılan tevkifat uygulamaları, çıkarılan kararname ve tebliğlerle içinden çıkılmaz hale gelmiştir. Çiftçimiz, alınterinin karşılığı olan ürün bedellerini alırken, âdeta canından bezdirilmiştir. Bunun yanında, Bağ-Kur ile ilişkisi olmayan veya prim borcu bulunmayan çiftçilerimiz, Deli Dumrul misali, Bağ-Kur'a prim borcu bulunanlarla bir tutulmuştur. Yeterli hizmet verilmemesi, sigortalıların kuruma güvenlerini yitirmelerine, bunun sonucu olarak prim ödemekten vazgeçmelerine neden olmuştur. Bu durumun mutlaka önlenmesi gerekir.

Değerli arkadaşlarım, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığında yapılan personel kıyımına da değinmek istiyorum. Anasol-DC Hükümeti sırasında, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığında bürokraside tepeden tırnağa bürokrat kıyımı yapılmıştır. Başta müsteşar olmak üzere, 3 müsteşar yardımcısı, Bakanlık ve bağlı kuruluşlardaki genel müdürler, genel müdür yardımcıları, teftiş kurulu başkanları, daire başkanları, bölge ve şube müdürleri görevlerinden alınmışlardır. Ayrıca, geçmiş dönemlerde kazandıkları unvanların alınması yoluna gidilmiş, müdürler şefliğe, şefler memurluğa tenzilî rütbeyle atanmış ve bu işlem, 381 kişiye bir anda uygulanarak çalışma barışı bozulmuştur.

Çalışma ve sosyal güvenlik alanının genişliği, mevzuatın yaygın ve çokluğu dikkate alındığında, bu alanda eğitim görmüş, deneyim ve birikimi olan kişiler yerine, Maliye Bakanlığından, sadece vergi konusunda birikimi bulunan, denetim elemanlarının Bakanlıkta üst yöneticilik görevlerine atanmasının yanı sıra, veznedar gibi, bu alanda hiçbir liyakati olmayan kişilerin de, bakanlığı temsil eden bölge müdürlüğü gibi, kariyer ve liyakat gerektiren, tecrübeyi zorunlu kılan görevlere atanması yapılarak, Bakanlık bürokrasisi felç edilmiştir.

Burada, Sayın Bakana bir soru sorarak, sözlerime son vermek istiyorum: Sayın Bakan, binas, her türlü araç gereci olan Kars SSK Hastanesini ne zaman hizmete açacaksınız?

Bu duygu ve düşüncelerle, 1998 yılı bütçesinin, Bakanlığımıza ve ülkemize hayırlı olmasını diler; hepinizi saygıyla selamlarım. (RP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ederim Sayın Karabayır.

Sayın milletvekilleri, 8 inci turdaki bütçeler üzerinde, gruplar adına yapılan konuşmalar bitmiştir.

Soru verme süresi de bitmiştir; bundan sonra gönderilecek sorular kabul edilmeyecektir.

Şimdi, bütçeler üzerinde, lehinde, Kocaeli Milletvekili Sayın Bekir Yurdagül konuşacaklardır.

Buyurun.

Süreniz 10 dakikadır.

BEKİR YURDAGÜL (Kocaeli) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının 1998 yılı bütçesi üzerinde söz almış bulunuyorum; Yüce Meclisi saygıyla selamlarım.

Değerli milletvekilleri, hiç kimsenin tersini söyleyemeyeceği bir gerçeği ülkemizde yaşıyoruz. Türkiye, ücretlilerin, ekonomik ve sosyal hakları yanında, örgütlenme hakları dar, kısıtlı, sınırlı ve hatta, kimi konularda yasaklı bir ülkedir. Ülkemiz nüfusunun mutlak çoğunluğunu oluşturan ücretlilerin, sosyal, ekonomik ve demokratik haklarındaki sınırlılık, ne yazık ki, yeni bir yüzyıla girerken, sistemli önlemlerle devam ettirilmektedir.

Oysa, bir ülkenin demokratik olup olmadığı, o ülkede yaşayan çalışanların sosyal, siyasal ve ekonomik haklarının ne ölçüde gelişmiş olduğuyla belirlenebilir. Geleceğe güvenle bakmak, çalışanların, çalışma ve yaşama kalitesini yükseltmekle, onların örgütlenme haklarını eksiksiz tanımakla ve kimilerine zor gelse de, bu gerçekle tanışmakla olanaklıdır.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ülkemizde ekonomik bunalımın en çarpıcı sonuçları istihdam alanında yaşanıyor. Uygulanan ekonomik politikalar sonucu, tam istihdamın bozularak, kuralsız, esnek işgücü ortamı yaratılmak isteniyor. Öyle ki, 1998 yılı bütçesinde, standart dışı, kuralsız ve esnek çalışmanın yasal dayanaklarının oluşturulacağı, istihdamın geliştirilmesi için standart dışı çalışma birimlerine olanak tanıyacak düzenlemelerin yapılacağı belirtiliyor. Tam istihdam politikalarını geliştirmeme çabasının doğal sonucu olarak, ülkemizin de imzaladığı Uluslararası Çalışma Örgütü sözleşmeleriyle yasaklanan özel istihdam bürolarının oluşumuna olanak tanıyacak yeni bir yasal düzenlemeye geçileceği belirtiliyor. Özel istihdam büroları, Dünya Bankasının yürüttüğü projeler çerçevesinde gündeme getirildi. Buna bağlı olarak, İş ve İşçi Bulma Kurumu, istihdam hizmetlerinin çeşitlendirilmesi konusunda, Dünya Bankasıyla yapılan bir proje kapsamında görevlendirildi. Şimdi, bu büroların oluşturulması için sistemli bir çaba harcanıyor. Bu amaçla 1475 sayılı İş Yasasıyla, 4837 sayılı İş ve İşçi Bulma Kurumu Kuruluş Yasasının değiştirilmesine çalışılıyor; böylece, bilinçli biçimde etkisiz kılınan İş ve İşçi Bulma Kurumu devreden çıkarılmak isteniyor; ne için; emek pazarlarının, bir başka anlatımla amele pazarlarının kurulması için. Eğer, bu gerçekleşirse, ortaya çıkacak durum şudur: Esnek ve kuralsız çalışma tüm sektörlerde daha etkili biçimde egemen olacak, devletin, Anayasada yer alan iş bulma ve işe yerleştirme yükümlülüğü kalkacak, demokrasinin vazgeçilemez örgütleri olan sendikalar eritilecek, sendikasızlaştırma süreci daha da genişleyecek, toplusözleşmeler yerine bireysel iş zleşmeleri yaşama geçirilecek, iş güvencesi korunamayacak ve örgütsüz, suskun, yorgun bir toplum yaratılması sağlanacak.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; çalışma hakkını bütünleyen en önemli hak, sosyal güvenlik hakkıdır. Devlet İstatistik Enstitüsü verilerine göre, Türkiye'de, toplam nüfusun yüzde 83,6'sı sigorta programları içindedir ve aktif sigortalıların toplam sivil istihdama oranıysa yüzde 50,7'dir. Bu oranları, bir başka anlatımla aktarırsak, nüfusumuzun yüzde 16,4'ü sigorta programlarının dışındadır ve sivil istihdamın yüzde 49,3'ü sigortasızdır.

Sosyal güvenlik için başka rakamlar da vermek istiyorum: 1996 yılında tüm sosyal güvenlik kurumlarına bağlı olarak emekli aylığı alanların yaklaşık yüzde 20'si 50 yaşın altındadır; bunların yüzde 19'u 40-49 yaş grubundadır. Emekli olanların yüzde 80'i ise 50 yaşın üzerindedir. 60 yaş üzerinde emekli olanların oranı yüzde 44'tür. Söylenilenin tersine, Türkiye'de, emekliye ayrılma yaşı genç değil, 50'dir. Emekli aylığı alanların yaş ortalaması 57'dir. İşte, böylesi bir nüfus içinde, Hükümet tarafından emeklilik yaş sınırını yükselten yasa değişikliğiyle, toplum üzerinde şok etkisi yaratılmak isteniyor. Dünyanın hiçbir ülkesinde bu kadar düşük yaşta emekli olma hakkı tanınmıyor diyenler, bir de, nüfusumuzun niteliklerine, çalışma ortamına, standartlarına, güvencesizliğe bakmak zorundadırlar. Sosyal güvenlik kuruluşlarının batışını hazırlayan süreci nelerin etkilediğini belirlemek zorundayız. Bu olumsuzlukların yaşanmasında, emeklilik yaşını tek gerekçe olarak sunmak mı doğrudur; yoksa, kamu kurum ve kuruluşları ile özel kuruluşların trilyonlara varan borçlarını ertelemek mi; sosyal yardım zammını SSK kasasından ödemek mi; borçlanma yasalarını çıkarmak mı; SSK fonlarını iyi değerlendirememek mi ve bunlarla birlikte, 5 milyona tırmanan kaçak işçiliği engelleyememek mi; hangisi, SSK'nın batırılmasında etken olmuştur?

Burada, emeklilerimizle ilgili bir konuya değinmek istiyorum: Dün, İşçi Emeklileri Cemiyeti, bir kapalı salon toplantısı yaptı. Ne istiyorlar işçi emeklileri; insanca yaşayabilecekleri ücret istiyorlar; Türkiye Büyük Millet Meclisi gündeminde bulunan 506 sayılı Yasada değişiklik yapan tasarının öne alınarak yasalaşmasını istiyorlar; işçi emekli aylıklarındaki farklılığa son verecek intibak yasasının çıkarılarak tek göstergeye geçilmesini istiyorlar. Üzülerek söylüyorum ki, Hükümet, dün, emeklilerimizi dinlemedi; bu, onları çok üzdü ve Ankara'dan buruk ayrılmalarına neden oldu.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bir de, Zorunlu Tasarruf Fonuna değinmek istiyorum: Bu konuda, fonun tasfiyesiyle ilgili çeşitli öneriler tartışılıyor. Oysa, yapılması gereken, çalışanlardan kesilenlerin, yine çalışanlara verilmesidir. Bunun için, zorunlu tasarruf uygulaması kaldırılmalı, fonda biriken anapara ve neması hak sahiplerine ödenmeli, işverenlerin yüzde 3'lük katkı payı da çalışanların ücret ve maaşlarına eklenmelidir. Zorunlu tasarruf uygulaması kaldırılıncaya kadar fonda biriken paranın piyasa faizleriyle değerlendirilmesi ve fonun yönetimine çalışanların katılması sağlanmalıdır. Aynı uygulama, konut edindirme yardımı için de yapılmalıdır.

Bu arada, Sayın Bakanın, Zorunlu Tasarruf Fonu tasfiyesiyle ilgili ve bunun Telekom hisseleriyle ödenmesi önerisi, sendikalarımızca tepkiyle karşılanmış ve reddedilmiştir; bunu da, özellikle belirtmek istiyorum.

Değerli milletvekilleri, bugün, çalışanların en önemli sorunlarından biri, sendikal hak ve özgürlüklerin gelişmiş ülkeler düzeyine ulaşamamasıdır. Sendikasızlaştırmalar, kayıtdışı ekonominin büyümesi, istihdamda esnekleştirmeler, demokratik olmayan sendikal ve çalışma yasaları, taşeronlaşmalar, demokrasinin en sağlam kurumları olan sendikaların etkisizleştirilmesi sonucunu yaratmıştır.

Burada iki konuya değinmek istiyorum: Özellikle, ülkemizde, sendikalaşma çabasındaki işçiler işinden olmakta, işlerinden atılmaktadır. En son, Gebze'de kurulu, Muallim Köy yolu üzerindeki Altaş Alüminyum İmalat Sanayii işyerinde, geçtiğimiz hafta, 200 işçi sendikalı olduğu ve Çalışma Bakanlığı tarafından işyerine ilgili sendikanın toplu iş sözleşmesi yapma yetkisi bildirildiği an, 200 işçinin iş akti feshedilmiştir. Şu anda, 200 işçi, kendilerini işyeri yemekhanesine hapsederek eylem yapmaktadır ve bu konuda, ilgili sendikamız da, suç duyurusunu Bakanlığımıza, Çalışma Genel Müdürlüğüne bildirmiştir. Sayın Bakanın bu konu üzerinde hassasiyetle durmasını ve gerekli önlemi almasını bekliyoruz.

Ayrıca, devlete ait işyerlerinde, örneğin, PETKİM'de, TÜPRAŞ'ta, İGSAŞ gibi büyük işyerlerimizde devlet, taşeron işveren kullanmaktadır ve sendikalı işçinin yaptığı aynı işi, sendikasız işçiye daha ucuza yaptırmaya çalışmaktadır. Gerçekten, devletin, böyle bir emek, ucuz emek kullanmaya çalışmasını anlamak mümkün değildir. Umuyorum ki, 55 inci Hükümetimiz bu konunun üzerine gidecek ve özellikle, devlete ait işyerlerindeki taşeron ve müteahhit uygulamasına son verecektir.

Değerli milletvekilleri, bugün, Çalışma Bakanlığının verilerinin tersine, yaklaşık 7 milyon çalışandan, ancak 1 milyon kadarı sendikalıdır ve bu sendikalıların ise, beşte biri özel sektörde çalışmaktadır. Demokratik bir ülkede, kısıtlamalarla, sendikalı hareketi sistem dışına itmekle, örgütlenme hakkını tanımamakla sosyal dengeler oluşturulamaz; çünkü, emek, asla bir meta değildir ve sendikalar, ücretlilerin temel haklarını korumanın vazgeçilmez örgütleridir.

Ülkemizde, çalışma yaşamında demokratikleşmenin en önemli ve güncel boyutunu, sendikal örgütleme hak ve özgürlüklerin genişletilmesi oluştururken, bu hedefin en önemli bölümünü de, kamu çalışanlarının demokratik kurallara uyumlu, toplusözleşmeli, grevli sendikal örgütlenme hakları oluşturuyor. Ancak, nasıl bir yasal düzenlemeyle kamu çalışanlarına sendikal hakların tanınacağı, bugün için, önem taşıyor. Eğer, siz, askerî işletmelerde çalışan sivil memurları, yargı kurumlarında çalışan memurları dışlarsanız, sendikaların etkinliklerini yasaklar, zincir içinde tutarsanız, sendikal hakları tanımış olmazsınız. Bunun için, gerçekte, bir Anayasa sorunu da olan bu konunun, kamu çalışanlarının temsilcileriyle birlikte ele alınarak, hızlı ve sonuç alıcı biçimde gerçekleştirilmesi zamanı geldi, geçiyor.

Çalışma yaşamının sorunları, nüfusumuzun yüzde 80'ini ilgilendiren bir konudur. Bu konu, tüm yönleriyle, geçmişi, bugünü ve geleceğiyle değerlendirilmezse, genişleyecek ve ülkemizin geleceğini derinden etkileyecektir. Bu sorunları ele almak ve çözümlemek, Parlamentonun birinci görevi olmalıdır. Çünkü, eğer, bu ülkede kaçak işçi çalıştırmanın cezası 100 bin liraysa; eğer, sendikalı işçiyi baskıyla sendikasından istifa ettirmenin cezası 30 bin liraysa; eğer, asgarî ücret, tespit edildiği ayın sonunda aşınmaya başlıyor ve ilk altı ayda yarılanıyorsa...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Sayın Yurdagül, konuşma süreniz bitti, 1 dakika eksüre veriyorum, bir daha uzatmayacağım efendim.

Buyurun.

BEKİR YURDAGÜL (Devamla) – Eğer, bu ülkeye 25 yıl, 30 yıl, 35 yıl hizmet ettikten sonra emekli olmuş işçimiz, esnafımız asgarî ücret seviyesinde aldığı maaşla yaşam mücadelesi veriyorsa; eğer, 1 milyon 500 bin kamu çalışanı, toplusözleşmeli, grevli sendikal haklardan yoksunsa; eğer, 5 milyon insan, sigortasız ve güvencesiz olarak, saatlerce, tatil, izin demeksizin, boğaz tokluğuna çalıştırılıyorsa; eğer, insanlar, ormanlarda, vahidi fiyatla, hiçbir güvence olmaksızın, yaz kış demeden ömür tüketiyorsa; eğer, işten atılmaya karşı hiçbir yasal önlem geliştirilmemişse, bu sorunların çözüm yeri yasama organı değil de neresidir?!

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; tüm çalışanların ve örgütlerinin ortak dileği ve beklentisi, kısaca özetlemeye çalıştığım bu sorunlar için Hükümetin ve Parlamentonun gerekli duyarlılığı göstererek, çözümlenmesi doğrultusunda kararlı adımları atmasıdır.

Yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum. (DSP ve ANAP sıralarındanalkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ederim Sayın Yurdagül.

Buyurun Sayın Dışişleri Bakanı İsmail Cem. (DSP ve ANAP sıralarından alkışlar)

Sayın Bakan, süreniz 15 dakika efendim.

DIŞİŞLERİ BAKANI İSMAİL CEM (Kayseri) – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri, televizyonlarında bizi izleyen sevgili vatandaşlarım; kısa bir sürede, bazı konulara, temel birkaç konuya değinmeye çalışacağım. Önce, Dışişleri Bakanlığımızın şu beş ayda – bana göre – yaptığı en önemli işe; yani, Türkiye'nin kimliğine, Türkiye'nin tarihine, Türkiye'nin kültürüne her zamankinden daha fazla sahip çıkma çabasına ve bunun dışpolitikadaki etkilerine değineceğim. Sonra, bazı eleştirileri cevaplayacağım. Ardından, –sayın milletvekilleri de bahsettiler, ayrıca söylediler– Avrupa Birliğindeki son gelişmeleri anlatmaya çalışacağım. Kıbrıs'a ve Yunanistan'a, ilk konuşmamda değinmiştim. Bitirirken de, birkaç kelimeyle, Dışişleri Bakanlığımızdan söz edeceğim.

Türkiyemiz, el yordamıyla meydana getirilmiş bir toplum, bir ülke değildir. Biz bunu zaman zaman gözardı ettik. Türkiyemiz, büyük bir tarih derinliği olan, kültür birikimi olan; Türkiyemiz, bir sanat geçmişi olan ve dünyada birçok özelliğiyle insanlığın gelişmesine etki yapmış olan bir ülkedir, bir toplumdur. Bir dışpolitika, eğer ayağını sağlam basarsa, eğer kendi toplumunun birikimine, kendi toplumunun kişiliğine sahip çıkarsa, o ölçüde başarılı bir dışpolitika olur. Biz bunu yapmaya çalıştık, bu bilinçle beş aydır dışpolitikamızı yönlendirmekteyiz. Biz, Türkiye'nin bir dünya devleti olduğunun; dünya devleti kimliğinin, kişiliğinin, niteliğinin -eğer biz siyasetçiler, bakanlar, işimizi iyi yapabilirsek- önümüzdeki yüzyılda çok daha fazla öne çıkacağının bilincindeyiz; çünkü, Türkiyemiz, hem yediyüz yıllık tarihinde hem son dönemde, cumhuriyet tarihinde, bütün gelişimini kendi çevresiyle, diğer toplumlarla sürekli bir etkileşim içinde -her toplum gibi; ama, her toplumdan daha fazla- biçimlendirmiştir. Biz, Dışişleri Bakanlığı olarak, bu anlayışla olaylara, politikaya yaklaşırken, bazı konuları toplumda açıklığa kavuşturmaya çalıştık ve zannediyorum, belli ölçüde de kavuşturabildik.

Bunlardan bir tanesi, Avrupalı olma meselesi. Hepimiz biliriz ki, dönem dönem, hatta uzun dönemler, bizim toplumumuz "biz Avrupalı mıyız, Avrupalı olacağız, Avrupa Birliğine girince Avrupalı olduğumuz tescil edilecek" gibi şeylerle uğraştı ve bu yanlıştı; çünkü, biz, Türkiye olarak, Türkiye'nin insanları olarak zaten Avrupalıyız. Bizim, kimseden bir icazet almamıza, kimsenin, bizim kişiliğimizdeki Avrupalı özelliğini tescil etmesine ihtiyacımız yok. Biz, tarihimizle Avrupalıyız; Konya'da olduğu kadar, Kayseri'de olduğu kadar, Diyarbakır'da olduğu kadar, Samsun'da olduğu kadar, biz, tarihimizi İstanbul'da, Edirne'de, Manastır'da inşa ettik, Üsküp'te inşa ettik. Biz, coğrafyamızla Avrupalıyız; geçmişte daha büyük bir coğrafya, bugün biraz daha küçük bir bölümü, bütün coğrafyamız kadar kıymetli bir bölümü hiç kuşkusuz, ama, coğrafyamızla Avrupalıyız. Eğer, o kültür meselesi, Avrupa kültürü, bazı Avrupalıların, Batı Avrupalıların koyduğu, anladığı din, ırk gibi esaslar değil de, iddia ettikleri gibi, bir demokrasi kültürüyse, çoğulculuksa, cumhuriyetçilikse, kadın-erkek eşitliğiyse, laiklikse, biz, elbette, Avrupa kültürünün sahibiyiz. Bu şekilde yaklaştık. Burada, bir başka yanlışı önlemeye çalıştı Dışişleri Bakanlığımız ve büyük ölçüde de önledi. "Biz Asyalı mıyız Avrupalı mıyız", "ben Asyalıyım, sen Avrupalısın", "benimki daha doğru, seninki daha yanlış"; hatırlarsınız, bütün politikalarımızda, maalesef, bu tarz yanlış kavgalardan etkilenip gelmekteyiz. Biz, dışpolitikamızı oluştururken şunu koyduk: Hem Asyalı hem Avrupalı olmanın büyük önceliğine, imtiyazına sahip bir milletiz. Biz, bu özelliğimizin ne kadar bilincinde olabildiysek, dışpolitikamızda -daha henüz işin başındayız, şunu yaptık bunu yaptık demek yanlış; ama- belli olumlu işaretleri daha kolay aldık; Kafkaslardan da aldık, Orta Asya'dan da aldık. Balkanlarda çok güzel gelişmeler başladı ve devam edecek; çünkü, biz, çok az ülkeye, çok az topluma, çok az millete nasip olan bir özelliğin sahibiyiz; Avrupalıyız, aynı zamanda Asyalıyız.

Bütün bunların değerlendirmesinde, Dışişleri Bakanlığı olarak ve ben, Dışişleri Bakanı olarak, göğsümü gere gere şunu diyebilmekteyim: Biz, cumhuriyet ihtilalinin sahibiyiz; biz, Mustafa Kemal aydınlanmasının sahibiyiz; biz, yediyüz yıllık, hatta daha da eskilere giden büyük bir tarihin, büyük bir tarihsel mirasın sahibiyiz. (DSP ve ANAP sıralarından alkışlar)

Sayın milletvekilleri, bu bilinç -ve bu bilinç de bizimle başladı gibi bir iddianın sahibi değilim elbette; ama, biz, bu bilinci geliştirdik, geliştirmeye çalışıyoruz- özellikle günümüzün koşullarında, dışpolitika açısından fevkalade önemli ve faydalı; çünkü, dünya bir değişim geçiriyor; dünyada değişim, "Avrasya" diye bir anlayışı çok öne çıkarıyor. Kitaplar yazılıyor ve deniliyor ki, dünyanın en üstün dışpolitika düşünürlerinin kitaplarında deniliyor ki: "21 inci Yüzyıl, Avrasya'da oluşacak. Bu, büyük bütün oluşturacak; Çin'in batısından başlayıp, Atlantik'e kadar uzanan bu büyük coğrafyanın bütünlüğünde oluşacak.” Bizim bu bilincimiz, aynı zamanda, bir Sovyet döneminin sona erdiği, bu bilincimizle ulaşacağımız ülkelerin, toplumların çoğaldığı, onların da kendi bilinçlerine vardığı bir zaman kesitiyle üst üste geldi. Dolayısıyla, biz, Türkiye olarak, kendimizi, tarihimizi, kişiliğimizi, kimliğimizi ne kadar doğru tanıyabilirsek, o ölçüde, dışpolitikada mesafe alabileceğimiz bir zaman kesitine girmekteyiz. Umuyorum, diliyorum, bizim Hükümetimiz, bizden sonraki hükümetler, bu konuda aynı bilinci geliştirecek, sürdürecek ve Türkiyemiz, layık olduğu yere, daha kısa sürede ve daha kolay gelecek.

Şimdi, Avrupa Birliği konusuna geçmeden önce, değinilen birkaç konuya, ben de aynı şekilde cevap vermek istiyorum -bir konuşmacı hariç, bütün arkadaşlarıma, eleştirileri için teşekkür ederim; eleştirilerin hepsi gayet faydalıydı- özellikle de, bir arkadaşımın sözlerine değinmeyi düşünüyorum.

Doğru Yol Partisi sözcüsü Sayın Özdemir, çok katıldığım bazı şeyler, çok güzel şeyler söyledi; ama, bazı noktalara açıklık getirmek ihtiyacını hissediyorum. Dendi ki: Bir defa, dışlandık; İslam Zirvesi bize karşı tepki koydu, Avrupa Birliği dışladı. Ne oldu, ne değişti? Eskiden çok iyiydi. Şimdi, birdenbire, S-300'ler Kıbrıs'a yerleştirildi, Boğazdaki hükümranlık hakkımız kayboldu. Ne değişti? İşte, değişen şu: Sayın Yılmaz Başbakan oldu, Sayın Ecevit Başbakan Yardımcısı oldu.

Şimdi, tabiî düşüncelerini anlayışla karşılamakla beraber, ben, bunu paylaşmıyorum. Bir defa, İslam Konferansında, alınan birçok kararın içerisinde Türkiye'nin istemediği iki tane karar yer aldı. Bir, İsrail'le ilişki kuran ülkeler -Türkiye'nin ismi yok- bir, askeri bir başka İslam Konferansı üyesi ülkenin toprağına giren ülkeler gibi iki tane tanım var.

Şimdi, şunu açıkça söyleyeyim: Bir defa, bu konulardaki tepki, o İslam Konferansında oluşmuş değil; daha önce, zaten, bu konularda bazı ülkelerin aldığı bir tavır söz konusuydu. İkincisi -açık söyleyeyim- eğer, bizim ülkemizin güvenliği söz konusu ise, bizim ülkemizin güvenliğine dönük bir katkı söz konusu ise, bizim ülkemiz, bizim hükümetimiz, elbette, kendi dış politikasını, kendi güvenlik ihtiyacına göre düzenleyecektir. Elbette, eğer, bölücü şiddet, belli bir boşluktan faydalanıp Türkiyemize hücum üzerine hücum yapmaya kalkışıyorsa ve bizim ülkemiz de, bizim askerimiz de, bizim insanımız da onunla mücadele etmek için bir başka ülkenin -çok özel koşullarda- toprağına geçici olarak girmek zorunda kalıyorsa, şu ya da bu konferans bizim aleyhimize karar verecek diye kendi güvenliğimizden vazgeçmeyiz. (DSP ve ANAP sıralarından "Bravo" sesleri, alkışlar)

Hemen ekleyeyim. İslam Konferansında, Türkiye'nin çok önemsediği, çok önemli bir karar daha alındı. Geçmişte, bu konferans kararlarının en sonlarında, Batı Trakya'daki Türk-Müslüman insanlarımızın maruz kaldıkları baskılara ve durumuna bir iki cümleyle değinilirdi; ilk defa bu konferansta, Batı Trakya'daki insanlarımızın, inançları nedeniyle, kimlikleri nedeniyle maruz kaldığı baskılar, kararın ayrı, bağımsız bir bölümü olarak yer aldı. Bunu da unutmamak lazım.

Bir de, şunu -izninizle- söyleyeyim: Sayın Cumhurbaşkanı, yurt dışında -konferans olsun- ikili görüşme olsun, nerede memleketimizi temsil etmişse, fevkalade temsil etmiştir, en değme hariciyeciyi kıskandıracak ölçüde temsil etmiştir.

Efendim, ne değişti? Bazı şeyler değişti elbette; yani, Yılmaz-Ecevit geldi ve bazı şeyler değişti. Mesela ne değişti? Mesela, Yılmaz-Ecevit döneminin ne Başbakanı ne Başbakan Yardımcısı ne Dışişleri Bakanı, yurt dışına gidip de, memleketimizin bir partisini, partilerinden birini yabancılara çekiştirmedi. (DSP sıralarından alkışlar)

YALÇIN GÜRTAN (Samsun) – Kaddafi'nin haddine mi düşmüş?

DIŞİŞLERİ BAKANI İSMAİL CEM (Devamla) – Hiçbir partimizin aleyhinde, hem biz kimseye elbette konuşmayız hem de kimse bize, bizim bir partimizi -hangi partimiz olursa olsun- gelip de kötülemeye cesaret edemez.

Ne değişti? Tabiî ki değişti bazı şeyler. Şimdi, geçmişte o kadar harikaymışız da şimdi olmamış, dışlanmışız. Hayır efendim o doğru değil. İşte, 10 Temmuz da yayımlanan Avrupa Birliğinin karar ı ve bu kararda Türkiye yok zaten. Yani, diyor ki: “Bu genişleme süreci...”

MEHMET AYKAÇ (Çorum) – Yarıda bırakmıştır.

DIŞİŞLERİ BAKANI İSMAİL CEM (Devamla) – Anlatacağım onu. İyi kötü bu defa içerisine almışlar. Tabiî, biz kabul etmedik, ayrı mevzu; ama, 10 Temmuzda veya 5 Temmuzda yayımlanan kararda Türkiye zaten yok. 11 tane ülkeyi saymış ve diyor ki:" Ben 2000'li yıllarda bu 11 ülkeyle genişleyeceğim." Zaten Türkiye yok.

Şimdi, ne değişti -şahit olduğum konuşmadır, onun için naklediyorum- şu değişti: Lüksemburg Dışişleri Bakanı, İstanbul'da, Sayın Başbakanımız Yılmaz'a "işte, bakın, bir fotoğraf -aynen, mübalağa etmiyorum- çektireceğiz" dedi.

BAŞKAN – Sayın Bakan, süreniz bitti.

DIŞİŞLERİ BAKANI İSMAİL CEM (Devamla) – Sayın Bakan bana izin verdi, 5 dakika daha süre alacağım, orada bitireceğim.

BAŞKAN – Peki, buyurun.

DIŞİŞLERİ BAKAN İSMAİL CEM (Devamla) – "Fotoğraf işte, ne güzel; aile fotoğrafı çektireceğiz" dedi. Şimdi, değişen şu; Sayın Yılmaz dedi ki: "Kusura bakmayın; benim bu tarz aile fotoğraflarında figüran olmaya hevesim de yoktur, ihtiyacım da yoktur." (DSP ve ANAP sıralarından "Bravo" sesleri, alkışlar) İşte, bu değişti.

MEHMET AYKAÇ (Çorum) – Dedi de ne oldu?..

DIŞİŞLERİ BAKANI İSMAİL CEM (Devamla) – Müsaade edin. Şu Avrupa Birliği konusuna da kısaca değineyim; çünkü, vakit de az.

Avrupa Birliği konusunda bizim izlediğimiz politikayı bütün Türkiye biliyor. Başından beri, ben şunu söyledim: Kolay değil. Birincisi, bu Avrupa Birliğini, hakikaten yeterinden fazla önemsemeyelim. Evet, istiyoruz. Ben çok çalıştım, Avrupa Birliğine katılmamızı çok da isterim; fakat, bu, Türkiye için bir mucize değildir, Türkiye için dünyanın en harika işi değildir. Bunlardır hayalcilik. Bu, hayal olur. Yani, biz, bunu, kendi boyutları içinde alalım, katılmaya da çalışalım; fakat, olmazsa da dünyanın sonu zannetmeyelim. (DSP, RP ve ANAP sıralarından alkışlar) İkincisi, Avrupa Birliği olmazsa, hangi alternatif?.. Yani, bu çok yanlış. Hep o, hep bir ağabey arayışı... Avrupa Birliği olmazsa ne yapacağız; Amerika'yı mı ağabey alacağız kendimize, Orta Asyayı mı alacağız, Ortadoğu'yu mu alacağız? Sürekli, bir ağabey, hami arayışı, anlayışı.

OSMAN HAZER (Afyon) – Ağabey biziz.

TEVHİD KARAKAYA (Erzincan) – Ağabey, Türkiye...

DIŞİŞLERİ BAKANI İSMAİL CEM (Devamla) – Evet efendim. Bütün mesele de o zaten. Hami de biziz, ağabey de biziz, alternatif de biziz. (Alkışlar) Bunu, biz, anlatmaya ve göstermeye çalıştık.

METİN BOSTANCIOĞLU (Sinop) – Dinledikçe anlıyorsunuz.

MUSTAFA YÜNLÜOĞLU (Bolu) – Siz yeni anladınız.

DIŞİŞLERİ BAKANI İSMAİL CEM (Devamla) – Bize ne oldu; bakın, söyleyeyim: Avrupa Birliğinde, belli gelişme sağladık. Yani, söylüyorlar ya "İşte şöyle oldu, biz verdik; Türkiye'ye şunu sağladık, bunu sağladık..." O da o kadar yanlış değil. Belli ölçüde, katiyen yeterli olmayan, kesinlikle -bana göre- başarı olmayan bazı gelişmeler -küçük gelişmeler diyeyim- sağlandı; fakat, buna karşı -ki, ona dikkat edelim- Avrupa Birliğinde her zaman Yunanistan olacaktır. Yunanistan'ın vetosu olduğu sürece, Avrupa Birliğini öyle gözden çıkaralım, vazgeçelim değil; ama, gerçeği görelim.

O, benim zaten kabul etmeyeceğim ilk metne, zaten tatmin etmeyen ilk metne, son gece, Yunanistan, dedi ki: "Ben, bunu veto ederim." O ilk metne bile, Türkiye'ye fazla yakın, kolaycı yaklaştığı için "veto ederim" dedi ve bu baskıyla, birçok olumsuz husus ekletti ve sonuçta, zirveden çıkan metin, Türkiye'nin kesinlikle kabul edemeyeceği bir metin oldu. Ya o metni kabul ederiz ve maalesef -söyleyeyim, hani eskiden bir meydan savaşı olmuş da bir devlet galip çıkmış, mağlubuna böyle zorla bazı şeyler yaptırır- biz ona "peki efendim" deriz ya da ölçülü bir şekilde, o metni kabul edemeyiz. Bizim, her zaman Batı Avrupa ile işimiz olacaktır, her zaman belki de Avrupa Birliğine katılma iddiamız olacaktır. Bunun bilincinde olarak; ama, ölçülü bir şekilde "hayır" demesini bilmeliyiz, Sayın Kâmran İnan'ın söylediği gibi. (Alkışlar)

Şimdi, efendim, bundan sonra ne olacak? Bizim Hükümetimiz, çok aklı başında, çok doğru bir karar aldı. Avrupa basını -çok ilginçtir- kendisini sorguluyor bu konuda -okuyamıyorum, birçok kupür var yanımda; ama- kendisini ve hükümetini sorguluyor. Bundan sonra, -benim hep söylediğim gibi- onların da işidir, sadece bizim işimiz değildir. Düşünürler, taşınırlar; inşallah, bizim kabul edebileceğimiz bir öneriyle, bir gün önümüze, yanımıza gelirler; ama, o güne kadar, bizim kendileriyle, Kıbrıs gibi, Ege politikaları, Yunanistan ilişkileri gibi çok önemli dış sorunları ya da bizim bazı kendi iç meselelerimizi konuşmamıza hiçbir lüzum yoktur ve konuşmayacağımız, Avrupa Birliğiyle konuşmayacağımız kendilerine bildirilmiştir...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN – Efendim, 1 dakika daha süre veriyorum; lütfen sözünüzü toparlayın.

DIŞİŞLERİ BAKANI İSMAİL CEM (Devamla) – Sayın milletvekilleri, son olarak, şunu söylemek istiyorum: Ben, Dışişleri Bakanlığımızla ve Bakanlığımızda çalışan arkadaşlarımla iftihar ediyorum. Eksik olmasın, Sayın Grup Başkanvekili, zaten, grup adına olmadığını söyledi; ama, o sözleri kınıyorum. Türkiye için bunca şehit vermiş bir topluluğa, kimsenin, öyle "monşer" diye, yok efendim "jakoben" diye, hele hele "truvaatı" diye bakmaya, onlardan öyle bahsetmeye hakkı yoktur. Ben, bütün Türkiye gibi, dışişlerindeki bütün arkadaşlarımla iftihar ediyorum.

Size saygılar sunuyorum.

Teşekkür ederim efendim. (Alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ederim Sayın Bakan.

Sayın milletvekilleri, söz sırası Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanında; ancak, Sayın Bakana söz vermeden önce -Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığıyla ilgili bir özel usulümüz var biliyorsunuz- Başbakanlığın bir tezkeresi var, onu okutacağım.

Bu tezkere, ülkemizin de üyesi bulunduğu Uluslararası Çalışma Teşkilatı (ILO) Anayasasının 19 uncu maddesinin 5/b ve 6/b bentleri gereğince, hükümetlerin, uluslararası çalışma konferanslarında kabul edilen sözleşme ve tavsiye kararları hakkında, yasama organına bilgi sunulmasına dairdir.

Tezkereyi okutuyorum:

III. – BAŞKANLIĞIN GENEL KURULA SUNUŞLARI (Devam)

B) TEZKERELER VE ÖNERGELER

1. – Cenevre’de yapılan 85 inci Uluslararası Çalışma Konferansında kabul edilen “Özel İş Büroları Hakkında 181 sayılı Sözleşme” ve “188 sayılı Tavsiye Kararı” ile ilgili olarak, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı tarafından, bütçe müzakereleri sırasında, TBMM’ye bilgi sunulacağına ilişkin Başbakanlık tezkeresi (3/1233)

3.11.1997

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

İlgi: Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının 23.10.1997 tarihli ve B.13.0.YİH.0.1100.00.80

10/5195/027632 sayılı yazısı.

3 - 19 Haziran 1997 tarihlerinde Cenevre'de yapılan 85 inci Uluslararası Çalışma Konferansında kabul edilen "Özel İş Büroları Hakkındaki 181 Sayılı Sözleşme" ve "188 Sayılı Tavsiye Kararı" ile ilgili olarak Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı tarafından, bütçe müzakereleri sırasında, Türkiye Büyük Millet Meclisine bilgi sunulması hakkındaki ilgi yazı ile ekinin suretleri ilişikte gönderilmiştir.

Gereğini arz ederim.

Mesut Yılmaz

Başbakan

BAŞKAN – Bilgilerinize sunulmuştur.

IV. – KANUN TASARI VE TEKLİFLERİYLE KOMİSYONLARDAN GELEN DİĞER İŞLER (Devam)

1. – 1998 Malî Yılı Genel ve Katma Bütçeli İdareler Bütçe Kanunu Tasarıları ile 1996 Malî Yılı Genel ve Katma Bütçeli İdareler ve Kuruluşlar Kesinhesap Kanunu Tasarıları (1/669; 1/670; 1/633, 3/1046; 1/634, 3/1047) (S. Sayısı : 390, 391, 401, 402) (Devam)

C) DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI (Devam)

1. – Dışişleri Bakanlığı 1998 Malî Yılı Bütçesi (Devam)

2. – Dışişleri Bakanlığı 1996 Malî Yılı Kesinhesabı (Devam)

D) ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK BAKANLIĞI (Devam)

1. – Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 1998 Malî Yılı Bütçesi (Devam)

2. – Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 1996 Malî Yılı Kesinhesabı (Devam)

BAŞKAN – Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Sayın Nami Çağan; buyurun efendim. (DSP ve ANAP sıralarından alkışlar)

Sayın Bakan, Sayın Dışişleri Bakanı sizin sürenizden 6 dakika kullandı; ama, ben size 15 dakika veriyorum yine.

O bildiriyi önce mi okumak istersiniz, sonra mı?

ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK BAKANI NAMİ ÇAĞAN (İstanbul) – Sonra okuyacağım.

BAŞKAN – Tamam. Sürenizi bitirdikten sonra, size, onun için ayrı süre vereceğim efendim.

Buyurun.

ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK BAKANI NAMİ ÇAĞAN (İstanbul) – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Bakanlığımız bütçesiyle ilgili olarak çeşitli eleştiriler yöneltildi bize. Bu eleştirileri, çok ana hatlarıyla cevaplandırmak istiyorum.

Cumhuriyet Halk Partisi sözcüsü Aydın Güven Gürkan, daha önce Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı da yapmış olan Sayın Aydın Güven Gürkan, birkısım haklı eleştiriler yöneltti. Bu haklı eleştirileri, ben, daha çok, özeleştiri olarak alıyorum; çünkü, dört yıl boyunca, Sosyal Demokrat Halkçı Parti ve Cumhuriyet Halk Partisi bu Bakanlığı yönetmiştir; fakat, hiçbir şey de yapamamıştır. Dolayısıyla, bu eleştirilerin hepsini, ben, özeleştiri olarak alıyorum. (DSP sıralarından alkışlar)

Sayın Gürkan "Türkiye, sosyal politikasız bir sosyal devlettir" dedi. Bu da, kendi dönemleri itibariyle, çok haklıdır; çünkü, o dönemki ortakları, Türkiye'yi komünist bir devlet olarak görüyordu ve son sosyalist dünya devletini tasfiye ettiklerini söylüyordu; ama, bizim ortağımızın sosyal yönü çok güçlüdür. O bakımdan, bu eleştiriyi de özeleştiri olarak alıyorum.

Sayın Gürkan, sosyal güvenlik sistemiyle ilgili düzenlemelerin yetersiz olduğunu belirtti; fakat, nerelerinin yetersiz olduğunu tam söylemedi. Devletin yüzde 10'luk katkısının yetersiz olduğunu, yüzde 15'e çıkması gerektiğini söyledi. Kendisine tasarıyı göndermiştik. Eğer, dikkatli okusaydı, Bakanlar Kuruluna artırma yetkisi verildiğini de görecekti. O bakımdan, bu eleştiri doğru değil.

"SSK özerk olmalıdır" dedi. SSK, hiçbir dönemde, şu dönemde olduğu kadar özerk değildi; ama, yapısal olarak özerkliğiyle ilgili olarak da çalışmalarımızı sürdürüyoruz. SSK hastanelerinin özerk işletme modeline dönüştürülmesi konusunda da çalışmalarımız son aşamaya geldi. 1998 yılının ilk aylarında, SSK hastanelerinin, nasıl özerk işletmelere dönüştüğünü hep birlikte göreceğiz.

Kamu çalışanları sendikaları yasa tasarısını da imzaya açtık; ama, biz, Sayın Gürkan'ın önerdiği gibi, Anayasaya aykırı bir tasarı hazırlamadık, Anayasaya uygun bir tasarı hazırladık; çünkü, toplusözleşme ve grev hakkı, açık biçimde, anayasa değişikliği sırasında kabul edilmemiştir. Biz, Demokratik Sol Parti olarak, Demokratik Sol Partinin milletvekilleri olarak, toplusözleşmeli bir kamu görevlileri sendikaları yasa tasarısı istiyorduk; ancak, bilindiği gibi, 1995 yılında Meclisten geçmedi.

İş güvencesi konusu, ilk kez, Türkiye'de, 1979'da, Sayın Ecevit'in Başbakanlığı döneminde getirilmiştir; bu şekilde tartışma gündemine gelmiştir. Bu konuda suskun olduğumuzu söyledi. Hiç suskun değiliz; çalışmalarımızı sürdürüyoruz. İşçi sağlığı ve iş güvenliğiyle ilgili komisyon çalışmalarımız da sürüyor; ama, her akşam televizyon ekranlarına çıkıp "bu konuda şunu yapacağız, bunu yapacağız" demiyoruz; bunun yerine, yaptıkça ortaya çıkarıyoruz.

Sayın Necati Çetinkaya, işçilerin haklarıyla ilgili bazı konulardan söz etti; ama, tabiî, bu sözler hiç inandırıcı değil; çünkü, kendileri, işçilere en büyük hakareti yapmışlardı, sıfır zam önermişlerdi; o bakımdan, hiç inandırıcı değil. Hele hele Türkiye İşçi Emeklileri Cemiyetinin toplantısıyla ilgili duygu sömürüsü yapmasını çok yadırgadım; bu sömürüye Sayın Yurdagül de katıldı, onu da yadırgadım; çünkü, ülkemize uzun yıllar hizmet vermiş işçi emeklileri ve onların sorunlarından Hükümetimizin kaçması mümkün değildir, söz konusu da değildir. İşçi emeklileri, bütün çalışmalarımıza aktif olarak katılıyor; çağırıyoruz, sosyal güvenlikle ilgili çalışmalarımızın hepsine çağırıyoruz. Türkiye İşçi Emeklileri Cemiyetinin Sayın Genel Başkanı, aynı zamanda SSK Yönetim Kurulu üyesidir; yani kendilerine hizmet veren kurumun en üst karar organında yer almaktadır. Biz, Hükümet olarak göreve başladıktan kısa bir süre sonra, 9 Eylülde, bütün şube başkanlarıyla, cemiyet yönetim kurulu, Bakanlığımıza geldiler ve üst yöneticilerimizle birlikte görüşmeler yapıldı, sorunları dinlenildi; yani, Bakanlığımızın kapısı da, Bakan olarak benim kapım da her zaman kendilerine açık.

Dünkü toplantıya gelince: Dünkü toplantıyı, Hükümeti protesto etmek amacıyla düzenlediler, bunun böyle olduğunu da duyurdular. Bakanlık Özel Kalemine her gün yüzlerce davetiye geliyor. Dünkü toplantı için de sadece bir faks çekmişler; alışılmışın dışında, cemiyet yetkilileri, toplantının niteliği, kapsamı ve önemi konusunda, bizzat gelerek ya da telefonla bilgi verme gereğini duymamışlardı. Buna rağmen, Bakanlığımızdan ve SSK Genel Müdürlüğünden üst görevlileri gönderdik; ayrıca, Demokratik Sol Parti Antalya Milletvekilimiz Sayın Metin Şahin de toplantıyı izlemek üzere salonda hazır bulundu; yani, siyasî bir muhatapları da vardı. Toplantıda, siyasî nitelikleri de olan bazı kişilerin kışkırtıcı ve siyasî amaçlı konuşmaları sonucunda, salonu terk etmeme biçiminde bir karar alındı. Durum, Başbakan Vekili olan Genel Başkanımız Sayın Ecevit'e iletildi. Sayın Ecevit, Sayın Başbakana da vekâlet ediyordu; o nedenle, Başbakanlıktan ayrılamadı; ama, emeklilerden oluşacak 20 kişilik bir heyetle Mecliste görüşebileceğini ve sorunlarını memnuniyetle dinleyebileceğini ifade etti, bu yönde bir mesaj gönderdi. Cemiyet yöneticileri, bu davete rağmen, görüşmeye gelmediler. Durum bundan ibarettir; bu konuda abartılacak, hele hele sömürülecek hiçbir şey yoktur.

Bunun dışında, Sayın Metin Işık, kamu görevlileri sendikaları tasarısının takipçisi olacaklarını ifade ettiler. Biz de aynı şekilde takipçisiyiz ve Bakanlar Kurulunda tasarı imzaya açılmış durumdadır.

Sayın Metin Emiroğlu, haklı olarak, yaş koşulunun kaldırılmasının yol açtığı sıkıntıları ortaya koydu. Yaş koşulunun kaldırılması son derece kolaydır; böyle bir öneri Meclise geldiği zaman parmaklar kalkar; fakat, yükseltilmesi gündeme geldiği zaman ise, kazanılmış haklara kaçınılmaz biçimde dokunulacağı için, bu kez, aynı parmaklar kalkmaz; siyasî açıdan burada bir sorun vardır.

Sayın Zeki Karabayır çeşitli eleştiriler yöneltti. Toplusözleşmelerde Refah Partisi döneminde, maalesef, eşelmobil sistemi getirilerek, toplupazarlık düzeni altüst edilmiştir. Bizim Hükümetimiz bile, bunu düzeltmekte çok zorluk çekmektedir.

İdarî para cezalarıyla ilgili olarak bir şey yapılmadığı eleştirisini yöneltti. Biz daha altı aylık hükümetiz. Bir yıl içinde, evet, Refah Partisi hiçbir şey yapmamıştır; ama, biz, tasarımızı hazırladık, Meclise gönderiyoruz.

Biraz önce de belirtmeye çalıştığım gibi, Sosyal Sigortalar Kurumu, bizim dönemimizde en özerk dönemini yaşamaktadır. Yargı kararlarının hepsi istisnasız uygulanmıştır. Bundan sonra alınacak yargı kararları da istisnasız uygulanacaktır. Sınavsız atama yapılmayacaktır ve sınavsız yükseltme yapılmayacaktır. Bunlar, daha önceki dönemde yapılmıştır.

“Kars Sosyal Sigortalar Hastanesi ne zaman açılacak” sorusunu Sayın Karabayır yöneltti. Sağlık personeli sorununu çözer çözmez açılacaktır. Sağlık personeli sorunu da 1998 yılı başlarında kesin biçimde çözülecektir. Kesin biçimde diyorum; çünkü, oraya atanacak personel, kendisini başka yere naklettiremeyecektir. Buna çakılı kadro uygulaması diyoruz; yani, sorunun en köklü çözümünün bu olduğunu düşünüyoruz.

Sayın Başkan, teşekkür ediyorum.

Şimdi, Uluslararası Çalışma Örgütü bildirisiyle ilgili olarak bilgi vereceğim:

Sayın Başkan, Sayın Milletvekilleri; ülkemizin de üyesi bulunduğu Uluslararası Çalışma Örgütü Anayasasının 19 uncu maddesinin (5b) ve (6b) bentleri gereğince, uluslararası çalışma konferanslarında kabul edilen sözleşme ve tavsiye kararları hakkında, Bakanlığımızın, yetkili makama bilgi vermesi gerekmektedir. Yetkili makam da Yüce Meclistir.

Aşağıdaki bilgileri sunmak istiyorum:

"3-19 Haziran 1997 tarihleri arasında yapılan 85 inci Uluslararası Çalışma Konferansında 1 sözleşme ve 1 tavsiye kabul edilmiştir.

Türkiye'nin 8.8.1951 tarih ve 5835 sayılı Kanun ile onaylayıp 23.1.1953 tarihi itibariyle yürürlüğe koyduğu 96 sayılı Ücretli İş Büroları Sözleşmesini revize eden 181 sayılı Özel İş Büroları Sözleşmesi, özel iş bürosunu, bütün işkollarındaki işgörenler için iş teklif ve taleplerini karşılaştırma veya ödünç iş ilişkisi içinde çalıştırma hizmetleri ile diğer hizmetleri veren, kamu kurum ve kuruluşlarından bağımsız, gerçek veya tüzelkişi olarak tanımlamaktadır.

Sözleşmenin amacı, özel iş bürolarının faaliyetlerini düzenlemek ve işgörenleri korumak olup, işgörenler arasında ayırım yapılmasını ve çocuk işçiliğini yasaklamaktadır. Sözleşme, göçmen işgörenlerin korunması yanında, tüm işgörenlerin çalışma hayatından doğan haklarının korunmasında özel iş bürolarına sorumluluk yüklemektedir.

Sözleşme, ayrıca, kamu iş kurumu ile özel iş büroları arasında işbirliği tesis edecek ve bunu geliştirecek önlemlerin meslek kuruluşlarına danışılarak alınmasını öngörmektedir.

Konferansta, konuya ilişkin olarak kabul edilen 188 sayılı Özel İş Büroları Tavsiyesi, büroların iş görenlerin korunmasına ilişkin sorumluluğunu önemli ölçüde genişletmektedir.

181 sayılı Özel İş Büroları Sözleşmesinin Türkiye tarafından onaylanabilmesi, ulusal mevzuatta gerekli değişikliklerin yapılmasına bağlıdır.

8-22 Ekim 1996 tarihlerinde yapılan 84 üncü Uluslararası Çalışma Konferansında, deniz işkolunda çalışma normlarını düzenleyen 1 protokol, 3 sözleşme ve 3 tavsiye kabul edilmiştir.

Protokol, 29 Ekim 1976 tarihinde kabul edilen, ancak henüz Türkiye tarafından onaylanmamış olan Deniz İşkolunda Asgarî Çalışma Normlarıyla ilgili 147 sayılı Sözleşmeye eklenmiştir. Protokol, onaylayan üye ülkelerin yayımlayacakları bir deklarasyonla, söz konusu sözleşme ekinde yer alan ve ulusal mevzuatlarının uyumlu olacağını taahhüt ettileri sözleşmeler arasına, Protokolün (A) ve (B) ekindeki sözleşmelerden uygun gördüklerini almaları hükme bağlamaktadır. Bunların hiçbiri Türkiye tarafından henüz onaylanmamıştır.

178 sayılı Sözleşme, gemi adamlarının çalışma ve yaşam koşullarını düzenlemekte olup, ticarî amaçlarla ulusal mevzuatta denizaşırı sefer gemisi olarak yer alan 500 grostonun üzerindeki gemi ve çekerlere uygulanacaktır. Sözleşmenin balıkçı gemilerine uygulanmasına, balıkçı teknesi sahipleri ile balıkçı örgütlerinin görüşü alınarak yetkili makamca karar verilebilecektir. Sözleşme, gemi adamlarının çalışma ve yaşam koşullarının denetlenmesi için bir teftiş sistemi oluşturulmasını öngörmektedir.

Aynı konudaki 185 sayılı Tavsiye ise, sözleşmenin üzerinde düzenlemeler içermektedir.

Gemi Adamlarının İşe Yerleştirilmesine ilişkin 179 sayılı Sözleşme, resmî kurumlar yanında, gemi adamlarının temel haklarına zarar vermeksizin özel bürolar açılmasını, bunların denetlenmesini öngörmektedir.

Konuyla ilgili olarak, ayrıca, 186 sayılı Tavsiye kabul edilmiştir.

Gemi Adamlarının Çalışma Süreleri ve Sayısına ilişkin 180 sayılı Sözleşme, denizaşırı sefer yapan ticaret gemilerinde çalışma sürelerinin saptanmasını öngörmektedir.

Sözleşme kapsamında yer alan her geminin yeterli, güvenli ve etkin sayıda personelle donatılması öngörülmektedir.

187 sayılı Tavsiye ise, daha ileri hükümler getirmektedir.

Sözleşmelerin onaylanabilirliği hakkındaki görüşlerimiz, gerekli çalışmaların tamamlanmasından sonra ayrıca sunulacaktır. "

Hepinize saygılar sunuyorum. (DSP ve ANAP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Bakan

Sayın milletvekilleri...

OYA ARASLI (İçel) – Sayın Başkan...

BAŞKAN – Buyurun Sayın Araslı.

OYA ARASLI (İçel) – Sayın Bakan, konuşmasında, SHP iktidarı zamanında işçiler için hiçbir şey yapılmadığından söz etmiştir; bu, gerçekle ilgisi olmayan, fevkalade haksız bir beyandır. Sadece İLO sözleşmelerini yaşama geçirebilmek için o dönem Bakanlıkta yapılan çalışmalar, bu dönem içerisinde yapılan çalışmalarla karşılaştırıldığında, kayda değer çok önemli çalışmalar niteliğini taşımaktadır. Bu sözler, Cumhuriyet Halk Partisine bir sataşma niteğindedir; bunun için, söz rica ediyorum.

BAŞKAN – Ama, şimdi açıkladınız; yani “İLO sözleşmeleri imzalandı” dediniz.

OYA ARASLI (İçel) – Ne için söz almak istediğimi açıklamak üzere konuştum.

BAŞKAN – Şimdi, aslında, ben de orada bir sataşma gördüm; ama, siz, hem söz istediniz hem de açıklamanızı yaptınız. Cumhuriyet Halk Partisinin dört yıllık iktidarı zamanında, işçilerle ilgili birtakım iyileştirici çalışmaların yapıldığını, zaten bir sataşma süresi içerisinde cevaplandırmanız mümkün değil.

OYA ARASLI (İçel) – Şu iktidarın şu sırada yaptığından çok daha fazla şeyler yapılmıştır.

BAŞKAN – Eğer, böyle bir 3 dakikada bunu cevaplandırırsanız, o zaman, yapılan çalışmaları biraz da küçümsemiş olursunuz; yani, 3 dakikaya sığmaz; ama, siz temel konuyu da söylediniz. Uygun görürseniz...

OYA ARASLI (İçel) – Teşekkür ediyorum.

BAŞKAN – Ben teşekkür ederim efendim.

Sayın milletvekilleri, bu 8 inci turda, bütçenin aleyhinde son konuşmayı yapmak üzere, İstanbul Milletvekili Sayın Hüseyin Kansu.

Buyurun efendim. (RP sıralarından alkışlar)

Sayın Kansu, süreniz 10 dakika.

HÜSEYİN KANSU (İstanbul) – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Dışişleri Bakanlığı 1998 yılı bütçesi üzerinde şahsım adına söz almış bulunuyorum. Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.

Türkiye, 1963 yılından beri, hem dış siyasetini hem de iktisadî kalkınma anlayışını, Avrupa entegrasyonuna göre ayarlamıştır. Ülkenin, iki temel ve yaşamsal önem arz eden alanla ilgili politikaları, bu hedefe göre planlanmış ve yürütülmüştür. Entegrasyona katılmak, modernleşme ve Batılılaşmaya götüren başlıca araç olarak meşrulaştırılmak istenmiştir. Ancak, modernleşme ve Batılılaşma niyetlerine katılsak bile, bu niyetleri gerçekleştirmek için Avrupa Birliğine üyeliğin, bunun için uygun bir araç olup olmadığını, dahası, bütün dışpolitika ve kalkınma vizyonumuzu otuzdört yıl boyunca buna endekslemenin rasyonel olup olmadığını, hiç ama hiç tartışmadık.

Kendi stratejik önceliklerimize göre tespit edilmiş bir dışsiyaset ve kalkınma politikamız olmamıştır. Hem ekonomik refahı hem de dışsiyasette başarıyı, kendi potansiyelimize dayanarak kendimiz halletmek yerine, gerçekleşmesi çok zayıf bir ihtimal olmakla beraber, Avrupa Birliğine üyelik umuduyla halletmeye çalıştık.

Avrupa Birliğinin bütün önemli ve büyük üyeleri, kendi kalkınmalarını ve dışsiyasetlerini kendileri belirliyebilen, kendi potansiyelinin idrakinde olan ülkelerdir. Bu vasıfları kendileri kazanmış, sonra da, bu vasıflarından ötürü üyeliğe davet edilmişlerdir. Bugüne kadar, hiçbir ciddî Avrupa ülkesi, kalkınma ve siyasetle ilgili temel meselelerini Avrupa Birliğine hallettirmek üzere, buraya üye olmamıştır; aksine, siyasette etki alanını genişletmek, ekonomide de yeni pazarlara kavuşmak için üyeliği tercih etmiştir.

Acaba, baştan beri modernleşmek, refah düzeyimizi yükseltmek için Avrupa Birliğine veya herhangi bir yere üyelikten başka seçeneklerimiz yok muydu; Güney Kore, Malezya, Japonya ve daha niceleri, Avrupa Birliği üyesi olarak mı bugünkü düzeye geldiler; hayır; ancak, bu ülkelerin her birinin bizden temel bir farkı vardı; bu ülkeler ve yöneticileri, kendi milletlerinin potansiyeline, kültürüne, tarihsel birikimine güvenen ve bu birikimin üzerine modern dünyanın ihtiyaçlarına uygun kurum ve kuralları tesis eden ülkelerdi ve bu yöneticiler, bağımsız bir dışsiyaseti ve ülkelerinin özgün birikimine uygun bir kalkınma modelini arayan insanlardı. Sonuçta, hem daha müreffeh hem daha özgüveni yerinde ülkeler inşa etmeyi başardılar.

Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; şu soruyu, artık, samimiyetle sorup cevaplamak durumundayız: Avrupa entegrasyonuna dahil olmayı ya da Batılılaşmayı niçin arzu ediyoruz; modern hayatın nimetlerine kavuşmak, daha müreffeh ve onurlu bir hayat yaşamak için mi? Bunun anahtarı, yine, bu ülkeyi ve milletimizi doğru anlamak ve ona güvenmektir. Bu ülkenin, kendi kalkınma anlayışını oluşturup, müreffeh olma ve onurlu, itibarlı bir dışsiyaset izleme potansiyeli vardır. Bu potansiyeli harekete geçirecek olan yönetim, bu ülkenin ve milletin dilini konuşan bir yönetim olmak zorundadır; onun kültürüyle, onun tarihiyle, kimliğiyle barışık bir yönetim olmak zorundadır. Maalesef, Avrupa'yla bütünleşmeyi en çok savunan siyasal hareketler ve çevreler, halka en uzak ve onunla her zaman çelişik kimseler olmuşlardır. Bunlar, halkın özgüvenini ve potansiyelini harekete geçirmek yerine, halkın iradesinin önüne engeller koymayı yeğlemişler ve halkı da zaman zaman tehdit edebilmişlerdir. Şimdi, bu siyasî hareketlerin tarihsel yanılgıları ortaya çıkmıştır. Artık, duygusal tepkilerle dış itibarımızı iyice zedelemek yerine, dışsiyasetimizin önceliklerini yeniden gözden geçirmemiz, kalkınma anlayışımızı kritik etmemiz ve kendi potansiyelimizi harekete geçirecek bir siyasal anlayışı iktidar yapmamız gerekiyor.

Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Sayın Başbakanımızın Amerika Birleşik Devletleri gezisinde önüne konulanlar ve talep edilenler, Avrupa Birliğinin tekliflerinden hiç de farklı değildir. Amerika Birleşik Devletleri gezisini, başarı diye takdim etmeyelim, büyütmeyelim; gönül alıcı sözleri, teminat gibi, medya aracılığıyla ilan edip de, kendimizi ve toplumumuzu aldatmayalım.

Sayın Başbakanın Clinton'la yaptığı görüşmede, Heybeliada Ruhban Okulunun gündeme geldiğini, basından öğrenmekteyiz. Patrikhane, bu ruhban okulunu, ilahiyat fakültesine benzer bir okul haline getirmek istemektedir. Bu ruhban okulu, sadece, nüfusları 2 500'ü geçmeyen Rum Ortodoks vatandaşlarımız için açılmayacak; başta Yunanistan olmak üzere, Ortodoks ülkelerden, Makedonya'dan, Bulgaristan'dan, Sırbistan'dan, hatta Rusya Federasyonundan, tüm dünyadan öğrenciler geleceği ifade edilmektedir. Mütekabiliyet esasına göre, Türkiye, Yunanistan'da yaşayan, Batı Trakya'da yaşayan soydaşlarımızın ilahiyat fakülteleri yoktur, onların ilahiyat fakültelerine sahip olmaları için, Yunanistan'dan bir söz almalıdır; buna karşılık, Heybeliada okuluna izin vermelidir. (RP ve ANAP sıralarından alkışlar)

Türkiye, bugün, derin bir izolasyonun eşiğindedir ve hatta, yalnızlığa itilmektedir. Türkiye'yi, bu dışpolitikayla 21 inci Yüzyıla taşıyamayız. Öyleyse, Avrupa Birliğinin bu son tavrını, ülkemiz için bir fırsat olarak kabul etmeliyiz. Mecliste grubu bulunan siyasî partilerin, hatta Mecliste grubu bulunmayan siyasî partilerin görüşleri alınmalı, geniş bir platform oluşturulmalı, üniversitelerimizin, sivil toplum kuruluşlarımızın görüşleri alınmalıdır. Türkiyemizi, 21 inci Yüzyıla taşıyacak ve bölgesel bir güç olma potansiyelini gerçekleştirecek yeni bir dışpolitikayı belirlemenin zamanı gelmiştir. Türkiye, şahsiyetli dışpolitikayla 21 inci Yüzyıla girdiği takdirde, öncü ve lider ülke olacaktır diyorum.

Sözlerimi tamamlarken, Dışişleri Bakanlığımıza bütçenin hayırlı olmasını, Bakanımızın ve Bakanlıkta çalışan görevlilerimizin başarılı olmalarını diliyor, saygılar sunuyorum. (RP, ANAP ve DSP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ediyorum Sayın Kansu.

Sayın milletvekilleri, 8 inci turda yer alan bütçeler üzerindeki konuşmalar bitmiştir.

Şimdi, sıra, sorulara gelmiştir. Biliyorsunuz, soru sorma süresi 20 dakikadır.

Sorular uzun olduğu için, müsaade ederseniz, Divan Üyesi arkadaşımın oturarak okuması hususunu oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Birinci soru sahibi Sayın Mehmet Aykaç?.. Burada.

Soruyu okutuyorum:

Sorularımın, Sayın Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanına tevcihini arz ederim.

Dr. Mehmet Aykaç

Çorum

İnsanlarımız, Anayasamızın 24 üncü maddesinde ifadesini bulan dinî inanç hürriyeti çerçevesinde, ibadetlerini serbestçe yapma hakkına sahiptirler.

Sorular:

1 – İşyerlerinde, çalışanlarımızın ibadetlerini yapabilmeleri için, gerekli mekanların bulundurulması noktasında kanunî bir düzenleme yapmayı düşünüyor musunuz?

2 – İnancından dolayı başını örten personele, özellikle SSK hastanelerinde baskı uygulanmakta ve istifaya zorlanmaktadır. Seçim bölgem Çorum SSK Hastanesinde iki hemşire, tehdit edilerek istifa ettirilmiştir. Bu çağdışı uygulamaya son vererek sorumlular hakkında yasal işlem yapmayı düşünüyor musunuz?

3 – Bağ-Kur'lu vatandaşlarımıza yeterli sağlık hizmeti verilemediği yönünde yoğun şikâyetler vardır. Bu konuda ne gibi bir tedbir ve iyileştirme düşünüyorsunuz?

Saygılarımla.

BAŞKAN – Sayın Bakan, buyurun efendim.

Sorulara yazılı cevap da verebilirsiniz.

ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK BAKANI NAMİ ÇAĞAN (İstanbul) – Sayın Başkan, birinci soru "İşyerlerinde, çalışanlarımızın ibadetlerini yapabilmeleri için, gerekli mekânların bulundurulması noktasında kanunî bir düzenleme yapmayı düşünüyor musunuz?" diyor. Tabiî böyle bir düzenleme, özendirici ya da engelleyici olabilir. İki yönde de bir düzenleme yapmayı düşünmüyoruz. Gerek kamu kesiminde gerek özel kesimde herhangi bir engelleme olduğunu düşünmüyorum; bir düzenleme yapmayı da, özellikle, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı olarak düşünmüyoruz.

İkinci soru "İnancından dolayı başını örten personele, SSK hastanelerinde baskı uygulanmakta ve istifaya zorlanmaktadır" diyor. Böyle bir uygulamadan benim haberim yok. Yalnız, devlette uygulanan yönetmeliğin uygulanması söz konusu; ama, bunun istifa noktasına geldiğini zannetmiyorum; böyle bir şey bana intikal etmedi.

BAŞKAN – Soru cevaplandırılmıştır.

2 nci sırada, Çorum Milletvekili Sayın Mehmet Aykaç'ın sorusu var.

Sayın Aykaç?.. Burada.

Soruyu okutuyorum:

Sorularımın Dışişleri Bakanı Sayın İsmail Cem'e tevcihini arz ederim.

Dr. Mehmet Aykaç

Çorum

Soru 1.– Avrupa Birliğinde Türkiye için alınan karar kabul edilemez ve oldukça onur kırıcıdır. Acaba bu kararın alınmasında, demokratikleşme, insan hakları ve özgürlükler konusunda Türkiye'nin de bir kusuru var mı; bu konuda bir araştırma yapmayı düşünüyor musunuz?

Soru 2.– İşçilerimizin yoğun olarak bulunduğu Avrupa devletlerinde görev yapan Dışişleri Bakanlığı mensuplarımızın, Türk toplumunun sorunlarıyla yakından ilgilenmeleri, onların düğün ve bayramlarında sevinçlerini, üzüntülü günlerinde de kederlerini paylaşma konularındaki kusurları, yaptığımız yurtdışı seyahatlerimizdeki incelemelerimizde bize aktarılan hususlardandır. Dışişleri Bakanlığı olarak, mensuplarınızın, yurt dışındaki vatandaşlarımızın her türlü meseleleriyle yakından ilgilenmeleri ve sıcak alaka içerisinde bulunmaları yönünde ne gibi bir çalışma yapmayı düşünüyorsunuz?

Saygılarımla.

BAŞKAN – Sayın Bakan, buyurun efendim.

DIŞİŞLERİ BAKANI İSMAİL CEM (Kayseri) – Yazılı cevap vereceğim efendim.

BAŞKAN – 3 üncü sırada, Sayın Osman Hazer'in sorusu, soru niteliğinde değil; yani, burada Sayın Bakanın cevaplandıracağı bir husus değil.

4 üncü sırada, yine Sayın Osman Hazer'in sorusu vardır.

Sayın Hazer?.. Burada.

Soruyu okutuyorum:

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

Aşağıdaki sorularımın Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Sayın Prof. Dr. Nami Çağan tarafından yazılı olarak cevaplandırılmasına delaletlerinizi saygılarımla arz ederim.

Osman Hazer

Afyon

1– İlimizde SSK Hastanesine ek olarak yapılan bina, 1998 yılında hizmete girecektir. Hastanede görev yapacak beyin cerrahi, cildiye, fizik tedavi doktorlarıyla, hasta bakıcı, hemşire, kapıcı, kaloriferci branşlarında personele ihtiyaç olacaktır. Hastanenin hizmete girebilmesi için, araç gereç ve teknik donanımla personel ihtiyaçları 1998 yılı içerisinde tamamlanacak mı?

2– Emeklilik için müracaat eden sigortalılarımızın işlemleri, bilgisayar donanınımın tam çalışmaması nedeniyle gecikmektedir. Bilgisayar donanımındaki eksiklikler ne zaman giderilecek?

3– Bağ-Kur İl Müdürlüğünün teknik cihaz ve donanımı, hizmeti zamanında yetiştirmeye yetmemektedir. Müdürlüğün teknik cihaz ve donanımı takviye edilecek mi?

4– Bir tek Bağ-Kur sağlık karnesiyle birçok kişinin muayene olabildiği ifade edilmektedir. Bunun engellenmesi için bir çalışma yapılıyor mu?

BAŞKAN – Buyurun Sayın Bakan.

ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK BAKANI NAMİ ÇAĞAN (İstanbul) – 27 Aralıkta Afyon’a gideceğim ve 1998 yılında Afyon hastanesinin soruda sözü edilen bütün sorunlarını yerinde saptayacağız. Araç gereç donanımı, aşama aşama ele alınacaktır ve çözülecektir.

SSK Afyon İl Müdürlüğünün bilgisayar donanımı ihalesi sonuçlanmak üzeredir, 1998 yılının ilk üç ayında bu sorun çözülecektir.

Üçüncü olarak; Afyon İl Müdürlüğünün teknik cihaz ve donanımıyla ilgili olarak şimdiye kadar herhangi bir şikâyet alınmamıştır; ama, yine yerinde, böyle bir sorun olup olmadığını göreceğiz; en kısa zamanda da bu sorunu gidereceğiz.

Bir sağlık karnesiyle birden çok kişi, pek tabiî ki muayene olamaz; eğer böyle birşey olmuşsa, burada bir sahtekârlık söz konusudur, suiistimal söz konusudur; bu tür durumlarda da kovuşturma yapılmaktadır.

Teşekkür ederim.

BAŞKAN – 5 inci sırada, Muş Milletvekili Sayın Sabahattin Yıldız'ın soruları vardır.

Sayın Yıldız burada mı efendim? Burada.

Sorusunu okutuyorum:

Sorularımın Sayın Çalışma Bakanı tarafından cevaplandırılmasını ister, saygılar sunarım.

Sabahattin Yıldız

Muş

Sorular:

1- Bir uzman ve iki pratisyen hekimden başka hiçbir doktoru bulunmayan Muş SSK Hastanesine ne zaman doktor göndereceksiniz?

2- SSK ile işleri olan hemşerilerimin Van'a kadar gitmeleri gerekmektedir. 54 üncü Hükümet döneminde Muş SSK Müdürlüğü faaliyete geçirilmekteydi; fakat, çalışma yarım kaldı. Acaba, Bakanlık döneminizde Muş SSK Müdürlüğü tam olarak faaliyete geçirilecek mi?

3- Muş'ta SSK ile işi olanlar ne zaman Van'a gidip gelmekten kurtulacaklardır?

BAŞKAN – Buyurun Sayın Bakan.

ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK BAKANI NAMİ ÇAĞAN (İstanbul) – Muş'da dahil olmak üzere bütün Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun sağlık personeli sorununu çözmek için, 1998 yılı başında çakılı kadro uygulamasına geçiyoruz ve sorunu bu şekilde çözmeye çalışacağız. Yani, Muş'a tayin edilen bir sağlık personelinin başka yere nakledilmesi mümkün olmayacaktır bu uygulamayla.

Muş SSK İl Müdürlüğü de dahil olmak üzere, 1998 yılında, bütün Sosyal Sigortalar Kurumu müdürlükleri bilgisayara geçirilecektir. Bu çerçevede, 1998 yılında Muşlu işverenler, Van'a gitmek zorunda kalmayacaklardır.

Teşekkür ederim.

BAŞKAN – Teşekkür ederim.

6 ncı sırada, Sayın Zeki Karabayır’ın sorusu var; yalnız, soru niteliğinde değil, zaten kendisi de yok, o nedenle sordurmuyorum.

7 nci sırada, Sayın Bekir Yurdagül’ün sorusu var.

Sayın Yurdagül burada mı efendim? Burada.

Sorusunu okutuyorum:

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

Aşağıdaki sorularımın Sayın Çalışma Bakanı tarafından cevaplandırılması için gereğini arz ederim.

Bekir Yurdagül

Kocaeli

1.- Yaşam mücadelesi veren işçi emeklileriyle, Bağ-Kur emeklilerinin malî durumlarının düzeltilmesi için 55 inci Hükümet olarak yüzde 30'luk komik artışın dışında bir iyileştirme çalışmanız var mı?

2.- İşçi emeklilerinin tek göstergeden maaş almasını sağlayacak intibak yasasını Türkiye Büyük Millet Meclisine ne zaman sevk edeceksiniz?

3.- Zorunlu tasarruf fonu kesintilerinin anapara ve nemasıyla beraber Telekom hissesi olarak ödenmesiyle ilgili önerileriniz, İşçi ve Kamu Çalışanları Sendika ve Konfederasyonları tarafından tepkiyle karşılanmış ve reddedilmiştir. Fondaki birikimleri hak sahiplerine ne zaman ve ne şekilde ödemeyi düşünüyorsunuz?

4.- Ülkemizde 12 Eylül 1980'den bu yana, sistemli bir şekilde, sendikasızlaştırma çalışması yapılmaktadır. Bunun önüne geçmeyi düşünüyor musunuz? Bu konudaki projeniz nedir?

5.- Kamu çalışanları sendikaları yasa tasarısında, yargı ve millî savunma işkolunda çalışanlar kapsam dışında tutulmuştur. Bunu içinize sindirebiliyor musunuz; sizin bu konudaki düşünceniz nedir?

BAŞKAN – Buyurun Sayın Bakan.

Yazılı da cevap verebilirsiniz.

ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK BAKANI NAMİ ÇAĞAN (İstanbul) – Hayır, sözlü cevap vermek istiyorum.

BAŞKAN – Peki efendim; buyurun.

ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK BAKANI NAMİ ÇAĞAN (İstanbul) – İşçi ve memur emeklisi başta olmak üzere, tüm çalışanlarımızı enflasyona ezdirmemek, Hükümetimizin temel taahhütlerinden biridir; bu konuda Sayın Yurdagül'ün çok endişeye kapılmasına gerek yok.

İşçi emeklilerinin gösterge farklılıklarının giderilmesi için çalışmalarımız sürüyor. İki işçi cemiyeti- birinin birini adı cemiyet, diğerinin adı dernek- bu konuda anlaşamıyorlar. Anlaşmayı sağladığımız anda, toplumsal uzlaşmayı sağladığımız anda, tasarıyı sevk edeceğiz.

Telekom hisselerinin verilmesi konusunda, sendikaların karşı çıkması sözkonusu değildir. Bazı sendikalar karşı çıkmıştır; ama, büyük bir kısmından da destek görmüştür; ama, kişisel olarak Sayın Yurdagül karşı çıkmıştır. Ben, Sayın Yurdagül'e, bu konuda bir kere daha düşünmesini tavsiye ediyorum.

Sendikaların karşılaştığı tüm sorunların çözümü için, Bakanlığımızda, 26 Kasım 1997 tarihinde tüm sendikaların temsilcilerinin katıldığı bir toplantı düzenlenmiştir; bir çalışma grubu teşkil edilmek suretiyle, mutabakat sağladığımız konuları tasarı haline getireceğiz ve Meclise sunacağız.

Kamu görevlileri sendikaları kanun tasarısında, bazı memur kesimleri, görevlerinin niteliği gereği, kapsam dışında tutulmuştur. Bu konuda, kesin karar, pek tabiî ki, Yüce Meclise aittir. Bu konuda da, Sayın Yurdagül, kuşku duymasın.

Teşekkür ediyorum.

BAŞKAN – 8 inci sırada, Sayın Karapaşaoğlu’nun sorusu vardır.

Sayın Mehmet Altan Karapaşaoğlu?.. Burada.

Yalnız, sorunuz çok uzun; aslında, sorunun, gerekçesiz, kısa ve öz olması lazımdır. Daktiloyla bir sayfa dolusu soru yazmışsınız.

MEHMET ALTAN KARAPAŞAOĞLU (Bursa) – Soru daha iyi anlaşılsın diye yazdım.

BAŞKAN – Ama, böyle anlatmaya gerek yok. Soru, öz, kısa ve gerekçesiz olacak. Başka arkadaşlarınızın hakkını yiyorsunuz, o bakımdan söylüyorum.

Soruyu okutuyorum:

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

Aşağıdaki sorumun, aracılığınızla, Sayın Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı tarafından cevaplandırılmasının teminini saygıyla arz ederim.

Mehmet Altan Karapaşaoğlu

Bursa

Soru: Gemlik Gübre Sanayii A.Ş. Fabrikaları, gübre üretim ve sıvı amonyak üniteleri olmak üzere, iki grupta teşekkül etmiştir. Bu fabrikalarda, gerek üretim gerek büro hizmetlerinde ve gerekse güvenlik hizmetlerinde görev yeri ve niteliğine bakılmaksızın çalışan Emekli Sandığına tabi personelin tamamı 1978 tarihinden itibaren 5434 sayılı Emekli Sandığı Kanununun 32 nci maddesinin (d/2) fıkrası gereğince, fiili hizmet süresi zammından faydalandırılmışlardır.

Yine, aynı işyerlerindeki SSK Kanuna tabi işçiler, 09.07.1987 tarihinde yürürlüğe giren 3395 sayılı Kanunun 13 üncü maddesi gereğince, itibari hizmet süresi kapsamına alınmasına rağmen, işçilerin bir kısmı yargı yolu ile bu haktan istifade eder duruma gelmekle beraber, birkısım işçiler de bu haktan istifade edememiş durumdadırlar. Boğucu, yakıcı gazın, tozun ve gürültünün insan sağlığını etkilediği bu fabrikalarda (Gemlik Gübre, Kütahya Gübre, Samsun Gübre, Elazığ Gübre Sanayiinde) 150-250 metre uzaklıktaki büro memuru, bu ağır çalışma şartlarından rahatsız olarak fiili hizmet süresi zammı almaktadır. SSK'ya bağlı işçiler, gazın, tozun, gürültünün tam içerisinde daha ağır şartlarda olmasına rağmen, bu haktan, yani, fiilî hizmet süresi zammından faydalanamamışlardır. Farklı statülerde Emekli Sandığı ve SSK Kanunu kapsamında çalışan personel arasında, adalet prensibini temelden sarsan bir fark teşekkül etmiştir. Bu farklılığın giderilmesi için SSK kapsamındaki bu işçilerin itibari hizmetinin fiilî hizmete dönüştürülüp, tüm Azot çalışanlarına verilmesi ve emeklilikte çalışılmış süre içerisinde sayılıp, emeklilik tazminatı hesabında uygulanması ve bu işyerlerinin rahatsızlığını dile getirmek için Sayın Bakanımıza, 20 Kasım 1997 tarihinde, Bursa, Kütahya, Samsun Petrol-İş Şube Başkanları bu konuyla ilgili bir dosya vermişlerdir. Bu konuyla ilgili Bakanlığınız adına yapılan hazırlık ve çalışmalar nelerdir?

BAŞKAN – Buyurun Sayın Bakan.

ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK BAKANI NAMİ ÇAĞAN (İstanbul) – Bu konuyla ilgili olarak, Sosyal Sigortalar Kurumu Genel Müdürlüğünde teknik değerlendirmeler sürmektedir. Sosyal Sigortalar Kurumu Genel Müdürlüğünün çalışmalarında bu konudaki yargı kararları da dikkate alınmaktadır.

Teşekkür ederim.

BAŞKAN – Teşekkür ederim efendim.

9 uncu sırada Mustafa Yünlüoğlunun sorusu var.

Sayın Yünlüoğlu?.. Burada.

Soruyu okutuyorum:

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

Sorumun, ilgili Bakan tarafından cevaplandırılmasını arz ederim.

Mustafa Yünlüoğlu

Bolu

Soru: 1. Başbakan ve Hükümet ortağı parti liderlerinin farklı beyanlarda bulundukları dışpolitika alanında sağlıklı bir çalışma ortamını nasıl sağlamayı düşünüyorsunuz?

BAŞKAN – Evet, bu soru vasfına sahip değil; bunu da sordurmuyorum. Böyle soru olur mu canım; Başbakan ayrı düşünebilir, Bakan ayrı düşünebilir yani, nasıl sağlayacak?.. (DSP sıralarından alkışlar)

10 uncu sırada Mustafa Yünlüoğlu'nun 2 nci sorusu vardır.

Soruyu okutuyorum:

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

Aşağıdaki sorumun aracılığınızla ilgili Bakan tarafından cevaplandırılmasını arz ederim.

Mustafa Yünlüoğlu

Bolu

Soru: 1. Asgarî geçim düzeyinin 100-125 milyon TL olarak belirtildiği ülkemizde, 21 milyon TL asgarî ücretle çalışan vatandaşlarımızın durumlarının iyileştirilmesi için ne yapmayı düşünüyoruz?

ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK BAKANI NAMİ ÇAĞAN (İstanbul) – Asgarî ücreti Hükümete geldiğimizde, yüzde 108 oranında artırdık. Bu artış, asgarî ücret tespitlerinin yapıldığı 1970'li yılların başından bu yana yapılan en yüksek reel oranlı artıştır. İleride yapacağımız bütün asgarî ücret tespitlerinde de reel artış sağlayacağız.

Teşekkür ederim. (DSP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ederim.

Soru cevaplandırılmıştır.

11 inci sırada, Sayın Feti Görür'ün sorusu vardır.

Sayın Feti Görür?.. Burada.

Soruyu okutuyorum:

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

Aşağıdaki sorumun, aracılığınızla, ilgili bakan tarafından cevaplandırılmasını saygılarımla arz ederim.

Feti Görür

Bolu

Soru:

Türkiye Cumhuriyeti, bir imparatorluğun bakiyesi olarak, Anadolu topraklarında kuruldu; ancak, imparatorluğun çöküşü esnasında, özellikle Balkanlarda kalan Türk ve Müslüman kardeşlerimiz ve onun dışında aynı kanı taşıdığımız Rusya'daki dindaşlarımız var.

Son hafta içinde Rusya Başbakanı Çernomirdin'in ülkemize vaki ziyareti sonucunda, basında çıkan haberlere göre, olumlu görüşmelerin yapıldığı ve özetle "sen Çeçenistan'a karışma ben de PKK'yı desteklemeyeyim" yönünde karara varıldığı söylendi.

Türkiye'nin, Rusya ve Balkanlardaki din kardeşlerimize karşı kayıtsız ve tarafsız kalması, sizce Türkiye'nin dış dünyadaki gücünü artırır mı? Yoksa, daha zayıf ve etkisiz bir devlet olmasını mı sağlar?

Saygılarımla.

BAŞKAN – Buyurun Sayın Bakan.

DIŞİŞLERİ BAKANI İSMAİL CEM (Kayseri) – Yazılı cevap vereceğim.

BAŞKAN – Yazılı cevap vereceksiniz.

12 nci sırada, Adıyaman Milletvekili Ahmet Çelik'in soruları vardır.

Sayın Ahmet Çelik?.. Burada.

Soruları okutuyorum:

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

Delaletinizle Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanına soru sormak istiyorum.

Arz ederim.

Ahmet Çelik

Adıyaman

1- Bir yıla yakın bir süredir devam eden Adıyaman SSK Hastanesi iç onarımı ne zaman tamamlanacaktır?

2 - Adıyaman SSK Hastanesinde çocuk uzmanı, dahiliye uzmanı ve kulak burun boğaz uzmanı halen yoktur. Bu uzmanların tayini cihetine ne zaman gidilecektir?

3 - Kâhta, Besni, Gölbaşı İlçelerinde kurulan SSK sağlık istasyonları, Adıyaman İl Sağlık Müdürlüğünce verilen pratisyen tabiplerle iş yürütülmektedir. Bu sağlık istasyonlarına ne zaman pratisyen tabip tayin edilecektir?

BAŞKAN – Buyurun Sayın Bakan.

ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK BAKANI NAMİ ÇAĞAN (İstanbul) – SSK Adıyaman Hastanesinin iç onarımı, 1998 yılında tamamlanacaktır.

Adıyaman İlinin uzman hekim sorunu, tahsisli kadro ya da çakılı kadro dediğimiz uygulamayla 1998 yılı içerisinde giderilecektir.

Kâhta, Besni ve Gölbaşı istasyonlarına 1998 yılı içerisinde personel ataması yapılacaktır.

Teşekkür ederim.

BAŞKAN – Soru cevaplandırılmıştır; teşekkür ederim.

13 üncü sırada, Burdur Milletvekili Sayın Yusuf Ekinci'nin sorusu var.

Sayın Ekinci?.. Burada.

Soruyu okutuyorum:

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

Delaletinizle, aşağıdaki sorularımın Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı tarafından cevaplandırılmasını arz ederim.

Yusuf Ekinci

Burdur

1- Burdur SSK Hastanesinin yatak sayısının 1998 yılında artırılmasını düşünüyor musunuz?

2- Burdur SSK Hastanesindeki eksik uzmanlar ne zaman tamamlanacaktır?

3- Burdur ilçelerinde ihtiyaç duyulan SSK dispanserlerinin 1998 yılında faaliyete geçirileceği müjdesini verebilir misiniz?

BAŞKAN – Buyurun Sayın Bakan.

ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK BAKANI NAMİ ÇAĞAN (İstanbul) – Bu soruya yazılı cevap vereceğim Sayın Başkan.

BAŞKAN – 14 üncü sırada, Bursa Milletvekili Sayın Ertuğrul Yalçınbayır'ın sorusu var.

Sayın Yalçınbayır?.. Yok.

15 inci sırada, Bolu Milletvekili Sayın Feti Görür'ün sorusu var.

Sayın Görür?.. Yok.

16 ncı sırada, İstanbul Milletvekili Sayın Yusuf Pamuk'un sorusu var.

Sayın Pamuk?.. Burada.

Soruyu okutuyorum:

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

Delaletinizle, aşağıdaki sorumun Dışişleri Bakanı tarafından cevaplandırılmasının sağlanmasını arz ederim.

Yusuf Pamuk

İstanbul

Bulgaristan'dan 1989 yılında ve sonrasında göçle gelen soydaşların, Türk vatandaşlığına geçip, iş bulup çalışan ve kendi işyerlerinde çalıştıklarını belgeleyenlerin yaşı büyüklerini Türkiye'ye getirme haklarında sıkıntılar olduğu müracaatları yapılmaktadır.

Hak sahipleri, Dışişleri ve İçişleri Bakanlığına müracaat yapmakta; Dışişleri Bakanlığı, bu müracaatların, Bulgaristan'daki temsilciliklerde yapılmasını istemektedir. Yazışmalarla zaman kaybedilmektedir.

Bu konuda bir çabuklaştırma yapılabilir mi?

DIŞİŞLERİ BAKANI İSMAİL CEM (Kayseri) – İzninizle, yazılı cevap vereyim.

BAŞKAN – 17 nci sırada, Şanlıurfa Milletvekili Sayın Zülfükar İzol'un sorusu var.

Sayın İzol?.. Burada.

Soruyu okutuyorum:

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

Aşağıdaki sorularımın Çalışma Bakanı tarafından sözlü olarak cevaplandırılmasını arz ederim.

Zülfükar İzol

Şanlıurfa

1- Şanlıurfa SSK Hastanesinin diyaliz makinesi tahsisi yapılmıştı. Bazı eksik parçalar nedeniyle gönderilemedi. Bu eksikler ne zaman tamamlanacak; ne zaman gönderilecektir?

2- SSK Hastanesinin bazı uzman doktorlara ihtiyacı vardı; giderildi mi? Giderilmediyse neden ve ne zaman giderilecektir?

BAŞKAN – Buyurun Sayın Bakan.

ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK BAKANI NAMİ ÇAĞAN (İstanbul) – Efendim, diyaliz makinesi ve parçaları, ancak ithal edilerek karşılanmaktadır. O bakımdan, kesin bir tarih vermek söz konusu değil; bu konuda bazı gecikmeler oluyor; ancak, bu tamamlanacaktır.

Uzman doktor ihtiyacı, 1998 yılında -biraz önce sözünü ettiğim tahsisli kadrolarla- ilgili hastaneye tahsis edilmiş bulunan kadrolarla giderilecektir.

Teşekkür ederim.

BAŞKAN – Teşekkür ederim; soru cevaplandırılmıştır.

Sayın milletvekilleri, sorular için belirlenen 20 dakikalık süre de dolmuştur. Böylece, bütçe üzerindeki sekizinci tur müzakereleri de tamamlanmıştır.

Şimdi, sekizinci turda müzakere ettiğimiz bütçelerin bölümlerine geçilmesini oylarınıza sunacağım.

Dışişleri Bakanlığı 1998 malî yılı bütçesinin bölümlerine geçilmesini oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Bölümleri okutuyorum:

C) DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI

1.- Dışişleri Bakanlığı 1998 Malî Yılı Bütçesi

A - C E T V E L İ

Program

Kodu A ç ı k l a m a L i r a

101 Genel Yönetim ve Destek Hizmetleri 9 032 280 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul

edilmiştir.

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul

edilmiştir.

111 Dış Politikanın Yürütülmesi 11 417 400 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul

edilmiştir.

112 Dış Temsil Görevlerinin Yürütülmesi 45 206 570 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul

edilmiştir.

900 Hizmet Programlarına Dağıtılamayan Transferler 9 413 600 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul

edilmiştir.

T O P L A M 75 069 850 000 000

 

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Dışişleri Bakanlığı 1998 mali yılı bütçesinin bölümleri kabul edilmiştir.

2.- Dışişleri Bakanlığı 1996 Malî Yılı Kesinhesabı

BAŞKAN- Dışişleri Bakanlığı 1996 mali yılı kesinhesabının bölümlerine geçilmesini oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

(A) cetvelinin genel toplamını okutuyorum:

Dışişleri Bakanlığı 1996 Malî Yılı Kesinhesabı

A - CETVELİ

L i r a

- Genel Ödenek Toplamı : 24 519 424 111 000

- Toplam Harcama : 21 918 744 714 000

- İptal Edilen Ödenek : 1 610 110 079 000

- Ertesi Yıla Devreden Ödenek : 990 569 318 000

- Akreditif, taahhüt, art.ve dış

proje kred. saklı tut. ödenek : 481 008 936 000

BAŞKAN- (A) cetvelini kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Dışişleri Bakanlığı 1996 malî yılı kesinhesabı kabul edilmiştir.

Sayın milletvekilleri, Dışişleri Bakanlığı 1998 malî yılı bütçesi ile 1996 malî yılı kesinhesabı kabul edilmiştir; hayırlı ve uğurlu olmasını temenni ederim.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 1998 malî yılı bütçesinin bölümlerine geçilmesini oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Bölümleri okutuyorum:

D) ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK BAKANLIĞI

1.- Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 1998 Malî Yılı Bütçesi

A - C E T V E L İ

Program

Kodu A ç ı k l a m a L i r a

101 Genel Yönetim ve Destek Hizmetleri

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler...

Kabul edilmiştir. 1 449 699 000 000

111 Çalışma ve Sosyal Güvenlik Hizmetleri

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler...

Kabul edilmiştir. 4 692 201 000 000

112 Yakın ve Orta Doğu Çalışma Eğitim Merkezi

Müdürlüğü Hizmetleri 47 600 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler...

Kabul edilmiştir.

113 İstihdam Hizmetleri 5 300 000 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler...

Kabul edilmiştir.

900 Hizmet Programlarına Dağıtılamayan

Transferler 218 500 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler...

Kabul edilmiştir.

999 Dış Proje Kredileri 4 000 000 000 000

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler...

Kabul edilmiştir.

T O P L A M 15 708 000 000 000

 

BAŞKAN- Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 1998 malî yılı bütçesinin bölümleri kabul edilmiştir.

2.- Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 1996 Malî Yılı Kesinhesabı

BAŞKAN- Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 1996 mali yılı kesinhesabının bölümlerine geçilmesini oylarınıza sunuyorum: Kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

(A) cetvelinin genel toplamını okutuyorum:

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 1996 Malî Yılı Kesinhesabı

A - CETVELİ

L i r a

- Genel Ödenek Toplamı : 3 659 676 500 000

- Toplam Harcama : 2 924 725 984 000

- İptal Edilen Ödenek : 735 218 528 000

- Ödenek Dışı Harcama : 268 012 000

BAŞKAN- (A) cetvelini kabul edenler... Etmeyenler... Kabul edilmiştir.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 1996 malî yılı kesinhesabı kabul edilmiştir.

Sayın milletvekilleri, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 1998 malî yılı bütçesi ile 1996 malî yılı kesinhesabı kabul edilmiştir; hayırlı ve uğurlu olmasını temenni ederim.

Sayın milletvekilleri, böylece, bugünkü çalışma programımız sona ermiştir.

Programda yer alan kuruluşların bütçe ve kesinhesaplarını görüşmek için, 21 Aralık 1997 Pazar günü, saat 10.00'da toplanmak üzere, birleşimi kapatıyorum.

 

Kapanma Saati: 21.46

 

 

VI. – SORULAR VE CEVAPLAR

A) YAZILI SORULAR VE CEVAPLARI

1. – Trabzon Milletvekili Kemalettin Göktaş’ın, THK’na ilişkin sorusu ve İçişleri Bakanı Murat Başesgioğlu’nun yazılı cevabı (7/3824)

 

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

Aşağıdaki sorularımın İçişleri Bakanı Sayın Murat Başesgioğlu tarafından yazılı olarak cevaplandırılması için gereğini arz ederim.

Kemalettin Göktaş Trabzon

1. THK’na kimler hangi şartlarda üye olabilmektedir? Üyelik için ikâmet şartı var mıdır?

Kurum başkanlığının kurumun iyileştirilmesi yönünde yapılan eleştirileri hazmedemeyerek bu eleştirileri yöneltenleri üyelikten hiç bir gerekçe göstermeden çıkardıkları doğru mudur?

2. THK’nda asker üyelerle sivil üyelerinin arasında bir çekişme yaşandığı doğru mudur? Kurumun en fazla asker üyesinin bulunduğu Çankaya Şubesi ile Etimesgut Şubesi neden kapatılmıştır?

3. Kurumun gelirleri nelerdir ve kaç personel çalışmaktadır, personeline kaçar TL.’sı ücret ödemektedir?

4. Kurum Kurban derilerinden 97 yılı içerisinde kaç TL.’sı gelir elde etmiştir ve bu gelir nerelere harcanmıştır?

5. Kurum başta uçak alımları olmak üzere her türlü alımlarını hangi usullere göre yapmaktadır bu alımlarda başkanın etkisi var mıdır?

6. Ülkemizde THK tarafından düzenlenen Dünya Hava Olimpiyatları için kaç TL.’sı harcanmıştır bu harcamalar nerelere yapılmıştır, bu harcamalarda savurganlık yapılmış mıdır?

7. THK adına toplanan tüm yardım gelirlerinden diğer kurumların payları ödenmiş midir, ödendi ise hangi kuruma ne kadar pay ödenmiştir?

8. THK’na ait eğitim uçaklarının eğitim esnasında havada kalış sürelerini takip eden hangi sistem uygulanmaktadır, bu sistem ne kadar sağlıklıdır, bu sistemin kurumu yakıt zararına uğrattığı doğru mudur?

T.C. İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü 19.12.1997 Sayı : B.05.1.EGM.0.12.01.01.274984 Konu : Yazılı soru önergesi.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

İlgi : TBMM Başkanlığının 24.11.1997 gün ve A.01.GNS.0.10.00.02-7/3824-9385/024374 sayılı yazısı.

Trabzon Milletvekili Kemalettin Göktaş tarafından TBMM Başkanlığına sunulan ve tarafımdan yazılı olarak cevaplandırılması istenilen soru önergesinin cevabı aşağıya çıkarılmıştır.

Türk Hava Kurumu Tüzüğü’nün 5 ve 27 nci maddelerine göre, Türk Hava Kurumunun fahri, tabii ve asıl olmak üzere üç türlü üyesi bulunmakta olup, dernek kurma hakkına sahip olanlardan, Türk Hava Kurumu şubelerinden birine kaydını yaptırıp, yükümlendiği yıllık aidatı ödeyen herkes asıl üye olabilmektedir. 2908 sayılı Dernekler Kanununun 31 inci maddesine göre, şube kurucularının şubenin açılacağı yerde en az altı aydan beri ikâmet etmelerinin zorunlu olmasına rağmen, üyelik için Kanunda böyle bir ikâmet şartı aranmamaktadır. Türk Hava Kurumu Tüzüğünün 6/e maddesine göre de kişiler ikâmet ettiği veya işyerinin bulunduğu yerdeki şubelerden yalnız birine üye olabilmektedir.

Türk Hava Kurumu Tüzüğünün 9 uncu maddesinin (a) bendine göre iki yıl üst üste aidatını ödemeyen üyeler seçme haklarını kaybetmekte, ancak ödenmeyen iki yıllık aidatın 8 inci maddedeki süre içerisinde ödendiği takdirde seçme ve seçilme hakkı kazanılmakta, bu şartların yerine getirilmemesi halinde üyelik yönetim kurulunca sona erdirilmekte, (b) bendine göre de, merkez ve şube disiplin kurulları tarafından haklarında ihraç kararı verilenlerin üyeliği yönetim kurulunca sona erdirilmektedir.

Türk Hava Kurumu Tüzüğünün 42 nci maddesinin (d) ve (e) bendlerine göre, üyelikten çıkartılma şube disiplin kurulu kararı ile olmakta ve şube disiplin kurulunun bu kararına karşı otuz gün içinde itiraz edebilmekte, bu takdirde konu Merkez Disiplin Kurulunca kesin karara bağlanmaktadır. Belirtilen sürede itiraz edilmeyen kararlar ise kesinlik kazanmaktadır.

Ancak, tüzüğün 20/e maddesine göre, genel yönetim kurulu; Kanun, Tüzük, Yönetmelik hükümlerine, Genel Yönetim Kararlarına ve Genel Başkanlık genelge ve emirlerine, kurumun onur ve yararlarına aykırı davranan ve Kurumu siyasete araç eden üyeleri ve şube organlarında görevli kişileri gerektiğinde toptan veya ferden Merkez Disiplin Kuruluna sevk etmekte ve Merkez Disiplin Kurulunun kararına kadar işten el çektirebilmektedir. Tüzüğün 21/ö maddesine göre, ivedi durumlarda ve ilk Genel Yönetim Kuruluna bilgi sunmak şartı ile bu yetki Genel Başkana da verilmiştir.

Buna göre, üyelikten çıkartılmalara şube disiplin kurulunca karar verilmekte ve bu karara da Merkez Disiplin Kurulunda itiraz edilebilmektedir. Dolayısıyla Genel Başkanın üyelikten çıkarma yetkisi bulunmadığı gibi, Bakanlığımıza da keyfi olarak üyelikten çıkartılma hususunda herhangi bir şikâyet intikal etmemiştir.

Türk Hava Kurumu Tüzüğünde asker ve sivil üye ayrımı konusunda bir düzenleme yoktur. Tüzüğün 20/c maddesinde, Genel Yönetim Kurulunun yetkileri arasında, şube açma ve kapatma yetkisi de bulunmaktadır. Çankaya ve Etimesgut Şubeleri, başkan ve yönetim kurullarının paraya müteallik usulsüz işlemlerinin bulunduğu gerekçesiyle, tüzüğün 20/c maddesindeki bu yetkiye istinaden GenelYönetim Kurulu kararları ile kapatılmıştır.

Tüzüğün 43 üncü maddesine göre Türk Hava Kurumunun gelirleri; üye aidatları, kurban derisi ve bağırsak ile fitre ve zekat toplama faaliyetlerinden elde edilen gelirler, her türlü bağış, ticarî faaliyetlerden elde olunan gelirler, kira gelirleri ve diğer gelirlerdir.

Kurumda; Genel Merkezde 155, Türkkuşu Genel Müdürlüğünde 444, 616 Şube’de 1172 personelin çalıştığı, personele uygulanan ücretin, asgarî ücret olup, kişilerin yaptıkları işe göre yönetmelik gereği ayrıca tazminatlar da aldıkları anlaşılmıştır.

31.1.1995 tarih ve 18652 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanan Yardım Toplama Kanununun Uygulama ve Esasları Hakkında Yönetmeliğin 17 ve 18 inci maddelerine göre kesin hesaplar Türk Hava Kurumunca takvim yılı sonunda çıkartılmakla birlikte, 1997 yılı kurban deri satışlarının 4 taksitle yapılmakta olup, son taksidin Şubat 1998’de tahsil edileceği ve bunlardan net 966 367 348 897 TL.’lık tahsilat yapılacağı anlaşılmıştır. Aynı yönetmeliğin 18 inci maddesi gereği, yönetmeliğin 16 ncı maddesinde sayılan giderler düşüldükten sonra kalan gelirler; Türk Hava Kurumu (% 40), Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları (% 25), Türkiye Kızılay Derneği (% 15), Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (% 15) ile Türkiye Diyanet Vakfı (% 5) olmak üzere paylaşılmaktadır.

Kurum bütün alımlarını, Genel Yönetim Kurulunun kararlarına ve İhale Yönetmeliğine göre yapmaktadır. Genel Başkanın Genel Yönetim Kurulunda bir oy hakkı vardır. Bunun dışında Genel Başkanın alımlarda herhangi bir suistimali tespit edilmemiştir.

Dünya Hava Oyunları giderleri; Malzeme ve teçhizat alımları için 787 872 $, Antalya Havaalanı yapım ve yatırımı 2 155 423 $, uçak alımı (İki adet Caravan) 2 400 000 $, altyapıların geliştirilmesi ve tevsi yatırımları 3 799 630 $, dönüşü olan ve Türk Hava Kurumuna kazandırılan harcamalar 9 142 925 $, D.H.O.’nın yurtiçi ve yurtdışı tanıtım ve organizasyon giderleri 5 912 295 $, (PR Reklam, TV...) 3 000 yarışmacı ile hakem, idareci vs. iaşe ve ihale giderleri ile FAI ve personel (Harcırah, Ulaşım) giderleri, açılış, kapanış, tören ve finansman giderleri 15 055 220 $ dır.

8 000 yarışmacı ve diğer katılımcıların masraflarının, ödedikleri giriş aidatlarından karşılandığı, harcamalarda savurganlık yapılması sözkonusu değildir.

Türk Hava Kurumunca kurban derisi, bağırsak toplama, fitre ve zekat zarfı dağıtmak suretiyle yardım toplanmasından elde edilen gelirlerden, yasal olarak paylaşılması gereken tüm kurumların payları hesap kesiminden itibaren bir yıl içerisinde ödenmektedir.

Bugüne kadar bu kurumlara; Türkiye Kızılay Derneğine 126 961 688 875 TL. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumuna 35 807 296 678 TL. Türkiye Diyanet Vakfına 11 756 279 780 TL. ve Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıflarına 140 325 705 067 TL. olmak üzere toplam 314 850 970 400 TL. ödeme yapılmıştır.

Uçuş kayıtlarının, Türk Hava Kurumu Uçuş Kuralları Yönergesi esaslarına göre tutulduğu, buna göre uçuş saatinin; uçağın park yerinden hareketinden uçuş sonu inişini müteakip park yerinde duruncaya kadar geçen süre olarak ve genellikle uçağın havada kaldığı süreye 15 dakika (park yerinden pist başına gidiş ve park yerine dönüş) ilave edilerek hesaplandığı belirtilmiş olup, sistemin kurumu yakıt zararına uğrattığı hakkında herhangi bir bilgi ve belgeye rastlanılmamıştır.

Bilgilerinize arz ederim.

Murat Başesgioğlu İçişleri Bakanı

2. – İstanbul Milletvekili Ercan Karakaş’ın, siyanürlü altın madeni işletmesi iznini iptal eden kararın uygulanmamasının nedenine ilişkin sorusu ve Çevre Bakanı İmren Aykut’un yazılı cevabı (7/3886)

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

Aşağıda yeralan sorularımın Çevre Bakanı tarafından yazılı olarak yanıtlanmasını arz ederim.

Ercan Karakaş İstanbul

Bilindiği gibi Danıştay 6 ncı dairesi, siyanürlü altın madeninin Anayasanın “herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.” ilkesine aykırı buldu. İzmir 1 inci Bölge İdare Mahkemesi de Danıştayın bu kararına uyarak Bergama’da siyanürlü altın madeni işletilmesi için verilen izni iptal etti.

Sorular :

1. Kapatma işlemi bugüne kadar niçin yerine getirilmedi?

2. Bu konudaki yetkinin Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığında olduğu görüşünde misiniz?

3. Görüşünüz buysa konuyu Bakanlar Kurulunun gündemine getirip yetki konusunu açıklığa kavuşturmak için bir girişiminiz oldu mu?

4. Olmadıysa niçin olmadı?

5. Yargı kararlarını uygulamayan bir hükümetin hukukun üstünlüğü ilkesinden ve yasalara saygılı olunmasından bahsetme hakkı var mıdır?

T.C. Çevre Bakanlığı Çevresel Etki Değerlendirmesi ve Planlama Genel Müdürlüğü 19.12.1997 Sayı : B.19.0.ÇED.0.12.00.01/2710-8561 Konu : Altın Madeni

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

(Kanunlar ve Kararlar Dairesi Başkanlığı)

İlgi : 28.11.1997 tarih A.01.0.GNS.0.10.00.02-7/3886-9456/24549 sayılı yazınız.

İlgide kayıtlı yazınızda, İstanbul Milletvekili Sayın Ercan Karakaş’ın, “siyanürlü altın madeni işletmesi iznini iptal eden kararın uygulanmamasının nedenine” ilişkin yazılı soru önergesinin cevaplandırılması istenmektedir. Soru önergesine ilişkin cevaplar aşağıda sunulmaktadır :

1. Bergama Altın Madeni ile ilgili yargı kararı madenin kapatılmasını öngörmektedir. Yargı kararında, faaliyet hakkında 19.10.1994 tarihinde verilen bakanlığımız görüşünün iptaline hükmedilmiştir. Bakanlığımızca verilen görüş; madenin işletilmesine yönelik bir ruhsat ve izin niteliğinde bir işlem olmadığından bakanlığımızca, mahkeme kararına dayanılarak bir kapatma işlemi yapılması mümkün değildir.

2. Madencilik faaliyetleri ile ilgili işletme ruhsatı ve izni verme yetkisi 3213 sayılı Maden Kanununun 25 ve 26 ncı maddeleri çerçevesinde Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığına aittir. Bu nedenle, iptal davasına konu bakanlığımız görüşü aralarında Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığının da bulunduğu konuyla ilgili bütün kurumlara gönderilmiştir. Anılan görüşün iptal edilmesi üzerine, bu görüşe dayanılarak tesis edilen bütün izin, ruhsat vb. işlemlerin yargı kararı doğrultusunda gözden geçirilmesi gerektiği hususu aynı kuruluşlara bildirilmiştir.

3-4. Sözkonusu karar, tarafımdan üç defa Bakanlar Kurulu gündemine getirilmiş ve bir Bakanlar Kurulu kararı istihsal edilerek çözüm yolu bulunmaya çalışılmıştır. Ancak Bakanlar Kurulunda yapılan geniş kapsamlı görüşmeler neticesinde, Bakanlar Kurulunun bu konuda karar verme yetkisinin olmadığı sonucuna varılmış, faaliyet sahipleri ile temasa geçilerek, faaliyetlerini yargı süreci tamamlanana kadar ertelemeleri hususunda telkin ve tavsiyede bulunulmasının uygun olacağı, bu konuda da Çevre Bakanının girişimde bulunması kararlaştırılmıştır. Bu bağlamda, faaliyet sahipleri çeşitli zamanlarda bakanlığa davet edilmiş, Bakanlar Kurulunun tavsiye kararı kendilerine iletilerek faaliyetlerini yargı süreci tamamlanana kadar ertelemeleri hususu istenmiştir.

5. Hükümetimiz, hukukun üstünlüğü ve yargı kararlarına saygılı olunması prensibini rehber edinmiştir. Bu bağlamda, gerek hükümetimiz ve gerekse bakanlığım, tasarruflarında bu prensibi her zaman gözönünde bulundurmuştur ve bulundurmaya da devam edecektir. Bu çerçevede, soru önergesinde belirtilen yargı kararı ile bakanlığımın görüşünün iptal edildiği öğrenilir öğrenilmez konu yeniden değerlendirilmiş ve kararın 21.10.1997 tarihinde tebliğini müteakip 23.10.1997 tarihinde ilgili kuruluşlara bahse konu yazı gönderilerek yargı kararının gereğinin yapılması istenmiştir. Dolayısı ile bu konuda bakanlığıma eleştiri yöneltilmesinde haklılık bulunmadığını düşünmekteyim.

Bilgilerinize arz ederim.

Dr. İmren Aykut Çevre Bakanı

3. – Erzincan Milletvekili Naci Terzi’nin, terör olaylarına ilişkin sorusu ve İçişleri Bakanı Murat Başesgioğlu’nun yazılı cevabı (7/3897)

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

TBMM İçtüzüğünün 96 ncı maddesi uyarınca aşağıdaki sorularımın İçişleri Bakanlığı tarafından yazılı olarak cevaplandırılmasını arz ederim. 20.11.1997

Saygılarımla.

Naci Terzi Erzincan

Sorular :

1. PKK terör olaylarında son aylarda bir tırmanma sözkonusu mudur? 55 inci Cumhuriyet Hükümeti’nin göreve gelmesinden bu yana kaç adet terör olayı olmuştur? Bu olaylarla kaç güvenlik görevlisi, kaç vatandaş şehit olmuştur? Kaç terörist ölü, kaç terörist sağ olarak ele geçirilmiştir?

2. PKKterör olaylarının tırmanmasında, devletin tehlike sıralamasının başına irticayı koyması etkili olmuş mudur?

3. Devletin, “İrtica PKK’dan daha tehlikelidir” tavrı güvenlik güçlerini psikolojik olarak PKK terörüne karşı zaafa uğratmış mıdır?

4. ANASOL-D’nin göreve gelmesinden bu yana kaç adet irticai terör olayı olmuştur? PKKterörü ile irticai terör olayları karşılaştırıldığında, PKK terörü mü daha tehlikeli, irticai terör olayları mı daha tehlikelidir?

T.C. İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü 19.12.1997 Sayı : B.05.1.EGM.0.12.01.01.274987 Konu : Yazılı soru önergesi.

Türkiye Büyük MilletMeclisi Başkanlığına

İlgi : TBMM Başkanlığının 28.11.1997 gün ve A.01.GNS.0.10.00.02-7/3897-9535/24680 sayılı yazısı.

Erzincan Milletvekili Naci Terzi tarafından TBMM Başkanlığına sunulan ve tarafımdan yazılı olarak cevaplandırılması istenilen soru önergesinin cevabı aşağıya çıkarılmıştır.

55 inci Cumhuriyet Hükümetinin göreve gelmesinden bu yana; (1201) terör olayı meydana gelmiş, bu olaylarda (264) güvenlik görevlisi, (9) kamu görevlisi şehit olmuş, (84) vatandaşımız ölmüş, (554) güvenlik görevlisi yaralanmış, (1551) ölü, (286) terörist yaralı ve sağ olarak, 3699 kişi de örgüte yardım yataklık ve işbirlikçi olarak yakalanmıştır. (86) irticaî alanda terör olayı meydana gelmiş, (13) vatandaşımız yaralanmış, (1) terörist ölmüş, 17 terörist teslim olmuş, (126) kişi de örgüte yardım yataklık ve işbirlikçi olarak yakalanmıştır.

PKKterör örgütünün eylemlerinde diğer dönemlere nazaran düşüş gözlenmektedir.

Bilgilerinize arz ederim.

Murat Başesgioğlu İçişleri Bakanı

 

4. – İstanbul Milletvekili Mehmet Sevigen’in, üniversitelerdeki öğrenci olaylarıyla ilgili beyanlarına ilişkin sorusu ve İçişleri Bakanı Murat Başesgioğlu’nun yazılı cevabı (7/3906)

 

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

Aşağıdaki sorularımın İçişleri Bakanı Sayın Murat Başesgioğlu tarafından yazılı cevaplandırılması için gerekli işlemlerin yapılmasını saygılarımla arz ederim.

Mehmet Sevigen İstanbul

 

Üniversitelerde son günlerde meydana gelen olaylar karşısında polisin olayları önlemekten daha çok, taraf tutar tavırlar takındığını üzülerek görmekteyiz. Üniversite ve ülke sorunlarına karşı, düşüncelerini demokrat çerçevede ifade eden gençlerimize kin ve husumet içinde davranılması hukuk devletinde içimize sindirmemiz imkânsızdır. Bu çerçevede;

1. Üniversitede meydana gelen olaylar karşısında şiddetin dışındaki protestolara hoşgörü ve tüm kesimlere eşitlik içinde, sağduyuya çağıran, bir anlayışla yaklaşılması gerekirken, “Üniversitedeki olayları solcular çıkarıyor” yaklaşımınızla, şiddet kullanılmasını onaylamıyor musunuz?

2. Üniversitelerde pek çok olayda, silah ve kesici aletlerle öğrencilere saldıran kişilerin “ülkücü” grup içinde yer aldıkları tespit edilmiş iken, bu sözlerimiz suç şebekelerini teşvik etmeyecek midir?

3. Yoksa, öğrencilere yönelen silah, satır ve bıçaklar “solcu” mudur?

4. Aynı zihniyetin devamı olan “Üniversitelerde olayları solcular çıkarıyor” yaklaşımınızın, üniversitelerde olayları tırmandıracağını; elinde silahla üniversite kampüslerinde dolaşan çete embriyolarını besleyeceğini düşündünüz mü?

5. Geçtiğimiz günlerde basın mensuplarına polisin şiddet kullanmasını kınayarak, “Polisin Cumhuriyet polisi” olacağını açıklamıştınız. Sizce, demokratik çerçevede taleplerini dile getiren gençlere hukuk dışına çıkarak, acımasızca şiddet kullanan polis, cumhuriyetin polisi midir?

6. Dini istismar ederek, laik demokratik cumhuriyete, parlamentoya ve hükümetinize karşı cami önlerinde, yasadışı gösteri yapan, polise saldıran tarikat mensuplarına gösterilen hoşgörü, üniversite öğrencilerinden neden esirgenmektedir?

T.C. İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü 19.12.1997 Sayı : B.05.1.EGM.0.12.01.01.274986 Konu : Yazılı soru önergesi.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına

İlgi : TBMM Başkanlığının 1.12.1997 gün ve A.01.GNS.0.10.00.02-7/3906-9572/24776 sayılı yazısı.

İstanbul Milletvekili Mehmet Sevigen tarafından TBMM Başkanlığına sunulan ve tarafımdan yazılı olarak cevaplandırılması istenilen soru önergesinin cevabı aşağıya çıkarılmıştır.

Üniversiteler ve dışında meydana gelen her türlü olaylar karşısında güvenlik güçlerimiz tamamen hukuk çerçevesinde hareket ederek her kesime hoşgörülü olarak yaklaşmakta, tarafsızlık ve eşitlik ilkelerine bağlı kalarak hareket etmektedir.

Bu prensipler dahilinde konusu suç teşkil eden eylemlerle ilgili olarak taraflar hakkında herhangi bir ayırım yapılmaksızın gerekli yasal işlemler yapılmaktadır.

Türk Polisi her zaman Cumhuriyetin Polisi olmuştur. Gelişen dünya şartlarında kendini geliştirip yenilemeye devam ederken, her dönemde hukuktan yana ve cumhuriyetin ilkelerini savunmaktan taviz vermez tutumuna devam ederken, yasalar çerçevesinde görevini ifa etmeye ayrım yapmaksızın devam edecektir.

Bilgilerinize arz ederim.

Murat Başesgioğlu İçişleri Bakanı

Türkiye Büyük MilletMeclisi

GÜNDEMİ

32 NCİ BİRLEŞİM

20 . 12 . 1997 CUMARTESİ

Saat : 10.00

1

BAŞKANLIĞIN GENEL KURULA SUNUŞLARI

2

ÖZEL GÜNDEMDE YER ALACAK İŞLER

X 1. – 1998 Malî Yılı Bütçe Kanunu Tasarısı ve Plan ve Bütçe Komisyonu Raporu (1/669) (S. Sayısı : 390) (Dağıtma tarihi : 9.12.1997)

X 2. – 1996 Malî Yılı Genel Bütçeye Dahil Kuruluşların Kesinhesaplarına Ait Genel Uygunluk Bildiriminin Sunulduğuna İlişkin Sayıştay Başkanlığı Tezkeresi ile 1996 Malî Yılı Kesinhesap Kanunu Tasarısı ve Plan ve Bütçe Komisyonu Raporu (1/633, 3/1046) (S. Sayısı : 401) (Dağıtma tarihi : 9.12.1997)

X 3. – Katma Bütçeli İdareler 1998 Malî Yılı Bütçe Kanunu Tasarısı ve Plan ve Bütçe Komisyonu Raporu (1/670) (S. Sayısı : 391) (Dağıtma tarihi : 9.12.1997)

X 4. – 1996 Malî Yılı Katma Bütçeye Dahil Kuruluşların Kesinhesaplarına Ait Genel Uygunluk Bildiriminin Sunulduğuna İlişkin Sayıştay Başkanlığı Tezkeresi ile 1996 Malî Yılı Katma Bütçeli İdareler Kesinhesap Kanunu Tasarısı ve Plan ve Bütçe Komisyonu Raporu (1/634, 3/1047) (S. Sayısı : 402) (Dağıtma tarihi : 9.12.1997)

 

3

SEÇİM

4

OYLAMASI YAPILACAK İŞLER

5

MECLİS SORUŞTURMASI RAPORLARI

6

GENEL GÖRÜŞME VE MECLİS ARAŞTIRMASI

YAPILMASINA DAİR ÖNGÖRÜŞMELER

163. – Ankara Milletvekili Saffet Arıkan Bedük ve 37 arkadaşının, Avrupa Birliği ve Kıbrıs başta olmak üzere Hükümetin izlediği dış politika konusunda Anayasanın 98 inci, İçtüzüğün 102 ve 103 üncü maddeleri uyarınca bir genel görüşme açılmasına ilişkin önergesi (8/15) (Başkanlığa geliş tarihi : 7.11.1997) (Görüşme günü : 20.12.1997 Cumartesi)

7

SÖZLÜ SORULAR

 

 

 

8

KANUN TASARI VE TEKLİFLERİYLE

KOMİSYONLARDAN GELEN DİĞER İŞLER

6. – İzmir Milletvekili H. Ufuk Söylemez ve Ankara Milletvekili Saffet Arıkan Bedük’ün, 4059 Sayılı Hazine Müsteşarlığı ile Dış Ticaret Müsteşarlığı Teşkilât ve Görevleri Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun Teklifi ve Plan ve Bütçe Komisyonu Raporu (2/832) (S. Sayısı : 379) (Dağıtma tarihi : 13.8.1997) (Görüşme günü : 22.12.1997 Pazartesi)

 

BUGÜNKÜ PROGRAM

Öğleden evvel Öğleden sonra

Saat : 10.00 - 13 00 14.00 - prg. bitimine kadar

VII. TUR 24 — SAĞLIK BAKANLIĞI (Bütçe-Kesinhesap)

a) Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü (Katma)

(Bütçe-Kesinhesap)

25 — ORMAN BAKANLIĞI (Bütçe-Kesinhesap)

a) Orman Genel Müdürlüğü (Katma) (Bütçe-Kesinhesap)

(RP, CHP, DYP, DSP, DTP, ANAP)

VIII. TUR 26 — DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI (Bütçe-Kesinhesap)

27 — ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK BAKANLIĞI

(Bütçe-Kesinhesap)

(CHP, DYP, DSP, DTP, ANAP, RP)

 

 

BİRLEŞİM 32’NİN SONU