Dönem : 22
Yasama Yılı : 2
T.B.M.M. (S. Sayısı : 664)
Türk Ceza Kanunu Tasarısı ve
Adalet Komisyonu Raporu (1/593)
T.C.
Başbakanlık 12.5.2003
Genel Müdürlüğü
Sayı :
B.02.0.KKG.0.10/101-540/2092
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET
MECLİSİ BAŞKANLIĞINA
Adalet Bakanlığınca hazırlanan ve Başkanlığınıza arzı
Bakanlar Kurulunca 14.4.2003 tarihinde kararlaştırılan “Türk Ceza Kanunu
Tasarısı” ile gerekçesi ilişikte gönderilmiştir.
Gereğini arz ederim.
Recep Tayyip Erdoğan
Başbakan
GENEL GEREKÇE
1960'lardan bu yana ceza
hukukundaki yeni ve demokratik gelişmelere yer vermek amacı ile Adalet
Bakanlığınca, "Temel Kanunlarda Çalışmalar Yapmak Üzere Kurulacak
Komisyonların Kuruluş ve Çalışma Usullerine İlişkin Yönetmelik" gereğince,
Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer'in Başkanlığında 14.1.1985 tarihinden itibaren
sivil ve askerî Yargıtay üyeleri, savcılar, hâkimler, avukatlar, öğretim
üyeleri ve Adalet Bakanlığı mensuplarının iştiraki ile üç komisyon
görevlendirilmiştir :
1. 1989 Türk Ceza Kanunu
Tasarısını hazırlayan ve 14.1.1985 tarihinde kurulan Komisyon;
2. 1997 Türk Ceza Kanunu
Tasarısını hazırlayan ve 6.6.1996 tarihinde kurulan Komisyon;
3. 2001 Türk Ceza Kanunu
Tasarısını hazırlayan ve 21.12.1999 tarihinde kurulan Komisyon.
İlk Tasarı 1987 yılında
gerekçesi ile birlikte yayınlandıktan sonra, çeşitli çevrelerden gelen
eleştiriler toplanmış ve bütün görüşler değerlendirildikten sonra 1989 Türk
Ceza Kanunu Tasarısı meydana getirilmiştir.
1989 Türk Ceza Kanunu
Tasarısından bazı hükümler 1.3.1926 tarihli ve 765 sayılı Türk Ceza Kanununa
21.11.1990 tarihli ve 3679 sayılı Kanunla nakledilerek kanunlaştırılmıştır.
İkinci Komisyondan metnin yeniden gözden geçirilmesi istenmiş ve Başkanlığına
Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer'i seçen bu Komisyon bir yıl süren çalışmalar
sonunda metne yeni şeklini vermiştir. Bu metin, Kanun Tasarısı hâline
getirilerek Bakanlar Kurulunca Türkiye Büyük Millet Meclisine sevkolunmuş ve
Adalet Komisyonunun gündemine alınmış ve bir Alt Komisyon kurulmuştur. 1999
yılında seçimlerin yenilenmesi üzerine Tasarı, Hükûmet tarafından, yeniden
incelenmesi için geri çekilmiş ve yeni bir Komisyon kurulmuştur. Komisyon ilk
iş olarak 1997 metnini bütün barolara, üniversitelere, Devlet kuruluşlarına ve
başta Yargıtay olmak üzere adlî kuruluşların tümüne, Askerî Yargıtaya,
Danıştaya göndermiş ve metin hakkında görüşlerin yazılı olarak bildirilmesini
istemiştir. Gelen bütün görüşler değerlendirilmiş ve 11 çalışma toplantısında
24 gün çalışma yapılarak yeni bir metin meydana getirilmiştir. Bu metin Adalet
Bakanlığınca tekrar bütün bakanlıklara, üst yargı kuruluşlarına, bir kısım
Devlet teşkilâtına, üniversite ve barolara gönderilerek görüşleri istenmiş ve
bu görüşlerin tümü Komisyon tarafından incelenip değerlendirildikten sonra 2001
Türk Ceza Kanunu Tasarısı meydana getirilerek Adalet Bakanlığına sunulmuştur.
Bu genel gerekçe, 1989
metnine ilişkin genel gerekçenin gözden geçirilmiş ve 2001 metnine uydurulmuş
ve eklenen yeni hükümleri ayrıca içeren yeni bir metindir. Ceza hukuku
biliminde ve mukayeseli kanunlarda yer alan yeni ilke ve esaslar 2001
Tasarısına ve gerekçesine yansıtılmıştır. Bu arada 1/3/1926 tarihli ve 765
sayılı Kanun ile 13/7/1965 tarihli ve 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkında
Kanunda yapılan değişiklikler de 2001 Tasarısına aynen yansıtılmış ve Tasarıya
son şekli verilmiştir.
Avrupa ülkelerinde XVIII.
Yüzyılın ikinci yarısından itibaren yeni ceza kanunları yapma hareketlerine
girişildiği ve XIX. Yüzyıl süresince bu hareketin yaygınlaşarak sürdürüldüğü
bilinmektedir. Bu dönemde meydana getirilen ceza kanunlarının ortak özellikleri
arasında en önemlileri, cezalarda şiddetin, ölüm cezasının uygulandığı hâllerin
azaltılması ve hürriyet ve haklara üstün yer verilmesi, işkence usullerinin
kaldırılmasıdır. Bununla birlikte XIX. Yüzyılın başından itibaren meydana
getirilen kanunlarda ağır cezalar yeniden itibar görmeye başlamış ise de XX.
Yüzyılın ikinci yarısından sonraki dönemde cezalarda yumuşama akımı kendisini
göstermiş ve bu hususta liberalizm ve hümanizm başlıca etkenleri oluşturmuştur.
1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunun kaynağını teşkil eden 1889 İtalyan
Zanardelli Kanunu, ilk şekli itibarıyla, bu akımların belirgin bir örneğini
oluşturmuştu.
XX. Yüzyıla gelindiğinde
Birinci Dünya Savaşından önceki dönemde gerçekleştirilen kanun değişikliklerinde
ve meydana getirilen yeni ceza kanunu tasarılarında, Pozitivist teorinin
etkileri açıkça görülmektedir. Birinci ve İkinci Dünya savaşları arasındaki
dönemde ise, ceza kanunları değiştirilmekle birlikte, bunları tamamlayıcı
kanunlarla ikmal etme yolu da tutulmuş ve böylece genel ceza kanununun dışında
belirli sosyal ve ekonomik alanlara ilişkin ve ceza hükümlerini içeren çok
sayıda özel kanun meydana getirilmiştir. Bu tip kanunlara öğretide "ceza
hükümlerini içeren tamamlayıcı kanunlar" denilmektedir. Bir alanın,
çeşitli kısımları itibarıyla ve değişik hukuk dalları yönünden düzenlenmesi ve
yaptırımları oluşturan cezaların da aynı bünyede yer alması suretiyle
uygulayıcılara kolaylık sağlanması ihtiyacı ortaya çıktığından bu yol
tutulmaktadır. Söz gelimi, uyuşturucu maddeleri çeşitli yönlerden düzenlemek
söz konusu olduğunda, bunların doğal maddesini veren bitkilerin ekiminden
imaline, dağıtımına, tekellerin yürütülmesine, ticaretine, kanun dışı sevk,
nakil ve ithâline, satışına ve kullanılmasına ilişkin bütün hükümlerin ve
yaptırımların hatta zorunlu ceza hukuku kurallarının, ayrı bir kanun içerisinde
belirtilmesi, çeşitli yönlerden yarar sağlayacağından, bu hükümlere genel ceza
kanunları bünyesi içerisinde yer verilmemesi yeğlenmiştir. Türk mevzuatının
bazı konulardaki gelişmesi de bu yaklaşımı yansıtmaktadır.
XX. Yüzyılda İkinci Dünya
Savaşına kadar geçen dönemde, gerek genel ceza kanunlarındaki, gerek
tamamlayıcı özel ceza kanunlarındaki değişikliklerde kriminolojinin, suç ve
ceza siyasetinin çok açık etkileri görülmektedir.
Gerçekten de Batıda XX.
Yüzyıla ait ceza kanunu yapma ve değiştirme, tamamlayıcı ceza kanunlarını
meydana getirme hareketleri özellikle, kriminolojik araştırmaların sonuçlarını
göz önüne alan belirli bir suç ve ceza siyasetinin esaslarına dayandırılmıştır.
Bir ülkede suça karşı toplumun tepkisini yansıtan ceza mevzuatının, mutlaka
belirlenmiş, kısımları ve unsurları itibarıyla ahenkli bir yapıya sahip yeni
bir sistem oluşturan ve fakat aynı zamanda değişen sosyal koşullara
uydurulabilecek nitelikte esnek bir suç ve ceza siyasetine dayanması gerekir.
Hâl ve koşullara tâbi olunarak veya bir kısım kamuoyunun yahut baskıların
etkisi altında kalınarak meydana getirilmiş veya hükümleri değiştirilmiş bir
ceza mevzuatı, bazı yazarların deyimiyle "panik mevzuatı", çağın
müktesebatına uygun ve toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak hukukî bir araç
oluşturamaz. Sözü edilen panik mevzuatı, toplumların, bazı tarih dönemlerinde
suçu önlemekteki yetersizliklerinden, vatandaşların haklarını korumak
hususundaki başarısızlıklardan kaynaklanmaktadır.
Ceza mevzuatı, çağın
gereklerini ve yeniden oluşan millî ve insanlığın ortak değerlerini vurgulayan,
insan haklarını ve toplumsal güvenliği korumayı hedefleyen bir "suç ve
ceza siyasetine" dayandırılmalıdır.
Avrupa Konseyi Bakanlar
Komitesinin 23 Haziran 1983 tarihli 361 inci toplantısında alınmış tavsiye
kararı çerçevesinde kurulan özel komitenin meydana getirildiği ve 1984 yılında
yayınlanmış bulunan Raporda, suç siyaseti şu suretle tanımlanmaktadır:
"Suç siyaseti, suçlularla meşgul olarak ve suç mağdurlarının haklarını
güvence altına alarak, toplumu suça karşı korumayı hedef alan cezaî veya diğer
nitelikteki değişik tedbirler ve araçlardan oluşan politikayı ifade eder."
Bir cümleyle belirtilmesi gerekirse, genel ve özel önleme dahil, suça karşı
direnç ve mücadelede hedefleri belirlemek, araçları saptamak ve bunların ne
suretle kullanılacaklarını göstermek, bunu yaparken insan haklarına saygıyı
daima göz önünde bulundurmak üzere oluşturulan stratejiler ve bunların
uygulanmaları sanatı, suç ve ceza siyasetini oluşturur ve ceza kanunları ve
mevzuatı söz konusu siyasetin en başta gelen uygulama araçlarını
oluşturacağından mevzuatın, suç ve ceza siyasetinde saptanmış ilkelere ve
hedeflere göre düzenlenmesi gerekir.
İkinci Dünya Savaşına
kadar olan dönemde Batı ülkelerinde uygulanan suç siyaseti çerçevesinde suçlu
çocuklara, çocuk mahkemelerine, koşullu salıvermeye, tekerrüre, itiyadi
suçlulara, hafifletici nedenlere, özel hukuk tüzel kişilerinin sorumluluğuna,
denetimli serbestliğe, sosyal savunmaya, süresi kesin olmayan hükme ve diğer
benzeri kurumlara ilişkin hükümleri kapsayan ceza kanunlarını tamamlayıcı özel
kanunlar meydana getirilmiştir.
İkinci Dünya Savaşından
ve özellikle 1960'lardan itibaren çok sayıda ceza kanununun geniş ölçüde
değiştirildiği veya yerlerine yenilerinin konulduğu görülüyor: İtalyan Ceza
Kanunu geniş ölçüde değiştirilmiş, Alman, Avusturya, İspanyol, Japon, Sovyetler
Birliği, Doğu Bloku ülkeleri yeni ceza kanunları yapmışlardır. İsviçre yeni bir
Ceza Kanunu Tasarısı hazırlamış ve 1992 yılında bunu yayınlamış bulunmaktadır.
1994 yılında yürürlüğe giren yeni Fransız Ceza Kanunu çağımız ceza hukukunun en
gelişmiş bir eseri olmak özelliğini taşımaktadır.
Dağılan Sovyetler Birliği
ceza hukukunun Marksist ilkelere bağlı olduğu bilinmektedir. Birliğin
dağılmasından sonra Rusya Federasyonu tarafından hazırlanan Ceza Kanunu 1 Ocak
1997 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Tasarının 2 nci maddesinin (1) numaralı
bendinde hedefler şu suretle belirtiliyor: "Bu Kanunun ödevleri: Kişinin
ve yurttaşın hak ve hürriyetlerini, mülkiyeti, kamu düzeni ve kamu güvenliğini,
çevreyi, Rusya Federasyonunu anayasal düzenine yönelik suçlardan korumak, barış
ve insanlığın güvenliğini sağlamak ve suçları önlemektir."
Batı ülkelerinde görülen
ve yukarıda özetlenen kanunlaştırma hareketleri karşısında Ülkemizdeki durum
şöylece belirtilebilir;
Ülkemizdeki Ceza Kanunu
yapma hareketlerinin Tanzimattan kaynaklandığı bilinmektedir. Gülhane Hattı
Hümayunu ile "mahsusen bir ceza kanunnamesinin tanzimi" öngörülmüş,
1856 Islahat Fermanında ise, aynı konuya değinilmekle birlikte hapis cezasının
infazında insancıl esaslara uyulması gerektiği vurgulanmıştır. Bu esaslar
çerçevesinde yerli kanunlar olarak 1256 Ceza Kanunnamesi, sonra 1267 Kanunu
Cedit meydana getirilmiştir. Her iki kanun da çok basit, hükümleri çok noksan
metinlerden ibaret bulunduğu için bir işe yaramamış ve 1858 yılında, 1856
Islahat Fermanındaki emre uyularak 1810 Fransız Ceza Kanunu, Ceza Kanunnamei
Humayunu adı ile aynen tercüme edilmek suretiyle 28 Zilhicce 1274 (1858)
tarihinde yürürlüğe konulmuştur. Bu Kanun, Osmanlı İmparatorluğunun
dağılmasından sonra da, İmparatorluktan ayrılmış olan ve bağımsız devlet hâline
gelen bazı ülkelerde uygulanmaya devam etmiştir. Kanun değişik tarihlerde
değiştirilmiş ve bunlardan en önemlisi 1341 yılında gerçekleşmiştir.
1926 yılında yürürlükten
kaldırılan bu Kanunun yerine, 1889 İtalyan Zanardelli Kanunundan çok geniş
ölçüde iktibas edilmek suretiyle, hâlen yürürlükte bulunan 1/3/1926 tarihli ve
765 sayılı Kanun getirildi. Kanun iktibas olunurken bir kısım hükümler 1274
Kanunundan yeni metne aktarılmış, bu yüzden hükümler arasında çelişkiler
meydana gelmiş ve bu hâl Kanunun sık sık değiştirilmesini zorunlu kılmıştır.
Bugün de 1274 Kanunundan iktibas olunan bazı hükümler yürürlüktedir. Kanunun
çeşitli maddeleri 62 defa değiştirilmiş ve bunların bazıları çok kapsamlı
olmuştur. Bu Kanunun yerini almak üzere yapılan çalışmalardan yukarıda söz
edilmişti.
Bir memleketin ceza
kanunu, diğer bir ülkeden iktibas suretiyle meydana getirilecek olursa, zaman
içinde hükümlerin değiştirilmesi ihtiyacının ortaya çıkması çok olağandır.
Özellikle devlet ve toplumun ana ilkelerini, yeni sosyal değerleri korumak
bakımından kaynak kanunda yeterli hüküm bulunmadığı için noksanların zaman
içinde ceza kanununa eklenen hükümlerle veya kanunlarla tamamlanmasına ve yeni
değerlerin böylece korunmasına çalışılacaktır. Ceza mevzuatında temel ihtiyaç,
insanları, değişen değerlere çabuk uydurabilmektir.
Kaldı ki, demokratik bir
ceza kanunu, ortaya çıkan ihtiyaçların baskısıyla veya gereği olarak gelecek
kuşaklar tarafından mutlaka değiştirilir. Toplumun değerler sıralamasında
meydana gelen gelişmelere göre, kanunun değişmesi, elbette ki, normal
sayılmalıdır. Suç ve ceza siyaseti bakımından en önemli husus değişen değerleri
fazla zaman geçirmeden ceza kanunlarına yansıtabilmektir. Ancak yukarıda da
değinildiği üzere, bütün bu değişikliklerin uygun şekilde tertiplenmiş bir suç
ve ceza siyasetine göre yapılması gerekmektedir. Oysa bizde, sözü edilen kanun
değişikliklerinin tümünün belirlenmiş bir suç ve ceza siyasetine dayanılarak
gerçekleştirilmiş bulunduğunu söylemek olanaklı değildir. Yapılan
değişikliklerin hiç olmazsa bir kısmının panik mevzuatı niteliğinde bulunduğu
da söylenebilir.
Yürürlükte bulunan
1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanun üzerinde kısa bir irdeleme ve
değerlendirme yapılacak olursa, özetle şu hususlar saptanabilir:
Her şeyden önce Kanunun
dili üzerinde durmak gereklidir. Dil o kadar eskidir ki, değil günümüzde hukuk
fakültelerinde okuyan gençler, hatta belirli bir deneyim kazanmış hukukçular
bile Kanunda geçen bazı sözcükleri, anlamak şöyle dursun, doğru olarak telaffuz
edememektedirler. Bir kısım hukukçuların artık anlayamadıkları bir dil ile
yazılmış bir Kanunu, vatandaşların anlayıp algılayarak, hükümlerine uygun
biçimde hareket etmesi, elbette ki, beklenemez.
Ayrıca şu hususa da
işaret edilmelidir ki, Kanunun değişik tarihlerde geçirdiği değişikliklerde de,
iktidarın anlayışına göre farklı bir dil kullanılmış, yerleşmiş hukuk
terimlerinde bile değişiklik yapıldığı görülmüştür. Yürürlükteki 230 ve 240
ıncı maddelerin Türkçesi bu hususta çok belirgin bir örnek olarak verilebilir.
Yine bu nedenle, Yargıtay kararlarında, yerleşmiş hukuk terimleri bile değiştirilmekte,
bu bakımdan değişik dairelerin kararlarında farklı terimler
kullanılabilmektedir. Bu hâl Ülkede hukuk birliği yönünden sakıncalar meydana
getirebilir.
1/3/1926 tarihli ve 765
sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra çıkarılan özel kanunlarda, Kanunun
hükümlerini bazen vurgulayan, bazen bunlarla çelişen ve bazen sadece aynı
hükümleri kelime değişiklikleriyle tekrarlayan hükümler yer almış ve böylece
duraksamalar ortaya çıkmıştır. Bu hususta son yıllarda gerçekleşmiş iki örnek
ayrıca verilebilir:
Cezaların İnfazı Hakkında
Kanun, hiç şüphesiz Türk Ceza sisteminde çağdaş esasları vurgulayan büyük bir
reform hareketini yansıtmaktadır. Ancak teknik bakımdan bu Kanun cezaların
infaz tarzına ait esaslar dışında cezaların niteliğine ilişkin hükümler getirerek,
1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunun bir kısım maddelerini örtülü olarak ilga
etmiş ve bu bakımdan uygulamada duraksamalara neden olmuştur. Aynı suretle
7/11/1979 tarihli ve 2253 sayılı Çocuk Mahkemelerinin Kuruluşu, Görev ve
Yargılama Usulleri Hakkında Kanun da, çocukların ceza sorumluluğuyla ilgili
esasa ilişkin hükümler getirmiş ve bu konuda 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı
Kanundaki hükümler bakımından bir kısım duraksamalara neden olmuştur.
1/3/1926 tarihli ve 765
sayılı Kanunda yapılan değişikliklerin, hiç olmazsa bazılarının "panik
mevzuatı" karakterini taşıdığını da söylemek gerekir. Sözgelimi, 313 üncü
maddede gerçekleştirilen değişiklikler, bu maddenin korumak amacında bulunduğu
hukukî yarar ile 168 inci maddenin koruduğu değerlerin karışmasına neden
olabilecektir.
Kanunun genel
hükümlerinin önemli bir kısmının çağdaş gelişmelere uygun bulunmadığını
söylemek doğru olur; ilk maddelerinde yer alan ve yabancı memleketlerde işlenen
suçların Türkiye'de kovuşturulmasına ilişkin bulunan hükümler, "non bis in
idem" kuralına aykırı nitelikler taşıdığı ve adalete aykırı çok ağır
cezaların verilmesine götürdüğü için, zaman içinde, Yargıtay alışılmış olmayan
bir içtihat kurmak suretiyle adaletsizliği gidermeye çalışmış ve sonra 1989
Türk Ceza Kanunu Tasarısından alınan 10/a maddesi ile kısmen de olsa sakıncanın
giderilmesine girişilmiş bu kere de Kanunun 7 nci maddesinin örtülü olarak
kalkmış olup olmadığı problemi ortaya çıkmıştır.
Bugünün koşulları
içerisinde, ölüm cezasının zorunlu ve nadir hâllerde ve çok ağır suçlarda kabul
edilebilmesi olanaklı görüldüğünden 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanun yine
1989 Türk Ceza Kanunu Tasarısından esinlenerek 11/10/1992 tarihli ve 3679
sayılı Kanunla yapılan değişiklikle, belirtilen gereklere uymuş ve ancak çok ağır
bazı suçlar bakımından bu cezayı öngörmüş bulunmaktaydı. 3/10/2001 tarihli ve
4709 sayılı Kanunla, Anayasanın 38 inci maddesinde yapılan değişiklikle, savaş,
çok yakın savaş ve terör suçları hâlleri dışında ölüm cezası verilemeyeceği
hükmü getirilmiş olduğundan, bu değişikliğe uygulama yeteneği kazandırılması
amacıyla, 3/8/2002 tarihli ve 4771 sayılı Kanunun 1 inci maddesiyle, 1/3/1926
tarihli ve 765 sayılı Türk Ceza Kanunu, 7/1/1932 tarihli ve 1918 sayılı
Kaçakçılığın Men ve Takibine Dair Kanun ile 31/8/1956 tarihli ve 6831 sayılı
Orman Kanununda yer alan idam cezaları savaş ve çok yakın savaş tehdidi
hâllerinde işlenmiş suçlar için öngörülenler hariç olmak üzere müebbet hapis
cezasına dönüştürülmüştür. Ancak Ülkemizde yıllardan beri uygulanmayan bir cezanın
hâla kanunlarda yer almakta devamı artık yerinde bir tutum sayılamayacağından
Tasarı bu cezayı hiçbir istisna gerektirmeksizin kaldırmıştır.
Kanunun cezalar sistemi,
13/7/1965 tarihli ve 647 sayılı Kanunla getirilen değişikliklerden sonra
mutlaka bir yeniden gözden geçirmeyi gerektirir hâle gelmiştir. Böylece
hürriyeti bağlayıcı cezalarda ağır hapis, hapis ve hafif hapis ayırımının bir
anlamı kalmamıştır. Hürriyeti bağlayıcı cezaların seçenekleri arasında bugün
artık uygar ülkelerin pek çoğunda başarı ile uygulanmakta bulunan "kamu
yararına çalıştırma" ve "uzlaşma" kurumuna yer verilmemiş olması
önemli noksanlıklar sayılmalıdır.
Mahkûmiyetin kanunî
neticeleri, müebbet fer'î cezalar, ceza ve güvenlik tedbirleri, günümüzün
geçerli insancıl görüşleri ile ceza sisteminde mutlaka göz önünde
bulundurulması zorunlu, suçlunun iyileştirilmesi, yeniden sosyalleştirilip
toplumla bütünleştirilmesi ve bu maksatla uygun bir iyileştirmeyi gerektirdiği,
bir yeniden sosyalleştirmeye tâbi tutulması hususundaki çağdaş ceza bilimlerinin
ortak esaslarıyla bağdaşabilir nitelikte değildir.
13/7/1965 tarihli ve 647
sayılı Kanunla yapılan reformlar sonucu, cezanın ertelenmesinin düzenlenmesine
ilişkin esasların, bir miktar düzeltilmiş bulunduğunu kabul etmek olanaklı ise
de, bugünün geçerli ceza görüşleri çerçevesinde bu kadarı yeterli sayılamaz.
Kanun hükümlerinin yeterince açık olmaması, erteleme konusunda, söz konusu
Kanundaki bazı hükümlerin bile uygulanamayacağını ifade eden Yargıtay
kararlarına neden olabilmiştir.
Teşebbüs konusunda failin
ne zaman icraya geçmiş bulunacağına ilişkin olmak üzere öğretide belirtilen ve
yabancı mevzuatta yer alan görüşlerden 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunun
uzak kalması, hükümlerin uygulanmasında hatalara neden olmuştur.
Teşebbüsten gönüllü vazgeçme
yanında bütün suçlarda etkin pişmanlık hâline genel hükümler arasında yer
verilmemiş olması, uygun suç ve ceza siyaseti bakımından önemli bir noksanlık
sayılmalıdır.
1/3/1926 tarihli ve 765
sayılı Kanunda yer alan iştirak hükümlerinin yazılış tarzı duraksamalara neden
olmakta ve ayrıca özel kısma konulmuş ve bazı suçlara ilişkin özel iştirak
hükümleri anlamsız sonuçların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Söz gelimi
1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunun 168 inci maddesini ihlal edenler, 146
ncı maddenin üçüncü fıkrasındaki fer'î iştirake ilişkin özel hüküm nedeniyle
313 üncü maddeye göre mahkûm edilenlerden çok daha az cezaya uğramakta idiler;
kısmî bir değişiklik ile bu sakıncanın giderilmesine geçen yıllarda çalışılmış,
bu defa da 313 üncü maddenin cezası doyurucu olmaktan çıkmıştır.
Ceza sorumluluğunda isnat
yeteneğini etkileyen nedenler bakımından Kanun, gerekli bir kısım hükümleri
içermemektedir.
İsnat yeteneğini kaldıran
akıl hastalığı bakımından, 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunun 46 ve 47 nci
maddeleri çok kere anlamsız ayırımlara ve adaletsizliklere neden olmaktadır.
Kusurun önemli bir
kısmını oluşturan taksir hakkında, 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunda genel
bir hüküm ve tanım bulunmadığından değişik maddelerde taksiri oluşturan hâller,
bazen noksan olarak, sürekli tekrarlanmaktadır.
Çocuk ve küçüklerin ceza
sorumluluğu, eğitimleri, toplum ile yeniden bütünleştirilmeleri bakımından
1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunda yer alan hükümler son derece geri
kalmıştır ve noksandır. Bu alanda uygar ülkelerdeki gelişmeler 1/3/1926 tarihli
ve 765 sayılı Kanuna yansıtılamamıştır.
1/3/1926 tarihli ve 765
sayılı Kanundaki hukuka uygunluk nedenlerini belirten hükümler noksandır: Meşru
savunmadan yararlanma hususundaki koşullar çok kısıtlı olduğundan, suçlarla
mücadelede en etkin bir araç olan bu kurumun Türkiye'deki uygulaması sınırlı
hâllerde olanak kazanmakta ve insanlar, saldırı karşısında kendilerini savunma
bakımından duraksamalar içine düşmektedirler. Hukuka uygunluk nedenlerinde
sınırın aşılmasına ilişkin hükümler yanlış tercüme sonucu bir anlam taşımamakta
ve menfaatler durumuna aykırı kararlar verilmektedir. Son yıllarda Yargıtayın
yeni kararları bu sakıncaların, kısmen de giderilmesini sağlamıştır.
Hukuka uygunluk nedenleri
olup değişik Yargıtay kararlarında da kabul edilmiş bulunan rıza, hakkın,
meslekî hakların kullanılması gibi nedenlerin Kanunda yer almamış bulunması
önemli bir noksanlık sayılmalıdır.
Cezaların gerçek içtimaı
hâlinde, 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanun esas itibarıyla toplama sistemini
kabul ettiği hâlde, bazı hâllerde bu sistemden gereksiz olarak ayrılmakta ve
böylece sistemin mantığına aykırı sonuç ortaya çıkmakta idi. 1989 Türk Ceza
Kanunu Tasarısından, 11/10/1992 tarihli ve 3679 sayılı Kanun ile aktarılan
hükümler, bu sakıncaları belirli bir ölçüde olmak üzere gidermiştir.
Yıllardan beri yerleşmiş
ve tekerrürün oluşması için mahkumiyete ait cezanın infaz edilmiş bulunmasını
zorunlu sayan madde metninin yeterli derecede açık olmamasından kaynaklanan
Yargıtay içtihadı dolayısıyla, kurumun ceza hukukunda yararlı bir araç olmak
niteliği azalmakla kalmamış, 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunun bazı
hükümlerini de anlamsız söz (haşiv) saymak sonucu ortaya çıkmıştır. Ayrıca
1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunda yer alan özel tekerrür hâlleri, gereksiz
hukuk labirentleri yaratmakta ve verilen hükümlerin Yargıtayca bozulmasına ve
böylece davaların uzamasına neden olmaktadır.
1/3/1926 tarihli ve 765
sayılı Kanun, "mağdurun ceza hükümleriyle korunmasını" ve olanak
ölçüsünde suçlunun suç yolundan caydırılmasını sağlamayı, bir suç ve ceza
siyaseti ilkesi olarak belirtmediği için suçların mağdurları yeterli derecede
korunamamaktadırlar. Özellikle cinsel özgürlüğe saldırı ve başta ırza geçme
cürümlerinde suça hedef olmuş bulunan kadın ve kızlar dava dolayısıyla bazen
bir defa daha mağdur hâline gelmektedirler.
Çağın en önemli suçluluk
şekillerinden birisi ekonomik ve örgütlü suçlardır. Bu konu ise özel hukuk
tüzel kişilerinin ceza sorumluluğunu güncel bir sorun olarak ortaya çıkarmıştır.
Bu konuda öteden beri sürdürülen çalışmalar bugün artık belirli ve yerleşmiş
bir düzeye gelmiş bulunmaktadır. Gerçekten Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi 20
Ekim 1988 tarihli tavsiye kararları ve (R(88)18) sayılı eki ile tüzel kişiliği
haiz ekonomik teşebbüslerin, belirli koşullarla, ceza sorumluluklarının üye
devletlerce kabulü hususunda tavsiye kararı vermiş bulunmaktadır. (Council of
Europe, Liability of enterprises for offencer-Recommandation No.R(88)18-20
October 1988) Birleşmiş Milletlerin 9-17 Nisan 2000 tarihlerinde topladığı
"Suçların Önlenmesi ve Suçluların İyileştirilmesi" Büyük
Konferansında örgütlü suç ile mücadelede tüzel kişilerin ceza sorumluluğu
konusu vurgulanmıştır.
Birleşmiş Milletlerce
2000 Aralık tarihinde Palermo'da imzaya açılmış bulunan "Sınıraşan Örgütlü
Suça Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi"nin 10 uncu maddesi tüzel
kişilerin sorumluluğunu tesis etmekte ve Sözleşmeyi kabul eden ülkeleri,
belirtilen ciddî suçlar nedeniyle tüzel kişileri sorumlu tutarak cezalandırmak
taahhüdü altına sokmaktadır. Ülkemiz bu Sözleşmeyi hemen imzalamış ve 30/1/2003
tarihli ve 4800 sayılı Kanunla söz konusu Anlaşmanın onaylanması uygun
bulunmuştur. 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanun, tüm bu gelişmelerden de uzak
kalmıştır.
Anayasamızın açık hükümlerine
karşın, çağdaş ceza hukukunda önemli bir yaptırım türü ve suçlunun
iyileştirilmesi aracı olan güvenlik tedbirleri, 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı
Kanunda ayrıca ve ayrıntılı olarak düzenlenmiş değildir. Gerek suçluyu
iyileştirmek, gerek toplumu korumak bakımından çağdaş ceza hukukunun önemle
ortaya koyduğu güvenlik tedbirlerine 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunda
sistematik olarak yer verilmemiş olması önemli bir noksan sayılmalıdır. Son
gelişmelerde özellikle üzerinde durulan ve Birleşmiş Milletler Konferansının
tavsiye ettiği "uzlaşma"ya yer verilmemiş olmasının bir noksanlık
oluşturduğu, yukarıda açıklanmıştır.
1/3/1926 tarihli ve 765
sayılı Kanunun Özel Kısmına ait hükümlerin belki daha da fazla
eleştirilebilmesi olanağı vardır.
Bir defa 1/3/1926 tarihli
ve 765 sayılı Kanunun Özel Kısmında olağanüstü vak'acı (casuistique) bir sistem
uygulanmış, birbirini izleyen, birbirinin istisnalarını oluşturan, istisnanın
istisnasını ifade eden madde ve fıkralar arasından olaya uygun bulunanı
belirlemek hususunda uygulamacılar duraksamalar içinde kalmışlardır. Uygulama
hataları dolayısıyla verilen kararlar, Yargıtayda bozulmakta ve davaların, sırf
Ceza Kanunu hükümlerinin düzenlenme biçimi nedeniyle bu yüzden uzadığı da
görülmektedir.
Ayrıca aynı konuyu düzenleyen
hükümler bakımından tekrarlar vardır. Bir suç, bir fasılda düzenlendikten sonra
bunun istisnasının başka bir kısımda ve fasılda yer alması gibi uygulamada
hatalara yönlendiren hükümlere rastlanmaktadır.
Özel Kısmın ayrı
bölümlerinde yer almış bulunan ve aynı nitelikte olan hükümlerin uygulama
alanlarını bulmak güçlükler çıkarmaktadır; bu hususta 419 ve 576 ncı maddeleri
örnek olarak vermek olanaklıdır.
Sonradan yürürlüğe giren
ve bir konuyu tümüyle düzenleyen kanunlarda yer alması gerekli hükümlerin, sırf
belirli suçlar bakımından Ceza Kanununda kalmış bulunduğu görülmektedir. Söz
gelimi 15/7/1950 tarihli ve 5680 sayılı Basın Kanununun 16 ve 1/3/1926 tarihli
ve 765 sayılı Kanunun 427 nci maddeleri gibi.
Özel Kısmın
değişikliklerinde cezaları ağırlaştırmanın suçları engelleyeceği düşüncesi çok
defa etmen olmuş ve bu nedenle bazı suçlarda gerçekten algılanması güç cezalar
söz konusu olduğu hâlde diğer bir kısım suçların cezalarında şikâyetleri
çekecek derecede yumuşak tutum egemen bulunmuştur.
1/3/1926 tarihli ve 765
sayılı Kanunun "Kabahatler" Kısmında yer almış bir kısım hükümlerinin
belediye tedbirleri ile karşılanabilecek nitelikte olduğu, bir kısmının ise
artık suç olmaması gerektiği düşünülebilmektedir.
Buna karşılık 1/3/1926
tarihli ve 765 sayılı Kanunda yer alması gerekli olan ve çağdaş teknolojinin
insan hayatına getirdiği modern araçların küreselleşmenin (globalleşmenin) bir
ölçüde işlenmesine neden olduğu suçlara, uygulamaların ortaya çıkardığı yeni
suç şekillerine, işkenceye, jenosite, insanlık aleyhine fiillere yeni ekonomik
suçlara, özel hayata müdahâleye ilişkin fiillere, kişileri kanunsuz fişlemeye,
fikir ve düşünce hürriyetini koruyan hükümlere, ırkçılığı yasaklayan
yaptırımlara Kanunda yer verilmemiştir.
Aynı suretle ailenin
korunmasına ilişkin bir kısım hükümlerin bile 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı
Kanunda yer almamış bulunması esaslı bir noksan sayılmalıdır.
İşte ancak bir kısmı
belirtilen bu ve benzeri nedenler dolayısıyla 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı
Kanunun yerine bir yenisinin getirilmesi, değişik tarihlerde söz konusu olmuş,
hatta 1942'lerde 1931 İtalyan Ceza Kanunu iktibas olunarak bir tasarının ortaya
konulmasına çalışılmıştır. 8/11/1951 tarihinde, Adalet Bakanlığınca bir kısım
üniversite profesörlerinden, Yargıtay üyelerinden, Adalet Bakanlığı
ilgililerinden bir komisyon kurularak bir ceza kanunu tasarısı hazırlaması
istenilmiş ise de, sonradan bütçede bu maksatla yollukları karşılayacak ödenek
bulunmadığı açıklanarak komisyonun çalışmasına son verilmiştir.
Yukarıda bir kısmı
açıklanan 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanuna ilişkin eleştirileri göz önüne
almak suretiyle yürürlükteki Kanunu değiştirmek yerine, yeni bir ceza kanunu
tasarısının hazırlanması hususundaki çalışmalardan ve bunların sonuçlarından
söz edilmiştir.
1985'lerden itibaren Türk
Ceza Kanunu Tasarılarının hazırlanmasına girişilirken, her şeyden önce yukarıda
değinildiği üzere, çalışmalara temel olacak suç ve ceza siyasetinin esaslarının
saptanması uygun görülmüş ve bu hususta uyulacak suç ve ceza siyasetinin temel
hedefi; insan hak ve hürriyetlerini güvence altında bulundurmak, korumak, insan
kişiliğine saygıyı pekiştirmek; ancak toplum savunmasını ihmal etmemek ve kişi
hak ve hürriyetleriyle toplum savunmasını dengeli olarak korumak, kamu
düzeninin devamını sağlamak olarak tespit edilmiştir.
Bu hedeften hareket
olunarak toplum savunmasını hiç bir suretle tehlikeye sokmaksızın insancıl
yaklaşımı vurgulamak ve suçlunun toplumla barışık hâle getirilmesini cezanın
temel maksadı olarak göz önünde bulundurmak ilkesini tercih eden ve bu maksatla
suçlunun yeniden sosyalleştirilmesini ve uygun bir iyileştirmeye tâbi tutularak
toplumla yeniden bütünleştirilmesini uygun gören komisyonlar, bu hususların
gerçekleştirilmesini kolaylaştırıcı hükümlere tasarılarda yer vermişlerdir.
Böyle bir ilke esas
alınınca, doğal olarak, suçlunun iyileştirilmesini engelleyici hükümlerin
kaldırılması ve etkilerin giderilmesi gerekecektir. Bu nedenle hükümlülüklerin
otomatik olarak yasal neticeler doğurması sistemine son verilmiş, fer'î
cezalardan müebbet olanlara yer verilmemiş, müebbet kamu hizmetlerinden
yasaklanma ve meslek veya sanat veya ticaretten men olunma cezaları
kaldırılmıştır.
Maksadı aşar derecede
ağır olan cezaların, suçlunun yeniden sosyalleştirilmesini engelleyici etki
yaptığı muhakkak bulunduğundan, hürriyeti bağlayıcı cezaların genel alt ve üst
sınırlarında ve belirli suçların cezalarının alt ve üst sınırlarında, 1/3/1926
tarihli ve 765 sayılı Kanundan farklı olarak indirimler yapılmış ve artık bir
anlamı kalmamış bulunan ağır hapis ve hapis farkı kaldırılmıştır. Böylece
aslında tek hürriyeti bağlayıcı ceza sistemi kabul edilmiştir. Hafif hapis
sadece cürüm ve kabahat ayırımı dolayısıyla kabahat derecesindeki suçun
tanısını sağlamak maksadıyla muhafaza olunmuştur. Ancak, koşullu salıverilmenin
bugünkü uygulama tarzı karşısında bu tutumun yarar yerine zarar getireceği
muhakkak olduğundan, cezanın fiilen çekileceği süre koşulları değiştirilmiş ve
çekilen ceza bakımından fazla saymalar kaldırılmıştır.
İyileştirme ve bunun
sonucu suçlunun yeniden sosyalleştirilmesi ilkeleri, doğal olarak, yaptırımın
bireyselleştirilmesini gerektirir. Bunu sağlamak üzere bir kere 79 uncu maddede
temel cezanın belirlenmesinde hâkimin hangi hususları göz önüne alacağı
hususundaki esaslar gösterilmiş ve böylece uygulamada, suç karşılığı konulmuş
cezaların alt sınırının otomatik olarak hükmedilmesi tarzında yerleşmiş bulunan
uygulama düzeltilmek istenilmiştir. Bu husus, 1989 Türk Ceza Kanunu
Tasarısından aktarılan hükümle 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunda da
sağlanmıştır. Bunun dışında Tasarının getirdiği önemli yeniliklerden birisi,
güvenlik tedbirlerinin ayrıntılı biçimde düzenlenmiş olmasıdır.
Tasarıda, güvenlik
tedbirlerine ilişkin olarak altı madde yer almakta ve hâkimin bu tedbirlere ne
gibi hâllerde hükmedeceği ve cezaların güvenlik tedbirlerine çevrileceği
gösterilmektedir. Ayrıca kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar yerine
hükmedilecek tedbirler arasına "kamuya yararlı bir işte çalıştırma"
da eklenmiş, bu suretle cezaların bireyselleştirilmesi hususundaki olanaklar
çoğaltılmıştır.
Ancak güvenlik
tedbirlerinin, Ceza Kanununa bir sistem hâlinde sokulması ile ciddiyetle
uygulanabilmesi konuları ayrı ayrı şeylerdir. Güvenlik tedbirlerinden bir
kısmının fiilen uygulanması, elbette ki, ciddî bir takım hazırlıkların yapılmış
ve teşkilâtın kurulmuş olmasına bağlıdır. Bu nedenle, Tasarının 99 uncu
maddesinde güvenlik tedbirlerinin infazında uygulanacak usul ve esasların
Tüzüğünde ayrıca gösterileceği açıklanmaktadır. Yeni bir Türk Ceza Kanunu,
elbette ki, uygulamaları gösterecek bir uyum kanununun meydana getirilmesini
zorunlu kılmaktadır. Kanunun çıkarılması için bir süre belirlenmiştir. Kanun
yayımından bir yıl sonra yürürlüğe girecektir.
Yukarıda açıklanan suç ve
ceza siyaseti hedef ve ilkesi, koşullu salıverilme, erteleme konularında
düzenleme bakımından 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanuna göre farklı hükümler
getirilmesini gerekli kılmıştır.
Tasarının getirdiği
önemli değişiklik ve yeniliklerin başında suç işleyen çocuk ve küçüklere ait
hükümlere Birinci Kitabının Beşinci Kısmında dört ayrı bölüm hâlinde yirmisekiz
maddenin tahsis edilmiş olmasıdır. Bilindiği üzere çağdaş akım, çocuk ve
küçüklerin genel ceza kanunu dışına alınması ve adı geçenlere özgü temel
esaslarının, yargılama mercilerinin ve usulünün kabulü ile bir çocuk ceza
kanununun meydana getirilmesi, böylece bir çocuk ceza hukukunun
oluşturulmasıdır. Almanya'da çocuk ve küçüklere özgü bir kanun 16 Şubat 1923
tarihinde meydana getirilmiştir ve 11 Aralık 1974 tarihli yeni şekli ile
yürürlüğünü sürdürmektedir. İsviçre'de de aynı yol tutulmak suretiyle
"Gençlerin Ceza Durumu Hakkında Federal Kanun Tasarısı" 1993 yılında
hazırlanmış bulunmaktadır. Fransa esas itibarıyla 9 Şubat 1945 tarihli Kanun ve
değişiklikleri ile yukarıda belirtilen eğilimi yansıtmaktadır.
Bizde 7/11/1979 tarihli
ve 2253 sayılı Çocuk Mahkemelerinin Kuruluşu, Görev ve Yargılama Usulleri
Hakkında Kanun ve değişiklikleri, yukarıda belirtilen yönde gösterilmiş bir
çabayı ifade etmekte ise de, sorumluluk esasları, yaptırımlar, yardımcı mevzuat
ve özellikle bir çocuk ceza hukukunun içermesi gereken ve değişik ceza
kurumlarına ilişkin kendisine özgü esaslardan çağdaş anlamda yoksun
bulunmaktadır.
Bu itibarla, ceza
hukukuna ilişkin olmak üzere yepyeni bir çocuk ceza hukukuna, Tasarının genel
kısmına ilişkin Birinci Kitap içinde ve Beşinci Kısım başlığı altında yer
verilmesi uygun görülmüştür. Böylece Tasarı yürürlüğe girdiğinde 7/11/1979
tarihli ve 2253 sayılı Kanunun yargılama mercilerine ve usulüne ilişkin
hükümleri yürürlükte kalacak, ceza hukuku ve yaptırımlar, ceza yaptırımlarını
tamamlayan kısımlar itibarıyla bu Kanunun hükümleri ilga edilmiş olacaktır.
Beşinci Kısımda yer alan yirmisekiz maddenin gerekçesinde konuya ilişkin olmak
üzere ayrıntılı açıklamalar yapılmış olduğundan burada kısa bilgiler
verilmesiyle yetinilmiştir.
1997 Türk Ceza Kanunu
Tasarısının yeniden gözden geçirilmesi suretiyle oluşturulan Tasarı, yukarıdan
beri belirtilen suç siyaseti ilkelerine ve bundan kaynaklanan yeni hükümlere,
bütünü ile sadık kalmakla birlikte, söz konusu ilke, esas ve siyasetin
uygulanmasına ilişkin maddelerde bir kısım değişiklikler yapılmış ve özel kısma
yeni hükümler eklemiştir. 1997 Tasarısı ile karşılaştırıldığında bu farklar
görülüp değerlendirilebilecektir.
Bütün bu esaslar göz önünde
bulundurulmak suretiyle Tasarıda yer alan maddelerin gerekçelerinin ayrıntılı
olarak kaleme alınmasına ve 1997 Tasarısına göre daha da geliştirilmesine
çalışılmıştır. Böylece ileride yorumda kolaylık sağlanacak ve uygulamada
duraksamaların ortadan kaldırılmasında, adaletin işlemesinde ve sür'atin elde
edilmesinde katkıda bulunulmuş olacaktır.
Genel Gerekçede, Tasarıda
yer alan maddelerin ayrıca açıklanmalarına gerek görülmemiştir; sadece
Tasarının yapısı, çatısı belirtilmekle ve uygulanan suç ve ceza siyasetinin
esaslarının açıklanmasıyla yetinilmiştir. Tasarının genel yapı ve çatısı
hakkında aşağıda gerekli ve özet bilgiler verilmiştir:
Tasarı "Genel
Hükümler" ve "Özel Hükümler" başlıklarını taşıyan iki kitaptan
oluşmaktadır. Kitaplar kısımlara, kısımlar da bölümlere ayrılmıştır.
Madde, fıkra, bent ve
paragraflar ayırımında kabul edilmiş yöntem şöyledir:
İlke olarak, madde
fıkralarını belirtmek üzere ayrıca numaralama ve harf kullanma usulü
uygulanmamış, anlamayı ve yollamaları kolaylaştırmak üzere numara veya harf
kullanıldığında ise sayıdan sonra nokta (3. gibi) konulmuştur; harf
kullanıldığında da aynı usul kullanılmıştır (A. gibi). Fıkra, sayı veya harfle
belirtildiğinde, yeni harfli veya sayılı fıkra gelinceye kadar geçen
satırbaşları "paragraf" olarak adlandırılmıştır. Fıkralar içinde yer
alan bent rakamları önüne paragraf işareti konulmuştur (2) gibi), yeni bent
rakamı veya harfi gelinceye kadar geçen satırbaşları, satırbaşına konan harf
veya rakamdan sonra çizgi (tire) konulmuş ise, bu hâl bendi değil ve fakat,
fıkra veya bent içerisinde bazı hususların sayılmış olmasını belirtir (6- veya
a- gibi).
Tasarının Genel Hükümler
başlığını taşıyan Birinci Kitabının "Ceza Kanunu" başlıklı Birinci
Kısmında şu bölümler yer almaktadır:
Birinci Bölüm : Kanunîlik
İkinci Bölüm : Kanunun
Uygulanması
Üçüncü Bölüm : Yabancı
Ülkede İşlenen Suçlar
Birinci Kitabın
"Suçlu ve Suç" başlığını taşıyan İkinci Kısmında şu bölümler yer
almıştır :
Birinci Bölüm : Ceza
Sorumluluğu
İkinci Bölüm : Tüzel
Kişiler
Üçüncü Bölüm : Hukuka
Uygunluk Nedenleri
Dördüncü Bölüm : Suça
Etki Eden Nedenler
Beşinci Bölüm : İsnat
Yeteneğini Etkileyen Nedenler
Altıncı Bölüm : Teşebbüs
Yedinci Bölüm : Suça
İştirak
Sekizinci Bölüm : Özel
Tehlike Hâlleri ve Tekerrür
Birinci Kitabın
"Cezaların ve Suçların İçtimaı" başlığını taşıyan Üçüncü Kısmında şu
bölümler yer almıştır :
Birinci Bölüm : Cezaların
İçtimaı
İkinci Bölüm : Suçların
İçtimaı
Birinci Kitabın
"Yaptırım" başlığını taşıyan Dördüncü Kısmında şu bölümler yer
almıştır :
Birinci Bölüm : Cezalar
İkinci Bölüm : Aslî
Cezalar
Üçüncü Bölüm : Fer'î
Cezalar
Dördüncü Bölüm :
Cezaların Belirlenmesi ve Bireyselleştirilmesi
Beşinci Bölüm : Cezanın
Ertelenmesi
Altıncı Bölüm : Dava ve
Cezanın Ortadan Kaldırılması
Yedinci Bölüm : Güvenlik
Tedbirleri
Birinci Kitabın
"Çocuk ve Küçüklere İlişkin Hükümler" başlığını taşıyan Beşinci
Kısmında şu bölümler yer almış bulunmaktadır :
Birinci Bölüm : Genel
Hükümler
İkinci Bölüm : Çocuklar
Hakkında Uygulanabilecek Tedbirler ve Cezalar
Üçüncü Bölüm : Küçüklere
Özgü Ceza Düzeni
Dördüncü Bölüm : Çocuk ve
Küçükler Hakkında Müşterek Hükümler
Söz konusu bölümler
içerisinde yer almış olan maddeler arasında ilgili hükmün kolaylıkla
saptanabilmesini sağlamak ve yorumda yol göstermek, kanun değişikliklerinde
gereksiz tekrarları ve ek fıkraların yanlış maddelere konulmasını önlemek
amacıyla Tasarının bütün maddelerine içeriklerini belirleyici nitelikte
başlıklar konulmuştur. Bu başlıklar, Kanunun metnine dahil olmayıp sadece
ilgili maddelerin konusunu göstermektedir.
Kanunun İkinci Kitabında
yer alan Özel Hükümlerin temel yapısına geçmeden önce, Birinci Kitabın
içeriğini oluşturan hükümlerin temel maksatlarına ve 1/3/1926 tarihli ve 765
sayılı Kanuna göre yenilik getiren bazı hükümlere ve böylece yapı özelliklerine
işaretle yetinilmesi uygun sayılmıştır. Esasen her maddeye ait gerekçe,
ayrıntılı olarak kaleme alınmış bulunduğundan, Genel Gerekçede ayrı ayrı
maddelere değinilmesi, bir tekrardan başka bir anlam taşımayacaktır. Özellikle,
Özel Kısım bakımından durum böyle olduğundan aşağıda sadece Özel Kısmın
yapısına ilişkin açıklamaların yapılmasıyla yetinilmiştir.
Genel Kısım bakımından
biraz daha farklı bir yöntemin uygulanmasının nedeni, genel hükümlerin tümüyle
bir suç teorisini yansıtmasıdır.
Tasarının 1 ve 18 inci
maddelerini içeren Birinci Kısmın birden üçe kadar olan bölümlerinde genel
olarak suç ve cezada kanunîlik, ceza kanunlarının zaman ve yer itibarıyla
uygulanmaları, Türkiye'de işlenen suç hakkında yabancı ülkede hüküm verilmesi,
yabancı memlekette işlenip de Türkiye'de soruşturulması ve kovuşturulması
gereken suçlar, cezanın mahsubu, yabancı memleketteki mahkûmiyetin Türkiye'de
etkisi ve siyasal suçlarla suçluların geri verilmesi hususundaki esaslar
gösterilmektedir.
Tasarı, belirtilen
konularda esaslı bir takım yenilikler getirmiş bulunmaktadır: Bir defa, 1 inci
maddede güvenlik tedbirlerinde de kanunîlik ilkesinin uygulanacağı açıkça
belirtilmiştir.
"Kanunu bilmemenin
mazeret sayılmayacağı" hakkındaki madde, 2 nci madde olarak Tasarının
başına alınmış ve böylece kanunun bağlayıcılığı ilkesi vurgulanmıştır. Bu
kural, sorumluluğa ait olmayıp kanunun bağlayıcılığı ilkesiyle ilişkilidir. Bu
maddeye, Batı ceza kanunlarında olduğu gibi ilkenin yumuşatılmasını sağlayan ve
subjektif sorumluluğu vurgulayan bir fıkra eklenmesi Komisyonun bazı üyeleri
tarafından önerilmiş ise de, Komisyon çoğunluğu Yargıtayın içtihatları ile bu
hususu sağladığını belirtmiş ve yanlış anlama ve uygulamalara neden olabilecek
böyle bir hükmün eklenmesini sakıncalı saymıştır.
3 üncü maddede, özel ceza
kanunlarıyla genel kanun arasındaki ilişkiler açıklanmaktadır. 1/3/1926 tarihli
ve 765 sayılı Kanundan farklı olarak, sadece Ceza Kanununa aykırı olan
hükümlerin değil, fakat ayrı hüküm bulunmayan bütün hâllerde genel kanundaki
esasların uygulanacağı belirtilmiştir.
4 üncü maddede, Kanunun
çeşitli maddelerinde geçen ortak terimlerin tanımı yapılmış ve böylece içerdiği
değişik suçların yargılanmasında ve anlamlandırılmasında hem birlik sağlanması
istenilmiş ve hem de farklı yorumlar yapılmasının önlenmesi arzulanmıştır.
1 inci maddede, güvenlik
tedbirlerinde de geçmişe yürürlü olmama kuralı vurgulanmış ve lehe kanunun
güvenlik tedbirleri bakımından da, evvelce işlenen suçlar hakkında uygulanacağı
açıklanmıştır.
5 inci maddede,
gerçekleştirilen çok önemli bir yenilik de geçici ve süreli kanunların
yürürlükte bulundukları süre içinde işlenmiş olan suçlar hakkında, kanunun
süresi sona erdikten sonra da uygulanacağıdır. Bu suretle söz konusu
kanunların, toplum savunması bakımından etkili olmalarının sağlanması
amaçlanmıştır.
6 ncı maddede, önemli bir
yenilik olarak suçun ne zaman Türkiye'de işlenmiş sayılacağı açıklanmakta ve
uygulamada duraksamalara neden olan ve doktrinden yararlanılarak çözümlenmesine
çalışılan bir konu böylece Kanunda belirtilmektedir. Bu arada milletlerarası
sözleşme hükümleri de göz önüne alınarak kıt'a sahanlığında tesis edilmiş sabit
platformların da Türk ülkesinden sayılacağı açıklanmıştır.
7 ve 8 inci maddeler,
işlenen bir suçtan dolayı Türkiye'de mutlaka kovuşturma yapılması gereken
hâlleri belirlemektedir.
9 uncu madde, Türk
vatandaşı tarafından yabancı memlekette işlenmiş bulunan suçlardan dolayı,
Türkiye'de kovuşturma yapılması hususundaki koşulları göstermektedir. Bu
maddeyle getirilen çok önemli yenilik; mağdurun Türk olması hâlinde de Türk
vatandaşının, yabancı memlekette işlediği suçtan dolayı hakkında yabancı
memlekette hüküm verilmiş ise, artık Türkiye'de kovuşturma açılmayacağıdır.
Böylece "non bis in idem" kuralına uyulmaktadır. Yabancı memlekette
hüküm verilmemiş olması hâlinde, Türkiye'de kovuşturma yapıldığında ise, suçun
işlendiği ülke kanunuyla Türk kanunundan hangisi uygulamada failin lehine sonuç
verebilecek ise, o kanunun uygulamada göz önünde bulundurulması 18 inci
maddenin gereğidir; uyulacak esaslar maddede gösterilmiştir. Ancak suçun
işlendiği ülke kanununda mevcut esaslar, Türkiye'nin kamu düzenine veya
milletlerarası taahhütlerine aykırı ise, o ülke kanununa itibar edilmeyecektir.
10 uncu maddede
yabancıların Türk Ülkesi dışında işledikleri suçlar dolayısıyla Türkiye'de
soruşturma ve kovuşturma koşulları gösterilmiştir.
11 inci maddede vatandaş
veya yabancının, gerçeklik kuralına göre Türkiye'de soruşturma ve
kovuşturulması olanaklı suçlar ve bu husustaki koşullar gösterilmiştir.
12 nci madde, yabancı
memlekette işlenen suçların Türkiye'de kovuşturulması bakımından konulmuş
koşular itibarıyla hürriyeti bağlayıcı cezaya itibar olunacağını, seçimlik ceza
söz konusu ise, kovuşturma şartının gerçekleşmemiş bulunduğunun kabul
edileceğini belirtmektedir.
13 üncü madde, soruşturma
koşulunu oluşturan cezanın nasıl saptanacağını göstermektedir.
14 üncü maddenin
mevzuatımız bakımından getirdiği yenilik, nerede işlenmiş olursa olsun bir
suçtan dolayı yabancı memlekette göz altında, tutuklulukta geçirilen sürelerin
de cezadan mahsup edileceğidir.
15 inci madde, yabancı
ülkede Türkiye aleyhine cürüm işleyen yabancının, Türkiye'de mutlaka yeniden
yargılanacağı esasını getirmektedir. Ancak yabancı memlekette verilmiş ve
çekilmiş olan ceza, Türkiye'de verilecek cezadan mahsup edilecektir.
17 nci madde, yabancı
ülkede işlenmiş siyasal veya buna bağlı suçlardan dolayı, fiiller Türkiye aleyhine işlenmiş bulunmamak koşulu ile,
Türkiye'de soruşturma ve kovuşturma yapılamayacağını açık olarak belirtmekte ve
böylece bu husustaki duraksamaların ortadan kaldırılması amaçlanmaktadır.
"Suçlu ve Suç"
başlığını taşıyan İkinci Kısmın "Ceza Sorumluluğu" başlığını taşıyan
Birinci Bölümünün 19 uncu maddesinde suçun oluşması için eylem kusurunu
açıklayan hükümlere yer verilmiştir. 20 nci maddede ise kast ilkesi ve objektif
sorumluluk hâlleri belirtilmektedir. Maddenin birinci fıkrasının ikinci
cümlesinde kast tanımlanmaktadır. Üçüncü fıkrada, bir cezalandırılabilme
koşuluna tâbi tutulmuş cürümlerde, kast, söz konusu koşulu kapsamasa da, failin
cezalandırılacağı belirtilmektedir. Maddenin dördüncü fıkrasında, önemli bir
yenilik olarak, genel bir hafifletici neden getirilmiştir.
21 inci maddede, taksirin
genel tanımı yapılmış ve böylece Tasarının diğer maddelerinde, tanımın sürekli
tekrarlanmaması sağlanmıştır.
Aynı maddenin üçüncü
fıkrasında "bilinçli taksir"in tanımı yapılmış ve bu hâlde faile
verilecek cezanın artırılması öngörülmüştür.
Maddenin dördüncü
fıkrasında ise, önemli bir yenilik getirilmekte ve Tasarının insancıl değerlere
yer verici karakteri vurgulanmaktadır. Söz konusu hükme göre taksirli hareket
sonucu neden olunan netice münhasıran failin, kişisel ve aile durumu
bakımlarından ağır derecede mağdur olmasına neden olmuş ise ceza
verilmeyecektir. Ancak bilinçli taksir hâlinde indirilmiş bir ceza verilebilecektir.
Böylece özellikle kırsal bölgelerde, hem çocuklarına bakmak ve hem de
tarlalarda çalışmak durumunda olan kadınların, çocuklarının uğradıkları, failin
taksirine bağlı neticelerden dolayı cezalandırılmasının neden olduğu toplumsal
yararlara aykırı sonuçların giderilmesi sağlanmıştır.
23 ve 24 üncü maddeler
mevzuatımız bakımından önemli birer yenilik olarak kabul edilmelidir. Bu
maddeler çerçevesinde fiili hata ve cebir, ikrah ve tehdit hâllerinin
kusurluluğu kaldırabilmesi için gerekli koşullar ve etkileri gösterilmektedir.
Bu hükümler, Türk ceza hukukunda büyük bir yenilik oluşturmaktadır.
İkinci Bölümde özel hukuk
tüzel kişilerinin ceza sorumluluğuna ilişkin 25 ve 26 ncı maddeler yer
almaktadır. 25 inci madde ancak belirli hâllerde ve kanunun ayrıca belirttiği
suçlarda özel hukuk tüzel kişilerinin ceza sorumluluğu bulunduğunu belirtmiş ve
26 ncı maddede cezaların ne suretle hükmolunacağı gösterilmiştir. Böylece
çağımız suçluluğunda geniş ve önemli bir yer tutan ekonomik suçluluk konusunda
etkin bir mücadele aracı getirilmiş olmaktadır.
Ancak, dikkat edilmelidir
ki, tüzel kişiler, Tasarının çok özenli olarak koyduğu koşullar çerçevesinde ve
sadece belirli suçlardan dolayı cezaen sorumlu tutulmaktadırlar; mutlak ve
genel bir sorumluluk söz konusu değildir. Böylece Avrupa Konseyi Bakanlar
Konseyinin tavsiye kararına da uyulmuş olmaktadır.
İkinci Kısmın Üçüncü
Bölümünde, hukuka uygunluk nedenleri gösterilmiştir. "Hukuka Uygunluk
Nedenleri" başlıklı bu Bölümün 27 nci maddesi Anayasanın 137 nci maddesine
dayanılarak yeniden düzenlenmiştir.
28 inci madde, meşru
savunmanın koşulları bakımından çok önemli bir yenilik getirmekte ve 1/3/1926
tarihli ve 765 sayılı Kanundan farklı olarak, yalnız nefse ve ırza karşı
saldırılarda değil ve fakat genel olarak bir hakka karşı yöneltilmiş haksız
saldırılar hâlinde de doğal olarak diğer koşulları da varsa, meşru savunma
kabul edilmekte ve böylece Tasarının uyguladığı suç ve ceza siyasetinin
hedeflerinden birisini oluşturan toplumun savunması güçlendirilmektedir. Doğal
olarak bu hüküm değişikliği halen 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunun 461
inci maddesini karşılayan Tasarının 231 inci maddesinde de değişiklikler
yapılmasını gerektirmiştir. Bu hususta söz konusu maddenin gerekçesinde gerekli
bilgiler verilmiştir.
Orantılılık koşulu
maddenin (1) ve (2) numaralı fıkralarında yer alan meşru savunma ve zorunluluk
hâlleri bakımından açıkça belirtilmiştir.
29 uncu madde 1/3/1926
tarihli ve 765 sayılı Kanundan farklı olarak, belirttiği koşullarla hakkın
kullanılmasını ve mağdurun rızasını bir hukuka uygunluk nedeni olarak kabul
etmiş bulunmaktadır. Böylece Kanunda yer almamış bulunmakla beraber, öğretide
ve Yargıtay içtihatlarında uygulama yeri bulan iki hâl, bu defa Tasarıda açıkça
hukuka uygunluk nedenleri olarak belirtilmiş bulunmaktadır.
30 uncu madde, hukuka
uygunluk nedenlerinde sınırın "kast olmaksızın" aşılması hâlinde ne
suretle işlem yapılacağını açık ve seçik olarak göstermekte ve böylece 1/3/1926
tarihli ve 765 sayılı Kanunun 50 nci maddesinde yer alıp, yanlış çeviriden
kaynaklanan metin yerine hukuk esaslarına uyulmaktadır.
Maddenin son fıkrası ise
sınırın, mazur görülebilecek bir heyecan, korku veya telaş nedeni ile
aşılmasını bir cezasızlık nedeni saymaktadır. Bu hükümlerden anlaşılacağı üzere
sınır kasten aşılacak olursa faile işlediği suçun cezası verilecek yani fail
hukuka uygunluk nedeninden yararlanamayacaktır.
İkinci Kısmın "Suça
Etki Eden Nedenler" başlığını taşıyan Dördüncü Bölümünde yer alan 32 nci
maddesi, taksirle işlenen suçlarda hareketin netice bakımından nedensellik
değerine göre cezanın sekizde bire kadar indirilebileceğini belirtmektedir.
Böylece 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunun 455 ve 459 uncu maddelerinin son
fıkralarında yer alan ve sadece taksir ile adam öldürme ve etkili eylem
suçlarını kapsayan hüküm yerine, bileşik kusur hâlini bütün taksirli suçlarda
bir hafifletici neden kabul eden yeni bir hüküm meydana getirilmiştir.
"İsnat Yeteneğini
Etkileyen Nedenler" başlığını taşıyan Beşinci Bölümde, 1/3/1926 tarihli ve
765 sayılı Kanuna göre önemli değişiklikler yapılmıştır.
34 üncü maddede
açıklandığı üzere, bir defa bilinç ve hareket serbestliğini tamamen kaldıran
veya önemli derecede azaltan aklî malûliyet hâlinde bulunan kimsenin isnat
yeteneğine sahip olmadığı kabul edilmiştir; böyle bir kimseye ceza
verilemeyeceği esası benimsenmiştir. Aklî malûliyeti nedeniyle bilinç ve
hareket serbestliği kalkmamış veya önemli derecede azalmamış olmakla beraber,
faildeki bu hâlin veya diğer bir ruhsal zaaf veya sakatlığın, cezanın
indirilmesine neden olabileceği 34 üncü maddenin (2) numaralı fıkrasında
belirtilmiştir; hatta ceza süresinin bir sağlık kurumunda geçirilmesine de
karar verilebilecektir. Aklî ve ruhsal hâlin takdiri hafifletici neden sayılmış
olması nedeniyle cezası indirilmiş olan suçlunun, bir sağlık kurumunda tedavi
altına alınmasını belirleyen bir güvenlik tedbirine, hâkimin takdirine göre
tâbi tutulabileceği, Tasarının 94 ve izleyen maddelerinde kabul edilmiştir. Bu
hususta ayrıca 94 üncü maddenin (5) numaralı ve 97 nci maddenin (6) numaralı
bentlerine ilişkin gerekçelere bakılmalıdır.
Bilinç ve hareketlerinin
serbestliğine sahip bulunmaması nedeniyle muhafaza ve tedavi altına alınma, bu
amaçla kurulmuş özel kurumlarda sürdürülecektir. Ancak, bu tür müesseseler
kuruluncaya kadar söz konusu tedbirin, akıl hastalarına özgü hastanelerde
uygulanacağı, Tasarı kanunlaştığında meydana getirilmesi zorunlu geçici
hükümleri gösterecek uygulama kanununda ayrıca açıklanmalıdır.
1/3/1926 tarihli ve 765
sayılı Kanundan farklı olarak, akıl hastası "salâh" bulduğu yani
toplumsal yönden artık suç işleme tehlikesi ortadan kalktığı takdirde, muhafaza
ve tedaviye son verilecektir. 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunun 46 ncı
maddesinin üçüncü fıkrasında, muhafaza ve tedavi altında bulundurma süresinin
"şifaya" kadar devam edeceği belirtilmiştir. Oysa akıl hastalarının
bir çoğunda şifa olanağı yoktur. Ama hastalığın salâh bulması ve suçlu akıl
hastasının, nefsinde taşıdığı suç işlemeye ilişkin tehlike hâlinin ortadan
kalkması olanaklıdır. Bu nedenle uygulamada esas itibarıyla şifa bulduğu
beyanıyla muhafaza ve tedavisine son verilen hastaların büyük bir kısmı aslında
şifa bulmuş değildir ve metnin gerçeğe uydurulması çok daha yerinde
sayılmıştır.
1/3/1926 tarihli ve 765
sayılı Kanundaki, muhafaza ve tedavi maksadıyla, suçlu akıl hastası şifaya
ulaşmış olsa bile, asgarî bir süreyle kurumda tutulmasını mecburî kılan hüküm
muhafaza edilmiştir.
Maddenin (2) numaralı
fıkrasında suçu işlediği sırada aklî sağlık veya bilincinde bozukluk bulunan
failin cezasının ne gibi koşullarla indirileceği ve cezanın rejimi
gösterilmiştir.
Maddenin (3) numaralı
fıkrasında ise geçici (arızî) nedenlerin sorumluluğa etkisi gösterilmiştir.
35 inci maddede yer alan,
sağır - dilsizler hakkındaki hükümler de, küçükler hakkındaki hükümlerle
dengeli hâle getirilmiş ve yirmibir yaşını doldurmuş bulunan sağır dilsizlerin,
temyiz yeteneğine sahip bulunmaları hâlinde, normal kişiler gibi işledikleri
suçlardan dolayı sorumlu olmaları kabul edilmiştir.
36 ncı madde, irade dışı
sarhoşluk ve uyuşturucu madde kullanma hâllerinde, bilinç ve hareket
serbestliği tamamen ortadan kalkmış bulunduğu takdirde, faile ceza
verilemeyeceği hükmünü getirmekte, bilinç ve irade serbestliği önemli derecede
azalmış ise indirilmiş ceza vermekte, iradî sarhoşluk ve uyuşturucu madde kullanma
hâlinde ise, faile tam ceza verilmektedir.
İkinci Kısmın Altıncı
Bölümünü oluşturan ve teşebbüse ilişkin bulunan hükümlerin mevzuatımıza
getirdiği yenilikler, özetle şöyle belirlenebilir:
Teşebbüste icra
hareketlerine geçme koşulunun doktrinde ne derecede tartışmalı bir konu olduğu
bilinmektedir. İşte bu konuda eksik teşebbüsten söz eden 37 nci madde,
kastedilen elverişli vasıta ile ve kastı şüpheye yer bırakmayacak şekilde
belirten hareketlerle icraya başlama ölçüsünü getirmiş ve bu hususta sübjektif
ve objektif teorileri birleştiren bir ölçü koymuştur.
39 uncu maddede etkin
pişmanlık hâlini, bütün suçlar bakımından genel hafifletici bir neden olarak
kabul etmiş ve böylece Tasarının benimsemiş bulunduğu mağduru koruma ilkesi,
etkin biçimde uygulama yeri bulmuştur. Etkin pişmanlık bakımından, Tasarının
belirli suçlar için ayrıca öngördüğü hükümler ise saklı tutulmuştur.
39 uncu maddenin (2)
numaralı fıkrasında, çağımız ceza adaletinde önemle geliştirilen "onarıcı
adalet" kavramının uygulanmasını sağlayan ve "uzlaşma" olarak
tanımlanan çok önemli bir yeni ceza hukuku kurumuna yer verilmiştir. Madde
gerekçesinde bu hususa ilişkin ayrıntılı bilgilere yer verilmiştir.
Aslî iştirak şekilleri 40
ıncı maddede gösterilmiştir.
42 nci maddede fer'î
iştirak hâlleri teker teker gösterilmiş ve son fıkrada fer'î iştirak hâllerinin
eklenmemesi hâlinde suçun işlenmesi olanaklı değilse bu takdirde, failin aslî
fail sayılacağı kabul edilmiştir.
"Özel Tehlike
Hâlleri ve Tekerrür" başlığını taşıyan Sekizinci Bölüm, 1/3/1926 tarihli
ve 765 sayılı Kanuna göre dikkat çekici yenilikleri ve özellikleri
içermektedir:
Bir defa 45, 46 ve 47 nci
maddelerde itiyadî suçlu, suçu meslek edinen kişi ve örgüt mensubu suçlu
kavramları tanımlanmış ve böylece suçlunun tehlike hâline hukukî bir kavram
olarak Tasarıda yer verilmiştir. Bu, Türk ceza mevzuatı bakımından önemli bir
yenilik sayılmalıdır. Söz konusu üç suçlu sınıfına işledikleri suçun cezasına
ek olarak Tasarının 94 üncü maddesinde gösterilmiş olan güvenlik tedbirlerinden
birisi uygulanabilecektir.
1/3/1926 tarihli ve 765
sayılı Kanuna göre, yerleşmiş Yargıtay kararları gereğince tekerrür hâlinde,
birinci mahkûmiyetin cezasının çekilmiş olması koşulunun arandığı
bilinmektedir. Tasarı ise, 48 inci maddesinde mahkûmiyet hükmünün kesinleşmiş
olmasını veya cezanın düşmüş bulunmasını, diğer koşullarla birlikte tekerrür
hâlinin oluşması için yeterli saymıştır.
Böyle bir hâlde, maddede
gösterilen ölçülere göre ceza artırılmakla beraber, mahkeme tarafından uygun
görüldüğü takdirde, fail hakkında hürriyeti bağlayıcı olmayan güvenlik
tedbirlerine de (94 üncü maddenin (B) fıkrasında sayılanlar)
hükmedilebilecektir. 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunda yer alan ve
gereksiz olarak hukuk labirentleri kurmakta bulunan özel tekerrür hükümlerine
Tasarıda yer verilmemiştir.
48 inci maddede kabul
edilen esas çerçevesinde, sırf askerî suçlar arasında da tekerrür hükümleri
cereyan edecektir.
Tasarının "Cezaların
ve Suçların İçtimaı" başlığını taşıyan Üçüncü Kısmının "Cezaların
içtimaı" başlıklı Birinci Bölümünün 50 nci maddesinin (1) numaralı
fıkrasında iki müebbet hapse mahkûmiyet hâlinde fail hakkında altı aydan az ve
iki yıl altı aydan fazla olmamak üzere geceli gündüzlü hücreye koyma rejiminin
uygulanmasıyla yetinilecektir. Müebbet cezaların ağırlaştırılmış türüne
mahkumiyet hâlinde de aynı hüküm geçerlidir.
53 üncü maddede, içtima
hâlinde çeşitli cezalarda azamî sınırların neler olduğu gösterilmiş ve maddenin
(4) numaralı fıkrasında böylece yazılı sınırlara ulaşan cezalara, kesin
mahkûmiyetten sonra işlenen suçlardan dolayı verilecek cezaların aynen
uygulanacağı açıklanmıştır.
İkinci Bölümde 54 üncü
maddede bileşik suç (mürekkep suç), 55 inci maddede müteselsil suç hâlleri
tanımlanmıştır. 56 ncı maddede fikrî içtima tanımlanırken, en ağır cezayı
gerektiren hükmün, uygulama sonucunda en ağır neticeyi veren hüküm olduğu
ayrıca belirtilmiştir.
"Yaptırım"
başlığını taşıyan Dördüncü Kısmın "Cezalar" başlıklı Bölümünün 57 ve
58 inci maddelerinde, aslî ve fer'î cezalar gösterilmiştir.
Fer'î cezalar arasına,
işyerinin kapatılması, sürücü belgesinin geri alınması ve suç nedeniyle
mülkiyetin Devlete geçmesi yaptırımları da eklenmiştir.
Tasarı ölüm cezasını
kaldırmış ve bunun yerine ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını koymuştur. 60
ıncı madde ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını tanımlamaktadır. Bu konu
madde gerekçesinde ayrıntıları ile açıklanmıştır.
Ölüm cezasını kaldırmış
bulunan ülkelerde, bu ceza yerine özel bir hürriyeti bağlayıcı ceza koyma
hususundaki akımlar böylece Türk mevzuatına da yansımış olacaktır.
Tasarının "Aslî
cezalar" başlıklı İkinci Bölümünün 59 ve izleyen maddelerinde yer alan,
hürriyeti bağlayıcı cezalar, ağırlaştırılmış müebbet hapis, müebbet hapis,
hapis ve hafif hapis olarak saptanmış ve böylece 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı
Kanunda yer alan ağır hapis cezası kaldırılmıştır. 13/7/1965 tarihli ve 647
sayılı Kanundan sonra esasen mevzuatımız gerçekte tek hürriyeti bağlayıcı ceza
sistemini kabul etmiş bulunmaktadır. Aslında hafif hapis cezasına da ihtiyaç
yoktur; zira infaz rejimi itibarıyla diğer hapis cezalarından herhangi bir fark
mevcut bulunmamaktadır. Ancak hafif hapsin Tasarıda muhafazası, kabul edilmiş
bulunan cürüm ve kabahat ayırımında kolaylık sağlamak maksadına dayanmaktadır.
59 uncu maddenin ikinci
fıkrasında çağdaş penolojinin esaslarını ve mahkûmu yeniden sosyalleştirmek
hususundaki temel suç ve ceza politikasını göz önünde bulundurmak suretiyle,
iki yıl ve daha az süreli hapis ve hafif hapis cezalarını kapsayan
mahkûmiyetler kısa süreli sayılmıştır. Böylece Tasarının 64 üncü maddesinde yer
alan kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar yerine uygulanabilecek ceza ve
tedbirlerin listesi genişletilmiştir. Bu maddenin beşinci fıkrasında uygulamada
asıl mahkûmiyetin bu madde hükümlerine göre çevrilen para cezası veya tedbir
olacağı ve hükmün kanun yollarına başvuru hakkını kaldırmayacağı açıklanmıştır.
Böylece hürriyeti bağlayıcı ceza bu husustaki sınırın altında para cezasına
çevrilse de, kanun yoluna başvurma hakkı, hürriyeti bağlayıcı cezaya oranla
varlığını sürdürecektir.
62 ve 63 üncü maddelerde,
hapis ve hafif hapis cezalarının genel yukarı sınırları, kanunda aksi
belirtilmedikçe hapis cezasında bir aydan yirmi yıla ve hafif hapis cezası ise
yedi günden iki yıla kadardır.
Tasarının 64 üncü
maddesinde kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar yerine uygulanabilecek ceza
ve tedbirler gösterilmiştir. 13/7/1965 tarihli ve 647 sayılı Kanunun 4 üncü
maddesinden farklı olarak, bu maddeye (6) numaralı bir bent eklenmiş ve altı
ayı geçmemek ve hükümlünün rızası bulunmak koşulu ile, mahkûmun kısa süreli
hürriyeti bağlayıcı ceza yerine, kamuya yararlı bir işte çalıştırılmasına
hâkimin karar verebilmesi kabul edilmiştir. 64 üncü maddenin gerekçesinde bu
yeni kurum hakkında ayrıntılı bilgiler verilmiştir. Hâlen Batı ülkelerinin bir
kısmında ve Amerika'da başarıyla uygulanmakta bulunan bu tedbirin Türk
mevzuatına girmesi gerçekten yararlı bir gelişmeyi oluşturacaktır.
Tasarının 96 ncı
maddesinin ikinci fıkrasında, iki yılı aşmayan bir hürriyeti bağlayıcı cezaya
mahkûm edilmiş suçlunun, birinci fıkrada belirtilen özellikler yani suçun
niteliği, fail ile mağdur arasındaki ilişkiler, failin kişilik özellikleri göz
önüne alınarak cezasının aynı süreyle 94 üncü maddenin (A) fıkrasının (1) ve
(2) numaralı bentlerinde gösterilen bir güvenlik tedbirine çevrilmesine
mahkemece karar verilebileceği hükmü yer almış bulunmaktadır. Bu fıkrada söz
konusu olan hükümler ile 64 üncü maddede yer alan hükümler birbirine
karıştırılmamalıdır. Zira 96 ncı maddenin ikinci fıkrasında yer alan hüküm
bakımından mahkûmiyet vardır ve asıl ceza hürriyeti bağlayıcı cezadır. Fıkra,
âdeta hürriyeti bağlayıcı cezanın infazı bakımından belirli bir özellik
göstermiş olmaktadır ve bir bireyselleştirme hükmüdür.
Tasarının 66 ncı
maddesinde, kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezaların özel infaz şekilleri
gösterilmiştir. Madde, 13/7/1965 tarihli ve 647 sayılı Kanun hükümlerini esasta
tekrarlamaktadır. Ancak maddenin (4) numaralı bendi kadınlar için hürriyeti
bağlayıcı cezanın belirli koşullarla elektronik alete bağlanmak suretiyle
oturulan yerde çekilmesi olanağını getirmiştir. Tedbirlere uymama hâlinde
mahkûm geri kalan cezasını aynen çekecektir.
67 nci maddede yer alan
koşullu salıverilme bakımından Tasarı cezalar hakkında kabul ettiği yenilikleri
itibarıyla bir kısım yeni hükümler getirmiştir. Bir defa bütün suç failleri
hakkında koşullu salıverilme olanağı kabul edilmiş; ancak fiilen çekilmesi
gerekli ceza süresi farklı olarak belirlenmiştir.
Ayrıca madde, koşullu
salıverilmeye hak kazanılabilmesi için çekilmesi gerekli ceza süresinin hesabında
tutukluluk süresinin de göz önüne alınacağını belirtmekte olduğu gibi, maddenin
gerekçesinde de bu süreye göz altında geçirilen müddetin de dahil bulunduğu
açıklanmıştır. Maddeye göre koşullu salıverilme mutlaka belirli bir süre
cezanın çekilmiş olmasını gerektirmektedir. En az üç ay süre ile hürriyeti
bağlayıcı cezayı çekmemiş bulunan hükümlü koşullu salıverilmeyecektir. Bunun
dışında maddenin dördüncü ve izleyen fıkralarında getirilen önemli hükümler
hakkında madde gerekçesinde gerekli açıklamalar yapılmıştır. Bu konuda asıl
problem, koşullu salıverilmeyi, gerçekten koşullarına uygun olarak, her olayda
bu hususu dikkatle yerine getirerek uygulamaktır. Fransız Ceza Usulü Kanununda
Haziran 2000'de yapılan değişiklikler bu konuda bazı ölçüler getirmiş ve ilkeleri
saptamıştır. Yeni 729 uncu maddeye göre, "Koşullu salıverilme, mahkûmların
topluma yeniden kazandırılmalarını, uyum sağlamalarını ve tekerrürün
önlenmesini hedefler. Bir veya birden çok hürriyeti bağlayıcı cezaya mahkûm
edilmiş bulunan kimse gerek özellikle meslekî bir etkinliğin yerine
getirilmesinde, gerek bir eğitim görmek veya meslekî bir yetişkinlik kazanmak
veya bir stajı geçirmek yahut geçici bir işi yerine getirmek, aile hayatına
temelli olarak iştirak, bir tedaviye tâbi tutulmak zorunluluğunu kabul etmek,
mağdurların zararını karşılamak hususundaki tutumu ile sosyal uyum yönünden
ciddî çabalar gösteriyorsa koşullu salıverilmesine karar verilir."
Ağır para cezasına
ilişkin 68 inci maddeye göre, ağır para cezasının genel sınırları üçyüzellimilyon
liradan doksanmilyar liraya kadardır. Maddenin ikinci fıkrasıyla 647 sayılı
Kanunun 5 inci maddesinin ikinci fıkrasında yer alan ve hâkimin her olayda para
cezasını ne suretle takdir ve belirleyeceğini gösteren hükmü tamamlanmış ve
suçlunun elde ettiği yararın ve suçun meydana getirdiği zararın ağırlık ve
hafiflik derecesinin cezanın sosyal etkisinin, uyarma amacı ve buna benzer
diğer hâllerin de, temel ceza belirlenirken göz önüne alınacağı açıklanmıştır.
Hâkimin bütün diğer cezalarda, temel cezayı belirlerken göz önüne alması
gerekli hususları belirten 79 uncu madde, elbette ki, para cezaları bakımından
da geçerlidir. Ancak para cezalarını ihdas ederken, Tasarının kabul ettiği ilke
yani bu cezanın esas itibarıyla yarar sağlama amacını güden suçlar karşılığı
bir yaptırım olarak kabulü dolayısıyla, bu maddeyle para cezalarının takdirinde
göz önünde bulundurulacak esasların ayrıca vurgulanması uygun sayılmıştır.
69 uncu maddeye göre,
hafif para cezasının genel sınırları yüzmilyon liradan onmilyar liraya kadardır.
Bu para cezasına ait temel cezanın saptanmasında da 68 inci maddenin ikinci
fıkrasında yer alan esaslara uyulacaktır.
70 nci madde, nispî para
cezalarını tanımlamaktadır: Madde metnine göre kanunda aşağı sınırı gösterilen
para cezaları da, tanıma uyuyorsa nispî para cezası olarak sayılacaktır.
Tasarının 71 inci maddesi para cezalarının infazı hakkındaki esasları
göstermektedir. Maddeyle hâkimin, para cezalarını takside bağlama yetkisine
yürürlükteki hükümlere göre daha fazla esneklik getirilmiş ve başvuru üzerine
takside ilişkin kararlarında değişiklik yapılabilmesi kabul edilmiştir. Ayrıca
para cezasının ödenmemesi hâlinde kırkmilyon liranın bir gün hapse karşılık
sayılacağı belirtilmiştir.
Tasarının 72 nci
maddesiyle, kamu hizmetlerinden yasaklanmanın sadece fer'î bir ceza olduğu,
mahkûmiyetin kanunî neticesi olarak hükmolunamayacağı ve en çok süresinin üç
yıldan ibaret bulunacağı kabul edilmiş ve böylece suçlunun iyileştirilmesi ve
yeniden sosyalleştirilmesi, topluma kazandırılması bakımlarından önemli bir
yenilik gerçekleştirilmiştir.
73 üncü maddede yer alan
"bir meslek veya sanat veya ticaretin icrasının durdurulması" cezası
bakımından da, aynı nedenlerle aynı esaslar belirtilmiştir. Bu cezanın süresi
en çok iki yıldır. Maddeyle getirilen çok önemli bir yenilik, cezanın ancak
suça vasıta kılınan meslek veya sanat veya ticaretin icrasının durdurulması
hakkında uygulanabileceğidir. Bu ceza meslek, sanat veya ticaretle ilgisi
bulunmayan bir suç dolayısıyla hükmedilemeyecektir.
74 üncü maddede yer alan
"işyerinin kapatılması" fer'î cezası ise, sadece belirli bir yerde
sanat veya mesleğin icra edilemeyeceğine ilişkin bir yasağı kapsamaktadır.
75 inci maddede
"sürücü belgesinin geri alınması" fer'î cezası yer almıştır.
76 ncı madde, fer'î
cezaların ne zamandan itibaren infazına başlanacağını göstermektedir. Bu
maddenin ikinci fıkrasında, erteleme ve özel af gibi nedenlerle aslî cezanın
infaz edilememesi hâlinde, hükümde veya af işleminde fer'î cezaların infaz
edileceği açıkça beyan edilmişse, kesinleştiği tarihten itibaren uygulanacağı
belirtilmiş ve son fıkrada aslî cezanın ertelenmesi hâlinde işyerini kapatma
cezasının da uygulanamayacağı açıklanmıştır.
77 nci maddenin birinci
fıkrasında, kamu hizmetlerinden yasaklanma, ikinci fıkrada, bir meslek veya sanat
veya ticaretin icrasının durdurulması cezalarının hükmedilebilecekleri hâller
gösterilmektedir. Memuriyet sıfatının suçun unsurunu veya ağırlatıcı nedenini
oluşturduğu fiillerde hâkim, takdirine göre, fail hakkında verilecek cezaya ek
olarak kamu hizmetlerinden yasaklanma cezasına da hükmedebilmesinin toplum
savunması bakımından gerekli olduğunu saptayacak olursa, aslî ceza süresini
geçmemek üzere bu cezaya hükmedebilecektir. Ancak ceza süresi hiç bir suretle
hükmedilen aslî cezanın süresini aşamayacaktır. Kanunun cezayı ayrıca koymuş
bulunduğu hâllerde bu maddedeki yetkinin ayrıca kullanılamayacağı doğaldır.
Maddenin ikinci
fıkrasında, bir meslek veya sanat mensubu olmanın veya ticaretle meşgul
bulunmanın suçun unsurunu veya ağırlatıcı nedenini oluşturduğu hâllerde, bir
meslek veya sanat veya ticaretin icrasının durdurulması cezasına üç günden iki
yıla kadar bir süreyle, hâkimin takdirine göre, aslî cezaya ek olarak
hükmedilebileceği ve fakat her hâlde sürenin aslî cezayı geçemeyeceği
belirtilmiştir. Böylece her iki fer'î cezanın fail hakkında otomatik olarak
uygulanmasının sakıncası, hâkime takdir hakkı verilmesi suretiyle
giderilmiştir. Madde, Tasarının kabul etmiş bulunduğu suç ve ceza siyasetinin
kovaladığı esas hedefi vurgulamış olmaktadır. Ancak toplum savunması zorunlu
kılmışsa ehliyetsizliğe hükmedilebilecektir. Madde, bu şekliyle uygun bir
bireyselleştirme aracı niteliğindedir.
Tasarının 78 inci maddesi
müsadere ve yeni bir kurum olarak, suç nedeniyle mülkiyetin Devlete geçmesi
fer'î cezalarını baştan başa yepyeni bir şekilde düzenlemiş bulunmaktadır.
Gerekli ayrıntılara maddenin gerekçesinde yer verilmiştir.
Tasarının 81 inci
maddesinde, hüküm kesinleşmeden önce gerçekleşen ve hürriyeti sınırlama
sonucunu doğuran bütün hâller nedeni ile geçirilmiş sürelerin ceza
mahkûmiyetinden indirileceği açıklanarak mahsup kuralına adil bir genişlik
getirilmiştir. Mahkûmiyet para cezasına ilişkin ise, 64 üncü maddedeki
eşdeğerlilik (muadelet) kuralına uyularak indirim yapılacaktır.
82 nci madde, cezanın
ertelenmesini düzenlemektedir. Deneme süresi, hükmün verildiği tarihten
başlayacaktır. Ayrıca deneme süresi içinde suç işlenmesi hâlinde, ertelemenin
düşmesi kabul edilmekle beraber, hükmün kesinleşmesi koşulu aranmayacaktır.
Cezası ertelenen mahkûm, deneme süresi içinde uygun bir denetimli serbestlik
tedbirine tâbi tutulabilecektir. Hâkim bu hususu, suçlunun içinde bulunduğu
koşullara göre saptayabilecektir.
Maddenin dokuzuncu
fıkrasında denetimin niteliği ve maksadı ve bu dönemde hükümlüye ne gibi
yükümlülüklerin konulabileceği açıklanmaktadır.
Tasarının Altıncı Bölümü
"Dava ve Cezanın Ortadan Kaldırılması" başlığını taşımakta ve 83 ilâ
93 üncü maddelerde ölüm, af, dava zamanaşımı, durması, ceza zamanaşımı, fer'î
cezalarda zamanaşımı, ceza zamanaşımının kesilmesi, zamanaşımının hesabı ve
uygulanması, soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete ve şahsî davaya bağlı
suçlar, dava ve cezanın düşmesinin etkisi, önödeme konuları düzenlenmektedir.
Bu konudaki önemli bir değişiklik, dava zamanaşımının kesilmesinin kaldırılmasıdır.
Bunun yerine zamanaşımı sürelerinin daha uzun olarak saptanması uygun
görülmüştür.
Tasarının Birinci
Kitabının Dördüncü Kısmının Yedinci Bölümünde yer alan, 94 ilâ 99 uncu
maddelerde Türk ceza mevzuatında reform niteliğinde bir yenilik gerçekleştirilmekte
ve Anayasanın 38 inci maddesinde sözü edilen güvenlik tedbirlerine Tasarıda
böylece ayrıntılı olarak yer verilmektedir:
Güvenlik tedbirleri,
suçludaki tehlike hâliyle orantılı olarak hükmedilen veya hükmedilebilen ve
esas itibarıyla sosyal savunma amacına yönelmiş bulunan bir yaptırım çeşididir.
Bu tedbirler, suçluyu iyileştirme yoluyla sosyal yararı sağlama amacını güder.
Ancak Tasarı, yukarıda açıklandığı üzere güvenlik tedbirlerinde de suçta ve
cezada kanunîlik esasını uygulamaktadır. Bu nedenle Tasarının kabul ettiği
sistemde, güvenlik tedbirleri ancak kanunun belirlediği veya hâkime yetki
verdiği hâllerde uygulanacaktır. Böylece güvenlik tedbirlerinin
hükmedilişlerinde yargı sistemi uygulanacaktır. Güvenlik tedbirleri failin bir
suç işlediği yargı usulleriyle saptandıktan sonra uygulanabilecektir. Ancak
güvenlik tedbirlerinin infazı da, cezalar gibi idarî niteliktedir. Bu nedenle,
güvenlik tedbirlerinin esas nitelik, amaç ve sonuçlayacakları yoksunluk ve
sağlayacakları olanaklar değişik maddelerde belirtilmektedir. Bu suretle
kanunîlik esasına sadık kalınmakla birlikte, Tasarının 99 uncu maddesi,
güvenlik tedbirlerinin infazında uygulanacak usul ve esasları Ceza ve
Tedbirlerin İnfazı Hakkında Kanun ile özel tüzüğüne bırakmıştır.
Tasarı, 94 üncü maddesinde,
güvenlik tedbirlerinin "hürriyeti bağlayıcı olanlar", "haklardan
yoksunluğu gerektirenler" ve "önleyici kefalet" olmak üzere üçe
ayırmış, böylece diğer bazı kanunların tutumundan farklı olarak, mameleke
ilişkin güvenlik tedbirlerine yer vermemiştir. Maddenin değişik bentlerinde üç
grup hâlindeki güvenlik tedbirleri gösterilmiştir.
Tasarı, güvenlik
tedbirlerinin, esas itibarıyla, suçlular ve suçlar hakkında asıl cezaya ek
olarak uygulanması sistemini kabul etmiş bulunmaktadır. Ancak 96 ncı maddenin
ikinci fıkrasında da belirtildiği üzere, mahkûmiyet süresi iki yılı aşmayan bir
hürriyeti bağlayıcı cezaya mahkûm edilmiş suçlunun, kişilik özellikleri göz
önüne alınarak cezasının aynı süreyle bir "eğitim-iş evinde veya tarım
işletmesinde ıslah edilme" veya "denetimli serbestlik"
tedbirlerinden birine çevrilmesine mahkemece karar verilebilecektir. Böylece,
Anayasanın 38 inci maddesi çerçevesinde cezalar yerine, güvenlik tedbirlerine
hükmedilebilmesi olanağı elde edilmiş olmaktadır.
94 ilâ 99 uncu maddeler,
güvenlik tedbirlerini çeşitli yönlerden düzenlemiştir. Bu maddelerin
gerekçelerinde ayrıntılı açıklamalar yapıldığından burada ayrıca söz konusu
maddeler üzerinde durulması gerekli görülmemiştir.
Birinci Kitabın
"Çocuk ve Küçüklere İlişkin Hükümler" başlığını taşıyan Beşinci Kısmı
hakkında yukarıda gerekli açıklamalar yapılmıştır; asıl bilgiler için
maddelerin gerekçelerine bakılmalıdır.
Tasarının İkinci Kitabı,
özel hükümleri içermektedir. Bu Kitap içinde suçlar, ihlâl ettikleri hukukî
yararın niteliğine göre, üç büyük ayrı kısım hâlinde toplanmış ve tasnif
edilmişlerdir. Bilindiği üzere her suç, bir kısım hukukî yararları ihlâl eder
veya belirli yararları korumak amacıyla meydana getirilir. Tasarı bu yararları
üç büyük kısım hâlinde bir tasnife tâbi tutmaktadır: Başta kişilere ait
yararlar gelir. İkinci olarak toplumun, üçüncü olarak da, toplumun en büyük
örgütlenmesini oluşturan Devletin yararları söz konusu olur. Bu itibarla bir
defa suçların üç ana bölüm hâlinde tasnif edilmesi uygun görülmüştür. Her ana
bölüm içinde de yine esas karakteri kişilere, topluma ve Devlete yönelik
olmakla birlikte ayrıca müstakil kategori oluşturan suçlar ayrı bölümler içine
konulmuşlardır. Belirtilen esas çerçevesinde Özel Kısmın tasnifi şöyledir;
"Kişilere Karşı
Suçlar" başlığını taşıyan Birinci Kısım, ihlâl edilen insan haklarının
niteliğini göz önünde bulundurmak suretiyle on bölüme ayrılmıştır.
Birinci Bölüm : Jenosit
ve İnsanlığa Karşı Suçlar
İkinci Bölüm : Göçmen
Kaçakçılığı ve İnsan Ticareti
Üçüncü Bölüm : Hayata Karşı
Suçlar
Dördüncü Bölüm : İşkence
Beşinci Bölüm : Beden
Bütünlüğüne Karşı Suçlar
Altıncı Bölüm : Çocuk
Düşürme ve Düşürtme Suçları
Yedinci Bölüm : Hürriyete
Karşı Suçlar
Sekizinci Bölüm : Şerefe
Karşı Suçlar
Dokuzuncu Bölüm : Hayatın
Gizli Alanına ve Özel Hayata Karşı Suçlar
Onuncu Bölüm :
Malvarlığına Karşı Suçlar
Onbirinci Bölüm: Müşterek
Hükümler
İkinci Kitabın
"Topluma Karşı Suçlar" başlığını taşıyan İkinci Kısmında şu bölümler
yer almaktadır :
Birinci Bölüm : Genel
Tehlike Yaratan Suçlar
İkinci Bölüm : Kamunun
Sağlığına Karşı Suçlar
Üçüncü Bölüm : Kamu
Güvenine Karşı Suçlar
Dördüncü Bölüm : Kamu
Düzenine Karşı Suçlar
Beşinci Bölüm : Ulaşım ve
Haberleşme Araçlarına Karşı Suçlar
Altıncı Bölüm : Cinsel
Bütünlüğe ve Edep Törelerine Karşı Suçlar
Yedinci Bölüm : Aileye
Karşı Suçlar
Sekizinci Bölüm :
Ekonomi, Sanayi ve Ticarete İlişkin Suçlar
Dokuzuncu Bölüm : Bilişim
Alanında Suçlar
Onuncu Bölüm : Müşterek
Hükümler
İkinci Kitabın
"Millete, Devlete ve Kamusal Barışa Karşı Suçlar ve Son Hükümler"
başlığını taşıyan Üçüncü Kısmında şu bölümler yer almıştır :
Birinci Bölüm : Devletin
Ülkesine, Egemenliğine ve Birliğine Karşı Suçlar
İkinci Bölüm : Anayasa
Düzenine ve Devlet Kuvvetlerine Karşı Suçlar
Üçüncü Bölüm : Millî
Savunmaya Karşı Suçlar
Dördüncü Bölüm : Devlet
Sırlarına Karşı Suçlar ve Casusluk
Beşinci Bölüm : Kamu
Hizmeti ve Görevlerine Karşı Suçlar
Altıncı Bölüm : Devletin
Egemenlik Alametlerine, Organlarına ve Memurlarına Hakaret Suçları
Yedinci Bölüm : Adliyeye
Karşı Suçlar
Sekizinci Bölüm : Yabancı
Devletlerle Olan İlişkilere Karşı Suçlar
Dokuzuncu Bölüm :
Memurlar Tarafından İşlenen Suçlar
Onuncu Bölüm : Müşterek
Hükümler
Onbirinci Bölüm : Son
Hükümler
Yukarıya aktarılan
tasniften de anlaşılacağı üzere Tasarı, kişilere karşı suçlara özel hükümlerin
başında yer vermiş bulunmakta ve böylece, insanı ve insan haklarını koruma
ilkesine verdiği üstün değeri ifade etmek ve esasını oluşturan suç ve ceza
politikasının temel hedefini bir kere daha vurgulamak istemektedir. Tasarının
bu Kısmına "Jenosit ve İnsanlığa Karşı Suçlar", "Göçmen
Kaçakçılığı ve İnsan Ticareti" bölümleri ile başlamış olması, Tasarının,
insancıl değerleri vurguladığını gösteren anlamlı bir işaret sayılmalıdır.
Üç ayrı kısım içinde yer
alan bölümlerin maddelerinde, korunmak istenen hukukî yarar göz önünde
bulundurulmak suretiyle sıralama yapılmış ve böylece aynı hak ve yararı ihlâl
eden suçlar aynı bir bölüm içerisinde toplanmıştır. Bilindiği gibi bazen aynı
bir suç, birden çok yararı aynı zamanda ihlâl edebilir ve değişik yararları
aynı zamanda koruma hedefini güdebilir. Bu gibi hâllerde, suça ilişkin değişik
hak ve yararlar arasında galip olan, üstün sayılan yarara göre maddenin yeri
saptanmıştır. Bu tasnif kanunun uygulanmasında, yorumda kolaylık sağlayacak ve
hukukçu olmayanlar için ilgili hükümleri bulmak kolaylaşacaktır.
Tasnif yönünden uygulanan
diğer bir esas da, aynı bir kısmın değişik bölümleri arasında ortak hükümlerin,
her kısmın sonundaki "müşterek hükümler" başlığını taşıyan bölüme
yerleştirilmiş olmasıdır. Aynı bir bölüm içinde yer alan değişik suçlar
bakımından müşterek olan hükümler ise, o bölümün sonuna konulmuştur.
Tasarının özel hükümlerin
tasnifi bakımından getirdiği diğer bir özellik de, kabahat derecesindeki suçlar
için, 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanundan farklı olarak, ayrı bir kısım
tahsis edilmiş olmamasıdır. Kabahat derecesindeki suçlara da ihlâl eyledikleri
veya korumak amacında bulundukları hukukî yarar göz önüne alınmak suretiyle
ilgili bölüm içinde yer verilmiştir.
Bölümler içerisindeki
suçlara ise şu esasa göre yer verilmiştir.
Suçlara, işlenişlerindeki
yoğunluğa ve korunan hak ve yararın önemine göre bölüm içerisinde öncelik
verilmektedir. Bu sıra çerçevesinde önce suçun basit şekli yer almakta, sonra
nitelikli şekli gösterilmektedir. Bileşik suçlara ise, diğer suçlardan sonra
yer verilmektedir. Suçlar, ilke olarak bölümler içerisinde böylece yer almakla
birlikte, unsurlarının bir kısmı müşterek olan fiillerin karşılaştırmayı ve
uygulamada kolaylığı sağlamak üzere, birbirini izlemesine de dikkat edilmiştir.
1/3/1926 tarihli ve 765
sayılı Kanunun esas sistemi itibarıyla her ihtimali ayrı ayrı göz önüne alarak
bunlara göre cezayı ayrı ayrı tertipleyen, hâkimin takdir hakkına fazla yer
vermeyen, vak'acı
"casuistique" nitelikte bulunduğu bilinmektedir. Bu hâlin
gerek bizdeki hukuk uygulamasının geleneksel özelliklerinden, gerek suçta
kanunîlik ilkesinin çok abartılı şekilde anlaşılmasından kaynaklandığı ayrıca
bilinmektedir. 1960'lardan sonra meydana getirilen çağdaş kanunlar, kanunîlik
ilkesine tam sadık kalmakla birlikte, bu sistemden bir ölçüde ayrılmış ve
değişik olasılıkları kapsayabilecek ibareleri içeren ve hâkime kanunu olaylara
uydurabilecek derecede takdir hakkı sağlayan bir tutumu yansıtmışlardır.
Tasarıda, bu iki akım arasında ortalama bir yolun tercihi uygun sayılmıştır.
Böylece yürürlükteki Kanunun abartılı "casuistique" karakteri,
Tasarıda yer almış değildir ve fakat suçta kanunîlik ilkesini zedeleyebilecek
derecede metinlere genişlik verilmesi de uygun sayılmamıştır.
Tasarının Özel Kısmında
yer alan suçları belirleyen maddelerine ilişkin gerekçeler ayrıntılı olarak
kaleme alınmış ve metinle birlikte sunulmuştur. Bu nedenle, Genel Gerekçede
uygulanan suç ve ceza siyaseti bakımından, gerekli sayılan yukarıdaki
açıklamalarla yetinilmesi ve maddeler hakkındaki gerekçelere tümüyle yollamada
bulunulması uygun sayılmıştır.
1960'lardan sonra insan
haklarına ve demokrasi ilkeleri ile uyumlu ceza hükümleri getirme akımına
Tasarıda özellikle yer verilmiş ve bununla orantılı olarak yeni hükümler
metinde yer almıştır. Bunların gerekçeleri her madde bakımından ayrı ayrı
sunulmuştur.
MADDE GEREKÇELERİ
Madde 1. - Anayasanın 38
inci maddesinde yer alan "suçta ve cezada kanunîlik", çağdaş kamu
hukukunun, insan haklarını güvence altında bulunduran temel ilkelerinden birini
oluşturur. Bu ilke günümüzde Türkiye tarafından onanmış bulunan milletlerarası
sözleşmelerde de ifade edilmiş bulunuyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve
bazı Avrupa Anayasa Mahkemesi kararlarında ilkenin içeriğini belirten
açıklamalara da yer verilmektedir: Suçun unsurlarının, kanun metinlerinde
müphem değil ve fakat açık seçik sözcüklerle, duraksamalara neden olmayacak
biçimde gösterilmesi, hangi ihlâllere suç olarak kanunlarda yer verilebileceği
gibi.
İlkenin 1 inci maddede
tekrarlanması, Tasarının temel insan haklarına gösterdiği saygının bir simgesi
olarak uygun sayılmıştır.
Yine, çağdaş ceza
hukukunda önemli bir yer işgal eden ve Anayasada ifadesini bulan güvenlik
tedbirleri, Tasarıda benimsenmiş ve bunlarda da kanunîlik ilkesinin geçerli
olacağı metinde açıkça belirtilmiştir.
Ülkemizde yıllardan beri
yerleşmiş ve çeşitli kanunlarda da uygulama yeri bulmuş olan cürüm ve kabahat
ayırımı bu Tasarıda da korunmuştur.
Madde 2. - Kanunu
bilmemenin mazeret sayılamayacağı, aslında ceza sorumluluğuna ve isnat yeteneğine
ilişkin bir konu olmayıp kanunun bağlayıcılığı ilkesi ile ilgili bulunduğundan,
söz konusu esasa Tasarının 2 nci maddesinde yer verilmesi uygun sayılmıştır.
Kanunu bilmemenin mazeret sayılmaması ilkesi ile ceza hukukunda kasta dayalı
sübjektif sorumluluk ilkesi arasında çelişki bulunduğunu ve uygulamada
çıkabilecek problemlerin çözümünü kast kavramına bırakarak artık böyle bir
hükme kanunda yer verilmemesini öne süren yazar ve hatta kanunlar vardır. Ancak
söz konusu ilkenin Ülkemizdeki uygulamada şimdiye kadar fazla bir güçlük
çıkarmadığı, öteden beri Yargıtay kararlarında kast ilkesine yollama yapılarak,
doktrin ve yabancı kanunlarda belirtilen eğilimi karşılayan kararların
verildiği ve uygulamaların yapıldığı, kaldırılmasının ise duraksamalara ve uygulama
zorluklarına neden olabileceği düşünüldüğünden ilke olarak muhafazasının daha
yerinde olacağı düşünülmüştür. Metinde geçen "kanun" deyimi usulü
üzere yayınlanmış ve ihlâli ceza uygulamasını gerektiren düzenleyici işlemleri
de kapsar.
Madde 3. - Madde, Türk
Ceza Kanunu ile özel ceza kanunları ve ceza içeren kanunlar arasındaki ilişkiyi
düzenlemektedir.
Maddenin kabul ettiği
sisteme göre Kanunda var olan hükümler çerçevesinde, özel kanunda veya ceza
içeren kanunda ayrıca hüküm bulunduğunda, Türk Ceza Kanununda benimsenen
esasları tekrarlasın veya buna aykırı olsun o hüküm uygulanacaktır. Böylece,
1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunda yer almış olup, sadece Ceza Kanununa
aykırı hükümlerin uygulanacağını belirten esas genişletilmiştir.
Madde 4. - Bu maddede,
Tasarının değişik maddelerinde geçen bazı kavramlar tanımlanmaktadır. Tasarıda
yer alan kavramlardan önemlileri ve sık karşılaşılanları bu maddede yer
almıştır.
Böyle bir maddeye
Tasarıda yer verilmesinin amacı, tekrarlardan kaçınmak, önemli kavramlara açıklık
getirmek ve kanunun uygulanmasını ve yorumunu kolaylaştırmaktır; bu maksatla
bazen varsayımlar da meydana getirilmektedir.
Tasarı, maddedeki
tanımları yaparken, belirli varsayımlar kabul etmiştir. Bu bakımdan maddede yer
alan tanımları, Tasarının kabul ettiği varsayımlar çerçevesinde değerlendirmek
gerekir.
Bu maddede yer alan
tanımlar, sadece Kanunun uygulanmasında kolaylık sağlamak üzere tertiplenmiş
metinler olarak algılanmalıdır. Bu itibarla tanımlar üzerinde ayrıca
açıklamalar yapılması gerekli olmamakla birlikte; her türlü duraksamayı
gidermek için aşağıda bazı kavramlara değinilmiştir:
Tasarı, tekerrürün bir
türünü oluşturan özel tekerrür hâllerini kaldırmıştır. Bununla beraber
"aynı türden suç" kavramı bu maddede tanımlanmıştır. Örneğin suçla korunan
ve ihlâl edilen yarar göz önüne alınarak, 4 üncü maddenin (A) fıkrasının (a),
(b) ve (c) bentlerinde sayılan suçlar aynı türden suç olarak kabul edilmiştir.
Aynı türden suç kavramı sadece tekerrür bakımından değil ve fakat örneğin
"itiyadi suç" gibi diğer ceza hukuku kavramları bakımından da
önemlidir.
Örgüt kavramı Tasarının
değişik maddelerinde bazen müstakil suç, bazen suçun kurucu unsuru veya
ağırlaştırıcı nedeni olarak yer almaktadır. Örgüt, aslında birden fazla kişiler
arasında bir anlaşmadır. Ceza hukukunda eylemsiz anlaşma bazı hâllerde bir
tehlike suçu olarak yer almaktadır; aslında sadece anlaşma suç oluşturmaz. Bu
nedenle örgüte müstakil suç veya ağırlaştırıcı neden olarak kanunda yer
verildiğinde, anlaşmanın saptanması gereklidir. Ayrıca iştirak hâli ile örgütün
de birbirine karıştırılmaması gereklidir. Bu nedenle tanımda
"yapılanma" ve "birleşmenin dıştan gözlemi yapılabilecek biçimde
oluşturulması" gereklerine yer verilmiştir.
Kişinin vatandaşlığının
belirlenmesinde 11/2/1964 tarihli ve 403 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanununun
esas alınacağını belirten tanım, ceza uygulaması itibarıyla önemli olan hususu
belirlemektedir. Böylece suçu işlediği sırada Türk vatandaşı iken sonradan
uyruğunu değiştiren kişi suçun unsuru veya kovuşturma koşulu bakımından Türk
sayılacağı gibi, suçu işlediği sırada Türk uyruğuna girmiş olan kişi de Türk
vatandaşı sayılacaktır. Çifte uyruğu olanlar da, Türk vatandaşı
sayılacaklardır.
"Yargı görevi
yapan" deyiminin, bu Kanunun uygulanmasında, yani suçun unsurunu veya ağırlaştırıcı
nedeni veya mağdurunu oluşturduğu hâllerde savcıları da kapsayacağını açıklayan
Tasarı, bu suretle savcıları da ceza hukuku uygulaması bakımından hâkimler
hakkındaki hükümlere tâbi kılmak istemektedir. Maddede suç unsuru,
ağırlaştırıcı veya hafifletici neden olarak bu deyimin yer aldığı hâllerde,
böylece savcılar da deyimin kapsamı içinde kalmış olacaklardır. Dikkat
edilmelidir ki, burada hukukî ve bilimsel bakımdan "yargı görevi"nin
tarifini yapmak söz konusu olmayıp amaç, gereken yerlerde savcıları da belirli
hükümlerin kapsamı içine almaktır.
Bütün görsel ve işitsel
iletişim araçları "basın ve yayın yolu ile" deyiminin kapsamı içinde
bulunmaktadır. Buna internet de dahildir. Dolayısıyla internet marifetiyle
işlenen suçlarda da Türk Ceza Kanunu hükümleri uygulanacaktır.
Maddede yer alan ve Kanun
ve uygulamalarda anlamı duraksamasız belirtilmiş bulunan diğer hususlarda,
ayrıca açıklama yapılması gereksiz sayılmıştır.
Madde 5. - Madde, kanunun
zaman açısından uygulanmasına ilişkindir. Lehe olan kanunun uygulanacağı kuralı
muhafaza edilmiştir. Yürürlükteki usul hükümleri, kesinleşmiş hükümler hakkında
lehe olan yeni kanunun nasıl uygulanacağını göstermek bakımından yeterli
görülmüştür. İkiden çok kanunun değişmesi hâlinde bunlardan hangisi daha lehte
ise onun uygulanacağını belirtmek maksadıyla maddenin ikinci fıkrası kaleme
alınmıştır.
Maddenin üçüncü
fıkrasında güvenlik tedbirleri hakkında, infaz usul ve uygulamaları yönünden
hüküm zamanında yürürlükte olan hükümlerin geçerli olacağı belirtilmiş ve
böylece, tedbirlerin "iyileştirme" işlevi vurgulanmıştır.
Süreli ve geçici
kanunların bu madde kapsamı içinde olmamasının, adalet, sosyal yarar ve kanunun
etkinliği gereği bulunduğu kabul edildiğinden, son fıkraya metinde yer verilmiş
ve böylece süreli ve geçici kanunların etkinliğinin ve adaletin sağlanması
istenilmiştir.
Bilindiği gibi bir kısım
ceza kanunları, olağanüstü hâlleri ve geçici durumları karşılamak amacıyla ve
dolayısıyla nitelikleri yönünden geçici olarak veya kanun metninde açıkça
belirtilen süre kadar yürürlükte kalmak üzere meydana getirilirler. Bu tür
kanunların, nitelikleri gereği, yürürlükte bulundukları süre içinde işlenmiş
bütün suçlar hakkında uygulanmaları zorunludur. Aksi takdirde söz konusu
kanunların caydırıcı etkileri kalmaz veya azalır. Oysa, çeşitli nedenlerle
suçların failleri ele geçirilememekte ve örneğin iştirak hâlinde işlenen bir
suçta kaçan fail, kanunun uygulama süresi geçtiğinde hiçbir yaptırım ile
karşılaşmamaktadır. Bu nedenle maddenin son fıkrasıyla, bu maddenin geçici ve
süreli kanunlar hakkında uygulanmayacağı hükmü getirilmiştir. Zamanaşımı
hükümleri ise, elbette ki, bu suçlar bakımından da geçerlidir.
Madde 6. - Mülkîlik
ilkesinden ve ceza kanunlarının millî egemenliğin bir sonucu oldukları
kuralından hareketle, Türkiye'de işlenen suçlar hakkında sanığın ve mağdurun
uyruklarına bakılmaksızın Türk Ceza Kanununun uygulanacağı maddede açıkca
belirtilmiştir.
Ayrıca Türk Ceza
Kanununun uygulanması bakımından Türk Ülkesinin anlamı açıklanmış ve Türk kara
ve hava sahaları ile karasularında işlenen suçların Türkiye'de işlenmiş
sayılacakları belirtilmiştir. Karasularının anlamı buna ilişkin Kanuna göre
belirlenecektir.
Bundan başka açık
denizlerde ve bu denizlerin üzerindeki hava sahasında her çeşit Türk deniz ve
hava araçlarında veya bu araçlarla işlenen suçlarla, askerî deniz ve hava
araçlarına özgü olmak kaydıyla, yabancı karasularında veya hava sahalarında
işlenen suçların Türkiye'de işlenmiş sayılacakları maddede belirtilmiştir.
1 ilâ l0 Mart 1988
tarihlerinde Roma'da toplanan "Denizde Seyrüsefer Güvenliğine Karşı
İşlenen Yasa Dışı Eylemlerin Önlenmesi Hususundaki Konferans" sonunda
Ülkemizin "Deniz Seyrüsefer Güvenliğine Karşı İşlenen Yasa Dışı Eylemlerin
Önlenmesi" ve "Kıta Sahanlığındaki Sabit Platformların Güvenliğine
Karşı İşlenen Kanuna Aykırı Eylemlerin Önlenmesi"ne ilişkin protokolü
imzalamış bulunması nedeniyle Türkiye'nin kıta sahanlığında veya münhasır
ekonomik bölgesinde tesis edilmiş sabit platformlarda veya bunlara karşı
işlenen suçların da Türk ülkesinde işlenmiş suç sayılacağına dair olan (d)
bendi kaleme alınmıştır.
Madde 7. - Türkiye'de suç
işleyen kişi, çeşitli nedenlerle yurt dışında yargılanmış ve hakkında hüküm
kurulmuş olabilir ve bu takdirde mülkîlik sistemi Türkiye'de yeniden yargılama
yapılmasını gerektirebilir. Ayrıca, Türkiye'de işlenen suç Türkiye'nin huzur ve
sükununu bozmuş olacağından, başka herhangi bir koşul aranmaksızın yani suçun
gerektirdiği cezanın ağırlığına veya türüne yahut mağdurun uyruğuna
bakılmaksızın Türkiye'de yargılanması bu huzur ve sükunun yeniden kurulması
açısından da gereklidir. Yabancı memlekette kurulmuş hükmün niteliği yani
mahkûmiyet veya beraat kararlarından birinin verilmiş bulunması, Türkiye'de
yeniden yargılama yapılmasına engel değildir. Ancak, verilen hüküm mahkûmiyet
şeklinde olup da verilen ceza kısmen veya tamamen yabancı memlekette infaz
edilmiş veya hürriyeti bağlayıcı bir tedbir uygulanmışsa, bunun Türkiye'de
verilecek ceza ve tedbirden ne suretle mahsup edileceği 14 üncü maddede
gösterilmiştir.
Sanığın yabancı olması
hâlinde Türkiye'de yeniden yapılacak yargılama, Adalet Bakanının istemine bağlı
olacaktır. Böylece Cumhuriyet savcılığınca re'sen kamu davası açılmasından
dolayı uluslararası alanda doğabilecek sakıncaların giderilmesi öngörülmüştür.
Kaldı ki, bu gibi hâllerde yabancı ülkede kurulmuş hüküm Türk kamu düzenine
aykırı olmadığında, Türkiye'de yeniden yargılama yapılması bir yarar da
sağlamayabilir. Bir yararın bulunup bulunmadığı şüphesiz Adalet Bakanı
tarafından takdir edilebilir. Ancak, burada Türkiye'nin taraf olduğu
uluslararası sözleşme hükümleri saklı olacaktır.
Madde 8. - Maddeyle,
yabancı ülkede Türkiye namına memuriyet veya görev yapan kişilerin, yabancı
memlekette bu memuriyet ve görevlerinden dolayı bir suç işlemeleri hâlinde
Türkiye'de yargılanacakları belirtilmiştir. Bu gibi memur ve görevliler
hakkında yabancı ülkede yargılama yapılmış ve hüküm kurulmuş olması Türkiye'de
suçun türüne, cezanın ağırlığına, suçtan zarar görenin uyruğuna ilişkin başkaca
bir koşul aranmaksızın yeniden yargılama yapılmasına engel değildir. 14 üncü
maddedeki mahsup işlemlerinin uygulanacağı hususunda şüphe yoktur. Memuriyet
veya görevin sürekli veya geçici olması, Devlet veya herhangi bir kamu kuruluşu
adına yapılmış bulunması arasında fark yoktur.
Madde 9. - Yabancı ülkede
hakkında hüküm verilmiş olan Türk'ün Türkiye'de aynı suçtan dolayı yeniden
yargılanmaması "non bis in idem" ilkesi gereğidir.
Ancak, yabancı ülkede
yargılanıp da hakkında hüküm kurulmuş olan Türk'ün aynı suçtan dolayı
Türkiye'de yeniden yargılanamayacağına dair görüşler ağırlık kazanmakla
birlikte, zaman zaman bu husus hukukî tartışmalara konu olmuş ve tekrar
yargılamanın olanaklı bulunduğunu belirten kararlara da rastlanmıştır. Bu
itibarla, uygulamada ahenk sağlanması ve herhangi bir duraksamaya yer kalmaması
için konuya Tasarı ile açıklık getirilmesinde yarar bulunacağı düşünülmüştür.
1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunun mehazının 7 nci maddesinde de
"sanık yabancı memlekette yargılanıp da kesin olarak beraat eylediği veya
mahkûm olduğu takdirde, cezasını çekmiş
veya mahkûmiyet ortadan kalkmış ise 5 ve 6 ncı maddelerde açıklanan
hâllerde davaya bakılmaz" denilmiştir. 765 sayılı Kanunun 7 nci maddesinde
6 ncı maddedeki hâli de içerecek şekilde, yeniden yargılama hususuna yer
verildiği ve bu suretle mehazdan ayrılındığı hâlde 5 inci madde kapsamına giren
hususlar 7 nci maddede öngörülmemiş idi. Bu tarzda bir düzenlemenin, 5 inci
madde kapsamına giren hâllerde Adalet Bakanının istemi aranmadan re'sen
kovuşturma yapılması arzusundan kaynaklandığı şeklindeki görüşlere de
rastlanmakla birlikte, yeniden yargılama yapılamayacağı hususundaki yargısal ve
bilimsel içtihatlar ağırlık kazanmıştı. Madde düzenlenirken bu gelişmeler de
göz önünde bulundurulmuş ve yabancı memlekette hüküm verilmemiş olması koşulu
konularak konuya açıklık getirilmiştir.
Maddeye göre suç işleyen
Türk hakkında da fiilin yabancı kanuna göre de suç olması ve kovuşturulabilmek
koşulunun varlığı araştırılacaktır.
Madde 10. - Maddeyle, bir
yabancının yabancı ülkede işlediği bazı suçlardan dolayı Türkiye'de ne gibi
koşullarla yargılanabileceğine ilişkin hükümler getirilmiştir.
Maddede, yabancının
yabancı ülkede işlediği suç bakımından iki durumu birbirinden ayırarak ayrı
esaslara bağlanmıştır: Yabancı, 11 inci maddede yazılı cürümler dışında Türk
kanunlarına göre aşağı sınırı bir yıldan az olmayan hürriyeti bağlayıcı bir
cezayı gerektiren bir cürmü, yabancı memlekette Türkiye'nin zararına işlediği
takdirde yabancı ülkede bu suçtan dolayı hakkında hüküm verilmiş olsa da Adalet
Bakanının istemi ile yargılanacak ve Türk kanunları gereğince ceza görecektir.
Fiil, bir Türk'ün zararına işlendiği takdirde Türkiye'de yargılama yapılması,
mağdurun şikâyetine ve yabancı ülkede hüküm verilmemiş olması koşuluna
bağlanmıştır. 14 üncü madde hükmü saklıdır.
Yabancının, yabancı
ülkede bir yabancıya karşı suç işlemesi hâlinde ise Türkiye'de yargılanması,
fiilin cezasının aşağı sınırının üç yıldan az olmayan hürriyeti bağlayıcı
cezayı gerektirmesi ve suçluların geri verilmesi işleminin gerçekleştirilmemesi
koşullarına bağlı tutulmuştur. Böylece yabancı ülkede yabancıya karşı suç
işlemiş bulunan yabancının Türkiye'de yargılanması, işlenen suçun daha vahim
olması koşuluna bağlanmıştır.
Madde 11. - Maddeyle,
"gerçekçilik ilkesi" düzenlenmiştir: Bazı suçların ulaştığı boyutlar,
zaman zaman devletleri bu suçların kovuşturulması bakımından ortak bir tavır
almaya zorlamaktadır. Yapılan anlaşmalarda, karşılıklılık koşulu ile bu tür
suçların soruşturulması ve kovuşturulması bakımından alınması gereken tedbirler
belirtilmekte, gerektiğinde yasal düzenlemelere gidilmesi hususuna da yer
verilmektedir: Örneğin 7/4/1975 tarihli ve 1883 sayılı Kanunla onaylanması
uygun bulunmuş "Sivil Havacılığın Güvenliğine Karşı Kanun Dışı Eylemlerin
Önlenmesine İlişkin Sözleşmenin" 1 inci maddesinde, "kanuna aykırı ve
kasıtlı olarak, uçuş hâlindeki bir uçakta bulunan şahsa karşı uçağın emniyetini
tehlikeye düşürmesi muhtemel bir şiddet hareketinde bulunmak, servisteki bir
uçağı tahrip etmek, uçamayacak şekilde hasara uğratmak, uçuş emniyetini
tehlikeye düşürmek eylemleriyle bunlara teşebbüs ve iştirak hâllerinin suç
sayılacağı açıklandıktan sonra, 3 üncü maddede, her akit devletin 1 inci
maddede belirtilen suçları ağır cezalarla karşılanacak suçlar hâline getirmeyi
taahhüt etmesi" öngörülmüş, 7 nci maddede de "sanığın ülkesinde
yakalandığı akit devlet eğer onu iade etmezse herhangi bir istisna tanımadan ve
suç kendi ülkesinde işlenmiş olsun veya olmasın, ceza kovuşturması yapılması
maksadıyla olayı yetkili makamlarına intikal ettirmek zorunda kalacağı ve bu
makamların kararlarını, o devletin hukukuna göre ciddî nitelikteki herhangi bir
adi suç için öngörülen usuller uyarınca verecekleri"ne işaret edilmiştir.
"Uçakların Kanun
Dışı Yollarla Ele Geçirilmesinin Önlenmesi Hakkındaki Sözleşme" (31 Mart
1973 tarihli ve 14493 sayılı Resmî Gazetede yayımlanarak 17 Mayıs 1973
tarihinde yürürlüğe giren La Haye Sözleşmesi) bu konuda açık hükümler getirmiş
olup, 1 inci maddede "uçuş hâlindeki bir uçakta bulunan herhangi bir şahıs
kanun dışı olarak zorla veya tehditle veya diğer herhangi bir korkutma yoluyla
uçağa el koyar veya uçağın kontrolünü ele geçirirse veya böyle bir harekete
teşebbüs ederse veya böyle bir hareketi yapan ve buna teşebbüs eden şahısla suç
ortağı olursa suç işlemiş sayılır. Bu hareket bundan böyle suç olarak
tanımlanacaktır." denilmiş, Sözleşmenin 2 nci maddesinde ise, "her
akit devletin suçu şiddetli cezalarla karşılamayı taahhüt ettiği"
açıklanmıştır.
8/12/1975 tarihli ve
15436 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan "Uçaklarda İşlenen Suçlar ve Bazı
Eylemlere İlişkin Tokyo Sözleşmesinde"de bu doğrultuda hükümler mevcuttur.
Bu itibarla, ulusal ve
uluslararası hava ulaşımını tehlikeye düşüren ve terör unsuru hâline gelen uçak
kaçırma ve tahrip eylemlerine ilişkin bulunan hükümler madde kapsamına
alınmıştır.
Maddenin birinci
fıkrasında, hangi suçlardan dolayı re'sen soruşturma ve kovuşturma yapılacağı
teker teker maddeleri gösterilmek suretiyle açıklanmış, üçüncü fıkrada ise
bunun istisnaları gösterilmiştir. Ayrıca, aynı hüküm yabancı memlekette işlenen
fuhşa teşvik, uyuşturucu madde imal, ticaret ve kullanılması suçlarında da
benimsenmiştir.
Bu suçlarda 18 inci
maddenin uygulanmaması, fiillerin vahameti nedeniyle daha etkin bir
caydırıcılık sağlamak içindir. 14 üncü madde hükmü ise elbette ki, uygulanacaktır.
Madde 12. - 9 ve 10 uncu
maddelerde suçun hürriyeti bağlayıcı cezayı gerektirmesi bir soruşturma koşulu
olarak gösterilmiştir. Hapis ve para cezasından birinin uygulanması hâkimin
takdirine bağlı bulunan seçimlik cezalı fiiller, genellikle vehamet arzetmeyen
suçlardan olduklarından, yabancı ülkede işlenmeleri hâlinde soruşturma veya
kovuşturma koşulunun gerçekleşmemiş sayılacağı maddede belirtilmiştir.
Madde 13. - Ceza
miktarının soruşturma koşulunu oluşturduğu hâllerde, cürmün ilgili olduğu kanun
maddesindeki cezaya mı, yoksa iddia çerçevesinde kanunî ağırlaştırıcı ve
hafifletici nedenler de göz önüne alınmak suretiyle bulunacak olan cezaya mı
itibar edileceği hususuna açıklık getirilmesinde uygulama bakımından yarar
bulunduğu saptanmış ve bu gibi hâllerde, soruşturma aşamasında ileri sürülen
kanunî ağırlaştırıcı nedenlerin aşağı sınırı ile kanunî hafifletici nedenlerin
yukarı sınırı göz önüne alınmak suretiyle soruşturmaya esas oluşturacak cezanın
hesaplanacağı belirtilmiştir.
Madde 14. - Maddede, suç
nerede işlenmiş olursa olsun, yabancı ülkede gözaltında, tutuklulukta veya
hükümlülükte geçen sürelerin aynı suçtan dolayı Türkiye'de yapılacak yargılama
sonunda verilecek cezadan indirilmesi öngörülmüş, böylece adalet esaslarına
uyulması sağlanmıştır.
Madde 15. - Madde,
yabancı ülkede Türkiye aleyhine yabancının 11 inci maddede belirtilen suçlar
dışında suç işlemesi hâlini öngörmektedir. Kabul edilen ilke, yabancı ülkede
mahkûm edilen veya ne nedenle olursa olsun beraat ettirilen veya dava veya cezası
düşürülen kişi hakkında Adalet Bakanı istemde bulunduğunda Türkiye'de yeniden
yargılama yapılmasıdır. Oysa 11 inci maddede yazılı belirli suçlardan dolayı
re'sen soruşturma ve kovuşturma açılacaktır.
Yargılama sonunda,
hakkında yabancı memlekette hükmolunan ceza, Türkiye'de verilmesi gereken
cezadan az ise noksan tamamlattırılacaktır. Birinci fıkrada gösterilen
nedenlerle düşme veya beraat kararı verilmiş ya da suç kovuşturulabilir
olmaktan çıkmış ise bunların Türk kanunlarına uygun olup olmadığı araştırılacak,
değilse Türk kanununa göre cezaya hükmedilecektir.
Türkiye aleyhine işlenen
suçlarda 18 inci madde uygulanmamakla beraber 14 üncü madde hükmü saklıdır.
Madde 16. - 1/3/1926
tarihli ve 765 sayılı Kanunun 8 inci maddesinde de yer almış bulunan bu hüküm,
bazı kelime değişiklikleriyle Tasarıya aktarılmıştır.
Maddeye göre, yabancı
ülkede verilen mahkûmiyet hükmünün içerdiği hak yoksunluklarının Türkiye'de de
geçerli olması aşağıdaki koşul ve kurallara bağlanmıştır:
- Yabancı ülkede verilen
hüküm bazı hak yoksunluklarını içerecektir.
- Bu yoksunluklar,
işlenen suç itibarıyla Türk kanununa göre de aynı yoksunlukları
gerektirecektir.
- Cumhuriyet savcısının
istemi üzerine mahkeme, bunların Türkiye'de de geçerli olmasına, takdirine göre
karar verebilecektir.
Ancak hükümlü, mahkemece
henüz bu hususta bir işlem yapılmasından önce, hükmün hak yoksunluğuna ilişkin
kısmının Türk mahkemelerince yeniden incelenmesini isteyebilecektir.
Madde 17. - Maddeyle,
yabancı ülkede işlenen siyasal suçların Türkiye'de tâbi olacağı rejim ile geri
verme hukukuna ilişkin temel ilkeler düzenlenmiştir. Bu açıdan yabancı ülkede
işlenen siyasal suç Türkiye'ye karşı işlenmiş ise failin uyruğu ne olursa olsun
Türkiye'de yargılanması öngörülmüştür. Şüphesizdir ki, aynı fiilden dolayı suçun
işlendiği ülkede infaz edilmiş olan ceza ile gözaltında ve tutuklulukta geçen
süreler Türkiye'de verilecek cezadan mahsup edilecektir.
Buna karşılık suçun
Türkiye'ye karşı olmaması hâlinde, Türkiye'de hem yargılama yapılmaması ve hem
de yabancı olan failin geri verilmemesi esası kabul edilmiştir. Böylece suçun
siyasal olması nedeniyle geri verilme istemi reddedilen kişinin Türkiye'de
yargılanması gibi çelişkili bir durumun ortaya çıkması önlenmiştir. Zira,
siyasal veya askerî suçtan dolayı bir kimsenin yabancı ülkeye geri
verilmemesinin esas nedeni, o ülkenin içişlerine karışmamak ve o ülkede geçerli
rejim hakkında bir değer hükmü vermemektir. Oysa, geri verilmeyen suçlu,
Türkiye'de suçtan dolayı yargılanacak olursa yabancı ülkenin içişlerine esaslı
surette müdahale edilmiş olacaktır. Anayasa hükmü gereği suçunun niteliği ne
olursa olsun Türk vatandaşının geri verilmesi esasen söz konusu olamaz.
Böyle bir suç failini
Türkiye'nin, sığınma hakkı konusundaki taahhütlerine sadık kalmak koşulu ile
sınır dışı edebilmesi olanağı da vardır.
Bunun yanında, askerî
suçlardan dolayı geri verme konusu, siyasal suçlar hakkında benimsenen sisteme
bağlanmıştır.
Maddede geri vermenin
siyasal ve ona bağlı suçlarda cereyan etmeyeceği belirtilmiş, böylece, hükmün
tam siyasal suçlara özgü bulunmadığı belirtilmiştir. Şüphesizdir ki,
Türkiye'nin taraf olduğu anlaşmalar ve uluslararası ceza hukukunda kabul
edilmiş olan ilkeler uyarınca siyasal maksatla işlenmiş olsalar da, siyasal suç
niteliğinde sayılmayan suçlardan dolayı iadenin cereyan etmeyeceği hâllerde
Türkiye'de yargılama yapılması olanaklıdır.
Maddede, geri verme usulü
konusunda karma sistem (idarî-yargısal) benimsenmiş önce mahkemece sonra da
Bakanlar Kurulunca geri verme isteminin görüşülmesi kabul edilmiştir. Geri
verme istemi üzerine işe el koyacak mahkeme, iadesi istenen kişinin bulunduğu
yer asliye ceza mahkemesidir. Bu mahkeme, sadece failin uyruğunu, suçunun
niteliğini ve cezasının miktarını inceleyecektir. Bu inceleme sonucunda mahkeme
geri verme istemini reddedecek olursa, Bakanlar Kurulu bununla bağlıdır. Buna
karşılık, mahkeme geri verilmesi istenen kişinin gerek uyruğu gerek isnat
edilen suçun niteliği bakımlarından geri verilmesine engel bir durum
bulunmadığına karar verecek olursa Bakanlar Kurulu bu kararla bağlı olmayıp,
siyasal, adlî ve diğer mülahazaları göz önünde tutarak geri verme istemini
kabul etmeyebilecektir. Mahkemenin her iki hâlde de vereceği karara karşı
temyiz yolu kabul edilerek hukukî denetleme olanağı sağlanmıştır. Ancak geri
verme gibi sür'atle sonuçlandırılması gereken bir kurumun maksadını
karşılayabilmesi için, temyiz incelemesinin öncelikle yapılması gerekecektir.
Suçluların geri
verilmesine ilişkin olan bu madde hükmünün, geri verme işlemlerinin ortaya
çıkardığı çeşitli meseleleri çözmek hususunda yeterli olmadığı ve esasa ve
usule ilişkin hususları içeren ayrı bir kanunun yapılması gerektiği
şüphesizdir. Nitekim Batı ülkeleri iade konusunu ayrı özel kanunlarla
düzenlemektedirler. Kaldı ki, Türkiye'nin taraf olduğu ikili veya uluslararası
sözleşmelerde de geri vermeye ilişkin hükümler vardır. Maddenin son fıkrası bu
hususa işaret etmektedir.
Madde 18. - Madde,
Türkiye dışında işlenip de ülkede soruşturulması ve kovuşturulması olanaklı
suçlarda ne suretle ceza verileceğini gösteren istisna niteliğinde bir hükmü
içermektedir. İzlenen amaçlardan en önemlisi, yabancı ülkelerde iştirak hâlinde
işlenmiş bulunan suçlar nedeniyle, Türkiye'de yapılan yargılamalarda adaleti
sağlamaktır. Gerçekten iştirak hâlinde işlenmiş suçlarda, şeriklerden bir kısmının
yabancı ülkede diğer bir kısmının ise Türkiye'de yargılanmaları hâllerinde,
yabancı kanunun suçtan dolayı ağırlıkları itibarıyla Türk kanununa göre farklı
ve hafif cezaları içermesi durumunda, Türkiye'de yargılanan, aynı suç
nedeniyle, yabancı ülkede yargılanana göre daha ağır cezalara mahkûm
edilebilecektir. Böyle bir uygulamaya Yargıtay'ın çeşitli kararlarında
değinilmiş ve fail hakkında lehte olan kanunun uygulanması gerektiği
vurgulanmıştı. 1989 Türk Ceza Kanunu Tasarısı, Yargıtay'ın kararlarından esinlenerek,
9 uncu maddenin son fıkrasına, böyle hüküm kurulmasına olanak veren bir hükmü
yerleştirmişti. Bu hüküm 1991 yılında Tasarıdan alınarak 1/3/1926 tarihli ve
765 sayılı Kanuna 10a maddesi olarak eklenmiştir.
10a maddesinin Tasarıya
sokulması sırasında gerekli tartışmalar yapılarak metne bu maddedeki şekil
verilmiştir. Buna göre yurt dışında işlenmiş ve fakat failinin Türkiye'de
kovuşturulması gereken suçlarda, geçen dönemlerde uygulamada karşı karşıya
kalınan zorluk ve duraksamalar göz önüne alınmış ve ilke olarak suçun işlendiği
ülke kanunu ile Türk kanunundan hangisi sanık lehine sonuç verecek ise esasta o
kanuna göre ceza verilmesi kabul edilmekle beraber, uygulama aşağıdaki
koşullara bağlanmıştır:
1. Yurt dışında işlenen
suçun Türkiye aleyhine bir fiil oluşturmaması temel koşuldur. O hâlde terör
gibi suçlarda bu madde uygulanmayacağı gibi Tasarının 8 ve 11 inci maddelerinin
birinci fıkralarında belirtilen suçlar hakkında da uygulanmayacaktır.
2. Başta suçun işlendiği
ülke kanunu ile Türk kanunundan hangisinin uygulamada sanık lehine sonuç
vereceği ve o kanun gözetilerek saptama yapılırken aşağıdaki biçimde hareket
edilecektir:
a) Türk kanununa göre
verilecek ceza türü saptanır: Türk kanunu lehte ise veya Türk kanununa göre
verilebilecek sonuç ceza yabancı kanun uyarınca verilebilecek cezanın alt ve
üst sınırlarını aşmayacak ise Türk kanunu uygulanır.
b) Yabancı ülke kanunu
lehe ise o zaman yabancı kanun uyarınca verilebilecek, Türk Ceza Kanununda var
olan cezaya en yakın ceza esas alınır ve buna göre uygulama yapılır.
3. Herhâlde suçun
işlendiği ülke kanunu, Türkiye'nin kamu düzenine veya uluslararası yükümlerine
aykırı ise bu ülke kanunu, maddenin uygulanmasında yabancı kanun olarak göz
önüne alınmaz yani bu hâlde doğrudan Türk kanunu uygulanır.
Aslî cezalar hakkında
olduğu gibi fer'î cezalar hakkında da madde hükümleri, yukarıda açıklandığı
biçimde uygulanacaktır.
Dikkat edilmelidir ki,
madde dolayısıyla yabancı ceza kanunu uygulanmakta değildir. Sadece Türk
kanununun uygulanmasında yabancı kanun adalet gereği olarak gözetilmektedir.
Madde 19. - Maddenin
birinci fıkrasında, ceza sorumluluğu bakımından temel belirleyici ilkeye yer
vermektedir. Bir kere kişiye davranışından dolayı ceza verilebilmesi için icra
veya ihmal biçiminde bir eylemin (hareketin) zorunlu olduğu, soyut düşüncenin,
bir eylemle ortaya çıkamaması hâlinde cezalandırılamayacağı ilkesi
vurgulanmaktadır. İkinci olarak kişinin ancak kendi fiilinden dolayı ceza
sorumluluğuna tâbi bulunduğu belirtilmektedir. Bu hüküm, böylece suçtan dolayı
kişisel sorumluluk ilkesini vurgulamakta ve esasen ilke anayasalarda,
milletlerarası hukuk metinlerinde yer almaktadır. Yeni Fransız Ceza Kanunu da,
sorumluluk bölümüne bu madde ile başlamaktadır. Fıkrada yer alan temel ilke,
açıklandığı üzere suçun oluşması için kanaat, düşünce ve fikirlerin bir eylem
şeklinde ortaya çıkmadıkça, kanunun bunları cezalandırmadığıdır.
Maddenin ikinci fıkrası
bu düşünceyi daha güçlendirmekte ve vurgulamaktadır. Gerçekten bu fıkrada,
Tasarının birçok maddesinde geçen "suç faili" terimi tanımlanırken,
suç failinin eylemi gerçekleştiren veya buna teşebbüs eden olduğu belirtilmekte
ve böylece, suçun oluşmasında eylemin temel unsur olduğu bir kere daha
belirtilmiş olmaktadır.
Maddenin üçüncü fıkrası,
tüzel kişilerin ceza sorumluluğuna ilişkin hükümlerin saklı bulunduğunu
belirtiyor, tüzel kişiler adına eylemleri, organları veya diğer yetkililer yani
gerçek kişiler gerçekleştirdiklerinden böyle bir fıkraya yer verilmesi,
duraksamaları önlemek bakımından yerinde sayılmıştır.
Madde 20. - Cürümlerde
ceza sorumluluğunun temeli failin kasten hareket etmiş olmasıdır. Kastın ana
unsurlarının da gerek eylemin gerek bundan doğan neticenin bilinmesi ve
istenmesi olduğu bilinmektedir. Maddenin birinci fıkrasının ikinci cümlesinde
bu husus açıkça belirtilmiş ve kast tanımlanmıştır.
Maddenin ikinci
fıkrasında, netice nedeniyle ağırlaşmış suçların ve kast kuralından ayrılmayı
gerektiren durumların yani istenmeyen neticeden sorumluluk hâllerinin varlığı
göz önünde tutularak kuralın istisnası
gösterilmiştir. Ancak, bu hâllerde de failin sorumlu tutulabilmesi için varlığı
gereken iki ana koşula yer verilmiştir. Bunlardan birincisi, icra ve ihmal
şeklinde olabilen eylemin failce bilinerek ve istenerek yapılmış olmasıdır.
Böylece fail eylemi bilerek ve isteyerek yani iradî olarak yapmamış ise bundan
doğan sonuçtan dolayı cezalandırılamayacaktır. İkinci koşul, failin yapmış veya
yapmamış olduğu bu hareketle meydana gelen netice arasında bir nedensellik
bağlantısının bulunmasıdır. Bu itibarla, meydana gelen, anormal, istisnaî,
önceden öngörülme olanağı bulunmayan bir netice ise, failin bundan dolayı
cezalandırılması mümkün olmayacaktır.
Böylece, kastın istisnası
olarak kabul edilen bu durumda medenî hukuktaki kusursuz sorumluluk arasındaki
farklar belirtilmiş bulunulmaktadır.
Maddenin üçüncü
fıkrasında, "cezalandırılabilme koşulunu" kapsayan suçlarda, failin
cezalandırılabilmesi için koşulun gerçekleşmesinin istenmiş bulunmasına
gereksinme olmadığı ifade edilmiştir. Örneğin gebe sanılan kadına araç
sağlayanın, kadının ölmesi hâlinde cezalandırılması durumunda olduğu gibi.
Maddenin son fıkrasında
ise, kasten işlenen suçlarda genel bir hafifletici neden yer almaktadır. Failin
çok hafif neticelerin meydana gelmesini istediği ve kusurunun da çok hafif
olduğu hâllerde hâkim, suçun işlenmesine neden olan hâl ve koşulları ve meydana
gelen neticeyi göz önüne almak suretiyle cezanın üçte ikisinden onda dokuzuna
kadarını indirecektir. Bu fıkra hükmü çağdaş kanunlarda yer almaktadır ve
böylece kusurun çok hafif olduğu hâllerde esaslı bir ceza indirimi
sağlanmaktadır.
Madde 21. - Maddede
cürümlerde istisnaî bir kusurluluk şekli olan taksir tanımlanmış ve varlığı
için aranan koşullar belirtilmiştir. Bunlardan birincisi kanunda açıklık
bulunmasıdır. Bu itibarla kastın varlığı için kanunda açıklık bulunmasına gerek
olmamasına karşılık, taksirde bu husus aranacaktır.
İkinci koşul failce
yapılan ve bir icra veya ihmal şeklinde gerçekleşebilen eylemin iradî
olmasıdır.
Üçüncü koşul neticenin
öngörülebilir bulunmasıdır. Gerçekten neticenin öngörülmesi olanaklı değilse
ortada kusurluluğu gerektiren bir husus var olmaz.
Dördüncü koşul hareket
ile öngörülmesi olanaklı bu netice arasında nedensellik bağlantısının
varlığıdır.
Maddede taksirin esasını
oluşturan başlıca şekillere de değinilmiş ve öngörülmesi olanaklı ve fakat
failce öngörülmemiş bir neticenin dikkatsizlik, tedbirsizlik, meslek ve sanatta
acemilik, kanun, nizam ve emirlere riayetsizlik nedenlerinden birisiyle meydana
gelmesi gerekeceği de açıklanmıştır.
Böylece genel bir tanım
verilmiş olduğundan artık Özel Kısımda taksirli suçlara ait hükümlerde bu
şekillerin ayrıca belirtilmesine gerek görülmeyecek ve uygulamaya ışık tutulmuş
olacaktır.
Maddenin üçüncü
fıkrasında, kastın bir türü olan "gayrimuayyen kastla" bazen
karıştırılan ve kimi Fransız yazarlarının "olası kast" dedikleri
bilinçli taksirin tanımı verilmiştir. Bilinçli taksiri basit taksirden ayıran
özellik, eylemin neticesinin failce fiilen öngörülmüş ve fakat istenmemiş
olmasıdır. Bilinçli taksir hâlinde hükmedilecek ceza üçte birden yarısına kadar
artırılacaktır. Böylece bilinçli taksir, iş kazalarını, trafikte meydana gelen
taksirli suçları önlemek bakımından caydırıcı etki yapacak ve suçların
önlenmesinde yarar sağlayacaktır. Bilinçli taksire ilişkin hüküm, 8/1/2003 tarihli
ve 4785 sayılı Kanunla 765 sayılı Kanunun 45 inci maddesine de eklenmiştir.
Yeni Fransız Ceza Kanununda da benzerî yaptırımlara yer verilmiştir.
Örneğine Ülkemizde
özellikle kırsal bölgelerde rastlandığı üzere, taksirli suçlarda failin meydana
gelen netice itibarıyla bizzat kendisinin ve ailesi bireylerinin ağır derecede
mağduriyete uğradıkları görülmektedir. Söz gelimi, köylü kadınların gündelik
uğraşları ve hayat zorlukları itibarıyla, sayısı çok kere üç-dörtten fazlasına
varan küçük çocuklarına gerekli dikkati ve itinayı gösterememeleri sonucu,
çocukların yaralandıkları veya öldükleri görülmektedir. Aynı şekilde meydana
gelen trafik kazalarında da benzer olaylara rastlanmaktadır.
Bu gibi hâllerde ananın
taksirli suçtan dolayı kovuşturmaya uğraması ve cezaya mahkûm edilmesi, esasen
suçtan dolayı evladını kaybetmesi sonucu uğradığı ızdırabı şiddetlendirmekle
kalmamakta, ayrıca, ailenin tümüyle ağır derecede mağduriyete düşmesine neden
olmaktadır.
Benzer hususları gözeten
Avrupa Konseyi de, maddede belirtilen hafifletici veya cezayı kaldırıcı nedene
yer veren metinleri meydana getirmiş bulunmaktadır.
Maddeye göre, hâkim
suçlunun durumunu takdir ile ceza vermeyebilecektir. Elbette ki hâkim bu
husustaki takdirini kullanırken suçlunun ekonomik durumunu, aile yükümlerini,
söz gelimi diğer çocukların bakımını göz önünde bulunduracak, ona göre hüküm
kuracaktır. Ancak, dikkat edilmelidir ki, bu fıkranın uygulanabilmesi için
fiilden dolayı sadece (münhasıran) failin kişisel ve ailevî durumu itibarıyla
zararlı netice meydana gelmiş bulunmalıdır; böyle bir netice ile birlikte söz
konusu durumlara ilişkin bulunmayan başka bir netice de meydana gelmişse fıkra
uygulanmayacaktır. Fıkrada yazılı suç bilinçli taksir hâlinde işlenirse ceza
yarıdan üçte birine kadar indirilebilir.
Madde 22. - Kabahatlerde
kastın aranmayacağını ve herkesin kendi icra ve ihmalinden sorumlu bulunduğunu
açıklayan bu madde, bir bakıma kabahat derecesindeki suçun tanımını da yapmış
olmaktadır.
Madde 23. - Tümüyle
"hata"yı düzenleyen bu maddenin (1) numaralı fıkrası fiilî hatanın
bir kısmını oluşturan kişide hataya ve sapmaya (inhiraf) ilişkindir.
(1) numaralı bentte
düzenlenen kişide hata veya sapma hâllerinde failin kastına önem verilmiş ve
meydana gelen neticeden değil, kastettiği neticeden sorumlu tutulacağı, bu
itibarla, kastettiği neticede yer alan hafifletici nedenlerden yararlanıp,
gerçekleşen suçta var olup da mağdurun sıfatından doğan kişisel ağırlaştırıcı
nedenlerin ve kastettiği suçta var olup da gerçekleşmeyen ağırlaştırıcı
nedenlerin faile yüklenmeyeceği metinde açıklanmıştır.
Maddenin (2) numaralı
fıkrasında ise fiilî hata, genel olarak ele alınmış ve hukukî sonucu
belirlenmiştir. Olayların hatalı değerlendirilmesinin etkisi altında hareket
eden kişinin hatası, lehe sonuç verecek nitelikte ise, hatası göz önüne
alınacak ve ona göre hüküm verilecektir. Böylece suçun unsurlarına, neticesine
ilişkin bulunan hata, failin lehine olduğunda sorumluluk bakımından ona göre
hüküm verilecektir. Başkasının aldatması sonucunda hataya düşülmesi hâlinde de
aynı kural uygulanacaktır. Ancak kuralın uygulanması, fıkranın ikinci
paragrafında belirtildiği üzere yanılgının taksir sonucu meydana gelmemesine
bağlıdır. Fail alınması elinde olan tedbirlere başvurmak suretiyle hataya
düşmeyebilecek idi ise bakılacaktır: Fiil taksir ile işlendiğinde de
cezalandırılan bir suç oluşturmakta ise o hükümlere göre ceza verilecek, böyle
değilse yani suç sadece kast ile işlendiğinde cezalandırılıyorsa fail
yanılgısından tam olarak yararlanacak, cezalandırılmayacaktır.
Maddenin (3) numaralı
fıkrası hukuka uygunluk nedenlerinde hataya ilişkindir. Bu bende göre bir hata
nedeni ile hukuka uygunluk nedenlerine ait koşullar içinde bulunduğunu sanan ve
buna göre hareket eden kimseye, yanılgısı kendisine isnadı olanaklı bir kusura
dayanmadığında, ceza verilmeyecek, kişi hukuka uygunluk nedeninden tam olarak
yararlanacaktır.
Maddenin (4) numaralı
fıkrası "dolayısıyla faillik" kurumu ile ilgilidir. Bu fıkraya göre
hata başkasının bir suçun işlenmesini sağlamak için aldatması sonucu meydana
gelmişse, işlenen suçtan dolayı suçu işleyen fail değil, hataya düşüren kişi
sorumlu tutulacaktır.
Madde 24. - Madde, cebir
ve şiddet, ikrah ve tehdidin etkisi altında suç işlendiğinde, sorumluluğun
suçun işlenmesi ve şiddet kastıyla söz konusu cebir ve şiddet, ikrah ve tehdidi
kullanana ait olacağını belirlemek amacıyla kaleme alınmıştır.
Mücbir neden, kaza ve
tesadüf hâllerinde ise kast ilkesi çerçevesinde çözüm yollarına ulaşılabileceği
saptandığından ayrıca hüküm getirilmesine gerek görülmemiştir.
Madde 25. - Bilindiği
üzere, ceza hukuku sistemlerine özelliklerini veren belirleyici unsurlardan
birisi de özel hukuk tüzel kişilerinin sorumluluklarının kabul edilmiş olup
olmamasıdır. 10. Birleşmiş Milletler 2000 Viyana Kongresinde de belirtildiği
gibi, örgütlü suçlarla mücadelenin temel koşullarından birisi de tüzel
kişilerin ceza sorumluluğunun kabul edilmesidir.
Madde, Türk ceza hukukuna
reform niteliğinde çok önemli bir yenilik getirmiş bulunmaktadır. Bu yenilik,
özel hukuk tüzel kişilerinin ceza sorumluluğunun, 25 ve 26 ncı maddeleri içeren
Birinci Kitabın İkinci Kısmının Üçüncü Bölümünde ayrıca düzenlenmiş olmasıdır.
Bilindiği gibi mevzuatımızda tüzel kişilere ceza sorumluluğu tanıyan bazı
istisnaî hükümler vardır. Nitekim bu maddenin ikinci fıkrasında bu hükümlerin
saklı olduğu açıklanmaktadır.
Dikkat edilmelidir ki, 25
ve 26 ncı maddelerle tüzel kişilerin mutlak olarak cezaen sorumlu oldukları
ifade edilmiş değildir. Tasarı, mevzuatımızda var olan istisnalara daha geniş
bir yenisini eklemektedir.
Maddenin birinci
fıkrasında ise, tüzel kişilerin ne gibi hâllerde ve ne gibi koşullarla ceza
sorumluluğuna tâbi bulundukları gösterilmiştir:
a) Tüzel kişilerin cezaen
sorumlu olabilmeleri için öncelikle organ ve temsilcileri olan gerçek kişilerin
bir suç işlemeleri,
b) Bu suçun tüzel kişi
yararına işlenmesi,
c) İşlenen suçun, tüzel
kişiler tarafından da işlenebileceğinin kanunda açıkça belirtilmiş olması,
gereklidir.
Bu üç koşul gerçekleştiği
takdirde, gerçek kişi yani tüzel kişinin organı veya temsilcisinin işlenen
suçtan dolayı sorumluluğu sürecek ve fakat tüzel kişi de, 26 ncı maddede
gösterilen esaslar çerçevesinde cezaen sorumlu olacaktır.
Burada özellikle dikkat
edilmesi gerekli husus, bu maddenin suçu işleyen gerçek kişi ile iştiraki olan
diğer tüzel kişi mensuplarının sorumluluğunu kaldırmadığı ve fakat tüzel
kişinin de, bir kişilik olarak, sorumlu sayıldığıdır.
Çağımız suçluluğunun en
dikkat çekici görünümlerinden birisi de ekonomik ve örgütlü suçluluktur. Bu
çeşit suçluluğun gelişmesinde ise tüzel kişilerin büyük etkisi olmaktadır. Bu
nedenle Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi bir süreden beri ekonomik
suçluluk hakkında etkin tedbirler oluşturmaya çalışırlarken önemli bir
caydırıcı araç olarak tüzel kişilerin ceza sorumluluğu üzerinde de durmuşlardır.
1994 Fransız Ceza Kanununun 121-2 nci maddesinde, 25 inci maddedeki koşullara
uygun olarak, Devlet dışındaki tüzel kişilerin cezaen sorumlu oldukları hükmünü
getirmekte ve Kanunun değişik maddelerinde tüzel kişilerin de faili
olabilecekleri suçları göstermektedir. XIX. Yüzyılda (Societas delinquere non
potest) kuralına uygun olarak, tüzel kişilerin ceza sorumluluğu reddedilmişti.
Ancak XX. yüzyılın, özellikle ikinci yarısından itibaren iş hayatının aldığı
yeni ivme dolayısıyla fiyatlar, tüketim, iş ilişkileri, çevre konularında yeni
suçlar ortaya çıkmış ve bunların özellikle ekonomik teşebbüsler, sermaye
kuruluşları tarafından işlendiği tespit edilince, sadece kişilerin
cezalandırılması yeterli görülmemiş ve bizzat tüzel kişinin, belirli koşullarla
cezaen sorumlu olması gerekmiştir: Tüzel kişi, bazı suçları işleyebilen bir
sosyal gerçektir (sahtecilik, inancı kötüye kullanma, vergi suçları, malî
suçlar, doğrudan doğruya vücut hareketini gerektirmeyen suçlar gibi).
Bu nedenlerle tüzel
kişilerin ceza sorumluluğu 1929 Bükreş, 1959 Roma, 1978 Budapeşte, 1983 Kahire
ceza hukuku kongrelerince benimsenmiş ve Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi
ekonomik suçlarda bu sorumluluğu tavsiye etmiştir.
1994 Fransız Ceza Kanunu
yanında İngiltere, Kanada, Amerika Birleşik Devletleri, Hollanda tarafından da
sorumluluk pozitif hukuka sokulmuştur.
Birleşmiş Milletler
Palermo Sözleşmesi, bu konuda tüzel kişilerin ceza sorumluluğunu kabul
etmektedir.
Tasarı böylece Avrupa
hukukunda gelişen yeni bir caydırıcı unsuru da Türk ceza mevzuatına eklemiş
bulunmaktadır.
Madde 26. - Madde, özel
hukuk tüzel kişilerinin 25 inci madde çerçevesinde gerçek kişi tarafından
işlenen suçtan dolayı sorumlu olduğu hâllerde hangi yaptırımların ne suretle
hükmedileceğini göstermektedir:
Bir kere fiili işleyen
gerçek kişi hakkında hükmedilen veya hükmedilmesi gereken para ve müsadere
cezaları tüzel kişi hakkında da ayrıca hükmedilecektir. Müsadere veya
mülkiyetin Devlete geçmesi gerçek kişi bakımından infaz edilmiş ise, elbette
ki, artık tüzel kişi hakkında da infazı mümkün olmaz.
Gerçek kişi hakkında
hükmedilen veya hükmedilmesi gereken hürriyeti bağlayıcı cezalar ile kamu
hizmetlerinden yasaklanma, bir meslek veya sanat veya ticaretin icrasının
durdurulması cezaları ise, tüzel kişi hakkında "tüzel kişinin çalışmadan
yasaklanması" şeklinde infaz olunabilecektir. Bu bakımdan madde mahkemeye
geniş yetki tanımıştır. Bir kere mahkeme söz konusu cezaların tüzel kişi
hakkında "çalışmadan yasaklanma" biçiminde infaz edilip edilemeyeceği
hususunda takdirine göre bir karar verecek, infaza karar verdiğinde ise yasak
süresini de yine kendisi belirleyecektir. Ancak bu süre hiçbir zaman gerçek
kişi hakkında verilen ceza süresini aşamayacaktır.
Ayrıca mahkeme, tüzel
kişinin, atayacağı denetçilerin kontrolü veya yöneticiler eliyle belirleyeceği
süre içinde çalışmalarını sürdürmesine de karar verebilecektir.
Maddenin son fıkrasında,
kanunların tüzel kişinin feshini veya kapatılmasını ayrıca öngördüğü hükümlerin
saklı bulunduğu açıklanmış ve böylece hâlen tüzel kişilerin ceza sorumluluğuna
ilişkin kanunların aynen yürürlükte kaldığı vurgulanmıştır.
Madde 27. - Maddeyle
getirilen hukuka uygunluk nedeni aslında Anayasanın 137 nci maddesine
dayanmaktadır. Maddede, kanunun hükmünü icra edenin herhangi bir suçtan dolayı
sorumlu tutulamayacağı açıklanmıştır. Maddede yetkili bir merciden verilen ve
memurun görevi gereği yerine getirmek mecburiyetinde bulunduğu emrin icrası
hâlinde de sorumlu olmayacağı belirtilmiştir. Ancak, Anayasanın 137 nci
maddesinin ikinci fıkrasındaki hüküm gereği konusu suç teşkil eden emri verenin
de suçtan dolayı sorumlu olacağı şüphesizdir.
Verilen emrin konusunun
açıkça suç oluşturduğunun bilinmemesi ve anlaşılamaması hâlinde, memurun
işlenen suçtan dolayı, hata nedeniyle, sorumlu olmayacağı meydandadır. Bu takdirde
emri veren suçtan dolayı sorumlu olacaktır.
Anayasal ve kanunî
düzenlemeye göre, amirin emrini icra eden kişi, emrin "yetki",
"konu" ve "şekil" açısından kanuna uygunluğunu denetlemekle
yükümlüdür. Değinilen denetlemeyi yapmadan hukuka aykırı emrin yerine
getirilmesi, emri yerine getiren kişiyi sorumluluktan kurtarmaz. Buna karşılık,
belirli gereksinmeler nedeniyle, emri icra etmekle yükümlü kişinin, emri yerine
getirmek konusunda kanun denetimini yapmasını engelleyen ve her durumda emrin
uygulanmasını öngören kanun düzenlemeleri vardır.
Örneğin, 22/5/1930
tarihli ve 1632 sayılı Askerî Ceza Kanununda ve 4/7/1934 tarihli ve 2559 sayılı
Polis Vazife ve Salahiyet Kanununda, bu türden hükümler bulunmaktadır.
Bu durumda, emrin hukuka
aykırılığını denetleme olanağı bulunmayan bir kişinin, emri yerine getirmesi
irade dışı bir davranıştır. Buna karşın bu kişinin hukuka aykırı bir emri
yerine getirmesi nedeniyle sorumlu tutulması "ceza sorumluluğunun
kişiselliği" kuralına aykırı olur. Belirtilen durumda, suç oluşturan
hukuka aykırı eylemin işlenmesinden, sadece emri verenin sorumlu tutulması
yerinde görülerek, Tasarının bu maddesine, "Emrin, hukuka uygunluğunun
denetlenmesi, kanun tarafından engellendiği hâllerde, yerine getirilmesinden
sadece emri veren sorumlu olur." hükmü eklenmiştir.
Mevzuatta, söz gelimi
askerî kanunlarda, memurun kendisine verilen emri yerine getirmeye mecbur
tutulduğu hâllerdeki istisnalar, elbette ki saklıdır. Bu gibi hâllerde, 3 üncü
maddede yer alan özel kanunlarla Ceza Kanunu arasındaki ilişkiyi düzenleyici
hüküm dolayısıyla özel kanundaki hüküm uygulanacaktır. Bu bakımdan Anayasanın
137 nci maddesinin son fıkrasındaki istisna saklı kalacaktır.
Madde 28. - Madde (1)
numaralı fıkrasında meşru savunmayı (2) numaralı fıkrasında ise zorunluluk
(ızdırar, mecburiyet) hâlini düzenlemektedir.
Meşru savunma bakımından
Tasarı şu koşulları saptamıştır:
1. Bir kere her türlü
hakka yönelik haksız bir saldırıya karşı meşru savunmanın söz konusu olduğu
belirtilmiş ve böylece kurumun, bazen anlamsız ve sosyal gereklere aykırı
düşecek derecede dar tutulmasının önüne geçilmesi istenilmiştir.
Esasen, kanunlarımızda
mala karşı saldırılarda da meşru savunmayı kabul eden hükümlere yer verilmiş
olması kurumun bu şekilde düzenlenmesini gerekli kılmaktadır.
Ayrıca, şu husus da
belirtilmelidir ki, kişileri suç işlemekten caydıracak en etkin araçlardan
birisi, suç işlediklerinde karşılık görebilecekleri endişesi olduğundan, meşru
savunma hakkının böylece genişletilmesi, kriminolojik yönden caydırıcı etki de
yapabilecektir.
2. İkinci olarak meşru
savunmanın "haksız saldırı" koşulu bakımından, "gerçekleşen
haksız saldırı" ile "gerçekleşmesi muhakkak haksız saldırı" veya
"tekrarı muhakkak haksız saldırı" aynı sayılmıştır. Böylece kişilerin
haksız saldırılara karşı kendilerini korumaları olanağı daha da genişletilmiş
olmaktadır.
3. Üçüncü olarak
savunmanın "saldırı ile orantılı biçimde" olması meşru savunmanın
temel koşullarından birisi olarak kabul edilmiştir.
Maddenin (2) numaralı
fıkrasında zorunluluk hâli düzenlenmiştir: Bu hâlin bir hukuka uygunluk nedeni
oluşturması, meşru savunmadan farklı olarak, kişinin kendisine veya başkasına
ait bir hakka yönelik bir tehlikenin varolmasından dolayıdır. Bu hukuka
uygunluk nedeninden yararlanılabilmesi için, tehlikeye bilerek neden
olunmaması, tehlikeden suç olan bir harekete başvurmadan kurtulmanın olanaklı
bulunmaması ve tehlikenin ağır ve muhakkak olması da araştırılacaktır.
Ayrıca, tehlikenin
ağırlığı ile konu ve kullanılan araç arasında "orantılılık ilkesi"
kabul edilmiştir.
Mücbir neden (zorlayıcı
neden) ile zorunluluk hâli arasındaki farka da bu vesile ile değinmek uygun
olacaktır: Mücbir neden, faili, iradesine aykırı bir şekilde hareket etmeye
zorlayan, karşı koyamadığı, failin başka suretle hareket etmesine olanak vermeyen
bir kuvvettir ve fail bunu bilmektedir. Zorunluluk hâlinde bulunan kimse
kendisine veya başkasına ait haktan özveride bulunarak zarara bizzat
katlanabilir ve bir suç işlemeyebilir. Oysa mücbir neden hâlinde fail için
kanuna uymasını engelleyen mutlak bir olanaksızlık vardır.
Madde 29. - Madde ile
hakkın kullanmasına ve mağdurun rızasına ilişkin hukuka uygunluk nedenleri
düzenlenmiştir. Bir hakkı kullanan kimsenin hukuka aykırı bir şekilde hareket
etmiş sayılamayacağı öteden beri kabul edilmekte ve bu husus çağdaş ceza
kanunlarında yer almaktadır. Esasen, Yargıtayın özellikle basın yoluyla
işlenmiş suçlarda haber verme ve eleştirme haklarını göz önünde tutarak bir
süreden beri ceza sorumluluğunu kabul etmemiş olması da bu hukuka uygunluk
nedeninin Türk uygulamasına girdiğini göstermektedir.
Bir hak, kanun, tüzük,
yönetmelik, genelge gibi nizamlara dayanabilir ve hukuken tanınmış ve
düzenlenmiş olmak kaydıyla, bir mesleğin icrasından da doğabilir.
Burada hakkın doğrudan
doğruya kullanılabilir olması aranacaktır. Eğer hak, bir mercie başvurarak
kullanılabilecekse artık buradaki hak kapsamında kabul olunmayacaktır.
Maddede ayrıca sözü
edilen, "mağdurun rızasının", bir hukuka uygunluk nedeni
sayılabilmesi için hukuken geçerli olması şarttır.
Rızanın geçerliliği için
de mağdurun rıza açıklamaya ehil ve rızanın, kişinin üzerinde mutlak suretle
tasarrufa yetkili bulunduğu, bir hakka ilişkin olması gerekir. Bir kimsenin ne
gibi haklar üzerinde mutlak suretle tasarrufa yetkili olduğu hususu ile ehliyet
konusu, bütün mevzuat hükümleri göz önünde bulundurularak saptanacaktır.
Madde 30. - Madde ile
hukuka aykırılığı gideren nedenlerin hepsini kapsamına alacak surette sınırın
kast olmaksızın aşılması hâli düzenlenmiştir.
Gerçekten, hukuka
uygunluk nedeninin sınırı ya kasten ya taksirle veya mücbir nedenle aşılabilir.
Mücbir neden konusunda 28 inci maddenin gerekçesine bakılmalıdır.
Sınır kasten aşıldığında,
örneğin, meşru savunmada bulunan kişi vaki saldırıyı defetmek için saldırganı
öldürmenin şart olmadığını bile bile ve sırf tecavüze uğramış olması
fırsatından yararlanarak saldırganı öldürdüğü takdirde hukuka aykırılığın
kalkmayacağı ve failin bu maddedeki herhangi bir ceza indiriminden
yararlanamayacağı şüphesizdir. Bu nedenle madde sınırın kast olmaksızın
aşılması hâlini kapsamaktadır.
Yukarıda verilen örnekte
fail, maruz kaldığı saldırı dolayısıyla ve içinde bulunduğu durum itibarıyla
esasta gerekli olandan fazla bir savunmada bulunmuş olabilir. Sınırın
aşılmasındaki bu taksir kendisinin cezalandırılmasına yol açabilirse de, bunun
için işlenen suçun taksirle işlendiği takdirde de cezalandırılabilen bir fiil
olması zorunludur. Demek oluyor ki, bu gibi hâllerde işlenen suçun niteliğine
bakılacak ve sadece kast bulunduğu takdirde cezalandırılabilen bir cürüm söz
konusu ise faile ceza verilmeyecek buna karşılık, suç taksirle işlendiği
takdirde de cezalandırılabilen fiillerden birini oluşturduğunda, maddede
öngörülen biçimde cezadan indirim yapılarak faile taksirli suçtan dolayı ceza
verilecektir.
Ancak son fıkra bu
hususta da bir istisna getirmektedir: Sınırın taksirle aşılması, fail
bakımından mazur görülebilecek bir heyecan, korku veya telaştan ileri gelmiş
ise faile ceza verilmeyecektir.
Madde 31. - Maddede
hafifletici neden olarak haksız tahrik hâli düzenlenmiş ve 1/3/1926 tarihli ve
765 sayılı Kanunda yer alan adi ve ağır tahrik ayırımı kaldırılmıştır. Böylece,
hâkimin bu iki tahrik şeklini birbirinden ayırırken yaptığı takdir hatası
nedeniyle Yargıtayca hükmün bozulması ve böylece davaların gecikmesi önlenmek
istenilmiştir.
Nitekim suçlarda sadece
yukarı sınırı gösterme metodunu uygulayan yeni Fransız Ceza Kanunu, tahriki
bütünüyle kanundan çıkarmıştır.
Haksız tahrikin ana
koşulu, yapılan haksız hareketin fail üzerinde bir hiddet veya şiddetli elem
meydana getirmesi ve suçun işlendiği anda failin bu durumda bu etki altında
bulunması olduğundan, madde söz konusu psikolojik hâlleri belirtecek biçimde
kaleme alınmıştır. 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunun 51 inci maddesinde
"gazap ve şedit bir elemin tesiri altında" ibaresi kullanılmıştır.
Gazap, aslında hiddetlenmeyi ifade eder; şedit bir elem deyimi psikolojik
bakımdan aslında hareketsizliğe, pasifliğe yöneltici bir ruh hâli ise de,
burada söz konusu olan hiddete yönelten bir elemdir. Bu itibarla sadece hiddet
sözcüğünün kullanılması bu hâli de kapsar idi. Ancak uygulamada duraksamalara
neden olmamak için metinde her iki sözcüğün kullanılması uygun sayılmıştır.
Tahrik hâlinde verilecek
ceza bakımından aşağı ve yukarı sınırlar kabul edilmek suretiyle olayın
özelliğine göre uygulamada takdir olanağı tanınması amaçlanmıştır. Hâkim
tahrikin ağırlık derecesine göre yapılacak indirimi saptayabilecektir.
Madde 32. - Taksirle
işlenen suçlarda ve özellikle bileşik kusur hâlinde, kusurun derecesine göre
cezada indirim yapılması adaletin gereğidir. Madde ile taksirli suçun, kusurlu
birden çok eylemin birleşmesi sonucu, söz gelimi neticenin meydana gelişinde
mağdurun kusurlu eyleminin de etkili bulunduğunun saptandığı hâllerde, bir
araya gelen eylemlerin netice bakımından nedensel değerlerine göre cezada belli
oranda indirim yapılması öngörülmüştür.
Esasen, bu ilke
mevzuatımıza 16/7/1964 tarihli ve 501 sayılı Kanunla girmiştir. Söz konusu
adalet ilkesinin bütün taksirli suçları kapsar hâle getirilmesi maksadıyla
genel hükümler içine alınması uygun görülmüştür. Ancak 21 inci maddenin
dördüncü fıkrasına giren hâlde bu madde hükmü uygulanmayacaktır.
İkinci fıkrada, kusur
derecesinin çok hafif olduğu ve fiilin çok önemsiz neticeler meydana getirdiği
hâllerde kovuşturma yapılamayacağı ve faile ceza verilemeyeceği öngörülmüş ve
böylece taksirli suçlarda yeni bir cezasızlık hâli kabul edilmiştir.
Madde 33. - Yaşamın
karmaşık ve değişik koşulları ve hâlleri, durumları kapsaması ve dolayısıyla
suçların birbirine göre çok farklı neden, saik ve amaçlarla işlenebilmesi
dolayısıyla hukuku, yaşamın zorunluluklarına uydurabilmek için takdiri
hafifletici nedenler kurumunun kabul edildiği bilinmektedir. Bunun, yukarıda
belirtilenler dışında, diğer bir takım işlevlerinin de varlığı nedeniyle
dünyanın bütün hukuk sistemleri, hâkime maddede belirtilen yetkiyi vermiştir.
Bu kurum kabul olunmadığında ceza adaleti sosyal gerçeklerden kopuk ve soyut
bir nitelik alır.
Hâkimin, maddede
belirtilen yetkisini, maddede belirtilen amacı doğrultusunda kullanması,
elbette ki, gereklidir ve bu gerekten ayrıldığı takdirde üst mahkemelerin
kontrol yetkisi, elbette ki, vardır.
Madde 34. - Akıl
hastalığı ve geçici hâllerin ceza sorumluluğuna etkisini düzenleyen bu madde
numaralandırılmış üç fıkradan oluşmaktadır.
(1) numaralı fıkrada tam
akıl hastalığı ile bilincin (şuurun) ve hareket serbestliğinin önemli derecede
azalmasına neden olan akıl hastalıkları ele alınmıştır.
Fıkranın öngördüğü
sistem, tam akıl hastaları ile bilinç ve hareket serbestliği önemli derecede
azalmış olan kısmî akıl hastaları arasında ceza sorumluluğu bakımından fark
gözetmemek şeklinde ifade olunabilir. Bu suretle sosyal savunma ilkelerinden,
akıl hastalığı hakkında çağımızda elde edilen bulgulardan esinlenen bir sistem
benimsenmiştir.
Bu hüküm getirilirken, tam
ve kısmî akıl hastalığının birbirinden ayrılmasını sağlayan ölçünün
belirlenmesindeki büyük zorluk da göz önünde tutulmuş ve uygulamada bu nedenle
ortaya çıkan adaletsizliğin giderilmesi amaçlanmıştır.
Maddenin (1) numaralı
fıkrası bu görüşün ışığı altında düzenlenmiş ve fiili işlediği zaman bilincini
veya hareket serbestliğini önemli derecede azaltacak veya tamamen kaldıracak
surette akıl hastası olduğu tıbben saptanan kişiler aynı statü içine
alınmışlardır. Akıl hastalığının ceza sorumluluğuna etkisi bakımından ise
normatif ve biyolojik sistemler birlikte esas alınmıştır.
(1) numaralı fıkranın
ikinci paragrafında akıl hastalarının muhafaza ve tedavi altına alınmasına
karar verecek merci gösterilmektedir. Ayrıca muhafaza ve tedavi altına alınma
süresinin bir yıldan az olmaması öngörülmektedir.
Yukarıda da ifade
olunduğu gibi aranan husus, salâh bulma suretiyle veya diğer bir nedenle
tehlikelilik hâlinin ortadan kalkmış olmasıdır. Tehlikelilik hâli ortadan
kalksa da kişinin mutlaka belirli bir süreyle muhafaza ve tedavi altında
bulundurulmasının yararı olacağı düşüncesi baskın olmuş ve kurumda belirli süre
ile bulundurma zorunluluğu, toplumsal savunma yönünden muhafaza edilmiştir.
Fıkranın üçüncü
paragrafında, iki hususa önem verilmiştir: Birincisi, failin muhafaza ve
tedavisine son verilmesinde göz önünde tutulacak ölçünün "şifa bulma"
yerine "salâh bulma" olarak benimsenmesidir. Akıl hastalıklarında
önemli olan, kişinin tehlikelilik hâlinin sona ermesidir; zira bir kısım akıl
hastalıklarının tam şifaya kavuşması olanaksızdır. Bu nedenle akıl hastaları
için tehlikelilik hâlinin kalkması söz konusudur. Bu durum ise, "salâh
bulma" şeklinde ifade olunabilir. Bununla birlikte, tehlike hâlinin başka
nedenle, örneğin failinin yaşının fazla ilerlemesi veya bedensel bir malûliyete
uğraması dolayısıyla kimseye zarar verebilecek gücünün kalmaması suretiyle de
ortadan kalkabileceği göz önünde tutularak, bu hâlin "diğer bir
nedenle" de ortadan kalkabileceği belirtilmiştir.
Fıkranın dördüncü
paragrafında, suç işleyen akıl hastalarının bu amaçla kurulmuş olan
müesseselerde muhafaza ve tedavi edilmeleri kabul edilmiştir. Ancak bu çeşit
kurumlar kuruluncaya kadar tedavi ve muhafazasının akıl hastanelerinde
sürdürüleceği Türk Ceza Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun
Tasarısında belirtilmiştir.
Fıkranın beşinci ilâ
sekizinci paragraflarında tedavi ve muhafaza altına alınan suçlu akıl
hastalarının ne gibi koşullarla tahliye edilecekleri hususundaki esaslar
gösterilmiştir.
Maddenin (2) numaralı
fıkrasında, Türk ceza hukukunda önemli bir yenilik getirilmekte ve birinci
fıkranın birinci paragrafında yazılı derecede olmayan yani bilinci ve hareket
serbestliğini tamamen kaldırmayan veya bunları önemli derecede azaltmayan akıl
sağlığındaki ve bilinçteki bozukluk nedeniyle, işlediği fiilin haksız
niteliğini tam olarak değerlendiremeyen failin cezasını sekizde bire kadar
indirmek hususunda hâkime yetki verilmektedir. Böylece, köyde, mahallede,
halkın meczup olarak değerlendirdiği kişilerin ceza sorumluluklarının
derecelendirilmesinde hâkime yetki verilmiş olmaktadır. Hâkim akıl sağlığındaki
ve bilinçteki bozukluk nedeniyle belirtilen oranlar içinde cezayı saptarken,
bozukluğun derecesini elbette ki, göz önünde bulundurmakla yükümlüdür. Esasen
Tasarının 94 üncü maddesinin (A) fıkrasının (5) numaralı bendinde, akıl
malûliyeti veya diğer bir ruhsal zaaf veya sakatlık nedeniyle cezaları
indirilmiş olan suçluların bu husus için kurulmuş bir sağlık kurumunda tedavi
altına alınmaları hükmü de getirilmiştir.
Fıkranın ikinci
paragrafında belirtildiği üzere hâkim indirilmiş cezanın bir akıl sağlığı
kurumunda tedavi ve muhafaza suretiyle geçirilmesine de karar verebilecektir.
Bu hâlde salâh söz konusu olmazsa güvenlik tedbirinin uygulanmasına devam
olunabilecektir.
Maddenin (3) numaralı fıkrasında
"geçici hâller" söz konusu edilmiştir. Bilindiği üzere geçici hâller
ceza sorumluluğunu etkileyen akıl hastalığı dışındaki hâllerdir. Bu hâller
bilincin ve hareketlerin serbestliğine olan etkisine göre (1) numaralı fıkranın
birinci paragrafı çerçevesinde etki yapacaklardır.
Madde 35. - Madde,
onsekiz yaşını bitirmiş olup da yirmibir yaşını doldurmamış olan
sağır-dilsizlere ilişkin bulunmaktadır. Onsekiz yaşından küçük olanların durumu
ise 117 nci maddede düzenlenmiş bulunmaktadır.
Sağır-dilsizlik,
çağımızda eski niteliğini ve sağır dilsiz kişinin ehliyetleri bakımından
ölümüne kadar noksan sayılmasını gerektiren özelliğini kaybetmiştir.
Sağır-dilsizlerin de, diğer normal kişiler gibi eğitilmeleri ve ehliyetli
insanlar hâline getirilmeleri olanağı vardır.
Bu nedenle madde,
sağır-dilsizlerin sorumluluğunu yirmibir yaşına kadar sürecek bir devre
bakımından düzenlemiş ve bu yaştan sonra sağır-dilsizlerin de diğer normal
kimseler gibi ceza sorumluluğuna tâbi tutulmaları ilkesini kabul etmiştir.
Doğal olarak
sağır-dilsizlik hâlinin isnat yeteneğini etkilemesi veya diğer nedenlerle 34
üncü maddenin uygulanmasını gerektirdiği hâller saklıdır ve böyle durumlarda
sözü geçen maddeler uygulanacaktır.
Madde 36. - Madde ile ilk
olarak, isnat yeteneğine etkisi bakımından irade dışı ve iradî sarhoşluk
hâlinde işlenen fiiller birbirinden ayrılmıştır. İrade dışı sarhoşluk yani
bilmeden ve istemeden alkollü bir maddenin alınması nedeniyle meydana gelen
sarhoşluk hâlinde failin bilinci veya hareket serbestliği tamamen kalkmış ise
veya bilinç ve hareket serbestliği önemli derecede azalmış bulunduğunda faile
ceza verilmeyecektir.
Söz konusu hükümlerden
anlaşılacağı üzere iradî sarhoşluk hâlinde faile işlediği suçun cezasının
verilmesi doğaldır. Bununla birlikte uygulamada duraksamaları gidermek için
iradî sarhoşluk hâlinde, faile suçun cezasının verileceğinin maddede ikinci
fıkra hâlinde ayrıca açıklanması uygun sayılmıştır.
Uyuşturucu maddelerin
etkisi altında suç işlenmesi hâlinde de maddede sarhoşluk hâli bakımından yapılan
ayırımlara uyulmak suretiyle ceza belirlenecek veya ceza verilmeyecektir.
Uyuşturucu madde etkisi yapan sentetiklerin ve benzerî bir takım ilâçların da
söz konusu olduğu bilinmektedir. Bu maddelere ait listeler Türkiye'nin de
katılmış bulunduğu uyuşturucu maddelere dair 1961 TEK Sözleşmesi ve
değişikliklerinde ve Psikotroplar Sözleşmesinde yer almıştır. Bütün bu
maddelerin kullanılması suretiyle işlenen suçlar bakımından da, elbette, madde
hükümlerinin uygulanması gerekecektir. Ancak söz konusu maddeleri teker teker
saymanın güçlüğü karşısında öteden beri kullanılan uyuşturucu madde teriminin
muhafazası ve fakat kapsamının geniş olarak anlaşılması gerektiğinin gerekçede
belirtilmesi uygun sayılmıştır.
Esasen 255 inci maddenin
(1) numaralı fıkrasında uyuşturucu maddelerin Bakanlar Kurulunca belirlenip
ilân edilmesi esası benimsenmiştir. Böylece uygulamadaki duraksamalar ortadan
kalkmış olacaktır.
Madde 37. - Tasarı, 37 ve
38 inci maddeleriyle eksik, tam teşebbüse ve tamamlanmış suça birbirinden
farklı ceza verme sistemini benimsemiştir.
1/3/1926 tarihli ve 765
sayılı Kanunda kullanılmakta bulunan "nakıs teşebbüs" terimi yerine,
uygulamada artık yerleşmiş bulunan "eksik teşebbüs" terimine yer
verilmesi uygun görülmüştür.
Teşebbüste hazırlık ve
icra hareketleri ayırımının çeşitli duraksamalara ve tartışmalara neden olduğu
bilinmektedir. Uygulamada birliği sağlamak ve duraksamaları kaldırmak amacıyla
madde metninde "şüpheye yer bırakmayacak şekilde" sözcüklerinin
konulması suretiyle o suça yönelik kastı belirtmeye olanak verecek hareketlerin
işlenmesi hâlinde icraya başlanıldığının kabul edildiği belirtilmiştir.
Eksik teşebbüs hâlinde
cezanın ne suretle saptanacağına ait oranlar maddede gösterilmiştir. Teşebbüs
hâli cezanın indirilmesini gerektiren bir hafifletici neden olmayıp müstakil
suç teşkil ettiğinden, suça ait ceza belirlenir.
Önce temel ceza 79 uncu
maddede gösterilen esaslara göre saptanacak sonra derhal bu cezaya teşebbüse
ait hüküm uygulanacaktır. Bundan sonra Tasarının 80 inci maddesinde belirtilen
sıraya göre ağırlaştırıcı nedenlerin uygulanması yapılacaktır.
"Temel ceza"
dan maksadın, suçun basit şekline ait cezanın alt ve üst sınırları arasında
hâkimin takdirine göre belirleyeceği ceza olduğu bilinmektedir. Bu hususta 79
uncu maddeye ve gerekçesine bakılmalıdır.
Maddenin son fıkrasında
"kendiliğinden vazgeçme" hâlinde failin ceza sorumluluğu
düzenlenmiştir. Bu hükümden de anlaşılacağı üzere, kendiliğinden vazgeçme
hâlinde faile teşebbüs ettiği suçtan dolayı ceza verilmeyeceği, ancak vazgeçme
anına kadar yaptığı icra hareketleri başlı başına suç teşkil ettiği takdirde,
bu suçun cezasıyla yetinileceği açıklanmıştır. Ancak teşebbüste engelleyici
nedenlerle icranın bitirilmemesiyle kendiliğinden vazgeçmeyi birbirinden
ayırmak her zaman kolaylıkla olanaklı değildir. Bu konuda şöyle bir ölçeği göz
önünde bulundurmak olanaklıdır: Şayet fail suçu işlemek hususunda daha önce
verdiği kararı yeniden gözden geçirmeye yönelmiş ve bu kararı sonuna kadar
götürebilecek durumda olduğu hâlde icrayı yarıda bırakmış, nedensellik
bağlantısını kendisi frenlemiş ise, vazgeçme kendiliğindendir; buna karşılık,
fail icraya başlarken göz önünde tuttuğu ve hesaba kattığı risklerin dışında
kalan bir etmen yüzünden, icrayı tehlikesizce sona vardıramayacağını anladığı
için, icra hareketlerine devam etmemişse, vazgeçme kendiliğinden değildir.
Demek oluyor ki, bakılacak husus şudur: Fail icra hareketlerini yarıda
bıraktığı zaman, bunları sonuna kadar götürebileceği kanaatinde ise ve buna
karşın icraya devam etmemişse, kendiliğinden vazgeçme vardır; buna karşılık
failin icraya devam etmemesinin nedeni, icra hareketlerini sonuna kadar
götüremeyeceği, "iter criminis"de daha fazla ilerlemek olanağının
artık kalmadığı kanaatinden kaynaklanmakta ise, vazgeçme kendiliğinden değildir,
icra hareketlerinin bitmesine failin elinde olmayan engelleyiciler neden
olmuştur. Ortada eksik teşebbüs hâli vardır.
Madde 38. - Bu maddenin
gerekçesi için, 37 nci ve 39 uncu maddelerin gerekçelerine bakılmalıdır.
Madde 39. - Madde, etkin
pişmanlık ve uzlaşma kurumunu düzenlemektedir. Etkin pişmanlık, tam teşebbüste
icra hareketlerinin tamamlanmış olmasına karşın neticenin meydana gelmemesinin
failin elinde olan bir nedene bağlanması veya suçun tamamlandığı hâllerde
gerçekleşmiş olan neticenin yine failin sarfettiği çabalar sonucunda tamamen
ortadan kaldırılması hâllerini kapsamaktadır. Böylece harekete geçerek etkili
bir surette neticeyi engelleyip veya bertaraf edip pişmanlığını etkin biçimde
ortaya koyan kişinin bu tutumunun semeresiz kalmaması ve netice olarak sosyal
savunmanın güçlendirilmesi öngörülmüştür. Uygun bir suç siyaseti, suçlunun
yaptığı kötülüğü gidermesi hususunda teşvik edici tedbirlerin getirilmesini
öğütler.
Şüphesizdir ki, bu
çabaların neticesiz kalması yani suçlunun harekete geçmesine karşın neticenin
bertaraf edilmemesi hâli sadece takdiri bir hafifletici neden sayılabilecektir.
Maddenin (1) numaralı
fıkrasının ikinci paragrafında, iştirak hâlinde etkin pişmanlıktan, sadece söz
konusu etkin pişmanlık hareketini gerçekleştirenin yararlandırılacağı
açıklanmış ve böylece söz konusu hareketin sırf şahsa bağlı bir hafifletici
neden oluşturacağı belirtilmiştir. Eyleme katılmayan şerikler fiilin sonucuna
göre cezalandırılacaklardır.
Tasarının Özel Kısma
ilişkin maddelerinde özel etkin pişmanlık hâlleri ayrıca öngörülmüştür. Bu
madde ile genel bir etkin pişmanlık hâli getirilmektedir. Böylece Türk ceza
hukukuna reform niteliğinde yeni bir kurum eklenmiş olmaktadır.
Maddenin (2) numaralı
fıkrası ile düzenlenen uzlaşma, esasında Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununda yer
alması gereken yeni bir kurumdur; ancak Ceza Kanununda esas hükmün yer alması
ve Usul Kanununda uygulamanın düzenlenmesi zorunludur. Bu nedenle maddenin (2)
numaralı fıkrasında kuruma yer verilmiştir.
Maddenin (2) numaralı
fıkrasıyla ceza adalet sisteminde reform sayılabilecek bir kurum olarak
"Uzlaşma" kurumu tanımlanmıştır.
Çağımızda suç
mağdurlarına karşı ceza adalet sisteminde, mağdurların yararları yönünde yeni
bir duyarlılığın ortaya çıktığı görülmektedir. Ülkemizde bugüne kadar
mağdurlara karşı gösterilen özel dikkat sadece bazı adam öldürme, terör ve
örgütlü suçlar bakımından söz konusu oluyordu. Bazı özel kanunlarda (örneğin
3/11/1980 tarihli ve 2330 sayılı Nakdî Tazminat ve Aylık Bağlanması Hakkında
Kanunda olduğu gibi) suç mağdurlarına veya ailelerine Devletin tazminat ödemesi
öngörülmektedir.
Bununla beraber çağdaş
ceza kanunlarında diğer bir kısım suçlar bakımından da koruma ilkeleri meydana
çıkmaya başlamıştır. XXI. Yüzyıl adalet sistemi mağdurun tatmin edilmesini de
ön plâna çıkarmış bulunmaktadır. Bugün anlaşılmıştır ki, suça karşı salt ceza
yaptırımları yeterli değildir. Zararın giderilmesi ve onarım, hiç şüphesiz,
adaletin temel amacını oluşturmaktadır. Ancak bu, tek görünüm değildir.
Uzlaşmanın hedefi suçun
işlenmesinden sonra fail ve mağdur arasında meydana gelen çekişmeyi, bir
arabulucunun girişimini sağlayarak çözmek ve adaleti sağlamaktır. Failin neden
olduğu zararın giderilmesi, fail-mağdur arasındaki barış, uzlaşmanın asıl
unsurunu oluşturur. Fail-mağdur arasında uzlaşma dışında da, tazminatın
sağlanması olanaklıdır. Ancak uzlaşma kurumunda, zararın giderilmesi ve onarım
yanında ayrıca bir moral unsur da vardır. Bu nedenle fail-mağdur arasındaki
uzlaşma suçun faili bakımından cezanın "özel önleme" fonksiyonuna
yardım ettiği gibi mağdurun ve genel olarak kamunun da yararlarının korunmasını
sağlar. Fail, uzlaşma ile, işlediği suçun sorumluluğunu kabul edip üstlenerek
ve sonuçlarını da gidererek toplumla yeniden bütünleşme olanağını elde etmiş
olur. Böylece failin ceza sorumluluğunu tespit ve zararın giderilmesi için
gereken yapılmış bulunacağından, mağdur bakımından da adalet yerine getirilmiş
olur. Fail-mağdur arasındaki uzlaşma, bundan başka, kamuda da, fiille ihlâl
edilmiş olan hukuk kurallarının geçerliliğini vurgulamış ve dolayısıyla kamusal
barışın yeniden kurulmasına hizmet etmiş olur.
Tasarının kabul ettiği
sisteme göre, uzlaşma aşağıdaki esaslara göre gerçekleştirilmektedir.
a) Uzlaşma sadece
soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete bağlı suçlar için geçerlidir. Böylece
sadece küçük ihtilâfları içeren suçlar bakımından (hakaret, sövme, tehdit,
basit nitelikli eylem gibi) bu yola gidilebilecektir. Bu ayırım ile,
hukukumuzda yargı organlarının daha ağır suçlara ayırabilecekleri zaman alanı
genişletilmekte ve küçük suçlarda tamamen yenileştirilmiş bir yaptırım sistemi
geliştirilmektedir. Tasarı, ceza adaletinde onarıcı bir sistemi böylece organik
olarak gerçekleştirmektedir.
b) Failin suçu ve
sorumluluğunu kabullenmesi gerekir. Fail fiilini inkâr etmemelidir. Fail,
kendisine isnat olunan suçları işlemediğini öne sürecek olursa o zaman ceza
yargılama kuralları uygulanarak durumun aydınlatılması gerekir ve uzlaşma
kurumu işletilmez.
c) Fail suçtan doğan
zararın tümünü veya büyük bir kısmını ödemeli ve gidermelidir. Zararın giderilmesi
failden dikkati çekecek surette büyük miktarda edimlerin yerine getirilmesini
veya kişisel bir takım özverilerde bulunmasını gerektirdiği durumlarda, failin
bütünüyle veya geniş bir kısmı itibarıyla mağdurun zararlarını tazmin etmeye
çalışması aranır.
d) Fail ve mağdur özgür
iradeleri ile uzlaşmalıdırlar. Uzlaşma yoluna gidecek olan fail ve mağdur, bu
yolu, gönüllü olarak kabul etmelidirler. Fiil, doğru olarak ve her iki tarafça
kabul edilebilecek şekilde saptanmalı ve bir çözüm yolu bulunmalıdır.
e) Fail veya mağdurun
uzlaştıkları Cumhuriyet savcısı veya hâkim tarafından saptanmalıdır. Suçtan
doğan zararın onarımına veya zararın giderilmesine ilişkin taraf iradeleri ceza
yargılama hukuku kurallarına göre saptanacaktır.
f) Soruşturma evresinde
Cumhuriyet savcısı fail-mağdur arasındaki uzlaşmayı saptadığında kamu davası
açmayacaktır. Bu tespit kovuşturma evresinde hâkim tarafından yapıldığında fail
hakkında mahkûmiyet hükmü verilemeyecektir. Bunun anlamı şudur ki, failin suçun
zararlı sonuçlarını gidermek üzere yapacağı hareketler, ceza kovuşturmasının
başlamaması veya son verilmesi ile sonuçlanacaktır.
Madde 40. - Madde,
1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanuna göre farklı hükümler getirmiştir.
1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunun 65 inci maddesinde yer alan
"doğrudan doğruya beraber işlemiş olan" ibaresine yeni maddede yer
verilmemiştir. Bilindiği üzere doğrudan doğruya beraber işlemekle suç irtikap
etmek ve muavenet ve müzaharet ile suçun icrasını kolaylaştırmak kavramları
birbirine öteden beri karıştırılmakta idi. Bu hâl, esas itibarıyla fer'î
iştirak hâllerinden sayılmakla birlikte irtikâp edenlerle doğrudan doğruya
işbirliği yapılmasını ifade etmekte idi. İşbirliğinin varlığı ve suçun
icrasında önemli rol oynaması hâlinde iştirak hareketi aslî iştirak sayılmakta
ve durumun takdiri hâkime bırakılmakta idi. İşte belirtilen nedenlerle doğrudan
doğruya beraber işleme hâlinin kanunlardan çıkarılması ve fer'î iştiraki
düzenleyen 42 nci maddenin sonuna bir fıkra eklenerek fer'î iştirak hâlleri
olmaksızın suçun işlenmesi olanağı yoksa söz konusu hareketi icra edenin aslî
şerik sayılacağına dair hüküm konulmuştur. Bu hüküm karşısında artık
"doğrudan doğruya beraber işleme" hâline gerek kalmamıştır.
Madde, aslî manevî
iştirak şekli olarak, öteden beri ifade edilen azmettirmeyi, azmettirmenin ne
olduğunu tanımlamak üzere "bir kimseye suç işlemesi için karar
verdiren" ibaresini kullanmıştır. Uygulamada bir kavramı ifade için uzunca
bir ibare kullanılmamasını sağlamak üzere, tanımlamak ile birlikte azmettirme
sözcüğü muhafaza edilmiştir.
Azmettirilenin yani karar
verdirilenin, fiilin icrasında, suçu işlemekte kişisel bir yararının
bulunmasının azmettiren için hafifletici neden sayılması kabul edilmemiştir.
Başkalarına suç işlemekte kolaylık sağlamanın hafifletici neden sayılması
ahlâkî kötülüğe prim verilmesi anlamını taşıyabilir.
Üstsoy-altsoy
ilişkisinden yararlanılarak bir kişiye suç işletilmesi durumunda da, aynı kural
uygulanmak gerekir. Kendisine suç işletilen kişi isnat yeteneğine sahip kişi
ise sadece suçun cezası ile cezalandırılacak; nüfuz kullanarak suçu işleten
kişinin cezası ise artırılacaktır.
İtalyan Ceza Kanununun
111 inci maddesinde yer alan benzerî hükümlerin, örgütlü suçlar "mafya
tipi örgüt" açısından da mücadele aracı olacağı kabul edilmektedir. Tasarının
41 inci maddesi hükümleri, örgütlü suçlar kapsamındaki cürümlerin, ceza
sorumluluğu olmayan, üzerinde nüfuz kullanılan kişilere işletilmesi durumunda
da uygulanabilecektir.
Madde 41. - Tasarıda
"dolayısıyla failliği" düzenleyen yeni hüküm ile "İsnat yeteneğine
sahip olmayan veya kişisel nedenlerle ceza sorumluluğu bulunmayan kişilere, her
ne şekilde olursa olsun suç işletenler, gerçekleşen suçtan sorumlu olurlar ve
suçun cezası üçte bire kadar artırılır." hükmüne şu gerekçelerle yer
verilmiştir:
Ülkemizde, özellikle
"kan gütme saikiyle" veya "aile şerefini korumak"
iddiasıyla adam öldürme suçlarının, gelenekten ve alt grup kültüründen
kaynaklanan nüfuz kullanılarak, isnat yeteneği olmayan kişilere işletilmesi
yerleşik sayılabilecek bir uygulamadır. İştirak sistemimiz kapsamında, isnat
yeteneği olmayan kişiler, cezalandırılamadıkları hâlde, aslî fail
sayılmaktadırlar. İsnat yeteneği olmayan kişi, gerçekte bir "suç
aracı" gibi kullanılmaktadır.
Konumu, kişisel
nitelikleri nedeniyle ceza sorumluluğu bulunmayan kişilere suç işletilmesi
durumunda da, ceza sorumluluğu olmayan kişiler "aslî maddî fail"
sayılmaktadırlar. Örneğin, aile ilişkisi açısından cezasızlıktan yararlanan bir
kimseye suç işletilmesi hâlinde de gerçekte aslî maddî fail, cezasızlık
nedeninden yararlanan kişiye suç işletendir.
Belirtilen nedenlerle,
suçu işleten kişinin aslî fail olarak cezalandırılması ve belirtilen
durumlardaki kişilerce suçun işlenmesinin kolayca sağlanabileceği öngörülmüş ve
getirilen madde ile cezanın artırılması kabul edilmiştir. Maddeye göre, eylemi
gerçekleştiren kişinin ceza sorumluluğu olmadığı için, sadece suçu işleten
"dolayısıyla fail" olarak cezalandırılacaktır.
Madde 42. - Maddede,
fer'î iştirak hâlleri gösterilmiştir. "Zorunlu fer'î iştirak" adı
verilen şekli ile aslî iştirakin "fiili doğrudan doğruya beraber
işlemek" şekli arasındaki farkın saptanmasında öteden beri duraksamalara
düşüldüğü bilinmektedir. Bunları ortadan kaldırmak ve aslında bu hâllerin aslî
iştirak niteliğinde bulunduğunu belirtmek amacıyla metne son fıkranın
eklendiği, 40 ıncı maddenin gerekçesinde açıklanmıştır.
Maddede, hangi fiillerin
suça fer'î iştirak sayıldığı ayrı ayrı belirtilmiş olup bunlar hakkında
verilecek cezanın indirilmesi oranları maddede gösterilmiştir.
Bu düzenleme biçimi aslî
ve fer'î iştirak ayırımının karakterine de uygun bulunmaktadır.
1/3/1926 tarihli ve 765
sayılı Kanundaki müzaharet ve muavenet kelimeleri yerine yardım kelimesi
kullanılmış, iki hâli, birbirine karıştırmaya yer vermeyecek şekilde kapsayan
bu deyimin, gerek dil gerek anlam bakımından uygulamada kolaylık sağlayacağı
düşünülmüştür. Doktrinde, müzaharetin faili ilgilendirdiği muavenetin ise
icranın dışında kalan ve fiili ilgilendiren hareketler olduğu şeklinde görüşler
var ise de, iki hâlde fiilin madde kapsamına giren bir yardım niteliğinde olup
olmadığı uygulayıcı tarafından takdir edilebilecektir.
Failin, fer'î iştirak
sayılan ve maddenin (1), (2) ve (3) numaralı bentlerinde tanımlanan fiili ile
suça katılmaması hâlinde suçun işlenmesi olanağı ortadan kalkıyor ise, bu
takdirde aslî iştirak hükümleri geçerli olacak ve fer'î fail için uygulanan
indirimden yararlanılamayacaktır.
Madde 43. - 1/3/1926
tarihli ve 765 sayılı Kanunun bu husustaki hükmü muhafaza edilmekle beraber
aslî ve fer'î iştirakın bütün şekillerinin madde kapsamına girdiği konusuna
açıklık getirilmesi bakımından "beraber işleyenler veya işlenmesini
kolaylaştıranlar" ibaresi yerine "iştirak hâlinde işlenen
suçlar" sözcükleri kullanılmış, gerek cezanın indirilmesinin, gerek diğer
bir cezaya çevrilmesinin zorunlu olmayıp takdire bağlı bulunduğu hususu,
1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunda var olan ve duraksamalara yol açan yazı
hatasının da düzeltilmesi suretiyle, açıklanmıştır.
Madde 44. - Fiili
ağırlatıcı nedenlerin şerikler hakkında uygulanması için temel ilke, suçun
işlendiği sırada, şeriklerin bunları bilmiş olmasıdır. Söz konusu neden suçun
niteliğini değiştirecek nitelikte olsa da bilme esastır. Böylece sübjektif
sorumluluk ilkesi vurgulanmış olmaktadır.
Madde 45. - Madde, özel
tehlike hâli gösteren suçlular grubundan birini oluşturan itiyadî suçlunun
genel bir tanımının yapılması gerektiği görüşünden hareketle düzenlenmiş
bulunmaktadır.
Buna göre, itiyadî suçlu,
aynı türden birden fazla taksirli olmayan suçu farklı zamanlarda ancak bir yıl
içinde işleyen suç failidir.
Burada üzerinde durulması
gereken önemli konu itiyadî suç ile itiyadî suçlu kavramlarının birbirine
karıştırılmaması gerektiğidir.
İtiyadî suç, kanunun, bir
defa işlenmesi hâlinde suç saymadığı fiildir. Suçta itiyadın bazı hâllerde,
ağırlaştırıcı neden sayıldığı görülmektedir. Oysa, itiyadî suçlu daima kanuna
karşı sapıcı bir eylem içinde olan kişidir; toplum için tehlikeli bir tiptir.
Nitekim kriminolojik bakımından itiyadî suçlu bu şekilde tanımlanmaktadır.
Maddede itiyadî suçlu tanımı,
kriminolojik tanıma uygun biçimde yapılmış olup, hep aynı türden suç işleyen
kişileri ifade etmektedir.
Madde, itiyadî suçlu
hakkında, ceza ile birlikte 94 üncü maddenin (A) fıkrasının (2) numaralı
bendine ve 97 nci maddenin (2) numaralı bendine göre denetimli serbestlik
tedbirine de başvurulacağını kabul etmiş bulunmaktadır.
Madde 46. - Madde, özel
tehlike hâli gösteren suçlular grubundan bir diğerini oluşturan suçu meslek
edinen kişinin tanımının yapılması gerektiği görüşünden esinlenerek düzenlenmiştir.
Buna göre, kısmen de olsa
suçtan elde ettiği kazançla geçimini sağlamaya alışmış kişi suçu meslek edinen
kimsedir. Başka bir deyişle suçu meslek edinen kişi, suçtan elde ettiği
kazançla hayatını sürdürme alışkanlığını (mutaden) elde etmiş bir kimsedir.
Başka kazanç kaynağı olsa da, ne olursa olsun her türlü suçu kazanç sağlamak
için işleyen kişi suçu meslek edinen kimsedir.
Maddede bu tür suçlulara
kanunda karşılığı olan cezanın verilmesi ve ayrıca haklarında güvenlik
tedbirlerinin uygulanması öngörülmüştür.
Madde 47. - Maddede, özel
tehlike hâli gösteren suçlular grubundan bir diğerini oluşturan örgüt mensubu
suçlu tanımı yer almaktadır. Bu tür suçlulara işledikleri fiilin cezası, ihlâl
eyledikleri kanun hükümlerine göre verilecek ve ayrıca haklarında güvenlik
tedbirlerinden birinin uygulanması hüküm altına alınacaktır.
Maddede belirtilen
tanımda suçlunun örgütü kurması, yönetmesi veya örgüte katılması veya örgüt
adına diğerleri ile birlikte veya tek başına suç işlemesi hâlinde kendisine
"örgüt mensubu suçlu" denileceği belirtilmiştir. Tanım bakımından ön
koşul örgütün varlığıdır. Örgüt mensubu suçlunun, suçu tek başına veya diğer
üyelerle birlikte işlemesi arasında bu maddenin uygulanması itibarıyla fark
gözetilmemiştir.
Tabiî olarak diğer
kanunlarda örgütlü suçlu hakkında yer almış bulunan hükümler saklıdır.
Madde 48. - 1/3/1926
tarihli ve 765 sayılı Kanunun uygulanmasında tekerrür hükümlerinin
uygulanabilmesi için önceki suç nedeniyle verilen cezanın infaz edilmesi koşulu
aranmakta ve bu durum Yargıtay içtihatlarıyla da yerleşmiş bulunmaktadır.
Ancak, bu uygulama,
özellikle, infazdan kaçan kişi yönünden bir olanak sağlamakta, firar eden
suçluya ödül verilmesi gibi bir neticenin ortaya çıkmasını sonuçlamaktadır. Hâl
böyle olunca, suçta tekerrürle mücadele, etkisini büyük ölçüde kaybetmektedir.
Mükerrirlerle mücadele etmenin doğru yolunun infaz koşulunun aranmasından
vazgeçmek olduğu bir gerçektir. Bu sistem kendi içinde de çelişki
yaratmaktadır. Örneğin, müebbet ağır hapis cezasının hükmedildiği durumlarda,
ikinci bir suç işlenmesi hâlinde, infaz koşulunun gerçekleşmemesine karşın
1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunun 82 nci maddesine göre, cezanın infazının
bir ölçüde ağırlaştırılması öngörülmüştür.
Ayrıca, 1/3/1926 tarihli
ve 765 sayılı Kanunda ertelemenin uygulanmasında da tutarsızlıklar
görülmektedir: Cezası ertelenen kişiye, deneme süresi içinde bir suç daha
işlerse, cezanın tekerrür nedeniyle artırılacağı ihtarı hâkim tarafından
yapılmaktadır. Tekerrürde infaz esasının kabul edilmesi karşısında bu artırımın
yapılması ise mümkün olmamaktadır.
Bunlardan ayrı olarak da,
1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunda yer alan özel tekerrürle ilgili
maddeler, ceza tertibinde de bir takım zorlukların doğmasına neden olmaktadır.
Bütün bu sakıncaların
giderilmesi ve tekerrüre ait hükümlerin bir sisteme bağlanması yani özel
tekerrür hâllerinin kaldırılması suretiyle yeni bir düzenleme getirilmiştir.
Buna göre; maddenin
birinci fıkrasında, bir kişi beş yıldan fazla bir süre ile bir mahkûmiyete
uğradıktan sonra, bu mahkûmiyet hükmünün kesinleştiği veya cezanın düştüğü
tarihten itibaren sekiz yıl içinde; diğer cezalarda ise dört yıl içinde başka
bir suç işlerse yeni suça verilecek cezanın altıda birden dörtte bire kadar
artırılması ve ayrıca hakkında hürriyeti bağlayıcı olmayan bir güvenlik
tedbirinin uygulanabilmesi hükmü öngörülmüştür.
Görüldüğü gibi bu
düzenlemeyle, tekerrür hükümlerinin uygulanması için hükmün kesinleşmesi,
tekerrür nedeniyle ikinci suça verilecek cezanın altıda birden dörtte bire
kadar artırılması ve mükerrirler hakkında, hâkimin uygun bulması hâlinde,
ayrıca hürriyeti bağlayıcı olmayan güvenlik tedbirinden birine hükmedilmesi
gibi üç yeni ilke getirilmektedir. Fıkranın son cümlesinde 1/3/1926 tarihli ve
765 sayılı Kanunun 81 inci maddesinin üçüncü fıkrasına yer verilmekte ve ikinci
cürüm için belirlenecek cezaya tekerrürden dolayı eklenecek miktarın, evvelki
cürüm için hükmedilen miktardan fazla olmayacağı hükme bağlanmaktadır.
Maddenin ikinci
fıkrasında ağırlaştırılmış müebbet hapis ve müebbet hapis cezalarına mahkûm
edilen kimselerin tekerrür hâlinde ne suretle cezalandırılacakları
gösterilmiştir. Tekerrür bakımından müebbet ve ağırlaştırılmış müebbet hapis
cezaları aynı hükümlere tâbidir.
Müebbet hapis cezalarına
mahkûm edilmiş olan kişi yeniden müebbet hapis cezasına hüküm giydiğinde ise
hücreye konulma süresi hâkimin takdirine göre iki yıl ile üç yıl arasında
olacaktır.
Maddenin üçüncü
fıkrasında da 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunun 81 inci maddesinin
dördüncü fıkrasındaki esas kabul edilmekte, önceki veya sonraki suçlardan
birinin para cezası diğerinin başka bir ceza olması hâlinde, çevirme işleminin
ne şekilde yapılacağı gösterilmektedir.
Maddenin dördüncü
fıkrasında, 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunun 84 üncü maddesindeki ilkeye
yer verilmiş olup, tekerrür hâlinde hükmedilecek para cezasının hapse
çevrilmesi durumunda sürenin dört yılı geçmeyeceği belirtilmektedir.
Madde ile sadece
cürümlerden dolayı verilen hükümlerin tekerrüre esas teşkil etmesi kabul
edilmiştir. Bundan böyle kabahatlerle kabahatler ve kabahatlerle cürümler,
taksirli cürümlerle kasıtlı cürümler, kasıtlı cürümlerle taksirli cürümler
arasında tekerrür hükümleri uygulanmayacaktır. Sırf askerî suçlardan dolayı
verilen cezalar da tekerrür nedeniyle artırılmayacaktır.
Tekerrür hükümleri
uygulanırken yabancı ülke mahkemelerinden verilen mahkûmiyet hükümlerinin,
Türkiye'nin taraf olduğu bazı uluslararası sözleşmelerden doğan yükümlülükler
nedeniyle sadece uyuşturucu madde imal
ve ticareti, uyuşturucu kullanılmasını kolaylaştırma ve kullanma, paraların
taklit ve tağyiri, sahte paraları ithal etme, alma, muhafaza etme ve tedavüle
koyma, bilmeyerek alınan sahte parayı tedavüle koyma, para ve kıymetli
damgaları imale yarayan araçları imal etme, Devlet mührünü taklit etme veya
sahte mührü kullanma ve diğer resmî mühürleri taklit etme veya sahte mühürleri
kullanma suçlarına ilişkin olması hâlinde tekerrüre esas teşkil edeceği kabul
edilmiştir. Buna karşılık, gerek Türkiye'nin taraf olduğu Ceza İlâmlarının
Milletlerarası Değeri Hakkında Avrupa Sözleşmesi ve gerek 8/5/1984 tarihli ve
3002 sayılı Türk Vatandaşları Hakkında Yabancı Ülke Mahkemelerinden Verilen ve
Yabancılar Hakkında Türk Mahkemelerinden Verilen Ceza Mahkûmiyetlerinin
İnfazına Dair Kanun çerçevesinde, Türk mahkemelerince tanınıp haklarında tenfiz
kararı verilen yabancı mahkûmiyet hükümlerinin Türk mahkemelerinden verilmiş
mahkûmiyet kararları gibi değer taşıması söz konusu olacaktır.
Maddenin son fıkrasında,
yukarıda açıklananlara ek olarak, Türkiye tarafından onanmış diğer sözleşmeler
hükümlerinin de tekerrür konusunda etkili olacağı kabul edilmiştir.
Madde 49. - Maddede,
gerçek içtima hakkında izleyen maddelerde yer alan kuralların uygulanacağı
açıklanmış ve esasta gerçek içtimaın birleştiği iki durum tanımlanmıştır. 51
ilâ 54 üncü maddelerde, ilke olarak, cezaların toplanması sistemi muhafaza
edilmiştir. Sadece cezaların toplanması olanaklı bulunmayan hâllerde bir defaya
özgü olmak üzere cezanın değiştirilmesi esasına uyulmuştur.
Madde 50. - Maddeyle,
hürriyeti bağlayıcı cezaların içtimaına ilişkin kuralların tümü numaralı
fıkralar hâlinde bir araya getirilmiştir.
Temel ilke aynı türde
cezaların toplanması, ayrı türden olanların ise ayrı ayrı ve tamamen
çektirilmeleridir.
Birden çok
ağırlaştırılmış müebbet hapis ve müebbet hapis cezalarına mahkûmiyet hâlinde,
toplama sisteminin uygulanması olanağı var olmadığından, mahkûmun altı aydan az
ve iki yıl altı aydan fazla olmamak üzere hücreye konulması uygun görülmüştür.
Süreyi hâkim takdir edecektir. Hücrede mahkûm mutlak biçimde tecrit
edilecektir. Ceza infaz hükümleri hücre koşullarını belirleyecektir. Dikkat
edilmelidir ki, her iki çeşit müebbet hapsi, içtimanın bu şekli yönünden Tasarı
aynı saymaktadır.
Bu cezaların sürekli bir
hapis cezası ile içtimaları hâlinde, yerine hücreye konulma uygulanacaktır. (2)
numaralı fıkra bu hâlde hücre süresini on günden az ve iki yıldan fazla olmamak
üzere saptamıştır. Ancak hücrede geçirilecek süre hürriyeti bağlayıcı ceza
süresinden fazla olamayacaktır.
Madde 51. - Madde, para
cezalarında toplama sisteminin uygulanmasını kabul etmektedir.
Madde 52. - Tasarı fer'î
müebbet cezaları kaldırdığından bu maddeyle sadece fer'î cezaların ayrı ayrı
çektirileceğinin belirtilmesiyle yetinilmiştir.
Madde 53. - Maddeyle,
aynı ve başka türden hürriyeti bağlayıcı süreli cezaların ve para cezalarının
içtimaında cezaların ulaşabileceği sınır gösterilmiş bulunmaktadır. Aynı ve
başka türden hürriyeti bağlayıcı süreli cezaların birleştirilmesi hâlinde
çektirilecek ceza, içtima eden suçlar ister hapis ve hafif hapis cezasını,
ister sadece hapis veya hafif hapis cezalarını gerektirmiş bulunsun, kırk yılı
geçemeyecektir. Böylece 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunun aynı ve başka
türden hürriyeti bağlayıcı süreli cezaların birleştirilmesi hâlinde iki ayrı
sınır uygulanması kaldırılmış ve her iki hâl için müşterek bir sınır olarak
kırk yıl kabul edilmiştir.
Maddenin (2) numaralı
fıkrasında birleştirilen para cezalarının hürriyeti bağlayıcı bir cezaya
çevrilmesi hâlinde ceza süresinin dört yılı geçmeyeceği belirtilerek 1/3/1926
tarihli ve 765 sayılı Kanunun uyguladığı beş yıl sınırı değiştirilmiştir.
Maddenin (3) numaralı
fıkrasında, fer'î cezalardan müebbet olanların kaldırılmış bulunması nedeniyle
içtima bakımından da zorunlu değişiklik yapılmış ve kamu hizmetlerinden yasaklanma
ve belirli bir meslek veya sanat veya ticaretin icrasının durdurulması
cezalarında kabul edilmiş üst sınır göz önünde bulundurularak, içtimada sınır
on ve dört yıl olarak saptanmıştır. Böylece fer'î cezalar toplamının adeta
medenî ölüm niteliğini alacak surette uzun sürelere ulaşması önlenmiş
olmaktadır.
Madde 54. - Maddede biri
diğerinin unsurunu veya ağırlaştırıcı nedenini oluşturması nedeniyle tek fiil
sayılan ve doktrinde bileşik suç (mürekkep suç) olarak adlandırılan fiilin
tanımı yapılmakta ve bu tür suçlarda, suçu oluşturan araç suçtan dolayı ayrıca
ceza verilmeyeceği, dolayısıyla cezaların içtimaı hükümlerinin uygulanmayacağı
açıkça belirtilerek bu konuda meydana gelen bir kısım yanlış uygulamaların
bundan böyle giderilmesi amacı güdülmektedir. Esasen bu husus Yargıtayın son
kararıyla da belirlenmiştir. Ancak, içtihadın her zaman değişmesi olanaklı
bulunduğundan durumun bu maddeyle açıklığa kavuşturulması gerekli görülmüştür.
Madde 55. - Müteselsil
suçla ilgili olan bu maddede suç işleme kararındaki birlik göz önüne alınarak
içtima hükümlerinin uygulanmaması sistemi benimsenmiştir. Müteselsil suç
kavramı, içtima kurallarının, maddede yer alan tanımı çerçevesinde işlenen
suçlara da uygulanması hâlinde, meydana gelebilecek ağır durumları gidermek için
ve failin lehine olarak kabul edilmiştir. Ancak, ihlâl edilen suç aynı kalmak
kaydıyla aynı suça ait hükümlerin farklı olabileceği belirtilmiş böylece suçun
hafif veya ağırlaşmış şekillerine ilişkin hükümlerin ihlâli hâlinde de
müteselsil suç bulunduğu açıklığa kavuşturulmuştur.
Bundan başka müteselsil
suçta verilecek tek cezanın belirli bir oran içinde artırılması da
öngörülmüştür. Şüphesizdir ki, hâkim teselsülün devamını da göz önünde
bulundurmak suretiyle maddede gösterilen iki sınır arasında bu takdirini
gerektiği gibi kullanacaktır.
Madde 56. - Kanunun bu
hükmü tek fiille birden fazla kanun hükmünün ihlâl edilmesi yani fikrî içtima
hâlinde ne suretle ceza verileceğine ilişkindir.
İşlenen fiille ihlâl
edilen hükümlerin, aynı kanunda veya ayrı kanunlarda yer alması olanaklıdır.
1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunun konuya ilişkin 79 uncu maddesindeki
"kanunun muhtelif ahkamı" tabirinin karıştırmaya neden olacak
nitelikte bulunduğu göz önünde tutularak, amacı daha açık şekilde belirten "çeşitli
kanun hükümleri" ibaresi tercih edilmiştir.
1/3/1926 tarihli ve 765
sayılı Kanunda "en şedit cezayı tazammun eden maddeye göre
cezalandırılır" şeklindeki ifade tarzı da, uygulama özelliği itibarıyla
daha hafif bir cezanın verilmesi sonucunu doğurabilmektedir. Bu itibarla
maddede en ağır cezayı gerektiren hükümden neyin amaçlandığı ayrıca
açıklanmıştır.
Madde 57. - Bu maddeye
ait gerekçe için, cezaların ayrıca düzenlendiği maddelere bakılmalıdır.
Madde 58. - 1/3/1926
tarihli ve 765 sayılı Kanunda cürüm ve kabahatlere özgü cezaları belirten 11
inci maddede cürüm ve kabahatlere mahsus aslî ve fer'î cezalar birlikte olarak
gösterilmiştir. Ayrıca, belirli bir meslek veya sanat veya ticaretin icrasının
durdurulması cezası kabahatlere özgü bir ceza olarak gösterilmiştir. Oysa, 765
sayılı Kanunun Özel Kısmının çeşitli tarihlerde geçirdiği değişikliklerle ve
diğer özel kanunlarda bu ceza, cürümlerde de bir fer'î ceza veya mahkûmiyetin
kanunî neticesi olarak gösterilmiştir. Böylece 11 inci maddeyle kanunların
diğer hükümleri arasında çelişki ortaya çıkmış bulunuyor ve bu nedenle cürüm ve
kabahatlerin birbirinden ayrılması bakımından 11 inci maddenin sağladığı
kolaylık da bir ölçüde zarar görüyordu. Tasarı, cürüm ve kabahatlere özgü aslî
ve fer'î cezaları ayrı maddeler hâlinde göstermeyi uygun saymış ve fer'î
cezaların cürüm ve kabahatler karşılığında aynı zamanda uygulanabileceği bu
suretle belirtilmiştir.
Ayrıca, Tasarının
getirdiği önemli bir yenilik, fer'î cezalar yanında ayrıca mahkûmiyetin kanunî
neticelerini kabul etmemiş bulunması ve bunları kaldırmış olmasıdır.
Aşağıda 59 uncu maddede
hürriyeti bağlayıcı cezalardan maksadın ne olduğu belirtilmiştir. Bu maddede de
açıkça belirtildiği üzere, Tasarı, hürriyeti bağlayıcı ceza olarak sadece
ağırlaştırılmış müebbet hapis ve müebbet ve süreli hapis ve hafif hapis
cezalarını kabul etmekte ve 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunda yer alan
ağır hapis cezası kaldırılmış bulunmaktadır. Esasen 13/7/1965 tarihli ve 647
sayılı Cezaların İnfazı Hakkında Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra kanun
koyucu birden çok hürriyeti bağlayıcı cezaları fiilen kaldırmıştır. Tasarının
hapis ve hafif hapis tarzında ikili bir ayrımı kabul etmiş bulunmasının nedeni,
suçların kanun tarafından cürüm ve kabahat olmak üzere ikiye ayırma sisteminin
muhafaza edilmiş olmasından kaynaklanmıştır.
Maddenin (6) numaralı
bendinde yer alan "suç nedeniyle mülkiyetin Devlete geçmesi"
yaptırımına ait gerekçe, 78 inci maddenin gerekçesinde yer almıştır.
Madde 59. - Tasarının bu
maddesinde hürriyeti bağlayıcı cezalar gösterilmiş ve uzun ve kısa süreli
hürriyeti bağlayıcı cezaların tanımı yapılmıştır. Süresi iki yıla kadar olan
hürriyeti bağlayıcı cezalara mahkûm edilmiş bulunan suçluların özel rejimden
yararlandırılmaları benimsenmiştir.
Madde 60. - Tasarı ölüm
cezasını kaldırmıştır. Bu nedenle cezaların ağırlıklarına göre sıralanmasında
başta gelen ölüm cezasının yerine yeni bir yaptırım getirmek sorunu ortaya
çıkmıştır. Zira, 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanun çok vahim sayılan suçlara
ölüm cezası ve daha az vahim saydığı fiillere ise müebbet hapis cezası
vermekteydi, 3/8/2002 tarihli ve 4771 sayılı Kanunla savaş ve çok yakın savaş
tehdidi hâllerinde öngörülen idam cezaları hariç olmak üzere 765 sayılı Türk
Ceza Kanunu, 1918 sayılı Kaçakçılığın Men ve Takibine Dair Kanun ile 6831
sayılı Orman Kanununda yer alan idam cezaları müebbet ağır hapis cezasına
dönüştürülmüş ancak aynı Kanunda bunlar bakımından bazı konularda diğer müebbet
ağır hapis cezalarından farklı uygulama yapılması hükme bağlanmıştır.
Suçların vehametine göre
verilecek cezaların farklı olması ve bu farklılığın korunması gereklidir. Bu
ihtiyaç ölüm cezasını kaldıran diğer ülkelerde de ortaya çıkmıştır. Nitekim
Fransada Yeni Ceza Kanunu bazı ağır suçların cezalarının infazında faillerin
bir güvenlik dönemine tâbi tutulmalarını kabul etmiştir. Bu dönemde mahkûm
koşullu salıverilememektedir.
Tasarı ölüm cezası yerine
sıkı güvenlik rejimine göre çektirilecek bir "ağırlaştırılmış müebbet
hapis cezası" getirmektedir.
Sıkı güvenlik rejiminin
içeriğinin neler olacağı Ceza ve Tedbirlerin İnfazı Hakkında Kanun ve tüzükte
gösterilecektir. Sıkı infaz rejimi, mahkûmun cezaevi dışında çalıştırılamaması,
ziyaretçi kabulü, dışla temas hususunda bir kısım kayıt ve kısıtlamalara tâbi
tutulması, mahkûma izin verilmemesi, bu tür mahkûmların cezaevlerinin özel
kısımlarında bulundurulmaları gibi ve Ceza ve Tedbirlerin İnfazı Hakkında
Kanunun ve tüzüğünün saptayacağı başka yoksunlukları içerecektir.
Tasarıya göre sıkı infaz
rejimi, aslında bütün ceza süresince devam edecektir; ancak mahkûmun, koşullu
salıverilme kurumunun ehliyet koşullarına uygun surette davranış gösterdiği,
usulüne göre saptanır ve mahkûm ceza infaz kurumunda en az on yılını da
geçirmiş bulunursa, yine koşullu salıverilme usulü çerçevesinde ve infaz
hâkiminin kararıyla sıkı güvenlik rejimine son verilebilecektir.
Madde 61. - Maddeyle,
müebbet hapis cezaları ayrı bir ceza olarak getirilmekte ve tanımlanmaktadır.
Nitekim, bazı yabancı ceza kanunlarının sistemi de böyledir.
Maddeye, koşullu
salıverilme ile ilgili hükümlerin saklı tutulduğu hususunda bir fıkra eklenmek
suretiyle müebbet hapsin, mahkûmiyetleri sırasında iyi hâl gösteren hükümlüler
hakkında ölünceye kadar devam etmemesi sağlanmıştır. Böylece, bu cezaya mahkûm
edilen bir kişi, ilgili maddesine göre koşullu salıverilmeden
yararlanabilecektir.
Madde 62. - 1/3/1926
tarihli ve 765 sayılı Kanunda, hürriyeti bağlayıcı cezalar, ağır hapis, hapis
ve hafif hapis olarak üç ayrı türde kabul edilmiştir. Böyle bir tasnif ve
hürriyeti bağlayıcı cezaların çok çeşitli olması, çağdaş penolojinin
gereklerine aykırı düşmekte idi. Kaldı ki, Cezaların İnfazı Hakkında Kanunun
öngördüğü infaz sistemi ve bunun getirdiği temel ilkeler bakımından hürriyeti
bağlayıcı cezaların yukarıda belirtilen ayırıma tâbi tutulması pratik yarar sağlamamakta,
ister hafif hapis, ister hapis, isterse ağır hapis olsun bunların infaz şekli
hususunda fark bulunmamaktadır.
Bununla beraber, Tasarı
hazırlanırken, cürüm ve kabahat ayırımı muhafaza edildiğinden, bunlar karşılığı
kabul edilen hürriyeti bağlayıcı cezaların da ayrı olması uygun bulunmuş ve
cürüm oluşturan fiiller için hapis, kabahatler için ise, hafif hapis cezasının
uygulanması benimsenmiştir.
Bugünkü mevzuatımızda,
cürüm karşılığı olarak hükmedilen hapis cezasının üst sınırı kanunda ayrıca bir
süre gösterilmediği hâllerde yirmi yıl, ağır hapiste ise yirmidört yıldır.
Madde düzenlenirken, bir
yandan bugüne kadar 765 sayılı Kanundaki ceza sürelerinin devamlı olarak
artırılması gibi sakıncalı bir yola gidildiği, diğer yandan hükümlünün çok uzun
süreyle uygulanmasının onun topluma yeniden kazandırılmasında
(iyileştirilmesinde-rehabilitasyonunda) olumsuz etkiler yaptığı göz önünde
bulundurulmuştur.
İşte, gerek esasa gerek
infaza dair olan bu düşüncelerle, cürüm karşılığı hapis cezasının yukarı sınırı
yirmi yıl olarak kabul edilmiştir. Tasarının Özel Kısmında her suç için aşağı
ve yukarı sınırların açıkça gösterilmesi sistemi benimsenmiştir.
Diğer yandan, maddede
hapis cezasının, kanunda ayrıca belli edilmeyen durumlarda alt sınırının bir ay
olarak kabulü uygun görülmüştür.
Ağır hapis cezası
kaldırılmış olmakla birlikte, usul kanunlarında ve mevzuatın diğer kısımlarında
ağır hapis cezasının varlığına göre getirilmiş hükümlerin bulunduğu
bilinmektedir. Bu nedenle Türk Ceza Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli
Hakkında Kanun Tasarısının 24 üncü maddesinde bu konuda tanımlayıcı bir hükme
yer verilmiştir.
Madde 63. - Maddede,
sadece hafif hapis cezasının genel süresinin belirtilmesi öngörülmüş; infazıyla
ilgili hükmün kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezaların infaz usullerine dair
madde içinde ele alınması öngörülmüş ve hafif hapis cezası için bugün uygulanan
bir günlük alt sınır yedi güne yükseltilmiş, buna karşılık üst sınır iki yıl
olarak kabul edilmiştir.
Bir günlük sınırın yedi
güne çıkarılmış olmasının nedeni bir, iki, üç gün gibi çok kısa süreli hapis
cezalarının, suçun kovuşturulmasının tâbi tutulduğu usul işlemleri nedeniyle
esasen fiilen uygulanamamasıdır. Ayrıca hürriyeti bağlayıcı cezalardan beklenen
yararın ancak bunun belirli bir süre devam etmesi hâlinde elde edilebileceği
gerçeği de, sürenin böylece belirlenmesinde etmen olmuştur.
Madde 64. - Maddede,
Cezaların İnfazı Hakkında Kanunda yer alıp cezaların infazına ilişkin olmakla
birlikte cezanın niteliği ile ilgili hükümlerin Tasarının bünyesine alınması
ilke olarak kabul edilmiş bulunduğundan, kısa süreli hürriyeti bağlayıcı
cezalar yerine uygulanabilecek ceza ve tedbirlere dair sözü edilen hükümler,
esas itibarıyla yeni madde metnine aktarılmış ve ayrıca bunlara, "kamuya
yararlı bir işte çalıştırma" tedbiri de eklenmiştir. Bu tedbir kamu
hizmetlerinde çalıştırmadan ayrı nitelik taşımakta ve bugün bir kısım Avrupa
ülkelerinde ve Amerika Birleşik Devletlerinde uygulama alanı bulan bir infaz
kurumu oluşturmaktadır.
Yeni ceza kanunu
tasarıları bu kuruma daima yer vermektedirler. Buna göre, kısa süreli hürriyeti
bağlayıcı cezaya mahkûm olan kişinin cezası, hâkim tarafından uygun görülmesi
ve kendisinin de rızasının bulunması hâlinde bir yılı geçmemek koşuluyla kamuya
yararlı bir işte çalıştırma tedbirine çevrilecektir. Hükümlünün çalışacağı
kurumda kadrolu olması ve bir ücret alması da söz konusu değildir. Kısa
hürriyeti bağlayıcı cezayı gerektiren bir suçu işlemiş olan ve eğitim derecesi
elverişli bulunan bir kişinin örneğin okuma-yazma öğreten bir kursta öğretici
olarak görev yapmasına karar verilmesi hâli uygulanışına örnek olarak
gösterilebilir. Doğal olarak bu tedbirin uygulanma usulü ayrı bir tüzük veya
yönetmelikte belirtilecektir.
İkinci fıkrada, bir kanun
maddesinde hürriyeti bağlayıcı ceza ile para cezasından birinin hâkimin
takdirine göre seçimlik ceza olarak uygulanabileceği belirtilmiş ve hâkim,
takdirini kullanarak hürriyeti bağlayıcı cezaya hükmetmiş ise artık bu cezayı,
maddenin birinci fıkrasını uygulamak suretiyle, para cezasına çeviremeyeceği
açıklanmıştır.
Dördüncü fıkrada,
taksirli suçlardan dolayı hükmolunan hürriyeti bağlayıcı ceza uzun süreli olsa
da fail hakkında birinci fıkranın (1) numaralı bendinin uygulanabileceği
belirtilmiştir. Ancak bu hükmün "bilinçli taksir" hâlinde uygulanamayacağı
açıklanmıştır. Bilinçli taksir için 21 inci maddeye ve gerekçesine
bakılmalıdır.
Maddenin, beşinci
fıkrasında, hürriyeti bağlayıcı cezanın para cezasına veya tedbire
çevrilmesindeki esas amaç göz önünde tutularak, asıl mahkûmiyetin artık
çevrilen para cezası veya tedbir olduğu belirtilmiş, böylece, gerek cezanın
ertelenmesi gerek tekerrür açılarından hürriyeti bağlayıcı cezanın yerine
verilmiş olan para cezasına veya tedbire itibar olunması sağlanmıştır. Ancak,
bu takdirde hükmün temyizi kabil olmaktan çıkacağı göz önüne alınarak
"hükmün uygulanmasının, kanun yollarına başvurmada engel
oluşturmayacağı" ayrıca belirtilmiştir. Böylece hüküm, kanun yoluna gitme
hakkını etkilemeyecektir.
Ayrıca, kısa süreli
hürriyeti bağlayıcı cezanın tedbire çevrilmesi hâlinde, bu tedbir hükümlerini
yerine getirmeyenler veya tedbir gereklerine aykırı hareket edenler hakkında,
hürriyeti bağlayıcı cezanın para cezasına çevrilmesi ve belirli bir tedbire
riayet etmek olanaksızlığının meydana çıkması hâllerinde hâkime, bunun yerine
başka bir tedbire karar vermek yetkisinin tanınması uygun görülmüştür.
Yürürlükteki Cezaların
İnfazı Hakkında Kanunda yer alan ve küçükler hakkında verilen kısa süreli
hürriyeti bağlayıcı cezaların tedbire çevrileceği hükmüne, Tasarının çocuk ve
küçükler hakkında getirdiği yeni hükümler karşısında bu maddede yer
verilmemiştir; zira, çocuk ve küçüklere ilişkin yeni ceza hukuku esaslarına
göre zaten her türlü ceza, tedbir olarak infaz edilebilecektir.
Madde 65. - 1/3/1926
tarihli ve 765 sayılı Kanunun 13 üncü maddesinde müebbet ve muvakkat ağır hapis
cezalarının tanımları yanında ayrıca infaz usulleri de belirtilmiş ve infaz
devreleri hükme bağlanmıştır.
Ancak, 1/3/1926 tarihli
ve 765 sayılı Kanunun söz konusu maddesi, Cezaların İnfazı Hakkında Kanunun 9
uncu ve geçici 4 üncü maddeleri ile yürürlükten kaldırılmış ve "Ceza ve
Tevkifevleri Nizamnamesi" yerine de "Ceza ve İnfaz Kurumları ile
Tevkifevlerinin Yönetimine ve Cezaların İnfazına Dair Tüzük" kaim
olmuştur.
Madde düzenlenirken
Cezaların İnfazı Hakkında Kanunun sözü geçen 9 uncu maddesindeki hükümler esas
alınmış, ancak, "müebbet ağır hapis" yerine "müebbet hapis
cezaları" denilmiş ve böylece müebbet hapsin iki türü birlikte ifade
olunmuştur.
Tasarıda, kısa ve uzun
süreli hapis cezasındaki altı ay sınırının iki yıla çıkarılması uygun
görüldüğünden gözleme tâbi tutulma koşulu da buna göre değiştirilmiştir.
Cezaların İnfazı Hakkında
Kanunun 9 uncu maddesinde geçen "Bakanlık" sözcüğü, ifade ettiği
Bakanlığı açıkça belirtmek amacıyla "Adalet Bakanlığı" şeklinde
değiştirilmiştir.
Maddenin (2) numaralı
fıkrasında kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezaların normal infaz biçiminin
kanunda belirtileceği ve bu cezaya mahkûm edilenlerin gözleme tâbi
tutulmayacakları ifade olunmaktadır. Normal olarak bu gibi hükümlülerin, hükmü
veren mahkemenin yargı çevresi içerisinde bulunan ceza infaz kurumlarında
cezalarını çekmeleri uygun olur.
Madde 66. - Maddede kısa
süreli hürriyeti bağlayıcı cezaların dört ayrı özel infaz tarzı
gösterilmektedir. (1) numaralı bentte, iki grup kişinin hükümlülük sürelerinin
altı ayı geçmemesi hâlinde cezalarını oturdukları yerde çekmeleri kabul
edilmiştir. Maddeye göre, altmışbeş yaşını bitirmiş olanların kısa süreli bir
hürriyeti bağlayıcı cezaya mahkûmiyetleri hâlinde, haklarında 64 üncü maddenin
uygulanması esastır. Kısa süreli ceza altı aya kadar olduğunda, bu özel infaz
tarzına mahkemenin karar verebilmesi için mahkûmun altmışbeş yaşını bitirmiş
olması yeterlidir.
Diğer grup ise, yaşı ne
olursa olsun, hükümlünün sağlık durumunun cezaevinde tutulmasına engel olacak
derecede bozuk ve bu hususun hekim raporu ile belgelendirilmiş bulunmasıdır.
Bu hüküm marifetiyle
cezanın, Devlete bir külfet yüklemeden infazı sağlanmaktadır. Hüküm, çeşitli
yönlerden yararlıdır. Bazı yabancı ülkelerde olduğu gibi (4) numaralı bentte
kadın mahkûma bir bilezik takmak suretiyle cezayı oturduğu yerde çekmesine
karar verilebilecek ve bu suretle oturduğu yerde kalıp kalmadığı kontrol
edilebilecektir.
Maddenin (2), (3) ve (4)
numaralı bentlerinde yer alan özel infaz şekilleri yukarıda açıklanan maksada
uygun yararlı şekillerdir.
Madde hükümlerine uymayan
hükümlü hakkında 462 nci maddenin son fıkrasındaki yaptırım uygulanacaktır.
Esasta infaz ile ilgili
olan bu hükümler, doğrudan hükmü veren hâkime hitap ettiği için Tasarıda yer
almıştır. İnfaz Kanunu bu hükümlerin fiilen uygulanmasına ilişkin usulleri,
koşulları, kontrole ait hükümleri ayrıca düzenleyecektir.
Madde 67. - Maddede,
koşullu salıverilme kurumu düzenlenmektedir. Söz konusu kurum bakımından madde
esaslı bir takım yenilikler getirmiştir; bu hususta yeni kanun tasarılarından
ve çağdaş ceza hukuku eğilimlerinden esinlenilmiştir.
Birinci fıkrada yer alan
düzenlemeyle, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına mahkûm edilenler otuz yıl
geçmedikçe koşullu salıverilmeden yararlanamayacaklardır. Yine müebbet hapis
cezasının yirmibeş yılını iyi hâlli hükümlü olarak çekmiş bulunanların koşullu
salıverilme hakkını elde edecekleri belirtilmiştir. Diğer hürriyeti bağlayıcı
cezalarda ise, hükümlülük süresinin üçte ikisinin iyi hâlli olarak geçirilmiş
olması hâlinde bu hak kazanılmış olacaktır.
Ancak, üç aydan az
hürriyeti bağlayıcı bir cezaya mahkûm edilmiş olanlarla en az üç ay süre ile
hürriyeti bağlayıcı cezalarını çekmemiş bulunanlar koşullu
salıverilmeyeceklerdir. Koşullu salıverilme hükümlünün iyileştirilmesi
bakımından bir araç teşkil ettiğinden ve iyi hâlin saptanmasına dayandığından
hükümlünün bir süre cezaevinde kalmasını ve gözlemini gerektirir. Ülkemizde
bugüne kadar cereyan eden uygulama, koşullu salıverilmenin niteliği ile
çelişkilidir.
Üç aydan fazla cezaya
mahkûm edilmiş bulunanlar koşullu salıverilmeden yararlandıkları hâlde, daha az
cezaya mahkûm edilmiş bulunanların aynı kurumdan yararlanmamalarının bir
adaletsizlik teşkil edeceği bazılarınca öne sürülebilirse de, bu gibi hâllerde
hâkimin uygulayabileceği ön ödeme, erteleme, hürriyeti bağlayıcı cezayı
seçeneklerine çevirme, hükmü erteleme gibi kurumların var olduğu gözden uzak
tutulmamalıdır. Bütün bu kurumları uygulamak olanağına sahip olan hâkim, demek
ki hükümlünün cezasını bütünü ile çekmesini uygun görmüştür ki, söz konusu
hükümleri, cezalının koşullu salıverilmeye tâbi tutulmayacağını bilerek
uygulamamış olacaktır.
Mükerrirlerle tutuklu
veya hükümlü iken firar edenler hakkında koşullu salıverilme hükümlerini içeren
ikinci fıkrada da aynı şekilde bir düzenlemeye gidilmiş ve bunlardan firar
edenlerin ağırlaştırılmış müebbet hapiste otuzbeş, müebbet hapiste otuz yıl
sonra koşullu salıverilmeleri benimsenmiştir. Diğer hürriyeti bağlayıcı
cezalara mahkûm edilenler ise hükümlülük süresinin beşte dördünü çekmiş olmak
koşulu ile, koşullu salıverilmeye tâbi tutulabileceklerdir.
Maddenin üçüncü fıkrası,
bu sürelerin hesabında hükümlünün tutuklu kaldığı ve hakkındaki kovuşturma
nedeni ile şahsî hürriyetinden yoksun bulunduğu sürelerin de hesaba
katılacağını açıklamaktadır.
Dördüncü fıkranın açık
hükmüne göre, özel infaz şekilleri içinde geçirilen hürriyeti bağlayıcı ceza
hükümlüleri koşullu salıverilmeden yararlanamayacaklardır.
Beşinci fıkra, Tasarının
benimsediği mağduru koruma ilkesinin bir uygulamasını oluşturmaktadır.
Altıncı fıkra, firar
etmiş ve firara teşebbüs etmiş olanlar ile disiplin cezası almış olanların
hangi nedenler bulunduğu takdirde koşullu salıverilmeden yararlanamayacaklarını
göstermektedir.
Maddenin yedinci
fıkrasında, haklarında koşullu salıverilme kararı verilen hükümlülerin bir
denetim süresine tâbi tutulacakları kaydı yer almaktadır. Bu süre içinde
hükümlü hakkında 94 üncü maddenin (A) fıkrasının (3) numaralı bendinin
öngördüğü denetimli serbestlik tedbiri uygulanacaktır.
Maddenin sekizinci
fıkrası hükmüne göre hâkim, hükümlünün kişilik özelliklerini göz önünde
bulundurmak suretiyle, denetimli serbestliğe tâbi tutulması hususunda gerçek
bir gereksinme yoksa tedbirin uygulanmamasına karar verebilecektir. Fıkra,
koşullu salıverilen hükümlünün tâbi tutulacağı denetim süresi bakımından da
önemli bir yenilik getirmiştir; hâkim, mahkûmiyet süresinin geri kalan kısmının
üçte biri ile üçte ikisi arasında bir süre belirleyecektir; bunu yaparken de,
elbette ki, hükümlünün kişilik özelliklerini göz önünde bulunduracaktır. Deneme
süresince hükümlü yapıcı bir denetime tâbi tutulacak ve patronaj rejiminden
yararlanacaktır. Hazırlanacak tüzük, denetim ve patronaj rejiminin uygulanma
usulünü gösterecektir.
Maddenin, dokuzuncu
fıkrasında koşullu salıverilme kararının geri alınmasına neden olan hâller
gösterilmiştir: Bir kere koşullu salıverilen, kasıtlı bir cürümden dolayı
hürriyeti bağlayıcı bir cezaya mahkûm edildiği takdirde koşullu salıverilme
kararı geri alınacaktır. İkinci olarak mahkûm yükümlü tutulduğu koşulları
yerine getirmezse, örneğin hakkındaki denetim tedbirlerine uymazsa yine bu
karar geri alınacaktır. Koşullu salıverilme kararı geri alındığı takdirde
salıverilmenin geri alınmasını sonuçlayan suçun işlendiği tarihten sonraki ceza
kısmı, ceza süresine mahsup edilmeyerek bu kısım aynen çektirilecek ve evvelce
salıverildiği suçtan dolayı verilmiş hükmün infazı ile ilgili olarak bir daha
koşullu salıverilmeyecektir.
Koşullu salıverilme
kararının geri alınmasına dair karara karşı maddede teker teker gösterilen
kişilere itiraz yoluna başvurma hakkı tanınmıştır. Salıverilen hükümlü denetim
süresi içinde bir suç işlemediği takdirde ise cezası infaz edilmiş
sayılacaktır.
Maddenin onikinci
fıkrasında, terör suçlarından dolayı ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına
mahkûm edilmiş olanlar koşullu salıverilmeden yararlanamayacakları hükme
bağlanmaktadır.
Maddenin son fıkrasında,
koşullu salıverilmeye ilişkin özel kanun hükümleri saklı tutulmaktadır. Bu
hüküm uyarınca örneğin, 12/4/1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele
Kanunu ve bu Kanuna atıf yapan 30/7/1999 tarihli ve 4422 sayılı Çıkar Amaçlı
Suç Örgütleriyle Mücadele Kanununu bakımından geçerli olan koşullu
salıverilmeye ilişkin hükümlerin uygulanmasına devam edilecek ve söz konusu
kanunların kapsamında kalan suçlarda anılan kanunların koşullu salıverilmeye
ilişkin hükümleri uygulanacaktır.
Madde 68. - Madde
düzenlenirken ağır para cezasının genel alt ve üst sınırlarının belirlenmesi
öngörülmüş, infazla ilgili hususların, hafif para cezasını da kapsayacak
şekilde, ayrı bir maddede ele alınması uygun sayılmıştır.
Getirilen yeni düzenleme
iki fıkradan oluşmaktadır: birinci fıkrada kanunda ayrıca açıklanmayan
durumlarda ağır para cezasının aşağı sınırının üçyüzellimilyon, yukarı
sınırının ise doksanmilyar lira olduğu hükme bağlanmış ve bu miktarın Devlet
Hazinesine ödeneceği belirtilmiştir. Tasarının 110 ve 115 inci maddeleri çocuk
ve küçükler hakkında uygulanacak para cezalarının sınırlarını göstermektedir.
İkinci fıkrada ise,
hâkimin bu cezaya hükmederken göz önünde bulundurması gereken esas ve ölçüler
gösterilmektedir. Cezaların İnfazı Hakkında Kanunun 5 inci maddesinde
gösterilenlere eklenenler suçlunun elde ettiği yararın ve suçun meydana
getirdiği zararın ağırlık ve hafiflik derecesi ve suçtan meydana gelen zarardan
ibaret bulunmaktadır.
Hâkim, cezaya hükmederken
fıkrada sayılan hususları teker teker ilgili mercilerinden sorup araştıracak
değildir. İkinci fıkra, hâkime hitap eden genel bir direktif niteliğini
taşımaktadır.
Madde 69. - Maddeye göre
hafif para cezasının alt sınırı yüzmilyon lira, üst sınırı ise onmilyar lira
olarak belirlenmiş ve bu para cezasının da Devlet Hazinesine ödeneceği hükme
bağlanmıştır.
Maddenin ikinci
fıkrasında ise, hâkimin ağır para cezasına hükmederken göz önünde tutacağı hususların esas alınması öngörülmüş ve ağır
para cezasına ilişkin 68 inci maddenin ikinci fıkrasındaki hükme bu amaçla
yollama yapılmıştır.
Hafif para cezalarının
infazının, ağır para cezalarının infazından farklı bulunmadığı dikkate
alınarak, infaz hususunun birlikte aynı maddede belirtilmesinin daha uygun
olacağı düşünülmüştür.
Madde 70. - Maddede bir
kere nispî para cezasının tanımı yapılmak suretiyle, ceza mevzuatımızdaki bir
boşluğun doldurulması amaçlanmış, bu para cezasının da Devlet Hazinesine
ödeneceği ve yukarı sınırının bulunmadığı açıklanmıştır. Böylece, kanunda
asgarî bir sınır gösterildiği hâllerde, söz konusu para cezasının nispî para
cezası olabileceği belirtilmiştir.
Maddenin ikinci
fıkrasında, 1935 yılında verilmiş bir Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararından
da yararlanmak suretiyle, tazmin niteliğindeki para cezasının tanımı
yapılmıştır. Bu para cezalarının menşeinin Fransız hukuku olduğu bilinmektedir.
Fransız Yargıtayı, kamu para cezası niteliği ile Devletin uğradığı zararları
karşılamak amacını aynı zamanda güden bu cezalara ait özellikleri kararlarıyla
oluşturmuştur.
Türk ceza mevzuatında ise
bu para cezaları kanunla kabul edilmiş ve Yargıtay kararlarıyla niteliklerinden
kaynaklanan özellikler belirlenmiştir.
Tasarıdaki tanım
çerçevesinde de Yargıtay özellikleri belirlemeye devam edecektir.
Madde 71. - Maddeyle,
mevzuatımızda para cezalarının infazında uygulanmakta bulunan hükümler yönünden
önemli bazı değişiklikler yapılmıştır.
Bilindiği gibi para cezaları
bakımından en önemli husus bu cezaların fiilen yüksek bir oranda infaz
edilmesinin sağlanmasıdır. Türk kanun koyucusu, bir kısım yabancı mevzuatın da
kabul ettiği üzere, bu bakımdan para cezalarının taksitle ödenmesi sistemini
benimsemiştir.
Maddeye göre hâkimin,
para cezasını takside bağlamak yetkisine daha geniş bir esneklik verilmiş ve
hükümlünün başvurusu üzerine takside dair kararlarında değişiklik yapabilmesi
kabul edilmiştir. Ayrıca hâkimin, para cezasını ödemek üzere bir olanağın
gerçekleşmesini bekleyen hükümlünün durumunu takdir ederek, ödeme başlangıç
tarihini saptayabilmesi ve bunu değiştirebilmesi uygun görülmüştür.
Maddenin getirdiği
dikkati çekici diğer değişiklikler şunlardır:
Ödenmeyen para cezasının
hapse çevrilmesinin esasta uygun bir çözüm yolu olmadığı kabul edilmektedir.
Ancak bu yol tutulmadığı taktirde para cezasının infaz edilemez hâle geleceği
de bir gerçektir. Bu nedenle madde, bir kısım yeni ceza kanunlarının yaptığı
gibi hapse çevirme esasını kabul etmekle beraber düzeltici bir tür yenilikler
de getirmiştir: Bir kere takside bağlama olanağı genişletilmiştir. Ancak, para
cezasının, 68 inci maddenin alt sınırında gösterilen miktarın 500 üncü maddeye
göre uygulanan yeniden değerleme oranı ile çarpılması sonucu elde edilen miktarı
geçmediği hâllerde, bu cezanın taksitle ödenmesine mahkemece hükmedilemeyecek,
Cumhuriyet savcılığınca yapılacak para cezasının infazında taksitlendirme
mümkün olabilecektir. İkinci olarak para
cezasından hapse çevirmenin sınırı iki yıl olarak saptanmıştır.
Tasarının 110 uncu maddesi gereğince çocuklar hakkındaki para cezaları hapis
cezasına çevrilemez. Küçükler hakkında ise, 115 inci madde gereğince sınır
ikiyüzmilyon liradır; bu para cezaları da hapse çevrilemez.
Üçüncü olarak Tasarı,
para cezasının hapse çevrilmesi hâlinde koşulları varsa bu cezanın
ertelenebileceğini kabul etmektedir. Bu cezaların infazı, hâkimin takdirine
göre hükmü veren mahkemece iki yıla kadar ertelenecektir.
Maddenin para cezasının
hapse çevrilmesinde kabul ettiği yeni esasa göre kırkmilyon lira bir gün hapse
karşılık sayılacaktır.
Maddede ayrıca, 8/1/2003
tarihli ve 4786 sayılı Kanunla, Cezaların İnfazı Hakkında Kanunun 5 inci
maddesine eklenen, mahkemece, ödenmeyen para cezasına gecikme zammı
uygulanacağına da karar verilmesi hükmüne de yer verilmiştir.
Madde 72. - Maddede, kamu
hizmetlerinden yasaklama cezasının;
- Fer'î ceza olduğu,
- Bir mahkûmiyetin kanunî
neticesi olarak hükmedilemeyeceği,
- Süreli olacağı,
esasları kabul
edilmiştir.
Cezalandırmada temel
siyaset ilkesi olarak hükümlünün, topluma yeniden kazandırılması ve üretken bir
toplum üyesi hâline getirilmesi kabul edilmiş bulunduğundan, kamu
hizmetlerinden müebbet yasaklama kabul edilmemiştir.
Madde 73. - Maddede, bir
meslek veya sanat veya ticaretin icrasının durdurulması cezasının;
- Fer'î ceza olduğu,
- Bir mahkûmiyetin kanunî
neticesi olarak hükmedilemeyeceği,
- Süreli olacağı,
- Kişiyi şahsen yoksun
kılacağı,
esasları kabul
edilmiştir.
Ayrıca, maddenin ikinci
fıkrasında bir suçun işlenmesinde rol oynamayan bir meslek veya sanat veya
ticaretin bu madde kapsamı dışında kalması ve böylece hükümlünün bütün geçim
olanaklarının ortadan kaldırılması suretiyle cezadan beklenen amaçlara tam ters
düşen bir durumun ortaya çıkması engellenmiştir.
Madde 74. - İşyerinin
kapatılması cezası 58 inci maddenin (3) numaralı bendinde yer almaktadır. Bu
ceza, bir meslek veya sanat veya ticaretin icrasının durdurulması cezasından
farklı olarak sadece iş görülen yerin, örneğin dükkânın, atölyenin, izinsiz
ders okutulan yerin ve benzerlerinin kapatılmasını kapsamaktadır. İşyeri
kapatılması, kişinin başka yerlerde sanatını icra edebilmesini engellemez.
Madde 75. - Sanayileşme
ve ekonomik gelişme paralelinde, hızlı kentleşme ve nüfus artışının da
etkisiyle, ulaşım araçlarının nicelik ve niteliklerinde yoğun bir artış
gözlenmektedir.
Taşıt araçlarıyla işlenen
suçlarda ceza siyasetine uygun olarak, cezada caydırıcılık unsurunun
gerçekleştirilmesi amacına yönelik olmak üzere kanunda belirlenmiş aslî cezaya
ek olarak "sürücü belgesinin geri alınması" adı altında bir fer'î
ceza verilmesi de öngörülmüştür.
Maddeyle, her türlü taşıt
araçlarıyla işlenen suçlarda, verilecek cezaya ek olarak hâkimin takdirine
göre, kanunda aksi belirtilmeyen hâllerde sürücü belgesinin üç aydan üç yıla
kadar geri alınması hükmü getirilmektedir. Araç kullanılması, çağdaş hayatın
sürdürülmesinde, kişi için yaşamsal değer taşıdığından, olay dolayısıyla temel
cezanın belirlenmesinde hâkimin çok özen göstermesi gerektiği açıktır.
Madde 76. - Maddede kamu
hizmetlerinden yasaklanma ve bir meslek veya sanat veya ticaretin icrasının
durdurulması cezalarının, aslî cezanın infazından sonra uygulanacakları ve aslî
ceza erteleme veya özel af gibi bir nedenle infaz yeteneğini kaybettiğinde
hükmün kesinleştiği tarihten itibaren etkilerini gösterecekleri belirtilmiştir.
Ancak, aslî cezanın infaz süresi içinde de söz konusu fer'î cezalara mahkûm
olan kimselerin bu cezaların gerektirdiği yoksunluk hâlinde bulunacaklarını
belirtmek için, bu iki fer'î cezanın aslî cezanın infazı süresince de etkilerini
gösterecekleri, bu suretle aslî cezasını çekmekte olan bir hükümlünün seçilme
ehliyetine sahip bulunmayacağını açıklamak maksadıyla maddeye açıklık
getirilmiştir.
Maddenin ikinci
fıkrasında erteleme ve özel af gibi nedenlerle aslî ceza infaz olunmadığında
fer'î cezaların etkisinin ne olacağı gösterilmiştir: bu takdirde mahkûmiyet
hükmünde veya özel af işleminde fer'î cezanın infaz olunacağı ayrıca
belirtilmemiş ise, fer'î ceza da infaz edilmeyecektir. Böylece, aslî cezanın
ertelendiği hâllerde söz gelimi, mahkûmiyet seçilememeyi de kapsıyorsa ve
erteleme kararında bu fer'î cezanın infaz edileceği ayrıca açıklanmamışsa,
seçilmeyi veya seçimle gelinmiş makamda kalmayı etkilemeyecektir.
Maddenin son fıkrasıyla,
ceza ertelendiği hâllerde, işyerinin kapatılması cezasının da uygulanmayacağı
belirtilmek istenilmiştir.
Madde 77. - Maddeyle,
kanunun ayrıca açıkladığı hâller dışında, kamu hizmetlerinden yasaklanma ve
meslek veya sanat veya ticaretin icrasının durdurulması cezalarının ne gibi
hâllerde ve koşullarla hâkimin takdirine göre hükmedilebileceği
gösterilmektedir.
Kamu hizmetlerinden
yasaklanma fer'î cezasının uygulanabilmesi bakımından koşullar şunlardır :
- Aslî failin bir memur
olması,
- Memuriyet sıfatının
işlenen suçun bir unsurunu veya ağırlaştırıcı nedenini oluşturması,
- Hâkimin fail hakkında
fer'î olarak böyle bir cezanın hükmedilmesinde toplum savunması bakımından
yarar bulunduğu kanaatine varması ve bu hususa ait gerekçeyi kararında
göstermesi.
Söz konusu koşulların
varlığı hâlinde hâkim bu cezaya hükmedebilecek ise de, cezanın miktarı 72 nci
maddede gösterilen alt ve üst sınırları aşamayacağı gibi herhâlde aslî ceza
miktarını da geçemeyecektir.
Maddenin ikinci
fıkrasında yazılı olan hâlde, bir meslek veya sanat veya ticaretin icrasının
durdurulmasına fer'î ceza olarak karar verilebilmesinin ilk koşulu, bir meslek
veya sanat mensubu olmanın veya ticaretle uğraşmanın suçun unsurunu veya
ağırlaştırıcı nedenini teşkil etmesidir. Diğer koşullar bakımından ise, birinci
fıkra hakkında yukarda işaret olunan hususlar geçerlidir. Ancak, bu hâlde 73
üncü maddenin gösterdiği sınırlar dikkate alınacaktır.
Suçun, memur veya meslek
veya sanat mensubu olmayan veya ticaretle uğraşmayan kimselerle, memur veya
meslek veya sanat mensupları veya ticaretle meşgul bulunanlarla iştirak hâlinde
işlenmesi durumunda Tasarının 43 ve 44 üncü maddeleri gereğince veya
dolayısıyla faillik kurallarına uyularak, bunlar hakkında da maddenin
uygulanabileceği şüphesizdir.
Madde 78. - Maddede,
"müsadere" ve "suç nedeniyle mülkiyetin Devlete geçmesi"
cezaları düzenlenmiş bulunmaktadır. Suç nedeniyle mülkiyetin Devlete geçmesi,
müsadere dışında, mevzuatımıza getirilen yeni bir ceza sayılmalıdır. Bu
cezanın, özellikle kara paranın aklanması suçları bakımından çok önem taşıdığı
belirtilmelidir. Müsadere cezası bakımından ise madde yürürlükteki mevzuata
göre çok önemli yenilikler getirmiş bulunmaktadır.
Maddenin (1) numaralı
fıkrasının birinci paragrafına göre suçta kullanılan veya kullanılmak üzere
hazırlanan veya suçun işlenmesine tahsis olunan veya suçtan meydana gelen
şeylerin müsaderesine karar verilir. Bu kararın verilmesi için suç dolayısıyla
bir kimsenin mahkûm edilmiş bulunması aranmaz. Eşya, suçta iştiraki olmayan bir
kimseye ait ise müsadere olunamaz. Ancak, birinci paragrafta açıklanan eşya,
suç failinin veya ailesi mensuplarının yaşamlarını sürdürebilmeleri için
zorunlu araç ve gereçlerden ise ve dolayısıyla bunların mülkiyetinin Devlete
geçmesi hakkaniyete aykırı bulunduğunun anlaşılması hâlinde, müsaderelerine
karar verilmez. Böylece, ikinci paragrafın ikinci cümlesinde müsadere edilecek
şeyler bakımından önemli bir istisna getirilmiş olmaktadır. Ancak dikkat
edilmelidir ki, bu istisna sadece araç ve gereç niteliğindeki eşyayı
kapsamaktadır.
Üçüncü paragrafta,
kanunlar tarafından tehlikeli ve zararlı olarak nitelendirilmiş veya
kullanılması, yapılması, taşınması ve bulundurulması suç oluşturan eşyanın da
müsadere edileceği açıklanmıştır.
Dördüncü paragraf,
müsaderede hakkaniyetin göz önünde bulundurulmasını sağlayan bir direktifi içermektedir.
Bir şeyin bazı kısımlarının, örneğin bir otomobilin kaçak olarak sokulmuş
motorunun müsaderesi gerektiğinde sadece bu kısım müsadere edilecektir. Ancak
bu hâlde, tüme zarar vermeden bu kısmın alınmasının mümkün olması ve ayırmak
için orantısız giderlere katlanmak mecburiyetinin bulunmamasıdır.
Beşinci paragraf
müsaderesine karar verilen şeyler hakkında ne yapılacağını göstermektedir: Bir
kere kanun imhasını emrediyorsa şey imha olunur, eşyanın belirli maksada
tahsisini öngörmüş ise o suretle hareket edilir. Diğer bütün hâllerde şeyin
mülkiyeti Devlete geçer.
Maddenin (2) numaralı
fıkrası, suç nedeniyle mülkiyetin Devlete geçmesi yaptırımını içermektedir.
Müsadere hâlinde de, esasta mülkiyet Devlete geçmektedir. Devlet mülkiyetine
geçen bu şeyleri, kanunun emrine göre Devlet ya imha ya belirli maksada tahsis
eder yahut bunlara, bir şekilde tasarruf eder. Ancak eşyanın veya değerlerin
fail tarafından imha olunduğu veya başkalarına nakledildiği veya bir suretle
tasarruf olunarak elden çıkarılmış olduğu hâllerde, ne yapılacağını (2)
numaralı fıkra göstermektedir.
Buna göre müsaderesi
gereken şey elde edilemediğinde bunun değeri saptanarak failin mal varlığından
alınıp Devletin mülkiyetine geçirilmesine karar verilecektir.
Müsaderesi gereken şey
veya değer, bir başkası tarafından niteliği bilinerek edinilmiş ise, onun
malvarlığı hakkında da aynı karar verilecektir.
Tahsil bakımından 71 inci
maddenin dokuzuncu fıkrasına göre 21/7/1953 tarihli ve 6183 sayılı Âmme
Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümleri uygulanacaktır.
Ayrıca, usule ilişkin
belirli nedenlerle kamu davasının açılamaması veya açılmasına karşın ortadan
kaldırılması sonucunda müsaderesi gereken eşyanın müsaderesine karar
verilememesi veya açılan bir dava sonucunda her ne nedenle olursa olsun
müsadereye hükmolunamaması hâli 4/4/1919 tarihli ve 1412 sayılı Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanununun, 21/5/1985 tarihli ve 3206 sayılı Kanunla değişik
392 nci maddesinde öngörüldüğü için burada yeniden hüküm getirilmesine gerek
görülmemiştir.
Anayasanın 38 inci
maddesinin onuncu fıkrasında yer alan "genel müsadere cezası
verilemez" hükmü karşısında Tasarıda genel müsadere cezası
öngörülmemiştir.
Madde 79. - Maddede temel
cezanın nasıl belirleneceği gösterilmiştir. Daima aşağı sınırın tercih
edildiği, oysa kanunda her suçun cezasının iki sınır arasında belirtildiği,
böylece suçun özelliklerine göre cezasının takdir edilmesinin istendiği, daima
aşağı sınır ile yetinilmesinin bu esasa aykırı düştüğü göz önünde bulundurulmuş
ve takdirin nelere bakılarak yapılacağı açıklanmıştır. Takdirin nedenlerini tek
tek saymanın olanaksızlığı karşısında sadece örnekler verilmiş ve
"gibi" sözcüğü ile sınırsızlığa işaret edilmiştir. Fakat hükümde
takdirin nedenleri mutlaka gösterilecek ve böylece üst mahkemenin takdirde hata
yapılıp yapılmadığını denetlemesine olanak sağlanacaktır.
Madde 80. - Cezalarda
kanunîlik ilkesinin bir uygulaması olan bu maddede cezaların nasıl
belirleneceği gösterilmiş, özellikle ağırlaştırıcı ve hafifletici nedenlerin
bir arada bulunması hâlinde önce artırmayla işe başlanacağı ve elde edilecek
ceza miktarı üzerinden hafifletici nedenlerin uygulanacağı belirtilmiştir.
Şüphesiz ki, ağırlaştırıcı nedenlerden fiilî olanlar şahsî olanlardan daha önce
uygulanacaktır. Ancak, suçlunun yaşı, aklî durumu, takdirî hafifletici nedenler
ve tekerrür bütün artırma ve eksiltme işlemleri bittikten sonra ve aralarındaki
bu sıraya da uyulmak suretiyle birer birer uygulanacaktır. Ayrıca, değişik ceza
türlerinin nasıl hesaplanacağı da maddede belirtilmiş ve birmilyon liradan
aşağı olan para cezalarının hesaba katılmayacağı ve infaz edilmeyeceği
açıklanmıştır.
Madde 81. - Maddeyle,
mahkûmun suç nedeni ile şahsî hürriyeti sınırlama sonucunu doğuran örneğin
tutuklama gibi hâller nedeni ile geçirilen sürelerin mahkûmiyetten indirilmesi
esası benimsenmiştir. Böylece teknik anlamda tutukluluk sayılmamakla beraber
şahsî hürriyeti sınırlama sonucunu doğuran tedbirlerin tümünün de tutukluluk
gibi mahkûmiyet süresine mahsup edilmesi öngörülmüştür. Bu nedenle, madde
metninde "hürriyeti sınırlama sonucunu doğuran bütün hâller" ibaresi
kullanılmıştır.
Maddede "hüküm
kesinleşmeden önce gerçekleşen" ibaresi yer aldığından hükümlünün mahkûm
edildiği suçtan başka bir fiilden dolayı yargılama nedeniyle hürriyetinin
sınırlanmış olması hâlinde de mahsubun hangi koşul ile yapılabileceği
gösterilmiştir.
Madde 82. - Madde cezanın
ertelenmesi yönünden Türk ceza hukukuna çok önemli değişiklikler getirmektedir:
Bir kere çağdaş kanunların benimsediği ana ilke vurgulanmış ve kısa süreli
hürriyeti bağlayıcı cezaların infazından mümkün oldukça kaçınma ilkesine uygun
bir düzenleme gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle, erteleme olanağı geniş tutulmuş
ve iki yıla kadar (iki yıl dahil) hapis ve hafif hapis cezalarının
ertelenebileceği maddede belirtilmiştir. Ayrıca altmışbeş yaşını bitirmiş
bulunanların üç yıla kadar (üç yıl dahil) olan hapis ve hafif hapis cezalarının
ertelenebileceği kabul edilmiştir.
Ertelemenin mahkûmiyete
ait koşulları bakımından da erteleme olanağı genişletilmiştir: Bir kere
cürümden dolayı üç aydan fazla hürriyeti bağlayıcı cezaya mahkûmiyet ertelemeye
engel etki yapmakta ve bu hükümlülüğün de suçun işlenmesinden önceki beş yıl
içinde ve kasıtlı bir cürümden dolayı gerçekleşmiş bulunması gerekmektedir. Beş
yıl geçtikten sonra gerçekleşen mahkûmiyet, ceza ne olursa olsun, ertelemeye
engel olmayacaktır.
Ertelemenin ehliyet
koşulu olarak da madde "geçmişteki hâli ve suç işleme hususundaki
eğilimi" ölçü olarak almış ve böylece insan onuruna daha uygun bir ölçü
öngörülmüştür. Hâkim, cezanın ertelenip ertelenmeyeceğine karar verirken yurt
dışında verilen mahkûmiyet hükümlerini de dikkate almak suretiyle sanığın
"geçmişteki hâli ve suç işleme hususundaki eğilimi"ni irdeleyecektir.
Mahkeme kararlarının
gerekçeli olması hakkındaki ilke göz önünde tutularak ertelemenin veya cezayı
ertelememenin nedenlerinin kanunda yer alan ibarelerin tekrarı niteliğinde
olmayacak biçimde anlam taşıyacak surette belirtilmesinin gereği açıktır. Madde
bu esası belirtmek amacıyla birinci fıkrasında hüküm içermektedir.
Diğer yandan tazminat
kabilinden olan para cezalarının, maddenin beşinci fıkrasında, ertelenemeyeceği
belirtilmiş, ayrıca zapt ve müsaderesi gereken eşya ile yargılama giderlerinin
de erteleme hükmü içine ithal edilemeyeceği açıklanmıştır.
Cezaların içtimaı hâlinde
ise her suç hakkında verilecek hüküm ertelemenin koşulları bakımından ayrı ayrı
değerlendirilecektir.
Ertelemenin fer'î cezalar
üzerindeki etkisine gelince: İlke, ertelemenin fer'î cezaları da kapsamasıdır;
ancak hâkim, kararında ertelemenin fer'î cezaları kapsamamasına karar
verebilecektir.
Tasarının erteleme kurumu
bakımından getirdiği önemli bir yenilik de, cezası ertelenen hükümlünün hâkim
tarafından belirlenecek bir süre ile denetime ve bu süre içinde 94 üncü
maddenin (A) fıkrasının (2) numaralı bendine göre denetimli serbestlik
tedbirine tâbi tutulmasıdır. Hâkim süreyi bir yıl ile beş yıl arasında
belirleyebilecektir. Ancak, hükümlünün özelliklerini göz önüne alan hâkim bu
sürenin tedbire tâbi tutulmadan da geçirilmesine karar verebilecektir.
Maddenin dokuzuncu
fıkrası, denetimli serbestliğin esas amacının, hükümlüde uygun sosyal davranış
biçimlerinin yerleştirilmesi olduğunu belirtmek ve bu maksatla mahkûmun
özellikle mesleki etkinlikleri, ikamet yeri, tıbbî kontrol, alkollü içkilerden
uzak kalma gibi hususlarda etkin olmasını gerektireceğini açıklamaktadır. Hâkim
bu süre içinde hükümlüye tüzüğünde gösterilen diğer bir takım mecburiyetleri de
yükleyebilir, bu yükümlere gerek kalmadığını saptadığında bunları kaldırabilir
veya değiştirebilir.
Maddenin onuncu fıkrası,
denetim süresi içinde hükümlünün hürriyeti bağlayıcı cezayı gerektiren kasıtlı
bir cürüm işlemesi veya kendisine yüklenen davranış yükümlerini ihlâl etmesi
veya denetimli serbestlik tedbirinin uygulanmasından kaçması hâllerinde ne
yapılacağını göstermektedir. Bu takdirde hâkim ertelenen cezanın ya tamamen
veya kısmen infazına karar verecektir. Bunun anlamı şudur ki, hükümlü bu hâlde
mutlaka cezanın tümünü çekecek değildir. Ancak hükümlü hakkında, koşulları
varsa tekerrür hükümleri uygulanacaktır.
Söz konusu hükümlerin
uygulanması için suçun denetim süresi içinde işlenmiş olması yeterlidir; yoksa
ikinci suçtan dolayı hükmün denetim süresi içinde verilmiş veya kesinleşmiş
bulunması gerekmez.
Maddenin son fıkrasına
göre denetim süresi olaysız yani kanunî koşullara uygun geçirildiğinde
hükümlülük yok sayılacak ve artık hiçbir hukukî netice doğurmayacaktır.
Madde 83. - Sanığın ölümü
ile ceza ve usul ilişkisi ortadan kalkacağından açılmış olan kamu davasının da
ortadan kaldırılacağı maddede belirtilmiş, hükümlünün ölmesi hâlinde ise henüz
tahsil edilmemiş olan para cezasının varislerden ve terekeden istenemeyeceği
açıklanmıştır. Bununla birlikte müsadere, mülkiyetin Devlete geçmesi ile
Devletin bir alacağı niteliğinde bulunan yargılama giderlerinin bundan hariç
tutulduğu ve 78 inci madde hükmünün de saklı olduğu maddede belirtilmiştir.
Madde 84. - Madde, genel
ve özel affın neticelerini göstermek ve ceza davasını veya hükmolunmuşsa
mahkûmiyeti ne suretle etkileyeceğini belirtmek maksadıyla kaleme alınmıştır.
Özel affın kanun ve kararnameyle çıkarılabileceği göz önünde tutularak, ister
Türkiye Büyük Millet Meclisi ister Cumhurbaşkanı tarafından gerçekleştirilsin
özel affın sonuçlarında bir değişiklik olamayacağı açıklanmıştır.
Maddeye göre özel af, ilke
olarak fer'î cezaları etkileyecektir. Ancak kararname aksini yani fer'î
cezaları etkilemeyeceğini belirleyebilecektir.
Madde 85. - Maddede,
zamanaşımı süreleri yer almaktadır. Dava zamanaşımının kesilmesi hâllerine
Tasarıda artık yer verilmediğinden, zamanaşımı süreleri artırılmıştır. Bu
süreler suçun gerektirdiği ceza miktarı esas tutulmak suretiyle ayrı ayrı
belirtilmiştir. Bununla birlikte fer'î cezaların özel bir kanunda aslî ceza
olarak öngörülmesi olasılığı göz önünde tutularak böyle bir hâlde zamanaşımının
ne kadar olacağı ayrıca gösterilmiştir. Keza, seçimlik cezaları gerektiren bir
suçta en ağır cezanın, zamanaşımının uygulanmasında, süre itibarıyla daha uzun
zamanaşımını gerektiren ceza olduğu vurgulanmıştır.
1/3/1926 tarihli ve 765
sayılı Kanunun 109 uncu maddesinde yer alan hüküm uygulamada duraksamaları yok
etmek amacıyla yeni metne aktarılmıştır.
Maddenin beşinci
fıkrasında zamanaşımının çeşitli suç tiplerine göre başlangıç tarihleri
belirtilerek, tamamlanmış, teşebbüs derecesinde kalmış, mütemadi ve müteselsil
suçlar ile küçüklere karşı üstsoy veya küçük üzerinde hüküm ve nüfuzu olan
kimseler tarafından işlenen suçlarda zamanaşımının başlangıcı gösterilmiştir.
Çocuk veya küçüklere karşı veli veya bunlar üzerinde hüküm ve nüfuzu olan
kimseler tarafından işlenen suçların takibi, mağdurların durumları nedeniyle
çok zor olmaktadır. Bu nedenle bu suçlarda zamanaşımı, mağdurun ergin olduğu
günden itibaren işlemeye başlayacaktır. Bu değişikliğin mağdurun korunması
ilkesi yönünden önemli olacağı düşünülmüştür.
Maddenin son fıkrasında
ise özel kanunlardaki zamanaşımının başlangıcına ilişkin hükümlerinin saklı
olduğu belirtilmiştir.
Madde 86. - Maddeye göre,
kamu davasının açılması, izin veya karar alınmasına veya diğer bir mercide
çözülmesi gereken bir meselenin sonucuna bağlı bulunduğunda, izin veya kararın
alınmasına veya meselenin çözümüne kadar zamanaşımı duracaktır.
Ceza Muhakemeleri Usulü
Kanunu gereğince hakkında kaçak olduğu hususunda karar verilen suç faili
hakkında da kaçaklık kararı mahkemece kaldırılıncaya kadar zamanaşımı
duracaktır.
Madde 87. - Ceza
zamanaşımı sürelerini belirten ve bu sürelerin hangi tarihten itibaren işlemeye
başlayacağını gösteren bu maddede, 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunun
sistemi aynen benimsenmiş ve hükmedilmiş olan cezaların süreleri ve miktarı göz
önünde tutularak ceza zamanaşımı süreleri ayrı ayrı belirtilmiştir. Bu
sürelerin hükmün kesinleşmesinden veya infazın herhangi bir nedenle kesintiye
uğramasından itibaren cereyan etmesi öngörülmüştür. Bu son hâlde göz önünde
bulundurulması gereken zamanaşımı süresi, kesintiden sonra infazı gereken
cezanın süre ve miktarlarına göre hesaplanacaktır.
Madde 88. - Yukarıdaki
maddelerde de açıklandığı üzere Tasarı kamu hizmetlerinden yasaklanma veya bir
meslek veya sanat veya ticaretin icrasının durdurulması cezalarını ve
müsadereyi fer'î ceza olarak kabul etmiş bulunmaktadır. Bu cezalarda zamanaşımı
ceza süresinin iki katını geçmesiyle gerçekleşmiş bulunacaktır. Ancak, hâlen
özel kanunlarda mevcut bulunan ve diğer bir kısım ehliyet yoksunlukları
gerektiren fer'î cezalar da vardır. Bunların da aynı süre içinde zamanaşımına
uğrayacakları maddede belirtilmiştir.
Madde 89. - Maddede, ceza
zamanaşımının kesilmesi hâllerini göstermektedir. Bu hâller cezanın infazı için
yetkili merci tarafından hükümlüye yasal usulüne göre yapılmış tebligat veya bu
maksatla hükümlünün yakalanması veya failin zamanaşımı işlediği sırada, mahkûm
olduğu suç türünden diğer bir suçu işlemesidir. Suçun işlenmesi işleyen
zamanaşımını durduracaktır.
Madde 90. - Maddeyle,
zamanaşımı sürelerinin hesabında 80 inci maddede gösterilmiş bulunan kural ve
esasların uygulanacağı belirlenmiştir. Ayrıca zamanaşımının re'sen uygulanacağı
ve şüphelinin, sanığın ve hükümlünün bu husustaki iradesinin göz önüne
alınmayacağı belirtilmiştir.
Şüpheli, Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanununa göre hakkında soruşturma yapılan kişidir.
Madde 91. - Maddede,
soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete bağlı suçlarda şikâyetin ve
şikâyetten vazgeçmenin şeriklere etkisi ve sonuçları düzenlenmiştir. Bu konuda
1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunun esasları muhafaza edilmekle beraber bazı
yenilikler de getirilmiştir. Söz gelimi şikâyetten vazgeçmenin, şikayet üzerine
açılan davaya ilişkin suçun işlenmesinde şerik olanları da kapsayacağı yani
onlar hakkında da geçerli sayılacağı belirtilmiş ayrıca aksi kanunda
açıklanmadıkça vazgeçmenin bunu kabul etmeyen sanığa tesir etmeyeceği hüküm
altına alınmıştır. Metinde geçen "aksinin kanunda belirtilmesinden"
maksat, herhangi bir kanun hükmünde vazgeçmenin sanığın kabulüne bağlı
olmaksızın davayı ortadan kaldıracağı hususunda açıklık bulunmasından
ibarettir. Yoksa böyle bir açıklığı içermeksizin herhangi bir kanun hükmünde,
vazgeçmekle davanın ortadan kalkacağının belirtilmesi, sanığın muvafakatinin
aranmaması anlamına gelmeyecektir.
Maddenin (3) numaralı
fıkrasında yer alan hükümle uygulama bakımından esaslı bir değişiklik
getirilmektedir. Bu hüküm çağdaş ceza hukukunda yer almış bulunan mağdurun
korunmasının, ceza hükümleriyle de sağlanması yönünden yeni bir katkı
oluşturmaktadır. 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanun hükümlerinin geçerli
bulunduğu dönemde Kanunun 111 inci maddesinde yer alan hükmü bilmeyen bir kısım
mağdurun şahsî haklarını mahfuz tutmamaları nedeniyle haklarını sonradan talep
edemedikleri görülmekteydi. Hüküm, şahsî hakların saklı bulunduğunu sağlayacak
şekle sokularak mağdurun himayesi sağlanmıştır.
Madde 92. - Maddede kamu
davasının ortadan kalkmasının ve cezanın düşmesinin şahsî hakları
etkilemeyeceği, bunun gibi müsadere edilmiş olan eşyanın ve ödenmiş olan para
cezalarının iadesine yol açmayacağı, yargılama giderlerinin de bu nedenlerle
talep edilemez bir hâle gelmeyeceği açıklanmış, sadece genel afla ortadan
kalkma hâlinde yargılama giderlerinin de artık istenemeyeceği belirtilmiştir.
Madde 93. - 1/3/1926
tarihli ve 765 sayılı Kanuna geçen yıllarda giren ve niteliği itibarıyla maddî
ceza hukukunu ve aynı zamanda usûl hukukunu ilgilendiren önödeme kurumu, büyük
yük altında bulunan mahkemelerimiz yönünden çok yararlı etkiler yapmıştır. Batı
ülkelerinde de, değişik şekil ve koşullarla uygulanan bu kurum yanında ve bazen
bunun yerini almak üzere "uzlaşma" da yer almış bulunmaktadır. Tasarı
39 uncu maddenin (2) numaralı fıkrası ile uzlaşmayı da kabul etmiş
bulunduğundan, çok yerinde olarak, önödemenin sınırı bir miktar daralmış ve
yerini kısmen uzlaşma almıştır.
Maddenin birinci
fıkrasında önödeme yapılabilecek hâller gösterilmiş ve bu hâllerde koşulları
yerine getiren kimse hakkında kamu davasının açılamayacağı belirtilmiştir.
İkinci ve üçüncü fıkralara göre ise özel kanun hükümleri nedeni ile iş doğrudan
doğruya mahkemeye intikal ettiğinde veya Cumhuriyet savcısı tarafından dava
açıldığı hâllerde fail, gerekli koşulları yerine getirirse kamu davasının
ortadan kaldırılması kararı verilecektir. Bu hususlara ilişkin olarak
gerçekleştirilecek işlemlerin usûl ve koşulları yerine getirildiğinde kamu
davasının ortadan kaldırılması kararı verilecektir. Bu hususlara ilişkin olarak
gerçekleştirilecek işlemlerin usûl ve koşulları Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununda
yer alacaktır. Bu maddede maddî ceza hukukunu daha ziyade ilgilendiren
hükümlere yer verilmiştir.
Maddenin dördüncü
fıkrasında, suçla ilgili kanun maddesinde seçimlik ceza öngörüldüğünde ödenecek
miktarın para cezasına göre saptanacağı belirtilmiştir. Kanun maddesinde ayrıca
bir meslek veya sanat veya ticaretin icrasının durdurulması cezasının bulunması
önödemenin yapılmasını engellemeyecektir.
Önödeme dolayısıyla
verilecek kararlar ise kişisel hakları, müsadereyi, mülkiyetin Devlete
geçmesini veya malın geri alınmasını engellemeyecektir.
Maddenin son fıkrasında
ise nispî para cezalarında önödeme yapılamayacağı açıklanmıştır.
Madde 94. - Madde,
hürriyeti bağlayıcı ve haklardan yoksunluğu gerektiren güvenlik tedbirlerinin
çeşitlerini ve sürelerini göstermektedir. Bilindiği üzere, bugün Batı kanunları
arasında suçlunun iyileştirilmesini sağlamak ve bu yolla sosyal savunmayı
güvence altına almak amacıyla, güvenlik tedbirlerine yer vermeyen, hemen hemen
hiçbir ceza kanunu kalmamıştır.
Güvenlik tedbirlerinin
değişik tasnifleri arasında Tasarı, bu tedbirleri hürriyeti bağlayıcı ve
haklardan yoksunluğu gerektirici olmak üzere iki gruba ayırmış bulunmaktadır.
Maddede yer alan güvenlik tedbirlerinden birinci grubunu hürriyeti bağlayıcı
güvenlik tedbirleri oluşturmaktadır; bu tedbirlerin ne gibi süreler için
hükmedilebilecekleri ise 97 nci maddede gösterilmiştir.
Hürriyeti bağlayıcı
güvenlik tedbirlerinden birincisi " bir eğitim- iş evinde veya tarım
işletmesinde mahkûmun iyileştirici maksat güden bir eğitime tâbi
tutulması"dır.
"Denetimli
serbestlik" genel olarak, özel şekilde seçilmiş suçlular hakkında kamu
davasının açılmasının veya duruşma yapılmasının veya cezanın hükmedilmesinin
koşullu olarak geri bırakılmasını ve serbest bırakılan suçlu hakkında onun
kişiliğini hedef tutan bir denetim, yönetme ve idare sisteminin uygulanmasını
belirleyen bir tedbirdir. Ancak Tasarı bu tedbiri suçtan dolayı aslî cezalardan
birisine mahkûm edilmiş bulunan suçlunun, cezasını çektikten sonra tâbi
tutulabileceği bir tedbir olarak kabul etmiş ve bir kısım Batı kanunlarından
böylece ayrılmıştır. Gerekçe için, 97 nci madde gerekçesine de bakılmalıdır.
98 inci maddenin (2)
numaralı fıkrası gereğince bu tedbir yerine hâkim önleyici kefâlete de
hükmedebilecektir.
"Belirli yerlerde
bulunma veya ikametin yasaklanması" aslî cezanın çekilmesinden sonra
hâkimin, kanunun yetki verdiği hâllerde, suçlunun belirli yerlerde bulunmasını
veya ikametini men edebilmesidir. Bu tedbirin, mevzuatımızdan artık çıkarılmış
olan "belirli yerlerde ikamete mecbur etme" ile ilgisi yoktur. Burada
söz konusu olan tedbir, suçluyu kendisini suç işlemeye yöneltmiş bulunan
etkilerden kurtarmaktır ve fakat onu belirli bir yerde bulunmaya veya ikamete
mecbur etmek değildir. Hükümlü mahkemenin belirleyeceği bir yer dışında
istediği yerde ikamet edebilir. Hâkim hatta bir şehrin belirli bir mahallesini
de yasaklayabilir.
"İçki içilen veya
benzerî yerlere gitmekten yasaklanma" failin aslî cezasını çektikten sonra
hâkimin kararında açıkça belirteceği içki içilen veya benzerî, örneğin barlar,
kumarhaneler gibi yerlere gitmekten yasaklanmasıdır.
34 üncü maddede tam
olarak veya önemli derecede bilinç ve hareket serbestliğini ihlâl eden akıl
malûliyetine uğramış kişilerin cezaen sorumlu bulunmadıkları açıklanmıştır.
Aklî veya ruhî durumları itibarıyla bu hâlde bulunmamakla beraber, yine de aklî
ve ruhî hâllerinin temel cezanın saptanmasında göz önünde bulundurulduğu ve bu
hâl takdiri hafifletici neden sayılarak cezanın indirilmiş olduğu hâllerde ise
bu maddenin (5) numaralı bendinde yer alan tedavi tedbirine hâkim tarafından
hükmolunabilecektir. Bu tedavinin mutlaka yatırılarak yapılması şart değildir;
ayakta tedavi olanağı da vardır. 34
üncü maddenin (2) numaralı fıkrası gereğince hâkim bu hâlde güvenlik
tedbirlerinin ceza yerine geçeceğine de karar verebilecektir.
Madde, (A) fıkrasının (5)
numaralı bendinde, suç işlemiş sakatların, sağlıklarının gerekli kılması
hâlinde, tedavi ve rehabilitasyonlarını sağlayacak şekilde kurulmuş sağlık
kurumlarında tedavi edilmelerini de, bir güvenlik tedbiri olarak öngörmüş
bulunmaktadır.
34 üncü maddenin (2)
numaralı fıkrasında yazılı hâlde ise kanunî bir hafifletici neden söz konusudur
ve orada yazılı hüküm uygulanacaktır.
Maddenin (A) fıkrasının
(6) numaralı bendinde aynı suretle sarhoşluğu veya uyuşturucu madde kullanması
iptila mertebesinde olmayan ve fakat alışkanlık düzeyinde bulunan suçlunun aslî
ceza ile birlikte tedavi altına alınması tedbirine yer verilmiştir.
(8) numaralı bentte yer
alan sınır dışı edilme tedbiri idarî mercilerin yurt dışına çıkarma hususundaki
yetkilerini kaldırmış değildir; bu yetkiler saklıdır.
Maddenin (B) fıkrasında
yer alan haklardan yoksunluğu gerektiren güvenlik tedbirlerinden birincisi
suçlu hakkında, belirli koşullarla velâyet hakkının veya vasilik veya kayyımlık
sıfatının kaldırılmasına karar verilebilmesidir. Bu tedbirin uygulanabilmesi
için koşul, suçlunun altsoyu veya eşine karşı hapis cezasını gerektiren bir suç
işlemesidir. Böyle bir hâlde hâkim velâyetin nez'ine veya kayyımlık sıfatının
kaldırılmasına karar verebilecektir. Ancak kanun, hâkimin söz konusu yetkisini
kullanabilmesi bakımından şu takdir unsurlarını koymuş bulunmaktadır: Hâkim
suçun niteliğini, fail ile mağdur arasındaki ilişkileri, suçlunun kişilik
özelliklerini göz önüne alacaktır. Söz gelimi fiilin taksirli bir suç
oluşturması, mağdurun hatalı hareketleriyle suça neden olması, olayda çok ciddî
takdiri hafifletici nedenlerin varlığı gibi hâllerde bu tedbiri
uygulamayabilecektir.
Maddenin (B) fıkrasının
(2) numaralı bendinde ise, daha ziyade suçluyu korumak amacına yönelik bir
tedbire yer verilmiştir: Buna göre hapse mahkûm edilen suçlu hakkında, cezanın
süresi ne olursa olsun kısıtlanma kararı verilebilecektir.
(C) fıkrasında yer alan
"önleyici kefalet" Tasarıda hâkimin takdirine göre maddenin (A)
fıkrasının (1), (2), (3), (4) ve (7) numaralı bentlerinde öngörülen tedbirler
yerine ikame edilmek üzere getirilmiş bir tedbirdir. Hâkimin takdirine göre,
hakkında maddede belirtilen tedbirlere hükmedilebilecek olan veya kanunun emri
gereği bu tedbirlerden birisinin uygulanması gereken suçlu hakkında, maddede
belirtilen aşağı ve yukarı sınırlar arasında hâkimin tayin edeceği bir meblağı
suçlunun kefâlet olarak vermesine veya aynı değerde ipotek göstermesine veya
muteber bir kefil göstermesine karar verebilmesidir. Bu gibi hâllerde önce
belirli bir süreyle yukarıda sözü edilen tedbirlere hükmedilecek ve sonra
bunları hâkim, takdirine göre önleyici kefalete çevirebilecektir. Tedbirler
için hâkim tarafından belirlenen süre içinde suçlu yeniden bir suç işlemez veya
tedbirlere ait yasaklara uyacak olursa, kefalet hükümlüye iade olunur; aksi
hâlde ise Devlet Hazinesine irad kaydedilir ve tedbir tam olarak uygulanır.
Madde 95. - Madde
güvenlik tedbirlerine hükmedilmesi ve bunların uygulanması hususundaki esasları
göstermektedir; söz konusu esaslar şöylece belirtilebilir:
1. Tasarı güvenlik
tedbirlerinin uygulanmasını bazı hâllerde mecburî kılmış, bazı hâllerde ise
hâkimin takdirine bırakmıştır. Ancak, her hâlde bu tedbirlerin hükmolunabilmesi
ve uygulanabilmesi hâkimin kararına bağlıdır. Böylece idarî kararlarla güvenlik
tedbirlerine hükmolunabilmesi veya uygulanması olanaklı değildir; güvenlik
tedbirlerine hükmolunması bir yargı işlemidir.
2. Güvenlik tedbirleri
ancak, bir suçtan dolayı aslî bir cezaya mahkûmiyet hâlinde hükmedilebilir.
Kişinin soyut tehlike hâli, Tasarının kabul ettiği sistemde, güvenlik
tedbirlerinin hükmedilmesine olanak vermez.
3. Bir suçlu hakkında,
işlediği suçların sayısı ne olursa olsun, içtima veya tekerrür hâlinde de bir
veya birden fazla tedbire hükmolunacaktır. Bu husus, birinci fıkranın ikinci
cümlesinde açıkça belirtilmiştir.
4. İkinci fıkra
gereğince, hükmü veren hâkim veya mahkeme gerekli gördüğünde uygulanmakta olan
güvenlik tedbirini değiştirebilir. Böylece güvenlik tedbirinden failin,
gerektiği ölçüde yararlanmadığı anlaşıldığında, hâkim bunun yerine başka bir
tedbire hükmedebilecektir. Ancak bu hâlde esas hükümde belirtilen tedbir süresi
aşılmayacak ve hükümlü hakkında verilen hükme göre tedbirin geri kalan kısmı
yeni tedbirin koşullarına göre uygulanacaktır.
5. Herhangi bir güvenlik
tedbirinin uygulanmasında, artık fail veya toplum bakımından bir yarar
kalmadığının saptandığı hâllerde, tedbire ait 97 nci maddede belirtilen alt
sınırların çekilmiş olması kaydıyla, hükmü veren hâkim tedbirin tümüyle
kaldırılmasına karar verebilecektir. Bu hususta, hükümlü ve savcı da doğal
olarak hâkime başvurabileceklerdir.
6. Maddenin dördüncü ve
beşinci fıkralarında hükümden sonra güvenlik tedbirlerinin uygulanmasına ne
zaman başlanacağı gösterilmiştir: Hürriyeti bağlayıcı güvenlik tedbirleri
cezanın infazından sonra, koşullu salıverilme hâlinde ise, salıverilme
tarihinden itibaren uygulanacaktır. Haklardan yoksunluğu gerektiren güvenlik
tedbirleri ise, mahkûmiyet hükmünün kesinleşmesinden sonra uygulanacaktır.
7. Maddenin altıncı
fıkrasında, hükmedilen cezanın düşmesini gerektiren kanunî nedenlerin, güvenlik
tedbirini de düşüreceği belirtilmiştir.
Maddenin son fıkrasında,
güvenlik tedbirlerinin infazından kaçan hükümlü hakkında 469 uncu maddenin gösterdiği
cezalara hükmedileceği açıklanmıştır. Tabiî olarak 98 inci maddenin (2)
numaralı fıkrasında yazılı hâlde, uygulanacak yaptırım saklıdır.
Madde 96. - Maddenin
birinci fıkrasında, Tasarının belirli bölümlerinde yer alan kasten veya taksir
ile kamu bakımından tehlike yaratma karakterini taşıyan suçlardan dolayı
hâkimin bir güvenlik tedbirine hükmedebilmesi öngörülmüştür. Bu hâlde, güvenlik
tedbirinin uygulanması için hâkimin ne gibi hususları göz önüne alacağı maddede
teker teker açıklanmıştır. Dolayısıyla bu gibi hâllerde güvenlik tedbirine
hükmolunduğu takdirde, hâkimin kararında söz konusu hususların bir güvenlik
tedbirinin uygulanmasını gerektirmekte olduğuna ilişkin gerekçeyi göstermesi
şarttır. Bu gerekçeye göre gereken denetim merciince yapılacaktır.
Maddenin ikinci
fıkrasında ise, iki yılı aşmayan bir hürriyeti bağlayıcı cezaya mahkûm edilmiş
hükümlünün, kişilik özellikleri göz önüne alınarak cezasının aynı süreyle 94
üncü maddenin (A) fıkrasının (1) ve (2) numaralı bentlerinde yazılı bir güvenlik
tedbirine çevrilmesine mahkemece karar verilebilmesini ifade eden bir hüküm yer
almaktadır. Bu hâlde güvenlik tedbirlerinin süresi olaysız olarak sona
erdiğinde ceza çekilmiş sayılacak, aksi hâlde ise güvenlik tedbiri altında
çekilen sürenin mahsubundan sonra hükmedilen cezanın olayın çıktığı andan
sonraki kalan kısmı aynen çektirilecektir. Böylece ceza yaptırımının
bireyselleştirilmesini sağlayacak çok etkin bir araç hâkimin eline verilmiş
olmakta ve asıl önemlisi cezanın güvenlik tedbirine çevrilebilmesi olanağı
sağlanmaktadır.
Maddenin son fıkrasında
ise, ikinci fıkranın uygulanamayacağı hâller gösterilmiştir. 45, 46, 47 nci
maddelerde olduğu gibi, kanun gereği bir güvenlik tedbirine hükmedilmesi
zorunlu olduğu hâllerde ikinci fıkra uygulanmayacaktır. Yine bu maddenin
birinci fıkrasında yazılı hâllerde olduğu gibi, hâkimin bir güvenlik tedbirine
hükmedebileceğinin kanunda belirtildiği hâllerde de bu fıkra hükmü
uygulanmayacaktır.
Madde 97. - Madde,
hürriyeti bağlayıcı güvenlik tedbirlerinin aşağı ve yukarı sınırlarını
göstermektedir.
Maddenin (2) numaralı
bendinde, denetimli serbestlik tedbirinin süresi belirtilmiştir. Esas amaç
hükümlüyü yeniden suça teşvik edecek, suça doğru yönlendirecek etki ve
ilişkilerden uzaklaştırmakla beraber ayrıca onun suç işlemeden yaşamasını
kolaylaştırıcı yardımlarda bulunmaktır. Bu nedenle denetimli serbestliğin bir
eğitim tedbiri niteliğini taşıması gereklidir. Maddenin açıkça belirttiği gibi
suçluya hem sosyal ve hem de maddî yardım sağlanacaktır. Bütün bu hizmetler de bir
denetim görevlisi marifetiyle verilecektir. Suçlunun toplum ile
bütünleştirilmesini sağlamak üzere bu görevli gereken her şeyi yapacaktır.
Maddenin (6) numaralı
bendinde geçen "salâh" tabiri için 34 üncü maddenin gerekçesine
bakılmalıdır.
Maddenin (8) numaralı
bendinde söz konusu sınır dışı etme kararı, 96 ncı maddenin ikinci fıkrasında
belirtilen hâllerde, tabiî olarak suçlunun aslî cezayı çekmeden derhal sınır
dışı edilmesini gerektirebilecektir. Hükmedilen cezanın iki yıldan fazla olması
hâlinde ise, aslî cezanın infazından sonra sınır dışı edilme tedbirinin
uygulanması gerekecektir. Hâkim yabancı hakkında sınır dışı edilme kararını
hükmün kesinleşmesinden sonra da verebilir. Ayrıca sınır dışı edilmiş
yabancıların beş yıl geçmedikçe yurda sokulmayacağı hüküm altına alınmıştır.
Madde 98. - Maddenin (1)
numaralı fıkrasında, 94 üncü maddenin (B) fıkrasının (1) numaralı bendinde
öngörülen güvenlik tedbirinin hâkimin takdirine göre süreli olarak veya
müebbeden hükmedilebileceği öngörülmüştür. Maddenin (2) numaralı fıkrasında
ise, kanunen hükmedilmesi gereken veya hâkimin takdirine göre uygulanabilecek
olan güvenlik tedbirlerinin, hâkimin takdirine göre "önleyici
kefalet"e değiştirilebileceği kabul edilmiştir. Böylece yaptırımın
bireyselleştirilmesini sağlayan bir araç hâkime verilmiş olmaktadır.
Madde 99. - Güvenlik
tedbirlerinin türleri, uygulanma koşulları ve süreleri 94 ilâ 98 inci
maddelerde gösterilmiştir. Kanun böylece, söz konusu tedbirlerin niteliklerini,
uygulanacağı hâlleri belirtmiş bulunmaktadır. İnfaz rejiminin içeriğini
belirleme ise, Ceza ve Tedbirlerin İnfazı Hakkında Kanun ile tüzüğe
bırakılmıştır. Nitekim cezalarda da, öteden beri aynı yol tutulmuş ve içeriğin
belirlenmesi, kanunun gösterdiği direktifler çerçevesinde tüzük ve
yönetmeliklere bırakılmıştır.
Madde 100. - Tasarının
Birinci Kitabının Beşinci Kısmının 100 ilâ 127 nci maddeleri yeni bir
"Türk Çocuk ve Küçük Ceza Hukuku" sistemini kurmuş bulunmaktadır.
Böylece Tasarı, büyüklere ve çocuk ve küçüklere özgü olmak üzere iki ayrı ceza
hukuku sistemi getirmiştir. İşte bu madde, çocuk ve küçüklere özgü ceza hukuku
bakımından, birinci fıkrasında önce temel ilkeyi koymaktadır: Suçu işledikleri
sırada onsekiz yaşını doldurmamış bulunanlar hakkında Beşinci Kısımdaki
hükümler uygulanacaktır. Kanunun diğer kitap ve kısımlarında yer alan hükümler,
bu Kısımda ayrı hüküm bulunmadığı hâllerde uygulanacaktır. Söz gelimi bu Kısmın
120 nci maddesinde cezanın ertelenmesi kurumu ayrıca yer almış bulunduğundan
Tasarının 82 inci maddesinde düzenlenmiş bulunan erteleme hükümleri onsekiz
yaşını doldurmamış olanlar hakkında uygulanmayacaktır.
Maddenin ikinci fıkrası
da, aynı yöntem çerçevesinde ceza ve tedbirler bakımından bu esası
tekrarlamakta ve Tasarının 34, 73, 74 ve 78 inci maddeleri saklı kalmak üzere
suç işlemiş ve suçu işlediği sırada onsekiz yaşını bitirmemiş olanlar hakkında
ancak Beşinci Kısımda öngörülmüş ceza ve tedbirlerin uygulanabileceğini açıkça
belirtmektedir.
Maddenin üçüncü
fıkrasında, Beşinci Kısımdaki hükümlerin uygulanması bakımından
"çocuk" ve "küçük" deyimlerinin tanımı yapılmaktadır.
Çocuk, suçu işlediği sırada oniki yaşını bitirmiş olup onbeş yaşını bitirmemiş
olanlardır. Küçük deyiminden ise, suçu işlediği sırada onbeş yaşını bitirmiş
fakat onsekiz yaşını bitirmemiş olanlar anlaşılacaktır. Böylece bu Kısma dahil
olan maddelerde gereksiz tekrarlarda bulunmak sorunu giderilmiş olduğu gibi
ayrıca 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanuna göre önemli bir değişiklik
yapılarak sorumsuzluk ve sorumluluk yaş sınırı değiştirilmiş olmaktadır.
Madde 101. - Madde, ceza
sorumluluğu bulunmayan oniki yaşını doldurmamış ve suç işlemiş çocuklar
hakkında ne gibi işlem yapılacağını göstermektedir.
Maddenin birinci
fıkrasına göre söz konusu çocuklar hakkında ceza soruşturması ve kovuşturması
yapılmayacaktır. Ancak suçları, adı geçenlerin yasal temsilcilerine
bildirilecektir. Madde bu bildirme görevini savcılara, kolluk yetkililerine ve
okul görevlilerine vermiştir.
İlke olarak bu çocuklar
hakkında herhangi bir işlem yapılmayacaktır. Ancak savcılar iki hâlde konu ile
ilgilenmek ve problemli çocuklar hakkında 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı
Türk Medenî Kanununun ve diğer kanunların öngördüğü tedbirlere karar vermesi
için çocuk mahkemesine başvurmakla yükümlüdürler. Bu hâllerde çocuk mahkemesi
sözü edilen kanunların öngördüğü hükümleri çocuk hakkında uygulayabilecektir.
Hâlen Türk Medenî Kanunu dışında çocuk ve gençleri korumak bakımından bir kısım
mevzuat vardır; ancak bunları ayrıca yeni hükümler getirerek tamamlamak
gereklidir.
Yukarıda değinildiği
üzere oniki yaşını doldurmamış çocuklar bakımından çocuk mahkemesinden tedbir
isteminde bulunulmasını gerektiren birinci hâl, maddenin ikinci fıkrasına göre
"suçun belirli bir ağırlıkta olması"dır. Tasarı bu ağırlığı belirtmek
bakımından, suçun cezasına dayalı bir ölçü getirmemiştir. Durum savcının
takdirine göre belirtilecektir. Savcının bu değerlendirmesine göre tedbire
hükmedip etmemek ise çocuk mahkemesinin takdiri içindedir.
İkinci hâl ise çocuğun
suçlarını tekrarlaması ve böylece adı geçen hakkında ceza niteliğinde olmayan
koruyucu tedbirler alınması gereksiniminin ortaya çıkmış bulunmasıdır.
Her iki hâlde de, çocuk
mahkemesi özel hukuk anlamında bir velâyet veya vesayet makamı gibi hareket
edecek ve tedbir alabilecektir. Görülen gerek çerçevesinde bu tedbirleri kaldırmak
veya değiştirmek olanağı da vardır. Tedbirler yetkili hukuk mahkemesince de
alınabilecektir.
Madde 102. - Madde,
çocukların ceza sorumluluğunun tâbi kılındığı ölçütü birinci fıkrasında
açıklamaktadır. Dikkat edilmelidir ki, çocuğun sorumluluğu esasta, onun suçu
işlediği sıradaki ahlâkî ve ruhsal olgunluğuna bağlanmıştır. Söz konusu
olgunluk adı geçenin eyleminin haksız niteliğini anlaması ve buna göre hareket
edebilmesi için yeterli ise ceza sorumluluğu kabul edilecektir. Demek oluyor
ki, sorumluluğun esası çocuğun eyleminin haksız niteliğini anlaması ve buna
göre hareket edebilmesi yeteneğine sahip olmasıdır; bu yeteneğin varlığı ise
çocuğun suçu işlediği sırada ahlâkî ve ruhsal olgunluğa sahip olup olmadığının
belirlenmesine bağlıdır.
Dikkat edilmelidir ki,
Tasarı geleneksel temyiz gücü kavramına böylece yeni bir boyut getirmiş
bulunmaktadır. Yine dikkat edilmelidir ki, cezaen sorumlu çocukta eyleminin
haksız niteliğini anlamasını sağlayacak ruhsal ve ahlâkî olgunluk yani idrak
(algılama yeteneği) mevcut bulunacak ve ayrıca buna göre hareket edebilme
yeteneği de eklenmiş olacaktır. Böylece çocuğun bu yeteneğe sahip bulunup
bulunmadığı hususunda uzman hekimin görüşü yararlı ise de mutlak bir gerek
değildir. Bu hususu çocuk mahkemesinin kendisi de saptayabilir.
Maddenin ikinci fıkrası
ise söz konusu yeteneğe sahip bulunmadığı anlaşılan küçük hakkında mahkemece
yerine getirilecek işlemi belirtmektedir. Mahkeme çocuğu öncelikle beraat
ettirecektir. Ancak bununla yetinmeyecek ve çocuğun birinci fıkrada belirtilen
olgunluğu elde edebilmesi için gerekli eğitici ve iyileştirici bütün tedbirleri
alacaktır. Bu tedbirlere Türk Medenî Kanununun ve çocukları koruyucu diğer
kanunların öngördüğü bütün tedbirler dahildir.
Madde 103. - Tasarı,
Beşinci Kısımdaki hükümleriyle, ceza sorumluluğu olan çocuklar hakkında
hükmedilebilecek yaptırımları üç kısma ayırmıştır. Bunlar;
1. Çocuğun koruma, tedavi
ve eğitim noksanlığını giderici tedbirlerden,
2. Disiplin
tedbirlerinden,
3. Cezalardan
ibarettir.
İşlenen suç ne olursa
olsun, ceza sorumluluğu olan çocuklar hakkında çocuk mahkemesi 113 üncü maddede
yer alan hükümlere göre bunlardan birisine veya bir kaçına hükmedilebilecektir.
İzleyen maddelerde, bu
maddede listesi verilen tedbir ve cezalar teker teker gösterilmiş ve
gerekçelerde gerekli açıklamalar yapılmıştır. Maddenin (A) fıkrasının (4)
numaralı bendinde yer alan tedbirler bakımından 94 üncü maddenin (A) fıkrasının
(5) ve (6) numaralı bentlerine yollama yapılmış olduğundan, sözü geçen
bentlerin gerekçelerine bakılmalıdır.
Madde 104. - Koruyucu
tedbirlerin nelerden ibaret olduğu 103 üncü maddenin (A) fıkrasının (1)
numaralı bendinde gösterilmiştir. Bu tedbirler, yargılama neticesinde suç
işleyen çocuk hakkında velâyet veya vesayetle ilgili kanunî tedbirlerin
alınmasıdır. Bu madde ise, söz konusu tedbirlerin ne gibi hâllerde alınacağını
göstermektedir. Maddenin birinci fıkrasına göre, suç işlemiş çocuk üzerindeki
velâyet veya vesayet yetkilerinin kötüye kullanıldığı veya görevlerin ihmal
edildiği anlaşıldığı ve bu nedenle çocuğun ahlâk ve beden bakımından tehlike
içine düşmüş bulunduğu anlaşıldığında Türk Medenî Kanununun ve ilgili mevzuatın
hükümleri çocuk mahkemesince de uygulanabilecektir. Böyle bir durumun mahkemece
yargılama sonunda saptandığı hâllerde, eğer veli veya vasi, uygun yardımda
bulunabilecek bir kuruluş, örneğin yetkili bir çocuk kliniği veya yetkili bir
çocuk hekimi ile işbirliği yapmayı kabul ettiklerinde mahkeme, maddenin birinci
fıkrasında belirtilen tedbiri almayabilecektir.
Madde 105. - Madde, 103
üncü maddenin (A) fıkrasının (2) numaralı bendinde gösterilen tedavi
tedbirlerinin ne suretle uygulanacağını göstermektedir. Tedavi tedbirleri beden
ve ruh sağlığı bozuk olan veya beden ve ruh sağlığında arızalar bulunan çocuğun
ayakta veya yatırılarak tedaviye tâbi tutulmasıdır. Suç işleyen çocuğun,
yargılama sırasında veya sonunda beden ve ruh sağlığının bozuk veya arızalı
olduğu saptandığında mahkeme, tedbir olarak, çocuğun ruhsal veya tıbbî
tedavisinin yaptırılmasına karar verecektir. Tedavi kurumu veya tedavi edecek
uzman mahkemece atanacaktır.
Madde 106. - Madde, 103
üncü maddenin (A) fıkrasının (3) numaralı bendinde yer alan eğitim noksanlığını
giderici tedbirlere ne gibi hâllerde hükmolunabileceğini göstermiş
bulunmaktadır. (3) numaralı bende göre eğitim noksanlığını giderici tedbirler,
ahlâk ve beden bakımından tehlike içinde bulunduğu saptanan çocuğun eğitim
yardımlarına veya denetimli eğitime tâbi tutulmasına karar verilmesidir.
Madde, yukarıda
belirtilen eğitim noksanını giderici tedbirlere ne gibi hâllerde hükmedilebileceğini
göstermektedir. Bir kere tedbirin amacı suç işleyen çocuğun fiili ile ortaya
çıkan eğitim noksanını gidermektir; yoksa suçluluğu ve sorumluluğu
değerlendirip buna karşı tepki geliştirmek değildir. Bu bakımdan söz konusu
tedbirlerin suç nedeniyle değil "suç vesilesiyle" uygulanacağını
belirtmek yerinde olacaktır. Ayrıca bu tedbirlerin çocukta noksanı saptanan
sorumluluk duygusunu güçlendirmek maksadıyla da uygulanması söz konusu
olabilir. Ancak bu tedbirlerin maksadı bastırma (tenkil) değildir.
Belirttiğimiz amaca
yönelik olan eğitici tedbirlerin uygulanacağı hâlleri ise bu madde
göstermektedir. Suç işleyen çocuğun eğitimi hususunda gerekli özen
gösterilmediği veya bu hususta uygun koşulların bulunmadığı yargılama sonunda
saptandığında çocuğun bir eğitim veya iş kurum ve yurdunda eğitilmesine çocuk
mahkemesince karar verilecektir. Eğitim, çocuğun ailesi nezdinde kalarak veya
başka bir aile nezdine verilerek sağlanabileceği gibi, çocuğun kurum veya yurda
yatırılmasına da karar verilebilir. Bu takdirde 122 nci madde çerçevesinde
denetim altında olarak eğitim noksanını giderici tedbir uygulanmasına devam
olunur.
Eğitimin çocuğun aile
nezdinde bırakılarak veya başka bir aile nezdine verilerek sağlanması hâlinde,
mahkemece çocuğa eğitim bakımından diğer yardımların icrasına da karar
verilebilir.
Bu tedbirlerin süresini
de keza mahkeme belirleyecektir. Ancak, çocuğun onsekiz yaşını bitirmesi ile
tedbir sona erer.
Eğitimin denetimli olarak
verilmesine de mahkemece karar verilebilir.
Madde 107. - Madde suç
işlemiş çocuk hakkında uygulanabilecek disiplin tedbirlerinden
"tekdir"i tanımlamakta ve bunun ne gibi hâllerde, nasıl
uygulanacağını göstermektedir. Tekdir, çocuk mahkemesinin, ilke olarak yasal
temsilcilerinin huzurunda, suç işleyen çocuğa fiilin haksızlığını belirterek
eylemin kötülüğünü güçlü biçimde vurgulayarak faili ayıplamasıdır. Birinci
fıkrada belirtilen çerçeve ve maksat içerisinde tekdirin içeriğini mahkeme
takdir eder. Mahkeme çocuğa yaptığı tekdirde onun dikkatini, fiilin toplum ve
suç mağduru bakımından neden olduğu zararlara çekmelidir. Tekdiri yazılı veya
sözlü olarak yapmak mahkemenin takdiri içindedir.
Disiplin tedbirleri
ağırlık itibarıyla eğitim noksanını giderici tedbirlerle cezalar arasında yer
almış bulunmaktadır ve amaçları iyileştirmedir (ıslahtır). Tekdirin temel amacı
da çocuğu, işlediği hukuka aykırılık hususunda bir vicdan muhasebesi yapmaya
yöneltmektir. Ancak tekdir, disiplin tedbirlerinin en hafifidir ve işlenen
suçun yalnızca para cezasını veya bir yıldan az hürriyeti bağlayıcı cezayı
gerektirmesi hâlinde bu tedbire hükmedilebilecektir.
Tekdirin İngiliz
hukukunda, çok geniş ölçüde olarak, polis tarafından da uygulandığı
bilinmektedir.
Madde 108. - Madde
disiplin tedbirlerinden ikinci grubu oluşturan çocuğun yükümlere tâbi tutulması
tedbirlerini ve bunlara ne gibi hâllerde çocuk mahkemesince karar
verilebileceğini göstermektedir.
Yükümlerin nelerden
ibaret bulunduğu birinci fıkranın (1) ilâ (7) numaralı bentlerinde
gösterilmiştir. Söz konusu yükümlerin temel amacı çocuğu zararlı etkilerden
korumak ve neden olduğu zararları, elden geldiğince gidermesini sağlamaktır.
Bunun için çocuğun yaşam biçimini yeniden düzenlemek ve eğitimini desteklemek
gerekeceğinden bu son husus birinci fıkrada açıkça belirtilmiştir.
Ancak madde çocuğun tâbi
kılınacağı söz konusu yükümler bakımından iki sınır getirmiştir: Bir kere söz
konusu yükümlerin çocuğun gücünü aşmayacak şekilde ve yoğunlukta olarak
hükmedilmesi gerekir. İkinci olarak yükümlerin süresi iki yıldan fazla olamaz.
Maddenin birinci fıkrasının
(2) numaralı bendinde geçen "yuva" deyiminden sadece Çocuk Esirgeme
Kurumunun yuvalarının anlaşılmaması gerekir. Bu konuda tesis edilecek yeni
yuvalar da bu kapsama girecektir.
Maddede (1) ilâ (7)
numaralar altında gösterilen yükümlere ait tanımlar yeterli derecede açık
olduğundan bunlar hakkında ayrıca açıklama yapılması gerekli görülmemiştir.
Mahkeme bu tedbirlerden birden fazlasına da aynı zamanda hükmedebilir.
Maddenin son fıkrası
yükümlerin yerine getirilmemesi hâlinde yaptırımı göstermektedir.
Madde 109. - Maddede yer
alan disiplin tedbirlerinden üçüncüsü "kamuya yararlı bir işte
çalıştırma"dır. Tasarının 64 üncü maddesinde büyük suçlular hakkında da
kabul edilmiş olan bu tedbir bakımından 64 üncü maddenin gerekçesine
bakılmalıdır. Ancak madde söz konusu tedbirin çocuklar hakkında uygulanması
bakımından bazı özellikler içermektedir:
Tedbire hükmolunabilmesi
için bir kere mahkemenin 103 ilâ 108 inci maddelerdeki tedbirlere değil ve
fakat çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezasına hükmetmeyi uygun sayması sonra
da bu ceza yerine suçlunun kamu yararına bir hizmeti ücretsiz olarak yerine
getirmesine karar vermesi gerekecektir.
İkinci olarak hürriyeti
bağlayıcı ceza yerine kamu yararına bir hizmetin yerine getirilmesine karar
verilebilmesi için, çocuğun çalışmanın amacını anlayabilecek yetenekte olması
gereklidir. Çocuk, çalışmanın kendisine ızdırap vermek üzere, işkence gibi
uygulandığını sanıyorsa bu tedbir uygulanmamalıdır.
Üçüncü olarak, bu tedbire
hükmetmek için çocuğun rızasının var olmasına gerek yoktur.
Nihayet yine 64 üncü
maddeden farklı olarak tedbirin süresi en çok hapis cezası süresi kadar
olabilir. Ancak maddenin ikinci fıkrası gereğince mahkeme süreyi de
belirleyebilecek ve yedi günden az olmayacaktır. Küçüklere özgü hapis cezasının
süresi yedi günden az da olsa küçükler için cezanın bu tedbire çevrilmesine
karar verilebilir.
Hizmetin niteliği, türü
ise çocuğun kişilik özelliği göz önüne alınarak saptanacak ve sevebileceği bir
hizmetin bulunmasına çalışılacaktır.
Madde 110. - Çocuklar hakkında
uygulanabilecek cezalardan birisi de para cezasıdır. Para cezası bakımından
genel hükümlere göre özellikler şunlardır :
Bir defa çocuklar
bakımından hafif veya ağır para cezası ayırımına yer verilmemiştir. Zira
çocuklar bakımından para cezasının türüne göre farklı neticeler söz konusu
değildir.
İkinci olarak kanunda
yazılı miktarı ve türü ne olursa olsun para cezası yüzmilyon lirayı
aşamayacaktır. Mahkeme para cezasını serbestçe saptayacak ve fakat bu miktar o
suç için kanunda yazılı cezanın aşağı sınırının üçte birinden fazla
olamayacaktır.
Üçüncü olarak işlenen suç
karşılığı kanun, hürriyeti bağlayıcı ceza ile birlikte para cezası da koymuşsa,
bu takdirde artık ayrıca para cezasına hükmedilmeyebilecektir.
Nihayet ödenmeyen para
cezaları hapse çevrilmeyecektir. Belirtilen özel hükümler dışında, Tasarının
para cezaları hakkındaki genel hükümleri uygulanacaktır.
Madde 111. - Madde, çocuk
ve küçükler için kabul edilmiş ikinci ceza olarak "çocuklara ve küçüklere
özgü hapis cezası"nın niteliğini göstermektedir.
Madde, çocuk ve küçüklere
özgü hapis cezasının temel amacını açıklıyor. Söz konusu hürriyeti bağlayıcı
ceza daima eğitici amaç göz önünde bulundurularak ve çocuk ve küçükler için
özel olarak tesis edilmiş "çocuk ve küçük eğitim evlerinde" çektirilecektir.
Bu nedenle, madde bu hürriyeti bağlayıcı cezayı ayrıca isimlendirmekte ve
böylece özel bir şekilde, amacını belirtmektedir.
Suç işleyen çocuk ve
küçükler hakkında Tasarının öngördüğü tedbir ve cezaların asıl amacı çocuktaki
tehlikeli eğilimlerin giderilmesidir. Bu nedenle hapis cezasına, gerek suçun ve
gerek faildeki kusurun ağırlığı ve çocuktaki tehlikeli eğilimleri gidermek
bakımından 103 ilâ 109 uncu maddelerde yer alan tedbirlerin yetersiz kalacağı
hususunda mahkemece kanaat getirilmesi hâlinde başvurulabilecektir.
Maddenin üçüncü
fıkrasında suç karşılığı temel ceza belirtilirken eğitici etkinin sağlanması
amacının göz önünde bulundurulacağı açıklanarak hürriyeti bağlayıcı cezalarda
temel ceza belirlenirken göz önünde bulundurulacak genel esaslardan
ayrılınmaktadır.
Maddenin son fıkrasında
ise, çocuk ve küçükler bakımından suçlar karşılığı kanunun koymuş bulunduğu
hapis ve hafif hapis cezalarının çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezası
sayılacağı ve bu cezaya ait rejime göre infaz olunacağı belirtilmektedir.
Cezaların ne suretle
saptanacağı ise 112 nci maddede gösterilmiştir.
Madde 112. - Maddede, 111
inci maddeye göre mahkemece çocuklara özgü hapis cezasına hükmolunması gerekli
görüldüğünde, cezanın ne suretle saptanacağı gösterilmektedir. Ceza, maddenin
(1) ve (2) numaralı bentlerinde gösterilen esaslara göre belirlenecektir.
Madde 113. - Madde, çocuk
suçları hakkında geçen maddelerde belirtilmiş olan değişik tedbir ve cezaların
çocuk mahkemesince uygulanması hususundaki esas ve ilkeleri belirtmektedir. Bu
hususta temel kural maddenin birinci fıkrasında açıklanmıştır: Ceza ve tedbir
uygulamasında temel hedef, suçun çocukta varlığını ortaya koyduğu tehlikeli
eğilimlerin giderilmesidir. Bu giderme, çocuğun topluma uyumlu bir hayata
hazırlanması maksadıyla eğitilip yetiştirilmesi suretiyle sağlanacaktır.
İşte söz konusu hedefe en
iyi bir tarzda ulaşılabilmesi için mahkemece bir veya birden çok tedbirin
uygulanmasının yeterli olacağı kabul edildiğinde artık cezaya hükmedilmeyecek
ve tedbir uygulaması ile yetinilecektir. Demek oluyor ki, çocuk suçları
karşısında tedbir uygulanması esastır; cezanın uygulanması istisnadır. Tedbir
ile bu hedefe ulaşılamayacağı kanaatine varıldığında ise ceza uygulanacaktır.
Ancak tedbir
uygulandıktan sonra bu yolla birinci fıkrada belirtilen hedefe ulaşılamaz veya
ulaşılamayacağı anlaşılabilir ise bu takdirde ikinci fıkra hükmü gereğince
çocuk mahkemesi tedbirleri değiştirebilir veya suçun karşılığı olan para
cezasına veya çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezasına hükmedebilir. Bu
takdirde, tedbirde geçirilen süre göz önüne alınarak 112 nci maddede gösterilen
usule göre belirlenecek cezayı mahkeme yarısına kadar indirebilecektir.
Tedbirlerin amaçlarına
ulaştığı anlaşıldığında ise uygulamalarına yine mahkemece son verilebilecektir.
Dikkat edilmelidir ki, Tasarı tedbirler bakımından azamî bir süre belirtmek
suretiyle "süresi belirli olmayan hüküm" (müddetsiz hüküm) usulünü
uygulamaktadır. Mahkeme 122 nci maddede belirtilen usul çerçevesinde
tedbirlerin çocukta meydana getirdiği etki ve sonuçları denetleyebilecektir.
Bu maddenin belirlediği
ilkelerden önemli birisi de son fıkrada yer almaktadır. Buna göre 103 üncü
maddenin (A) fıkrasında yer alan ve çocuğun koruma, tedavi ve eğitim
noksanlığını giderici nitelikte olan tedbirlere cezalarla birlikte
hükmedilebilecektir.
Madde 114. - Tasarının
suç işleyen küçükler hakkında kabul etmiş bulunduğu temel ilke, çocuklardan
farklı olarak, bunlar hakkında esasta cezaya hükmedilmesidir. 116 ncı maddede
öngörüldüğü üzere, bunlar hakkında suçtan dolayı tedbire hükmolunması
istisnadır.
Madde, bu ilke
çerçevesinde küçüklerin işledikleri suçlardan dolayı hapis cezasının ne suretle
hesaplanıp belirleneceğini birinci fıkrasının (1) ve (2) numaralı bentlerinde
göstermiş bulunmaktadır.
Madde 115. - Madde,
küçükler hakkında verilebilecek para cezalarının miktarını göstermekte ve 110
uncu maddede hükmedilecek bu para cezalarına ilişkin esasları tekrarlamaktadır.
Arada sadece hükmolunabilecek miktarlar bakımından fark bulunmaktadır. Bu
itibarla, 110 uncu maddenin gerekçesi bu madde bakımından da geçerlidir.
Madde 116. - 114 üncü
maddenin gerekçesinde suç işleyen küçükler hakkında cezaya hükmedilmesinin esas
olduğu ancak 116 ncı maddede bu ilkeye istisna oluşturabilecek bir hâlin yer
aldığı açıklanmıştır. Böylece 116 ncı madde suç işleyen küçükler hakkında ceza
yerine tedbir uygulaması yapılabilecek hâlleri, koşulları ile göstermiş
bulunmaktadır. Bu koşullar şunlardır:
1) İşlenen suçun
cezasının yukarı sınırı üç yılı aşmayacaktır.
2) Küçüğün suçla ortaya
çıkan tehlikeli eğilimleri giderilerek topluma uyumlu bir hayata hazırlanması
için eğitilip yetiştirilmesi yönünden Tasarının 104 ilâ 109 uncu maddelerinde
yazılı tedbirlerden bir veya bir kaçına hükmedilmesinin yeterliliğine mahkemece
kanaat getirilmiş olacaktır.
Tedbir uygulamasının
maddenin birinci fıkrasında belirtilen amaç ve hedefe ulaşılmasına olanak
vermediği veya vermeyeceğinin anlaşıldığı takdirde faile ceza verilecektir.
Tedbirler amacına ulaştığında ise 113 üncü maddenin ikinci ve üçüncü
fıkralarının küçükler hakkında da uygulanabileceği maddenin ikinci fıkrasında
açıklanmıştır.
Madde 117. - Madde
sağır-dilsizlerden onbeş yaşını bitirmemiş olanları 101 inci maddede belirtilen
oniki yaşını bitirmemiş olanlarla aynı işleme tâbi tutmaktadır. Onbeş yaşını bitirmiş
ve fakat onsekiz yaşını bitirmemiş olanları ise suç işlemiş çocukların rejimine
tâbi tutmaktadır. Dolayısıyla bunlar hakkında 102 ilâ 113 üncü maddeler
hükümleri uygulanacaktır. Onsekiz yaşını doldurmuş sağır-dilsizler hakkında ise
35 inci madde hükümleri uygulanacaktır. Bu hususta 35 inci maddenin gerekçesine
de bakılmalıdır.
Madde 118. - Tasarının
112 nci maddesinde çocuklar ve 114 üncü maddesinde küçüklerin işledikleri
suçlardan dolayı hükmedilecek hürriyeti bağlayıcı cezaların infazında sınırlar
gösterilmiştir.
Çocuk veya küçük hakkında
hükmedilmiş bulunan hürriyeti bağlayıcı cezanın infazı adı geçenlerin onsekiz
yaşını bitirmelerinden önce sona erdiğinde herhangi bir sorun çıkmayacaktır;
ancak cezanın süresi onsekiz yaşının bitirilmesi ile sona ermediği takdirde 118
inci madde hükmüne göre işlem yapılacaktır. İnfazı gereken geri kalmış süre bir
yıldan fazla olmadığı takdirde çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezasının
infazına devam olunacaktır; geri kalan süre bir yılı aştığında ise, ceza, genel
hükümlere göre infaz edilecektir.
Madde 119. - Madde
yabancı uyruğunda olup da Türkiye'de suç işlemiş bulunan çocuk ve küçükler
hakkında, 94 üncü maddenin (A) fıkrasının (8) numaralı bendinde yazılı sınır
dışı edilme tedbirinin uygulanmasına dair özel bir hüküm getirmiş
bulunmaktadır. Bu hükme göre işledikleri suçtan dolayı haklarında tedbir
uygulaması yeterli görülmüş çocuk ve küçüklerin, mahkemece sınır dışı
edilmelerine karar verilebilecektir.
Mahkeme, uygun gördüğü
takdirde, cezanın infazından sonra da küçük hakkında bu tedbiri
uygulayabilecektir.
Madde 120. - Madde, çocuk
ve küçükler bakımından cezanın ertelenmesini birtakım koşullarla özel bir
biçimde düzenlemektedir. Bu kurumun niteliği ve temel koşulları hususunda 82
nci maddenin gerekçesinde yeterli açıklamalar yapılmıştır. Burada sadece çocuk
ve küçükler bakımından getirilen özel hükümler üzerinde durulacaktır.
Bir defa çocuk ve
küçükler bakımından ceza ertelemesinin hükümlülüğe ilişkin koşulu, hükmedilen
çocuklara ve küçüklere özgü hapis cezasının süresinin üç yıldan az olması veya
para cezasından ibaret bulunmasıdır.
Ertelemenin suçluya
ilişkin koşulları ise şunlardır:
1) Fail, suçun
işlenmesinden önceki iki yıl içinde kasıtlı bir suçtan dolayı hürriyeti
bağlayıcı bir cezaya mahkûm edilmemiş olacaktır.
2) Mahkûmiyetin suçlu
üzerinde bir uyarı etkisi yapacağı hususunda kanaat meydana gelecektir.
3) Uygulanacak denetim
marifetiyle cezanın etkisine ihtiyaç olmadan ilerisi için topluma uyumlu bir
yaşamı sürdürmesinin kendisinden beklenebileceğine kanaat getirilmiş olacaktır.
Madde, yukarıda
kaydedilen koşulların gerçekleşmiş bulunup bulunmadığını saptama bakımından
hangi hususların göz önüne alınacağını ikinci fıkrasında göstermiştir. Bu
maksatla çocuk ve küçüğün kişiliği, geçmişi, fiile ilişkin özellikler, fiilin
işlenmesinden sonraki davranışlar ve içinde bulunulan yaşam koşulları göz önüne
alınacaktır.
Erteleme kararı ile
birlikte çocuk ve küçük, çocuk mahkemesince belirlenecek bir süre ile denetime
tâbi tutulacaktır. Bu süre bir yıldan az ve üç yıldan fazla olamaz ve üç yılı
aşmamak üzere uzatılabilir veya bir yıldan az olmamak üzere kısaltılabilir.
Denetimin amacı ve ne suretle icra olunacağı 122 nci maddede gösterilmiştir. Bu
süre içinde fail 108 inci maddede gösterilen yükümlerden bir veya bir kaçına da
tâbi kılınabilir. Ayrıca yükümler kaldırılabilir veya çoğaltılıp azaltılabilir.
Maddenin beşinci
fıkrasında açıklandığı üzere, suçun niteliği ve hükümlünün kişisel
özelliklerinin, denetimi gerektirmemesi hâlinde, mahkeme adı geçeni denetimden
muaf kılabilir. Ancak, suçlunun sonraki davranışları denetimin gerekli olduğunu
gösterirse yeniden denetim uygulamasına hâkim tarafından karar
verilebilecektir.
Süre olaysız ve kanun ve
nizamlara uygun surette geçirildiğinde mahkûmiyet yok (vuku bulmamış) sayılacak,
buna karşılık kasıtlı bir suçtan dolayı mahkûmiyet gerçekleştiğinde erteleme
kararı kısmen veya tamamen geri alınacaktır. Denetim koşullarına ve uyarılara
karşın uymamakta ısrar olunduğunda da keza erteleme kararı geri alınacaktır.
Madde 121. - Madde koşullu
salıverilme bakımından çocuk ve küçüklere özgü özel hüküm ve koşulları
göstermektedir. Temel kurum hakkında 67 nci maddenin gerekçesine bakılmalıdır.
Çocuk ve küçüklerin
koşullu salıverilmeye tâbi tutulabilmeleri için cezanın en az iki ayını ve tüm
ceza süresinin yarısını çekmiş bulunmaları gerekir. Bu koşulu yerine getirmiş
olan hükümlünün yükümlere uyacağı ve başka suç işlemeyeceği hususunda kanaat
getirilmesi de gerekecektir. Bu koşullar gerçekleştiğinde çocuk mahkemesi
koşullu salıvermeye karar verebilecektir.
Ancak salıverilen çocuk
veya küçük 122 nci maddede belirtilen şekilde bir denetime tâbi tutulacaktır.
Denetim süresini, altı ay ile üç yıl arasında olmak üzere, çocuk mahkemesi
belirler. Ayrıca bu süre içinde hükümlünün uyması gerekli yükümler de aynı
mahkemece belirlenir. Hükümlü, denetim süresi içinde uyarılara karşın, bu
yükümlere uymamakta ısrar ettiği takdirde salıverme kararı geri alınabilir.
Dördüncü fıkranın
gerekçesi için 120 nci madde gerekçesine bakılmalıdır.
Yukarıda belirtilen konu
ve hususlar dışında 67 nci madde hükümlerine uyulacağı maddenin son fıkrasında
açıklanmıştır.
Madde 122. - Madde, çocuk
ve küçüklere ilişkin olmak üzere değişik maddelerde geçen denetimden maksadın
ne olduğunu, bunun ne suretle yerine getirileceğini ve işlemlerin nasıl
yürütüleceğini göstermektedir.
Maddeye göre, çeşitli
maddelerde yer alan denetimden maksat, çocuk veya küçüğün, denetim süresince
kendisine nasihat verecek, öğütlerde bulunacak ve yardım edecek nitelikli bir
denetim görevlisinin gözetim ve idaresine tevdi edilmesidir.
Esasta, söz konusu hizmet
çocuk mahkemesince uzmanlık kazanmış, bu hususta eğitim görmüş, konuyu bir
meslek olarak icra eden kişilere tevdi olunur, ancak mahkeme bu görevi, gerekli
niteliklere sahip bulunduğunu saptadığı diğer kişilere de verebilir.
Mahkemenin işi, çocuk ve
küçük ile ilgili hükmün verilmesi ile sona ermeyecektir. Geçen maddelerin
gerekçelerinde değinildiği üzere mahkemenin, hükmettiği tedbirleri değiştirmek,
bunlara yenilerini eklemek, tedbirden vazgeçerek cezaya hükmetmek gibi, hükmün
infazı sona erinceye kadar devam edecek yetkileri vardır. Tasarı, çocuk ve
küçükler konusunda mahkemenin infaz hâkimliğine benzer bir görevi de
üstlenmesini uygun görmüştür.
İşte bu işlevin yerine
getirilebilmesi için bilgi alma gereksinmesini karşılamak üzere maddenin ikinci
fıkrasında, mahkemenin, üyelerinden birisini denetim görevlisi ile temas
hususunda görevlendireceği açıklanmıştır. Bu görevli, üye ile sürekli temasta
bulunacak ve çocuk veya küçük hakkında uygulanacak program hususunda onunla
mutabık kalacaktır. Bu işbirliğinin amacı çocuk veya küçüğün yüküm ve
taahhütlerini doyurucu biçimde yerine getirmesini sağlamaktır. Bu maksatla
görevlinin bütün olanaklarını kullanması ve çocuk veya küçüğün eğitimini
desteklerken çocuk veya küçüğün yasal temsilcisi ve eğitiminden sorumlu olacak
kişilerle uyuşma sağlaması gerekmektedir.
Bu faaliyetin uygun
biçimde yerine getirilmesi ise çocuk veya küçüğün kişiliği veya yaşam biçimi
hakkında bilgili olmayı gerektireceğinden bu husus ikinci fıkrada ayrıca
vurgulanmıştır.
Görevli, ödevlendirilen
mahkeme üyesine, onun tarafından belirlenecek aralıklarla çocuk veya küçüğün
gelişmeleri hakkında raporlar verecektir.
Madde 123. - Cezaların
içtimaı hususundaki genel kurallar 49 ilâ 53 üncü maddelerde yer almıştır. Bu
hükümlerin çocuk ve küçüklerin suçları hakkında aynen uygulanması, çocuk ve
küçük ceza hukukunun ulaşmak istediği amaç ve hedeflerle bağdaşamaz. Ayrıca
çocuk ve küçük ceza hukukunda asıl yaptırım tedbir olduğundan bu bakımdan da
içtima konusu ayrıca ele alınarak düzenlenmelidir.
Açıklanan bu gerekçeyle
maddede, 49 ilâ 53 üncü maddelere istisna teşkil eden hükümlere yer
verilmiştir:
Bir defa hürriyeti
bağlayıcı cezanın içtimaında, hukukî içtima sistemi kabul edilmiştir; en ağır
suçun cezasına diğer suçlara ait cezaların sekizde biri eklenecektir. Ancak bu
suretle ortaya çıkacak ceza çocuklar için sekiz ve küçükler için oniki yılı
aşamayacaktır.
Her iki çocukluk ve
küçüklük dönemlerinde işlenen suçların içtimaı söz konusu olduğunda ise küçüklere
ait içtimadaki sınır yani oniki yıl esas alınır.
Görülüyor ki, Tasarı,
çocuk ve küçükler için hürriyeti bağlayıcı cezalar bakımından ayrı bir sistem
kabul etmiş bulunmaktadır. Para cezalarında ise toplama sistemi kabul edilmekle
beraber toplama üst sınırları, çocuklar için ikiyüzmilyon küçükler için
üçyüzmilyon lira olarak saptanmıştır.
Çocuk ve küçüklerin
işledikleri suçlarla, adı geçenlerin onsekiz yaşını bitirdikten sonra
işledikleri suçlar da içtima edilebilir. Bu hâlde her üç yaş grubuna ait içtima
sınırları ayrı ayrı uygulanacaktır.
Mahkeme çocuk veya küçük
için cezaları içtimaı ettirdikten sonra, tedbire hükmetmeyi uygun saydığı
taktirde tedbirlerin türünü ve süresini kararında belirtecektir. Demek oluyor
ki, bu hâlde ayrı ayrı suçlar bakımından tedbirlerin içtimaı söz konusu
değildir. Aksi çözüm tedbir uygulamasının amaç ve hedeflerine aykırı sonuçlara
götürürdü.
Madde 124. - Madde, çocuk
ve küçüklerin işledikleri suçlarda tekerrür hükümlerinin uygulanmayacağını
kabul etmiş bulunmaktadır. Bu dönemler içinde tekerrür hükümlerinin
uygulanması, çocuk ve küçük ceza hukuku esası ile çelişirdi.
Madde 125. - Çocuk ve
küçük ceza hukuku dava ve ceza zamanaşımı bakımından da, bu husustaki genel
kurallardan ayırılınmasını gerektirir. Zamanaşımı süreleri uzun tutulacak
olursa, geçen zaman içinde topluma esasen uyum sağlamış çocuk ve küçüklerin
düzenli hayatını yok edici sonuçlar meydana gelirdi. Oysa çocuk ve küçük ceza
hukukunun temel amaç ve hedefinin, adı geçenleri eğiterek toplum ile
bütünleştirip üretken ve kanunlara saygılı bir vatandaş hâline getirmek olduğu
geçen maddelerin gerekçelerinde vurgulanmıştır.
İşte bu nedenledir ki,
maddenin birinci fıkrasının (1) ilâ (4) numaralı bentlerinde zamanaşımı
süreleri, genel ceza hukukuna göre daha kısa olarak saptanmıştır.
Ayrıca zamanaşımı
bakımından, yukarıda belirtilen düşünce ile dengeli olarak bir de yaş sınırı
konulmuş ve ne olursa olsun failin yirmibeş yaşını doldurması ile dava
zamanaşımının gerçekleşeceği kabul edilmiştir.
Maddeye göre, belirtilen
zamanaşımı süreleri kesindir ve hiçbir neden ve suretle uzamayacaktır.
Madde 126. - 125 inci
maddenin gerekçesinde dava zamanaşımı bakımından sunulan görüşler, ceza
zamanaşımı bakımından çok daha fazla olarak geçerlidir. Onun içindir ki,
maddenin birinci fıkrasının (1) ilâ (3) numaralı bentlerinde cezalar ve bir
disiplin tedbiri hakkında ceza zamanaşımı süreleri, belirtilen görüş göz önünde
bulundurularak saptanmıştır.
(4) numaralı bentte ise
bütün diğer tedbirlerde zamanaşımı süresinin bir yıl olarak saptanması kurulan
sistemin mantığının gereği olarak kabul edilmiş bulunmaktadır.
Maddenin ikinci
fıkrasında ayrıca bir de yaş sınırı kabul edilmiş ve yirmibeş yaşının
doldurulması ile bütün cezaların zamanaşımına uğrayacağı kabul edilmiştir.
100 üncü madde çocuk ve küçükler
hakkında, 73 ve 74 üncü maddelerde söz konusu olan fer'î cezaların da
uygulanabileceğini kabul etmiştir. Maddenin son fıkrasında uygulanabilecek bu
fer'î cezaların iki yılı geçmesi ile zamanaşımına uğrayacağı kabul
edilmektedir.
Madde 127. - Tasarının
100 ilâ 126 ncı maddeleri çocuk ve küçükler hakkında uygulanabilecek ceza ve
tedbirleri, temel ilkeleri, nitelikleri ve sürelerini göstererek belirtmiştir.
Ancak bunlara ait infaz rejimi, idarî ve yerine göre yargısal işlemlere ilişkin
esas ve usullerin saptanması ile ilgili kuralların bütününden oluşur; bu
maksatla doyurucu ayrıntıların belirtilmesini gerektirir.
İşte bu nedenle madde, bu
hususların yerine getirilmesini, Ceza ve Tedbirlerin İnfazı Hakkındaki Kanun ve
tüzüğe bırakmıştır.
Söz konusu Kanun ve
Tüzük, elbette ki, gerektiğinde Tasarıya yollamalar yapmakla da
yetinebilecektir.
Madde 128. - Birleşmiş
Milletler Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi, Birleşmiş
Milletler Genel Kurulunun 9 Aralık 1948 tarihli ve 260 A (III) sayılı Kararıyla
onaylanarak imzaya açılmış ve Ülkemiz söz konusu Sözleşmeye 23/3/1950 tarihli
ve 5630 sayılı Kanun uyarınca çekince koymaksızın katılmıştır. Onamaya ilişkin
Kanun 29/3/1950 tarihli ve 7469 sayılı Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe
girmiştir.
Sözleşmenin 1 inci
maddesinde "Sözleşen taraflar, soykırımın, ister barış ister savaş
zamanında işlenmiş olsun, bir devletler hukuku suçu olduğunu tasdik ederler ve
bu suçu önlemeyi ve cezalandırmayı
taahhüt ederler " ifadesine yer verilmiş olup, 3 üncü maddesinde,
cezalandırılması gereken eylemler belirtilmekte, 5 inci maddesinde ise taraf
devletlerin, Sözleşmenin hükümlerinin yürürlüğe konmasını ve özellikle 3 üncü
maddede belirlenen suçları işlemekten sanık kişiler için etkin cezaların
verilmesini sağlamak üzere gerekli kanunları, anayasaları çerçevesinde,
yürürlüğe koymaları gereğine işaret edilmektedir.
Tasarının bu maddesi,
Sözleşmenin tanımladığı jenosit fiillerinin cezalandırılmasını öngörmektedir.
Jenosit, Nazi Almanyası'nın sekiz milyon kişinin ölümüne neden olan II. Dünya
Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, İngiltere ve Fransa
tarafından oluşturulan Nürnberg Askerî Mahkemesi Statüsü ve görev alanına giren
"insanlığa karşı işlenen suçlar" temel alınarak oluşturulan ve "insan öldürme" den
farklı bir suçtur. Millî, etnik, ırkî ve dinsel bir grubu veya herhangi bir
grubu yok etmek özel kastı suçun manevî unsurunu oluşturmaktadır. Maddî unsur
ise, grup azalarının öldürülmesi, grup azalarının bedensel ve aklî
melekelerinin ciddî surette haleldar edilmesi, grubun tümü ile veya kısmen yok
edilmesini sonuçlayacak nitelikte varlık koşullarına zorlanması, çocukların
zorla başka yerlere gönderilmeleridir.
Suçun oluşması için
gerekli özel kast yanında maddî unsurların da bir özellik taşıması
gerekmektedir: Maddî unsurların, oluşması yönünden, hareketlerin "bir
plânın icrası" sonucu gerçekleştirilmeleri gerekmektedir. Tasarının bu
maddesi, Fransız Ceza Kanununun da yaptığı gibi Birleşmiş Milletlerin 9/12/1948
tarihli Sözleşme metninden ayrılmaktadır: Sözleşme 2 nci maddesinde jenositi
"bir insan grubunun imha niyeti" ile belirlemekte ve böylece
sübjektif bir ölçüt kullanmaktadır. Tasarının metninde ise meydana getirilmiş
"bir plânın icrası suretiyle" denilerek objektif bir ölçüt
kullanılmış olmaktadır. Böylece suç girişiminin plânlı ve sistematik karakteri
vurgulanmış olmaktadır. Kaldı ki, bu koşul Nürnberg Mahkemesi Statüsünün 6 ncı
maddesinde de yer almaktadır.
Ayrıca şu hususa da
işaret edilmelidir ki, 1948 Sözleşmesinde sadece belirli gruplar yer aldığı
hâlde, Tasarı bunlara bütün diğer grupları da eklemek suretiyle, suça daha da
genişlik vermiştir.
Soykırım suçunun millî,
etnik, ırkî veya dinsel veya herhangi bir grubun tamamen veya kısmen ortadan
kaldırılması amacıyla işlenen özel kasıt içeren bir suç olduğu açıktır. Bu
suçun mevzuatımıza dahil edilmesi, 1948 tarihli Jenosit Sözleşmesinden
kaynaklanan bir yükümlülüğümüz gereğidir. Sözleşme ile maddî ve manevî
unsurları açıkça belli olan farklı bir suçu ihdas etme yükümlülüğü
getirilmiştir.
Roma'da düzenlenen
diplomatik bir konferans sonucu kabul edilen ve jenosit dahil insanlığa karşı
işlenen suçların cezalandırılması amacıyla kurulması öngörülen Birleşmiş
Milletler Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü düzenlemelerinde de konu
irdelenmiş bulunmaktadır.
Bu suçlarla ilgili olarak
Sözleşmeye taraf ülkelerin bazıları konuyu iç mevzuatlarına sokmuşlardır: Söz
gelimi Fransa 1992 yılında kabul etmiş olduğu yeni Ceza Kanununda insanlığa
karşı suçlar başlığı altında, soykırım suçunu düzenlemiş, konu Avusturya Ceza
Kanununun 321 inci maddesinde, Alman Ceza Kanununun 220a maddesinde yer
almıştır.
Maddeyle, bu tür suçları
işleyecek özel hukuk tüzel kişileri de cezalandırılmakta ve bu tür suçlardan
dolayı zamanaşımının işlemeyeceği kabul edilmektedir.
Madde 129. - Maddede, bir
plânın uygulanması suretiyle ve siyasal, felsefî, ırkî veya dinsel saiklerle
nüfusun sivil bir grubuna karşı, sürgün etme, esir hâline getirme, kitle
hâlinde ve sistematik olarak kişileri öldürme, insanların kaçırıldıktan sonra
yok edilmeleri, işkence veya insanlık dışı işlemlere veya biyolojik deneylere
tâbi kılma, zorla hamile bırakma, zorla fuhşa sevk etme eylemlerinin işlenmesi
insanlığa karşı suç sayılmıştır.
Bu madde Milletlerarası
Nürnberg Askerî Mahkemesi Statüsünün 6 (c) maddesinden esinlenerek kaleme
alınmıştır. Nitekim yeni Fransız Ceza Kanunu da 212-1 inci maddesi yönünden
aynı surette hüküm getirmiştir. Dikkat edilmelidir ki, bu maddedeki hareketler
bir grubun, grup olarak imha edilmesi özel kastı ile işlenecek olursa jenosit
suçuna dönüşür. Aynı eylemler başka özel kastlarla işlendiğinde Tasarının diğer
bazı hükümlerini ihlâl eden suçları oluşturabilirler.
Suçun diğer unsurları
hakkında 128 inci maddenin gerekçesine bakılmalıdır.
Madde 130. - Gerek
jenosit suçunun gerek insanlığa karşı suçların örgüt şeklindeki bir
yapılanmayla da işlenmesi hâlinde madde, bu tür suçları işlemek amacıyla örgüt
kurulmasını ve bu örgütlere katılmayı ayrıca cezalandırmaktadır. Örgüt tanımı
için Tasarının 4 üncü maddesinin gerekçesine bakılmalıdır.
Madde 131. - Maddeye,
Türkiye tarafından da imzalanmış bulunan sınırlar ötesi örgütlü suçlara karşı
Birleşmiş Milletler Sözleşmesini ikmal etmek üzere ek olarak çıkarılan
"Göçmenlerin Kara, Deniz ve Hava Yollarıyla Kaçırılmalarına Karşı Protokol"ün
gereğini yerine getirmek üzere Tasarıda yer verilmiş olup; madde, 3/8/2002
tarihli ve 4771 sayılı Kanunla 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanuna eklenen
201/a maddesinden aynen alınmıştır.
Maddî menfaat sağlamak
üzere, genellikle suç örgütleri marifetiyle göçmenler başka ülkelere
kaçırılmakta, yasal olmayan yollarla ülkeye sokulmakta ve bu örgütlerin eline
düşen çaresiz insanlar, büyük ve bazen yaşam ve beden bütünlükleri bakımından
onarılamayan zararlara uğrayabilmektedirler.
Maddenin birinci fıkrası
göçmen kaçakçılığını tanımlamaktadır: Tanıma göre, doğrudan doğruya veya
dolaylı olarak maddî menfaat elde etmek maksadıyla, yabancı bir devlet
tâbiiyetinde bulunan veya vatansız olan veya Türkiye'ye de sürekli olarak
oturmasına yetkili mercilerce izin verilmemiş bulunan kimselerin Türkiye'ye
yasal olmayan yollardan girmelerini veya ülkede kalmalarını, bu kişilerin veya
Türk vatandaşlarının yasal olmayan yollardan ülke dışına çıkmalarını sağlamaya
göçmen kaçakçılığı denilmektedir. Türkiye'de sürekli olarak oturmalarına
yetkili mercilerce karar verilmemiş yabancılar veya vatansızlar da, suçun
mağdurları olabilmektedirler.
Suçun manevî unsuru,
eylemin "doğrudan doğruya veya dolaylı olarak maddî bir yarar elde etmek
maksadıyla" işlenmesidir. Bu unsur, suçu örneğin terör maksadıyla bazı
kişileri ülkeye sokmak fiillerinden ayırmak olanağını vermektedir. Kaldı ki, bu
suçta asıl mağdurlar, çaresizlik ve yoksullukları nedeniyle kendilerine bir
ekmek kapısı açmak için çırpınan insanlardır. Bu nedenle Protokol, adı geçenler
hakkında kovuşturma yapılmamasını öngörmektedir.
Fıkranın içerdiği tanıma
göre, belirtilen kişilerin Türkiye'ye kaçak olarak girmelerinin sağlanması veya
bu hususta teşebbüste bulunulması göçmen kaçakçılığı suçunun maddî unsurlarını
oluşturmaktadır.
Maddenin ikinci fıkrası
göçmen kaçakçılığı suçunun faillerine verilecek ceza ile birlikte ayrıca yeni
bir suçu da tanımlamaktadır : Birinci fıkrada öngörülen bir suça iştirak etmiş
olmaksızın, bu suç yoluyla ülkeye sokulmuş kaçak göçmenlerin maddî yarar elde
etmek maksadıyla yasal olmayan yollarla yurt dışına çıkarılmalarını veya yasal
koşullara uymaksızın ülkede kalmalarını olanaklı kılmak suç sayılmaktadır. Bu
suçun ön koşulu, kaçak göçmenleri yurda sokmak suçuna önceden iştirak etmemiş
olmaktır; suça iştirak edilmiş ise ikinci fıkrada belirlenen eylemleri ayrıca
gerçekleştirmek veya bunlara teşebbüs etmek suç oluşturmaz.
İkinci fıkra, ülkeden
çıkmayı veya ülkede kalabilmeyi olanaklı kılmak üzere sahte veya sahte seyahat
belgelerinin hazırlanmasını veyahut hazırlanmış belgelerin teminini de bu
fiiller başka bir suç oluştursa bile bağımsız suç olarak düzenlemiştir. Ayrıca
bu suçlara teşebbüsün de tamamlanmış suçlar gibi cezalandırılması, suçun
işlenmesinde kullanılan taşıtlar ve bu fiil nedeniyle elde edilen maddî menfaatlerin
müsadere edilmesi öngörülmüştür.
Maddenin üçüncü
fıkrasında suçların, örneğin taşıma kapasitesinin çok üzerinde bir gemiye veya
uçağa göçmen yüklenmesiyle, kaçak göçmenlerin yaşam veya vücut bütünlüklerinin
tehlikeye sokulması veya bu olasılığın ciddî olarak ortaya çıkması halinde
verilecek cezaların yarısı oranında, ölüm meydana geldiğinde bir katı
artırılacağını öngörmektedir. Ancak bu olasılığın ciddî, yani var olan
delillere göre gerçekleşmesinin güçlü olması gereklidir. Ayrı fıkra, göçmenlerin
insanlık veya onur dışı muamele biçimlerine, örneğin çok kötü taşıma
koşullarına tâbi kılınmalarını ayrıca bir ağırlatıcı neden saymaktadır.
Maddenin son fıkrasında
suçun örgütler tarafından işlenmesi hâlinde faillere verilecek cezaların bir
katı oranında artırılması öngörülmüştür. Örgüt tanımı için 4 üncü maddenin
gerekçesine bakılmalıdır.
Madde 132. - Madde,
"Sınıraşan Örgütlü Suçlara Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesine" Ek
"İnsan Ticaretinin, Özellikle Kadın ve Çocuk Ticaretinin Önlenmesine,
Durdurulmasına ve Cezalandırılmasına İlişkin Protokol"ün gereğini yerine
getirmek üzere düzenlenmiş olup, 3/8/2002 tarihli ve 4771 sayılı Kanunla
1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanuna eklenen 201/b maddesinden aynen
alınmıştır.
Şimdiye kadar özellikle
kadın ve çocukların sömürülmelerini önlemek ve bu eylemlerle mücadele etmek
üzere meydana getirilmiş çeşitli milletlerarası sözleşmeler imzalanmış,
kararlar alınmıştır. Ancak anılan Protokolün imzalanmasından önce insan
ticaretinin bütün yönlerini göz önünde bulunduran ortak bir metin yoktu.
1990'lı yıllardan itibaren suç örgütlerinin, etkinliklerini sınırlar ötesi
alana genişleterek, özellikle kadın, çocuk ve insan ticaretini örgütledikleri
ve insanları bu uygar dünyada âdeta esarete tâbi kıldıkları görülmektedir. İşte
bu nedenle, Protokolün öngördüğü suçlara hukuk sistemimizde de yer verilmesi
uygun görülmüştür.
Maddenin öngördüğü maddî
unsurlar, kadın, çocuk veya diğer insanların tedarik edilmeleri, kaçırılmaları,
bir yerden diğer bir yere götürülmeleri veya sevk edilmeleri veya
barındırılmalarıdır. Ancak bu hareketler kişileri zorla çalıştırmak, bazı
hizmetleri vermeye mecbur kılmak, adı geçenleri esaret veya benzerî
uygulamalara tâbi kılmak yahut beden organlarından bazılarının verilmesine razı
etmek maksadıyla icra edilecektir.
Maddenin birinci fıkrası,
söz konusu maksatlarla gerçekleştirilecek maddî unsurların belirli araç
eylemlere başvurulması suretiyle gerçekleştirilmesini suçun oluşması bakımından
gerekli koşullar olarak saptamıştır. Bu eylemler tehdit, baskı, cebir veya
şiddet uygulama, nüfuzu kötüye kullanma, kandırma, mağdurların
çaresizliklerinden yararlanma veya mağdurlar üzerinde sahip olunan denetim
olanaklarından yararlanarak rızalarını elde etmek suretiyle
gerçekleştirilecektir.
Maddenin ikinci fıkrasında,
belirtilen amaçları elde etmek üzere girişilen ve suçu oluşturan yardımcı
eylemler varsa artık, mağdurun rızasının yok sayılacağı belirtilmiştir. Örneğin
bir kimsenin organlarını vermek hususundaki rızası, yukarıda belirtilen
eylemler sonucunda elde edilmiş ise, suçun oluşması bakımından bu rıza yok
sayılacaktır.
Maddenin üçüncü
fıkrasında onsekiz yaşını doldurmamış olanların birinci fıkrada belirtilen
maksatlarla tedarik edilmeleri, kaçırılmaları, bir yerden diğer bir yere
götürülmeleri veya sevk edilmeleri yahut barındırılmaları halinde, suçu
oluşturan araç fiillerden herhangi birisine başvurulmasa da, faile birinci
fıkrada belirtilen cezaların verileceği açıklanmıştır. Bu suretle onsekiz
yaşını doldurmamış çocukların birinci fıkrada belirtilen maksatlarla maddenin
öngördüğü hareketlere konu kılınmaları suçun oluşmasına olanak verecektir.
Maddenin son fıkrasında,
yukarıdaki fıkralarda yazılı suçların örgüt marifetiyle işlenmeleri halinde,
faillere verilecek cezaların bir katı oranında artırılması ağırlaştırıcı neden
olarak kabul edilmiştir.
Madde 133. - Bu maddede,
adiyen insan öldürme cürmü, insan öldürme başlığı ile belirtilmektedir. Bütün
cürümlerde kastın aranması Tasarının 20 nci maddesinin birinci fıkrası gereği
olduğundan burada kastın aranacağının ayrıca açıklanmasına gerek görülmemiştir.
Madde 134. - Madde,
taksirle insan öldürme suçunun cezasını saptamaktadır. Tasarının 21 inci
maddesinde yer alan taksire ait bütün hükümlerin ve esasların maddenin
uygulanmasında göz önünde bulundurulacağı hususunda şüphe yoktur.
Maddenin ikinci
fıkrasında, fiilin, birden fazla insanın ölümüne veya bir insanın ölümüyle
birlikte diğer birisinin de yaralanmasına neden olması hâli, ağırlaştırıcı
neden sayılmıştır. "Bir insanın yaralanması" sözcüklerinin, birden
fazla insanların yaralanması hâlini öncelikle kapsadığı açıktır. Kaldı ki,
taksirli fiil sonucu birden fazla kişinin yaralanmalarına neden olunduğu
hâllerde, hâkimin temel cezayı belirlerken, 79 uncu maddede yer alan
direktifler gereği bu hususu göz önünde bulundurabileceği ayrıca açıklamayı
gerektirmeyecek bir husus sayılmıştır.
Madde 135. - Madde, insan
öldürmenin, maddede ayrı ayrı gösterilen kimselere karşı işlenmesinin insan
öldürmenin daha ağır bir hâlini meydana getirdiğini açıklamaktadır.
Failin müebbet hapis
cezasına mahkûmiyetini sonuçlayacak olan insan öldürmeler bu maddede şu suretle
belirlenmiştir:
1. Öldürme fiilinin eşe
karşı işlenmesi. Burada söz konusu olan, Türk Medenî Kanunu çerçevesinde
eşliktir.
2. Kardeş deyiminden ana
ve baba veya ana veya baba bir kardeşler anlaşılır.
3. Onsekiz yaşını
bitirmemiş bulunan bir çocuğa ve küçüğe karşı işlenen adam öldürme, mağdurun
fizik gücü itibarıyla direnme gücüne sahip olmamasından dolayı ağırlaştırıcı
neden sayılmıştır.
4. Aynı suretle ileri
yaşı, hastalığı, malûllüğü veya ruhî veya fizik güçsüzlüğü nedeniyle kendini
korumaktan âciz bir kimseye karşı fiilin işlenmesi, gerek faildeki ahlâkî
kötülüğün mefruz çokluğu gerek fiilin icrasındaki kolaylık dolayısıyla
ağırlaştırıcı neden sayılmıştır.
Ayrıca öldürme fiili,
maddede sayılan veya genel olarak diğer kimselere karşı zehir kullanılmak
suretiyle işlenirse olunursa aynı nedenle ceza müebbet hapis olarak
saptanmıştır.
Madde 136. - Maddede,
insan öldürmenin ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını gerektiren hâlleri,
dokuz ayrı bent hâlinde gösterilmiştir. 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunun
450 nci maddesinde de bu hâller hemen hemen aynı şekilde yer almaktadır. Ancak
bu yeni maddeyle esaslı bir kısım değişiklikler yapılmıştır:
Bir kere maddenin (2)
numaralı bendi kapsamına Devlet memurları sokulmuştur. Böylece Devlet
memurlarına karşı işlenen öldürme fiilleri dolayısıyla ağırlaştırılmış müebbet
hapis cezasının hükmedilmesi, fiilin görevlerinden dolayı işlenmesi hâlinde söz
konusu olabilecektir. Öldürme fiili memurluk görevi nedeniyle işlenmişse,
memurluk sıfatı sona erdikten sonra da, fail hakkında ağırlaştırılmış müebbet
hapis cezasına hükmedilecektir. 19/3/1969 tarihli ve 1136 sayılı Avukatlık
Kanununun 57 nci maddesinde bu hususta hüküm bulunduğu için avukatlar bu bentte
ayrıca belirtilmemişlerdir. Ancak maddenin uygulanmasında milletvekilleri de
(2) numaralı bent kapsamındadırlar.
Maddenin (3) numaralı
bendinde, yerleşmiş Yargıtay kararları da göz önünde bulundurulmak suretiyle,
kan gütme saikiyle öldürme hâlinde ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının
hükmedilmesi, fiilin sadece kan gütme saikine bağlı olarak işlenmiş olması
hâlinde söz konusu olabilecektir.
Aynı bentte öldürmenin
sadece azap verme maksadıyla işlenmiş olması, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını
gerektiren bir hâl olarak yer almaktadır.
Maddenin (4) numaralı
bendinde, öldürmenin, öldürme kararında ısrar ve sebatı gösteren taammüdle
işlenmesi ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını gerektiren bir hâl olarak
belirlenmiştir. Taammüt konusu, gerek Yargıtay kararlarıyla gerek öğretide
yeterli derecede işlenmiş ve uygulama bu bakımdan yerleşmiş (istikrarlı) bir
yön almış bulunduğundan madde metninde taammüdün niteliğini açıklamaya yönelik
ayrıntılara girişilmesine gerek görülmemiş ve taammüdün esas niteliğini
oluşturan "öldürme kararında ısrar ve sebat"a yer verilmesi ile
yetinilmiştir.
Maddenin (5) numaralı
bendinde, Yargıtay kararları göz önünde bulundurulmak suretiyle birden fazla
kimse hakkında işlenen öldürme hâlinde ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının
uygulanması, fiilin aynı neden ve saikle işlenmiş bulunması hâlinde kabul
edilmiştir.
Maddenin (6) ilâ (9)
numaralı bentlerinde yer alan hâller eski hükümlerin tekrarından ibarettir. Bu
hükümler Yargıtay içtihatları ile yerleşmiş bir anlama kavuşmuş bulunmaktadır.
Madde 137. - Maddede,
insan öldürme cürmünde, failce bilinmeyen hâllerin ve onun iradesi dışında
beklenilmeyen nedenlerin eklenmesiyle ölüm neticesinin meydana gelmiş olması,
cezanın indirilmesini gerektiren bir hâl olarak kabul edilmiştir.
Madde 138. - Maddede,
etkili eylemlerde kastın aşılması suretiyle ölüm neticesinin meydana gelmesi
hâlinde hükmedilmesi gerekli cezalar gösterilmiştir. Maddenin ikinci fıkrasında
137 nci maddede söz konusu olan hafifletici
nedenin bu hâlde de uygulanacağına dair hüküm yer almış bulunmaktadır.
Madde 139. - Evlilik
dışında yeni doğmuş çocuğu öldürme fiilinin ananın içinde bulunduğu biyolojik
ve psikolojik durum, ciddî gerilim ve bunalım nedenleriyle işlenmiş olması,
genellikle daha az ceza verilmesini gerektiren bir hâl sayılmakta idi. Ancak,
günümüzde bu konuda XIX. yüzyılın görüşleri değişmiştir. Bir çocuğun anasının,
ailesinin durumunu kurtarmak maksadıyla, ana ile geniş derecede hısımlık
ilişkisi içinde bulunan kimseler tarafından öldürülmesi, bugün artık,
öldürmenin vahâmetini azaltan ve cezanın indirilmesini gerektiren bir neden
sayılmamaktadır. Bu nedenle Tasarı, Ülkemizdeki yaygın değerleri de göz önüne
alarak bu fiili sadece ana bakımından ve kadının içinde bulunduğu olası ruhsal
bunalım ve gerilimler nedeniyle kabul etmiştir.
Tabiîdir ki, bu hükmün
uygulanabilmesi için insan öldürmenin 133 üncü maddeyi ihlâl suretiyle işlenmiş
bulunması gerekecektir. Nitelikli insan öldürme hâllerinde hüküm uygulanmaz.
Ancak, aynı doğumla birden fazla çocuğun dünyaya gelmiş bulunması hâlinde de,
koşulları varsa bu hüküm uygulanacaktır.
Madde 140. - Maddede,
iyileşmesi kabil olmayan ve ileri derecede acı veren çekilmez derecede ağrılı
bir hastalığa tutulmuş bulunan bir kimsenin ızdıraplarına son vermek maksadıyla
işlenen insan öldürme hâline ilişkin ceza gösterilmektedir. Böylece öldürmenin
özel bir şekli meydana getirilmiş bulunulmaktadır. Her türlü kötüye kullanmayı
önlemek amacıyla maddede, bu tür insan öldürmenin gerçekleşmesi bakımından
koşulların nelerden ibaret bulunduğu ayrıntılı olarak gösterilmektedir.
Yabancı ülkelerin
bazılarında bu tür öldürmelere ceza verilmemektedir.
Ancak, dikkat edilmelidir
ki maddenin öngördüğü bu hâl ötanazi değildir. Ötanazi, ayrı hükümlerle
düzenlenen ve doktorlar tarafından gerçekleştirilen bir hâldir ve failine ceza
verilmemektedir. Tasarının bu maddesi ise, saptadığı koşullarla insancıl
nitelikteki kast hâlinde faile daha az ceza verilmesini öngörmektedir.
Madde 141. - Maddede, bir
kişiye intihar etmesi için karar verdirtilmesi (azmettirilmesi) veya o kişide
esasen var olan intihara teşebbüs etme kararının güçlendirilmesi hâlleri ile
intihar eylemine her ne suret ve vasıtayla olursa olsun yardım edilmiş olması
ayrı fiiller hâline getirilmiştir.
Her üç hâlde de suçun
teşekkülü için ölümün meydana gelmiş bulunması gerekmemektedir. Ancak intihar
eylemine girişilmiş olması suçun oluşması için zorunludur.
Maddenin ikinci fıkrası
ölümün meydana gelmesini suçun ağırlaştırıcı nedeni olarak saptamıştır.
Maddenin son fıkrası ise
471 inci madde hükmünün saklı olduğunu açıklamaktadır. 471 inci madde ceza
infaz kurumlarında ve tutukevlerinde bulunanların sağlıklarını ihlâl edecek
çeşitli eylemlere, bu arada açlık grevlerine teşvik edilmelerini ve bu konudaki
engellemeleri ayrıca suç hâline getirmiş bulunduğundan, söz konusu eylemlerin,
intihara teşvik veya azmettirme olarak 141 inci maddeye göre değil ve fakat 471
inci maddeye göre cezalandırılmaları gerekecektir.
Madde 142. - Maddeyle,
Anayasanın 17 nci maddesinin üçüncü fıkrasındaki "Kimseye işkence ve
eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyeti ile bağdaşmayan bir cezaya veya
muameleye tâbi tutulamaz." ilkesinin yaptırımı getirilmiş olmaktadır.
Hukuk sistemimizde, bu ilke 1961 Anayasasında da dikkate alınmış ve nitekim,
Anayasa Komisyonunda, "Temel hak ve hürriyetlerin başta geleni, şahsın
kendi bedeni üzerinde sahip olduğu hak ve hürriyetidir. Can emniyeti ve bedenî
bütünlüğün masun kalması, bütün hürriyetlerin ilk şartıdır. Can masun olmadıkça
ve beden üzerinde hürriyet sağlanmadıkça, ferdin iç huzura kavuşması ve diğer
bir çok hürriyetlerin fiilen gerçekleşmesine imkân yoktur." (1961 Anayasa
Komisyonu Raporu, S: 14) şeklinde ifade edilmiştir.
Tasarı, yürürlükteki
yasalar açısından var olan boşluğu doldurmak ve yetersizliği gidermek amacıyla,
işkence eylemlerini herhangi bir kimsenin işleyebileceği bağımsız bir suç
hâline getirmiş, basit ve nitelikli şekillerini ağır cezalarla karşılamıştır.
Böylece şimdiye kadar bazı suçlarda ağırlaştırıcı bir neden oluşturan işkence
eylemlerinin kendisi suç hâline getirilmiş olmaktadır.
İşkenceyi müstakil suç
hâline getirmiş bulunan Fransız Kanunu hakkındaki Bakanlık genelgesinde
"Bu hükümlerle, bundan böyle kişinin bütünlüğüne karşı saldırıları
nitelendirmek için, sadece mağdurun maruz kaldığı zararın önemi değil ve fakat
aynı zamanda, sonuçlarından bağımsız olarak bu saldırıların ağırlığı göz önüne
alınmıştır. Böylece etkili eylemlere teşebbüsü cezalandırmak hususundaki
olanaksızlıktan doğan sakıncalar giderilmiş olmaktadır." şeklindeki
açıklamayla yasal düzenlemedeki önemli boşlukların doldurulduğu vurgulanmıştır.
Tasarıda işkence
eylemleri deyimi ayrıca tanımlanmamıştır. Hâlen mahkeme içtihatlarında
ağırlaştırıcı neden olarak işkence tanımları yer almaktadır. Bu kapsamda;
"... el ve ayak parmaklarıyla tenasül organlarına cereyan vermek, sabaha
kadar dövmek, sövmek, ayakları demire dayalı ve havada, başları yerde, elleri
arkasında olacak şekilde durdurmak, yere düşeni döverek başına tekme atmak,
hayaları kıvırmak, penisinden tutup sağa sola çekiştirmek, su havuzuna başını
sokup havasız bırakmak, içine çok miktarda tuz konulan sulu bulamacı coplamak
ve dövmek suretiyle direnmeyi kırıp kusturuncaya kadar zorla yedirmek, bir
kaptan diğer kaba su boşaltarak su arzusunu kamçılamak ..."
(YCGK.4.4.1983-64/156). "... ayaklarına falaka takıp sopa ile vurmak
suretiyle etkili eylem uygulamak ..." (Y.1.CD.6.10.1976-3053/3167),
"... elbiselerinden tamamen tecrit ettikten sonra üzerine soğuk su dökerek
copla dövmek, kıçlarına cop sokmaya yeltenmek, vücutlarının göbek nahiyesi de
dahil sigara ateşiyle yakılarak dağlamak ..." (YCGK.22.3.1976-100/133)
gibi davranışlar işkence olarak ifade edilmektedir.
21/4/1988 tarihli ve 3441
sayılı Kanunla onaylanan "İşkence ve Diğer Zalimane; Gayriinsani veya
Küçültücü Muamele veya Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi"nin 1
inci maddesinde tanımlanan hareketler de genel olarak işkence eylemleri
sayılabilir.
Tasarıyla, işkencenin
kendisinin cezalandırılması sağlanmıştır.
Tasarı işkenceyi, kim
tarafından icra olunursa olunsun insanın bedensel ve ruhsal bütünlüğüne karşı
işlenen bir insanlık suçu olarak belirtirken, geniş ölçüde olmak üzere, 1994
yeni Fransız Ceza Kanununun 221-1 ve izleyen maddelerinden esinlenmiştir.
İşkence, Fransız Kanununda da ayrıca tanımlanmamış, yerleşmiş içtihatlara atıf
yapılmıştır. Aslında yukarıda sözü edilen "İşkence ve Diğer Zalimane
Gayriinsanî Veya Küçültücü Muamele Veya Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler
Sözleşmesi"nin 1 inci maddesi iç hukukumuz bakımından uygulanması zorunlu
tanımı vermektedir. Buna göre "Bir kişide şiddetli fizik veya ruhî ızdırap
husule getirmek için kasten uygulanan her türlü eylem" işkencedir.
Sözleşme bu hareketin failini kamu görevlisi olarak belirlemek suretiyle mahsus
bir suç ihdas ettiği hâlde 142 nci madde işkenceyi genel bir suç hâline
getirmiştir.
Bu suç ile neticesinden
müstakil olarak, neticesi ne olursa olsun, şiddet ifade eden eylem
cezalandırılmaktadır. Etkili eylemle olan farkı da bu özellik oluşturmaktadır.
Suçun maddî unsuru; bir
kimsenin bir başka kimseye maddî veya manevî ağır acı veya ızdırap veren
eylemlerde bulunması, fiilin eziyet etme, eza verme bilinç ve isteği ile kasten
işlenmesi temel koşuldur.
Madde 143. - İşkence
eylemleriyle ilgili cezalar belirlenirken "Beden Bütünlüğüne Karşı
Suçlar" bölümünde yer alan "Basit ve nitelikli etkili eylemler"
ve bunlara ilişkin "cezayı ağırlaştırıcı diğer nedenler"le uyum ve
dengeler gözetilmiş, ancak, işkence eylemlerinin "ağır azap ve ızdırap
verici", "insan onurunu kırıcı" nitelikleri bakımından daha ağır
cezalar öngörülmüştür.
Maddenin fıkralarında ve
bu fıkraların bentlerinde işkence eylemlerinin nitelikli hâlleri duraksamaya
yer bırakmayacak biçimde açık, ayrıntılı ve aşamalı olarak gösterilmiştir.
Maddenin (A) ve (B)
fıkraları Tasarının 146 ncı maddesinin birinci ve ikinci fıkralarındaki cezayı
artırıcı nedenleri kapsadığı gibi, hâlen 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunun
243 üncü maddesindeki suça daha da genişletilerek yer vermiş, ayrıca işkence
eylemlerinin "Bir tanığa, mağdura veya davaya katılan kimseye karşı, olayları
bildirmesini engellemek, şikâyette veya ihbarda bulunmasını önlemek yahut
tanıklıkta veya şikâyet veya ihbarda bulunmuş olması nedeniyle," "Bir
cinsel saldırı ile birlikte," işlenmesi nitelikli hâller olarak
düzenlenmiştir.
Cinsel saldırı deyimi,
"Cinsel Özgürlüğe ve Edeb Törelerine Karşı Suçlar"dan ırza geçme
dışında kalan eylemleri kapsamaktadır. İşkence eylemleri yanında ırza geçme
suçu da işlenirse, ayrı ayrı ceza verilecektir.
(C) fıkrası, bir küçüğe
karşı, maddede sayılan yakınlarınca işkence eylemlerinin uygulanmasında cezayı
ağırlaştırmıştır.
Madde 144. - Maddede
işkence eylemleri nedeniyle doğan "daimi malûllük veya uzuv kaybı"
veya "mağdurun ölümü" şeklindeki ağır sonuçlar göz önünde tutulmuş,
cezaları da bu düzeyde yükseltilmiştir.
Böylece, her üç maddenin
uygulamada hâkime geniş yetki tanıdığı hususunda şüphe yoktur.
Madde 145. - Maddede
etkili eylemlerin basit ve nitelikli şekilleri gösterilmiş ve Ülkemiz
uygulamasında öteden beri varlığını sürdüren düzenleme şekline sadık
kalınmıştır. Ancak metinler üzerinde esas itibarıyla yazım biçimi yönünden bir
kısım değişiklikler yapılmıştır. Bilindiği gibi Batı ülkelerinin bazı
kanunlarında bugünkü yöntem, etkili eylemlerin nitelikli şekillerini teker
teker belirlememekte ve fiilin vahametini, neticesine göre takdir bakımından
hâkime geniş yetki vermektedir. Tasarıda bu yöntem kabul edilmiş değildir.
Yaşamsal tehlike kavramı
etkili eyleme dahil sayılmış, bu değişikliği ifade etmek üzere "yaşamı
tehlikeye sokan" ibaresi ikinci fıkraya konulmuştur.
Maddede geçen yüz deyimi,
1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunda geçen çehre karşılığıdır ve kişinin
boyun ve kulakları dahil, başın ön kısmını ifade eder. Yüzde sabit iz, etkili
eylem sonucu yüzde meydana gelen daimî, sürekli izlerdir. Ancak bu izler yüzün
sürekli değişikliği hâlinden farklıdır. Sabit iz yüzü değiştirmemekte ve
mağduru öteden beri tanıyanlarda, kişiliği bakımından herhangi bir duraksamaya
neden olmamaktadır. Yüzde sürekli değişiklik hâlinde ise bunun tam tersi söz
konusudur; yüzüne kezzap atılmış bulunan kişinin durumu gibi.
Madde 146. - Maddeyle,
142 nci maddedeki hâller dışında bulunan etkili eyleme ait ağırlaştırıcı
nedenler gösterilmiştir. Maddenin birinci fıkrasının ikinci cümlesinde geçen
silâh deyiminin Tasarının 4 üncü maddesindeki genel tanım çerçevesinde geçen
silâh teriminin tümünü kapsadığı açıktır.
Kişiler bakımından ise
135 inci maddeye yollama yapılmaktadır.
Madde 147. - Maddeyle,
etkili eylemin cezasının indirilmesini öngören bir hafifletici neden açıklanmış
olmaktadır.
Madde netice nedeni ile
sorumluluğa ilişkin bir objektif hâli kapsamaktadır.
Bu maddenin
uygulanmasında fail işlediği etkili eylemde önceden belirli bir neticeye
ulaşmak, örneğin faili itelemek, sadece düşmesini sağlamak istemiş ve fakat
netice çok daha ağır nitelikte olmuş ise, faile verilecek ceza indirilecektir.
Etkili eylemleri esasta Tasarı neticelerine göre cezalandırmaktadır. Ancak fail
eylemini gerçekleştirmeden önce belirli bir neticeye yönelik kast oluşturmuş ve
netice bu maksadı aşmış ise faile yine de meydana gelen neticeye göre ceza
verilecek ve fakat bu hâlde ceza indirilecektir.
Madde 148. - Maddede,
taksirle etkili eylemler 145 inci maddede belirtilen kasten etkili eylemlerin
çeşitli şekillerine uygun olarak düzenlenmiştir.
Maddenin son fıkrası ile,
bilinçli taksir hâlleri dışında, kapsamındaki bütün suçların soruşturulması ve
kovuşturulması şikâyete bağlı hâle getirilmiştir. Tasarı, bilindiği üzere,
uzlaşma kurumunu kabul ettiğinden ve özellikle taksirli etkili eylemlerde
uzlaşma, mağduru koruyucu etki meydana getireceğinden, bu tutum benimsenmiştir.
Madde 149. - Maddeyle,
yaşı, aklî ve bedensel durumu itibarıyla veya diğer herhangi bir nedenle
kendisini koruma olanağına sahip bulunmayan bir kimseyi muhafaza etmek veya onu
gözetmekle yükümlü bulunan kişinin bu görevini yerine getirmeyerek adı geçeni
terk etmesi cezalandırılmaktadır.
Maddenin uygulanmasında
esas olarak belirlenmesi gereken koşullar vardır: Mağdur, yaşı (örneğin yaşının
küçük veya çok ileri olması) veya içinde bulunduğu aklî durum (örneğin bir akıl
veya ruh hastalığı, çöküntü hâlinde bir psikolojik davranış içine girmiş
olması) veya ağır bir bedensel hastalığın etkisi altında bulunması gibi
nedenlerle veya bunlara benzer herhangi bir hâl dolayısıyla kendisini koruma
olanağına sahip bulunmayacaktır.
Fail ise böyle bir
kimseyi muhafaza etmek veya gözetmek hukukî yükümü altında olacaktır. Bu yüküm
hukuk düzeninden doğabileceği gibi sözleşmelerden de kaynaklanabilir.
Terkten maksat, kişiyi
fiilen himaye ve muhafazadan yoksun hâle düşürmek demektir. Bu unsur bakımından
önemli olan husus mağdurun fiilen himaye ve muhafazadan yoksun, bir yana
bırakılmış olmasıdır. Terkin gerçekleşip gerçekleşmediği olaylara göre
belirlenmesi gereken fiilî bir sorundur.
Suçun oluşması için,
ikinci fıkradan anlaşıldığı üzere, terk dolayısıyla bir zararın meydana gelmiş
bulunması gerekmez. Zira ikinci fıkrada terk dolayısıyla mağdurun bedensel ve
aklî sağlığı bakımından bir tehlikeyle karşı karşıya kalmış olması ayrıca
cezalandırılmıştır. Yine aynı fıkranın ikinci cümlesinde terk sonunda bir
zararın meydana gelmiş olması ağırlaştırıcı neden sayılmıştır.
Üçüncü fıkra suçun,
üstsoy, altsoy, eş ve evlâtlığa karşı işlenmiş olmasını ayrıca şahsî bir
ağırlaştırıcı neden saymaktadır. Bu fıkrada geçen evlâtlık, Türk Medenî Kanunu
gereğince evlât edinilmiş kişiyi ifade etmektedir.
Son fıkrada ise cezayı
hafifletici bir neden yer almaktadır: Terk, çocuğun, sadece anası tarafından ve
evlilik dışı yeni doğmuş çocuğa karşı gerçekleştirilmişse bu hâl cezayı
hafifletici bir neden sayılmıştır. Tasarı bu hâlde ananın, içine düşebileceği
psikolojik durumu ve karşısında kalabileceği sosyal baskıları göz önünde
bulundurmaktadır. Bu hususta 139 uncu maddenin gerekçesine de bakılmalıdır.
Aynı hâl diğer akraba
bakımından cezanın indirilmesini gerektirmeyecektir. Zira çağdaş hukuk, evlilik
dışında doğsa da bir çocuğun, şerefi kurtarmak için yaşamsal tehlikeye maruz
kılınmasını ve kendi hâline terk edilmesini ananın dışında kalanlar bakımından
kabul edemez. İnsan hayatının kutsallığı çağdaş hukukun temel ilkesidir.
Madde 150. - Maddeyle,
çağdaş uygar toplumlarda birlikte yaşamanın zorunlu kıldığı sosyal yardım ve
ilgi, belirli ölçüde olmak üzere hukukî bir yüküm hâline getirilmektedir.
Maddede temelde birbirine çok benzeyen hukukî yararları ihlâl eden iki ayrı suç
düzelenmiş bulunmaktadır.
Maddenin birinci
fıkrasıyla 149 uncu maddenin belirttiği suçun mağduru olan yani terkedilmiş
bulunan kişiyi görüp de durumu derhal ilgili memurlara bildirmeyen kimse bu
ihmalinden dolayı cezalandırılmaktadır. Aynı ihmal, ölüye rastlayıp da bunun
bildirilmemesi hâlinde de suç sayılmaktadır. Fıkrada geçen ilgili memurlar
deyimi ile tüm kolluk makam ve memurları ve idarî teşkilât içinde yer almış
bütün diğer görevliler anlaşılır. "Derhal" sözcüğünden maksat, hâlin
makul saydırmayacağı herhangi bir gecikmeye neden olmadan bildirimde bulunmak
demektir.
Maddenin ikinci
fıkrasında, hasta ve yaralılara ve tehlikeyle karşı karşıya bulunan kimselere
gösterilmesi gerekli ahlâkî bir sosyal yardım görevinin ihmali suç hâline
getirilmektedir. Fıkra, hasta ve yaralıya karşı yardım yükümünü, bu kişilerin
kendilerini idare edemeyecek durumda bulunmaları veya herhangi bir nedenle
beden ve sağlık bakımından tehlikeye maruz bulunulması koşullarına bağlı
kılmıştır. Çağdaş hukuk, yardım yükümünü insanlara mutlak bir surette
yükleyemeyeceğinden görev bu koşulların varlığına bağlanmıştır.
Bu kimseler için
yapılması gerekli yardımın derece ve miktarı ile ilgili ölçü de fıkrada
gösterilmiş ve bunun "hâl ve koşulların elverdiği ölçüde" olması
gerekeceği ifade edilmiştir. Böylece insanlardan yetenek ve güçleri dışında bir
yardımın istenemeyeceği açıklanmış olmaktadır. Yine bu ölçüt yardımın, yapanı
bakımından herhangi bir tehlike doğuracak nitelikte olmamasını da belirtilmiş
olmaktadır. Zira hâl ve koşulların olanak verdiği ölçüde sözcüğü, doğal olarak
yardımı yapan bakımından tehlike doğurmayacak nitelikte olması gereğini de
belirtmiş olur.
Madde 151. - Çocuk
düşürme ve düşürtme suçlarına ilişkin 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunun
hükümleri, 24/5/1983 tarihli ve 2827 sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Kanunda
yer alan hükümler ve bu Kanunun, 765 sayılı Kanunun ilgili hükümlerinde
öngördüğü değişiklikler dolayısıyla belirli bir şekil almış bulunmaktadır. Söz
konusu hükümlerin, bugünkü toplumsal ihtiyaçları karşıladığı kanaatinde
bulunulduğundan, hükümlerin Tasarıya aktarılması uygun görülmüştür.
Tasarının bu maddesinde
çocuk düşürme suçları bakımından çeşitli olasılıklar göz önüne alınmış ve
hükümler getirilmiş bulunmaktadır. Maddenin kabul ettiği ilkeye göre, kadının
rızası olmaksızın çocuğunu alan kimseye beş yıldan on yıla kadar ceza
verilecektir. Kadının rızasıyla çocuk düşürme hâlinde ise, gebeliğin oniki
haftayı aşmamış bulunması koşulu ile fiil suç oluşturmayacaktır.
Doğal olarak tıbbî
zorunluluk bulunduğu takdirde oniki haftayı aşan gebelik hâlinde de çocuğun
alınmış bulunması suçu oluşturmayacaktır. Bu koşullar söz konusu olmadan
çocuğunu aldıran kadın ise cezalandırılmayacaktır. Oniki hafta geçtikten sonra
çocuğun alınmasının suç oluşturması kadının hayatını korumak maksadına
dayanmaktadır; böyle olunca başkasının bilinçli hareketi nedeni ile hayatı
tehlikeye giren kadını cezalandırmakta sosyal yarar görülmemiştir.
Maddenin birinci
fıkrasında yazılı hâller kadının ölümüne de neden olmuşsa verilecek ceza
artırılacak, ikinci fıkrada yazılı hâller kadının ölümüne neden olduğu takdirde
de maddede gösterilen oranlarda ceza artırılmak suretiyle hükmolunacaktır.
Gebe sanılan bir kadının
üzerinde rızası olmaksızın çocuk düşürme amacıyla bir takım fiiller icra eden
kimse, kadının ölümü hâlinde 138 inci maddeye; bedensel zarara uğraması hâlinde
ise 145 inci maddeye göre cezalandırılacaktır.
Madde 152. - Maddede
gebeliğin oniki haftayı aşmış bulunmasına karşın, çocuğunu kasten düşüren
kadına verilecek ceza gösterilmektedir.
151 inci maddenin ikinci
fıkrasının söz konusu olduğu hâlde kadına ceza verilmezken, kendi kendine bu
eyleme teşebbüs edene ceza verilmesinin nedeni, kadınların ikinci hâlde bütünü
ile tehlikeli araçlara başvurarak hayatlarını tehlikeye atmalarını önlemektir.
Bu durumda bulunan kadına
çocuk düşürmesini sağlayacak veya bu hususa yarayacak vasıta tedarik eden veya
çocuğunu düşürmesi hususunda onu teşvik veya tahrik eden kimsenin suça
iştirakten dolayı cezalandırılacağı açıktır.
Madde 153. - Maddeyle,
mevzuat çerçevesinde rahim tahliye etme yetkisi olmayan bir kimsenin çocuk
alması cezalandırılmaktadır. Böyle bir kimsenin fiili sonucu kadının ölmesi
veya bedensel bir zarara uğramış olması hâlinde verilecek ceza ayrıca
gösterilmektedir. Maddenin ikinci fıkrasında yollama yapılarak 151 inci
maddenin değişik fıkralarında öngörülen fiilleri işleyen yetkisiz kimsenin
cezasının hangi oranda artırılacağı açıklanmaktadır. Rahim tahliye yetkisi
olmayan kimsenin gebe sanılan bir kadının çocuğunu düşürmek için
gerçekleştirdiği değişik fiiller sonucu kadının ölmesi veya bedensel zarara
uğraması hâlinde 138 ve 145 inci maddelere göre cezalandırılacağı
belirtilmektedir.
Bu maddenin kapsamındaki
bütün fiillerde, suçun kadının rızasıyla işlenmiş olması hâli bir hafifletici
neden olarak saptanmıştır.
Madde 154. - Madde,
kişiler üzerinde rızaları olmadan kısırlaştırma ameliyesini gerçekleştiren
kimsenin ne suretle cezalandırılacağını göstermektedir. Maddede ayrıca
kısırlaştırma ameliyesinin kişinin ölümüne veya bedensel bir zarara neden
olması hâlinde fail hakkında ayrıca 138 ve 145 inci maddelerdeki cezaların
uygulanacağı belirtilmekte ve bu tür ameliyeyi gerçekleştirme yetkisi olmayan
kimsenin fiili icra etmesi hâlinde ise cezanın üçte bir oranında artırılacağı
belirtilmektedir. Kişinin rızası bulunduğu takdirde ise cezanın indirileceği
açıklanmakta ve böyle bir hâlde ölüm veya bedensel zarar neticelerinin meydana
gelmesi durumunda ayrıca hangi maddelere göre ceza verileceği belirtilmektedir.
Birinci fıkradaki üçte bir
oranında artırma hükmü, ölüm veya bedensel zarara neden olma hâlinde 138 ve 145
inci maddelere göre ayrıca verilecek olan cezaları da kapsar.
Madde 155. - Maddeye
göre, çocuk düşürme ve düşürtme (alma) fiillerinin, kadının mağduru olduğu bir
suç sonucu gebe kalması nedeniyle işlenmiş bulunması hâlinde ceza
verilmeyecektir.
Madde 156. - Maddeyle,
"tehdit" bizatihi suç hâline getirilmiş bulunmaktadır. Bilindiği
üzere tehdit diğer bazı suçları işlemek bakımından da ayrıca unsur olarak
öngörülmüştür. Burada tehdidin koruduğu hukukî yarar, kişilerin huzur ve
sükunudur; böylece kişilerde bir güvensizlik duygusunun meydana gelmesi
engellenmektedir. Bu nedenle, maddede yer alan suç, insanın kendisine özgü sulh
ve sükununa karşı işlenen saldırıları cezalandırmış olmaktadır. Fakat tehdidin
bu maddeyle korumak istediği esas yarar, kişinin karar verme ve hareket etme
hürriyetinin tehlikeden korunmasıdır.
Maddeye göre tehdidin
varlığının kabulü için, failin mağdurda ciddî bir korku meydana getirecek
surette eylemde bulunmuş olması gerekmektedir. Bu korku bir başkasının ve
örneğin evladın zarara uğratılmasından da kaynaklanabilir.
Korku, sadece kişilerin
şahısları, onur ve saygınlıkları bakımından değil ve fakat malları itibarıyla
güvenliklerini ihlâl edici olduğu hâllerde de, tehdidi gerçekleşmiş saymak
gerekecektir.
Korkunun kaynağının önemi
yoktur, yani ciddî korku ne suretle olursa olsun meydana getirildiğinde suç
oluşmuş bulunacaktır. Mutaden, mağdurda herhangi bir ciddî korku meydana
getirmeye yatkın bulunmayan beyanlar tehdit sayılmayacaktır. Ancak tehdidin
mutlaka sözle icrası gerekmez; mektupla, telefonla tehdit icra olunabileceği
gibi failin hileli araçlar kullanması suretiyle de tehdidin yapılması olanağı
vardır.
Maddenin ikinci
fıkrasında tehdidin ağırlaştırıcı nedenleri gösterilmiştir. Bu hâller, tehdidin
kapsadığı korkutma gücünün ciddîliği ve yoğunluğu hususunda mağdurda ciddî
kaygılar meydana getirmeye yatkın durumlardır. Tehdit silâhla icra olunursa
bunun ciddîliği hususunda bir korkunun meydana gelmesi çok daha kolay olur.
Aynı suretle kendisini tanınmayacak bir hâle getiren kişinin veya bir kaç
kişinin birlikte olarak tehdit icra etmeleri hâlinde meydana gelen korku çok
yoğun olur.
İmzasız bir mektup veya
özel işaretler kullanarak bir kişinin tehdit edilmesi hâlinde de meydana gelen
korku bakımından bir duraksama meydana gelmez. Söz gelimi bir kimseye
gönderilmiş olan imzasız mektup kişinin kendisini savunma olanağını
gidereceğinden ağır tehdidi oluşturacaktır. Yine bir kimseye karşı gönderilmiş
olan mektuplarda ucundan kan damlayan bıçak resimlerinin yapılması yani böylece
özel işaret kullanılması korkuyu yoğunlaştırabilir.
Gizli veya açık, var olan
veya var sayılan örgütlerin oluşturdukları tehdit gücünün ise kişileri paniğe
kapılacak surette korkutabilmesi dolayısıyla, ağırlaştırıcı bir neden sayılması
uygun görülmüştür. Bu hususta 30/7/1999 tarihli ve 4422 sayılı Kanunun
hükümleri saklıdır.
Madde 157. - Maddeyle,
doktrinde ve uygulamada koşullu tehdit veya cebir olarak adlandırılan suça ve
kamu hizmetlerini engelleyici haksız fiil ve davranışlarda bulunmak suçlarına
yer verilmiş olmaktadır. 156 ncı maddenin gerekçesinde tehdidin korumak
istediği hukukî yararların nelerden ibaret bulunduğu belirtilmiştir.
Maddede yer alan cebir
bakımından da Tasarının diğer maddelerinde yer alan çeşitli suçlar vardır. Bu
maddeyle genel bir hüküm getirilmiş olmaktadır.
Madde ilk üç fıkrasında
kişilerin karar verme ve hareket etme hürriyetleri korunmuş olmaktadır.
Maddenin cezalandırdığı fiil, failin mağduru belirli kararları almaya veya
belirli eylemlerde bulunmaya veya bulunmamaya zorlamış olmasıdır. Bu nedenle
Tasarıda yer alan bu madde, mağdurun iradesini serbestçe izhar etmesi
hürriyetini ihlâl eden bütün suçların temelini oluşturmaktadır.
Maddenin birinci
fıkrasında geçen tehdidin neden ibaret bulunduğu 156 ncı maddenin gerekçesinde
açıklanmıştır. Maddede söz konusu olan cebir ise maddî anlamda güç kullanılmış
olmasını ifade eder. Cebir ekseriya mağdur üzerinde doğrudan doğruya kullanılan
bedensel bir baskı niteliğinde olur. Örneğin bir kimsenin elini tutarak ona
zorla bir şeyi imzalatmak gibi. Fakat üçüncü bir kişi üzerinde cebir
kullanılması suretiyle mağdur, dolayısıyla cebre maruz kılınmış olabilir.
Örneğin çocuk üzerinde cebir kullanarak ana babayı bir şeyi yapmaya mecbur
kılmak gibi. Ayrıca şu hususa da işaret etmek gerekir ki, cebrin karşı
konulabilecek nitelikte olması, varlığını ortadan kaldırmaz. Cebir, mağdurun
iradesini etkileyebilecek durumda bulunduğu takdirde gerçekleşmiş sayılmalıdır.
Maddeyle, sadece cebir kullanılması
cezalandırılmamıştır. Soyut olarak cebrin kullanılması Tasarıda yer alan etkili
eylem suçlarını meydana getirebilir. Burada cebir veya tehdidin, bir kişinin,
genel olarak, bir şeyi yapmaya veya yapmamaya yahut bir şeyin yapılmasına
müsaade etmeye mecbur kılınması için kullanılmış bulunması gerekir.
Yine fıkranın devam eden
kısmında, kişinin bir konuda bilgi vermeye veya inancını veya siyasal veya
sosyal görüşünü açıklamaya mecbur tutulması cezalandırılmıştır. Bu ikinci hâlde
fiilin suç teşkil edebilmesi için, fiili icra edenin bu hususta yetkili
olmaması veya yetkili olsa da kanunlara aykırı olarak fiili icra eylemiş
bulunması gerekmektedir. Aslında maddenin ilk kısmında yer alan ibareler bu
ikinci kısımda yer alan amaçları da kapsar. Ancak 1/3/1926 tarihli ve 765
sayılı Kanunun uygulama döneminde, olaylar dolayısıyla söz konusu hususların
ayrıca belirtilmesine ihtiyaç duyulmuş olduğundan, duraksama yaratmamak için bu
hâllerin de metinde muhafazası yeğlenmiştir.
Maddenin ikinci
fıkrasında kamu hizmetlerinin görülmesine, kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşlarına ve üst kuruluşlarına veya siyasal partilere ayrılan bina ve
eklentilerine, üçüncü fıkrasında her türlü eğitim ve öğretim kurumlarına ve
öğrenci yurtlarına ve benzerî yerlere ve eklentilerine girilmesine veya
oralarda kalınmasına, kişi veya eşya üzerinde cebir ve tehdit kullanarak engel
olunması ayrıca cezalandırılmaktadır.
Dördüncü fıkrada ise her
türlü kamu hizmetinin veya eğitim ve öğretim çalışmalarının aksamasına veya
kesilmesine veya bunlara ara verilmesine haksız eylem ve davranışlarla neden
olunması ayrıca cezalandırılmıştır. Dikkat edilmelidir ki bu fıkrada yer alan
suçun maddî unsuru cebir ve şiddet veya tehdit değildir; kamu hizmetinin veya
öğretim ve eğitim çalışmalarının aksamasına veya kesilmesine veya bunlara ara
verilmesine neden olabilecek haksız fiil ve davranışlardır: Bir dersliğe giren
kimselerin marşlar söyleyerek hocanın dersinin izlenmesini engellemeleri gibi.
Maddenin beşinci
fıkrasına göre üçüncü ve dördüncü fıkralarda yer alan fiiller, eğitim ve
öğretim kurumlarının öğrencisi olmayan sair kişiler tarafından işlendiğinde
daha fazla ceza verilmekte ve böylece aslında ikinci ilâ beşinci fıkralarda
cebir suçunun nitelikli hâllerine yer verilmiş olmaktadır. Geçen yıllarda
cereyan eden ve öğretim ve eğitim kurumlarını çalışamaz hâle getiren bu
fiillerin Tasarıda da ayrıca yer alması, hukuk tekniği bakımından zorunlu
olmasa da, fiili hâl yönünden uygun sayılmıştır.
Maddenin altıncı
fıkrasındaki açıklık gereğince Tasarının 156 ncı maddesinin ikinci fıkrasında
belirtilen vasıta ve usullerle fiilin işlenmesi hâli ayrıca cezalandırılmış ve
bunlar da suçun nitelikli hâlleri olarak belirtilmişlerdir.
Maddenin birinci
fıkrasının sonunda, fıkrada yazılı hâllerde fail ayrıca istediği neticeyi elde
etmiş ise cezanın artırılacağı ifade edilmiştir.
Bu hükümden de
anlaşılacağı üzere suçun oluşması için belirli maksatlarla cebir veya tehdidin
gerçekleştirilmiş olması yeterlidir. Suçun tamamlanması için istenilenin
gerçekleşmesine ihtiyaç yoktur. Bu nedenle, birinci fıkrada yer alan fiil,
neticesi harekete bitişik bir suçtur.
Maddenin ikinci ilâ
dördüncü fıkralarında yazılı olan hâllerde ise suçun tamamlanmış olması için
neticenin meydana gelmiş bulunması şartır.
Maddenin son fıkrası,
cebir ve şiddet veya tehdit hâllerini ayrıca düzenlemiş bulunan, 30/7/1999
tarihli ve 4422 sayılı Kanun gibi, mevzuatın saklı olduğunu, yani koşulları
varsa o kanun hükümlerinin uygulanması gerektiğini belirtmektedir.
Madde 158. - Maddeyle,
şantaj fiilleri suç hâline getirilmiş olmaktadır. Birinci fıkrada şantajın
tanımı yapılmaktadır: Suçun maddî unsuru, mağdura yönelik olarak tehditte
bulunmaktadır; fiil, koşullu tehdit suçunun özel bir şeklini oluşturmaktadır.
Tehdidin içeriği fıkrada ayrıca belirtilmiştir. Tehdit "bir kimsenin şeref
veya saygınlığına zarar verecek nitelikte"ki fiillerin açıklanacağını veya
isnad edileceğini içerecektir. Söz konusu niteliğin saptanması hâkimin takdiri
içindedir ve bu hususun saptanması için bilirkişi incelemesine de gereksinim
yoktur.
Suçun oluşması için
failde özel bir kastın bulunması gerekir: Fail imzanın ve sırrın elde
edilmesini, kendisine maddî yarar veya değerlerin veya herhangi bir malın
teslimini sağlamak saiki ile yukarıda açıklanan tarzda tehdit de bulunmuş
olacaktır.
Suçun oluşması için
tehdidin içeriğinin açıklanacağı ve kişiye isnatta bulunulacağı mağdura
bildirilmiş olmalıdır. Mağdura zarar verebilecek hususun açıklanacağı veya bu
maksat doğrultusunda, herhangi bir vasıtayla açıklama yapılacağı
belirtilmelidir. Maddede geçen "zarar verecek nitelikteki fiil"
deyimi, kişinin namus, şeref, itibar, onur, saygınlık, haysiyet, güvenirlilik
gibi insanlarda bulunması gerekli bütün manevî niteliklerini kapsar. Örneğin
bir din adamının içki içmekte bulunduğu basın aracılığı ile veya diğer yayın
yolları ile veya herhangi bir suretle açıklanacağı tehdidi bu suçun oluşmasını
olanaklı kılabilir.
Fiil, neticesi harekete
bitişik bir suçu oluşturduğundan belirtilen biçimde tehdidin yapılması ile suç
tamamlanmış olur. Ancak maddenin üçüncü fıkrasında failin tehdidini yerine
getirmesi hâli, suçun bir ağırlaştırıcı nedeni olarak saptanmıştır.
Gerçek ve tüzel kişiler
suçun mağduru olabilirler. Maddenin son fıkrasında tüzel kişilerin de suç faili
olabilecekleri belirtilmiştir.
Madde 159. - Maddede yer
almış bulunan suç, 157 nci maddede ve özellikle bu maddenin birinci fıkrasında
tanımlanan suça çok yakındır. Hatta bir bakıma denilebilir ki, bu maddede yer
alan suç cebir suçunun özel bir şeklini oluşturmaktadır; ancak korunan yarar
mağdurun kendi arzusu ve iradesi çerçevesinde hareket edebilme hürriyetidir.
Tasarının 157, 162 ve 165 inci maddeleriyle de aslında kişinin kendi iradesi
çerçevesinde serbestçe hareket etme hürriyeti korunmaktadır. Bu maddedeki suç,
kişinin kendi arzusuna göre içinde bulunduğu yeri terketmek, yer değiştirmek,
istediği yere gidebilmek serbestliğini ihlâl etmektedir.
Madde, aslında kişinin
bir yere kapatılması, bir yerde tutulması veya korkutularak veya eli ayağı
bağlanarak bir yere götürülmesi veya bir yere gitmekten men olunması gibi ve
benzerî fiillerle hürriyetin sınırlanmış olmasını cezalandırmaktadır.
Maddede geçen hukuka
aykırı olarak ibaresi, hukukun izin (cevaz) vermediği hâlleri ifade eder. Söz
gelimi suçüstü hâlinde, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununda, kişilerin herkes
tarafından yakalanmasına izin verilmiş bulunduğundan, böyle bir yakalama ve
hürriyetin sınırlandırılması suç oluşturmayacaktır.
Maddenin ikinci
fıkrasında suçun ağırlaştırıcı nedenleri gösterilmiştir. Buna göre fiili
işlemek için veya fiili işlediği sırada failin:
- Tehdit veya kötü
muamelede bulunması veya
- Hile kullanması veya
- Fiili öç almak
maksadıyla veya
- Siyasal veya ideolojik
veya sosyal görüş ayrılıklarından kaynaklanan herhangi bir amaçla,
İşleyecek olması cezanın
artırılmasını gerektirmektedir.
Kötü muamele, fail
üzerinde icra olunan maddî ve manevî her türlü baskıcı eylemleri ifade eder.
Hile, mağdurun
hürriyetinin, onu aldatacak ve yanlış yola yöneltecek bir takım araçlar ve
desiseler kullanılması suretiyle bertaraf edilmesini belirtir.
Öç alma hâli failde özel
bir maksadın bulunmasını zorunlu kılmaktadır.
Siyasal, ideolojik,
sosyal görüş ayrılıklarından kaynaklanan herhangi bir amacın varlığı da failde
özel bir maksadın bulunmasını gerekli kılmaktadır.
Esasta suçun oluşması
için genel kast yeterlidir. Belirtilen ağırlaştırıcı hâllerin oluşması için ise
failde özel bir kastın bulunması araştırılmaktadır.
Suçun oluşması için
olayda bir hukuka uygunluk nedeninin bulunmaması gerekir. Madde bu hususu
ayrıca belirtmiştir. Aslında hukuka aykırılık suçun bir unsuru olması
nedeniyle, metinde ayrıca belirtilmesine, hukuk tekniği bakımından gerek
olmadığı düşünülebilir. Ancak Tasarı bu hususta herhangi bir duraksamaya neden
olmamak için, açıklık getirmeyi uygun saymıştır.
Madde 160. - Maddede, 159
uncu maddede yer alan kişiyi hürriyetinden yoksun kılmak suçunun nitelikli
hâlleri gösterilmektedir.
Madde bir defa, mağdurun
faile olan akrabalık ilişkisini göz önüne almış ve fiilin üstsoy, altsoy veya
karı koca arasında işlenmesini nitelikli hâl olarak kabul etmiştir.
Bir Devlet memuruna karşı
fiilin işlenmiş bulunması hâlinde ise ağırlaşmış şeklin gerçekleşebilmesi için,
fiilin adı geçenlere yönelik olarak görevlerinden dolayı işlenmiş bulunması
aranacaktır. Fiil göreve dayanmayan herhangi bir nedenle işlenmiş ise 159 uncu
maddenin uygulanması gerekecektir.
Esasen 159 uncu maddede
yer alan şiddet nedeninin oluşması için fiilin memura karşı "görevlerinden
dolayı" işlenmiş bulunması gerekmektedir.
Suçun onbeş yaşını
bitirmeyen bir çocuğa veya ileri yaşı, hastalığı, malûllüğü veya ruhsal veya
fizik bakımdan güçsüzlüğü dolayısıyla kendini korumaktan âciz bir kimseye karşı
işlenmesi de ağırlaştırıcı neden sayılmıştır. Bu hususta 135 inci maddenin
gerekçesine bakılmalıdır. 336 ncı madde onbeş yaşını bitirmeyen bir çocuğun
kendi rızası ile kaçırılıp alıkonulmasını suç saymış bulunduğundan bu nitelikli
şekil çocuğun rızası bulunmadığı hâllerde uygulanacaktır.
Maddede ayrıca, fiil
nedeniyle meydana gelen netice göz önüne alınarak nitelikli diğer bir hâl
saptanmıştır: Mağdurun şahsı veya sağlığı veya malı bakımından ağır bir zarar
meydana gelmiş ise yine bu maddedeki cezanın uygulanması gerekecektir. Dikkat
edilmelidir ki, burada netice nedeniyle bir ağırlaşma söz konusu olduğundan
failde bu neticeye yönelik kastın bulunması gerekmez. Ayrıca böyle bir kast
varsa o zaman içtima kurallarını uygulamak zorunlu olur.
Ağırlaştırıcı nedenin
oluşması için, zararın ağır olması gereklidir. Zira belirli bir zarar suçun
maddî unsuru içinde zaten doğal olarak vardır. Fiilin doğal neticesini
nitelikli bir hâl olarak kabul etmek esasen yerinde olamayacağından, maddede
zararın ağır olması gerektiği ayrıca açıklanmıştır.
Madde 161. - Madde, 159
ve 160 ıncı maddelerde yer almış bulunan suçlara ortak ağırlaştırıcı ve
hafifletici nedenleri belirtmektedir.
Maddenin birinci
fıkrasına göre bir defa fiilin icrasında silâh kullanılmış olması ağırlaştırıcı
nedendir. Silâhın tanımı için Tasarının 4 üncü maddesine bakılmalıdır.
Yine birinci fıkraya göre
suçun birden fazla kişi tarafından birlikte işlenmesi hâli bir ağırlaştırıcı
nedendir. Ayrıca hürriyetten yoksun kalınan sürenin bir haftayı aşması hâli de
ağırlaştırıcı neden olarak kabul edilmiştir.
Maddenin ikinci fıkrasına
göre failin mağduru, kendiliğinden güvenli bir yerde serbest bırakması bir
hafifletici neden oluşturmaktadır. Ancak bu hafifletici nedenin oluşması için
iki koşulun varlığı aranacaktır:
Birinci koşul, zaman
itibarıyla serbest bırakma soruşturmaya başlanmadan önce gerçekleşmiş
olacaktır, yani serbest bırakma, kolluğun işe elkoymasından önce
gerçekleşmelidir. Kolluk işe elkoyduktan sonra sanık bu hükümden
yararlanamayacaktır.
İkinci koşul, failin
mağduru kişi hürriyetinden yoksun kılmak sureti ile izlediği maksadı elde
etmemiş olması ve mağdurun şahsına zararı dokunmamasıdır. Bu iki hâlin
gerçekleşmiş olup olmadığı olayların özelliğine göre saptanabilecektir.
Maddede geçen
"kendiliğinden" sözcüğünden maksat, failin bırakma fiilini herhangi
bir etki altında kalmaksızın ve buna zorlanmaksızın gerçekleştirmiş
bulunmasıdır. Ancak bırakma, kendiliğinden olmak koşulu ile, yeterlidir; gerçek
bir pişmanlığa dayanmış bulunması gerekli değildir.
Madde 162. - Maddede kişi
hürriyetini ihlâl suçunun özel bir şekli yer almış bulunmaktadır; suç, fail ve
fiilin icrasında kullanılan vasıta bakımından özellik göstertmekte ve bir
"mahsus" suç oluşturmaktadır. Bir defa failin bir memur olması
gerekmektedir. Memur tanımı için 4 üncü maddesine bakılmalıdır. İkinci olarak
suçun maddî unsurunun, görevin kötüye kullanılması suretiyle yani memurun
hürriyeti sınırlama bakımından herhangi bir yetkisi bulunmadan fiili icra
eylemiş olması veya hürriyeti sınırlama bakımından yetkisi olan memurun bu
sınırlama için kanunun gösterdiği usul ve koşullara uymaması suretleri ile
gerçekleştirilmesi gerekir.
Suçun maddî unsuru
mağdurun kişi hürriyetinden yoksun hâle getirilmiş olmasıdır. Bu hususta 159
uncu maddenin gerekçesine bakılmalıdır.
Maddenin ikinci
fıkrasında suça ait nitelikli hâller gösterilmiştir. Bu hâller için Tasarının
159 ve 160 ıncı maddelerinin gerekçelerine bakılmalıdır.
Maddenin üçüncü
fıkrasında, mağdurun soruşturma başlamadan önce, maksat elde edilmeden ve
şahsına bir zarar verilmeden kendiliğinden güvenli bir yerde bırakılması bir
hafifletici neden sayılmıştır. Bu konuda gerekli açıklamalar 161 inci maddenin
gerekçesinde sunulmuştur.
Bu maddenin Tasarının
genel sistematiği içerisinde Üçüncü Kısmın Dokuzuncu Bölümünde yer alması
gerektiği düşünülebilirse de, maddenin Kişilerin Hürriyetine Karşı Suçlar
Bölümüne konulması daha uygun sayılmıştır. Bilindiği üzere, bazı suçlar aynı
zamanda bir kaç hukukî yararı koruyabilir veya ihlâl edebilirler. Bu gibi
hâllerde, Tasarının genel sistematiği içinde söz konusu suçlara yer verilirken
iki hususu aynı zamanda göz önünde bulundurmak gerekir:
Birinci olarak, suçun
ihlâl eylediği yararlar arasında üstün olanın hangisinden ibaret bulunduğunu
belirlemek gerekir.
İkinci olarak teknik
bakımdan birbirine yakın olan suçları ve özellikle maddî unsurları birbirine
benzeyen suçları bir araya getirmek suretiyle, yollama kolaylığı sağlamak ve
böylece gereksiz tekrarları önlemek maksadı göz önünde bulundurulur. İşte, söz
konusu düşünceler çerçevesinde Tasarının bu maddesinin hem memur tarafından
görevin suiistimalini cezalandırarak vatandaşın Devlete karşı güven duygusunu
koruduğu hem de vatandaşın kişi hürriyetinin daha üstün sayılması gerektiği
kabul edilmiş ve ayrıca, yukarıda belirtilen ikinci düşünceye de yer verilerek,
suçun maddî unsurunun bu Bölümde yer alan diğer suçlarla aynı olduğu böylece
bir araya geldiğinde yollamada kolaylık sağlanacağı görüşü baskın çıkmış ve
madde bu Bölüme yerleştirilmiştir. Böylece müşterek hükümlerin saptanmasında da
kolaylık sağlanmıştır.
Bu vesileyle şu husus da
belirtilmelidir ki, bir ceza kanununun özel kısmının sistematiğinin ihlâl edilen
hukukî yararlara dayalı bir tasnifi hiç şüphesiz uygulama ve yorumda kolaylık
sağlar; ancak bu tasnif çabasını abartmak suretiyle uygulamada zorluk çıkaracak
derecelere götürmemek de gerekir.
Madde 163. - Madde ile
kişi hürriyetini belirli bir biçimde ihlâl eden bir mahsus suç ihdas
edilmiştir. Suçun koruduğu yarar, kişilerin kendilerine özgü huzur ve sükûnu
ile toplumsal barışın sağlanmasıdır.
Suç failinin bir memur
olması gerekmektedir.
Metinde geçen
"hukuka aykırı olarak" ibaresinden maksat, yürürlükteki mevzuatın
izin (cevaz) vermediği hâl demektir. Kanun ve nizamların izin verdiği arama
hâllerinde suçun oluşmayacağı açıktır. Suçun oluşması için memur, kişi
hürriyetini, görevini kötüye kullanarak veya yetkisini aşarak ihlâl etmiş
olmalıdır. Böylece "hukuka aykırı olarak" sözcükleri görevin kötüye
kullanılmasını ve yetkinin aşılmasını kapsar.
Esasen bu madde mevcut
bulunmasa da, memurun, hukuka aykırı olarak üst arama fiili 162 nci maddeyi
ihlâl edecekti.
Bu maddenin ayrı bir suç
olarak Tasarıya alınmasındaki esas amaç, kişi hürriyetini sadece üst aramak
suretiyle ihlâl eden memurun fiilinin az vahim olduğunun düşünülmesidir.
Madde 164. - Madde, kişi
hürriyetinin ihlâlini cezalandıran mahsus bir suç meydana getirmiş olmaktadır.
Fiil, esasta 162 nci maddenin kapsamı içindedir. Ancak, fiilin bir ceza infaz
kurumu veya tutukevi vasıtasıyla gerçekleştirilmesi, kişi hürriyetinin ihlâli
bakımından çok daha vahim nitelik taşır. Ceza infaz kurumu ve tutukevine
kapatılan kişinin kendisini, hakkında reva görülen hukuka aykırı işlem
dolayısıyla, savunabilmesi ve başkalarını haberdar edebilmesi çok daha güçtür.
Bu nedenle kişi hürriyetinin memur tarafından ihlâlini içeren bu fiil, vahâmeti
nedeniyle müstakil suç hâline getirilmiştir. Bu konuda 162 nci maddenin gerekçesinde
de bakılmalıdır.
Maddede yer alan suçun
faili, bir ceza infaz kurumu veya tutukevinin yetkili memuru olacaktır. Suçun
maddî unsuru iki şekilde gerçekleşmektedir: Yetkili merciden verilmiş bir hüküm
ilâmı veya tutuklama müzekkeresi olmadan bir kimseyi kuruma kabul etmek; bu
hâlde icraî bir suç söz konusudur. Tutuklu veya hükümlünün salıverilmesi
hususunda yetkili merciin hüküm ve kararını yerine getirmeme hâlinde ise fiil
ihmalî bir suçtur.
Görülüyor ki, her iki
hâlde de memur aslında görevini kötüye kullanmaktadır. Bu nedenle fiilin
aslında bir memur suçu olduğu unutulmamalıdır. Ancak 162 nci maddeye ait
gerekçede açıklanan nedenlerle madde, Tasarının bu Kısım ve Bölümüne
konulmuştur.
Madde 165. - Madde ile de
mahsus bir suç meydana getirilmiştir; ancak 164 üncü maddenin
cezalandırdığından farklıdır. Burada söz konusu olan fiil, esasen hukuka aykırı
olarak bir ceza infaz kurumu veya tutukevinde tutulan kimsenin bu durumunu
öğrenen yetkili memurun mağduru derhal salıvermemesi veya durumu yetkili mercie
bildirmemesidir. Böylece bir ihbar yükümünün veya bir işlemi yerine getirmenin
ihmali cezalandırılmaktadır. Durumun ihbarı bakımından madde ceza infaz
kurumunda veya tutukevinde çalışan herkesi yükümlü kılmaktadır. Bu madde
bakımından da ayrıca 164 üncü maddenin gerekçesine bakılmalıdır.
Madde 166. - Madde, 162
ilâ 165 inci maddelerde yazılı suçların, özel bir maksada hizmet etmek amacıyla
işlenmiş bulunmasını bir ağırlaştırıcı neden saymaktadır. Böylece ağırlaştırıcı
nedenin oluşması için failde özel bir kast aranacaktır. Mahsus bir amaca
ulaşmak maksadı özel kastı meydana getirir. Söz gelimi, failin, bazı ideolojik
veya ırkî nedenler dolayısıyla mağduru suça hedef kılması bu maddenin kapsamı
içindedir.
Madde 167. - Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası, 48 inci maddesinde herkesin dilediği alanda çalışma ve
sözleşme hürriyetine sahip bulunduğunu ve özel teşebbüsler kurmanın serbest
olduğunu açıklamıştır. İşte bu madde ile söz konusu temel hürriyetin yaptırımı
getirilmiş bulunmaktadır.
Maddenin birinci
fıkrasının cezalandırdığı fiil, çalışma, sanat veya ticaret serbestliğini
engellemek ve ortadan kaldırmaktır; bu sonucu verecek her türlü eylem suçun
netice unsurunu meydana getirir. Ancak, bu eylemlerde cebir ve şiddet veya
tehdit kullanılmış olması temel koşuldur. Bu itibarla suç bağımlı hareketlidir.
Faildeki kast neticeyi ve cebir ve şiddet veya tehdidi kapsamalıdır. Bu
fıkradaki suçun soruşturma ve kovuşturması şikâyete bağlıdır. Maddenin üçüncü
fıkrasında yazılı hâlde ise suç re'sen soruşturulacak ve kovuşturulacaktır.
Maddenin ikinci
fıkrasında belirtilen durumlar içinde bulunan kimseleri rızaları ile de olsa,
sömürerek insan onuruna aykırı biçimde ve koşullar altında çalıştırmak suç
hâline getirilmiş ve böylece Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan sosyal devlet
olmak niteliğini koruyan ve vurgulayan değerlerden çok önemli birisi ceza
himayesi altına alınmıştır.
İş ve çalışma
hürriyetinin kullanılışında kişilerin insan onuruna uygun koşullar içinde
çalıştırılmaları esastır. Demokratik toplum kişilerin çaresizliğinin sömürülmesine
dayalı bir serbest piyasa sisteminin uygulanmasıyla, elbette ki, bağdaşamaz. Bu
nedenle maddenin ikinci fıkrası kaleme alınmıştır.
İkinci fıkrada yer alan
suça kişilerin çalışmalarının sömürülmesini engellemek amacı ile Tasarıda yer
verilmiştir. Kimsesiz, çaresiz veya belirli kişilere çeşitli nedenlerle bağımlı
kişi, onun bu hâlinden yararlananlar sömürücü kişiler tarafından insanlık dışı
durumları kabule veya bazı koşullara katlanmaya sevkedilebilmektedirler ve
suçun maddî unsurları şunlar olmaktadır:
1- Ücretsiz olarak
çalıştırma (Bir zamanlar Ülkemizde besleme olarak adlandırılan küçük kız
çocuklarının durumu gibi),
2- Sağlanan bir hizmet
ile açık bir şekilde orantısız bir ücret ile alıştırma,
3- Kişinin, insan onuru
ile bağdaşmayacak çalışma ve konuklama koşullarına tâbi kılınması.
Bu üç eylem biçimi
birbirlerine göre seçimliktir, yani üç hareket birlikte yapılsa da faile tek
ceza verilecektir. Aslında çalışan kişi duruma rıza göstermektedir, ancak
rızanın nedeni; mağdurun çaresizliği, söz gelimi duruma razı olmasa açlığa
mahkûm olması, kimsesizliği yani elinden tutacak hiçbir kimsesi olmaması veya
çeşitli nedenlerle, akrabalık veya kültürel nedenlerle faile olan bağlılığıdır.
Fail bu durumları sömürmektedir.
Suç, hâlen Avrupa
ülkelerinde insan ticareti yapanlar tarafından çok sayıda işlenmektedir. Bu
gibi fiilleri önlemek amacı ile maddenin üçüncü fıkrasında, kişileri ikinci
fıkrada belirtilen duruma düşürmek üzere tedarik veya sevk veya bir yerden
diğer bir yere nakil fiilleri de suç sayılmıştır. Kişileri, ikinci fıkrada
belirlenen hâle düşürmemek için söz konusu hazırlık hareketlerini cezalandırmak
yerindedir.
Birinci ve ikinci
fıkralarda yazılı olan bu fiiller üçten fazla çalışana yani grup hâlinde
insanlara karşı işlendiğinde verilecek
ceza üçte bir oranında artırılmakta ve bu hâlde suç re'sen takip edilmektedir.
Dördüncü fıkrada yer alan
suç iş hürriyetine bir tür saldırıyı cezalandırmaktadır.
Suçun oluşması için
failde özel bir kastın varlığı şartır. Fail, belirtilen amacın gerçekleşmesi
için cebir ve şiddet veya tehdidi, işçiyi veya iş sahiplerini yevmiyeleri
azaltıp çoğaltmaya veya evvelce kabul edilenlerden başka koşullar altında
anlaşmalar kabulüne zorlama maksadıyla kullanacaktır. Ancak fıkrada ayrıca
suçun oluşması için bir cezalandırma koşulu da kabul edilmiştir.
Belirtilen maksatla cebir
ve şiddet kullanılması bir işin tatiline veya sona ermesine veya tatilin
devamına neden olmuş bulunmalıdır. Belirtilen neticeler meydana gelmeden cebir
ve şiddet veya tehdit kullanılması yoluyla serbestliği engelleyen veya ortadan
kaldıran kişi birinci fıkra gereğince cezalandırılır.
Maddenin altıncı
fıkrasında, birinci ve beşinci fıkralarda yer alan suça ait ağırlaştırıcı
nedenler gösterilmiştir. Bu nedenler:
1. Fiillerin silâh ile,
2. Failin kendini
tanınmayacak hâle koyması suretiyle,
3. İkiden fazla kişinin
iştiraki hâlinde,
4. Var olan veya var
sayılan örgütlerin tehdit gücünden yararlanılarak işlenmesidir. Bu hâllerde
ceza artırılmaktadır. Söz konusu kavramlar için 156 ncı maddenin gerekçesine de
bakılmalıdır. Tabiî olarak bu konuda özel kanun hükümleri saklıdır. Söz gelimi
30/7/1999 tarihli ve 4422 sayılı Kanun uygulanmakta devam edecektir.
Fiiller sonucu malzeme ve
binalarda tahribat meydana gelmiş olması cezanın artırılmasını gerektiren bir nedendir.
Böylece suça ilişkin olmak üzere netice nedeniyle ağırlaşan bir hâl
oluşmaktadır. Failde tahribata yönelik kastın varlığı gerekmez.
Maddenin altıncı
fıkrasında söz konusu fiiller birlikte işlendiğinde elebaşılar yani cebir ve
tehdidi düzenleyip örgütleyenlere ve azmettirenlere verilecek cezanın
artırılacağı ifade edilmiş olmaktadır.
Bu maddede yer alan
hususlardan dolayı özel tüzel kişiler de sorumludur.
484 üncü maddenin
gerekçesine de bakılmalıdır.
Madde 168. - Bir ceza
kanunu vatandaş ve insan için değişik kamu hürriyetlerinin korunmasını
sağlayıcı yaptırımları da getirmelidir. Özellikle demokratik ülke ceza
kanunları bu niteliği özenle korumalıdırlar.
Bu madde, işte bu esas,
maksat çerçevesinde Anayasanın "Düşünceyi açıklama ve yayma
hürriyeti" başlıklı 26 ncı maddesinde düzenlenen hürriyete yönelik
saldırıları cezalandırmaktadır. Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti söz,
basılmış eser veya diğer iletişim araçları ile fikir, düşünce, kanaat ve
haberlerin yayılması serbestliğidir.
Suçun faili, aralarında
önceden anlaşma yapan en az iki kişi olacaktır. Böylece fiilin bir kişi
tarafından işlenmesi olanaklı değildir.
Anlaşmanın amacı
başkasının düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetini kullanmasını engellemek
olacaktır. Ancak suç bağımlı hareketlidir; engelleme hareketi cebir ve şiddet
veya tehdit kullanmak veya eşyayı, aletleri, her türlü aygıtları (cihazları)
tahrip etmek veya bozmak suretiyle gerçekleştirilmiş olmalıdır; örneğin
mikrofonların parçalanması suretiyle bir kimsenin konuşmasını engellemek gibi.
Maddenin son fıkrası
gereğince tüzel kişiler de bu suçtan dolayı sorumludurlar.
Madde 169. - Madde,
belirli koşullar olmaksızın insan üzerinde bilimsel veya tıbbî deney
yapılmasını cezalandırmaktadır. Bilindiği üzere Anayasanın 17 nci maddesinin
ikinci fıkrasında "Tıbbî zorunluluklar ve kanunda yazılı hâller dışında,
kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamaz; rızası olmadan bilimsel ve tıbbî
deneylere tâbi tutulamaz." denilmiştir. Bu hükmün kanunlarımızda yaptırımı
yoktur.
İkinci olarak tıbbın
gelişmesini sağlamak amacıyla belirli koşullarla ve özellikle kişinin rızası
alınmak suretiyle tıbbî ve bilimsel deneylere olanak sağlamak gerekir. Nitekim
uluslararası sözleşmeler de, yine belirli koşullarla ve özellikle kişinin
rızasıyla tıbbî ve bilimsel deneylere müsaade etmektedir. Ülkemizde bu konu
hukuk bakımından bir düzenlemeye tâbi tutulmadığı için bilimsel araştırmalar
yönünden engeller ve tartışmalar ortaya çıkmaktadır. Ceza mevzuatımıza böyle
bir maddenin eklenmesi, bir noksanın giderilmesine hizmet edecektir.
Madde, böylece, belirli
koşullarla, kişi üzerinde bilimsel veya tıbbî amaçla yeni ilâçların ve tedavi
usullerinin ve müdahalelerin yapılmasına izin vermiş olmaktadır.
Koşulların başında,
hakkında işlem yapılacak kişinin durumunun "deneyi haklı kılması"
gelmektedir. Demek oluyor ki, sırf bilimsel tecessüsü tatmin maksadıyla kişi
üzerinde bazı madde veya usullerin denenmesi suç oluşturacaktır. Kişinin durumu
itibarıyla yapılan müdahalenin haklı görülmesi gereklidir. Bu itibarla temel
amaç o kişinin durumunu ıslah etmek, ona şifa vermek olmalıdır. Bir trafik
kazası sonucu yüzü perişan hâle gelmiş bulunan kişi hakkında estetik yönden
yepyeni bir cerrahi yöntemin denenmesi veya tedavi için alışılmış yolların
esasen denendiği bir kanserli hastada yeni bir maddenin denenmesi gibi.
Bilimsel maksadın da mutlaka belirtilen amaç yönteminde bulunması şartır.
İkinci önemli koşul,
hakkında uygulama yapılacak kişinin rızasının var olmasıdır. Rızanın sağlıklı
olması yani rıza beyanına ehil bir kişi tarafından belirtilmesi zorunludur. Bu
nedenledir ki, madde, onsekiz yaşını bitirmemiş olanların rızasının geçerli
olmayacağını ve suçu ortadan kaldırmayacağını belirtmiştir. Eğer rıza yoksa
eylem, etkili eylem veya hürriyeti sınırlama (tahdit) suçunu
oluşturabilecektir.
Bu açıklamalardan
anlaşılacağı üzere Tasarı, insan üzerinde bilimsel ve tıbbî amaçla da olsa
deney yapılmasını esasta cezalandırmakta; ancak durumun deneyi haklı kılmış
olması ile beraber kişinin rızasını suçu kaldıran bir hukuka uygunluk nedeni
saymaktadır.
Bu suçun tüzel kişilerce
de işlenmesi olanaklı bulunduğundan maddenin son fıkrası ile bu hususu belirten
açıklık getirilmiştir.
Madde 170. - Madde,
insanlar arasında, yürürlükteki kanun ve nizamların izin (cevaz) vermediği
ayırımlar yapılarak, bazı kişilerin hukukun sağladığı olanaklardan yoksun hâle
getirilmelerini cezalandırmaktadır. Benzerî hükümler bugün artık insan
haklarına saygılı uygar ülkeler ceza mevzuatında ve ceza kanunu tasarılarında
yer almış bulunmaktadır.
Madde suçun maddî
unsurlarını üç ayrı bentte ayrı ayrı belirtmiştir. Bu eylemler bir taşınır veya
taşınmaz malın satılmaması, devredilmemesi veya bir hizmetin icra olunmaması,
hizmetten yararlanmanın engellenmesi, kişinin işe alınmaması veya alınmaması,
besin maddelerinin verilmemesi, kamuya arzedilmiş bir hizmetin reddolunması,
kişinin herhangi bir ekonomik faaliyette bulunmasının engellenmesidir.
Ancak menfi nitelik
arzeden ve ihmal tabiatında bulunan bütün bu hareketler maddenin birinci
fıkrasında gösterilen saiklere bağlı olarak gerçekleştirilecektir; yukarıda
belirtilen olumsuz hareketler, kişilere karşı kökenleri, cinsiyetleri, aile
durumları, örf ve âdetleri, kişilerin değişik felsefî inançları, ayrı bir etnik
gruba mensup bulunmaları, farklı ırk, din, mezhep mensubu bulunmaları nedeni ile
gerçekleştirilmiş olacaktır. Yoksa söz gelimi iş sahiplerinin beğenmedikleri
veya gönüllerine uymayan kişileri işe almamaları cezalandırılmakta değildir.
Amaç, vatandaşlar arasında çeşitli etmenlere dayanan grup mensubiyeti nedeniyle
ayrım yaptırmamaktır. Madde böylece aslında millet bireyleri arasında bölücülük
yapılmasını önlemek amacını gütmektedir.
Bu suçu tüzel kişilerde
işleyebileceklerinden maddenin son fıkrasında tüzel kişilerin sorumlu olacağı
belirtilmiş, ayrıca maddede yazılı suçlar aleyhlerine işlendiği takdirde ceza
sorumluluğunun aynı şekilde olacağı belirtilerek, tüzel kişiler de ceza
himayesi altına alınmış olmaktadırlar.
Madde 171- Madde, belirli
bağımlı hareketlerle kişilerin huzur ve sükûnlarının bozulması hususunda
gösterilen çabaları cezalandırmaktadır.
Suçun maddî unsuru bir
kimseye ısrarla, gece gündüz demeden telefon edilmesi veya ona karşı ısrarla
gürültü yapılmasıdır. Örneğin oturulan apartmanın alt veya üst katında sürekli
olarak öteberi çalarak gürültü yapılması gibi.
Ancak bu hareketlerin
sırf mağdurun huzur ve sükûnunu bozmak maksadıyla yapılması gerekmektedir.
Böylece madde, suçun oluşması için özel bir saik ile hareket edilmesi koşulunu
zorunlu saymaktadır. Yoksa sadece gürültü yapmak, diğer bazı nizamları ihlâl
ederse de, bu suçu oluşturmaz.
Dikkat edilmelidir ki, bu
maddenin korumak amacını güttüğü yarar kişiler üzerinde uygulanacak maddî veya
cebrî belirleyen bir müdahale değildir. Burada kanun adeta kişilerin
psikolojik, ruhsal sükûn içinde yaşamak hakkını korumaktadır.
Yapılan etkinlikler
sonucu mağdurun dengesi bozulduğu örneğin ruhsal bir teşevvüşe uğradığı
hâllerde ise gerçek içtima kuralları uygulanacaktır; yoksa geçitli suç söz
konusu olmayacaktır.
Maddede düzenlenen suçun
soruşturulması ve kovuşturulması, suçtan zarar görenin şikâyetine bağlıdır.
Madde 172. - Madde,
Anayasanın 24 üncü maddesiyle düzenlenen "din ve vicdan hürriyet"in
güvencesi olan "laiklik" ilkesine Anayasanın verdiği anlama göre
düzenlenmiştir.
Maddeyle korunması
istenilen temel değer insanlarda var olan içten duygulara saldırılmasını
engellemektir. İnsanların içtenlikle inandıkları dinsel duygularını tahribe
yönelik saldırılar toplum barışını bozucu etki yapabileceğinden, dine saldırı
fiilleri cezalandırılmaktadır.
Anayasanın
"Cumhuriyetin niteliklerini" gösteren 2 nci maddesi Türkiye
Cumhuriyetini, "laik" bir Devlet olarak belirtirken, madde
gerekçesinde laiklik deyimini aynen "... hiçbir zaman dinsizlik anlamına
gelmeyen laiklik ise, her ferdin istediği inanca mezhebe sahip olabilmesi,
ibadetini yapabilmesi ve dinî inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı
bir muameleye tâbi kılınmaması anlamına gelir" şeklinde açıklamıştır.
Anayasamızın bu bağlayıcı
hükmüne göre, herkes dilediği dini seçmekte ve dilediği inanç ve mezhebe sahip
olmakta serbesttir. Anayasanın 14 üncü maddesi hükmüne aykırı olmamak koşulu
ile herkes seçtiği din ve inancın ibadet ve törenlerini düzenleyip, bunlara
katılabilecektir.
Anayasanın bu
direktifleri doğrultusunda maddenin birinci fıkrasında, dinsel işlerin veya
ibadet veya ayinin yapılmasını men, ihlâl ve engelleme eylemleri
cezalandırılmış bulunmaktadır.
Madde, ikinci fıkrasında
fiilin işlenmesi sırasında cebir ve şiddet veya tehdit kullanılmasını veya
ayrıca hakarette bulunulmasını suçun ağırlaşmış şekli olarak kabul etmektedir.
Maddenin üçüncü
fıkrasında, her türden dinsel inancı benimsemiş kişilerin bu inançlarını tahkir
ve tezyif kastıyla, din bakımından belirlenmiş değerlere hakaret eden kişiler
cezalandırılmaktadır.
Örneğin, bireylerin
vicdan, kanaat ve dinsel inançlarını, tahkir ve tezyif kastıyla dince kutsal
bilinen Allah, din, dinlerin peygamberleri, kutsal kitaplar, mezhepler gibi
değerlere hakaret cezalandırılacaktır. Hakaret kavramı hakkında 180 inci
maddeye bakılmalıdır.
Bu açıdan, dinsel
konulardaki açıklamaların suç oluşturup oluşturmadığının belirlenmesi için,
failin "özel kastı"nın saptanması gerekir. Dinsel duyguları tahkir
"özel kastı" ile hareket edilmedikçe, eylem bu maddenin üçüncü
fıkrasına aykırılık oluşturmaz.
Özellikle tehlike
suçlarında, özü düşünce açıklaması olan suç tiplerinde, hukuka aykırılık
alanını belirleyen failin özel kastıdır. Bir hakkı ihlâl etme saiki, özel kastı
aranmadığında, hak oluşturan düşünce ile hukuka aykırı eylemi birbirinden
ayırmak olanağı ortadan kalkar.
Madde metnine göre,
üçüncü fıkradaki suçun unsurları şu şekilde belirlenebilir:
a) Kişinin iman ettiği
dinsel sistemin, kişinin dinsel duygularına saldırı oluşturacak şekilde tahkir
edilmesi. Örneğin bir mezhebin, inceleme, eleştirme, yorum sınırını aşan bir
şekilde kötülenmesi, suç oluşturabilecektir. Buna karşın, aynı mezhebin
bilimsel veya dinsel açıdan eleştirilmesi suç oluşturmayacaktır.
b) Aynı şekilde, örneğin,
ibadete, dinsel işlemlere, usullere ilişkin dince kabul edilmiş kuralların
tahkir edilmesi suç oluşturacaktır.
c) Laik sistemde, dinsel
inanç ve davranış özgürlüğü temel kural olduğu için, inanılmaması veya
inanılması, dinin kurallarına uygun davranılması veya davranılmaması nedeniyle
kişilerin tahkiri de suçu oluşturacaktır.
d) Dinsel inanç
özgürlüğü, her din sisteminin verdiği haklardan yararlanılmasının güvencesidir.
Bu nedenle, maddede, "her türden dinsel inanç" ifadesi
kullanılmıştır.
e) Suçun oluşması için,
failin tahkir ve tezyif özel kastı ile hareket ettiğinin kanıtlanması
gerekmektedir.
Maddenin dördüncü
fıkrasına göre ayrıca, bireyin vicdan, dinsel inanç ve kanaat hürriyetini
kullanmasından veya mensup olduğu dinin emirlerini yerine getirmesinden dolayı
tahkir edilmesi hâlinde de faile yine aynı ceza verilecektir.
Beşinci fıkrada
belirtildiği üzere üçüncü ve dördüncü fıkralarda yazılı suçlar basın ve yayın
yoluyla işlendiğinde ceza artırılmaktadır.
Maddenin altıncı
fıkrasında, maddede yazılı suçların işlenmesine basın ve yayın yoluyla teşvik
ve tahrik de bulunulduğunda tamamlanmış suça ait cezanın verileceği açıklanmış
ve böylece belirtilen eylemlere alenen kışkırtma hâli müstakillen
cezalandırılmıştır. Bu fıkra, 293 üncü maddede yer alan alenen suça tahrik
suçuna bir istisna getirmiş olmaktadır.
Maddede geçen "basın
ve yayın yoluyla" ibaresi 4 üncü maddedeki tanım nedeniyle elbette ki,
bilgisayar ağları ve bunların en dikkati çekici araçlarından birisini oluşturan
internet marifetiyle işlenen suçları da kapsamaktadır.
Madde 173. - Maddenin
birinci fıkrasında, dinsel nitelik taşıyan ve maddede gösterilmiş bulunan
taşınır ve taşınmazlara karşı işlenen zarar verme suçları cezalandırılmaktadır.
İkinci fıkrada bu
fiillerin dinsel tahkir maksadıyla işlenmiş olması ağırlaştırıcı bir neden
olarak saptanmıştır.
Üçüncü fıkrada belirtilen
yerleri, yine tahkir maksadıyla kirletmek cezalandırılmıştır.
Madde 174. - Madde, din
görevlilerinin kanunda yazılı hâller dışında, görevleri sırasında veya
görevlerini yapmalarından dolayı bir suçun mağduru olmaları hâlinde verilecek
cezanın altıda bir oranında artırılacağını belirtmektedir. Böylece, din
görevlileri kendilerine karşı işlenebilecek bütün suçlar bakımından, doğal
olarak bu suçların görev sırasında veya görevin yapılmasından dolayı işlenmesi
koşulu ile, ayrıca bir himayeye tâbi kılınmışlardır. Madde, aslında din görevlisinin
mensubu bulunduğu dine mensup vatandaşların inanç ve kanaat hürriyetlerini
korumaktadır.
Madde 175. - Maddeyle,
ölüye karşı din ve sosyal ilişkiler itibarıyla gösterilmesi gerekli saygı
görevinin belirli şekillerde ihlâli cezalandırılmakta ve böylece dinsel inanç
ve kanaat hürriyetine bağlı bulunan, bir bakıma ondan kaynaklanan bir duygunun
ihlâli yaptırım altına alınmış olmaktadır. Burada söz konusu olan aslında
yaşayanlarda var olan dine bağlılık duygusudur.
Suçun konusunu bir ölünün
cesedi ve kemikleri oluşturmaktadır. Suçun maddî unsuru bunlar hakkında tahkir
edici fiillerde bulunmak veya ceset ve kemikleri almaktır. Burada geçen
"tahkir edici fiiller"den maksat, ölüye saygıyla bağdaşması olanağı
bulunmayan örf ve âdet dışı eylemlerde yani bedensel hareketlerde bulunmaktır.
Cesede karşı sözlü hakaret hâlinde Tasarının 180 inci maddesinin uygulanması
gerekecektir.
Fail, söz konusu
eylemleri, tahkir maksadıyla veya hukuka aykırı diğer bir maksatla, örneğin
yarar sağlamak için yapacaktır; mezarı açıp cesetle gömülen eşyayı, cesedin
dişlerini almak, cesetle cinsel ilişkide bulunmak da hakaret eylemlerini
oluşturur.
Ceset ve kemiklerin
alınması bakımından hak sahibinin rızası varsa, fiil suç oluşturmaz. Ancak,
cesedin yakılması hâlinde küllerin alınması bu suçu oluşturacaktır.
Maddenin ikinci
fıkrasında failin sıfatına bağlı olarak bir ağırlaştırıcı neden getirilmiştir:
Fiilin, mezarlıkta görevli kimseler tarafından veya ceset veya kemiklerin
kendilerine tevdi olunduğu kişilerce, örneğin cesedin yıkanmak üzere muhafazası
için konulduğu buzhane görevlilerince, işlenmesi gibi.
Madde 176. - Madde,
Anayasanın 21 inci maddesinin yaptırımını teşkil etmektedir. Konut
dokunulmazlığının ihlâli, kişinin kendisine özgü barış ve sükununu ve
yuvasındaki yaşamının sulh ve selametle cereyanı için varolması gerekli
güvenlik duygusunu ihlâl etmektedir.
Tasarı, bireylere karşı
işlenen ve aynı zamanda onların muhtaç oldukları güvenlik ve sükunu ihlâl
eyleyen bu suçu, hürriyete karşı işlenen suçlar arasına koymayı uygun saymıştır.
Madde, özel kişiler
tarafından işlenen konut dokunulmazlığını ihlâl suçunu cezalandırmaktadır.
Suçun maddî unsuru
başkasının konutuna veya konutun eklentilerine rıza hilafına girmek veya rıza
ile buralara girildikten sonra çıkmamaktır. Maddeye göre böyle bir yere rıza
ile girdikten sonra orada gizlenmek veya hile ile kalmak da çıkmama
sayılmıştır. Suçun oluşması için özel bir hukuka aykırılık nedeninin varlığı
gereklidir: Faili oradan çıkartmak hakkına sahip olan birisinin rızasına aykırı
olarak maddî unsurun gerçekleştirilmesi zorunludur. Hak sahibinin rızası hile
ile elde olunduğunda da suç gerçekleşmiş bulunacaktır.
Maddeye göre, girilen
veya çıkılmayan yerin bir konut veya bunun eklentileri olması veya fiilin
birden fazla kişi tarafından toplu olarak veya gece vakti veya tehdit yoluyla
işlenmesi suçun ağırlaştırıcı şekillerini oluşturmaktadır.
Toplu olarak işlenmekten
maksat, suçun maddî unsurunu birden fazla kişinin beraberce gerçekleştirmiş
bulunmalarıdır.
Maddenin birinci
fıkrasında belirlenen şeklinin kovuşturulması şikâyete bağlıdır. İkinci fıkrada
yer alan ağırlaşmış şekiller ise re'sen kovuşturulacaktır.
Madde 177. - Madde, 176
ncı maddede belirtilen suçun memur tarafından işlenmiş olmasını
cezalandırmaktadır. Aslında fiil, memurun görevini kötüye kullanmasına ait özel
bir hâli belirtmektedir. Ancak 176 ncı maddenin gerekçesinde de açıklandığı
üzere fiil aynı zamanda üstün değer olarak kişilerin bireysel huzur ve
selametini de ihlâl eylediğinden ve ayrıca kanun tekniği bakımından yollama
(atıf) kolaylıkları sağlamak için Tasarının bu Bölümüne konulmuştur.
Suçun maddî unsuru, hak
sahibinin rızası olmadan onun konutuna veya eklentilerine girmek veya oradan
çıkmamaktır.
Fiil görevin kötüye
kullanılması suretiyle yahut hukuka aykırı olarak işlenmiş olacaktır. Bu
nedenledir ki, 176 ncı maddede olduğu gibi, hile ile veya gizlice sözcükleri
metne konulmamıştır. Zira bu hâller esasen görevin kötüye kullanılması ve
hukuka aykırılık kavramı içindedir.
Memur görevini kötüye
kullanarak ve hukuka aykırı olarak girdiği veya çıkmadığı bu yerde ayrıca keyfî
bir muamelede de bulunacak olursa ceza ağırlaştırılmaktadır.
Maddenin son fıkrasında
fiilin özel bir maksatla işlenmiş olması cezayı artırıcı neden sayılmıştır. Bu
hususta 176 ncı maddenin gerekçesine bakılmalıdır.
Madde 178. - Madde, 176
ncı maddede yazılı fiilin işyerleri hakkında işlenmesi hâlinde,
cezalandırılacağını belirtmiş bulunuyor. Maddenin uygulanmasında, doğal olarak
176 ncı maddede söz konusu olan koşullar aranacaktır. Niteliği itibarıyla açık
bir rızaya gerek duyulmaksızın girilmesi alışılmış (mutat) olan yerler dışında
kalan yerlere veya herkesin herhangi bir koşulu yerine getirmeksizin
girebileceği yerlere, söz gelimi süper marketlere, halka açık oldukları sırada
dükkânlara, mağazalara ve bürolara girildiği takdirde suç oluşmayacaktır. Zira
hak sahipleri bu gibi yerlere isteyenin girmesi hususunda daha başlangıçta
rızalarını örtülü olarak açıklamış sayılırlar.
Madde 179. - Seçimlerle
ilgili mevzuat, kişilerin siyasal haklarını nasıl kullanacaklarını düzenlemiş
ve bir kısım suçlar koymuştur. Bu madde ise sözü geçen hükümler dışında cebir
ve şiddet veya tehdit veya hile ile veya nümayiş ve gürültü yaparak korkutup
kısmen de olsa kişilerin siyasal haklarını kullanmalarını zorla engellemeyi
cezalandırmaktadır.
Maddenin ikinci
fıkrasında yer alan ağırlaştırıcı neden ise memurun görev nüfuzunu kötüye
kullanarak fiili işlemesidir. Memurun görev nüfuzunu kötüye kullanma dışındaki
bu maddeye aykırı diğer eylemleri, pek doğaldır ki, maddenin birinci fıkrası kapsamına
girecektir.
Madde 180. - Bu ve
izleyen maddeler, kişilerin şeref, haysiyet ve namuslarını, toplum içindeki
itibarlarını korumak amacıyla düzenlenmiştir.
Bilindiği üzere genel
olarak hakaret suçları başlığı altında belirlenen bu fiillerin düzenlenmesinde
mukayeseli kanunlar iki sistemden birini izlemektedir:
Birinci sistem, bizde
doktrinde ve içtihatlarda "hakaret" olarak ifade edilen belirli bir
madde isnadını gerektiren hakaret ile adi hakaret veya sövme olarak
adlandırılan ve belirli bir madde bulunmadan bir kimsenin şeref ve saygınlığını
ihlâl edecek, onun namus ve haysiyetine dokunacak isnatları kapsayan
hakaretleri birbirinden ayırmak ve ayrı hükümlere tâbi kılmaktır.
Tasarı, Ülkemizde
geleneksel olarak uygulanmakta bulunan birinci sistemi muhafaza etmiştir.
Böylece isnat olunan hususun ispatını bir beraat nedeni saymış bulunan 181 inci
maddenin uygulanmasında da kolaylık sağlamıştır. Bununla birlikte, hakaret ve
sövme aynı madde içinde cezalandırılmış, birinci fıkrada hakaret teşkil
edilecek isnat ve saldırıların niteliğini belirten bir tanımlama yapılmış ve
sövmenin cezası gösterilmiştir; ikinci fıkrada ise belirli bir madde isnadını
gerektiren hakaret, suçun nitelikli bir şekli olarak ifade edilmiştir.
Hakaret fiilinin, bir
kimseye hitap eden veya hitap edeceği anlaşılan mektup, resim veya herhangi bir
yazı vasıtasıyla veya telgraf, telefon ve benzerî araçlarla işlenmesi hâlinde,
suçun niteliğine göre faile maddenin bir veya ikinci fıkralarındaki cezalar
verilecektir.
Ne gibi isnatların
saygınlık ve şeref kırıcı, namusu ihlâl edici nitelikte olduğunu olayların
özelliğine ve taraflar arasındaki ilişkilere göre, elbette ki, hâkim takdir
edecektir. Bununla birlikte maddede ne gibi isnatlar yapılıp saldırılarda
bulunulunca hakaretin oluşacağına dair direktif oluşturucu ve isnat ve
saldırıların niteliğini gösteren ibarelere yer verilmesi uygun sayılmıştır.
Maddenin dördüncü fıkrası
hakaret ve sövme fiillerinin alenen işlenmeleri hâlini ağırlaştırıcı neden
olarak saptamakta, aleniyetin basın ve yayın yoluyla gerçekleşmesi durumunda
artırma oranı ayrıca düzenlenmektedir. "Basın ve yayın yoluyla"
ibaresinin anlamı 4 üncü maddede açıklanmıştır.
Bu itibarla internet
marifetiyle işlenen suçlar da üçüncü fıkrada yer alan ağırlaştırıcı nedenin
uygulanmasını gerektirecektir.
Madde 181. - Anayasanın
39 uncu maddesi hakaret davalarında sanığın ne gibi hâllerde isnadın
doğruluğunu ispat edebileceğini göstermiş ve hakarette isnat olunan hususun
doğruluğunun ispat edilebilmesini mutlak olarak kabul etmemiş, ancak belirli
hâllerde ispat olanağı tanımıştır. İşte Tasarının bu maddesi, ispatı olanaklı
bulunan isnatları, Anayasaya uygun olarak dört bent hâlinde saptamış
bulunmaktadır.
Maddenin ikinci ve
dördüncü fıkralarında ispat bakımından izlenmesi gerekli usul kuralları
gösterilmiştir.
Maddenin üçüncü
fıkrasında yer alan hüküm, delillerin yerinin taraflarca saptanması suretiyle
mahkemeye sunulması hâlini de kapsamaktadır.
Beşinci fıkraya göre,
isnat ispat olunmadığı takdirde, suçlular hakkında verilecek ceza yarısı oranında
artırılacaktır.
Maddenin son fıkrasına
göre isnadın ispatı veya isnat olunan fiilden dolayı mağdurun mahkûm edilmesi
hâlinde sanığa ceza verilmeyecektir.
Madde 182. - Hakaret
suçunun oluşabilmesi için mağdurun belli veya belirlenmesinin olanaklı bulunması
gereklidir. İşte bu maddeyle suçu işleyen tarafından mağdurun kimliğinin açıkça
belirtilmediğinde ne gibi bir durumun varlığı hâlinde ismin belirtilmiş ve
hakaretin açıklanmış sayılacağına ait ölçü gösterilmektedir. Mağdurun
belirlenmesini sağlamak bakımından gösterilmiş bulunan bu hüküm, Tasarıda yer
alan bütün diğer hakaret suçları bakımından da geçerlidir.
Madde, aslında usûl
hukuku bakımından ispata yönelik, karineye benzer bir ölçü getirmiş
bulunmaktadır.
Madde 183. - Madde,
cezanın kaldırılması ve azaltılması bakımından üç ayrı duruma ilişkin
bulunmaktadır. Birinci fıkraya göre mağdur kendi haksız hareketleriyle hakarete
neden olmuş ise, haksız hareketinin ağırlığını göz önüne almak suretiyle hâkim,
failin cezasını azaltabileceği gibi gerektiğinde tümüyle kaldırabilecektir.
İkinci fıkraya göre
kendisine karşı cebir ve şiddet kullanılan, örneğin dövülen kişi bu nedenle
hakaretinden dolayı cezalandırılamayacaktır.
Üçüncü fıkraya göre
karşılıklı hakaret hâllerinde hâkim, hangisinin neden olduğu göz önünde
bulundurarak taraflardan her ikisi veya birisi hakkında cezayı
kaldırabilecektir. Karşılıklı hakarette karşılığın saldırıdan hemen sonra
verilmesi şart değildir. Fakat iki eylem arasında nedensellik ilişkisi
bulunmalıdır.
Madde 184. - Madde ile
savunma dokunulmazlığına ilişkin bir hukuka uygunluk nedeni getirilmiştir.
Kişilerin yargı mercileri huzurunda serbestçe ve hiçbir endişenin etkisi altına
girmeksizin haklarını iddia edebilmeleri veya kendilerini savunabilmeleri için
kabul edilmiş bulunan bu dokunulmazlık zorunludur ve fakat hukukî sınırları
içinde kullanılmalıdır: Bir defa dokunulmazlık sadece taraflar arasında
geçerlidir. Bu nedenle davanın tarafı olmayan, hâkim, savcı, tanık ve
bilirkişiye karşı dokunulmazlık söz konusu olamaz.
Adı geçenlerin usulsüz
veya kanunsuz işlemlerine karşı savunma bakımından hukuk düzeni başka kurumlar
getirmiştir. Tanığa karşı taan (söylediklerinin gerçeğe aykırı olduğu) dermeyan
olunabilir; hâkim ve bilirkişi ise reddolunabilir. Savcıya karşı şikâyet hakkı
vardır. Bu gibi hâllerde 27 nci madde gereğince bir hakkın kullanılması söz
konusu olur ve koşulları varsa hukuka uygunluktan yararlanılır.
Dokunulmazlık, taraflar,
vekil, müdafi ve müşavir veya kanunî temsilciler hakkında geçerlidir.
Dokunulmazlık, yukarıda
belirtilen kişilerin, yine aynı kişilere karşı dava hakkında, yargı mercilerine
verdikleri yazı ve evraktaki iddia ve savunmalarındaki isnatlar dolayısıyla söz
konusudur. Söz gelimi dava vesile edilerek, karşı tarafın dava ile hiçbir
ilişkisi bulunmayan kişisel niteliklerinin ele alınarak isnatlarda bulunulması
hâlinde dokunulmazlık söz konusu olamaz. Ancak dikkat edilmelidir ki, 1/3/1926
tarihli ve 765 sayılı Kanunda yer almış olan, savunma sınırının aşılması
hâlinde, savunma dokunulmazlığının uygulanamayacağı hakkındaki hükme yeni
maddede yer verilmemiştir. Zira bu takdirde dokunulmazlıktan söz edilemez.
Metinde "ceza verilemez" ibaresinin kullanılmış bulunmasının nedeni
de budur.
Bu gibi hâllerde
cezasızlık söz konusu olmakla birlikte, dokunulmazlıktan yararlanan taraf ve
hakaret hakkında hâkim tarafından ne gibi işlemler yapılacağı üçüncü fıkrada
gösterilmiştir. Böylece, bu maddenin sadece cezayı kaldıran bir hâl olduğu,
dokunulmazlıktan yararlanan hakkında disiplin tedbirlerinin uygulanabileceği
ifade edilmiştir.
Madde 185. - Madde ile
hakaret suçlarında kovuşturmanın, mağdurun şikâyetine bağlı olduğu hükmü
getirilmektedir.
Maddenin ikinci fıkrasına
göre, mağdur şikâyetten önce vefat ederse, ölenin ikinci dereceye kadar üstsoy
ve altsoyunun, eş ve kardeşlerinin şikâyette ve kovuşturmada bulunabilecekleri
açıklanmış, bunlar dışındakilere şikâyet hakkı tanınmamıştır. Hakaretten dolayı
şikâyette ve soruşturma ve kovuşturmada bulunmak bazen arzu edilir sonuç
vermeyeceğinden şikâyet hakkına sahip bulunanların böylece sınırlı tutulması,
ayrıca, tarihin eleştirilmesini engellememek bakımından da böyle bir sınırın
bulunması, uygun sayılmıştır.
Madde 186. - Maddeyle,
bir kere bütün kamu veya özel hukuk tüzel kişilerine yöneltilecek hakaretler
cezalandırılmakta ve dolayısıyla sözü geçen kurum ve kuruluşların hakaret
cürmüne hedef olabilecekleri belirtilmektedir. Tüzel kişilerin belirli
koşullarla suç faili olabileceklerini kabul etmiş bulunan Tasarı, bunların
hakaret suçuna hedef olabileceklerinin kabulünü de gerekli saymıştır.
Ayrıca, 1/3/1926 tarihli
ve 765 sayılı Kanunun 268 inci maddesinin son fıkrası ile 483 üncü madde
arasındaki çelişki de giderilmiş olmaktadır.
Birinci fıkrada söz
konusu edilen tüm tüzel kişilerde, statülerine göre yetkili sayılmış kişinin
şikâyette bulunabileceği belirtilmiştir. Bu madde, elbette ki, tüzel kişi ile
birlikte, ayrıca açıkça veya örtülü olarak belirtilmek suretiyle hakarete
uğramış gerçek kişilerin şikâyet ve dava haklarını kaldırmamaktadır.
Maddenin ikinci fıkrası
ile ayrı bir suç getirilmiş ve tüzel kişilerin alamet ve işaretlerinin,
itibarlarını kıracak şekilde başkaları tarafından kullanılması suç sayılmıştır.
Burada hakaret değil, itibarın kırılması söz konusudur. Fiil diğer bir kanun,
söz gelimi 5/12/1951 tarihli ve 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu
tarafından cezalandırıldığı hâllerde, o kanunların hükümleri uygulanacaktır.
Madde 187. - Madde,
hakaret suçlarından dolayı hükümlülük hâlinde suçun cismini taşıyan şeylerin
müsadere edilmesi ve ortadan kaldırılmasına karar verileceği, ortadan
kaldırılması olanaklı bulunmayanların üzerine ise hüküm fıkrasının yazılacağı
hükmünü getirmiştir.
Madde 188. - Madde,
aslında muhabere hürriyetini korumaktadır. Dilimizde bugün yerleşmiş terimiyle
haberleşme hürriyeti denildiğinde, kitle haberleşme araçlarıyla haber, düşünce
ve fikirlerin yayımlanması anlaşılmaktadır. Ancak, Anayasanın 22 nci maddesinin
başlığı olarak "haberleşme hürriyeti" terimi kullanılmış ve bu
maddede muhabere hürriyeti belirlenmiştir. Hâlen kitle haberleşme araçlarıyla haber,
fikir ve düşünceleri yayımlama serbestliği karşılığı olarak "iletişim
hürriyeti" terimi kullanılmaktadır. Bununla birlikte Anayasaya uyularak bu
maddenin başlığı olmak üzere haberleşme hürriyetinin ihlâli sözcükleri
kullanılmıştır.
Haberleşme hürriyetinin
ihlâlini cezalandıran bu madde, aynı zamanda, bireylerin sır mahremiyetinin
ihlâlini cezalandırmış olmaktadır.
Suçun maddî unsuru,
failin içindekini öğrenmek maksadıyla kendisine gönderilmiş olmayan bir mektup,
telgraf, kapalı zarf veya koliyi açması veya eline geçirmesidir. Suçun faili
herkes olabilir. Ancak suçun oluşması için failin fiili icra hususunda hak ve
yetkisinin bulunmaması gerekir. Anayasanın 3/10/2001 tarihli ve 4709 sayılı
Kanunla değişik 22 nci maddesinin ikinci fıkrasına göre millî güvenlik, kamu
düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâkın korunması
veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya
birkaçına bağlı olarak, usulüne göre verilmiş hâkim kararıyla, yine bu
sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde de kanunla yetkili
kılınan merciin yazılı emriyle söz konusu mektup, telg-raf, kapalı zarf veya
koli ele geçirildiğinde fiil suç oluşturmayacaktır.
Tasarının 195 inci
maddesi, bu husustaki hukuka uygunluk nedenini göstermiş bulunmaktadır.
Maddenin ikinci
fıkrasında, birinci fıkradaki suç işlenerek ele geçirilmiş veya açılmış olan
şeylerin içeriğinin ifşa edilmesi veya kullanılarak her ne suretle olursa olsun
yarar sağlanması hâli suçun nitelikli bir şeklini oluşturmaktadır.
Maddenin üçüncü fıkrası
mevzuatımızda yer alması gerekli yeni bir hüküm ve özel hayatın dokunulmazlığı
ilkesinin yeni bir yaptırımını getirmektedir. Fıkraya göre yeni suçun faili
herkes olabilir.
Suçun maddî unsuru
telekomünikasyon yolu ile yapılan haberleşmelere girmek ve içeriğini
öğrenmektir. Bu itibarla herkese açık olmayan bilgisayar ağları ile yapılan
haberleşmeler de bu dokunulmazlıktan yararlanabilecektir. Elektronik posta da,
fıkranın kapsamı içindedir. Bilgisayar ağları ile yapılan haberleşmelerin
özgürlük koşullarını, bazı yabancı ülkelerde olduğu gibi, ayrı ve özel
kanunlarla düzenleme ihtiyacı vardır.
Suçun hukuka aykırılık
unsuru, maddî unsurun kanunların verdiği yetkiye dayanmadan
gerçekleştirilmesidir; yetkili kişi tarafından kanunların verdiği yetki usul ve
koşullarına uyularak ve kanunun izin verdiği hâlde kullanıldığında fiil suç
oluşturmayacaktır.
Maddenin son fıkrasında
suçların kamu görevlileri tarafından işlenmesi cezayı artırıcı bir neden olarak
saptanmıştır.
Madde 189. - Maddede yer
alan suçun maddî unsuru, başkası tarafından gönderilmiş bir mektup veya
telgrafı, gönderenin rızası olmadan yayınlamak veya açıklamaktır. Ancak suçun
kovuşturulması cezalandırabilme koşuluna bağlanmıştır. Yayınlama veya açıklama
sonucu bir maddî veya manevî zarar olasılığı söz konusu olduğu takdirdedir ki,
cezalandırma olanaklıdır. Burada bir cezalandırabilme koşulu söz konusu
olduğundan, failde zarara yönelik bir kastın varlığı aranmayacaktır.
Zarar olasılığının
oluşması için meydana gelmesi aklen olanaklı görülen zararın mutlaka maddî
olması gerekmez, şan, şeref veya şöhret bakımından zarar olasılığı da
yeterlidir. Olasılıktan maksat, hâl ve koşullara göre zararlı bir durumun
gerçekleşebilecek olması, bu hususta bir tehlikenin varlığıdır.
Madde 190. - Kişiler
arasındaki alenî olmayan özel ve telekomünikasyon yolu ile yapılan
konuşmaların, tarafların haberi olmadan bir dinleme aleti marifetiyle izlenmesi
veya bunların ses alma cihazları ile kaydedilmesi, çağdaş ceza mevzuatınca suç
hâline getirilmiştir. Zira çağdaş teknolojinin insan hizmetine verdiği aletler
vasıtasıyla, özel yaşamın gizliliği esaslı şekilde ihlâl edilebilmektedir.
Maddede yer alan suçun oluşabilmesi için temel koşul, konuşmanın alenî değil
özel olmasıdır. Bu itibarla, ağzına tutulmuş bir mikrofona alenî olarak
yapılmış konuşmanın izlenmesi ve kayda alınması suç oluşturmayacaktır.
İşte Tasarının bu
maddesi, çağdaş ceza mevzuatının esaslarına uyarak fiili cezalandırmış
bulunmaktadır.
Maddenin ikinci
fıkrasında, birinci fıkrada yazılı fiil işlenerek elde edildiği bilinen veya
böylece elde edileceği kabul edilebilecek olan bilgiden ayrıca yarar sağlanması
veya bu bilgilerin başkalarına aktarılması veya diğer kimselerin bunlar
hakkında bilgi edinmelerinin temini bu suçun ağırlaşmış şeklini oluşturmaktadır.
Maddenin üçüncü
fıkrasında ise, birinci fıkranın ihlâli suretiyle elde edilen konuşmaların
basın ve yayın araçlarıyla yayınlanması yasaklanmış ve cezalandırılmıştır.
Kanunların, suçların
araştırılması, suçluların takibi bakımından resmî görevliler için tanımış
bulunduğu yetkilerin, kanuna uygun olarak kullanılması, elbetteki bir maddeyi
ihlâl etmeyecektir; bu husus 195 inci maddede ayrıca açıkça belirtilmiştir.
Madde 191. - Madde,
kişilerin beraberce katıldıkları bir söyleşiyi, diğer konuşmacıların rızası
olmadan kayda almayı suç saymıştır. Böylece bir engelleme suçu getirilmiş
olmaktadır. Ancak bu fiillere muhatap olduğunu bildiği hâlde buna karşı
çıkmayan kişinin rızası var sayılacaktır. Böylece "rıza" unsuru
yönünden kanunî bir karine kabul edilmiş olmaktadır.
Fail, ayrıca 190 ıncı
maddenin ikinci fıkrasında belirtilen fiilleri icra ederse, ikinci fıkraya göre
suçun nitelikli bir şekli oluşmuş bulunacaktır.
Madde 192. - Madde,
kişilerin gizli yaşam alanına girerek veya başka suretle başkaları tarafından
görülmesi mümkün olmayan bir özel yaşam olayının saptanmasını ve kaydedilmesini
cezalandırmaktadır. Suçun oluşması için ilgilinin rızasının bulunmaması şartır.
Böylece Anayasanın 20 nci maddesinin bu anlamda yaptırımı getirilmiş
olmaktadır.
İkinci fıkrada, böylece
elde edilen saptama ve kayıtlardan herhangi bir suretle yarar sağlanması veya
bunların başkalarına verilmesi veya diğer kimselerin bilgi edinmelerinin temini
veya basın ve yayın yoluyla açıklanması suçun ağırlaşmış şeklini oluşturmaktadır.
Son fıkra, uzaktan
söyleşileri tespit edebilen araçları, merciince izin verilmeden imal eden,
ithal eden veya bulunduran yahut kullanan kişilerin cezalandırılması özel
yaşamın gizliliği hakkına saygının sağlanması bakımından gerekli önleyici bir
tedbir olarak öngörülmüştür. Uzaktan söyleşileri tespit edebilen bu araçlar,
uygun kişilerce kullanılmadığında kişisel ilişkileri zorlaştırıcı etki
yapmakta, temaslarda duraksamaların meydana gelmesine, umumi mahallerde kişisel
konuşma hürriyetinin zedelenmesine neden olmaktadır. Bu aletlerin kötü maksatla
kullanılmaları, insanların korkudan arık yaşamak özgürlüğünü de sakatlayacak
niteliktedir. Açıklanan bu nedenlerle yeni Fransız Ceza Kanununun 226-3 üncü
maddesinde de yer alan hükümden esinlenilerek Tasarıda bu hükme yer
verilmiştir.
Madde 193. - Madde,
Fransız Ceza Kanununun 226-8 inci maddesinde de yer almış bulunan hükümden
esinlenerek kaleme alınmıştır.
Suç iki koşulun
birleşmesi ile oluşmaktadır: Mağdura ait söz veya resimlerin kullanılarak
montaj yapılması ve meydana getirilen söz veya resimle oluşturulmuş nesnenin
bir montaj olduğunun anlaşılamamasıdır. Söz gelimi resimle yapılan bir montajda
erkek kişi, kadın kılığına sokulmuş ise, burada kanunun yasakladığı montaj suçu
oluşmayacaktır. Buna karşılık kişinin söylediği sözlerin altı üstüne
getirilerek, hiçbir suretle adı geçenin, düşünmediği şeyleri söylemiş gibi
gösterilmesi ve yapılanın bir tertip olduğu da anlaşılır nitelikte bulunmaması
durumunda, montaj suçu gerçekleşmiş olacaktır. Fotoğraflarla montajların
gerçekleşmiş sayılması için mutlaka hileli bir saptırmaya başvurulmuş olması
koşulu aranmayacaktır; insanın kendisine özgü kişiliğini saptıracak nitelikteki
tertip ve düzenlemeler de montaj suçunu oluşturabilir. Söz gelimi resimlerin,
bir eşcinsel görünümünün veya bir şeyler eklenerek bir gerici imajının
yüklenilmesine çalışılması gibi.
Maddenin ikinci fıkrasına
göre montaj yapıldığı açıkça anlaşılıyorsa veya yayına montaj yaptığını, fiili
icra eden açıkça beyan etmiş ise, suç oluşmuş sayılmayacaktır. Ancak bu gibi
hâllerde faile ihlâl ettiği başka suçların cezasının verilebileceği açıktır.
Suç, her insanın
resimleri ve sözleri itibarıyla gerçek kişiliğinin dokunulmazlığı hakkını ihlâl
etmektedir. Suçun temel ratio legisi budur.
Madde 194. - Madde, 188
ve 190 ıncı maddelerde yazılı suçların posta ve diğer iletişim kurumlarında
görevli memurlar tarafından işlenmesini, suçun icrasındaki kolaylık nedeniyle
bir ağırlaştırıcı hâl saymıştır.
Madde 195. - Maddede,
Tasarının 188, 190, 191 ve 192 nci maddelerinin birinci fıkralarında gösterilen
fiillere ilişkin olarak bir hukuka uygunluk nedeni gösterilmiştir. Suçun
soruşturulması veya kovuşturulması veya önlenmesi maksadıyla söz konusu suç
teşkil eden eylemlere, suçları araştırma, soruşturma veya kovuşturma ile
görevli bulunanlarca başvurulması gerekebilir. İşte bu gibi hâllerde görevliler
kanunun belirttiği hâllerde yetkili hâkime başvurarak bu hususta tedbir kararı
vermesini isteyeceklerdir. Ancak tedbirin etkili olabilmesi işlemlerin gizli
olarak icrasına bağlı bulunduğundan, hâkimin karar verme sürecine ait usul
esaslarının, gizliliği sağlayacak suretle uygulanması ayrıca zorunludur. Bütün
bu hususların ayrı bir kanunda, söz gelimi Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununda
belirtilip düzenlenmesi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin içtihatları
gereğidir.
İkinci fıkradaki açıklık
gereğince böylece elde edilen bilgi, vesika veya resimler, sadece yargılamada
kullanılabileceğinden, bunları başka maksatla kullananlar, maddenin üçüncü
fıkrasına göre cezalandırılırlar. Demek oluyor ki, böylece elde edilen hususlar
yargılamada kullanılabilecek ve hâkim, tabiî olarak, bunları takdir edecektir;
bunların delil olarak değeri hâkimin takdirine bağlıdır.
Maddenin son fıkrasında
bu hususta özel kanunların içerdiği hükümlerin saklı olduğu açıklanmış, böylece
örneğin örgütlü suçlar ve terörizm ve çıkar amaçlı suç örgütleriyle mücadele
kanunlarının verdiği yetkilerin saklı bulunduğu ifade edilmiştir.
Madde 196. - Maddeyle,
192 nci maddenin son fıkrası hariç olmak üzere 188 ilâ 193 üncü maddelerde
yazılı suçlar, kamuya göre mağduru daha ziyade ilgilendirdiğinden soruşturma ve
kovuşturma şikâyete tâbi tutulmuştur.
Madde 197. - Çağımızda
kişilerle ilgili kayıtların bilgisayar ortamlarına geçirilip muhafaza edilmesi
uygulamasına bazı kurum ve kuruluşlar tarafından başvurulmaktadır; hastanelerde
hastalara, sigorta şirketlerinde sigortalılara, bankaların ve kredili
alış-veriş yapılan mağazaların müşterilerine ilişkin kayıtlar, böylece
tutulmaktadır. Bilgisayarlarda veya fişliklerde yer alan bu bilgilerin amaçları
dışında kullanılmasından veya herhangi bir şekilde üçüncü şahısların eline
geçerek hukuka aykırı olarak yararlanılmasından dolayı hakkında bilgi toplanan
kişiler büyük zararlara uğrayabilmektedirler. Bu itibarla, kişilerle ilgili
bilgilerin bilişim sistemlerine yerleştirilmesi ve işlenmesiyle ilgili esas ve
usullerin düzenlenmesi, bunlara uymayanlar hakkında ceza yaptırımlarının
getirilmesi kişilik haklarının korunması ve yasal güvencelerin sağlanması
zorunludur.
Mevzuatımızda kişilik hakkının
korunmasına ilişkin kurallar Türk Medenî Kanununda yer almaktadır. Türk Medenî
Kanununun 24 üncü maddesine göre, hukuka aykırı olarak şahsiyet hakkına tecavüz
edilen kişi, hâkimden tecavüze karşı korunmasını isteyebilir. Türkiye'nin 1954
yılında onayladığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 8 inci maddesinde,
herkesin özel ve aile hayatına, konutuna ve muhaberatına saygı gösterilmesi
emredilmektedir.
Genel nitelikteki bu
kurallar, bilişim alanındaki gelişmeler karşısında, kişilik haklarının
korunmasında yetersiz kalmıştır. Bu nedenle, Avrupa Konseyi 1970'li yıllarda,
elektronik bilgi bankalarında işlenen veriler dolayısıyla, bireylerin özel
yaşamının korunması için gereken ilkeleri belirlemek üzere bir çalışma
başlatmıştır. Bu çalışmalar sonucu, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, 1973 ve
1974 yıllarında, özel sektör ve kamu sektöründeki elektronik bilgi bankalarında
uygulanacak ilkeleri gösteren iki tavsiye kararı kabul etmiştir. Bunun üzerine,
başta Almanya olmak üzere, Avusturya, Fransa, Danimarka, Norveç gibi Konsey
üyesi devletler daha 1970'li yılların sonunda "Verilerin korunması"
konularında özel yasalar kabul etmişlerdir. Avrupa Konseyi, daha sonra bir
sözleşme hazırlamak amacıyla bu alandaki çalışmalarını sürdürmüştür. Çok
gelişmiş telekomünikasyon araçlarıyla gerçekleştirilen ülkeler arasındaki hızlı
sınır ötesi bilgi akışı karşısında, kişilik haklarının korunmasında üye
devletler millî mevzuatının yetersiz kalması, bu alanda bir uluslararası
sözleşme hazırlanmasını zorunlu kılmıştır. "Kişisel Verilerin Otomatik
İşleme Tâbi Tutulması Karşısında Bireylerin Korunması"na ilişkin 108
sayılı Sözleşme, 28 Ocak 1981 tarihinde imzaya açılmış ve aynı tarihte diğer
Konsey üyeleriyle birlikte Türkiye tarafından da imzalanmıştır.
Sözleşme ile öngörülen
yükümlülükleri yerine getirmek için bazı devletler kanunlar hazırlamışlar ve bu
konuda kişisel verilerin gerek elle gerek mekanik yollarla tutulması hâlinde
meydana gelebilecek çeşitli hukuka aykırı fiilleri suç hâline getirmişlerdir.
İsviçre, Avusturya, Almanya ve Hollanda gibi bazı ülkeler ceza hükümlerini özel
yasalarında düzenlemiş, Fransa gibi diğer bazı ülkeler ise bu hükümleri ceza
kanunlarına almışlardır. Yeni Fransız Ceza Kanununda, özel hayata saldırı
oluşturan bireye ve o bireyi tanımlamaya veya tanımlamaya yeterli bilgilere
ilişkin kişisel verileri kendisine veya başkasına yarar sağlamak veya başkasına
zarar vermek amacıyla hukuka aykırı olarak otomatik veya otomatik olmayan
yöntemlerle toplama, kaydetme, düzenleme, depolama, uyarlama, değiştirme, değerlendirme,
kullanma, açıklama, aktarma, elde etme, ayırma, birleştirme, dondurma, silme
veya yok etme fiilleri suç hâline getirilmektedir.
Tasarı da bu yöntemi
benimsemiş ve kanuna aykırı olarak kişisel verileri toplama, verileri yetkili
olmayanlara verme, imha etme, yok etme fiilleri bu madde ile suç hâline
getirilmiştir.
Maddenin (1) numaralı
fıkrasının birinci paragrafında, ilgili kişinin rızası olmaksızın veya kanunun
öngördüğü şekil ve usullere uyulmaksızın kişisel verinin bilişim sistemine
yerleştirilmesi veya işlenmesi eylemi suç hâline getirilmektedir. Hakkında veri
toplanan kişinin rızasının olması hukuka uygunluk nedeni sayılmaktadır.
Fıkranın ikinci
paragrafında, verilerin hileli veya kanun dışı yollarla elde edilmesi hâlinde,
ceza artırılmıştır.
Maddenin (2) numaralı
fıkrasının birinci paragrafında, kanuna uygun olarak bilişim sistemlerine
yerleştirilmek veya işlenmekle beraber korunmaları için gerekli güvenlik
tedbirlerinin alınmaması nedeniyle kişisel verilerin başkalarının eline
geçmesine, bozulmasına veya zarar görmesine neden olanlar hakkında hapis cezası
verilecektir.
Fıkranın ikinci
paragrafında fiilin taksirle işlendiği hâllerde ise ağır para cezası
uygulanması hükme bağlanmaktadır.
Maddenin (3) numaralı
fıkrasıyla, kanunun öngördüğü hâller saklı kalmak üzere, kişilerin ahlâkî
niteliklerini, siyasal, felsefî veya dinsel görüşlerini, ırkî kökenlerini,
sendikal bağlantılarını, cinsel yaşamlarını, sağlık durumlarını kişisel veri
olarak sisteme yerleştiren veya işleyen kimseye hapis cezası verilmesi
öngörülmektedir. Diğer ülke kanunlarında da özel niteliği olan bazı verilerin,
ancak kanunların öngördüğü hâllerde bilişim sistemine yerleştirilmesi veya
işlenmesi ve bunlara aykırı davranışların suç oluşturması kabul edilmiştir.
Madde 198- Maddenin, (1)
ve (2) numaralı fıkralarında, kişisel verileri yetkisiz kişilere veren, ifşa
eden, çeşitli özel, kişisel maksatlarla kullanan ve her ne suretle olursa olsun
ele geçiren, kanunların belirlediği süreler geçmiş olmasına karşın sistem
içinde yok etmekle yükümlü olup da görevlerini yerine getirmeyenler hakkında
hapis cezası öngörülmektedir.
Madde 199. - Maddeyle,
Tasarının 197 ve 198 inci maddelerinde yer alan fiillerin, otomatik olmayan her
türlü yöntemle fişliklere yani elle veya daktilo ile yazılmış fişlerin bu
hususa tahsis edilmiş dolaplara yerleştirilmesi ve işlenmesi hâlinde fail
hakkında aynı cezaların uygulanması öngörülmektedir. Bu dolapları Tasarı
"fişlik" olarak adlandırmaktadır.
Madde 200. - Maddeyle,
Tasarının 197 ilâ 199 uncu maddelerinde tanımlanan suçlardan dolayı tüzel
kişilerin de sorumlu olmaları esası benimsenmektedir.
Madde 201. - Hırsızlığın
basit şeklini düzenleyen bu maddede taşınır malın alınmasının suç
oluşturabilmesi için zilyedinin rızasının bulunmamasının aranacağı
belirtilmiştir. Rızanın geçerli olması için bulunması gereken koşulların
varlığı hâlinde zilyedin rızası bir hukuka uygunluk nedeni teşkil edecek ve suç
oluşmayacaktır.
Mal, başkasının
malvarlığına girmeyen terkedilmiş veya üzerinde bireysel mülkiyet tesisine
hukuken olanak bulunmayan bir şey ise, hırsızlık suçu değil ve fakat bazı
hâllerde başka bir suç oluşabilir.
Taşınır maldan, bu
nitelikte olan mallarla, bir taşınmazdan söküldükten sonra aynı niteliği elde
etmiş mallar anlaşılır. Doktrin ve uygulama, ekonomik bir değer taşıyan
elektrik enerjisini, gazları, tabiî veya sun'i buharları da "taşınır
mal" saymaktadır. Bununla birlikte duruma daha da açıklık getirmek için
maddenin üçüncü fıkrasında her türlü enerjinin malvarlığına karşı suçlar
bakımından "taşınır mal" sayılacağı ayrıca belirtilmiştir.
Failin kendisine veya
başkasına bir yarar sağlamak maksadıyla hareket etmesi yeterli olup, bunun
fiilen temini şart değildir. Böylece söz konusu özel kast, hırsızlığın zarar
verme suçundan ayrılmasını sağlamaktadır. Yarar maddî veya manevî olabilir.
Bundan başka yararın "haksız" olması da aranmamıştır. Bir malını
rehin olarak vermiş olan ve henüz borcunu ödemeden malı zilyedinin rızası
olmadan alan malik de hırsızlık suçunu işlemiş sayılacaktır.
460 ıncı maddenin ikinci
fıkrasında yazılı olduğu üzere, üçüncü bir şahsa muhafaza edilmek üzere
"resmen tevdi edilmiş" eşyayı bu kimsenin rızası ile alan mal sahibi
hırsızlık suçunu işlemiş olmaz; koşulları varsa 460 ıncı maddeye göre
cezalandırılır.
Suçun eylem unsurunu
oluşturan "almak" mal üzerinde zilyetlik kurulması anlamına gelmez.
Aranan husus, mağdurun zilyetliğine son verilmesi, mağdurun suç konusu eşya
üzerinde zilyetlikten doğan tasarruf haklarını kullanmasının olanaksız hâle
gelmesidir. Bu itibarla, bu tasarruf olanağı ortadan kaldırılınca suç da
tamamlanır. Söz gelimi bir vazoyu çalan hırsız evden henüz çıkmadan düştüğü
için vazo kırılacak olursa zilyedinin vazodan artık tasarrufu olanaksız hâle
gelmiş bulunacağından, suç da tamamlanmış olacaktır. Tasarrufun, pek kısa bir
süre ile de olsa olanaksız hâle getirilmesi suçun oluşması için yeterlidir.
Zilyedin tasarruf olanağı baki kaldıkça, icra hareketleri de devam ediyor
demektir; bu olanak ortadan kalkar kalkmaz ise suç tamamlanmış olur.
Bu nedenle, maddede malın
"bulunduğu yerden alınması" ibaresine yer verilmiş ve bu suretle,
almak maddî unsurunun, malın zilyedinin tasarruf alanından çıkarılmadıkça veya
burada kalsa da tasarruf olanağı ortadan kalkmadıkça tamamlanamayacağı
açıklanmak istenilmiştir.
Çağımızın teknoloji ve
bilgi çağı olduğu gerçeğinden hareketle, büyük ekonomik yatırımlarla ses ve
görüntü yolu ile yapılan hizmet ve ticaretin mal varlığı yönünden
azımsanmayacak değerlere ulaştığı bilinmektedir.
İkinci fıkrada, kamu veya
özel kuruluşlarca kurulmuş bulunan telli ve telsiz telefon hatları ile
sistemlerinden veya elektromanyetik dalgalar yolu ile şifreli veya şifresiz
yayın yapan televizyon yayınlarından sahiplerinin veya zilyetlerinin rızası
olmadan yararlananlar hakkında da eylemlerinin mal varlığına saldırı niteliği göz
önüne alınarak ceza yaptırıma tâbi tutulmaları zorunlu görülmüş ve fıkra buna
göre düzenlenmiştir.
Tasarının 350 nci
maddesi, banka veya kredi kartlarının hileler yapılarak veya başka suretler
kullanılması yoluyla para veya mal elde edilmesini, müstakil suç olarak
cezalandırılmış bulunduğundan, bu kartların kötüye kullanılması suretiyle
işlenen suçlarda, 350 nci madde uygulanacaktır; hırsızlık hükümleri
uygulanmayacaktır.
Madde 202. - Maddede,
hırsızlık suçunun nitelikli şekilleri yer almış bulunmaktadır. Buna göre; kamu
kurum ve kuruluşlarında, ibadete ayrılmış yerlerde bulunan eşya kime ait olursa
olsun, mutlak surette korunmuştur. Eşyanın kurum ve kuruluş veya ibadet yerine
ait bulunması veya buralarda özel muhafaza altına alınmış olması koşulu aranmamış,
görevlilerin veya ibadet edenlerin özel eşyası hakkında suçun işlenmesi hâlinde
de ağırlaşmış şeklin oluşacağı kabul edilmiştir. Kamu yarar veya hizmetine
tahsis edilen eşyanın ise, bulunduğu yer önemli değildir. Şüphesiz ki, suçun
oluşması için kast unsuru gereği failin bu gibi eşyanın kamu hizmet veya
yararına tahsis edilmiş olduğunu bilmesi aranacaktır.
Bina veya etrafı çevrili
eklentilerinde yapılan hırsızlığın cezası artırılırken bu gibi yerlere giriş
şekline esasta önem verilmemiştir. Giriş şeklindeki özellik, 203 üncü maddede
göz önüne alınmıştır. Bu itibarla tarlada tarım araçlarının korunması için
yapılan kulübelerde işlenen hırsızlığın da madde hükmüne girmesi sağlanmıştır.
Ancak bina tanımına girmeyen bir yerde, örneğin otomobilde bulunan eşya
hakkında muhafaza altına alınma koşulu aranmış; böylece kapıları veya camları
kapatılmamış bir otomobildeki eşyanın çalınması hâlinde nitelikli hırsızlık
kabul edilmemiştir.
Eklentilerin etrafının
çevrili olması yeterli görülmüş, kullanılan malzeme önemli sayılmamıştır.
Maddenin (3) numaralı
bendi ile halkın yararlanmasına sunulmuş ulaşım araçlarında ve bunların belli
kalkış ve varış yerlerinde yani istasyonlarda bulunan eşya korunmaktadır. Bu
gibi eşyanın yolcu veya araç personeline ait bulunması, keza yolcu veya
personelin beraberinde bulunması gerekli değildir. Kargo ile nakledilen veya
araçtan indirilen yahut yüklenmek üzere hazırlanan eşya da madde kapsamına
alınmış, bunların eşyanın özel bir muhafaza altına alınmış olması koşulu
aranmamıştır. Aracın türü önemli değilse de, umuma tahsis edilmiş olması
zorunludur. Bir vasıtanın umuma tahsis edildiği, bir bedel karşılığında herkes
tarafından kullanılabilir olması ile değil, belirli bir yöne giden yolcuları ve
eşyayı nakletmesiyle anlaşılır. Bu itibarla belirli kişi veya kişileri nakleden
taksiler, genel taşıt olmadıkları, zira bu kişi veya kişilerin rızası
olmadıkça, başkalarının bu vasıtalardan yararlanması olanaklı bulunmadığı
hâlde, otobüs, minibüs hatta dolmuşlar umuma tahsis edilmiş vasıtalardır. Aynı
ayırım deniz ve hava taşıtlarında da gözetilmelidir. Vasıtanın içinde bulunan
eşya gibi, alışılmış kalkış ve varış yerlerindeki eşya da kime ait olursa olsun
korunmuştur. Ancak ulaşım aracının alışılmış kalkış ve varış yerleri göz önünde
tutulmuş, bu gibi yerleri bulunmayan ve bulunup da herhangi bir nedenle bu gibi
mahallerin dışında yolcu veya eşya yükleyen yahut indiren ulaşım araçlarından
indirilen veya yüklenmek üzere hazırlanan eşyanın ayrıca korunması için neden
görülmemiştir.
(4) numaralı bentte hırsızlığın
özel bir beceriyle işlenmesi hâli öngörülmüştür. Yankesicilik veya kişisel
çeviklik ile işlenen hırsızlık hâlleri bendin kapsamına girdiği gibi, bir
hayvanı alıştırmak suretiyle ve ondan yararlanılarak işlenen fiiller hakkında
da bendin uygulanması sağlanmıştır. Bunun gibi, yoldan giden bir kimsenin
çantasını kapıp kaçan hırsız da koşma yeteneğinden yani maharetinden yararlanan
kişidir. Ancak duraksamalara yer vermemek için hırsızlığın bu işleniş şeklinden
ayrıca bahsedilmesi uygun görülmüştür.
Bu hususta 203 üncü
maddenin gerekçesine de bakılmalıdır.
(5) numaralı bentte
hayvanların barınak yerlerinden veya sürü içinden alınması öngörülmüştür.
Barınak yerlerinin sayılması uygun görülmemiş, böylece kümes hayvanlarının
çalınması hâlinde de nitelikli hâlin oluşacağı kabul edilmiştir. Hayvanlar ayrı
bir barınak yerinde olmayıp da, bina içerisinde söz gelimi konutun alt katında
muhafaza edildiği takdirde, (2) numaralı bent uygulanacağından, buradan bir
hayvanın çalınması, söz konusu bent gereğince cezanın verilmesi için yeterli
sayılacaktır.
(6) numaralı bentte doğal
bir afetin veya genel bir felâketin meydana getirebileceği zararları önlemek
veya hafifletmek maksadıyla hazırlanan eşyadan bahsedilmektedir. Doğal afetin
veya genel bir felâketin (örneğin büyük bir yangın gibi) ülke içinde
gerçekleşmiş bulunması şart değildir. Depremden zarar gören bir başka ülkeye
gönderilmek üzere hazırlanan malzeme veya giyecek, yiyecekler de madde
kapsamına girer. Bunun gibi doğal afetin dolaylı zararlı neticeleri de bendin
içinde kabul edilmelidir. Kuraklığın neden olduğu kıtlığı gidermek için
yapılacak gıda yardımları bu türdendir. Hazırlanan eşyanın bulunduğu yer de
önemli değildir; bunların bina içerisinde veya açıkta depolanmış olması
mümkündür. Bunun gibi eşyanın afet ve felâket bölgesine gittikten sonra ve
henüz afetten zarar görenlere dağıtılmadan önce çalınması hâlinde de bent
uygulanacaktır.
Mağdurun içinde bulunduğu
bazı durumlar, eşyası üzerinde normal olarak dikkatli bulunmasını
engelleyebilir ve bu durum failin suçunun daha kolaylıkla işlemesine yol
açabilir. Mağdurun içinde bulunduğu bu durumun özel bir felâketten ileri
gelmesine ihtiyaç yoktur. Aklî veya bedensel bir hastalık veya sakatlık hatta
bir yakının ölüm haberini almış olmaktan doğan büyük bir üzüntünün neden olduğu
bir panik hâlinin de aynı durumu doğurmuş bulunması olanaklıdır. Ancak mağdur
bu hâle fail tarafından getirilmemiş olmalıdır. Aksi takdirde fail, mağdur
üzerinde maddî veya manevî şiddet kullanmış olacağından, fiil hırsızlık
olmaktan çıkar ve yağmaya veya adam kaldırmaya dönüşür.
(6) numaralı bentte
ayrıca doğal bir afet veya genel bir felâketin neden olduğu kargaşa, telaş ve
heyecan dolayısıyla insanların can derdine düşerek malların üzerinde fazla bir
dikkat göstermeyecekleri göz önünde bulundurulmuş, bu hâlden yararlanarak
hırsızlığın işlenmesi ve bu nedenle maddede belirtilen olayların sonuçlandığı
kargaşadan yararlanılarak hırsızlığın işlenmesi ayrıca bir nitelikli hâl
sayılmıştır.
(7) numaralı bentte,
malını koruyamayacak bedensel, aklî veya ruhsal durumda bulunan kişinin bu
hâlinden yararlanılarak hırsızlığın icrası nitelikli bir hâl sayılmıştır. Ağır
ve ateşli bir hastanın malının alınması gibi. Ancak bu hâlin gerçekleşmesi
için, mağdurun durumuna failin neden olmaması gerekir.
Maddenin (8) numaralı
bendinde âdet veya tahsis ve kullanım gereği açığa bırakılmış olan eşya
öngörülmüştür. Tarlalarda bırakılan tarım araçları, inşaat yerine yığılan
malzeme, sokak ve evlerin önüne bırakılan otomobiller bu kabildendir. Bunların
da çalınmalarında kolaylık bulunması, nitelikli hâlin kabulünde etken olmuştur.
Hırsızlık suçunun
nitelikli şeklinin iştirak hâlinde işlenmesi, faillerdeki suç işleme iradesinin
güçlülüğünü belirtmekle birlikte fiillerin işlenmesinde cüret ve cesareti
artırıcı, suçun işlenmesini kolaylaştırıcı nitelikte olduğundan ayrıca bir
ağırlaştırıcı neden sayılmıştır.
Madde 203. - Maddede, 202
nci maddede gösterilen nitelikli hırsızlık hâllerine oranla daha ağır cezayı
gerektiren ağır nitelikli hırsızlık şekilleri düzenlenmiştir.
Madde, ilk üç bendinde
muhafaza altına alınmış şeylerin çalınmasında koruma tedbirlerinin bertaraf
edilmesini ayrıca ağırlaştırıcı neden saymaktadır.
(1) numaralı bentte,
hırsızlığın muhafaza tedbirlerine karşı şiddet kullanılması suretiyle işlenmesi
hâli söz konusudur. Bozma ve tahrip sözcükleri, yıkma, devirme, kırma, delme
veya mahvetme gibi eylemleri ifade etmektedir. Bunlar, kişiler veya malları
muhafaza için sağlam maddelerle tesis edilmiş engellere yönelmiş bulunmalı ve
hırsızlığı işlemek veya çalınmış malı başka yere nakil için yapılmış olmalıdır.
(2) numaralı bentte,
yapay araçlarla veya kişisel çeviklik sayesinde giderilebilen engelleri
kaldırarak veya aşarak konut ve diğer yerlere girmek suretiyle işlenen
hırsızlık suçu düzenlenmiştir. Engeli yok etmek maksadı ile imal edilmiş veya
bilfiil kaldırılmış olan her türlü vasıta, yapay araçtır. "Kişisel
çeviklik" deyimi ile, normal ve ortalama beden gücü ve yapısına sahip
kimselerin gösterebileceği ve fakat o suretle hareketin alışılmışın dışındaki
şekil ve suretlerle faaliyete geçilerek engelin aşılması kastedilmektedir. Bir
yere girmek hususundaki maddî zorlukları yok etmeğe yönelmiş her türlü hareket,
"kaldırmak veya aşmak" sözcükleri ile ifade edilmiştir. Şüphesiz,
burada engelin ne suretle olursa olsun, bozulması ve tahribi söz konusu
edilmeyecektir.
(3) numaralı bentte,
anahtar veya diğer aletler kullanarak kilit açılması suretiyle işlenen
hırsızlık hâli söz konusudur. Bu eylem, hırsızlığı işlemek veya çalınmış malı
başka yere nakletmek amacı ile yapılmış olmalıdır. Kilidin muhkem olması şart
değildir. Anahtar veya diğer aletlerin, vasıtasız olarak açılması mümkün
olmayan bir kilidi açmak için kullanılması lazımdır. Kilidi kırmadan açmaya
yarayan her türlü araç, alet sayılır. Sahibinin kilidin üzerinde unuttuğu
anahtar çevrilerek kilidin açılması suretiyle hırsızlığın işlenmesi ve
çalınacak şeyin herhangi bir aletle yerinden sökülmesi hâllerinde bu bent
uygulanmayacaktır.
(4) numaralı bentte,
failin kendisini tanınmayacak hâle getirmeye çalışarak hırsızlığı işlemesi hâli
öngörülmektedir. Bununla, failin suç işlediği sırada yakalanmasını önlemek ve
böylece cezasız kalmasını sağlamak amacı ile kıyafetinde ve çehresinde yapacağı
her türlü değişiklik kastedilmektedir.
(5) numaralı bentte,
hırsızlığın failin kamu görevi yapan kişi sıfatını takınması, kendisine bu süsü
vermesi suretiyle işlenmesi hâli söz konusudur. Polis elbisesi giyen kişinin bu
sıfatın verdiği kolaylıktan yararlanarak hırsızlığı işlemesi buna örnek
gösterilebilir.
Maddenin ikinci
fıkrasında yer alan hüküme göre, bu maddede yazılı suçlar sıvı ve gaz hâlindeki
yakıtları nakleden boru hatlarında veya tesislerinde işlenirse cezanın yukarı
sınırına hükmolunacaktır. Bu hâllerde, suç, teşebbüs derecesinde kalmış olsa
bile aynı cezaya hükmolunacaktır. Burada fiilin netice bakımından
"tehlikeliliği" göz önüne alınarak, cezanın yukarı sınırı
uygulanacaktır. Ayrıca hareketin yöneldiği hukukî yararın görebileceği
tehlikeliliğe itibar edilmek suretiyle teşebbüsü belirten eylemler, netice
gerçekleşmiş gibi tamamlanmış suça ait ceza ile cezalandırılacaktır.
Hırsızlık suçunun
nitelikli şeklinin iştirak hâlinde işlenmesi, faillerdeki suç işleme iradesinin
güçlülüğünü belirtmekle birlikte fiillerin işlenmesinde cüret ve cesareti
artırıcı, suçun işlenmesini kolaylaştırıcı nitelikte olduğundan ayrıca bir
ağırlaştırıcı neden sayılmıştır.
Madde 204. - Maddede, 201
ilâ 203 üncü maddelerde yazılı suçların gece vakti işlenmesi durumunda cezanın
artırılması öngörülmüştür. Gece vaktinin tanımı için 4 üncü madde ve gerekçesine
bakılmalıdır.
Madde 205. - Maddede,
hafif hırsızlık hâlleri düzenlenmiş ve bu hâllerde soruşturma ve kovuşturma
yapılması mağdurun şikâyetine bağlı tutulmuş, re'sen yapılacak işlemlerin
yaratabileceği sakıncaların giderilmesi istenmiştir.
Hafif hırsızlık
hâllerinden birincisi kullanma hırsızlığıdır. Suçun oluşması bazı koşullara
tâbi tutulmuştur.
Bu hırsızlık şeklinin
oluşması için failin alma hareketini yaparken malı kullandıktan sonra iade
etmek maksadını önceden taşıması şarttır. Bu itibarla failde özel bir kastın
bulunması gerekmektedir. Fail malı fiilen iade ettiği veya zilyedin kolaylıkla
bulabileceği bir yere bıraktığında kendisindeki özel kast meydana çıkmış olur.
Ancak failde söz konusu özel kast bulunmakla beraber henüz malı iade etmeden
yakalanacak olursa, özel kastın tespiti hâlinde yine de bu hafif hırsızlık hâli
gerçekleşmiş bulunur. Bu tür hırsızlık hâlinde kullanmanın her hâlde kısa
sayılacak bir süre devam etmesi temel koşuldur. Birkaç gün kullandıktan sonra
iade hâlinde bu madde uygulanmayacaktır.
(2) numaralı bentte
müşterek veya iştirak hâlinde mülkiyete konu olan bir malın çalınması durumu
düzenlenmiştir. Suçun bu şeklinin oluşması için failin malın hukukî durumunu
bilmesi gerekir. Kendi hissesine isabet eden kısmı alması hâlinde haksız bir
yararın sağlanmadığı ve fiilin, olsa olsa, kendiliğinden hak alma suçunu teşkil
ettiği düşünülebilir. Hırsızlıkta gözetilen yararın "haksız"
olmasının şart olmadığı kabul edildiği ve müşterek veya iştirak hâlinde
mülkiyette hisse oranının ve bu hisseye giren malın tür ve miktarını
belirlemenin zorunluluğu göz önüne alınarak böyle bir durumda da hafif
hırsızlık hâlinin oluşacağı kabul edilmiştir.
Maddenin (3) numaralı
bendi, ağır ve acil bir ihtiyacı karşılamak için bir mal hakkında hırsızlık
suçunun icrasını hafif hırsızlık saymaktadır. Ağır ve acil ihtiyaç, örneğin
hasta olan çocuk için ilâç çalınması, açlık nedeni ile gıda maddesi çalınması
gibi hâlleri kapsar. Yoksa tepsilerce baklavanın yenilmesi veya götürülmesi
hâlinde bu madde uygulanamaz.
Bu hâller dışında, failin
çaldığı malı iade veya tazmin etmesi esasen etkin pişmanlık hâlini
oluşturacağından 39 uncu madde uygulanacaktır.
Maddenin son fıkrası,
hafif hırsızlığın bütün şekillerinin soruşturma ve kovuşturmasını şikâyete
bağlı tutmuştur.
Madde 206. - Hırsızlığın
kişilere karşı cebir ve şiddet veya şahsen veya malen büyük bir tehlike
beyanıyla tehdit ederek işlenmesi hâli, müstakil bir suç tipi olan yağma suçunu
meydana getirir. Yağma bir bileşik (mürekkep) suçtur.
Cebir ve şiddet veya
tehdidin malın zilyedine yönelik olması veya olay yerinde bulunan başka bir
kimseyi hedef alması şart değildir; örneğin mağdurun iş yerine gelen kişinin
suç ortağının, mağdurun aile bireylerinden birine karşı cebir ve şiddet veya
tehditte bulunması hâlinde de madde uygulanabilir.
Bundan başka failin veya
şeriklerinden birinin görünür bir tarzda silâhlı olması yahut şeriklerin ikiden
fazla olmaları başlı başına tehdit sayılmıştır. Zira bu hâller mağdurun
korkması ve istenilen malı teslim etme veya eşyanın alınmasına ses çıkarmaması
için uygun ve elverişli bir neden sayılabilir.
Şeriklerin sayısının
saptanması açısından, bunlardan hepsinin olay yerinde bulunmalarının ve yine
hepsinin aslî maddî fail sayılmalarını gerektirecek şekilde hareket etmelerinin
gerekmediğini belirtmek uygun olur. Bu itibarla, söz gelimi tehdit mektubunu
mağdura ileten kişi de, şerikler arasında yer alır. Mağdurun faillerin
sayısında yanılması olasıdır. Esasta üçten az olan kimseler mağdurda bir korku
yaratmak maksadıyla, ikiden fazla olduklarını, örneğin çocuğunun on kişi
tarafından rehin tutulduğunu söylemeleri hâlinde, yağma suçu yine oluşur.
Cebir ve şiddet veya
tehdidin bir kimseyi sınaî veya ticarî bir sırrı açıklamaya veya malını teslim
etmeye veya alınmasına ses çıkarmamaya yöneltmeye elverişli olması gerekir. Bu
nitelikte olmayan bir cebir ve şiddet veya tehdit, sırf mağdurun normalden
fazla ürkek olması nedeniyle, malı teslim etmeye veya alınmasına veya sırrı
açıklamaya yöneltmişse, arada uygun nedensellik bağı olmadığı için yağma
suçundan söz edilemez ve fiilin hırsızlık olarak nitelendirilmesi gerekir. Bu
itibarla, cebir ve şiddet veya tehdidin önce yapılması, sırrın açıklanması veya
malın alınmasının bunun neticesi olması gerekir. Ancak, mal, zilyedin tasarruf
olanağı ortadan kalktığı anda alınmış olacağından, bu ana kadar yapılan
herhangi bir cebir ve şiddet veya tehdit, hırsızlığı yağmaya dönüştürür.
Örneğin evin içindeki eşyayı alıp kapıdan çıkarken mal sahibi ile karşılaşan
hırsız, ona karşı cebir ve şiddet veya tehdit kullanacak olursa, yine cebir ve
şiddet veya tehdit malın alınmasından önce kullanılmış olur ve fiil, esasen,
yağma tanımına girer. Ancak mal herhangi bir cebir ve şiddet veya tehdide
başvurulmaksızın alınmış olduktan sonra, bunu geri almak için hırsızın evine
gelen kimse veya yolda hırsızın peşine düşen bekçiye karşı suç işlemişse,
hırsızlıkla bu ikinci suç içtima eder ve ikisinin de cezası ayrı ayrı verilir.
Cebir ve şiddet veya tehdit malın alınmasında bir rol oynamadığından, ortada
yağma bulunmaz. Başka bir suçun cezasından kurtulmak için ikinci bir suç
işleyen kimse her iki suçtan dolayı nasıl cezalandırılmakta ise burada da başka
türlü düşünmek için neden görülmemiştir.
Maddede, bir yarar
sağlamak maksadından söz edilmemiş, yağma suçunda genel kastın varlığı yeterli
sayılmıştır.
Maddenin ikinci
fıkrasında senedin yağması düzenlenmiştir. Bir kimsenin cebir ve şiddet veya
tehditle bir borç senedini veya var olan bir senedin hükümsüz kaldığını
belirtilen bir senedi imha etmeye veya imhasına engel olmamaya zorlanması da yağma
sayılmıştır. Senedin bunu imzalayan için "borç doğurucu" olması
gerekir. Bu borç para borcu olabileceği gibi, bir işi yapmaya veya yapmamaya,
bir taşınmazını hibe etmeye, kira ile oturulan bir binayı boşaltmaya, var olan
bir borca kefil olmaya da ilişkin olabilir. Bir alacağı tahsil etmemeye,
herhangi bir davayı açmamaya, vasiyetnamesini değiştirmemeye yönelik bir vaadi
içeren yazılı beyanlar da "borç doğurucu" senet sayılırlar. Şu hâlde
mağduru iktisaden değerlendirmeye elverişli olan bir hakkını kullanmamasına yol
açan her türlü belge, borç doğurucu senet tanımına girer. Bu hâllerde yağmanın
sahtekârlıkla içtimaı olanaklıdır. Bir senedin imhasını veya imhaya karşı
koymamaya zorlama hâlinde hem yağma hem de imha şeklinde sahtecilik suçu
işlenmiş olur. Şiddet ve cebir ve tehdit ile imzalatılan boş bir kâğıdın daha
sonra doldurulması hâlinde de, biri imzalı boş kâğıdın alındığı anda, diğeri
doldurulup kullanıldığı tarihte tamamlanan iki ayrı suç var olur.
Cebir ve şiddet veya
tehdidin netice açısından elverişli olması fail sayısının veya görünür şekilde
silâh taşınmasının kendisinin tehdit oluşturduğu hususları senedin yağmasında
da geçerlidir.
Maddenin son fıkrasında
mağdurun herhangi bir vasıta ile kendini bilmeyecek ve savunamayacak hâle
getirilmesi, örneğin uyku ilacı ile uyutulmasının, yağmada cebir ve şiddet
sayılacağı açıklanmıştır.
Madde 207. - Madde
nitelikli yağma hâllerini göstermektedir. Maddedeki "yağma"dan maksat
206 ncı maddede gösterilen basit yağmadır; doğal olarak, aynı maddenin ikinci
fıkrasında yer alan senedin yağması da kavramın kapsamı içindedir.
Maddenin birinci
fıkrasının (1) numaralı bendi tanınmamak için tedbirler alınmasına ve yağma
suçunu işleyenlerin bu gibi tedbirleri almalarına ilişkindir. Tehdidin mektupla
yapılması hâlinde, mektubun imzasız olması veya bir örgütün veya derneğin,
korku salmış bir kimsenin ismi ile veya rumuzla yahut sahte imza ile imzalanmış
olması hâli de bu gibi tedbirlerden biridir.
(2) numaralı bentte yağma
suçunun yol kesmek suretiyle işlenmesi nitelikli bir hâl sayılmıştır. Yol kesme
hâlinde fiilin doğrudan doğruya mağdura karşı işlenmiş olması gerekir; yol
kesme süresi kısa veya uzun olabilir.
(3) numaralı bentte
yazılı olan hâlde, yağma suçunda cebir ve şiddet veya tehdit kullanılmasının,
failin mağduru 159 uncu maddede yazılı fiile muhatap kılması suretiyle
işlenmesi söz konusudur. Hürriyeti böylece kısıtlanan kişi mağdur veya onun bir
yakını olabilir. Hürriyetin sınırlanma süresi önemli değildir; ancak mağdur bir
malı teslime veya alınmasına karşı koymamaya zorlandığı anda hürriyet
sınırlamasının devamı şarttır. Aksi hâlde hürriyetin sınırlanması ile malın
teslimi veya alınmasına karşı konulmaması arasında nedensellik bağı bulunmaz.
(4) numaralı bentte
failin kanun dışı bir örgüte yarar sağlamak maksadıyla hareket etmiş olması
hâli düzenlenmiştir. Örgütün kanun dışı sayılabilmesi için, suç işlemek
maksadıyla meydana getirilmiş olması gerekmez. Böyle bir örgüt söz konusu
olabileceği gibi, kanunun kurulmasına izin vermediği bir örgütün bulunması da
olanaklıdır. Ancak kurulması hukuken olanaklı bulunmasına karşın, gerekli
işlemler yapılmak suretiyle henüz kurulmuş olmayan bir dernek "kanun dışı
örgüt" sayılmaz. Bunun gibi kanunen meşru bir şekilde kurulmuş bir dernek,
yaptığı eylemler ve güttüğü amaçlar itibarıyla, daha sonra kanun dışı bir
örgüte dönüşecek olursa, bu andan itibaren böyle bir derneğe yarar sağlamak
maksadıyla yapılan yağma, nitelikli yağma sayılır. Yarar elde etmek maksadının
varlığı yeterli olup, böyle bir yararın fiilen sağlanması, örneğin failin yağma
sonucu parayı örgüte aktarması şart değildir. Bunun gibi, yarar deyiminin de
geniş şekilde anlaşılması gerekir. Mağdurun böyle bir örgüte üye olmaya ve
aidat ödemeye veya bağışta bulunmaya zorlanması hâlinde de bent uygulanır.
(5) numaralı bentte
yağmanın kamu kurum ve kuruluşlarında, banka ve benzerî kredi kurumlarında ve
genel olarak herkesin girip çıkabileceği yerlerde işlenmesi öngörülmüştür.
Burada suçun işlendiği yer önemli olup, yağma konusu malın ait olduğu kişi
açısından bir ayırım yapılmamıştır. Bu itibarla, banka kasasındaki para ve
bankada bulunan personelin veya müşterilerin para veya eşyası da alınmış
olabilir. Herkesin girip çıkabileceği yerden maksat, koşulların yerine
getirilmesi suretiyle girilebilen mahallerdir. Bu itibarla dükkânlar gibi,
bilet alınmak suretiyle girilen sinema ve tiyatrolar da bu deyimin içindedir.
Resmî dairelerin de kamu kurum ve kuruluşları kapsamı içinde bulunduğu açıktır.
(6) numaralı bentte
ulaşım araçlarında veya bunların alışılmış kalkış veya varış yerlerinde işlenen
yağma hâllerini düzenlemektedir. Araç yolda iken dışarıdan durdurulabileceği
gibi, yolculardan bir veya birkaçı tarafından da suçun işlenmesi olanağı
vardır.
(7) numaralı bentte,
eşyaya karşı cebir kullanılarak girilen bir binada yağmanın işlenmiş olması
hâli yer almıştır. Fail önce binaya girmek için eşyaya karşı cebir kullanmak,
örneğin kapıyı veya pencereyi kırmak, duvarı yıkmak veya delmek gibi fiiller
işleyecek, sonra bina içerisinde bulunan kişi üzerinde cebir ve şiddet veya
tehditte bulunarak onu bir malı teslime veya alınmasına ses çıkartmamaya
zorlayacaktır; binaya bu şekilde girilmesinin içeride bulunan kimse üzerinde
yapacağı etki göz önünde tutularak, böyle bir durumda, nitelikli yağmanın
oluşacağı kabul edilmiştir. Eşya üzerinde cebir, patlayıcı madde kullanmak
suretiyle meydana getirilmiş ise (9) numaralı bentteki durum gerçekleşmiş olur.
(8) numaralı bentte
yağmanın gece vakti işlenmesi nitelikli bir hâl olarak kabul edilmiştir. Zira
bu hâlde mağdurun daha şiddetli bir korkunun etkisi altına düşeceği
muhakkaktır. Gece vaktinin ne demek olduğu 4 üncü maddede açıklanmıştır.
(9) numaralı bentte
yağmanın silâhla işlenmesi nitelikli bir hâl sayılmıştır. Silâh sözcüğü için 4
üncü maddeye bakılmalıdır. Dikkat edilmelidir ki, silâhın sadece görünür tarzda
taşınması basit yağma tehdidini oluşturmaktadır. Oysa (9) numaralı bentteki
hâlin oluşması için silâhın sadece taşınması ile kalınmaması ve fakat bilerek
sergilenmesi, tehdit için kullanılması gerekir. Bu hâl silâh doğrultulmadan da
gerçekleşebilir.
Yağma suçunun nitelikli
şeklinin iştirak hâlinde işlenmesi, faillerdeki suç işleme iradesinin
güçlülüğünü belirtmekle birlikte fiillere girişilmesinde cüret ve cesareti
artırıcı, suçun işlenmesini kolaylaştırıcı nitelikte olduğundan ikinci fıkrada
ayrıca bir ağırlaştırıcı neden sayılmıştır.
Madde 208. - Maddede,
mağduru, başkasını para veya eşya veya borç altına sokabilecek bir senet
göndermesini veya bunları bir yere koymasını veya bunların kendi eline
geçmesini sağlamaya mecbur kılma hâli bir tür yağma şekli olarak
cezalandırılmıştır. Mağdur bu hareketleri, failin başvurduğu tehdidin zoru veya
kendisine karşı kullanılan hile nedeni ile gerçekleştirecektir. Hile, failin,
Devlet makamlarınca verilmiş emir gibi göstermesi suretiyle oluşturulmalıdır.
Madde 209. - Basit zarar
verme suçuna ilişkin olan bu madde malvarlığı üzerinde cebir kullanılarak
işlenen bir suçu meydana getirmiş bulunmaktadır. Suç seçimlik hareketlidir.
Fiil taşınır veya
taşınmaz mala karşı işlenebilir. Yıkma, tahrip veya yok etme malın bütününe
veya bir kısmına ilişkin olabilir. Maddî unsuru gerçekleştirmek için kullanılan
vasıta önemli değildir. Ancak belirli bir vasıtanın kullanılması, örneğin bir
binanın yakılmak suretiyle tahribi kanun tarafından daha ağır bir suç
sayılmışsa, bu suça ilişkin maddenin fikrî içtima kuralları gereğince
uygulanacağı şüphesizdir.
Genel kast yeterli
görülmüş, failin bir yarar sağlamak maksadıyla hareket etmesi koşulu
aranmamıştır.
Suçlu ile zarar görenin
anlaşmalarına olanak sağlamak maksadıyla, soruşturma ve kovuşturma yapılması
mağdurun şikâyetine tâbi kılınmıştır. Böylece mağdurun korunması ilkesine
üstünlük verilmiştir.
Madde 210. - Madde
nitelikli zarar verme hâllerini içermektedir. Verilen zararın büyük bir kitleyi
etkilemesi olanaklı bulunan bu hâllerde, nitelikli zarar vermenin varlığı kabul
edilmiştir.
(1) numaralı bentte
öngörülen durumda, kamu kurum ve kuruluşlarına ait bina ve tesislerle buralarda
bulunan veya bu bina ve tesislere ait olan eşya korunmuştur. Resmî dairelerin
de kamu kurum ve kuruluşları kapsamı içinde bulunduğu açıktır.
(2) numaralı bentte sözü
edilen cebir ve şiddet veya tehdidin, malına zarar verilen kimseye yönelik
olması aranacaktır; bu kast sözü edilen durumu yağmadan ayırmaya olanak
vermektedir.
(3) numaralı bentte sözü
edilen kamu hizmetine veya yararlanmasına tahsis edilmiş yer ve eşyanın resmî
bir binada olması gerekmemektedir. Örneğin kanalizasyon boru ve mazgalları bu
türdendir. Zira kamunun yararlanabileceği yerlerdir. Bu itibarla bir park veya
yoldaki sırayı tahrip eden kimse hakkında bu bent uygulanacaktır.
(4) numaralı bentte,
ağaç, fidan ve bağ çubuklarının sadece dikili olması yeterli görülmüş, meyva
vermeleri koşulu aranmamış, keza bulundukları yere de önem verilmemiştir. Bu
itibarla yol kenarlarında bulunan ağaçların tahrip edilmesi hâlinde de madde
uygulanacaktır.
(5) numaralı bentte,
sulamaya, içme sularının sağlanmasına veya afetlerden korunmaya yarayan
tesislere ilişkindir. Bu itibarla, su baskınlarına, toprak kaymasına, çığ
düşmesine engel olmak üzere inşa edilen tesisler madde kapsamına girmektedir.
(6) numaralı bentte, grev
ve lokavt sırasında, işveren veya işçilere veya sendika veya konfederasyonlara
veya siyasal partiler, meslek kuruluşları ve üst kuruluşlarına ait binalarla
mallara da zarar verildiği görüldüğünden, bu mal veya binalar da maddenin
kapsamına alınmıştır. Failin greve katılan işçi veya lokavt ilân eden işveren
olması gerekmemektedir: Grevden yana olan ve olmayan işçiler arasında çıkan bir
arbedede zarar verme suçu işlenecek olursa yine bu bent uygulanır. Sendika,
konfederasyon veya işyeri işgalleri sırasında da bina, makine veya başka
mallara zarar verilecek olursa bu bent uygulanacaktır.
(7) numaralı bentte,
memurun yerine getirdiği görevle ilgili olarak öç almak maksadıyla malvarlığına
zarar verme hâli, nitelikli şekil olarak kabul edilmiştir.
(8) numaralı bentte,
yazılı hâl, fiilin ikiden fazla kişi tarafından işlenmesinin mağdur üzerindeki
etkisi itibarıyla nitelikli bir şekil sayılmıştır.
Maddenin ikinci fıkrası
ise 5/2/2003 tarihli ve 4806 sayılı Kanunla değişik 1/3/1926 tarihli ve 765
sayılı Kanunun 516 ncı maddesinin ikinci fıkrasının ikinci cümlesinden
alınmıştır.
Madde 211. - Başkasına
ait bir hayvan öldürülmesi veya işe yaramaz hâle getirilmesi yahut değerinde
azalmaya neden olunması esasen 209 uncu maddeye göre bir zarar verme suçunu
oluşturur. Ancak Ülkemiz ekonomisinde tarımın hâlâ büyük önem taşıması ve
hayvan nedeniyle çekişmelerin meydana gelmesi, maddenin konusunu oluşturan
hâllerde, bilinen, alışılmış zarar verme suçlarına göre daha hoşgörülü
davranmayı gerektirdiğinden, hayvana zarar vermenin müstakillen
cezalandırılması uygun görülmüştür. Suç karşılığı para cezası bu nedenle
konulmuş ve nispî (göreceli) olması uygun sayılmıştır.
Suçun oluşması için bir
hukuka uygunluk nedeni bulunmayacaktır; söz gelimi vahşî, yırtıcı, hastalıklı
ve başı boş bırakılmış bir hayvanın öldürülmesi hâlinde faile ceza
verilmeyecektir.
Maddenin dördüncü
fıkrasına göre, birinci ve ikinci fıkralarda yer alan suçların soruşturulması
ve kovuşturulması şikâyete bağlıdır.
Maddenin son fıkrasında
yer alan hukuka uygunluk nedeni zarar veren kümes hayvanlarının öldürülmesine
ilişkindir. Ancak hukuka uygunluk nedeninin oluşması şu koşullara bağlıdır:
Kümes hayvanları başkasının arazisine girerek zarar verecek ve sadece bu zarara
son vermek için yok edilecektir. Ön koşul ise arazinin ekilmiş ve etrafı
işaretlendirilerek sınırlandırılmış olmasıdır. Ancak sınırlara çit ve benzerî
şeylerin yapılmış olması gerekmez. Böylece madde, ekinleri korumaktadır.
Madde 212. - Maddeyle,
bir hakka dayanmaksızın başkasına ait taşınmaz malın veya eklentilerinin kısmen
veya tamamen işgal edilmesi, taşınmazın sınırlarının değiştirilmesi veya
bozulması yahut herhangi bir suretle hak sahibinin malından kısmen veya tamamen
yararlanmasına engel olunması cezalandırılmıştır. Eklenti sözcüğü
"müştemilat" karşılığı kullanılmıştır. Böylece madde taşınmazlara
karşı işlenen ve zarar verme niteliğinde sayılabilecek bir kısım fiilleri suç
hâline getirmiş olmaktadır.
Suçun oluşması için
failde özel kast aranacaktır. Belirtilen fiillerin, mülkiyete ait hakların
kullanılması maksadıyla işlenmiş olması gereklidir.
Maddenin ikinci
fıkrasında köy tüzel kişiliğine ait olan harman yeri, yol ve sulak gibi
taşınmaz malların kısmen veya tamamen zaptolunması veya bunlara tasarruf
edilmesi veya bunların sürüp ekilmesi cezalandırılmıştır. Aynı fiiller, öteden
beri köylünün ortak yararlanmasına terkedilmiş, bahis konusu yerler hakkında
işlendiğinde de keza suç oluşacaktır.
Suçun oluşması için
failin bu yerlerin köy tüzel kişiliğine ait olduğunu veya öteden beri köylünün
ortak yararlanmasına terkedilmiş bulunduğunu bilmesi zorunludur.
Maddenin üçüncü
fıkrasında suların mecrasını değiştirmek suç hâline getirilmiştir. Suların
kamuya ait olması veya özel nitelikte bulunması önemli değildir.
Madde 213. - Maddede 212
nci maddede yazılı suçun nitelikli hâlleri gösterilmiştir.
Kişilere karşı cebir ve
şiddet veya tehdit kullanılmak suretiyle fiilin işlenmesi nitelikli hâl
sayılmıştır. Cebir ve şiddet veya tehdit deyimlerinin nelerden ibaret bulunduğu
geçen maddelerin gerekçelerinde belirtilmiştir. Ayrıca 4 üncü maddeye ve
gerekçesine de bakılmalıdır.
İkinci olarak fiilin
ikiden fazla kişi tarafından birlikte işlenmesi ağırlaştırıcı neden
sayılmıştır. Burada, söz konusu olan 212 nci maddede yazılı fiile ait maddî
unsurların ikiden fazla kişi tarafından beraberce gerçekleştirilmiş
bulunmasıdır.
Maddenin (3) numaralı
bendinde gösterilen hâlin oluşması için failin görünür şekilde silâhlı olması
gereklidir. Görünür şekilde silâhlı olmaktan maksat silâhın çekilmesi,
doğrultulması değildir; sadece silâhın taşınırken kişilerce görünebilmesi, bu
hâlin oluşması için yeterlidir.
Madde 214. - Zarar
vermenin aslında kasıtlı bir suç oluşturduğu bilinmektedir. Ancak maddede
arazide dikilmiş bulunan bitkilere veya bağ veya bahçeye taksirle zarar
verilmesi cezalandırılmış ve zararın re'sen ödettirilmesine karar verilmesi
öngörülmüştür. Suçun oluşması için ön koşul, arazinin etrafının
işaretlendirilerek sınırlandırılmış olmasıdır. Ancak sınırların muhkem (sağlam,
sağlamlaştırılmış) maddelerle yapılmış bulunması şart değildir; işaretleme
yeterli sayılmıştır. Ancak işaretlemenin herkes tarafından farkına
varılabilecek surette açık ve seçik ve görünür biçimde olması gereklidir. Suç,
esas itibarıyla, zarar gören kişiyi daha ziyade ilgilendirdiğinden
kovuşturulması şikâyete tâbi tutulmuştur.
Madde 215. - Basit inancı
kötüye kullanma suçunu içeren bu maddede, sayma sistemi ile birlikte, "ve
bunlar gibi mal üzerinde mülkiyet hakkının verdiği diğer yetkileri
kullanan" denilmesi suretiyle, ayrıca kapsamlı bir tanım verilmiş ve
böylece sayılan hâllerin örnek olarak verildiği açıklanmıştır.
Suçun oluşması için
failin bir malın zilyedi olması yeterli görülmüştür. Mal başkasına ait olacağı
için zilyetlik mülkiyetten başka bir nedene dayanacaktır. Ancak zilyet
olabilmek için hukukî bir nedenin bulunması şart ise de, bu nedenin
belirtilmesi yoluna gidilmemiştir: Mal üzerinde aynî ve kişisel bir hak
doğurmasa bile zilyetliğin varlığı yeterli görülmüştür. Buna karşılık fail
zilyet olmaksızın başkasının malını elinde bulunduruyorsa ve böyle bir mal
üzerinde tasarruf ediyorsa inancı kötüye kullanma suçunu işlemiş olmaz. Bu
nedenle hırsız çaldığı malı satacak olursa, ayrıca inancı kötüye kullanmadan
dolayı cezalandırılmaz.
Suçun maddî unsuru,
esasta mal üzerinde mülkiyet hakkının verdiği yetkileri kullanmak, tasarrufta
bulunmaktır. İadeden kaçınan da bu yetkiyi kullanmış olur. Tasarruf, zilyetlik
sınırı içinde kaldıkça, malikin rızası bulunacağı için, fiil suç oluşturmaz.
Başkasına kiralamak üzere verilen bir otomobili kendisi için kiralayan kimse bu
durumdadır. Tasarruf, zilyetlik sınırını aşarak mülkiyet hakkı kapsamına
girdiği takdirde, suç gerçekleşmiş olur. Fiil seçimlik hareketli olduğundan
fail hakkında içtima kuralları uygulanmaz.
Suçun tamam olması için
failin kendisine veya başkasına haksız bir yarar sağlaması gerekir.
Malvarlığına karşı işlenmiş bir suç söz konusu olduğundan bu yararın ekonomik
bir değer taşıması da zorunludur.
Suçun kovuşturulması
şikâyete bağlı tutulmuştur.
Madde 216. - Maddede
inancı kötüye kullanmanın ağırlaştırıcı iki şekli öngörülmüştür. Bunlardan
birincisi 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunda da yer almıştır.
İkincisi ise, başkasının
mallarını idare yetkisine sahip olanların, idarelerine bırakılmış olan mallar
hakkında işledikleri inancı kötüye kullanma fiiline ilişkindir. Başkasının
malını idare etmek yetkisi sözleşmeden veya kanundan doğabilir. Vekil, vasiyeti
tenfiz memuru, iflâs idaresi memuru birinci gruba, vasi ve kayyım ikinci gruba
girer.
İnancı nitelikli kötüye
kullanma hâllerinde kovuşturma için şikâyet koşulu aranmamıştır.
Madde 217. - Bir malın
kaybedilmiş sayılabilmesi için hem başkasına ait olması hem de sahibi
tarafından terk edilmemiş bulunması gerekir. Sahip, malın nerede olduğunu
bilse, fakat üzerinde zilyetliğini tekrar kuracak durumda olmasa, mal yine
kaybedilmemiş sayılır. Böyle bir malı bulan kimse, Türk Medenî Kanununda
öngörülen usullere başvurmaksızın, malvarlığına sokarsa veya bunun üzerinde
malik gibi tasarrufta bulunacak olursa suçu işlemiş olur.
Haksız bir nedenle ele
geçen mal ise kaybedilmiş olmayabilir. Paranın üstünü veren veznedarın bir hata
nedeniyle fazla para vermesi ve açık kalan pencereden rüzgârın uçurması ile
yere düşen bir paranın söz konusu olması hâllerinde olduğu gibi bir rastlantı
sonucu ele geçen mal, haksız olarak edinilmiş sayılır. Burada da malın
başkasına ait olması koşulu aranacaktır.
Maddenin son fıkrasında,
maddede yazılı suçların soruşturulması ve kovuşturulmasının şikâyete bağlı
olması öngörülmüştür.
Madde 218. - Madde,
borçlusunca ödenmiş ve bir suretle elde kalmış senedi, kısmen veya tamamen ödenmemiş gibi kullanan, örneğin
ödenmesi için icraya başvuran veya başkasına devreden kimseyi
cezalandırmaktadır.
Borcun bir bölümü ödenmiş
ve geri kalan miktar için elinde tuttuğu senedi, tümü veya kalandan fazla
miktarı için kullanan sanığın eyleminin de aynı suçu oluşturacağında kuşku
yoktur.
Maddede tanımlanan suçun
kovuşturulması zarar görenin şikâyetine bağlı tutulmuştur.
Madde 219. - Basit dolandırıcılığa
ilişkin olan bu madde ile, esasta dolandırıcılığın klasikleşmiş tanımına sadık
kalınmıştır. 21/11/1990 tarihli ve 3679 sayılı Kanundan önce 1/3/1926 tarihli
ve 765 sayılı Kanunun 503 üncü maddesinde suçun oluşması için, mağdurun mutlaka
saf bir kişi olması gerektiği düşüncesini ortaya çıkaran ve "hulüs ve
saffetten istifade" ibaresi bulunmakta idi. 1989 Türk Ceza Kanunu
Tasarısında bu ibarelere yer verilmemiş, ayrıca bir kimsenin esasen düşmüş
olduğu bir yanılgıdan kurtulmaması için hile ve kandırıcı nitelikte
hareketlerin yapılmasının da dolandırıcılık olacağı, ikinci fıkrada ayrıca
belirtilmişti. Yürürlükteki metin 1989 Türk Ceza Kanunu Tasarısından Kanuna
aktarılmıştı. Bu metin bu Tasarıda da esasta korunmuştur. Dolandırıcılığın bu
basit şeklinde kullanılan hile veya yapılan desiselerle yani oyun, düzen ve
entrikalarla, gizli dolaplarla mağdurun hataya düşmesi arasında nedensellik
bağının varlığı aranacaktır. Bu itibarla önce bu gibi eylemlerin yapılması,
daha sonra mağdurun hataya düşmesi gerekecektir.
Dolandırıcılık suçunun
sadece gerçek kişilere karşı değil ve fakat tüzel kişilere karşı da
işlenebileceği hususuna açıklık getirmek amacı ile maddede kimse yerine
"kişi" kelimesine yer verilmiştir.
Dolandırıcılığın ikinci
fıkrada yer alan şeklinin ise mağdur, failin fiilinden müstakil bir nedenle
hataya düşmüş, fail ise hile veya kandırıcı hareketleri bundan sonra ve
mağdurun hatasının farkına varmaması için yapmış olmalıdır. Fail bu gibi
hareketler yapmaksızın mağdurun düşmüş olduğu hatadan yararlanmışsa, fiil
dolandırıcılık olmaz; olsa olsa rastlantı sonucu ele geçen maldan yararlanma
söz konusu olur. Örneğin bir veznedar 20 milyon liranın üstünü verirken ve
parayı sayarken hataya düştüğü için fazla para verecek olsa ve bunun farkına
varan fail sesini çıkarmayıp fazla parayı alsa, dolandırıcılık söz konusu
olmaz. Buna karşılık fail veznedarın hatasını anlamasına engel olucu, onun
dikkatini başka tarafa çekici hareketler yapar ve veznedarın hata ettiğinin
farkına varmamasını sağlarsa, dolandırıcılığın bu şekli gerçekleşmiş olur.
Suç, haksız yararın
sağlanması ile tamamlanmış olur; bu yararın faile veya bir başkasına sağlanması
suçun oluşması bakımından önemli ve bundan mağdurun zarar görmesi şart
değildir; mağdurdan başka bir kişinin zarar görmesi, örneğin mağdurun eşine ait
bir mal veya parayı faile vermesi hâlinde de dolandırıcılık vardır.
Maddenin son fıkrasına
göre tüzel kişiler de bu suçtan sorumlu tutulacaklardır.
Madde 220. - 1/3/1926
tarihli ve 765 sayılı Kanuna bu madde, geniş ölçüde olmak üzere ve aynen 1989
Türk Ceza Kanunu Tasarısından 21/11/1990 tarihli ve 3679 sayılı Kanunla
aktarılmıştır. Tasarıda da bu madde tekrarlanmaktadır. Nitelikli dolandırıcılık
hâllerinin yer aldığı maddede, zararın ağırlığı veya kullanılan hile ve desisenin
niteliği göz önünde bulundurulmuştur.
(1) numaralı bentte, söz
konusu edilen "parasal yardım"dan maksat, çeşitli mevzuatın öngördüğü
yardımlar veya teşvik tedbirleri olabilir. Ancak bu hüküm, hayali ihracat
olarak tanımlanan ve vergi iadesi, kredi kolaylıkları ve benzerî yararların
elde edilmesini amaçlayan fiilleri kapsamamaktadır. Bu hususlar özel
hükümlerine göre cezalandırılmakta devam edecektir.
(2) numaralı bent, banka
veya diğer kredi kurumlarından, esasta tahsis edilmemesi gereken bir kredinin
açılmasının sağlanması için yapılan hile ve desiseleri öngörmektedir. Krediyi
alan kişinin aldatıcı herhangi bir faaliyeti olmaksızın, sırf banka
elemanlarının kendi görevlerini layikiyle yerine getirmemeleri yüzünden bir
kredi açılmışsa, ortada bir bankacılık suçu bulunabilir ama, dolandırıcılığın
varlığından söz edilemez. Uygulamada bu fiil, kredi almak üzere başvuran
kimsenin sahte kıymet takdiri raporları ile teminat olarak göstermek istediği
malları, olduğundan daha değerli bir şekilde beyan etmesi veya esasta zarar
ettiği veya kâr etse de bunun kredinin açılmasına olanak vermeyecek miktarda
olması, çok büyük kazanç sağladığını gösteren bilanço ve diğer belgeleri
düzenleyip banka veya kredi kurumuna ibraz etmesi gibi şekillerde
işlenmektedir. Kredi kurumundan, "banka" olmamasına karşın faiz
karşılığında olsun veya olmasın kanunen borç para vermeye mezun olan kurumlar
anlaşılır. Bu itibarla böyle bir mezuniyete sahip olmayan bir kişi veya
kuruluşa karşı bu fiilin işlenmesi hâlinde koşulları varsa, basit dolandırıcılık
suçu söz konusu olacaktır.
(3) numaralı bent sigorta
edenin dolandırılmasına ilişkindir. Failin sigorta edilen veya sigorta bedelini
alacak kimse olması şart değildir. Keza sigortanın türü de önemli değildir. Mal
veya hayat sigortası hatta malî sorumluluk sigortası olabilir.
(4) numaralı bent bir
kimsenin tehlikeli veya zor durumda bulunduğunu ileri sürerek yapılan
dolandırıcılığı cezalandırmaktadır. Bir yakınının hastanede, karakolda veya
genellikle zor veya tehlikeli bir durumda bulunduğundan bahisle, ona götürülmek
üzere para ve eşya alarak mağduru dolandıran kimse beşeri ve tabiî acıma,
yardıma koşma, korku ve telaşa kapılma duygularını sömürdüğü için bu hâlin
nitelikli dolandırıcılık sayılması uygun görülmüştür.
(5) numaralı bent,
askerlikten kurtarmak bahanesiyle yarar sağlanmasını cezalandırmak için
düzenlenmiştir. Mağdurun askerlikten kurtarılmış olması önemli değildir. Sırf
böyle bir bahane ileri sürmek suretiyle yarar sağlanmış olması yeterlidir.
Askerlik süresinin kısaltılacağı vaadiyle yarar sağlanması hâlinde de suç
oluşacaktır.
(6) numaralı bentte yurt
dışında iş bulmak vaadiyle yapılan dolandırıcılık öngörülmüştür. Failin böyle
bir iş bulmaya yetkili olmaması bendin uygulanması için zorunludur. Bu gibi
bahanelerin bir çok kimseleri zor durumda bıraktığı göz önünde tutularak, bu
nitelikli hâl maddeye eklenmiş, ayrıca yabancı bir ülkede ikamet izni veya o
ülkeye kabul edilebilmek için gerekli vize almak bahanesiyle bir kimsenin
dolandırılmasına da yer verilmiştir. Bu itibarla, (6) numaralı bent 25/8/1971
tarihli ve 1475 sayılı İş Kanununun konuya ilişkin hükümleri ile
çakışmayacaktır. Bilindiği üzere özel kanun var iken yürürlüğe giren genel
kanunun aynı konuyu düzenlemesi hâlinde genel kanuna zıt olan özel kanun
hükümleri örtülü olarak yürürlükten kalkmış olur.
(7) numaralı bentte,
dolandırıcılık fiilinin bentte gösterilen kurumların haberleşme araçlarıyla
veya banka veya bir kredi kurumunun veya herhangi bir kamu kurum ve kuruluşunun
vasıta olarak kullanılması suretiyle işlenmesi hâlinde kandırıcı niteliği daha
fazla olacağından, bu durum nitelikli hâl olarak kabul edilmiş bulunmaktadır.
(8) numaralı bent,
dolandırıcılık fiilinin kamu kurum ve kuruluşlarının veya kamu yararına çalışan
hayır kurumlarının zararına işlenmesi hâlini cezalandırmaktadır. Kamu yararına
çalışan hayır kurumları deyimine, yalnız kamu yararına olan dernekler değil, bu
nitelikteki resmî ve kamu kurumları da girmektedir.
(9) numaralı bent,
dolandırıcılık suçunun meslek ve görevlerini yaptıkları sırada avukatlar,
noterler, vekiller, yeminli malî müşavirler, serbest muhasebeciler veya kurum
yöneticileri tarafından işlenmesi hâlini suçun nitelikli şekli olarak kabul
etmektedir.
(10) numaralı bent,
menkul kıymetlerden büyük kazanç elde etme vaadiyle yapılan dolandırıcılığı nitelikli
dolandırıcılık saymıştır.
Avukatlar ve dava
vekilleri terimleri için Avukatlık Kanununa bakılmalıdır. Vekiller deyimine,
kayyum ve vasiler de girer.
Maddenin son fıkrasında
tüzel kişilerin de bu suçtan sorumlu olacakları hükme bağlanmıştır.
Madde 221. -
Ehliyetsizlerin korunması yalnızca, özel hukuk hükümlerine bırakılamaz.
Ehliyetsiz kişilerin ceza hükümleri ile de korunmalarında zorunluluk vardır.
İşte söz konusu ihtiyacı karşılamak üzere bu maddeye, Tasarıda yer verilmiştir.
Ehliyetsizlikten yararlanma
suçunun dolandırıcılık ile ilgisi varsa da suç dolandırıcılıktan ayrı
koşulların gerçekleşmesine bağlanmıştır. Bu nedenle fiil, nitelikli
dolandırıcılık sayılmamıştır.
Tasarının bu maddesine
göre suçun mağdurları çocuklar ve küçükler, kısıtlanmış olan veya kısıtlanacak
durumda bulunan kişiler, kocama hâlinde bulunan kişilerdir. Bu kişilerin ruhsal
düşkünlüğünden, tecrübesizliklerinden, sağlık durumlarından, ihtiyaç ve
heveslerinden yararlanarak bu kişilerin veya başkasının zararına haksız yarar
sağlanması, suçu oluşturmaktadır.
Madde 222. - 1989 Türk
Ceza Kanunu Tasarısından 21/11/1990 tarihli ve 3756 sayılı Kanun ile 1/3/1926
tarihli ve 765 sayılı Kanuna aktarılan bu madde, Tasarıda aynen korunmuştur.
Maddede yer alan üç ayrı bent ile ceza mevzuatımızdaki turizmle de ilgili olan
boşlukların doldurulması öngörülmektedir. Maddenin bentlerinde karşılıksız
yararlanmanın bazı şekilleri yer almıştır. Bu maddede yer alan suçların 216 ncı
maddenin öngördüğü fiillerden farklı olduğuna dikkat edilmelidir.
Gerçekten karşılıksız
yararlanma hâlindeki hile, failin kendi iktisadî durumunu gizlemesinden
ibarettir.
Bu itibarla, (1) numaralı
bentte öngörüldüğü üzere, fail, karşılığını ödemeyecek durumda olduğunu
açıklayarak, otel ve benzerî yerlerde kalmasını sağlayacak olursa; örneğin
belirli bir vadede ödeme yapacağını söyleyerek otelde kalırsa, suç teşekkül
etmez. Fail, borç altına girdiği anda bedeli ödeyecek durumda olmamalı ve
durumunu açıklamamalıdır.
(2) numaralı bent ise
lokanta ve benzerî yerlerde aynı suretle bedelini ödemeyerek yiyip içmek
cezalandırılmaktadır.
(3) numaralı bent ise,
taksi ve benzerî ulaşım araçlarında kendisini bir yerden diğer bir yere taşıtan
kimsenin bedelini ödememesi hâlini suç saymış bulunmaktadır.
Yukarıda açıklandığı
üzere üç ayrı bentte yer alan suçlar ne hırsızlık ne dolandırıcılık ve ne de
inancı kötüye kullanma suçlarını oluşturmayacakları için Batı ülkeleri
hukukunda öteden beri müstakil suç sayılmışlardır. Turizmin geliştiği ülkeler
bu ihtiyacı hissetmişler ve otelci ve lokantacıları, taksi sahiplerini korumak
üzere yukarıda belirtilen bu suçları meydana getirmişlerdir. Aksi hâlde ya
kanunu zorlayarak bu fiilleri klasik üç suç tipinden birisine sokmak yahut
mağdurlara hukuk mahkemeleri yolunu göstermekten başka çare kalmamaktadır;
hukuk davası açmanın ise ödenmeyen miktar itibarıyla bir anlamı olamayacağı
açıktır.
Suçların niteliği ve bu
suçlarda özellikle uzlaşma kurumunun işletilmesi gerektiği düşünülerek
soruşturma ve kovuşturmanın şikâyete tâbi kılınması uygun sayılmıştır.
Madde 223. - Bu madde de,
1989 Türk Ceza Kanunu Tasarısından 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanuna 521/b
maddesi olarak 21/11/1990 tarihli ve 3756 sayılı Kanunla nakledilmiş ve yeni
Tasarıda da aynen korunmuştur.
Otomatik cihazlardan
hileli bir takım usullerle yararlanma da yaşadığımız çağda sık sık görülen bir
suç şeklidir. Otomatik telefon, yiyecek veya içecek veren makineler, hatta oyun
aletlerinden, jetonlar yerine bir takım maden parçaları kullanmak veya başka
usullere başvurmak suretiyle yararlanılması hâlinde bu suç tipi ortaya çıkar.
Hileli hareketler elektronik aygıtlara karşı da yöneltilebilir. Örneğin bir
bankanın elektronik cihazlarını programlamakla yükümlü memuru, yanıltıcı
bilgileri alete vermek suretiyle, belirli bir hesapta mevcut olmayan bir paranın
bulunduğu yolunda ilgili memura bilgi verilmesini ve bu suretle o hesaptan para
çekmek isteyen kimseye ödeme yapılmasını veya bir başka şube veya bankaya
havale gönderilmesini sağlayabilir. Federal Alman Ceza Kanununun "teknik
bilgilerde sahtecilik" başlığı altında ve sahtecilik suçları meyanında
düzenlediği bu suç, ne evrakta sahteciliğe ne de dolandırıcılığa girmediğinden,
ayrıca cezalandırılmıştır. Burada söz konusu olan aletin verdiği hizmetten
bedel ödemeden yararlanmaktır. Benzerî fiiller hakkında 350 nci maddeye ve
gerekçesine bakılmalıdır.
Suçun oluşması için, borç
altına giren, kendisine bir hizmet yapılmasını sağlayan veya hileli usullerle
otomatik cihazlardan yararlanan kimsenin, bunların karşılığını ödememesi
gerekir.
Maddedeki suçun niteliği
gereği, kovuşturmanın şikâyete tâbi kılınması uygun görülmüştür.
Madde 224. - 9/6/1932
tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflâs Kanununun 154 ve izleyen maddelerinde
iflâs yoluyla kovuşturmanın koşulları açıklanmıştır.
Tasarının bu maddesi aynı
Kanunun 310 ve 311 inci maddelerinde yer alan hileli (Anayasanın kullandığı
terim ile dolanlı) ve taksiratlı iflâsın yaptırımlarını göstermektedir. Suçu
oluşturan hareketler bakımından İcra ve İflâs Kanununun sözü edilen hükümlerini
göz önünde bulundurmak gerekecektir.
Aslında iflâs konusunun,
ceza yaptırımları da dahil, İcra ve İflâs Kanununda bütünü ile düzenlenmiş
olması ve bu hükmün Ceza Kanunundan çıkarılması gerekir. Ancak, mevzuatta bir
boşluğun meydana çıkmaması için bu hükmün Tasarıda muhafazası uygun görülmüştür.
Madde 225. - Maddeyle,
şirket veya kooperatifler alanında kamunun veya sözü geçen kuruluşların genel
kurullarının aldatılmalarını önleyecek bir yaptırım getirilmiştir. Maddenin
açıkladığı kişiler tarafından, bilerek önemli yanlış bilgilerin verilmesi suç
hâline getirilmiş olmaktadır.
"Kamuya yapılan
beyanlardan" maksat, basın ve yayın yoluyla veya postayla prospektüsler
gönderilerek belirli olmayan kişilere hitap edilmesi ve bunlara önemli yanlış
bilgiler verilmesidir. Bu tür bilgilerin genel kurula sunulan raporlarda,
önerilerde yer alması da suç sayılmaktadır; gerçeğe uymayan bilançolar
yapılması, söz gelimi gerçeğe aykırı hayali kârlardan bahsedilmesi gibi. Ancak
bütün bunların yanlış olduğu bilinerek doğru imiş gibi gösterilmesi suçun
oluşması için zorunludur.
Suçun oluşması bakımından
failde bir kâr sağlama amacının bulunması veya bir zararın meydana gelmesi ise
şart değildir. Maddede, bir tehlike ve engelleme suçu meydana getirilmiş
bulunulmaktadır. Bu suretle şirket veya kooperatiflerin idaresinde iyi niyeti
korumak amacı güdülmüştür. Bu nedenle, şirket veya kooperatifin aleyhinde olmak
üzere yanlış bilgi verilmesi de bu suçu oluşturacaktır.
Madde, bu tür bilgileri
veren veya verdirenleri cezalandırmaktadır.
Suçun oluşması kastın
varlığını gerektirmektedir. Fail bilgileri yanlış olduklarını bilerek ve yanlış
bilgi vermek maksadıyla sunacaktır, bu hususta saikin önemi yoktur.
Maddede yer alan hükümler
sermayesi hisse senedine bölünmüş kamu iktisadi teşebbüsleri ve benzerî
kurumları da kapsamaktadır.
Madde 226. -
"Yataklık" adı ile anılan suç, cürümden meydana gelen eşyayı, o cürme
iştirak etmeksizin satın almak, gizlemek, kabul etmek eylemlerinden oluşur.
Yoksa burada geçen yataklık teriminin suçun işlenmesine katılmakla bir ilgisi
yoktur. Tam tersine suçun oluşması için önceden suça katılınmış olmaması
şarttır. Batı hukukunda bu suç ancak XX. yüzyılda bağımsız bir cürüm hâline
getirilmiştir. Böylece maddede düzenlenen yataklık suçunun oluşması için ön
koşul, failin suç oluşturan fiilin icrasına bir suretle iştirak etmiş
olmamasıdır. Çünkü böyle bir iştirak bulunduğunda, fail o suçun cezasıyla
cezalandırılacağından, diğer şeriklerin paylarını ödemek suretiyle malın
tamamını almış olsa da, ayrıca yataklık suçunun cezası verilmeyecektir. Eşya
sözcüğüne, para ve hayvanlar da girmektedir.
Suçun ikinci ön koşulu,
satın alınan, gizlenen veya kabul edilen eşyanın bir cürümden elde edilmiş
olmasıdır. Şu hâlde kabahatler öngörülmemiştir. Cürmün türünün önemi yoktur;
ancak malın doğrudan doğruya suç ürünü olması gerekir. Bir hırsız çaldığı
mücevheri halı ile trampa etse ve halıyı birine satsa, halı suçtan doğrudan
doğruya meydana gelmediğinden, halıyı satın alan bu suçu işlemiş olmaz.
Maddenin ikinci
fıkrasında, failin bu suçu işlemeyi itiyat hâline getirmiş olması bir
ağırlaştırıcı neden sayılmıştır. İtiyattan maksat sadece yataklıkla geçinmek
değildir; normal bir ticarî faaliyeti olan kimse, cürümden meydana gelen eşyayı
da alıyorsa, bunu itiyat edinmiş sayılır.
Maddede aracılık
edenlerden ayrıca söz edilmemiştir. Bu gibi kimseler failin fiiline iştirak
etmiş olacaklarından, iştirak kurallarının cezalandırılmaları için yeterli
olacağı düşünülmüştür.
Madde 227. - Maddeyle,
bilmeden hukuka aykırı bir para veya eşyayı, meşru olarak ele geçirdikten
sonra, bunların menşeinin hukuka aykırı olduğunu öğrenen kişiye hukukî bir
mecburiyet yüklenmektedir; kişi öğrendiği kanunsuzluğu derhal polise, savcıya
veya idarî mercilere bildirmekle yükümlü kılınmıştır. Bu yükümün ihmali,
kabahat derecesinde bir suçu meydana getirmektedir.
Madde 228. - Maddeyle,
demirci, çilingir gibi bir kısım sanat sahiplerinin bazı fiilleri suç hâline
getirilmiştir. Suç seçimlik hareketlidir. Fail ayrım yapmaksızın isteyene
maymuncuk satacak veya verecek veya örneğine uygun olarak anahtar imal edecektir.
Ancak bu son hâlde suçun oluşması için anahtarın kullanılacağı yer veya eşyanın
sahip veya vekilini bildiği hâlde bunlardan başkası için anahtarı imal ile
onlara verecektir.
Maddenin ikinci
fıkrasında sözü geçen sanat sahipleri için bir yükümlülük getirilmiştir. Sanat
sahipleri, kendilerinden bir yerin açılması istenildiğinde, istemde bulunan
kişinin o yerin sahibi olmaması hâlinde, failin fiiline iştirak etmiş
olacaklarından talep edenin, yerin veya şeyin zilyedi veya zilyedin vekili olup
olmadıklarını araştıracaklardır. Bu hususta kanaat getirmeden istemi yerine
getirecek olurlarsa, bu fıkrada belirtilen cezalara göre mahkûm edileceklerdir.
Madde 229. - Malvarlığına
karşı işlenen suçların, yağma cürümleri (206 ilâ 208 inci maddeler) müstesna,
belirli derecedeki akraba arasında işlenmeleri hâlinde ne suretle işleme tâbi
tutulacakları bu maddede gösterilmiştir. Madde aslında aile kurumunu koruma
amacını gütmektedir. Ancak teknik kolaylık sağlama amacıyla maddenin bu Bölümde
yer alması uygun sayılmıştır.
Maddenin birinci
fıkrasında belirli akrabalık derecesi içinde bulunanlar arasında suçun
işlenmesi hâlinde fail hakkında kovuşturma yapılmayacağı belirtilmekte ve
böylece şahsa bağlı bir cezasızlık nedeni meydana getirilmiş olmaktadır.
İkinci fıkrada ise, yine
belirli akraba arasında işlenen bu suçların kovuşturulmasının şikâyete bağlı
olacağı kabul edilmekle beraber, ayrıca belirtilen derecedeki akrabalık
sıfatının cezayı indirme nedeni oluşturacağı açıklanmaktadır.
Madde 230. - Madde,
Onuncu Bölümde yer alan suçlarda bir hafifletici nedeni öngörmekte ve malın
değerinin pek hafif olmasını faile verilecek cezanın yarısından üçte ikisine
kadar indirilmesini gerektiren bir hâl olarak saptamış bulunmaktadır. Değerin
takdiri, suçun işlendiği yer, bölge, coğrafî koşular, insanların yaşam
biçimleri, ortalama gelirleri, enflasyon oranları göz önünde bulundurulmak
suretiyle, davaya bakan hâkim tarafından saptanmalıdır.
Madde 231. - Maddede,
Tasarının İkinci Kitabının Birinci Kısmının Üçüncü ve Beşinci bölümlerinde yer
almış bazı suçlar bakımından bir hukuka uygunluk nedeni ihdas edilmiş
bulunulmaktadır.
Madde kişinin, belirli
koşullarla güvenliği açısından duyduğu endişe ve ciddî korku nedeniyle Üçüncü
ve Beşinci bölümde yazılı suçları işlemesi hâlini bir hukuka uygunluk nedeni
saymış ve güvenlik açısından endişe ve ciddî korkunun hangi nedenlerden meydana
gelmesi gerekeceği gösterilmiştir:
Bir kişinin evine veya
içerisinde oturulan, ikamet edilen diğer her türlü bina veya eklentilerine
saldırganın merdiven koyup çıkması, duvarı delmesi, kapıyı kırması, bina ve
eklentilerine ateş koyması veya bu gibi benzerî hareketleri yapması
gerekmektedir. Dikkat edilmelidir ki, bu hareketler sayılı değildir; içinde
oturanların güvenliği açısından endişe ve ciddî korku meydana getirecek benzerî
her türlü hareket maddenin kapsamı içindedir; bacadan içeri girmek gibi.
Söz konusu saldırıları
defetmek maksadıyla fiilin işlenmiş bulunması gereklidir.
Ciddî korku ve endişe
meydana getiren bu hareketlerin günün herhangi bir saatinde veya nerede olursa
olsun def'i hâlinde fail söz konusu hukuka uygunluk nedeninden yararlanacaktır.
Ceza verilmemesi için
tecavüz karşısında kendisi veya binanın içerisinde oturanların güvenliği
açısından kapıldığı endişe ve ciddî korkunun etkisi altında kişinin fiili
işlemiş bulunması gerekmektedir. Saldırı var olmakla birlikte endişe ve ciddî
korku meydana gelmemişse esasen hukuka uygunluk nedeni tümüyle söz konusu
olamayacaktır.
Tasarının meşru savunmaya
ilişkin 28 inci maddesi her türlü hakka karşı meşru savunmada bulunulmasını
kabul ettiğine göre, bu maddeye Tasarıda ne için yer verilmiş olduğu sorusu
akla gelebilir. Maddede, söz konusu hâlde saldırı kişiye olmayıp esasta bir
taşınmazın bazı kısımlarına yöneliktir; bu itibarla, maddenin ayrıca açıkladığı
güvenlik açısından endişe, ciddî korku yaratmadığı hâllerde meşru savunmanın
diğer koşulları (o anda defetme gibi) söz konusu olmayabileceğinden, bu maddede
koşullarını da açıklayarak söz konusu hukuka uygunluk nedeninin ayrıca
belirtilmesi uygun bulunmuştur. Kaldı ki, Tasarıda olduğu gibi, meşru savunmayı
her türlü hakka saldırı hâlinde kabul eden yeni Fransız Ceza Kanunu, 231 inci
maddedeki hâli meşru savunma sayan bir hükme ayrıca yer vermiş bulunmaktadır
31 inci maddedeki hâller
meydana geldiğinde failin söz konusu madde gereğince cezalandırılması son
fıkrada hükme bağlanmıştır.
Madde 232. - 133, 135,
136, 138, 145, 146 ve 147 nci maddelerde yazılı suçların birden fazla kişi
tarafından işlenip de asıl failin kim olduğunun, delil yetersizliği nedeniyle
anlaşılamaması hâlinde, bütün failler bakımından cezasızlığı önlemek için
Tasarıda bu maddeye yer verilmiştir. Ayrıca Tasarının iştirak hâlinde, faillere
ayrı ayrı ceza verme sistemini kabul etmiş olması böyle bir hüküm konulmasını
zorunlu kılmaktadır.
1/3/1926 tarihli ve 765
sayılı Kanunun 463 üncü maddesinin son cümlesi ise alınmamıştır. Zira bu hâlde
iştirak derecesi belli olduğundan, ceza vermekte esasen bir zorluk söz konusu
değildir.
Bu maddenin benzerî olan
hükümler, mukayeseli hukukta da bazen bizde olduğu gibi kanunla ve bazen
içtihatlarla meydana getirilmiştir.
Madde 233. - Tasarının bu
maddesi kavgaya karışan kişilerin ne suretle cezalandırılacaklarını
göstermektedir. Getirilen bu maddeyle suç basitleştirilmiş ve maddenin
kolaylıkla uygulanması olanağı sağlanmıştır.
Kavganın en az üç kişi
arasında cereyan eden fiili bir kapışma (münazaa) olarak tanımlanması
olanaklıdır. Suçun maddî unsuru kavgaya katılmış olmaktır. Suçun gerçekleşmesi
için, katılanların karşılıklı şiddet hareketlerinde bulunmaları gerektiğinden
suça teşebbüs olanaklı değildir.
Kavga çok failli bir suç
olduğundan, oluşması için zorunlu hareketler dışındaki eylemlerle manevî
iştirak yoluyla suça katılmak olanaklıdır.
Kavgaya katılan kişi,
sırf bu fiili dolayısıyla ayrıca cezalandırılacaktır; kavgaya katılan kişinin
hareketleri nedeniyle işlemiş sayılacağı diğer suçlardan dolayı ayrıca
cezalandırılması için, kavganın bir ölüm veya yaralanma ile sonuçlanması bir
cezalandırma koşulu oluşturmaktadır. Ölüm veya 145 inci maddenin dördüncü
fıkrasındaki hâl hariç olmak üzere, yaralanma yoksa bu madde uygulanmaz.
Yine maddeye eklenen bir
hükümle bir saldırıyı defetmek, bir kişiyi savunmak veya kavgacıları ayırmak
maksadıyla girişilen hareket dolayısıyla ceza verilmeyeceği açıklanmıştır.
Böylece söz konusu hâller kavga suçunda bir tür hukuka uygunluk nedeni
sayılmıştır.
Maddenin son fıkrasında
kavgada korkutmak için yani özel bir kast ile silâh çekilmesi veya silâh
boşaltılması ayrı cezalarla karşılanmıştır.
Madde 234. - Maddede,
genel tehlike yaratan suçlardan yangına yer verilmiştir. Yangın, yakılan şey
dışında, kişiler veya eşya yönünden genel bir tehlike, bir bakıma birlikte
yaşama güvenliğine karşı bir tehdit olduğu için müstakil suç sayılmıştır.
Yangın, tehlike
suçlarından olduğu için, ateş vermekle yangın tehlikesinin meydana geleceği
kabul edilmiştir. Failin genel bir tehlikeye neden olduğunu bilmesi de şart
koşulmamıştır. Zira, bu tehlike her yangında vardır. Genel tehlike, yangına
neden olma fiilinin doğrudan bir sonucudur.
Maddenin birinci
fıkrasında, her türlü yapılara, tarım ürünlerine, hububata, besinlere, küme ve
depolarına ateş verilmesi cezalandırılmaktadır. "Her türlü yapılar"
deyimi binaları, ikmal edilmiş veya edilmemiş her tür diğer yapıları
kapsamaktadır.
İkinci fıkrada,
tehlikenin daha vahim olacağı fikrinden hareketle, suçun diğer nitelikli
hâlleri gösterilmektedir; bu yerler konutlar, insanların toplu olarak
bulundukları binalar, kamuya ait binalar, kamunun kullanılmasına ayrılmış
tesisler, sanayi işletmeleri, kolaylıkla tutuşabilir veya patlayabilir
maddelerin konulduğu yerler ve madenlerdir. Belirtilen yerlerin yakılması
anında, bina içerisinde insan bulunmuş olması şart değildir. Kamuya ait binanın
fiil anında, kamu yararına kullanılmakta olup olmaması da önem taşımaz. Kamunun
kullanılmasına ayrılmış tesislerin ise, fiilen bu maksatla kullanılmakta
bulunması gerekir. "Sanayi işletmeleri" deyimi, fabrikaları,
atölyeleri, buraların binalarını aletleri ve makineleri kapsar.
Fıkra ayrıca kolaylıkla
tutuşabilen veya patlayabilen maddelerin konduğu yerlere; söz gelimi benzin ve
benzerî akaryakıt, dinamit, kömür depolarına ve diğer benzerî yerlere ateş
verilmesini nitelikli hâl saymıştır. Madenlere ateş verilmesi de bu fıkra
kapsamına alınmıştır.
Ormanlara ateş verilmesi
fiilleri 31/8/1956 tarihli ve 6831 sayılı Orman Kanununun, 4/7/1995 tarihli ve
4114 sayılı Kanunla değişik 110 uncu maddesi gereğince cezalandırıldığından,
Tasarı kapsamına alınmamıştır.
Madde 235. - Maddeyle,
234 üncü maddenin çeşitli fıkralarında belirtilen yerlere veya eşyaya dinamit
veya bomba yahut bunlara benzer patlayıcı, yıkıcı, öldürücü, radyasyon yayıcı
veyahut bu sonuçları doğurabilecek nitelikte maddelerin patlatılmak veya
patlamak üzere konulması veya bunların patlatılması yahut tutuşturulması suç
hâline getirilmiştir. Böylece birinci fıkrada belirtilen vasıtaların
kullanılması, bunlarla mevcut tehlikenin ağırlığı göz önüne alınarak, müstakil
suç sayılmıştır.
Birinci fıkrada dinamit,
bomba, patlayıcı, yıkıcı, öldürücü ve buna benzer patlayıcı, yıkıcı veya
öldürücü radyasyon yayıcı maddelerin 234 üncü maddede belirtilen yer veya
eşyayı tahrip için kullanılması hâli düzenlenmektedir.
İkinci fıkrada cezayı
artıran hâller gösterilmektedir. Birinci fıkrada yazılı şeyleri meskûn bir
yerde veya çevresi ile halkın gelip geçtiği yerlerde tahrip maksadıyla
kullanmak böylece ağırlaştırıcı bir şekil sayılmıştır.
İkinci fıkranın ikinci
cümlesinde ise, fiillerin halkın toplu olarak bulunduğu veya kamu hizmetlerinin
görülmesine ayrılmış binalarda işlenmesi hâlinde, hareket aynı zamanda başka
bir kanun maddesini ihlâl etse ve daha ağır cezayı gerektirse bile fikri içtima
kurallarının uygulanmayacağı ve failin iki suçtan ayrı ayrı cezalandırılacağı
açıklanmıştır.
Maddenin üçüncü
fıkrasında, belirtilen yerlere silâhla ateş etmek veya radyasyon yayıcı yahut
radyoaktivite bulaştırıcı kaynak veya madde koymak, belirli koşullarla
cezalandırılmaktadır. Bu fıkraya göre silâhla ateş etmenin bu maddeye göre suç
oluşturması için, failde adam öldürme veya etkili eylem kastının bulunmaması
gerekir.
Suçun oluşması için silâh
atmanın ya meskûn bir yerde veya bunun çevresinde veya özel veya resmî veya
genel yapılara veya halkın toplu olarak bulunduğu diğer yerlere yahut hareket
hâlindeki ulaşım vasıtalarına yöneltilmesi gerekir.
Suçun oluşması ayrıca bir
cezalandırma koşuluna bağlanmıştır: Ateş edilmesi halk arasında korku, kaygı
veya panik meydana getirebilecek nitelikte olacaktır; suçun oluşması için
eylemin bu nitelikte olarak değerlendirilmesi yeterlidir. Ancak failde bu
sonuca yönelik bir kastın bulunması aranmayacaktır. Silâh atılmakla beraber
belirtilen türden bir sonuç meydana gelmediği hâllerde 243 üncü maddenin
uygulanması gerekebilecektir.
Maddenin son fıkrasında,
diğer üç fıkrasında yer alan suçlara ortak ağırlaştırıcı nedenler
gösterilmiştir. Fıkrada geçen "suçun icrasını kolaylaştırıcı diğer
vasıtalar"a her türlü hile ve desiseler girmektedir.
Madde 236. - Maddeyle,
genel tehlike yaratan hâllerden birisi olarak kasten sele veya taşkına meydan
verilmesi cezalandırılmıştır. Fiil çeşitli şekillerde gerçekleştirilebilir: Söz
gelimi failin, kabarmasını sağlamak üzere suyun çıkış yollarını tıkaması gibi.
Madde 237. - Maddede, 234
ilâ 236 ncı maddelerde yazılı suçlarda ortak bir ağırlaştırıcı nedene yer
verilmiştir. Fiillerin, kamu kurum ve kuruluşlarına ait olan ve maddede sayılan
taşınmazlara karşı işlenmesi hâlinde, doğuracağı tehlikenin çok daha ağır
olacağı kabul edilmiş ve bu hâlde daha fazla ceza verilmesi uygun görülmüştür.
Fiillerin millî savunmayı ihlâl kastıyla askerî kuruluşlara ait olan ve yukarıda
sayılan taşınmazlara karşı işlenmesi hâlinde Askerî Ceza Kanununun 59 uncu
maddesi hükmü uygulanacaktır.
Madde 238. - Maddenin ilk
fıkrasında, genel ve büyük felâketlere karşı korunma tesislerini tahrip ederek,
bunları bozarak veya kullanılamaz hâle getirerek yangına, sel ve taşkına,
kazaya ve diğer felâketler tehlikesine neden olmak suç hâline getirilmiştir.
Burada suç sayılan fiil, korunma tesislerine karşı işlenmektedir. Suçun
cezalandırılması için genel tehlikenin meydana gelmesine neden olunması
yeterlidir. Fiilen felâketin meydana gelmesi şart değildir.
Maddenin ikinci
fıkrasında felâketin meydana gelmesi hâlinde faile verilecek ceza
gösterilmiştir. Bu fıkra, netice nedeni ile ağırlaşan bir suçu meydana getirmiş
olmaktadır.
Son fıkrada ise, tehlikenin
kapsadığı felâket meydana geldikten sonra, bunun ortadan kaldırılmasına tahsis
edilmiş alet ve vasıtaların kullanılmamasını veya çalışmalarının engellenmesini
sonuçlayan fiiller müstakil suç hâline getirilmiştir.
Madde 239. - Maddenin
birinci fıkrasıyla bir kimsenin, 234 ilâ 236 ve 238 inci maddelerde yazılı
fiilleri sigorta bedelini almak veya haksız bir yarar sağlamak için işlemesi
cezalandırılmaktadır. Fiillerin sigorta bedelini veya diğer haksız bir yararı
ele geçirmek kastı ile işlenmiş bulunması gereklidir yani failde özel kast
aranacaktır.
Fiil dolayısıyla
başkasının yaşamı bakımından bir tehlike meydana gelirse bu takdirde 240 ıncı
maddenin uygulanması gerekecektir.
Maddenin ikinci
fıkrasında fiilin tüzel kişiler tarafından da işlenebileceği ve tüzel kişi
hakkında ceza verilebileceği belirtilmiştir.
Madde 240. - 234 ilâ 239
uncu maddelerde esasta tehlike suçları yer almış bulunmaktadır. Bu madde ise,
söz konusu maddelerde yer alan tehlike sonucu yaşamsal bir tehlikenin veya
ölümün meydana gelmiş bulunması cezalandırılmaktadır. Ölüm meydana geldiği
takdirde faile sadece bu maddeye göre ceza verilecek, ayrıca taksirle adam
öldürmeden dolayı cezaya hükmolunmayacaktır.
Madde 241. - Maddede
yangına, patlamaya, sel ve taşkına yahut genel bir tehlikeyi sonuçlayabilecek
tahribata veya felâkete taksirle neden olunmuş bulunulması
cezalandırılmaktadır.
Maddede geçen
"yangın" sözcüğü, basit bir dikkatsizlik sonucu meydana gelen ve
kolaylıkla giderilebilen hâller dışında ve insan hayatını veya mülkiyeti ciddî
tehlikeye sokabilecek nitelikteki olgular anlamındadır. Maddede geçen felâket
sözcüğünü de birden çok kişinin yaşamını tehdit eden ve geniş ölçüde mülkiyet
tahriplerine neden olabilecek hâller olarak anlamlandırmak gerekir.
İkinci fıkra için 239 ve
240 ıncı maddelerin gerekçesine bakılmalıdır. Bu konuda ayrıca 312 nci maddenin
gerekçesine de bakılmalıdır.
Madde 242. - Maddenin
birinci fıkrasının birinci cümlesinde, ruhsat almaksızın dinamit, bomba veya
bunlara benzer alet ve maddeleri veya barut ve benzerî şeyleri imal eden veya
bunları yabancı bir ülkeden Türkiye'ye sokan, sokmaya aracı olan veya ülke
içinde bir yerden diğer yere nakleden, yollayan veya göndermeye aracılık eden
veya satan, satmaya çalışan kimseler cezalandırılmaktadır. Bu fıkrada "satmaya
çalışma" da suç sayılmış böylece suçun bu hâline ait teşebbüse tamamlanmış
suç gibi ceza verilmiştir.
Ayrıca, Ülkemizin taraf
olduğu Uluslararası Nükleer Silâhların Yayılmasının Önlenmesi Andlaşmasının
uygulanması ile ilgili olarak UAEA ile Ülkemiz arasında imzalanan Güvenlik
Denetimi Anlaşması uyarınca, Ülkemiz, barışçıl amaçlarla kullanılan nükleer
maddelerin yetkisiz olarak alınması, kullanılması ve amaçlarından saptırılarak
nükleer silâh veya diğer nükleer patlayıcılara dönüştürülmesini önlemek amacıyla
bu tür maddelerin sayım ve kontrolü için ulusal güvenlik denetimi sisteminin
yürütülmesini ve UAEA'nın güvenlik denetimini kabul etmeyi taahhüt etmiş
bulunmaktadır.
Yine Ülkemizin de taraf
olduğu Nükleer Maddelerin Fiziksel Korunması Hakkındaki Sözleşme ise barışçıl
amaçlarla kullanılan nükleer maddelerin Ülke içi kullanımı, depolanması,
taşınması ile uluslararası taşınması sırasında uygulanması gereken önlemleri
içermektedir. Bu Sözleşmenin 7 nci maddesi söz konusu maddeler ile ilgili
olarak kasten işlenen suçların taraf ülkelerin ulusal mevzuatında cezayı
gerektiren bir suç olarak öngörülmesini ve uygun cezalarla müeyyide altına
alınmasını gerektirmektedir.
Yukarıda açıklanan
nedenler ile nükleer silâhların imal edilmesi, nükleer maddeler ile radyasyon yayıcı
ve radyoaktivite bulaştırıcı kaynak ve maddelerin yetkili merciden ruhsat
almaksızın Ülkeye sokulması, Ülkeye sokmaya aracılık yapılması, Ülke içinde
nakledilmesi veya bu fiile aracılık yapılması, satılması veya satmaya
çalışılması fiilleri de fıkranın ikinci cümlesinde cezalandırılmıştır.
Birinci fıkranın ikinci
cümlesinde imali, Türkiye'ye sokulması ülke içinde nakli, satılması, satılmaya
çalışılması öngörülen maddelerden:
Nükleer madde deyiminden
kaynak maddeler ve özel bölünebilir maddeler anlaşılır.
a) Kaynak Maddeler: Doğal
izotopları içeren uranyum, 235 izotopu doğal düzeyin altına düşmüş uranyum,
toryum bunlardan herhangi birinin metal alaşım kimyasal bileşim veya
yoğunlaştırılmış şekli ve bunlardan birini veya daha fazlasını içeren herhangi
bir maddedir.
b) Özel Bölünebilir
Madde: Plutonyum-239; uranyum-233; 235 veya 233 izotopları bakımından
zenginleştirilmiş uranyum ve bunlardan birini veya daha fazlasını içeren
herhangi bir maddedir.
Radyoaktif Madde: Bir
veya birden çok iyonlaştırıcı radyasyon yayınlayarak çekirdekleri kendiliğinden
bozulmaya uğrayan bir izotopu alaşım, karışım, çözelti veya bileşik olarak
içeren maddelerdir.
Radyasyon Kaynağı:
İyonlaştırıcı radyasyon yayınlayan radyoaktif maddelerle radyasyon yayınlayıcı
veya üretici aygıtlardır.
İyonlaştırıcı Radyasyon:
Maddesel ortamdan geçerken onunla etkileşerek iyon çiftleri oluşturabilen x
ışını, gamma ışını gibi elektromanyetik ışınlarla, kinetik enerjileri olan
yüklü parçacıklar, ağır iyonlar ve serbest nötronlar gibi tanecik karakterli
ışınımlardır.
Ses dalgalarıyla,
elektromanyetik spektrumun morötesi ve daha büyük dalga boylu bölgesi, bu
tanımın kapsamı dışındadır.
İkinci fıkrada, birinci
fıkrada belirtilen suçların, örgüt meydana getirenler, yönetenler veya örgüte
mensup olanlarca işlenmesi suçun nitelikli şekli olarak kabul edilmiştir.
Üçüncü fıkrada ise örgüt
kurmaksızın yani Tasarının 4 üncü maddesindeki tanıma uymaksızın, birden fazla
kişinin toplu olarak, yani birbirlerine elvererek ve işleri kolaylaştırarak
suçu işlemeleri ağırlaştırıcı bir fiilî neden olarak kabul edilmiştir.
Böylece aralarında bir
anlaşma ve birleşme olmaksızın birden fazla kişinin fiilleri birlikte icra
eylemeleri hâlinde ceza dörtte biri oranında artırılacaktır.
Dördüncü fıkra, birinci
fıkranın birinci cümlesinde tanımlanan suçların ruhsatsız taşınması,
bulundurulması veya alınmasını müstakil suç hâline getirmiştir. Bu fıkranın
ikinci cümlesinde, birinci fıkranın ikinci cümlesinde yer alan şeylerin izinsiz
taşınması, bulundurulması ve alınması hâlinde ise, dördüncü fıkranın birinci
cümlesinde yer alan cezaların yukarı sınırının uygulanacağı belirtilerek şahsî
ceza uygulaması getirilmiştir.
Maddenin son fıkrasında
mahkemenin, şeylerin tür ve miktarını önemsiz olarak değerlendirmesi ve failin
meslek, kişilik ve suç işleme eğilimleri bakımından tehlikesiz sayılması
hâlinde verilecek ceza gösterilmektedir.
Madde 243. - Cürüm
derecesindeki bir suçu içeren bu madde ile bir defa yetkili merciinden izin
almaksızın patlayıcı maddelerin infilâk ettirilmesi cezalandırılmaktadır.
Örneğin, inşasına başlanan bir binanın temelinde çıkan büyük bir kayayı
parçalamak maksadıyla ruhsat almadan dinamit patlatan kişi bu maddeye göre
cezalandırılacaktır.
İkinci olarak maddenin
cezalandırdığı fiil ecza patlatmaktır. Fiilin suç oluşturması için tehlikeli
olması veya herkesi rahatsız edecek surette icra edilmesi gerekmektedir,
mahalle aralarında bu niteliği taşıyan maddeleri, çatapat denilen şeyleri
patlatmak bu maddenin kapsamı içindedir.
Maddenin cezalandırdığı
üçüncü fiil, meskûn bir yerde veya civarında veya umuma açık yol üzerinde veya
bu yola doğru, hukuka uygun bir neden bulunmadan silâh patlatmaktır.
Madde 244. - Maddeyle,
toplumumuzda inşaat alanında çeşitli tarihlerde faciaların meydana gelmesine
neden olmuş bir kısım uygulamaların, artık felâketli neticeler meydana gelmeden
önlenmesi ve böylece bazılarının inşaat sanatının kurallarına çıkar elde etmek
saiki ile uymamalarının engellenmesi öngörülmüştür.
Suçun faili, bir inşa
veya yıkım işinin idaresini eline almış veya bu hususta yükümlü olandır; yoksa
bir yıkım işinde söz gelimi usta olarak çalışırken tedbir almayı ihmal eden
kimse hakkında bu madde uygulanmaz. Maddenin amacı daha henüz kötü netice
meydana gelmeden bilerek kurallara aykırı eylemde bulunmayı müstakil suç hâline
getirmektir.
Birinci fıkrada yer alan
suçun maddî unsuru, inşaat veya yıkım sanatının kurallarını bilerek yani kasten
ihlâl eylemek ve böylece insan hayatının veya beden bütünlüğünün tehlikeyle
karşı karşıya kalabilmesine neden olabilecek durumları ortaya çıkarmaktır.
Kurallar, malzemenin cinsine, miktarına veya bunların belirli kullanılış
şekillerine ilişkin olabilir. Söz gelimi plânların daha fazla yarar sağlamak
amacı ile bilimsel esaslara aykırı olarak yapılmış olması da maddenin kapsamı
içindedir.
Suçun oluşması için
kurallara riayet olunmaması ve bu nedenle genel olarak insan hayatının ve beden
bütünlüğünün tehlikeyle karşı karşıya kalabilecek olması gerekir.
İnşaat veya yıkım işinin
bu husustaki kurallara aykırı olarak yapılmış bulunmasından dolayı tehlike
fiilen gerçekleşir ve ölüm veya yaralanma gibi sonuçlar meydana gelecek olursa
faile ayrıca bu suçların cezaları da verilecektir. Madde bu hâllerde fikrî
içtima kurallarının uygulanmayacağını ayrıca belirtmiştir.
Maddenin ikinci
fıkrasında, inşa edilmiş bina ve eklentilerinde birinci fıkra hükümlerine
aykırı olarak hareket edenler hakkında da aynı cezaya hükmedileceği
belirtilmiştir.
Maddenin üçüncü
fıkrasında kurallara taksir nedeni ile uyulmadığı takdirde verilecek ceza
gösterilmiştir. Bu hâlde de failin meydana gelebilecek taksirli neticeden
ayrıca cezalandırılması gerekecektir.
Usulsüz inşaatın
neticelerinin ortadan kaldırılmasına, söz gelimi binanın yıkılmasına da
mahkemece ayrıca karar verilecektir.
Son fıkrada bu suçta
tüzel kişinin de fail olabileceği belirtilmiştir.
Madde 245. - Maddenin
birinci fıkrasında, vahşî ve tehlikeli hayvanların başıboş bırakılmaları veya
muhafazalarında ihmal gösterilmesi cezalandırılmaktadır.
Maddenin ikinci
fıkrasında değişik suçlar yer almıştır: Bir kere koşum ve binek hayvanlarının
açık yerlerde kendi hâline bırakılması cezalandırılmaktadır. İkinci olarak bu
hayvanların dikkatle sevkedilmemesi veya deneyimsiz kimselere verilmesi suç
sayılmaktadır.
Üçüncü olarak bu
hayvanların azdırılması veya korkutulması veya dikkatle sevkedilmemesi yahut
sağlamca bağlanmamasından dolayı başkalarının tehlikeyle karşı karşıya
bırakılması suç sayılmaktadır.
Maddedeki bütün fiiller
kabahat derecesinde suç olarak saptanmışlardır.
Madde 246. - Madde,
herkesin gelip geçtiği yerlerde yapılan işler, örneğin bir evin önünde,
kanalizasyona mecraları bağlamak üzere çukur açılması gibi hâllerde veya yine
benzerî maksatlarla bırakılan eşyadan dolayı meydana gelebilecek tehlikeleri
önlemek amacıyla, kurallarına göre konulması gerekli işaretleri ve engelleri
koymak hususunda ihmal gösterilmesini cezalandırmakta ve böylece bir engelleme
suçu meydana getirilmiş olmaktadır. Ancak dikkat edilmelidir ki, ihmal
niteliğindeki eylemleri cezalandıran bu hüküm, ihmalleri ayrıca cezalandıran
hüküm bulunmadığı takdirde uygulanacaktır. Böylece kanunlar çatışması
oluşmayacaktır. Söz gelimi işaret konulmaması nedeniyle, açılan çukura düşen
ölecek olursa, tedbiri almayanın sadece taksirli suçtan cezalandırılması ile
yetinilecektir.
Maddenin ikinci fıkrasına
göre, tüzel kişiler de bu suçtan sorumlu olacaktır.
Madde 247. - 234 üncü
maddeden başlayan ve İkinci Kısmın Birinci Bölümün bütün maddelerinde yer alan
fiiller, esasta tehlike yaratan eylemleri engellemek amacını güden suçlardır.
Tasarının bu maddesiyle
234 ilâ 246 ncı maddeler dışında kalan fiillerin taksir ile de işlenmesi ayrıca
ceza yaptırımı altına alınmış olmaktadır. Kasten işlenme hâli öncelikle
maddenin kapsamı içindedir.
Madde 248. - Maddede,
içme sularına, besinlere veya her çeşit başka maddelere zehir katarak veya sair
suretle bozarak kamunun sağlığını tehlikeye düşüren kimse cezalandırılmaktadır.
Suların mikroplandırılması da madde çerçevesi ve zehir kavramı içindedir.
Maddeden açıkça anlaşılacağı üzere, fiil somut bir tehlike suçudur. Maddede suç
konusu olabilecek maddeler tek tek gösterilmemiş, yenilecek ve içilecek her
şey, her türlü madde maddenin kapsamı içine alınmıştır.
Madde 249. - 8/6/1995
tarihli ve 4113 sayılı Yetki Kanununa dayanılarak çıkarılan, 560 sayılı Kanun
Hükmünde Kararname, besin konusu ile ilgili bütün Devlet görevlerini ele almış
bulunmaktadır. 3/11/1995 tarihli ve 4128 sayılı Kanunla 560 sayılı Kanun
Hükmünde Kararnameye 18A maddesi eklenmiş ve Kararnameye uymayanlara
uygulanacak cezalar gösterilmiştir. İnsan sağlığına zarar verecek gıda
maddeleri üretilemeyeceğine, zararlı katkı maddesi katılamayacağına dair 12 nci
maddesinin (c) bendinin yasakladığı fiiller 249 uncu maddenin kapsamı
içindedir. Bu fiilleri Kararnamenin 18A maddesinin (g) bendi sadece para cezası
ile karşılamaktadır. Fiilin insan hayatı bakımından ortaya koyduğu çok vahim
tehlikenin sadece para cezası ile karşılanmasını yeterli bulmayan Tasarı, bu
maddesi ile yenilecek, içilecek şeylerin veya ilâçların tağşiş, taklit veya
tağyirini hapis cezası ile karşılamayı uygun görmüştür.
Maddede geçen tağşiş,
taklit ve tağyir sözcükleri esasta aynı anlamı ifade eder. Bunların
kullanılmasının amacı, her tür yenilecek veya içilecek şeylerin veya ilâçların,
çeşitli yollarla ve metotlarla saflıklarının, gerçek niteliklerinin bozulması
ve böylece halkın sağlığının tehlikeyle karşı karşıya kalmasını
sonuçlayabilecek hareketlerin tümünün noksansız ifade olunmasıdır. Bununla
birlikte kelimeler teker teker şu suretle belirtilebilir:
"Tağşiş" bir
şeyin içine halkın sağlığını bozacak surette başka madde eklenmesi,
karıştırılması demektir.
"Tağyir" aynı
suretle maddenin başkalaştırılması yoluyla safiyetini bozmak anlamına gelir.
"Taklit" bir
başkasına benzetmeye çalışarak maddenin, sağlığı tehlikeye sokacak duruma
getirilmesi anlamını taşır. Maddeye göre her üç fiilin de maddeleri yiyen ve
içenlerin sağlığını bozacak derecede olması suçun oluşması için zorunludur.
Madde, bir defa söz
konusu maddelerin sadece tağşiş, tağyir ve taklidini suç saymıştır. Ayrıca bu
maddelerin satılması, verilmesi veya niteliklerinin bilinmesine karşın satılmak
üzere bulundurulması suç olarak saptanmıştır.
Tağşiş, tağyir veya
taklide yarayan her tür maddenin satılması veya tedariki hususunda yol
gösterilmesi de suç sayılmıştır.
Kanun Hükmünde
Kararnamenin gıda maddelerine ilişkin diğer hükümlerinin ise uygulanmasına
devam olunacaktır.
Madde 250. - Maddenin
birinci fıkrasında, kamunun sağlığına karşı işlenen tehlike suçlarından birisi
olarak, ilâçları reçetelerine aykırı olarak yapmak ve satmak fiili
cezalandırılmıştır. Hekim reçetesinde yazılı ilâç yerine başka ilâç vermek de
madde kapsamı içindedir.
İkinci fıkrada
müstahzarların, yetkililerce saptanmış formüllerine uygun olarak imal
edilmemesi veya bu şekilde imal edilmiş müstahzarların bilerek satılması suç
sayılmıştır.
Madde 251. - Madde,
satılması mutlaka reçete getirilmesine bağlı ilâçların kanunsuz olarak ele
geçirilmemesini sağlamak üzere, Devletçe formları saptanmış reçete kâğıtlarını
izinsiz olarak basmayı, satmayı, dağıtmayı veya bunları bilerek kullanmayı cezalandırmaktadır.
Suç seçimlik hareketlidir.
Madde 252. - 248 ilâ 251
inci maddelerde yer alan fiiller halkın doğrudan doğruya sağlığıyla ilgilidir.
Bu fiillerin kasten veya taksir ile işlenmeleri sonucu meydana gelebilecek
neticeler esasta birbirine eşittir. Bu nedenle, Tasarının bu maddesi, fiillerin
taksir ile işlenmelerini de cezalandırmıştır. Böylece söz konusu maddeleri imal
eden veya satanların her zaman dikkat içinde bulunmalarını sağlamak
amaçlanmıştır.
Madde 253. - 249 ilâ 251
inci maddelerdeki suçların, sağlık meslek veya sanatının kötüye kullanılması
suretiyle işlenmesi hâlinde failde ahlâkî kötülüğün daha fazla olacağı göz
önünde tutularak daha ağır ceza verilmesi öngörülmüştür. Failin hekim veya
eczacı veya kamunun sağlığını korumak için, yapılması resmî izne bağlı bir
meslek veya sanat mensubu olması gerekmektedir. Bu meslek ve sanatlar 24/4/1930
tarihli ve 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu, 11/4/1928 tarihli ve 1219
sayılı Tababet ve Şuabatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun, 18/12/1953
tarihli ve 6197 sayılı Eczacılar ve Eczaneler Hakkında Kanun ve 15/2/1954
tarihli ve 6269 sayılı Kimyagerlik ve Kimya Mühendisliği Hakkında Kanunda
düzenlenmiş bulunmaktadır.
Dikkat edilmelidir ki, bu
maddenin uygulanabilmesi için kişisel sıfata bağlı hâllerin bulunması yeterli
değildir. Ayrıca fiillerin meslek ve sanatı kötüye kullanarak işlenmiş
bulunması da gerekmektedir.
Madde 254. - Maddeyle,
249 ilâ 251 inci maddelere göre mahkûmiyet hâlinde, cürme vasıta kılınan meslek
veya sanat veya ticaretin durdurulması ile birlikte, işyerinin de aynı süre ile
kapatılmasına karar verileceği; ancak o işyerinin, bulunduğu yer için bir önem
taşıması, söz gelimi o yerde başka dükkân bulunmaması ve kapatılması hâlinde
halkın zorunlu ihtiyaçlarını karşılayamayacağının anlaşılması hâlinde,
işyerinin kapatılmasına karar verilmeyebileceği hükme bağlanmaktadır.
Madde 255. - Uyuşturucu
maddelere ait suçlara, mevzuat geleneğimizde öteden beri Ceza Kanunu içinde yer
verilmiştir. Bu hususu göz önünde bulunduran Tasarı da aynı geleneği sürdürmüş
bulunmaktadır. Aslında uyuşturucu maddeleri düzenleyen hükümlerin, Batı
ülkelerinde olduğu gibi, idarî mevzuatı, tıbbî hususları ve ceza hükümlerini
içermek üzere ayrı bir kanun içinde toplanması daha yerinde olurdu. Nitekim
bugün Ülkemizde söz konusu hükümler değişik kanunlar içinde dağılmış
bulunmaktadır. Ancak Tasarı, mevzuatta bir boşluk meydana gelmesine neden
olmamak için bu suçları da kapsamı içine almakta devam etmiştir.
Maddede, uyuşturucu
maddelerin nelerden ibaret bulunduğu tanımlanmadığı gibi, bunların teker teker
gösterilmesi yoluna da gidilmemiştir. Bu tutumun nedeni, uyuşturucu maddelerin
ve aynı etkiyi yapan ilâç ve sentetiklerin kötüye kullanılmalarının yaptırım
altına alınarak güçlü bir sosyal savunma sağlanması maksadıyla hangi maddelerin
uyuşturucu madde sayılmaları gerekeceği hususunun belirlenmesinin Bakanlar
Kurulu Kararnamesine bırakılmasıdır. Böylece zaman içinde yeniden ortaya çıkan
ve uyuşturucu etkisi yapan maddelerin yaptırım dışı kalması önlenmiş olacağı
gibi ayrıca bu konudaki belirsizlik de giderilerek suçta kanunîlik ilkesi
vurgulanmış bulunacaktır.
Uyuşturucu maddeler
konusunda, cezalar bakımından uluslararası uygulamada esas olan ilke şudur:
Maddeyi imal, ithal edenleri, bir yerden bir yere nakledenleri, satanları,
satmak için bulunduranları yani, yabancı dildeki deyimi ile bu işin
"trafiğini idare edenleri" şiddetle cezalandırmak; buna karşılık
maddeyi kullananı, genel olarak bir hasta, iradesi bakımından zayıf, bedensel
yapılışı itibarıyla bu tür maddeleri kullanmaya yatkın bünyede bir kişi sayarak
ıslah ve tedavisini asıl hedef benimsemek ve cezalandırma bakımından da ılımlı
bir tutum içinde bulunmaktır. Maddenin düzenlenmesinde esas itibarıyla bu
görüşe öncelik verilmiştir.
Maddenin (4) numaralı
fıkrasında (1) numaralı fıkrada gösterilen fiillerin eroin, morfin ve bu
nitelikte oldukları Bakanlar Kurulunca tespit ve ilân edilecek olan benzerî
maddelere ilişkin bulunması hâlinde, cezanın ağırlaştırılması öngörülmüştür.
Buna karşılık yumuşak uyuşturucu madde olduğu bilim adamlarınca ifade olunan
esrar bu nitelikte sayılmamıştır.
Maddenin (2) numaralı
fıkrasında, uyuşturucu maddeleri sadece ihraç edenlere altı yıldan oniki yıla
kadar hapis cezası verilmesi ancak fıkranın ikinci paragrafında ihraç
suçlusunun aynı zamanda imalci veya ithalci olması hâlinde birinci ve ikinci
fıkralarda yazılı cezaların ayrı ayrı hükmedilmesi öngörülmüştür. Böylece
sadece ihracat yapanın cezası 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanuna göre
indirilmiş olmaktadır. Bu tercihin nedeni malın götürüldüğü diğer ülkelerde
ihracat veya genel olarak uyuşturucu madde suçları için verilen cezanın bize
göre çok daha hafif olmasıdır.
İhracat yapan ve
genellikle kendilerinden büyük patronların yararlandığı düşünülen genç ve cahil
bir kısım Türk işçileri yürürlükteki hükümlere göre yabancı memlekete
soktukları madde dolayısıyla cezalandırıldıkları takdirde, Ülkemize
döndüklerinde ayrıca ihraçtan dolayı otuz yıla varan hürriyeti bağlayıcı cezaya
mahkûm edilmekte ve yabancı ülkede çektikleri ceza, ihraç fiili Türkiye'de
işlenmiş ayrı bir suç olduğundan, Türkiye'de aynı madde dolayısıyla verilmiş
cezadan mahsup da edilmemekte idi. İşte bu durumun ortaya çıkardığı ifratlı
sonucu düzeltmek üzere yabancı memlekette çekilmiş ceza hâlinde veya ceza
çekilmemiş olmakla birlikte Türkiye'de infazı olanaklı ise ve çekildiği
hâllerde ihraç nedeniyle artık kovuşturma yapılmayacaktır. Bu cezanın
Türkiye'de infazı gerekmiyorsa, ihraç nedeniyle verilecek ceza aynen
çektirilecektir.
Maddenin (3) numaralı
fıkrasında, uyuşturucu maddelerin yurt içinde satışı, satışa arzı, satın
alınması veya bulundurulması, maddelerin devredilmesi veya devralınması veya
sevk ve nakledilmesi veya bunların alınıp satılmasına veya devrine veya her ne
suretle olursa olsun tedarik edilmesine aracı olmak cezalandırılmıştır. Suçun
ön koşulu maddelerin yurt içinde ruhsatsız veya ruhsata aykırı olarak söz
konusu işlemlere tâbi kılınmasıdır.
Maddenin (4) ilâ (8)
numaralı fıkralarında ise, diğer ağırlaştırıcı nedenler gösterilmiştir.
(4) numaralı fıkraya göre
(1) ilâ (4) numaralı fıkralarda yer alan suçlar doktrinde ağır uyuşturucu
maddeler olarak tanımlanan eroin, kokain, morfine ilişkin olduklarında
verilecek ceza bir katı oranında artırılacaktır. Bakanlar Kurulu kararnamesinde
bu nitelikte oldukları belirtilen diğer uyuşturucu maddeler hakkında da bu
hüküm uygulanacaktır.
(5) numaralı fıkraya
göre, suçlar, bu maksatla kurulmuş bir örgütü meydana getirenler ile idare
edenler veya örgüte dahil bulunanlarca işlendiğinde, ceza yarı oranında
artırılacaktır.
(6) numaralı fıkraya göre
ise, suçlar örgüt olmaksızın birden ziyade kimse tarafından toplu olarak veya
bu tür suçları işlemeyi meslek, sanat veya geçim vasıtası hâline getirmiş
kimselerce işlendiğinde cezalar üçte biri oranında artırılacaktır.
(7) numaralı fıkra,
onsekiz yaşını bitirmeyen çocuk veya küçükleri veya ceza ehliyetine sahip
bulunmayanları, suçların işlenmesinde kullananlar için tertip olunacak cezanın
üçte biri oranında artırılmasını öngörmektedir.
(8) numaralı fıkra,
uyuşturucu maddelere ilişkin suçları işlemek üzere örgüt kurulmasını, daha
henüz hiçbir suç işlenmemiş bulunsa bile, müstakil suç olarak
cezalandırmaktadır. Ancak örgüt marifetiyle suç işlendiğinde faillere sadece
(5) numaralı fıkra hükümlerine göre ceza verilecektir.
Madde 256. - Madde, 1989
Türk Ceza Kanunu Tasarısından 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanuna, hemen
hemen aynen 6/6/1991 tarihli ve 3756 sayılı Kanundan aktarılmıştır.
Maddede, uyuşturucu madde
kullanılmasını kolaylaştırıcı hareketler ile kullanma hâlleri cezalandırılmaktadır.
(1) numaralı fıkranın (a)
bendinde bir kimsenin başkasına uyuşturucu madde temin etmesi veya herhangi bir
suretle kullanılmasını kolaylaştırması cezalandırılmaktadır. Burada fail,
uyuşturucu madde ticareti yapan değildir; maddenin kullanılmasını kolaylaştırandır.
Fıkranın (b) bendinde, uyuşturucu maddenin onsekiz yaşını bitirmemiş küçüklere
veya aklen malûl olanlara verilmesi ayrıca cezalandırılmakta, (c) bendinde ise
bu maddelerin, eğitim veya öğretim veya sağlık ve tedavi kurumlarında ve kurumların
civarında satılması ve bu yerlerde bulunan kişilere verilmesi hâlinde cezanın
ağırlaştırılması öngörülmektedir. Ayrıca, fıkrada yazılı bentlerdeki hâllerden
en az ikisinin birleşmesi hâlinde cezanın artırılması da hükme bağlanmaktadır.
(2) numaralı fıkrada,
uyuşturucu madde kullananlarla, bu maksatla yanında bulunduranlar
cezalandırılmaktadır. Uyuşturucu maddelere iptila derecesinde bağımlı hâle
gelmiş olanlar hakkında sadece özel bir güvenlik tedbiri kabul edilmiştir. Bu
kişi hastanede muhafaza ve tedavi altına alınacak, kullanmadan dolayı fail
ayrıca cezalandırılmayacaktır.
İptila hâlinin var olup
olmadığının saptanması tıbbî bir uzmanlık işidir. Bu itibarla Kanun iptilanın
ölçüsünü belirlememiştir. Uyuşturucu maddeye olan bağımlılık maddeyi kullanan
kişinin bundan yoksun kaldığında, şiddetli ve yoğun fizik rahatsızlıklar,
fizyolojik bozukluklar içine düşmesini yani yoksunluk sendromunun oluşmasına
neden olduğu hâllerde iptiladan söz edilmektedir. Ancak bu ölçü şimdi ciddî
şekilde eleştirilmekte iptila hususunda sosyal kıstaslara da başvurulması
gereğine işaret olunmaktadır. Buna göre kişide bağımlılık nedeni ile yoksunluk
fizik sendromu meydana gelmese bile madde, kişiyi, her türlü sosyal ilişkiden
koparmış, örneğin bu yüzden iş ve gücünü, ailesini terketmiş, bütün yaşam
biçimi değişmiş ise bu duruma gelmiş kişiyi müptela saymak gerekecektir. Bu
yeni görüş daha insancıldır ve söz gelimi kokainin de iptila yaratabileceği
sonucuna götürmektedir.
Uyuşturucu madde
kullanması dolayısıyla herhangi bir soruşturmayla karşı karşıya kalmadan resmî
makamlara başvurarak tedavisini isteyen kimsenin alışkanlığı iptila derecesinde
olmasa da hakkında kovuşturma yapılmayacağı (2) numaralı fıkranın ikinci
paragrafında açıklanmıştır. Böylece doktrinde mağdursuz suç grubu içinde
mütalaa edilen, uyuşturucu maddeyi kullanma suçlusunun alışkanlığından
vazgeçmesini sağlamak üzere Tasarı yeni bir teşvik tedbiri getirmiş olmaktadır.
(2) numaralı fıkranın
ikinci paragrafına göre ise soruşturma başladıktan sonra tedavi ettirilmesini isteyen
kimsenin cezası, tedavinin bütün gereklerine, yükümlerine tamamıyla uyması
koşulu ile, yarı oranında indirilecektir. Doğal olarak bu hâlde şüphelinin,
suçunu kabul etmiş bulunması ön koşul olacaktır.
(2) numaralı fıkranın
dördüncü paragrafında uyuşturucu madde bağımlılığı iptila derecesinde olduğu
için hakkında ceza verilmemiş olan kişinin, salâhı tıbben saptanıncaya kadar
bir hastanede muhafaza ve tedavisine hükmolunacağı belirtilmektedir. Böylece bu
kişiler hakkında uygulanacak güvenlik tedbiri müddetsiz hüküm (süresi önceden
belirlenmeyen hüküm) biçiminde saptanacaktır.
Fıkranın son paragrafına
göre, soruşturma evresinde de bu husustaki karar, yine yetkili mahkeme
tarafından verilecektir. Böylece, kesin hüküm verilinceye kadar, şüphelinin
tedavisiz kalmaması sağlanmak istenilmiştir.
Madde 257. - Madde,
uyuşturucu maddelere ilişkin cürümler bakımından özel bir pişmanlık hâli
getirmiş bulunmaktadır. Maddenin birinci fıkrasında yazılı hâlde, belirli
koşullarla faile ceza verilmemekte, ikinci fıkrada yazılı hâlde ise verilecek
ceza indirilmektedir.
Madde 258. - Uyuşturucu
maddelerin sahte reçete ile satın alınması bu madde ile cezalandırılmaktadır.
Ancak, 256 ncı maddenin (2) numaralı fıkrasının ikinci ve üçüncü paragraf
hükümleri saklı tutulmuştur yani tedavi talebinde bulunmuş olanlar hakkında bu
maddenin öngördüğü ceza uygulanmayacaktır.
Madde 259. - Bu madde
21/11/1990 tarihli ve 3679 sayılı ve 6/6/1991 tarihli ve 3756 sayılı Kanunlarla
1989 Türk Ceza Kanunun Tasarısından esinlenerek, 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı
Kanuna aktarılmıştır.
Bu maddede, 255 inci
madde ile 256 ncı maddenin (1) numaralı fıkrasında ve 258 inci maddede yer alan
uyuşturucu maddelerle ilgili suçlar hakkında ağırlaştırıcı nedenler
gösterilmiştir.
Maddenin birinci
fıkrasında, fiillerin belirli bazı meslek mensuplarınca işlenmesi ağırlaştırıcı
neden sayılmıştır.
İkinci fıkrada ise, 255
inci maddede veya 256 ncı maddenin (1) numaralı fıkrasında yazılı cürümlerin
her tür ulaşım araçlarında veya kamuya açık yerlerde bunların sahip ve çalışanları
tarafından işlenmesi ağırlaştırıcı neden sayılmıştır.
Her iki fıkrada yazılı
suçlardan dolayı fail memur ise kamu hizmetlerinden yasaklanma, değilse meslek
veya sanat veya ticaretin icrasının durdurulması cezasına da hükmedilecektir.
Madde 260. - Maddede,
insan sağlığı için ortaya koyduğu tehlike nedeniyle zehirlerin satılması suç
hâline getirilmiştir. İzinsiz satıştan maksat, gerekli iznin alındığını
gösteren belge bulunmadan satış yapılmasıdır; belge, resmî makamın yazısı veya
hekim reçetesi olabilir.
Madde 261. - Maddede,
bulaşıcı hastalıklara yakalanmış veya bu hastalıklardan ölmüş bulunan
kimselerin ev ve diğer yerlerinin kordon altına alınmasına yetkili makamlarca
emir verilmiş bulunmasına karşın buna muhalefet edenlere veya bu konudaki çalışmalara
fiilen engel olanlara verilecek ceza gösterilmektedir. Böylece kamu sağlığının
korunması amacı güdülmektedir. Umumi Hıfzıssıhha Kanununda bulaşıcı
hastalıklara karşı alınması gereken tedbirler gösterilmiştir. Ancak bu maddede
yer alan suç özel nitelik gösterdiğinden Tasarıya eklenmesi yerinde
sayılmıştır.
Madde 262. - Maddenin
gösterdiği yerlere yetkili merciinden izin alınmadan ölü gömülmesi
cezalandırılmaktadır. Esasen Umumi Hıfzıssıhha Kanununda da konuya ilişkin
hükümler vardır. Ancak, burada Umumi Hıfzıssıhha Kanununun 215 inci maddesinde
belirtilen ve ölüye ilişkin bulunan ruhsat söz konusu değildir. Maddede geçen
izin, ölünün gömüleceği yere ilişkindir.
Madde 263. - Kamunun
sağlığına karşı işlenen suçlardan birinin işlenmesi sonucu insan sağlığının
bozulması cezayı artıran bir hâl olarak düzenlenmiştir. Bu maddenin
uygulanabilmesi için, insan sağlığına karşı olan suçun kasten işlenmesi
gerekmektedir. Bu suçların taksirle işlenmeleri hâlinde ceza bu maddeye göre
artırılmayacaktır.
Dikkat edilmelidir ki,
failin kastı bir kimseyi öldürmeye veya etkili eyleme yönelik ise, fail kanunun
o fiillere özgü hükümlerine göre cezalandırılır. Bu maddede, failce bilinen
tehlikenin ve zararlı neticenin gerçekleşmiş olması sorumluluğu hükme
bağlamaktadır. Demek oluyor ki, failde, geçen maddelerde yazılı suçları, insan
öldürmek veya etkili eylem amacı ile işleme kastı varsa, adı geçenin insan
öldürme veya etkili eylemden dolayı cezalandırılması gerekecektir.
Madde 264. - Madde, bu
Bölümde yer alan bütün suçlardan dolayı tüzel kişilerin de suç faili
olabileceklerini açıklamaktadır.
Madde 265. - Madde,
paraların taklit ve tağyiri fiilini cezalandırmaktadır. Bu açıdan millî para
ile yabancı para arasında fark gözetilmemiş, ancak her iki para açısından
kanunen tedavülde bulunmak koşulu aranmıştır. Bundan başka bütün kalpazanlık
suçlarını kapsayan ve İsviçre Ceza Kanunu (m. 240) Alman Ceza Kanunu (m. 146,
147) gibi bazı kanunlarda ayrıca belirtilen özel kast yani "tedavüle
koymak maksadına" maddede yer verilmiş, böylece koleksiyonculara satmak
maksadıyla sahte para imali fiilinin sahtecilik oluşturmayacağı, koşulları
bulunduğunda dolandırıcılık olarak cezalandırılacağı vurgulanmak istenmiştir.
Maddede millî ziynet
altınlarından söz edilmekle beraber altın paradan ayrıca bahis edilmemiştir.
Gerçekten, ister millî ister yabancı altın para "para" olmak vasfını
muhafaza etmekte yani Ülkemizde veya yabancı ülkede kanunen tedavülde
bulunmakta ise, bunun diğer paralardan farkı olmaz. Altının borsalarda değer
kazanması veya kaybetmesi yani altın paranın üzerinde yazılı nominal değerinden
farklı bir kıymetle tedavül etmesi onun "para" olmak vasfına halel
vermez. Buna karşılık, Ülkemizde alınıp satılmakta olan ziynet altınlar,
kanunen tedavül etmediklerinden "para" sayılmadıkları ve fakat
bunların taklit veya tağyiri olanaklı bulunduğundan, bunlar hakkında son
fıkraya ayrıca hüküm konulmuştur.
Paraların taklit veya
tağyiri fiilinin suç oluşturabilmesi için, sahte olarak meydana getirilen
paranın "sürüm yeteneği"nin bulunması yani ayrıca bir tecrübe sahibi
olmayan ve parayı özel bir incelemeye tâbi tutmayan bir kimsenin sahte parayı
gerçek para olarak almasının olanaklı bulunması gerekir. Sürüm yeteneği yoksa
yani sahtelik ilk bakışta anlaşılabilir nitelikte ise, kamunun güveni sarsılmayacağından
failin cezalandırılmasına, "işlenmez suç" ilkeleri engel olur. Bu
durumda, çok dikkatsiz veya para hakkında en basit bilgilerden yoksun bir
kişinin böyle bir parayı almış olması bir anlam taşımaz ve fiil, koşulları
varsa, dolandırıcılık olarak cezalandırılır. Paranın sürüm yeteneği bulunmakla
beraber kalplığın kolaylıkla anlaşılabilmesi hâlinde, ceza 273 üncü maddeye
göre indirilecektir.
Madde 266. - Maddede,
paralarda sahteciliğin ikinci şekli olan ithal, her ne suretle olursa olsun
alma, muhafaza etme ve tedavüle koyma fiilleri cezalandırılmıştır. Bütün bu
fiillerin ön koşulu, failin sahte para imaline iştirak etmemiş olmasıdır; çünkü
bir kimse taklit veya tağyir olunmasına iştirak ettiği bir parayı ithal edecek,
satın alacak, muhafaza edecek veya tedavüle koyacak olursa, taklit veya
tağyirden dolayı esasen cezalandırılacağı için artık diğer fiillerden de,
ayrıca cezalandırılması düşünülemez. Maddede, paranın ayırıcı vasıfları
üzerinde ayrıca durulmamış, 265 inci maddede açıklanan niteliklerin burada da
aranacağı doğal sayılmıştır. Maddede, sıralanan fiillerin sahtecilik olarak
cezalandırılabilmesi için tedavüle koymak maksadıyla işlenmelerinin şart olduğu
belirtilmiş, böylece diğer maksatlarla işlenen aynı fiillerin koşulları
bulunduğunda başka suç teşkil edebilecekleri, herhâlde, paralarda sahtecilik
olarak cezalandırılamayacakları vurgulanmıştır.
İthal edilen, satın
alınan veya muhafaza edilen sahte paraların kendilerinden alındığı kimseleri
açıklamak ihtiyacı duyulmamıştır. Bu kimseler sahte parayı satmak veya
başkasına vermekle, esasen tedavüle koymuş bulunacakları için sorumlu
olacaklardır; bunun gibi, sahte paranın alınıp satılmasına sadece aracı olan
kişi de ya tedavüle koyanın veya ithal edenin yahut alanın veya muhafaza edenin
fiillerine iştirak etmiş olacağı için, iştirak kuralları gereğince
cezalandırılacaktır.
Bundan başka sahte parayı
"muhafaza" edebilmek için ona zilyet olmak şart olduğundan ve bunun
için de parayı bir suretle almış olmak gerektiğinden, ayrıca "satın
almak" fiilini açıklamaya gerek görülmemiş, metin, satın almayı da
cezalandırmak açısından, yeterli derecede açık sayılmıştır.
Sahte paraları, tedavüle
koymak maksadıyla, alan, muhafaza eden veya yurda ithal eden kimsenin, bu
paraları sahte olarak imal edenden veya bir aracıdan yahut bir başka kişiden
almış olması nasıl şart değilse, böylece paraları aldığı kişi ile tedavüle
koymak hususunda anlaşmış bulunması da aranmamaktadır. Fail sahte parayı bunu
elinde bulundurandan çalmış olsa bile, madde uygulanacaktır. Bu itibarla, sahte
paraları imal edenle anlaşmış olup olmamasına göre, 1/3/1926 tarihli ve 765
sayılı Kanunun 316 ve 318 inci maddelerinde yapılan ve şimdiye kadar da
uygulamada ortaya çıkmış bulunmayan bir olasılığa dayalı ayırıma, Tasarıda yer
verilmemiştir.
Sahte paranın sürüm
yeteneğine sahip olması koşulu, bu maddede düzenlenen fiillerde de aranacaktır.
Maddede yer alan
fiillerin doğurabilecekleri sosyal zarar, taklit veya tağyir fiillerinin neden
olabileceği zarara oranla sınırlıdır. Gerçekten taklit veya tağyir fiillerini
işleyen kimse çok sayıda ve büyük küpürler hâlinde para imal edebileceği hâlde,
tedavüle koyan, ithal eden, alan veya muhafaza eden kimse ancak imal edenden
aldığı miktar ve değerde sahte parayı tedavüle koymak, ithal etmek, almak veya
muhafaza etmek olanaklarına sahip bulunur. Bu nedenle, yeni İtalyan ve İsviçre
Ceza kanunlarında da görüldüğü gibi, bu fiilin cezası daha hafif tutulmuştur.
Alman Ceza Kanunu da 147 nci maddede her iki fiile aynı hürriyeti bağlayıcı
cezayı vermekle birlikte bu hâlde hâkime sadece para cezası vermek olanağını da
tanımaktadır.
Madde 267. - 266 ncı
maddede belirtilen hâlde fail, sahte parayı aldığı anda, sahte olduğunu
bilmektedir; manevî unsurun bu kısmının bulunmaması hâlinde, önceki maddeye
dayanarak faili cezalandırmak olanaklı değildir. Ancak, bir kimsenin gerçek
sanısı ile aldığı paranın sahte olduğunu daha sonra anlaması ve bu parayı
bilerek sarf ederek, uğramış olduğu zararı gidermek istemesi olanaklıdır. Bu
gibi hâllerde failin sahte parayı, bu niteliğini bilerek tedavüle koyduğu
şüphesiz ise de, kendisine haksız bir kazanç sağlamaktan çok, uğradığı bir
zararı gidermek maksadı ile hareket ettiği için daha hafif bir ceza ile
cezalandırılması uygun görülmüştür. Tedavüle koyduğu sırada paranın sahte
olduğu bilmemekte ise, kast bulunmayacağından, ceza verilmeyecektir.
Madde 268. - 1/3/1926
tarihli ve 765 sayılı Kanunda "itibari amme kağıdı" adı altında
toplanan bu değerler, nitelikleri itibarıyla, paralara çok yakındır. Bunlar da,
herhangi bir devir ve ciro işlemine ihtiyaç bulunmaksızın, elden ele geçer ve
gerektiğinde tediye vasıtası fonksiyonunu görürler; örneğin teminat olarak
yatırılmaları olanaklıdır.
Ancak kağıt paralar,
madenî paralarla eş tutuldukları için, maddede ayrıca belirtilmemiştir.
Hükûmet tarafından ihraç
olunan bonolar, hisse senetleri, tahvil ve kuponların bu madde gereğince para
gibi sayılmaları için başta gelen koşul, doğrudan doğruya Devlet tarafından
yani Bakanlar Kurulu kararı uyarınca çıkarılmış ve Devlet Hazinesinin
borçlandırılmış olmasıdır. Bu itibarla kamu iktisadî teşekküllerince ve diğer
kamu kurum ve kuruluşlarınca çıkarılan ve hamile yazılı bulunan bonolar madde
kapsamına girmez.
Yetkili kurumlar
tarafından çıkarılan ve kanunen tedavül eden senetlerin madde kapsamına
girebilmesi için, özel bir kanunla, ilgili kuruluşa kanunen böyle bir yetki
verilmesi ve kuruluşlarca çıkarılan senedin kanunen tedavül etmesi yani
kabulünün zorunlu olması gerekir. Bu gibi evrakı kağıt paralardan ayıran husus,
kâğıt paraların altınla veya madenî parayla değiştirilmesi talep edilmediği
hâlde, yetkili kuruluşlarca çıkarılan bu gibi evrakın ya ibrazında veya belirli
bir vadenin gelmesinde madenî veya kağıt para ile değiştirilmesinin olanaklı
bulunmasıdır.
Madde 269. - Kıymetli
damga esasta, bir vasıtalı verginin veya harcın ödendiğini gösteren belgedir.
Özel kanunlar bir takım işlemlerin bu gibi damgaları içeren kağıtlar üzerine
yazılmasını veya bu işlemlerin onaylanması için belirli değerde damga pulunun
işlemler üzerine yapıştırılıp imha olunmasını yahut posta hizmetlerinden
yararlanmak isteyen kimsenin, idarece saptanan değerde posta pulunu hizmetin
konusunu teşkil eden mektup veya paket üzerine yapıştırmasını zorunlu kılar.
Böylece sözü edilen kağıtlarla pullar, bir vergi veya harcın ödendiğini
belgeler; bununla beraber kıymetli damgaların, üzerlerinde taşıdıkları nominal
değerle alınıp satıldıkları ve çok kere, bir ödeme vasıtası olarak tedavül
ettikleri, ayrıca bu gibi damgaları basmak veya piyasaya sürmek tekelinin de
Devlete ait olduğu bilinmektedir. İşte bu iki vasıf, kıymetli damgaları bir
vergi veya harcın ödendiğini gösteren bir makbuz olmaktan çıkarmakta ve paraya
yaklaştırmaktadır. Bu nedenle, kıymetli damgalarda sahtecilik fiillerini,
evrakta sahtecilik saymayıp, paralarda sahtecilik gibi cezalandırmak uygun
görülmüştür. Ancak paranın bir ödeme vasıtası olarak kabulünün zorunlu olmasına
karşılık, kıymetli damgalarda bu vasfın bulunmadığı göz önünde tutulmuş ve bu
nedenle hapis cezasında yarı oranında indirim yapılması öngörülmüştür.
Böylece, kıymetli damganın
taklit ve tağyirinde; 1) sahte kıymetli damganın ithali, alınması, muhafaza
olunması ve tedavüle konması hâllerinde, 2) nihayet sahteliği bilinmeden alınan
kıymetli damganın tedavüle konulması hâlinde, öngörülen hapis cezası yarıya
indirilecektir.
Sürüm yeteneğinin
varlığı, kıymetli damgalarda sahtecilikte de aranacaktır.
Maddenin ikinci
fıkrasında, "kıymetli damga" teriminin noter kağıtları gibi kıymetli
kağıtları, damga ve posta pullarını ve pullara eşit tutulan değerleri ifade
ettiği belirtilmiştir. Bununla birlikte, bir değerin buna eşit tutulabilmesi
için, hem aynı işlevi yapması hem de özel bir kanunun bu gibi değerlerin
çıkarılmasına izin vermiş bulunması gerekir. Bu itibarla posta kartı pula eşit
bir değer ise de, posta pulunun fonksiyonunu yapmayan ve yarı resmî kuruluşlar
veya derneklerce çıkartılıp da, posta pulları yanında zarflara yapıştırılan ve
esasta pulu çıkaran kuruluş ve derneğe bir teberru niteliğinde bulunan pullar
bu tanıma girmez; meğer ki özel kanun bu gibi pulları içermeyen zarf veya
paketlerin posta hizmetlerinden yararlanamayacaklarını veya bu gibi pulların
Devletçe çıkarılan pullara eşit tutulduğunu belirtmiş olsun.
Bir kıymetli damganın söz
konusu olabilmesi için, suç tarihinde kullanılabilir olması gerekir. Koleksiyon
değeri olan eski bir pulu taklit veya tağyir etmek, koşulları varsa
dolandırıcılık teşkil edebilir.
İthal etme, alma,
muhafaza etme ve tedavüle koyma fiillerinin cezalandırılabilmesi için, failin,
taklit veya tağyir fiillerine iştirak etmemiş olması koşulu, bu suçlarda da
aranacaktır; aksi takdirde taklit veya tağyir nedeniyle fail sorumlu
tutulacağından sonraki hareketler ayrıca suç sayılmayacaktır.
Kıymetli damgaların millî
olması koşulu aranmamış, yabancı kıymetli damgalar da, tıpkı paralar gibi
korunmuştur.
Sahte kıymetli damgaları
kullanmak, bunları sarfetmenin yani, tedavüle koymanın bir şekli olduğundan,
bundan ayrıca söz edilmemiştir. Gerçekten sahte damga pulunu bir makbuza veya
sahte posta pulunu bir zarfa yapıştıran kimse, bu pulu elinden çıkarmış yani
tedavüle koymuş olur. Bu şekilde tedavüle koymanın cezalandırılabilmesi için
de, failin taklit ve tağyir fiiline iştirak etmemiş olması zorunludur.
İşaret edelim ki, taklit
veya tağyir edilmemiş olan bir kıymetli damganın evvelce kullanıldığını
gösteren iptal işaretini yok eden kimse de onu "tağyir" etmiş olur.
Bu itibarla böyle bir kıymetli damganın üzerindeki iptal işaretini, bu kıymetli
damgaya sürüm yeteneğini kazandıracak tarzda yok eden kimse, onu tağyir etmiş
olacağı gibi, yok etme fiiline iştirak etmiş olmaksızın böyle kıymetli bir
damgayı kullanan kişi de, onu tedavüle koymuş olur.
Kıymetli damganın
üzerindeki iptal işaretlerini yok etmeksizin tekrar kullanma hâlinde ise,
herhangi bir sahtecilik söz konusu olmadığından kamunun güveni sarsılmış olmaz
ve sadece vergi veya harç ödenmeden, ödenmiş gibi göstermekten ibaret ekonomik
bir suç işlenmiş olur.
Madde 270. - Para ve
kıymetli damgaların taklit ve tağyiri, buna özgü bazı alet ve vasıtalarla
gerçekleştirilebileceğinden, bu alet ve vasıtaların veya özel filigranlı
kağıtların imali, ithali, satılması, devredilmesi, alınması ve muhafaza
edilmesi de suç sayılmıştır. Esasta taklit ve tağyir suçlarının hazırlık
hareketlerini oluşturan bu gibi fiillerin başlı başına cezalandırılması,
bunlara bir an önce müdahale edilmesindeki zorunluluktan kaynaklanmaktadır. Bu
fiillerin cezalandırılabilmeleri için, daha ağır bir suç teşkil etmeme koşulu
arandığından, alet ve vasıtalarla sahte para ve kıymetli damgaların taklit ve
tağyirine teşebbüs edilmesi hâlinde, ayrıca bu maddede öngörülen suçun cezası
verilemez.
Maddede öngörülen
fiillerin suç teşkil edebilmesi için, alet ve vasıtaların veya özel filigranlı
kağıtların, sürüm yeteneğine sahip para ve kıymetli damgaların imaline müsait
olması, kullanılması suretiyle taklit veya tağyir olunan para ve kıymetli
damgaların sürüm yeteneğinin var olması zorunludur.
Madde 271. - Sahteciliğin
bu şeklinde kazanç amacı güdüldüğünden değerinin fahiş veya hafif olmasına göre
hapis cezasının artıp eksilmesini öngören bir maddeye ihtiyaç duyulmuş, değerin
fahiş olması hâlinde ceza artırılmış, hafif olması hâlinde de hapis cezası
derece derece indirilmiştir.
Gerçekleşmesi zor olmakla
birlikte İkinci Dünya Savaşı sırasında mihver devletlerince müttefiklere karşı
suçun ikinci fıkradaki şeklinin işlendiği bilinmektedir. Devletin malî
itibarını tehlikeye düşürmek veya paranın değerini kaybetmesine yol açmak
ağırlaştırıcı nedenine böylece maddenin ikinci fıkrasında yer verilmiştir.
Madde 272. - Bu maddede
265 ilâ 271 inci maddelerde yer alan suçlar bakımından bir etkin pişmanlık hâli
kabul edilmiş bulunmaktadır. Fail, sözü edilen maddelerde yazılı suçları
işledikten sonra, maddelerde belirtilen şeylerin taklit, tağyir veya imalini
yahut tedavülünü engelleyecek olursa cezalandırılmayacaktır. Ancak failin söz
konusu engellemeyi resmî makamlar tarafından haber alınmadan gerçekleştirmiş
bulunması temel koşuldur.
Madde 273. - 265 inci
maddenin gerekçesinde de açıklandığı üzere paranın taklit ve tağyirinin
cezalandırılabilmesi için sürüm yeteneğine sahip olması yani ayrıca deneyimli
olmayan ve parayı özel bir incelemeye tâbi tutmayan kişilerce alınmasının
olanaklı bulunması gerekir. Paranın böyle bir yeteneği yoksa fiil
cezalandırılmaz ve ortada bir işlenemez suç bulunur. Bu maddede ise, kalp para
esasta bir sürüm yeteneği var olmakla birlikte, niteliği kolaylıkla
anlaşılabiliyorsa, cezanın indirilmesi öngörülmüştür.
Madde 274. - Anayasamız
kanunları yayınlamak görevini Cumhurbaşkanına verdiği gibi, seçimlerin
yenilenmesine, Anayasa Mahkemesinde iptal davası açılmasına, uluslararası
antlaşmaların onaylanmasına, Silâhlı Kuvvetlerin kullanılmasına, bireysel özel
af çıkarılmasına, bazı görevlere atamalar yapılmasına ve diğer hususlara karar
vermek yetkisini de keza Cumhurbaşkanına tanımıştır. Bu gibi işlemleri içeren
belgeler Cumhurbaşkanlığı mührü ile mühürlenebileceğinden, maddede bu mühre de
yer verilmiştir.
İşlemleri belgelemek
(tevsik) maksadıyla kullanılan Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı ve
Başbakanlık mühürleri de madde ile korunmuştur.
Maddede, sadece taklitten
söz edilmiştir. Bununla birlikte bir kimse, bir bakanlığa ait mührü tahrif
ederek Başbakanlık mührü hâline getirmiş olursa, yine Başbakanlık mührünü
taklit etmiş olacağından, ayrıca tağyirden söz etmeye gerek görülmemiştir.
Taklit edilmiş mührü kullanan kimse, daha önce taklit fiiline iştirak etmiş ise
bu fiilden dolayı cezalandırılacağı için failin kullanmadan dolayı sorumlu
tutulabilmesi taklit fiiline iştirak etmemiş olması koşuluna bağlanmıştır.
Madde 275. - Madde ile
274 üncü maddenin kapsamı dışında kalan bütün resmî mühürler korunmaktadır.
Bakanlıklarla noterlerin, mahkeme, savcılık ve kanunla kurulmuş olan kurumların
-örneğin baroların- mühürleri bu kategoriye girmektedir. Esasen son fıkrada,
yargı mercilerince işlemlerde kullanılan mühürlerin taklidi, suçun bir
ağırlaştırıcı nedeni sayılmıştır. "Yargı görevi yapan merci"
deyiminin anlam ve kapsamı 4 üncü maddede ve gerekçesinde açıklanmıştır.
Onaylayıcı ve belgeleyici
alet ve vasıtaların kamuya güven vermek maksadına yönelik bulunması temel
koşuldur. Örneğin mezbahada kesilen etler üzerine vurulan damgalar, posta
pulunun kullanıldığını gösteren iptal işaretleri, bir mamulün örneği üzerine
Türk Standartları Enstitüsünce konulan damga, külçe altının ayarını gösteren ve
Darphane Müdürlüğünce veya altını piyasaya çıkaran bankaca konulan damgalar bu
tanıma girer. Ölçü veya tartı alet ve vasıtalarına nizamen vurulması gereken
damga ve işaretler ise 278 inci maddede ayrıca korunmuştur.
Fiilin suç olabilmesi
için, bu gibi mühürlerle, anılan damgaları koymaya özgü alet ve vasıtaların
taklit olunması veya failin iştiraki ile olmaksızın taklit edilmiş olan mühür,
alet ve vasıtaların kullanılması gerekir.
Kullanmadan maksat, sahte
mühür, alet ve vasıtanın normal olarak tahsis edildiği şekilde kullanılmasıdır.
Fail, sahte bir varakayı meydana getirdikten sonra, bunun geçerliliğini
sağlamak maksadıyla sahte mühür, alet ve vasıtayı kullanmış ise fiillerden
hangisinin cezası daha ağır ise, onun verilmesiyle yetinilir.
Madde 276. - Maddenin
birinci fıkrasında, mühür, alet ve vasıta taklit edilmeksizin sadece bunların
şey (örneğin pul veya külçe altın) veya belge (örneğin diploma) üzerinde
bıraktıkları eser ve izlerin, taklit edilmiş olması hâlinde gerçekleşecek
sahteciliğin zorunlu olarak suçun konusu ile sınırlı olacağı göz önünde
tutularak, cezada indirim yapılması uygun sayılmıştır.
İkinci fıkrada, sahte iz
ve eserleri içeren şey veya belgelerin kullanılması, devredilmesi, satılması,
bir bedel karşılığında olarak veya olmayarak alınması cezalandırılmış, bu sahte
iz ve eserlerin, mühür, alet ve vasıtaların taklit edilmesi suretiyle veya
başka bir yöntemle konulmuş olması arasında fark gözetilmemiştir. Bununla
birlikte sahte iz ve eserleri taşıyan şey veya belgeleri kullanan, satan,
devreden veya alan kimsenin cezalandırılabilmesi için, iz ve eserleri sahte
olarak meydana getirmek fiiline iştirak etmemiş olması koşulu burada da
aranmış, ayrıca indirim oranı daha da yüksek tutulmuştur.
İz veya eser sahte
olmayıp, bunu taşıyan eşya tahrif edilerek iz ve eserle bu eşya arasındaki
uygunluk ortadan kaldırılmış ise, bu fiilin artık sahtecilikle bir ilgisi
kalmaz.
Madde 277. - Maddede
öngörülen fiil esasta, mühür ve damgalarda sahtecilikle ilgili değildir; çünkü
haksız yere kullanılan mühür, alet ve vasıtalar "sahte" değildir.
Ancak haksız yere kullanılmakta olan bu mühür ve alet ve vasıtalar, haksız bir
yarar elde etmek veya yine haksız bir zarar verilmesine yol açmak maksadıyla
kullanılmaktadır.
Maddede, mühür, vasıta ve
aletlerin "ele geçirilmesinden" söz edildiği için failin bunlara
haklı bir nedenle, zilyet bulunmaması gerekir; fail haklı bir nedenle zilyet
ise, memuriyet görevinin kötüye kullanılması suçu söz konusu olabilir.
"Kullanma" da
haksız olmalıdır. Bu itibarla fail haksız yere elinde bulundurduğu mühür, alet
ve vasıtayı hukuka uygun bir tarzda kullanacak, örneğin bir adliye memuru
tahliye edilen bir tutuklu hakkında savcı tarafından düzenlenip imzalanan,
fakat savcılık mührü ile onaylanması unutulan bir tahliye emrini, savcının
bulunmaması nedeniyle, eline geçirdiği savcılık mührü ile mühürlerse, kullanma
haksız olmadığından, fail cezalandırılmayacaktır.
Madde 278. - Aslında bu
maddenin suç saydığı fiiller, 275 inci maddenin kapsamı içinde bulunmakla
birlikte, ölçü ve tartı alet ve vasıtalarına nizamen vurulması gereken damga ve
işaretlerin veya bu alet ve araçların taklit veya tağyirinin müstakil bir
hükümle ayrıca cezalandırılması, uygulamada duraksamaları kaldırmak amacıyla
uygun sayılmıştır.
Maddenin birinci
fıkrasında, bir kere ölçü ve tartı alet ve araçlarına nizamen vurulması gerekli
damga ve işaretlerin taklit ve tağyiri cezalandırılmaktadır. İkinci olarak alet
ve araçların kendisinin taklit ve tağyiri cezalandırılmıştır.
İkinci fıkrada, bu tür
alet ve araçların kullanılması ve bulundurulması suç hâline getirilmiştir.
Üçüncü fıkrada, bir
ağırlaştırıcı nedene yer verilmiş ve söz konusu alet ve araçların bir kamu
kurumunun işlerinde kullanılması veya aynı kurumda bulundurulması hâlinde,
kurum yetkililerine verilecek cezanın artırılması öngörülmüştür.
Madde 279. - Maddede,
memur tarafından resmî belgelerin aslında yapılan sahtecilik cürümleri
cezalandırılmıştır. Ceza Kanununun uygulanmasında kimlerin "memur"
sayılacağı 4 üncü maddede gösterilmiştir.
Maddenin uygulanması
için, memurun kendi görev alanına giren yani kendisi tarafından görevi gereği
düzenlemesi gerekli bir resmî belgeyi, kısmen veya tamamen sahte olarak meydana
getirmesi veya doğru olarak düzenlediği böyle bir belgeye gerçeğe aykırı
kısımlar eklemek suretiyle tahrif etmesi, yine böyle bir belge (varaka)
düzenlerken kendi huzurunda geçmemiş olayları veya yapılmamış beyanları cereyan
etmiş veya yapılmış gibi göstererek belgeye geçirmesi veya ifadeleri
zaptetmemesi, nihayet belgeyi maddeten ortadan kaldırması, gizlemesi, bir
bölümünü veya kısımlarını silmesi veya başka surette okunamaz hâle getirmesi
veya imha etmesi gerekir. Failin memur olmaması veya memur olmakla birlikte,
üzerinde sahtecilik yaptığı belgenin kendi görevi gereği düzenlemek durumunda
bulunmadığı bir belge olması hâlinde 281 inci maddedeki memur olmayan kimse
tarafından resmî belgelerin aslında sahtecilik suçu işlenmiş olur.
Resmî belgelerde (evrak)
sahtecilik suçunda, sahte belgelerin meydana getirilmesi veya ortadan
kaldırılması ile suç tamamlanacağından, sahte belgenin kullanılması koşulu
aranmaz. Sahtecilik ile kamunun güveninin sarsılmış sayılması için, nasıl olsa
genel bir zararın gerçekleşmesi gerekmekle birlikte, her türlü duraksamanın
giderilmesi için bu hususun, özel zarar olasılığı ile birlikte maddede ayrıca
açıklanması gerekli sayılmıştır. Kamu güveninin sarsılabilmesi için, yapılan
sahteciliğin aldatıcı nitelikte olması yani özel bir dikkatle inceleme konusu
olmaksızın belgeyi okuyan kişinin bunun sahte olmadığını sanabilmesi
gereklidir.
"Resmî belgenin
aslı" bunu düzenlemek yetkisine sahip memur tarafından ilk olarak meydana
getirilen belgeyi ifade eder. Memur, resmî belgeyi birden fazla nüsha hâlinde
düzenlemişse, her nüsha asıl olduğu gibi, dip koçanlı olup bir parçası ilgiliye
verilen ve bir parçası resmî dairede muhafaza olunan bir belgenin her iki
parçası da resmî belgenin aslı sayılır.
Resmî belgenin suretinde
yapılan sahtecilik, suretle aslın karşılaştırılması neticesinde kolaylıkla
meydana çıkarılabilirse de, aslın kaybolması veya hiç bulunmaması hâlinde, karşılaştırma
olanağı kalmaz. Böyle bir durumda suretin asıl gibi işlem görmesi yani surette
yapılan sahteciliğin asılda yapılmış gibi cezalandırılması gerekir. Ancak
suretin aslına uygunluğunun yetkili memur tarafından onaylanmış bulunması
şarttır. Aksi hâlde ortada geçerli bir suret bulunmaz. Demek oluyor ki, var
olan aslın sonradan kaybolmuş veya belgenin aslı hiç düzenlenmemiş olduğu
hâlde, suret asıl yerine geçecektir. Çünkü her iki hâlde de suretteki
sahteciliği asılla karşılaştırmak olanaksızdır. Sureti sahte olarak düzenleyen
memur, asılla karşılaştırmayı olanaksız hâle getirmek için aslı ortadan
kaldıracak olursa, maddenin ilk fıkrası uygulanacağından, ayrıca surette
sahtecilikten dolayı sorumlu tutulmayacaktır.
Aslın özetini aksettiren
belgeler de, aslın bulunmaması veya kaybolması hâlinde, asıl gibi işlem
görecektir.
Maddede,
"belge", "varaka"; "belgeler" ise
"evrak" karşılığı olarak kullanmıştır.
Madde 280. - Madde, resmî
belgelerin özet veya suretlerinde yapılan sahtecilik suçunu cezalandırmaktadır.
Suçun faili, bu gibi özet veya suretleri meydana getirmek hususunda yetkili
olan memurdur.
Suçun oluşması için
özetlerin ve suretlerin, aslına uygun olduklarının onaylanmış ve aslın var olup
karşılaştırma yapılmasının olanaklı bulunması şarttır. Fiile daha hafif bir
ceza verilmesinin nedeni de bu olanağın varlığıdır.
"Özet",
asıldaki bilgilere dayanılarak meydana getirilen belgeyi belirtir. Örneğin bir
okuldaki kayıtlara dayanılarak ve bunları özetleyerek meydana getirilen belge
veya diploma, asıl belgenin özetidir ve asılla yapılacak bir karşılaştırma
belge veya diplomanın sahte olup olmadığını saptamak için yeterlidir.
"Suret" ise,
aslın tam bir örneğini ifade eder. Bunun asıldan çekilen ve asla uygunluğunu
onaylayan bir fotokopi olması da olanaklıdır.
Madde 281. - Madde,
failin memur olmaması hâlini düzenlemiştir. "Memur olmayan bir kimse"
deyimi, memur tanımına girmeyen kişilerle, bu tanıma girmekle beraber kendi
görev alanını kapsamayan bir belgede sahtecilik yapan kişileri belirtmektedir.
Memur kavramı için 4 üncü maddeye bakılmalıdır.
Madde 282- Madde,
doktrinde "fikrî sahtecilik" olarak adlandırılan bir suç tipini
düzenlemektedir. Kişi, kendi beyanıyla, sahte bir resmî belgenin düzenlenmesine
neden olmak hakkına sahip değildir. Kişinin açıklamaları üzerine düzenlenen
resmî belgenin bu beyanın doğruluğunu ispat edici bir güce sahip olması suçun
oluşması için gereklidir. Aksi takdirde düzenlenen belge, yapılan beyanın
doğruluğunu ispat edemeyeceğinden, kişi kendi beyanı ile böyle bir belgenin
düzenlenmesine etmen olmuş sayılamaz ve kendisinin bu madde uyarınca
cezalandırılmasının neden ve hikmeti kalmaz. O hâlde bakılacak husus şudur:
Beyanın doğruluğu düzenlenen resmî belgeyle ispat edilecek ise, madde
uygulanacaktır; buna karşılık beyanı alan memur, beyanın doğruluğunu tahkik
edip, buna kanaat getirdikten sonra resmî belgeyi düzenlemek durumunda ise yani
resmî belge sadece kişinin beyanı üzerine değil de, memurca yapılacak inceleme
sonucuna göre meydana getirilmekte ise, bu maddedeki suç oluşmaz. Nitekim,
kişiyi çok geniş bir surette "doğruyu söylemek"le yükümleyen İtalyan
Ceza Kanununun 483 üncü maddesi de aynı esası kabul etmiş ve İtalyan
Yargıtayının yerleşmiş içtihadı da bu yönde olmuştur.
Bu nedenle, gümrük
muayene memuruna, belirli bir malı ithal veya ihraç edeceği yolunda yalan
beyanda bulunan kişi, bu maddedeki suçu işlemiş olmaz; zira beyanı alan gümrük
muayene memuru sırf bu beyanla yetinmeyip, beyanın doğruluğunu incelemekle
yükümlüdür.
Resmî belge ile doğruluğu
ispat edilecek olayların ne olduğu, belgenin niteliğine göre belirir.
Hâkime, değişik olaylar
karşısında, yalan beyanın niteliğine göre temel cezayı belirlemek bakımından
takdir hakkı sağlamak maksadıyla maddedeki ceza üç aydan onsekiz aya kadar
hapis olarak saptanmıştır.
Madde 283. - Madde,
belgelerde sahtecilik suçları ile delil teorisi arasındaki ilişkiyi göz önüne
alarak daha üstün ispat gücüne sahip belgeyi daha fazla korumak ihtiyacını
karşılamaktadır. Ancak, değişik yorumlara son vermek maksadıyla bir belgenin
böyle bir güce sahip olup olmadığının saptanması için kanunlarda bu hususu
belirten bir hüküm bulunması gerekli sayılmıştır.
Madde 284. - Madde, özel
belgelerde sahteciliğin değişik şekillerini göstermektedir. Suçun oluşması için
kullanma koşulu da aranmış ve bu bakımdan resmî belgelerde sahtecilikle özel
belgelerde sahtecilik arasındaki klasikleşmiş ayırım korunmuş ve kullanmadan
önce fiilin cezalandırılmayacağı belirtilmiştir. Şüphesiz ki, imha yolu ile
sahtecilikte kullanmadan bahsedilemez; zira maksat gerçek bir belgenin kullanılmasına
engel olmaktan ibarettir. Bunun için, maddenin ikinci fıkrasında kullanma
unsuruna yer verilmemiş ve ayrı hüküm konulmuştur.
Suçun oluşması için
ayrıca genel veya özel bir zararın meydana gelebilmesi de koşul olarak kabul
edilmiştir.
"Kullanma"dan
maksat, bir olayın doğruluğunu ispat maksadıyla belgeye dayanmaktır. Bunun
dışında kalan herhangi bir maksadın varlığı hâlinde, sahte belge, bir
"ispat vasıtası" sıfatıyla kullanılmış sayılmaz. Örneğin, bir kimse
tanınmış bir tacirin, kendisine borçlu olduğunu iddia ederek, kendisine kredi
açılmasını sağlamak maksadıyla, sahte bir borç senedi gösterse, dolandırıcılık
suçunu işlemiş olabilirse de, bu borç senedine dayanarak bir alacak iddiasında
bulunmadıkça "kullanma" unsuru gerçekleşmiş olmayacağından suç
oluşmayacaktır.
Sahte özel belgenin
kullanılması, başka bir suçun işlenmesine de neden olabilir. Böyle bir durumda
sahtecilik, işlenen başka suçun unsur ve ağırlaştırıcı nedenini oluşturmuyorsa,
bileşik suç kuralı gereğince, her iki suçun cezası ayrı ayrı verilir; aksi
hâlde ise o başka suçun cezasının verilmesi ile yetinilir. Bu itibarla, sahte
belgenin kullanılması sureti ile bir kimse aldatılarak zarara uğratılmışsa,
özel belgelerde sahtecilik ve dolandırıcılık suçlarına ait cezaların içtima suretiyle
verilmesi gerekecektir. Buna karşılık nitelikli zimmet hâlinde, sahtecilikten
ayrıca ceza verilmeyecektir; zira nitelikli zimmet basit zimmetin ağırlaştırıcı
nedenidir ve ortada bir bileşik suç vardır.
Madde 285. - Maddeyle,
belirli bir tarzda doldurulup kullanılması için verilmiş boş bir kağıdı, teslim
edenin isteğine ve imzalı boş kağıdı veriş nedenine aykırı olarak doldurup
kendisine veya başkasına haksız bir yarar sağlayan veya imza sahibine veya
kanunî haleflerine haksız bir zarar veren kimse cezalandırılmaktadır.
Suçun yapısı şu suretle
ortaya çıkmaktadır: Bir kişi diğerine belirli bir tarzda doldurmak üzere imzalı
ve fakat boş bir kağıt verecektir; böylece suçun oluşması için imzanın gerçek
olması temel koşuldur. Ayrıca verilen kağıt hukuken geçerli bir belge
oluşturmayacaktır; suç böylece gerçek bir belgenin tahrif veya tağyiri şeklinde
işlenecek olursa 284 üncü maddenin uygulanması söz konusu olur.
Suçun oluşması için söz
konusu imzalı kağıdın, tevdi ve teslim nedeninden farklı bir şekilde doldurulması
gereklidir.
Dikkat edilmelidir ki,
imzalı kağıt teslim veya tevdi edilmemiş, suçlu bunu bir suretle ele geçirerek
doldurmuş ise bu takdirde maddenin son fıkrası gereğince Üçüncü Bölümün hangi
maddesi ihlâl edilmiş ise ona göre ceza verilecektir.
Fiil dolayısıyla fail
kendisine veya başkasına haksız bir yarar veya imza sahibine veya kanunî
haleflerine bir zarar vermiş olacaktır. Dikkat edilmelidir ki, suçun maddede
belirtilen şekline göre kağıda borç doğuran veya borcu kaldıran bir beyanın
yazılması şart değildir; bir suç ikrarı veya benzerî diğer ifadelerin yazılmış
olması da suçu oluşturur.
Suçun soruşturulması ve
kovuşturulması, ikinci fıkraya göre şikâyete bağlıdır. İmzalı boş kağıt ancak
taraflar arasında belirli bir ilişki şeklinin varlığı hâlinde söz konusu
olabileceğinden kovuşturmanın şikâyete bağlı tutulması yerindedir. Böylece
uzlaşma kurumu marifetiyle çekişmenin çözülmesi de olanaklı hâle gelmektedir.
Madde 286. - Madde,
ticarî hayatta büyük yer tutan ve basit bir ciro ile veya buna bile gerek
görülmeksizin tedavül eden bazı evrakı daha ciddî bir şekilde korumak maksadına
yöneliktir. Madde 29/6/1956 tarihli ve 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu da göz
önüne alınarak düzenlenmiştir. Ancak 765 sayılı Kanunun, Mehaz Kanundan ayrılma
sonucu bizdeki uygulamada ortaya çıkan ve bazen davanın zamanaşımına uğramasına
yol açan bir aksaklık giderilmiş ve resmî belgelerde eşitliğin sadece ceza
yönünden olduğu açıklanmıştır. Şu suretle ki, suç bütün özel belgelerde
sahtecilik fiillerinde olduğu gibi, yine kullanma ile oluşacak, sadece ceza
yönünden, resmî belgelerde sahteciliğin cezası uygulanacaktır. Kambiyo senedi
veya emtiayı temsil eden evrak, imzalı ve boş olarak faile tevdi edilmiş olup
da, fail, bunu tevdi maksadından farklı bir şekilde doldurmuşsa, o takdirde
açığa atılan imzanın, kötüye kullanılmasına ilişkin yaptırım uygulanacaktır. Bu
hususta 285 inci maddenin gerekçesine bakılmalıdır.
Maddede, son zamanlarda
tahvillerde de sahtecilik fiillerinin geniş ölçüde gerçekleştirilmesi ve bu
nedenle güvenliğin çok zarara uğraması nedeni ile "her türlü
tahviller"de özel himaye altına alınmıştır; ayrıca el yazılı
vasiyetnamelerde gerçekleştirilen sahteciliğin de, resmî belgelerde sahtecilik
gibi cezalandırılacağı açıklanmıştır. Burada söz konusu olan vasiyetname, noter
huzurunda yapılmamış olanlardır. Noterin, talep üzerine düzenlediği vasiyetname
bir resmî belge olduğundan bu madde kapsamında değildir. Burada geçen
vasiyetname, ölen kişinin meydana getirdiği el yazısı ile yapılmış veya onun
beyanı üzerine özel kişilerce saptanmış vasiyetnamelerdir.
Madde 287. - Maddede
öngörülen suçun ön koşulu, failin sahteciliğe hiçbir suretle iştirak etmemiş
olmasıdır; aksi hâlde resmî veya özel belgelerde sahteciliğe ilişkin hükümler
kendisi hakkında nasıl olsa uygulanacaktır.
Başkası tarafından
meydana getirilen sahte belgeyi kullanan kimsenin cezalandırılabilmesi için,
bunun sahteliğini bilmesi, ayrıca sahteciliğin varlığı için aranan genel
koşulların varlığı gerekir.
Kullanmadan ne
anlaşılması gerektiği 285 inci maddenin gerekçesinde açıklanmıştır. "Başka
surette yarar sağlamak"dan maksat, belgeyi ibraz etmeksizin ona
dayanmaktır. Elde edilen yarar dolayısıyla başka bir suç işlenmiş ise o suçun
cezası da ayrıca verilecektir.
Madde 288. - Madde,
sağlık raporlarının kötüye kullanılmasını ayrıca düzenleyerek yaptırımlara
bağlamaktadır. Bu itibarla, bu ve 289 uncu maddedeki istisnalar dışında diğer
belgeler, niteliklerine göre, resmî veya özel belgelerde sahteciliğe ilişkin
hükümlere tâbi tutulmuştur.
Maddenin ikinci fıkrasında,
gerçeğe aykırı raporun verilmesinden bir zararın doğmuş bulunması hâlleri
düzenlenmiştir. Fıkraya göre bir kere, böyle içeriği gerçeği yansıtmayan bir
belge ile kişilerin, gereksiz olarak sinir ve akıl hastanelerine kabul ve
ikamete mecbur edilmeleri yani gerekmediği hâlde hürriyetlerinin
sınırlandırılması olanağının sağlanması daha ağır biçimde cezalandırılmaktadır;
bunun dışında fahiş bir zarara neden olunması da fıkranın kapsamı içindedir.
Maddenin üçüncü
fıkrasında içeriği sahte raporun para ve vaat karşılığı elde edilmesi hâlinde
raporu veren daha ağır biçimde cezalandırılmakta, fahiş zarar meydana gelmesi
hâlinde ise ceza daha da artırılmaktadır.
Dördüncü fıkra, bir suçun
veya işkence ve zalimane, insanlık dışı fiillerin delillerini gizlemek veya bunları
yok etmek için verilmiş rapor hâlinde hapis cezasını sekiz yıla kadar
çıkarmaktadır.
Beşinci fıkra ise
gerçekte işlenmiş bir suç veya işkence, zalimane veya insanlık dışı bir fiil
var olmadığı hâlde bunlar varmış gibi göstermek suretiyle rapor düzenleme
hâllerinde hapis cezasını sekiz yıla kadar çıkarmaktadır.
Maddenin altıncı
fıkrasında, ikinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci fıkralarda özgürlüğü bağlayıcı
cezanın yanında ayrıca ağır para cezasına da hükmedileceğine yer verilmiştir.
Son fıkrada, raporu kullananın
ne suretle cezalandırılacağı gösterilmekte ve cezanın, bir yıldan üç yıla kadar
hapis ve müsadere veya değerin mülkiyetinin Devlete geçirilmesi olacağı
açıklanmaktadır. Kullanan kişi, raporun düzenlenmesine iştirak etmiş
olmamalıdır; aksi hâlde şerik sıfatıyla cezalandırılacağından, kullanmadan
dolayı kendisine ayrıca ceza verilmeyecektir. Bir kimse raporu kullanmadan da
ondan yarar sağlayabileceğinden, kullanma ile yarar sağlamak eş tutulmuştur.
Madde 289. - Madde, resmî
belgelerde sahtecilik suçlarının özel bir şeklini cezalandırmış bulunmaktadır.
Maddeye göre kimlik belgelerini, şahadetnameleri, beyannameleri, zabıtanın
teftiş ve kontrolüne tâbi defterleri iyi hâl veya yoksulluk varakalarını taklit
edenler veya bunları tahrif edenler veya hakkı olanlardan başkalarına verenler,
genel olarak resmî belgelerde sahteciliği cezalandıran 279 uncu ve izleyen
maddeye göre değil fakat bu maddenin birinci fıkrasına göre
cezalandırılacaklardır. Bu tür vesikalarda ve varakalarda yapılan tahriflerin
daha az vahim olduğu kabul edildiğinden özel bir hükümle ve daha az cezayla
karşılanması uygun sayılmıştır.
İkinci fıkrada belirtilen
vesikaların düzenlenmesi sırasında bilerek yanlış beyanda bulunulması ve bilgi
verilmesi müstakil olarak cezalandırılmıştır.
Üçüncü fıkrada, birinci
fıkrada yazılı suçun bir memur tarafından işlenmesi şahsî bir ağırlaştırıcı
neden sayılmıştır.
Dördüncü fıkrayla,
maddenin birinci fıkrasında belirtilen ve gerçek olan bir belge ve vesikayı,
resmî makamı aldatmak amacıyla kendisine veya başkasına ait olduğu yolunda
beyanda bulunanlar hakkında da yaptırım düzenlenmiştir.
Madde 290. - Belgelerde
sahtecilik suçu gerçek bir olayı ispat edebilmek için de işlenebilir. Failin
kendisine veya başkasına haksız bir yarar sağlamak maksadıyla değil de böyle
bir saikle hareket etmesi cezada geniş ölçüde indirim yapılmasını
gerektirmiştir.
İndirim oranları, sahte
olarak meydana getirilen belgenin niteliğine göre farklı bir şekilde
belirtilmiş, ayrıca failin cezalandırılması için bu saikle düzenlediği sahte
belgeyi kullanması koşulu daima aranmıştır. Bu suretle, gerçek bir olayı ispat
edebilmek için sahte resmî belge düzenleyen kimsenin bu belgeyi kullanmadıkça
cezalandırılmaması öngörülmüştür.
Hafifletici nedenin
uygulanabilmesi için olayda suçun bütün unsurlarının bulunması gerekecektir. Bu
itibarla bir hukuka uygunluk nedeni varsa, fiil suç oluşturmayacağından
maddenin uygulanması da söz konusu olamaz.
Madde 291. - Maddede yer
alan suçun maddî unsuru, halk kitlelerinin silâhlandırılarak diğer bir halk kitlesini
öldürmeye kışkırtılmasıdır. Bu konuda 128, 129 ve 130 uncu maddelere ve
gerekçelerine de bakılmalıdır. Suç, milleti oluşturan nüfus kesim ve
gruplarından, kısımlarından bir kısmını silâhlandırarak diğer bir kısmını
öldürmeye kışkırtmak veya bu maksatla girişilen eylemleri yönlendirmek veya
yönetmektir. Belirli kişilerin öldürülmesinin kışkırtılması hâlinde bu madde
uygulanmaz; bu hâlde yerine göre adam öldürme veya nitelikli öldürme ve buna
iştirak hükümlerinin uygulanması söz konusu olur. Suçun oluşması için
silâhlandırılarak kışkırtma yeterlidir; ayrıca ölümlerin gerçekleşmesi
gerekmez.
Öldürme, fiilen
gerçekleştiğinde harekete katılanlar hakkında maddenin ikinci fıkrasındaki ceza
uygulanır. Katılan kişinin fiili ile belirli bir kimseyi öldürdüğü sabit
olduğunda bu fıkra değil ve fakat adam öldürme suçundan dolayı sorumlu olması
gerekir ve ayrıca ikinci fıkradan dolayı ceza verilmez.
Madde 292. - 1989 Türk
Ceza Kanunu Tasarısında yer alan bu madde 21/11/1990 tarihli ve 3679 sayılı
Kanunla, 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanuna nakledilmiştir. Tasarıda da bu
hüküm aynen muhafaza edilmiştir.
Madde, ülkenin belirli
bir kısmında mesela, bir köyde veya bir bölgede yaşayan halk kitlelerine
yönelik olarak ağır bir tehlike ihdas edileceği tehdidinin yapılmış bulunmasını
suç hâline getirmiştir. Burada dikkat edilmesi gerekli husus, belirli bir
kişinin veya kişilerin barış veya sükununun veya hürriyetinin değil ve fakat
gayrimuayyen kişilerden oluşan kitlelerin tehdide muhatap olmuş bulunmalarıdır.
Suçun oluşması için
failde özel kast aranacaktır. Tehdidin halkın sağlığı ve malı bakımından bir
korku, endişe veya panik yaratmak amacıyla ve maksadıyla yapılmış olması
gereklidir. Endişe, korku, panik, kelimeleri, halkta meydana gelmesi gerekli
telaş hâlinin değişik derecelerde olabileceğini ifade maksadıyla
kullanılmıştır.
Suçun tamamlanması için,
bu hâllerin fiilen gerçekleşmiş bulunması şartı yoktur; tehdidin böyle bir hâle
sebebiyet verebilecek nitelikte olması yeterlidir. Bu itibarla maddedeki suç,
neticesi harekete bitişik bir cürümdür. Dolayısıyla, teşebbüs mümkün değildir.
Yapılacak tehdidin
icrasında ne gibi vasıtaların kullanılması gerektiğine dair olmak üzere madde
metnine bir açıklık getirilmemiştir; suç serbest hareketlidir.
Madde 293. - Maddeyle,
neticesinden müstakil olarak bir suçun işlenmesine tahrik, suç hâline
getirilmiştir. Tasarıda bazı belirli suçlara alenen tahriki özel olarak
cezalandırılan hükümler de vardır.
Suçun işlenmesine tahrik
aslında işlenilmesi istenilen suça oranla bir hazırlık hareketidir. Ancak kanun
koyucu, bazı hazırlık hareketi niteliğindeki fiilleri, meydana
getirebilecekleri büyük tehlike nedeniyle icra hareketi ve dolayısıyla suç
sayabilir. Burada da o suretle hareket olunmuştur.
Suç bütün Batı
kanunlarında yer almaktadır. Menşei itibarıyla XIX. Yüzyılın ortalarından
itibaren anarşistlerin her türlü suça başvurmak suretiyle, toplumu istikrarsız
hâle getirip amaçlarına ulaşmak çabaları ile ortaya koydukları eylemleri
karşılama amacına yönelik bulunmuştur.
Suçun maddî unsuru failin
belirli olmayan kimseleri suça tahrik etmiş bulunmasıdır; belirli kişiler,
belirli suçlara tahrik olunduklarında iştirak hükümlerinin uygulanacağı
açıktır.
Tahrik, esasen bu suçları
işlemek niyetinde bulunan kimselere yöneltilmiş de olsa yine de suç teşkil
edecektir. Ayrıca suçun oluşması için tahrik edilen suçun işlenmesi de şart
değildir. Esasen maddenin son fıkrasında bu hâlde tahrikte bulunanların, suçu
fiilen işlemiş olanlar derecesinde cezalandırılacakları açıklanmıştır.
Suçun manevî unsuru genel
kasttır. Tahrik, taksir ile gerçekleştirildiğinde fiil suç teşkil etmeyecektir.
Ancak failin tahriki ciddiye alması yani tahrikin neticesi olarak suçların
işlenmesini de arzu etmesi koşulu aranmamıştır. Kastın harekete yönelik olması
yeterlidir. Söz gelimi bir tahrikçi ajan, polisin zamanında geleceğini umarak
tahrikte bulunmuş olsa da suçu gerçekleşmiş saymak gerekecektir. Muhatapların
tahriki ciddiye almamaları hâlinde de suç gerçekleşmiş sayılır.
Tahrikin icrasıyla
beraber suç tamamlanmış olacağından yani fiil neticesi harekete bitişik bir suç
oluştuğundan, icra hareketinin kısımlara bölünebilmesinin olanaklı bulunması
nedeniyle suçta sadece eksik teşebbüs söz konusu olabilir.
Ayrıca failin tahrik
ettiği fiilin suç oluşturduğunu bilmesine de gerek yoktur. Ancak failde
kişileri belirli ve ağır bir hareketi icraya tahrik etme iradesinin var olması
gereklidir.
Suçun oluşması için
hareketin alenen icra edilmiş bulunması gereklidir. Söz gelimi bir mitingde,
bir toplantıda kişilerin suça tahrik edilmiş olmaları gibi. Esasen suçun
oluşması için belirli bir kimsenin suça yönelik olarak tahrik edilmiş bulunması
yeterli olmadığından, aleniyet suçun niteliği içindedir.
Suçun esasında, tahrikin
kitle içinde yer alanların duygu ve içgüdülerine yöneltilmesi ve onların kötü hareketleri
icra etmelerinin temin edilmesi söz konusudur.
Maddenin ikinci
fıkrasında, tahrikin belirli araçlar marifetiyle yapılması bir ağırlaştırıcı
neden sayılmıştır. Kitle iletişim araçlarından maksat, basın ve yayın araçları,
radyo, televizyon ve filmleri ve internettir. Ses kayıt bantları ve ses ve
görüntü yayın araçları deyimine her türlü kasetler ve video kasetler dahildir.
4 üncü maddenin (11) numaralı bendinde tanımı yapılan araçların kullanılması
da, elbette ki, ağırlaştırıcı nedendir.
Bu gibi hâllerde yapılan
tahrikin hedefe ulaşması olasılığı çok daha fazla olduğundan, Tasarı bunları
ayrıca ağırlaştırıcı neden saymış bulunmaktadır.
Madde 294. - Bu maddede
yer alan cürüm, 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunun 312 nci maddesinde
cezalandırılmaktadır. Tasarının bu maddesi ile toplumsal savunmanın
sağlanmasının yanında ifade özgürlüğünün güçlendirilmesi de amaçlanmaktadır.
Madde, 6/2/2002 tarihli ve 4744 sayılı Kanunla değişik 1/3/1926 tarihli ve 765
sayılı Kanunun 312 nci maddesinden aynen alınmıştır.
Madde, nitelikleri
itibarıyla birbirine çok yakın dört ayrı cürme yer vermiş bulunmaktadır.
1. Bir cürmün övülmesi
veya iyi görüldüğünün söylenmesi,
2. Kişilerin kanuna
uymamaya tahrik edilmeleri,
3. Sosyal sınıf, ırk,
din, mezhep veya bölge farklılığına dayanarak, halkı birbirine karşı kamu
düzeni için tehlikeli olabilecek bir şekilde düşmanlığa veya kin beslemeye
alenen tahrik edilmeleri,
4. Halkın bir kısmının
aşağılayıcı ve insan onurunu zedeleyecek biçimde tahrik edilmesi.
Birinci suçun oluşması için,
failin işlenmiş bir cürmü övmesi veya bunu iyi gördüğünü söylemesi gereklidir.
İşlenmemiş olan cürümlerin mücerret övülmesi veya iyi görüldüğünün söylenmesi
ise, duruma göre ya kanuna uymamaya tahrik suçunu veya 293 üncü maddede yer
alan suç işlemeye tahrik cürmünü ortaya çıkarır.
Madde, kişilerin
kanunlara uymamaya tahrik edilmeleri bakımından yapılacak hareketleri teker
teker belirleyip göstermemiştir. O halde maddî unsurun değişik şekillerde
gerçekleşebileceği meydandadır.
İşlenmiş olan bir suçun failini
veya kanuna uymayan kişiliğini sırf bu fiilleri işlemiş bulunması nedeniyle
övme halinde de, aynı suçun yani suçu övmenin oluşmuş bulunacağını kabul etmek
gerekir. Zira bu hallerde fail, kişi marifetiyle fiili övme veya iyi görme
beyanında bulunmuş olmaktadır.
Her iki suçun
oluşabilmesi için maddî unsurların alenen icrası gerekmektedir.
Yukarıda (3) numara
altında tanımı yapılan fiil, yani "sosyal sınıf, ırk, din, mezhep ve bölge
farklılığına dayanarak halkı birbirine karşı kamu düzeni için tehlikeli
olabilecek bir şekilde düşmanlığa veya kin beslemeye, alenen tahrik",
aslında bir tehlike suçudur.
Tehlike suçları, ifade
özgürlüğünün kullanılması bakımından etrafında duraksamalara, yanlış
anlaşılmalara elverişli bir alan yaratırlar. Bu bakımdan demokratik hukuk
düzenlerinde, tehlike suçu yaratmaktan olabildiğince sakınılır; ancak,
teknolojinin insan yaşamına bu derecede egemen olduğu bir dönemde bireyler,
tehlikelerle çevrilmiş olarak yaşadıkları için tehlike suçlarına yer vermek
zorunlu olmaktadır.
Maddeyle düzenlenen suç
yönünden ise durum şöyledir: Çağdaş uygar toplum çoğulcudur. Bunun anlamı,
toplumun, değişik din, mezhep, ırk, sosyal sınıf, bölge farklılığı, siyasal
görüşler, idealler, toplum insanlarına hizmet bakımından farklı yollar,
metotlar, değişik zihniyetler taşıyan insanlardan oluştuğudur. Böyle bir toplum
yapısında demokratik ilke, farklılıklar içerisinde bütünleşmeyi sürdürerek
birlikte, barış içerisinde yaşamayı zorunlu kılar; sosyal yapıyı oluşturan
yapısal unsurlar birbirleriyle ahenkli bir bütün oluşturmakta devam etmelidir.
Bütünleşme derecesi ne derecede yüksek olursa, demokratik özgürlükler de
toplumda aynı oranda geniş olarak kullanılabilir. Bütünleşmenin temel
koşullarının başında, değişik yapıdaki insanların, değişik fikir, kanaat ve
inançları tam bir hoşgörü ile karşılamayı benimsemeleri, bu tutumu içlerine
geçirmiş bulunmaları gelmektedir. O hâlde kişilerin, maddenin saydığı
farklılıkları esas alarak düşmanlığa, kin beslemeye alenen tahrik edilmelerinin
ortaya çıkaracağı tehlikeye karşı hukuk sisteminin savunma araçları getirmesi
gerekli ve zorunludur.
Ancak temel sorun, bu
zorunluluğu, eleştiri olanağını, ifade özgürlüğünü, siyasal propaganda yapmak
hakkını zedelemeden karşılayabilmektir.
Bu bakımdan çağdaş
demokratik ceza hukuku şu yolu veya stratejiyi uygulamaktadır: Soyut (mücerret)
tehlikeyi değil, somut tehlikeyi suç haline getirmek, somut tehlike suçlarını
kabul etmek ve değişik maksatlarla yapılan açıklamaları, gerçek unsurları
itibarıyla belirlenmiş bir tehlikeyi ortaya çıkarmaları hâlinde cezalandırmak,
yani zorunluluk hâllerinde tahriki cezalandırmak için bunun somut bir tehlikeye
meydan verecek nitelikte olup olmadığına bakmak.
Bu yaklaşım, -Amerika
Birleşik Devletleri Yüksek Mahkemesinin geliştirdiği bir ölçü ile- "açık
ve mevcut tehlike" kavramına da uygundur. Bu amaca, tehlike suçlarına ait
kanun metinlerini uygulamada yorumlamakla görevli bulunan yüksek yargı
organlarının karar ve içtihatları ile, yani bu yüksek kurumların tehlike
suçunun oluşmasını, kanun metinlerini "kamu düzeni için tehlikeli
olabilecek bir şekilde" ölçüsünü esas alarak yorumlamaları suretiyle
ulaşılabileceği gibi, kanun metinlerinde somut tehlikeyi belirleyen sözcük ve
kavramlara yer vererek de hedefe ulaştıracak çözümler gerçekleştirilebilir;
böylece toplumsal korunma ve özgürlükler aynı zamanda sağlanıp korunmuş
olabilirler.
Amerika Birleşik
Devletleri Yüksek Mahkemesi ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bu hususta
belirttikleri ve saptadıkları, artık hukukçularca bilinen ölçütler,
içtihatlarla toplumsal tehlikeyi önleme ve eleştiri, ifade, siyasal propaganda
hürriyetlerini aynı zamanda sağlama amacına ulaşmanın sağlam ilke, çare ve
uygulamaları olarak değerlendirilmektedir.
Bazı ülkeler ise,
yukarıda açıklandığı üzere, tehlikeyi giderme ve aynı zamanda hürriyetleri
sağlama stratejisi olarak ikinci yolu yeğleyerek, somut tehlike suçu
oluşturulması için kanun metinlerine bu hususta şekil vermeyi, açıklık
getirmeyi uygun saymışlardır.
Örneğin Avusturya Ceza
Kanununun 283 üncü maddesi şöyledir : "Ülkede bulunan kilise veya din
gruplarına veya bir ırka veya bir halka veya halk grubuna karşı, kamu düzenini
bozmaya elverişli biçimde alenen düşmanca bir eyleme girişilmesi çağrısını
yapan veya bunu tahrik eden kimseye bir yıla kadar hürriyeti bağlayıcı ceza
verilir.
Yukarıdaki fıkrada
açıklanan gruplara karşı alenen kışkırtmada bulunan ve insan onurunu
zedeleyecek biçimde söven veya aşağılayan kimseye aynı ceza verilir."
Alman Ceza Kanununun 130
uncu maddesi şöyledir :
"(1) Toplumsal
barışı bozmaya elverişli bir şekilde,
1. Halk gruplarını
birbirinden nefret etmeye veya halk grupları aleyhine cebir ve şiddet
uygulanmasına veya keyfi uygulamalar yapılmasına tahrik edenler veya,
2. Halk gruplarını küçük
düşürmek suretiyle insanlık onurunu ihlâl edenler,
Üç aydan beş yıla kadar
hapisle cezalandırılır.
(2) Yukarıdaki fiiller
yayın yoluyla işlenirse ceza artırılır.
(3) Nasyonal Sosyalist
rejim tarafından işlenmiş fiilleri, toplumsal barışı bozmaya elverişli bir
şekilde, alenen veya bir toplantıda onaylayanlara veya yapılan fiilleri
yalanlayanlara zorunlu bir eylem gibi gösterenlere beş yıla kadar hürriyeti
bağlayıcı cezaya veya para cezasına hükmedilir."
1881 Fransız Basın
Kanununun 24 üncü maddesinin altıncı fıkrası ise şöyledir: "23 üncü
maddede yer alan vasıtalardan birisi ile menşeleri veya etnik bir gruba,
millete, ırka veya belirli bir dine mensup bulunmamaları nedeniyle, kişiye veya
kişiler grubuna karşı ayrımcılık yapılmasına, kine veya şiddete tahrik eden
kimseler, bir yıl hapse ve 300 000 frank para cezasına veya bunlardan birisine
mahkûm edilirler." Aynı maddenin yedinci fıkrasında, bu suçtan dolayı
mahkûm edilen kişilere ayrıca belirli fer'î cezaların da verileceği
belirtilmiştir.
Aynı Kanunun 24 bis
maddesinde, yukarıda değinilen Alman Ceza Kanununun 130 uncu maddesinin (3)
numaralı fıkrasında yer alan hüküm, değişik sözcükler ve ifade biçimiyle
tekrarlanmaktadır.
Görülüyor ki, toplumsal
barış ihtiyacı ile eleştiri ve ifade, siyasal propaganda hürriyetlerini
bağdaştırmak üzere, maddenin ikinci fıkrasında yer alan suça ilişkin hükümlerin
benzerleri, yabancı demokratik ülkelerde de yer almaktadır.
Maddenin ikinci fıkrası,
yukarıda açıklanan ilke ve strateji doğrultusunda kamu düzenini ve toplumsal
bütünleşmeyi korumak bakımından fiili, somut tehlike suçu haline getirmiştir.
Suçun şeması şu suretle belirlenebilir:
1. Halk, birbirlerine
karşı düşmanlığa veya kin beslemeye alenen tahrik edilecektir.
2. Bu tahrik, bir tür
bağımlı hareketle yani insanların sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge
farklılığına dayanılarak gerçekleştirilecektir, yani düşmanlık veya kin, bu
farklılık üzerine dayanmak suretiyle yerleştirilmeye çalışılacaktır.
3. Tahrik yapılırken
başvurulan eylem, beyan ve ifadeler, kamu düzeni için tehlikeli olabilecek bir
şekilde olmalıdır. Hareketlerin belirtilen maksada uygun nitelik gösterip
göstermediği, fiilin somut bir tehlike suçu olduğu göz önünde bulundurularak
hâkim tarafından takdir edilecektir. Elbette bu takdir yapılırken, Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesinin bu konuda sürekli tekrarladığı ölçütleri göz önünde
bulundurmak gereklidir.
4. Failde yukarıda
belirtilen koşul ve eylemlere yönelik cürüm kastının varlığı saptanacaktır.
Maddenin üçüncü
fıkrasında, kendisine özgü özellik taşıyan bir hakaret suçuna yer verilmiştir.
Bilindiği üzere, genel olarak hakaret suçunun oluşması için, mağdurun belli
veya belirlenmesi olanaklı bulunması gerekir. Ancak yabancı hukuklarda,
İngilizcede denilen, grupların tahkiri de suç olarak saptanmıştır. Bu maddede,
toplumsal barışı korumak amacıyla, bir tür grup tahkiri suçunu düzenlemiş
bulunmaktadır. Burada da somut tehlikeye işaret etmek amacıyla hakaretin halkın
bir kısmını "aşağılayıcı ve insan onurunu zedeleyecek biçimde olması"
koşulu aranacaktır.
Maddenin son fıkrasında,
fiillerin 293 üncü maddenin ikinci fıkrasında belirtilen araç ve şekillerle
işlendiğinde cezaların, bir katı oranında arttırılacağı belirtilmiştir.
Madde 295. - Madde,
kanunun cürüm saydığı bir yayını diğer bir yayın aracında tekrarlamayı
cezalandırmaktadır. Maddede geçen "asıl yayın yapan gibi
cezalandırılır" şeklindeki ifadeden anlaşılacağı üzere aslında böyle bir
hareket suçun tekrarı niteliğinde ise de, herhangi bir duraksamaya yer
bırakmamak üzere ayrı bir madde olarak adeta yorum niteliğinde bir hüküm
getirilmiştir.
İkinci fıkrada, faili
cezadan kurtarmayacak hâller, duraksamaları ortadan kaldırmak maksadıyla ayrıca
gösterilmiştir. Buna göre fail, yazıdaki düşünceleri benimsemeyip aynen
yayınladığı yahut ihtiyatla yayınladığı veya sorumluluğu başkasının kabul
ettiği şeklinde yayına bir kayıt koysa da sorumluluktan kurtulamayacaktır.
Ancak içeriğini
nakletmeden suç hakkında haber yayınlamak suç oluşturmayacaktır.
Madde 296. - Madde, genel
olarak kanunların cürüm saydığı fiilleri işlemek üzere kişilerin
yapılanmalarını cezalandırmaktadır. 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanun burada
"cemiyet" kelimesini kullanmıştır. Dilimizde artık yerleşen
"örgüt" sözcüğü, Tasarıda belirtilen maksatla oluşturulmuş fesatçı
grupları belirtmek üzere kullanılmaktadır.
"Örgüt" 4 üncü
maddenin (8) numaralı bendinde belirtildiği üzere, birden fazla kişinin önceden
anlaşıp birleşmesidir. Herhangi bir harekete geçilmeden örgütün böylece teşkil
edilmiş olması maddî unsurun tamamlanması için yeterlidir.
Örgütün şeklinin, kanunen
teşekkül etmiş olup olmamasının önemi yoktur. Kanuna uygun olarak oluşmuş bir
dernek de, gizli amacı itibarıyla böyle bir örgütü oluşturabilir. Önemli olan
örgütün gerçek hedefi ve gerçekte var olan faaliyetleridir.
Maddenin birinci fıkrası
gereğince örgütü kuranların veya örgüte katılanların aynı suretle
cezalandırılmaları gerekecektir. Örgütün faaliyetlerine, fiilen iştirak
edenlerin de örgüte katılmış sayılmaları gerekir.
Maddenin birinci fıkrası
gereğince sadece birleşme, suçun maddî unsurunun oluşması için yeterli
olduğundan suça ancak eksik teşebbüs olanağı vardır.
Maddenin ikinci fıkrası
belirli maddelerde yazılı suçların işlenmesi için örgütün meydana getirilmiş
olmasını ağırlaştırıcı bir neden saymaktadır.
Maddenin üçüncü
fıkrasında, örgüt mensuplarının ülkenin herhangi bir yerinde, şehirde, yolda
veya dağda yahut kırda silâhlı olarak dolaşmaları veya silâhlarını bir yerde
saklamış bulunmaları ağırlaştırıcı neden sayılmıştır.
Örgütün yöneticileri
durumunda bulunanların cezaları dördüncü fıkra gereğince artırılacaktır.
Suçun oluşması için faillerde
genel kast yeterlidir. Ancak kastın hem örgütün kurulmasına ve hem de örgütün
cürümleri işlemek maksadına yönelik olması gerekir. Yoksa saldırılara karşı
kendilerini savunmak üzere yani meşru savunma hakkını kullanmak için örgütlenme
bu suçu oluşturmaz. Katılanlarda da, böyle bir örgüte katılma kastının
bulunması gerekir.
Çıkar Amaçlı Suç
Örgütleriyle Mücadele Kanununun hükümleri saklıdır.
Maddeyi, elbette ki,
suçta iştirak hâlini zedelemeyecek tarzda uygulamak gerekmektedir.
Madde 297. - Madde, örgüt
kurma suçuna katılmamış bulunanların, kurulduktan sonra örgüt mensuplarına
belirli şekillerde yardım etmelerini cezalandırmaktadır. Örgütün kurulmasına
katılmış yani örgüt kurma suçunun faillerinden bulunmuş olan kişilerin örgüte
yardım etmeleri ayrıca suç oluşturmaz.
Tasarı bu yardımları, 448
inci maddesi dışında ayrıca cezalandırmakta ve böylece örgütün yardımsız
kalarak sönüp gitmesini sağlamak istemektedir.
Suçun oluşması için
yardım fiilinin bilinerek ve istenerek, böyle bir örgüte yardım amacıyla yapılmış
bulunması gereklidir. Yardımın hangi hususlara ilişkin bulunması gerektiği
maddede gösterilmiş değildir. Madde, örgüt mensuplarına yapılacak yardımın
silâh, cephane, yiyecek, giyecek veya barınacak yer şekillerinde olmasını
açıklamakla birlikte "başkaca yardım edenlere" demek suretiyle,
bunlar dışında kalan diğer tür yardımları da kapsamı içine almaktadır; ilâç,
kitap, çadır, malzeme, daktilo makinesi, kağıt ve sair yardımlar da böylece
maddenin kapsamı içinde bulunmaktadır. Suç işlemek için yardım, bu maddenin
kapsamı içinde değildir.
Yardımın herhangi bir
ciddî cebir ve şiddet veya tehdit veya sair bir baskının etkisi altında
kalınmaksızın yapılmış olması gerekir. "Ciddî"likten maksat, cebir ve
şiddet veya tehdit veya sair baskı ile yardımın yapılması arasında bir
nedensellik ilişkisinin bulunmasıdır. Böyle bir ilişki varsa hareket suç
oluşturmaz. İkrah kusurluluğu yok etmesi dolayısıyla sorumluluğu kaldıran bir
nedendir.
Yaralı ve hastaların
geçici olarak tedavisini ise bu madde kapsamında saymamak gerekir. Zira
koşullar ne olursa olsun, hasta ve yaralının tedavisi, tıp mesleğine bağlı
meslekî hakkın çerçevesi içindedir ve bir hukuka uygunluk nedeni
oluşturmaktadır.
Maddenin ikinci
fıkrasında, tüm yardımların belirli yerlerde yapılması ağırlaştırıcı neden
sayılmıştır. Söz konusu yerleri bu tür faaliyetlerin dışında tutmak amacıyla
fıkra kaleme alınmış bulunmaktadır.
Maddenin üçüncü
fıkrasında, yardımların örgüt mensuplarının belirli akrabası tarafından
yapılmış olması bir cezasızlık nedeni sayılmıştır. Ancak yapılacak yardımın
"kişisel ihtiyaçların karşılanmasına yönelik olması" temel koşuldur.
İlâç, yiyecek, içecek gibi.
Kişisel ihtiyaçların
karşılanmasına yönelik yardımdan maksat, örgütün amacının gerçekleştirilmesine
yönelik olmayan ve sadece o kişiye yapılan yiyecek, giyecek gibi yardımlardan
ibarettir, yoksa malzeme, söz gelimi daktilo temini bu fıkranın kapsamı içinde
değildir.
Madde 298. - Madde, 296
ncı maddede yer alan cürüm hakkında soruşturmaya başlanmadan örgütün
dağıtılmasını veya örgütten çekinilmesini bir etkin pişmanlık hâli ve
dolayısıyla cezasızlık nedeni saymaktadır. Ancak, her iki hâlde de örgütün
amacını oluşturan suçlardan herhangi birisinin işlenmemiş bulunması gereklidir.
Suç hakkında soruşturmaya girişildikten sonra diğer örgüt mensuplarının ihbarı
hâlinde ise, verilecek cezanın dörtte üçü indirilecektir. Ancak, bu hâlde
failin pişmanlığından yararlanabilmesi için ihbarın doğrulanmış bulunması
şarttır.
Türkiye genelinde
faaliyette bulunan bir örgütün alt örgütlerinden biri veya bir kaçı tarafından
işlenmiş olan suçlara katılamayan örgütün diğer bir hücresinde bulunanlar,
maddenin birinci fıkrasındaki yükümlülükleri yerine getirdikleri takdirde,
haklarında da ceza verilmeyecektir.
Madde 299. - Bir bakıma
Devletin egemenlik hakkının simgelerinden birisi olan parasının üzerinde yazılı
değerle kabul edilmemesi aslında kamu düzenine karşı bir suç sayıldığından
madde bu Bölüm içine alınmıştır.
Madde 300. - Madde,
yetkili Devlet mercilerince verilmiş emirlerin veya alınmış tedbirlerin yaptırımını
getirmiştir. Suçun oluşabilmesi için, kamu hukuku çerçevesinde emir veya tedbir
sayılabilecek bir irade açıklamasının varlığı gereklidir. Bu açıklamanın
vatandaşlarca bilinmesini sağlayacak işlemlerin yapılmış olması zorunludur.
Genelgelerde ifade edilmiş irade beyanlarının da emir sayılacağı açıktır.
Emir ilân edilmemiş olsa
da vatandaşların söz konusu emri bildiği ve buna rağmen emre uymadığının sabit
olduğu hâllerde de suçu oluşmuş saymak gerekir.
Madde, her türlü emir
veya tedbiri yaptırım altına almış değildir. Emir veya tedbirlerin adlî
işlemler dolayısıyla verilmiş veya alınmış olması veya kamu güvenliğini veya
düzenini veya genel sağlığı koruma düşüncelerine dayanması şarttır. Bunlar
dışında verilmiş emir veya alınmış tedbirlere aykırı eylem suç
oluşturmayacaktır.
Maddeye göre söz konusu
düşüncelere dayalı emir veya tedbirlerin ayrıca "kanun ve nizamlara uygun
olarak" verilmiş veya alınmış olmaları şarttır. Bu koşul, verilen emrin
gerek içerik gerek şekil koşulları itibarıyla kanun ve nizamlara uygun
bulunmasını ifade eder. Maddeye verilen bu şekil ile demokratik hak ve
hürriyetlere uygunluğun daha güçlü olarak güvence altına alınması sağlanmıştır.
Madde 301. - Maddede,
ismi veya sıfatı veya meslek veya sanatı veya konut veya ikametgahı, yerleşim
yeri veya doğduğu yer veya diğer kişisel hâlleri konusunda, görevli ve yetkili
memura açıklamada bulunmaktan kaçınan kimseye verilecek ceza gösterilmiştir.
Maddenin ikinci
fıkrasında ise, failin açıklamasının gerçeğe aykırı olması ele alınmış ve bu
husus daha ağır bir suç olarak kabul edilerek yaptırıma bağlanmıştır.
Maddedeki düzenlemenin
kapsamına adlî merciler girmemektedir.
Madde 302. - Madde,
25/11/1925 tarihli ve 671 sayılı Şapka İktisası Hakkında Kanuna, 1/11/1928
tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanuna ve
3/12/1934 tarihli ve 2596 sayılı Bazı Kisvelerin Giyilmeyeceğine Dair Kanuna
muhalefetin yaptırımlarını getirmektedir. Aslında bu hükmün sözü geçen
kanunlarda yer almış bulunması uygun olurdu. Ancak bir kanun boşluğu yaratmamak
için, yaptırımın bu maddeye ve bu Bölüme konulması uygun sayılmış ve bu suretle
Anayasanın 174 üncü maddesiyle uyum sağlanmıştır.
Madde 303. - Genel veya
herkesin girebileceği yerlerde ileri derecede sarhoş olarak bulunma, kamunun
barış ve sükununu ihlâl edebileceğinden maddenin bu Bölüme konulması uygun
sayılmıştır.
Maddenin birinci fıkrası,
ileri derecede sarhoşluğu bazı koşullarla cezalandırmaktadır. Maddede ileri
derecede sarhoşluğun ölçüsü olmak üzere "sarhoşluğun aşikâr bir hâlde
halkın rahatını bozacak veya rezalet çıkaracak şekilde olması" koşulu
aranmıştır. Sarhoşluğun bu nitelikte bulunması yeterli olup halkın rahatının
fiilen bozulması ve rezaletin yine fiilen çıkmış olması şart değildir. Ayrıca
bu derecedeki sarhoşluğun, yer itibarıyla genel veya umumun girebileceği
yerlerde gerçekleşmiş bulunması gerekir.
Maddenin ikinci
fıkrasında suçun ağırlaştırıcı nedeni gösterilmiştir: Bu hâl sarhoş tarafından
kişilere ve mala saldırıda bulunulmasıdır. Ağırlaştırıcı nedenin gerçekleşmesi
için kişiler üzerinde mutlaka etkili eylem derecesine varan hareketlerin
yapılmış olması gerekmez; kişilerin tutularak, onlara sarılarak, sırnaşıkça
rahatsız edilmeleri saldırı sayılır. Mallara maddeten zarar verilmese de yere
atılmaları, söz gelimi otomobillerin tekmelenmesi, yumruklanması mala saldırı
sayılır.
Maddenin üçüncü fıkrasına
göre, sarhoşluğu itiyat derecesine vardıranlar hakkında verilecek ceza
saptanmış olmakla birlikte, dördüncü fıkra itiyat hâlinin ne zaman
gerçekleşeceğini göstermiştir. Fıkraya göre sarhoşluk suçundan dolayı iki defa
mahkûm olduktan sonra, bir yıl içinde yeniden suç işlenmesi itiyat
sayılmaktadır; böylece, her üç suçun bir yıl içinde işlenmiş bulunması
gerekmektedir. Böylece 45 inci maddede yer alandan farklı bir itiyat tanımı yapılmış
olmaktadır.
Beşinci fıkrada, alkollü
içkilerin alınmasında iptila hâlinin oluşması yani failin psikolojik,
fizyolojik ve sosyal bakımdan alkollü maddeye bağımlı hâle gelmesi, artık bir
hasta gibi işleme tâbi olmasını gerektireceğinden, bu gibi kişilere ceza
verilmeyeceği, bunların, bağımlılıklarının salâhı tıbben saptanıncaya kadar bu
maksada tahsis edilmiş kurumlarda muhafaza ve tedavilerine hükmolunacağı
açıklanmıştır. Bu hususta, 256 ncı maddenin gerekçesine de bakılmalıdır.
Madde 304. - Madde, onsekiz
yaşını bitirmemiş küçüklere ve akıl ve bilinçlerinde noksanlık bulunanlara her
kim tarafından ve ne nedenle olursa olsun alkollü içki verilmesini
cezalandırmaktadır. Fiil, ana baba tarafından işlenmiş bulunsa da suç
oluşturacaktır. Akıl ve bilinçlerinde noksanlık bulunanlardaki hâlin mutlaka
akıl hastalığı derecesinde olması gerekmez. Söz gelimi belirgin derecede zeka
geriliği gösteren kişiler de bu gruba girmektedir.
Maddenin ikinci
fıkrasında, alkollü içkiyi verenin içki satıcısı olması hâlinde ayrıca para
cezasına hükmolunacağı belirtilmiştir.
Madde 305. - Madde,
kumara ilişkin suçları kapsamaktadır. Kumarın sosyal bakımdan ortaya koyduğu
büyük tehlike ve doğurması olası facialar göz önüne alınarak, İsveç Ceza
Kanununun yaptığı gibi, suçun bu Bölüm içine konulması uygun sayılmıştır.
Nitelikleri itibarıyla
genel veya kamuya açık olan sokak, cadde, park, tiyatro, sinema, gazino ve
benzerî yerlerde kumar oynatılması böylece suç oluşturmaktadır. Ayrıca maddenin
son fıkrasında gösterilen yerler özel olsa da, diğer koşullar gerçekleştiğinde
yani kumar aletlerinin kullanılması için ücret alındığında veya buralarda oyun
oynanmasına mutat (alışılmış) olduğu veya oynamak isteyen herkesin girebileceği
yerler bu maddenin uygulanması bakımından açık yer sayılacaktır.
Maddeye göre, kumar,
ancak genel veya kamuya açık veya maddenin son fıkrasında gösterilen yerlerde
oynandığı takdirde, oyuncular cezalandırılmaktadırlar. Kazanç kastı ile oynansa
da özel evlerde dostlar arasında eğlenmek üzere gerçekleştirilen kumar suç
değildir.
Maddenin birinci
fıkrasında oynatma veya oynamak için yer gösterme fiillerinin icrasında itiyat
hâli ağırlaştırıcı bir neden sayılmış ve dördüncü fıkrada itiyadın ne olduğu
gösterilmiştir. İtiyat için iki yıl içinde iki kez bu suçtan mahkûm olduktan
sonra aynı yıl içinde bir suç daha işlemek gereklidir. Böylece sarhoşluk ve
kumar suçlarında, 45 inci maddedeki tanımdan ayrılınmaktadır.
Maddenin son fıkrasında
kumar tanımlanmıştır. Buna göre bir oyunun kumar sayılması için iki koşul
aranacaktır: Birincisi oyunun kazanç kastı ile icra edilmesi, ikincisi ise kâr
ve zararın talihe bağlı olmasıdır. Böylece örneğin, satranç oyununun sonucu
talihe bağlı olmadığından, kazanç maksadıyla oynanmış bulunsa da kumar
sayılmayacaktır.
Madde 306. - Madde,
yetkili makamlarca veya belediye veya köy ihtiyar kurulları tarafından ayrılmış
yerlere veya o yerin en büyük mülki amirine yapılacak bir başvuru üzerine
ayrılan yerlere her türlü ilân konulmasını veya bu yerlerde izin dışında diğer
suretlerle, maddenin belirttiği tarzda tasarruflarda bulunulmasını
cezalandırmaktadır.
Birinci fıkrada,
fiillerin siyasal veya ideolojik maksatlarla icrası hâlinde ne suretle ceza
verileceği gösterilmekte ve ikinci, üçüncü ve dördüncü fıkralarda ise,
fiillerin icra edileceği yerler veya fiili icra eden kişiler bakımından var
olan özellikler göz önüne alınarak ceza artırılmaktadır.
"Siyasal
maksat" sözcüğü, belirli bir siyasal partiyi veya grubu destekleme veya
yerme saikini belirtir; deyimin böylece anlaşılması gerekir. İdeolojik maksat
ise, var olan bir ideolojiyi desteklemek veya yermek amacıyla fiillerin
gerçekleştirilmiş olmasını belirtir.
Maddenin beşinci
fıkrasında, siyasal veya ideolojik maksat bulunmaksızın birinci ilâ dördüncü
fıkralarda yer alan fiillerin işlenmesi hâlinde verilecek cezalar
gösterilmektedir.
Mevzuatımızda var olan
diğer kanunların izin veya cevaz verdiği hâllerde fiillerin suç oluşturmayacağı
ise açıktır. Zira bu gibi hâllerde bir hukuka uygunluk nedeni söz konusu
olacaktır. Bu itibarla, maddenin son fıkrasında bu husus düzenlenmiştir.
Madde 307. - Maddenin
birinci ve ikinci fıkraları, resmî makamlarca yapılan ilânları korumaktadır.
Dolayısıyla bu fıkralar hakkında da 306 ncı maddenin gerekçesine bakılmalıdır.
Zira her iki madde birbiri ile dengeli olarak kaleme alınmıştır.
Üçüncü fıkrada ise ikinci
fıkrada belirtilen yerlerin boyanması suretiyle yazı ve işaretle kirletilmesi
cezalandırılmaktadır. Dört ve beşinci fıkralarda ortak ağırlaştırıcı nedenler
gösterilmiş, altıncı fıkra fiillerin siyasal ve ideolojik maksatlar dışında
işlenmesine ilişkin cezaları göstermiştir.
Maddenin son fıkrasında
yer alan ve 306 ncı maddeyi de kapsayan hüküm, görevlilerin söz konusu fiiller
sonucu meydana gelen eserleri derhal ortadan kaldırmamaları veya bunların yok
edilmesi için gerekli işlemlere derhal girişmemeleri hâlinde 491 inci madde
gereğince cezalandırılmalarını öngörmektedir.
Madde 308. - Madde,
belgesi olmadan yivsiz av tüfeği kullanmayı cezalandırmaktadır.
Madde 309. - Madde, (A)
ve (B) fıkralarından oluşmaktadır:
(A) fıkrasındaki hükümler
kara, deniz ve hava ulaşım araçlarının hareketlerinin cebir ve şiddet ve tehdit
veya hile ile engellenmesini veya bunların kaçırılmasını cezalandırmaktadır.
Suçun maddî unsuru belirtilirken uygulamada herhangi bir duraksamaya neden olunmaması
için kaçırma niteliğinde bulunan hareketlerin teker teker sayılması ve böylece
araçların hareket etmesinin engellenmesi, aracın hareket ettirilmemesi, hareket
hâlinde bulunanların durdurulması ve gitmekte olduğu yerlerden başka yerlere
yönlendirilmesi ayrıca açıklanmıştır.
Kara, deniz ve hava
aracının özel olması hâlinde de aynı suç teşekkül edecektir. Esasen (A)
fıkrasının dördüncü paragrafında aracın halkın yararlanmasına ayrılmış olması
hâlinde yani aracın Devlete, kamu kuruluşlarına, belediyeye ait bulunması veya
özel kişilere ait bulunmakla beraber, örneğin halk otobüsleri gibi, halkın
yararlanmasına ayrılmış olması hâlinde suçun cezasının ağırlaştırılacağı
açıklanmıştır.
Fıkra özellikle uçak
kaçırmaların yaygın bulunduğu bir dönemde daha etkin bir bastırma (tenkil)
sağlamak amacıyla, fiilin teşebbüs hâlinde kalmış bulunmasını da tamamlanmış
suç gibi saydığını sonuncu paragrafında belirtmiştir. Ayrıca fiilin silâhla
veya birden fazla kişi tarafından birlikte işlenmesi beşinci paragrafta
ağırlaştırıcı neden sayılmıştır; bu paragrafta geçen "birlikte"
deyimi suçun maddî unsurunun bütün şeriklerce birlikte gerçekleştirilmiş
bulunmasını ifade eder; yoksa burada iştirak hâli söz konusu değildir.
Suçun deniz ve hava
ulaşım araçları hakkında işlenmesi hâlinde, daha vahim sayılması gerekeceği
açık bulunduğundan ikinci ve üçüncü paragraflarda cezanın belirtilen oranda
artırılacağı hususundaki hükme yer verilmiştir. Böylece gereksiz tekrarlara
gidilmemesi sağlanmıştır.
Dördüncü paragrafta yer
alan ağırlaştırıcı hâl bütün ulaşım araçları bakımından ayrıca uygulanacaktır.
Maddenin (B) fıkrası ise
kıt'a sahanlığında veya münhasır ekonomik bölgede kurulmuş sabit platformlara
karşı işlenecek fiilleri cezalandırmak maksadıyla kaleme alınmıştır. Ülkemizin
1 ilâ 10 Mart 1988 tarihleri arasında Roma'da toplanan konferansta kabul edilen
Kıt'a Sahanlığındaki Sabit Platformların Güvenliğine Karşı Hukuka Aykırı
Fiillerin Tenkili (Bastırılması) Hakkında Sözleşmeyi imzalamış bulunması
nedeniyle bu fıkranın maddeye eklenmesi uygun görülmüştür.
Fıkrada yer alan
"sabit bir platform"dan maksat, kaynakların keşfi veya sömürülmesi
için veya diğer ekonomik maksatlarla daimi olarak deniz yatağına yerleştirilmiş
yapılar veya tesisler veya yapay adacıklardır.
(B) fıkrasının üç ayrı
bendinde söz konusu tesislerin ele geçirilmesi, zabtı, kontrol altına alınması,
buralarda bulunan kimselere karşı cebir ve şiddet veya tehditte bulunulması,
platforma zarar verilmesi cezalandırılmaktadır. Söz konusu fiiller
cezalandırılırken temel amaç sabit platformların güvenliğini korumaktır. Bu
nedenle (B) fıkrasının (2) ve (3) numaralı bentlerinde saldırıların platformun
güvenliğini tehlikeye sokacak şekilde olması koşuluna yer verilmiştir.
(B) fıkrasının son
paragrafında da faillere, teşebbüs hâlinde tam ceza verilmektedir.
Madde 310. - Madde, kara,
deniz ve hava ulaşımının güven içinde cereyanını ve kıt'a sahanlığında veya
münhasır ekonomik bölgedeki tesislerin güvenliğini sağlamak amacıyla kaleme
alınmıştır. Bu maksatla konulmuş işaretler üzerinde işlenen bir kısım fiilleri
cezalandırmakta ve böylece 13/10/1983 tarihli ve 2918 sayılı Karayolları Trafik
Kanununda bulunan konuya ilişkin bazı hükümleri de tamamlamaktadır.
Maddî unsuru oluşturan
söz konusu hareketlerin, çarpma, batma, düşme tehlikesine veya başkaca bir
tehlikeye neden olması, suçun oluşması için şarttır. Ancak, tehlikenin ilişkin
bulunduğu neticenin meydana gelmesi gerekmez. Aslında maddede fiiller,
nitelikleri gereği söz konusu tehlikeyi zaten nefislerinde taşımaktadırlar.
Ancak, çok basit bazı hareketlerin, söz gelimi, çocukların demiryolu üzerine
bir madeni para koyarak bunu yassılaştırmaları hâlinin de suçun teşekkülüne
neden olmayacağını açıklamak amacıyla maddeye, tehlikeye neden olunması koşulu
eklenmiştir.
Failde hareketlere
yönelik genel kastın varlığı suçun oluşması için yeterlidir. Kastın tehlike
meydana getirmeye yönelik bulunması koşulu yoktur.
Maddenin ikinci
fıkrasında meydana gelen tehlikenin (çarpma, batma, düşme tehlikesinin) halkın
yararlanmasına tahsis veya arzedilmiş ulaşım aracı hakkında meydana gelmesi
hâlinin suçun nitelikli şeklini oluşturacağı hükmü yer almıştır. "Halkın
yararlanmasına sunulmuş veya ayrılmış (tahsis veya arzedilmiş) ulaşım
aracı" kavramı için 309 uncu maddenin gerekçesine bakılmalıdır.
Maddenin üçüncü fıkrasında,
zararlı neticenin, yani çarpma, batma, düşmenin veya başkaca bir zararın fiilen
meydana gelmiş olması bir ağırlaştırıcı neden sayılmıştır.
Burada netice nedeniyle
ağırlaşan bir suç söz konusudur. Failde, meydana gelen neticeye yönelik kast
bulunmasa da hakkında üçüncü fıkranın uygulanması gerekecektir.
Bu maddeyi ihlâl eden
hâllerde meydana gelen netice, kanunun başka maddeleri gereğince daha ağır
cezanın verilmesini gerektirmekte ise, sadece o maddeden dolayı ceza verilmesi
fikrî içtima kuralı gereğidir.
Son fıkrada maddenin
yasakladığı fiillerin kıt'a sahanlığında veya münhasır ekonomik bölgedeki sabit
platformlara karşı işlenmesi hâlinde de aynı cezaların uygulanacağı
belirtilmiştir. Bu fıkranın içerdiği kavramlar bakımından 309 uncu maddenin
gerekçesine de bakılmalıdır.
Madde 311. - Maddede,
ulaşım araçlarının tahribi ile ilgili olmak üzere üç tür suç yer almış
bulunmaktadır.
Maddenin birinci
fıkrasında, duran yani hareket hâlinde bulunmayan kara, deniz ve hava ulaşım
araçlarına ateş verilmesi veya patlayıcı veya tutuşup yanabilecek maddelerle,
bu araçların tahrip veya imha edilmesi cezalandırılmıştır. Maddede geçen tahrip
sözcüğü, araca maddî olarak önemli derecede zarar verilmesini ifade eder;
imhadan maksat ise aracın bütünüyle yok edilmesidir, her iki hâl de aynı
suretle cezalandırılmaktadır.
Maddenin ikinci
fıkrasında, fiillerin araca karşı hareket hâlinde iken işlenmesi cezanın
ağırlaştırılması nedeni sayılmıştır. Zira bu hâlde meydana gelebilecek tehlike
çok daha ağır olmaktadır.
Araç, tahrip veya imha
edilmemekle birlikte, hareketine engel olunacak surette bozulduğu veya zarar
verildiği hâllerde ise fail maddenin üçüncü fıkrası gereğince
cezalandırılacaktır.
Fiiller, deniz ve hava
ulaşım araçlarına karşı işlendiğinde, cezanın neden ibaret olacağı dördüncü
fıkrada gösterilmiştir, böylece fiillerin deniz ve hava ulaşım araçlarına karşı
işlenmesi ağırlaştırıcı neden sayılmıştır.
Aracın halkın
yararlanmasına ayrılmış veya sunulmuş (tahsis veya arzedilmiş) olması hâlinde,
fiil maddenin birinci, ikinci ve üçüncü fıkralarında gösterilen hâllere göre
ayrı ayrı cezalandırılmıştır. Aracın halkın yararlanmasına ayrılmış veya
sunulmuş bulunmasından maksadın ne olduğu 309 uncu maddenin gerekçesinde
gösterilmiştir.
Maddenin sonuncu fıkrası,
diğer fıkralarda yer almış bulunan fiillerin kara, deniz ve hava ulaşım
araçlarının işletilmesi için gerekli bulunan tesis veya aletler, söz gelimi
tamirhaneler, terminaller hakkında işlenmesi hâlini müstakil olarak
cezalandırmaktadır. Bu hâlde hâkim, temel cezayı belirlerken, fiil nedeniyle
meydana gelen tehlikenin derecesini göz önünde bulunduracaktır.
Madde 312. - Madde,
denizde, havada veya demiryolunda taksirli bir kaza tehlikesine meydan
verilmesini cezalandırmaktadır. Madde, taksirle işlenen suçların esas bünyesi
itibarıyla dikkati çekici özellik taşımaktadır: Bilindiği gibi, taksirle
işlenen suçlar esasta meydana gelen ve failce arzu edilmemiş bulunan netice
itibarıyla cezalandırılırlar. Oysa burada taksirle maddî bir netice değil ve
fakat sadece bir tehlikenin meydana gelmiş olması suçun oluşması için yeterli
sayılmaktadır. Suçun konulması ile kanun koyucunun izlediği amaç, söz konusu
vasıtaların kullanılmasında çok dikkatli bulunulmasını güvence altına almaktır.
Taksirli hareket sonucu
zarar verici netice meydana geldiğinde fail neticenin niteliğine göre kanunda
yer alan taksirle adam öldürme veya etkili eylem hükümlerine göre
cezalandırılacaktır. Böylece demiryollarında taksirle işlenen adam öldürme veya
etkili eylem hâllerinde artık özel hüküm söz konusu olmayacak ve taksirle
işlenen bu tür suçlara ait genel hükümler uygulanacaktır.
Madde 313. - Maddede,
yollama yapılan maddelerde yer alan suçların, insan yaşamını tehlikeye sokacak
nitelikte bulunduğu takdirde, suça ait cezanın artırılacağı belirtilmektedir.
Madde 314. - Madde, bir
kere haberleşme araçlarına ve aletlerine zarar vermeyi cezalandırmaktadır.
Zarar verilen telli veya telsiz haberleşme araçlarına, haberleşmeyi sağlamak
üzere kullanılan bütün tesisler, aletler ve her türlü araçlar girmektedir.
Suç, söz konusu
varlıklara zarar verilmesiyle beraber oluştuğu gibi, zarar verilmemiş olsa da,
her ne suretle olursa olsun haberleşme veya yayının karışıklığa veya kesintiye
uğratılması hâlinde de teşekkül etmiş bulunacaktır.
Failde neticeye yönelik
kastın varlığı gerekmektedir.
Madde 315. - Bu madde,
aslında kişilerin cinsel hürriyetlerini müdahalelerden korumaktadır. Fakat
fiilin aynı zamanda toplumun ortak edep törelerini ihlâl edici nitelik taşıdığı
hususunda da şüphe yoktur. Tasarı, suçun cinsel özgürlüğü ihlâl eden diğer
suçlarla bir arada bulunmasının teknik yönden ve yollama bakımından sağlayacağı
yararı göz önünde bulundurmuş ve bu Bölüme koymayı tercih etmiştir. Diğer bir
kısım Batı kanunları da bu tasnif şeklini uygulamaktadırlar.
Maddenin birinci fıkrası
cebir ve şiddetle veya tehdit kullanılması suretiyle onsekiz yaşını bitirmemiş
kişilerle, rızaları bulunmadan cinsel ilişki teminini cezalandırmaktadır. Yine
mağdurda var olan akıl veya beden hastalığı nedeniyle, mağdurun cinsel
saldırıya karşı koyamayacağı bir durumun varlığı hâlinde ilişki ırza geçme
sayılmıştır. Mağdurun başka bir nedenle fiile karşı koyamayacak durumda
bulunması nedeniyle direnç gösterememesi hâlinde elde olunan cinsel ilişki de
ırza geçmek sayılmıştır.
Mağdurun kendisine karşı
kullanılan hileli vasıtalar nedeniyle fiile karşı koyamaması hâlinde de ırza
geçme suçu gerçekleşmiş olacaktır.
Suçun maddî unsurunu
oluşturan ırza geçme, maddenin son fıkrasında tanımlanmıştır; buna göre
"hangi nitelikte olursa olsun bir kişiye cinsiyet organının ithali"
ırza geçmedir. Böylece cinsel organın bir kadının vajinasına sokulması ırza
geçme teşkil ettiği gibi, kadın veya erkeğin ağzına (oral seks) veya anüsüne
(ferç-anal seks) ithal hâllerinde de suçun maddî unsuru gerçekleşmiş olacaktır.
Cinsel salgının, ne yolla olursa olsun, bedenin içine akacak kadar cinsel
organın ithali hâlinde suç tamamlanmış olur; inzal şart değildir. Suçun
mağduru, kadın, kız veya erkek olabilir.
Maddî unsurun
gerçekleşmesi hususunda belirtilen koşul dolayısıyla bu suça tam teşebbüsün söz
konusu olmayacağı açıktır. Suçun işlenmesinde yardımcı nitelikteki hareketi
oluşturan cebir ve şiddet veya tehdit veya hilenin derecesine göre tam
teşebbüsü kabul etmek olanaklı değildir.
Suçun manevî unsuru,
cinsel ilişkiye yönelik olarak kasttır. Cinsel ilişkinin herhangi bir saik ile
gerçekleştirilmesi, suçun oluşması bakımından önemsizdir. Fail suçu, mağduru
tahkir, örneğin kocasından intikam almak maksadıyla işlemiş bulunsa da maddî
unsur gerçekleşmiş olur.
316 ncı madde gereğince,
cinsel ilişki bu maddenin birinci fıkrasında gösterilen suretlerden herhangi
birisi var olmaksızın onbeş yaşını bitirmiş ve fakat onsekiz yaşını bitirmemiş
bir küçüğün rızasıyla gerçekleştirilmiş bulunsa da fiil suç teşkil etmektedir
ve fail hakkında maddede yazılı cezalar uygulanacaktır.
Ancak, adı geçen küçüğün
bu maddenin birinci fıkrasında yazılı suretlerle cinsel ilişkiye tâbi kılındığı
takdirde ceza ağırlaşacaktır. Böylece onsekiz yaşını bitirmiş olanlar
bakımından suçta unsur oluşturan hâller küçükler bakımından nitelikli hâl
sayılmıştır.
Aynı suretle onbeş yaşını
bitirmemiş olanlarla rızalarıyla cinsel ilişki 316 ncı maddenin ikinci fıkrası
gereğince cezalandırılmaktadır. Bu yaş sınırı içinde bulunan küçükler
bakımından cinsel ilişki maddenin birinci fıkrasında gösterilen suretlerle elde
edildiğinde verilecek ceza artırılmaktadır. Böylece Tasarı, Batı kanunlarının
çoğundan farklı olarak; "cinsel ilişkiye ehliyet" yaşını, onsekiz
yaşın bitirilmesi olarak belirlemiştir.
Üçüncü fıkraya göre,
maddede yazılı fiillerin birinci fıkrada belirtilen hâl ve suretlerle kendisine
karşı yapılmasını sağlayan kimseye de aynı ceza verilecektir. Böylece, bu fıkra
çerçevesinde ve koşulları içinde kadınlar da ırza geçme suçunda fail
olabilmektedirler.
Maddenin dördüncü
fıkrasında, bazı yabancı memleketler kanunlarında kabul edildiği üzere, ırza
geçmenin onsekiz yaşını bitirmiş bulunanlara karşı işlenmesi hâlinde kovuşturma
şikâyete tâbi kılınmıştır. Bu hüküm Tasarının suç ve ceza siyaseti unsuru
olarak benimsediği, mağdurun korunması ilkesinin bir uygulamasını
oluşturmaktadır. Bilindiği üzere, ırza tecavüze muhatap olan kişiler
kovuşturmada zorunlu usul kuralları ve savunmanın müdahaleleri nedeniyle bazen
fiilen mağdur hâline düşürülmekte ve ayrıca sosyal çevrelerinde ağır itibar kayıplarına
uğramaktadırlar. Bu nedenle soruşturma ve kovuşturmayı tahrik yetkisinin
mağdurun kendisine tanınması bakımından ve mağduru korumak yönünden gerekli
sayılmıştır. Ancak bu hâlde şikâyetten vazgeçme olanaklı değildir; tabiî olarak
326 ncı maddenin sağladığı olanak her hâlde geçerlidir.
Yargıtay Ceza Genel
Kurulunun 19/6/1996 tarih ve E.1996/4409, K.1996/5504 sayılı kararında kocanın,
karısının rızası hilafında ters cinsel ilişkide bulunmasını ırza geçme
saymayarak 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanunun 478 inci maddesini ihlâl eden
bir fiil saymış bulunması karşısında maddeye bu hususta açıklık getirilmesine
gerek görülmemiştir.
Madde 316. - Maddeye ait
gerekçe için 315 inci maddenin gerekçesine bakılmalıdır.
Maddenin son fıkrasında,
hükmen veya evlenme suretiyle ergin olan veya kılınanlar hakkında maddenin
uygulanmayacağı belirtilmek suretiyle, bu durumda olan onsekiz yaşından
küçüklerle rıza ile cinsel ilişki elde edilmesi hâlinde fiilin suç
oluşturmayacağı ifade edilmiş olmakta ve böylece ergin kılınmanın cinsel
ilişkiye rıza ehliyetini kazandırdığı belirtilmiş olmaktadır. Böylece yaşı ne
olursa olsun hükmen veya evlenme suretiyle ergin olan veya kılınanların rızası
ile cinsel ilişki suç oluşturmayacaktır.
Madde 317. - Bu madde ve
318 inci madde, yerleşmiş terimi ile "ırza tasaddi" cürmünü
cezalandırmaktadır. Irza tasaddi deyimi, eski olmakla birlikte terim olarak
artık yerleşmiş bulunduğu için değiştirilmesi uygun görülmemiştir.
Suçun maddî unsurunu,
ırza tasaddi oluşturan hareketlerin mağdur üzerinde işlenmesi oluşturmaktadır.
Irza tasaddi hareketleri, bir kimse üzerinde doğrudan doğruya işlenen ve cinsel
ilişkiye varmayacak şehevî nitelikte ve şehveti tatmin edecek doğada
eylemlerdir. Bu hareketler pek çok şekiller alabilir. Burada dikkat edilecek husus
hareketlerin objektif olarak şehevî nitelikte bulunmalarının suçun oluşması
için yeterli olduğudur; yoksa failin fiilen şehvetini tatmin etmesi veya bu
maksatla işlemiş olması gerekmez.
Bu itibarla suç özel bir
kastı gerektirmekte değildir. Kastın objektif yönden şehvânî nitelik gösteren
hareketlere yönelmiş olması yeterlidir. Ancak fail yaptığı hareketlerin
müstehcen, ahlâk dışı olduğunu bilmelidir. Kast objektif olarak şehvânî
nitelikteki hareketlerin mağdur üzerinde doğrudan doğruya yapılmasına yönelik
olacaktır.
Verilen açıklamalar
çerçevesinde bu suçta tam teşebbüsün değil ve fakat eksik teşebbüsün söz konusu
olabileceği anlaşılmaktadır.
Suçun faili, erkek veya
kadın olabilir; mağdur da erkek veya kadın olabilir. Fiilin kadın tarafından
başka bir kadın üzerinde işlenmesi de olanaklıdır.
Suç unsurları, belirli
yaş sınırları içinde bulunan mağdur grupları itibarıyla, aynen 315 ve 316 ncı
maddelerde dengeli olarak düzenlenmiştir. Bu husustaki gerekçeler için de söz
konusu maddelere bakılmalıdır.
Maddenin üçüncü fıkrasına
göre, ırza tasaddi eylemlerinin birinci fıkrada belirtilen hâl ve suretlerle
kendisine yapılmasını sağlayan kimseye de, aynı ceza verilecektir.
Maddenin son fıkrası, 315
inci maddenin üçüncü fıkrasındaki hükmü tekrarladığından, gerekçesi için aynı
maddenin gerekçesine bakılmalıdır.
Madde 318. - 317 nci
maddenin gerekçesinde belirtilen hususlar bu madde bakımından da geçerlidir.
Madde, 315 inci madde ile dengeli olarak düzenlendiğinden o maddenin
gerekçesine bakılmalıdır. Maddenin mağdurun rızası var olduğunda uygulanacağı
açıktır.
Onbeş yaşını bitirmiş ve
fakat onsekiz yaşını bitirmemiş küçüklere karşı rıza ile tasaddi, suç
oluşturmayacaktır.
Madde 319. - Madde, ırza
geçme ve ırza tasaddi suçlarına ait ortak ağırlaştırıcı nedenleri göstermektedir.
Söz konusu ağırlaştırıcı nedenler maddede birinci fıkranın üç ayrı bendinde
toplanmış bulunmaktadır:
Bunlardan birincisi, (1)
numaralı bentte yer almıştır ve suçun en az iki kişi tarafından işlenmesidir.
Maddenin (2) numaralı
bendinde, suçun mağdurla belirli ilişki içinde bulunan kimseler tarafından
işlenmesi ağırlaştırıcı neden sayılmıştır. Zira bu hâlde, faillerin mağdur
üzerinde belirli bir nüfuza sahip bulunmaları dolayısıyla suçun işlenmesinde
kolaylık söz konusu olacağı düşünülmüştür. Ayrıca bu gibi hâllerde fiilin ahlâk
dışı oluşu daha da yoğunlaşmaktadır. Eşler arasında ırza geçme suçunun
olmayacağı 315 inci maddenin gerekçesinde belirtilmiştir.
Maddenin (3) numaralı
bendinde ise, suç dolayısıyla mağdurun yaşamında, sağlığında veya bedensel vasıflarında
bir noksan veya zaaf meydana gelmiş olmasını belirleyen hâller ağırlaştırıcı
neden sayılmıştır. Maddede geçen "mağdurun sağlığında diğer büyük
noksan" ibaresi bedensel, ruhsal ve aklî hastalıkları veya zaafları kapsar
olarak anlaşılmalıdır. Burada dikkat edilecek husus noksanın "büyük"
olmasıdır. Ufak tefek sıyrıklar, telaşlar, hemen geçebilecek ruhsal normal
olmayan oluşumlar ağırlaştırıcı nedenin oluşmasına olanak vermeyecektir.
Kızlığın bozulması ise
mayubiyet teşkil edecektir.
Maddenin son fıkrasında,
ne suretle olursa olsun, örneğin AİDS bulaştırmak suretiyle ölümün meydana
gelmesi hâlinde faile müebbet hapis cezası verileceği belirtilmiştir.
Madde 320. - Madde,
hareketlerle, tutum ve davranışlarla ve takınılan durumlarla toplumun sahip
bulunduğu ortak edep (ar ve haya) duygularının, edep törelerinin ihlâlini,
incitilmesini ve her ne suretle olursa olsun edep ve ahlâk temizliğine alenen
saldırılmasını cezalandıran ve genel olarak edep ve iffete saldırıyı yasaklayan
hükümleri içermektedir. Böylece madde, halkın ar ve haya duygularını, toplumun
ortak edep ve ahlâk temizliğini korumaktadır. Bu suretle toplum kültürünün
önemli bir kısmını oluşturan edep, iffet, ar ve haya duyguları, edep töreleri
korunmakta ve toplumun bütünleşmesine zarar verecek hareketler
yasaklanmaktadır.
Maddenin son fıkrasında,
yukarıda sözü edilen eylemler arasında özellikle ağırlık taşıyan alenen cinsel
ilişki hâli, suçun nitelikli bir şekli olarak cezalandırılmıştır.
Maddenin yasakladığı
eylemler çok çeşitli şekillerde ortaya çıkabileceğinden ve içerikleri zaman
içinde değişebileceğinden bu hususta biçimsel bir tanım verilmemiştir.
Eylemlerin suç niteliğini, toplumun ortak edep duygu ve törelerine göre hâkim
belirleyecektir.
Madde 321. - Maddede yer
alan söz atma, sarkıntılık fiilleri aslında 320 nci maddede öngörülen suçun
özel şekillerini oluşturur. Söz atma, sarkıntılık derecesine varmayan, sadece
sözle gerçekleştirilen yani süreklilik göstermeyen, örf ve âdet dışı ve edebe
aykırı saldırılardır. Sözler bir defa söylenmekle kalmayıp devamlılık gösterir
yani tekrarlanırsa, fiili, sarkıntılık olarak nitelendirmek gerekir.
Söz atma suçunun faili
kadın veya erkek, mağduru da kadın veya erkek olabilir. Ancak erkeğin mağdur
olabilmesi için genç olması aranmaz.
Sarkıntılıkta da fail ve
mağdur bakımından aynı durum vardır. Ancak erkek mağdurun varlığı hâlinde genç
olması gerekmez.
Sarkıntılık fiili, bir
kişiye karşı onun rızasına aykırı olarak şehvet maksadıyla söz ve hareketle
edep ve iffete saldırı oluşturacak surette ve ırza tecavüz veya tasaddi suçuna
veya bunların teşebbüsüne varmayacak hareketlerden oluşur. Amerikan hukukunda
öteden beri var olan ve 1994 Fransız Ceza Kanununda da yer verilen "cinsel
taciz" suçunu, söz atma ve sarkıntılık suçları kapsamaktadır. Ancak
maddenin üçüncü fıkrasında söz konusu fiillerin mağdurun hüküm ve nüfuzu
altında bulunduğu kimsenin cinsel tacizi (cinsel yönden, ahlâk temizliğine
aykırı olarak mağdurun rahatsız edilmesi) şeklini alması ağırlaştırıcı neden
sayılmıştır. Bu ağırlaştırıcı nedenin oluşması için, failin bir kere
sarkıntılık veya söz atma fiillerini işlemiş bulunması yeterlidir. Bu
fiillerin, üçüncü fıkrada nitelikleri belirtilen kimseler tarafından yapılması
zorunludur.
Maddenin son fıkrası
suçların soruşturulması ve kovuşturulmasını şikâyete bağlı tutmuştur.
Madde 322. - Maddeyle,
müstehcenlik ve küçüklerin bu tür zararlı yayınlara karşı korunmasına ilişkin hükümler -1/3/1926 tarihli ve 765
sayılı Kanunun 426, 427 ve 428 nci maddelerinin tümünü kapsayacak biçimde- karşılaştırmalı
hukuk da gözetilerek yeniden düzenlenmiştir.
Müstehcen yazılar, kayda
alınmış veya basılmış görsel, işitsel veriler, resimler, diğer gereçler veya
eşyaların sergilenmesi, ulaştırılması, elde edilmesinin sağlanması, müstehcen
temsillerin gösterilmesi, bu nitelikteki şeylerin radyo ve televizyonda
yayınlanması yaptırıma bağlanmış, onbeş yaşını bitirmemiş çocuklara yönetilmiş
olmaları hâli için daha ağır cezalar öngörülmüştür.
Çocuklarla, hayvanlarla,
insan naaşlarıyla işlenen cinsel nitelikli fiillerle şiddet fiillerini içeren
şeyleri veya temsilleri imal, ithal etme, bunları depolama, duyuru suretiyle
dolaşıma koyma, sergileme, verme, gösterme, bunlara ulaşılmasını, elde
edilmesini sağlama fiilleri de hapis ve para cezalarını gerektirir biçimde
düzenleme kapsamına alınmış, bu fiilleri para kazanmak amacıyla işleyenlerin
cezaları ayrıca belirlenmiştir. Maddenin (2) numaralı fıkrasının ikinci
paragrafında, onbeş yaşını bitirmiş olanlara yönelik ve kapalı yerde sergilenen
veya temsil edilenlere ait olmak üzere önceden bunların müstehcen hareketi
hususunda dikkati çekmiş olanların cezalandırılmayacakları belirtilmiş, (5)
numaralı fıkrada da, (1) ilâ (3) numaralı fıkralarda öngörülen eşya veya
temsiller kültürel veya bilimsel değer taşıdıklarında müstehcen sayılmayacakları
açıklanmıştır.
1/3/1926 tarihli ve 765
sayılı Kanunun 426 ncı maddesinin fiillerin mevkuteler aracılığı ile işlenmesi
hâlinde verilecek para cezalarını belirleyen ikinci fıkrası, para cezaları
bakımından, Türk ceza mevzuatının ve bu Tasarının benimsediği ilkelerle
bağdaşabilir nitelikte bulunmadığından metne alınmamıştır.
Madde 323. - Madde
geleneksel olarak "fuhuş için aracılık" ve "insan ticareti"
sözcükleri ile tanımlanan suçun unsurlarını ve yaptırımlarını içermektedir.
Maddenin cezalandırdığı
temel eylem, fuhşa teşvik veya fuhşun yolunu kolaylaştırmak veya bu maksatlarla
kişileri tedarik etmek, kaçırmak, bir yerden diğer bir yere götürmek veya sevk
etmek, barındırmaktır. Ancak suçun icrası bakımından ön koşul oluşturan araç
eylemler tehdit veya cebir ve şiddet kullanılması, hile veya aldatma yoluna
gidilmesi yahut nüfuzu kötüye kullanma veya kandırma veya kişinin
çaresizliğinden yararlanmadır. Bu araç eylemler marifetiyle kişiler fuhşa
teşvik edilecek veya bunun yolu kolaylaştırılacak yahut yukarıda belirttiğimiz
eylemler gerçekleştirilecektir.
Böylece maddî unsuru ve
araç eylemleri belirlenen suçun mağdurlarını madde üç grup hâlinde toplamış ve
buna göre failler hakkında ayrı ayrı cezalar saptamıştır:
1. Onsekiz yaşını
bitirmiş bir kimse hakkında söz konusu suç işlendiğinde fail hakkında bir
yıldan altı yıla kadar hapis ve üçmilyar liradan onmilyar liraya kadar ağır
para cezası verilecektir.
2. Fiil onbeş yaşını
bitirmiş olup da onsekiz yaşını bitirmemiş bir küçüğe karşı işlendiğinde faile
iki yıldan sekiz yıla kadar hapis ve beşmilyar liradan yirmimilyar liraya kadar
ağır para cezası verilecektir.
3. Fiiller, araç
eylemlere başvurulmaksızın onbeş yaşını bitirmemiş olan bir çocuğa karşı
işlendiğinde yani tehdit veya cebir ve şiddet, hile veya aldatma, nüfuzu kötüye
kullanma, kandırma, çaresizlikten yararlanmaya başvurmaksızın işlendiğinde,
maddî unsurun eylem kısmı böylece gerçekleştirildiğinde faile bir yıl altı
aydan beş yıla kadar hapis ve üçmilyar liradan onmilyar liraya kadar ağır para
cezası verilecektir. Fiil yukarıda belirtilen ve suçun ön koşulunu oluşturan
araç eylemler marifetiyle gerçekleştirildiğinde failin cezası bir katına
çıkarılacaktır.
Maddenin dördüncü
fıkrasında her üç grup bakımından ortak bir ağırlaştırıcı neden yer almıştır:
Suçun maddî unsurları mağdurun eşi veya üstsoyu veya kayın üstsoyu veya kardeşi
veya mağduru evlât edinenler tarafından veya veli veya vasileri, öğretmen veya
mürebbileri veya mağdurun gözetimi kendisine bırakılan veya mağdur üzerinde
hüküm ve nüfuzu bulunan kimselerce işlendiğinde faile verilecek ceza bir kat
artırılacaktır.
Maddenin beşinci fıkrası
rızası olsa bile onsekiz yaşını bitirmeyen bir çocuk veya küçüğe başkasının
cinsel isteklerinin tatmini için aracılık edilmesini veya çocuk veya küçükle bu
maksatla anlaşılmasını bir yıldan üç yıla ve ikimilyar liradan onmilyar liraya
kadar ağır para cezasıyla karşılamıştır. Fiil maddenin dördüncü fıkrasında
yazılı kimselerce işlenirse ceza bir katı oranında artırılacaktır. Görülüyor
ki, onsekiz yaşını bitirmiş kimselere fuhuş maksadıyla aracılık edilmesi veya
onlarla bu maksatla anlaşılması maddenin kapsamı dışındadır ve bu maddeye göre
faillere ceza verilmeyecektir.
Maddenin son fıkrası
suçların örgüt tarafından işlenmesi hâlinde cezaların bir kat artırılarak
hükmolunacağını belirtmektedir.
Madde 324. - Bu maddede
fuhuşla ilgili diğer bir kısım suçlara yer verilmiş bulunulmaktadır.
Birinci fıkrada, sokak ve
caddelerin köşelerinde durarak veya yer tutarak başkalarını, edebe aykırı söz
ve davranışlarla fuhuşa davet edenler cezalandırılmaktadır. Fiilin alenen
icrası şarttır. Suç kadın ve erkekler tarafından işlenebilir.
İkinci fıkrada,
bulundukları yerlerde fuhuş yapmak suretiyle komşuları ve aynı bina içerisinde
oturanları rahatsız etmek cezalandırılmıştır.
Üçüncü fıkrada, kiraya
verdiği bir yerde fuhuş icrasına hoşgörüde bulunan cezalandırılmaktadır.
Böylece kanun kendisine ait bir yeri kiraya veren kimsenin burada fuhuş icra
edildiğini anladığı takdirde olayı resmî makamlara bildirmesi yükümünü getirmiş
bulunmaktadır. Aynı hüküm otelciler ve emsali üzere daimi ve geçici olarak yer
kiralayanlar bakımından da öncelikle söz konusudur.
Maddenin dördüncü
fıkrasında, fuhuş olanakları üzerine alenen dikkati çekmek suç hâline
getirilmiştir. Söz gelimi dergilerde resimleri yayınlanan fuhuş erbabının
adreslerini yayınlamak gibi.
Beşinci fıkrada, Fransız
hukukunda "souteneur"lük (fahişe dostluğu) olarak tanımlanan suç
cezalandırılmaktadır. Kendisini fuhşa vermiş bir kimsenin, her ne suretle
olursa olsun, kazancından yararlanarak kısmen veya tamamen geçimini sağlayan
kişinin bu sömürüsü müstakillen cezalandırılmaktadır. Bu suretle geçimlerini
sağlayanlar, ülkede fuhşun yayılması bakımından sağladıkları katkı yanında
ayrıca zavallı bir kişiyi sömürmeleri yönünden de ahlâken kusurludurlar. Ayrıca
bu kimseler bir kere fuhuş batağına saplanmış kişilerin bu yoldan
kurtulmalarını da engellemektedirler.
Madde 325. - Madde,
şehvet hissi veya evlenme maksadıyla insan kaçırma veya alıkoyma fiillerini
cezalandırmaktadır. Maddenin içerdiği suç hem kişi hürriyetini ve hem de genel
edep törelerini ihlâl etmektedir. Suçta genel edep törelerinin daha galip değer
olduğu düşüncesi ağır bastığından, ayrıca teknik yönden atıf kolaylığı sağlamak
amacıyla fiil bu Bölüm içine alınmıştır.
Madde, söz konusu fiillerin
kendilerine karşı işlendiği kişileri iki kısma ayırmış ve suçun unsur ve
cezalarını da buna göre ayrı ayrı düzenlemiştir.
1. Birinci gruba giren
suçlar, ergin olan veya ergin kılınan bir kimsenin cebir ve şiddet veya tehdit
veya hile ile kaçırılması veya bir yerde alıkonulmasıdır. Yine söz konusu
fiiller mağdurun akıl veya beden hastalığı veya failin fiilinden başka bir
nedenle veya kullanılan hileli vasıtalardan dolayı fiile karşı koyamayacak
hâlde bulunan kişiye karşı işlendiğinde de suç oluşacaktır. Suçun maddî
unsurunu gerçekleştirmek hususundaki bu yardımcı eylemlerin anlam ve kapsamı
için 315 inci maddenin gerekçesine bakılmalıdır.
Suçun maddî unsuru
seçimlik olup kaçırma veya bir yerde alıkoymadır. Kaçırma unsuru, suç
kurbanının kendi hukukî alanından fail tarafından çıkarılarak failin hukukî
alanına sokulması ve bu suretle mağdurun kendi cismi üzerindeki egemenliğinin
fiilen yok edilmesiyle tamamlanmış olur.
Alıkoymak ise, failin
hukuk alanına, Yargıtayın deyimi ile "güvenlik alanına" girmiş bulunan
kimsenin mağdurun arzusuna karşın bu alan içerisinde tutulmasıdır. Maddenin ikinci fıkrası, kaçırılan veya
alıkonulan kimsenin evli bulunmasını suçun ağırlaştırıcı bir hâli olarak kabul
etmiştir.
Maddenin üçüncü
fıkrasında, birinci fıkrada gösterilen suretle işlenen fiilin mağdurunun ergin
olmaması, fiilin ağırlaşmış şekli olarak saptanmıştır.
2. İkinci grubu oluşturan
suçlar, ergin olmayan kişilerin rızasıyla kaçırılmış ve alıkonulmuş
bulunmalarıdır.
Maddenin beşinci
fıkrasında mağdurun oniki yaşını bitirmemiş olması hâlinde verilecek ceza
gösterilmiştir.
Son fıkrada ise, yukarıda
yazılı fiillerin ergin kişiler hakkında işlenmesi hâlinde bu fiillerin
soruşturma ve kovuşturması şikâyete bağlı tutulmuştur; ancak şikâyetten
vazgeçilemez.
Madde 326. - Bu madde ile
325 inci maddede yer alan kaçırma ve alıkoyma suçlarına özgü bir etkin
pişmanlık hükmü getirilmektedir. Bu hâllerden birincisi kaçırılan veya
alıkonulanın, fail tarafından kendiliğinden veya kaçırıldığı yere veya
kaçırılanın ailesinin evine veya ailesi tarafından alınması olanaklı bulunan
güvenli diğer bir yere getirilip serbest bırakılmasından ibarettir. Ancak bu
hâlin hafifletici bir neden olarak kabul edilmesi için ön koşul, kaçırılan veya
alıkonulanın üzerinde hiçbir şehevî harekette bulunulmaksızın serbest
bırakılmış olmasıdır. Mağdur, üzerinde şehevî harekette bulunulduktan sonra
serbest bırakılmış ise, pişmanlık hükmünden yararlanılamaz.
Fıkranın (2) numaralı
bendinde ise, kaçırmak veya alıkoymak fiili yalnızca evlenmek maksadıyla
işlenmiş ve mağdur üzerinde herhangi bir şehevî harekette de bulunulmamış ise
verilecek ceza indirilecektir. Sözü geçen hafifletici nedenin kabul
edilebilmesi için doğal olarak, fail ile mağdur arasında evlenmeye engel
nedenler bulunmamalıdır. Şehevî hareketi sadece ırza geçme olarak kabul
etmemelidir. Bu suç dışında her türlü temas, ırza tasaddi gibi hareketler de
maddenin uygulanmasına engel teşkil edecektir.
Bu iki nedenden fiile
iştirak etmiş diğer suç ortaklarının da yararlanacağı maddenin ikinci
fıkrasında açıklanmıştır.
Madde 327. - Maddenin
birinci fıkrasında, kaçırma veya alıkoyma veya ırza geçme suçunun sanık veya
hükümlülerinden birisi, suçun mağduru ile evlendiği takdirde, fail hakkında
kamu davası veya hüküm verilmişse cezanın çektirilmesinin erteleneceği açıklanmıştır.
İkinci fıkrada ise, fail tarafından beş yıllık erteleme süresi sonuna kadar
haksız olarak boşanmaya neden olunduğu takdirde kovuşturmanın yenileneceği ve
evvelce hüküm kurulmuşsa cezanın çektirileceği hakkında hüküm getirilmiştir.
Böylece maddenin ikinci fıkrasındaki durum gerçekleşmediği takdirde, ortada
cezayı tümüyle kaldıran tam bir etkin pişmanlık hâli var olacaktır.
Maddenin üçüncü
fıkrasında, sözü edilen maddelerde yer alan suçlar bakımından da aynı hükmün
uygulanacağı açıklanmıştır.
Son fıkrada, evlenen
sanık veya hükümlüler hakkında kamu davasının veya cezanın ertelenmesini
gerektiren hâllerin, fiilde ortak olanlar hakkındaki kamu davası veya cezanın
düşmesini gerektireceği hükmüne yer verilmiştir. Dolayısıyla sonradan boşanma
olsa bile adı geçenler hakkındaki kovuşturma yenilenmeyecek, cezanın infazına
girişilmeyecektir.
Madde 328. - Madde, bu
Bölümde yer alan cürümlerden dolayı mahkûmiyet hâlinde verilecek güvenlik
tedbirlerini saptamış bulunmaktadır.
Bu hususta 94 üncü
maddenin gerekçesine bakılmalıdır.
Madde 329. - Madde,
kaçırma cürümleri hakkında cezayı artıran özel bir hâli saptamaktadır. Maddeye
göre, mağdurun zorla kaçırma yüzünden yaralanması ve bu yaraların failin arzusu
dışında ve kasta dayalı olmayarak meydana gelmesi hâlinde cezanın artırılması
öngörülmüştür. Mağdur, fiil sonucu ölmüşse faile verilecek cezanın daha çok
artırılması yoluna gidilecektir.
Böylece Tasarı neticeden
doğan objektif bir sorumluluk hâlini belirtmiş bulunmaktadır. Objektif
sorumluluk hâlinde geçerli hukuk esaslarının varlığı burada da aranacaktır.
Madde 330. - Maddenin
birinci fıkrası, birden çok evlenme fiilini suç hâline getirmiştir. Suçun faili
kadın veya erkek olabilir.
Birden çok evlenme fiili
kamu düzenini de bozan bir cürümdür; ancak bu suçun aynı zamanda ihlâl ettiği
aile düzenini koruma yararının hukuken üstün değer olduğunu kabul eden Tasarı,
suçu bu Bölüm içine almayı uygun bulmuştur.
Suçun oluşması için ön
koşul, failin evli bir kişi olmasıdır. Suçun maddî unsuru, evli olan kimsenin
kanuna ve usulüne uygun olarak ikinci bir nikâh işlemi yaptırmış bulunmasıdır.
Birinci evliliğin Türkiye'de veya yabancı bir ülkede yapılmış olmasının önemi
yoktur. Birinci evlilik ölüm, boşanma veya iptal suretiyle ortadan kalkmadığı
sürece ikinci evlilik suç teşkil edecektir. Birinci evliliğin iptalinin
olanaklı bulunması hâlinde de iptal hükmü kesinleşmediği sürece ikinci evlilik,
suç teşkil edecektir. Suçun oluşabilmesi için kast esastır; taksirle ikinci
evliliğin gerçekleşmiş bulunması hâlinde fiil suç olmaz.
Evli olduğu hâlde ikinci
defa evlenen kişinin durumunu bilerek onunla evlenen kimse de birinci fıkra
gereğince cezalandırılacaktır. Bu hâlde suçun oluşması için failin, kendisinin
evli olması gerekmez ve fakat evlendiği kişinin esasen evli bulunduğunu bilmesi
yeterlidir. Taksir, suçun oluşması için yeterli değildir. Birinci evlenme yurt
dışında yapılmış olsa da suç oluşacaktır. İkinci evlenmenin Türkiye dışında
gerçekleştirilmiş olması hâlinde ise Türkiye dışında bir Türk tarafından
işlenmiş ise bu suç söz konusu olur.
Maddenin ikinci
fıkrasında, hile yaparak veya aldatarak gerçek kişiliğini saklamak suretiyle
evlenme cezalandırılmaktadır. Suç, failin gerçek kimliğini saklayarak kendisini
bir başka kimse gibi göstermesi bunun için hile yaparak ve aldatarak eşini
evlenmeye razı etmiş bulunması ile oluşur. Burada adeta evlenmede
dolandırıcılığa benzer bir durum söz konusudur.
Maddenin üçüncü fıkrası,
birinci fıkrada yer alan suçun ayrıca ikinci fıkradaki şekilde işlenmesini bir
ağırlaştırıcı neden hâline getirmiştir. Fiile Ülkemizde son zamanlarda sık
olarak rastlanmakta ve hüküm boşluğu dolayısıyla bir şey yapılamamaktadır.
İkinci fıkrada yazılı suç
eşin şikâyeti üzerine cezalandırılacaktır. Birinci fıkrada yer alan suçun
kovuşturulması ise şikâyete bağlı değildir.
Dördüncü fıkrada, birinci
fıkrada yazılı suçtan dolayı zamanaşımının evlenmenin iptali kararının
kesinleştiği tarihten itibaren başlıyacağı hükmü getirilmiştir. İptal davası
uzun sürebileceğinden, burada zamanaşımının başlangıcını özel biçimde belirleyen
bir hükmün getirilmesi yerinde görülmüştür.
Maddenin son fıkrasında,
resmî nikâh bulunmadan evlenmenin dinsel töreninin yaptırılmasının
cezalandırılacağı hususundaki hükme yer verilmiştir. Böylece Anayasanın 174
üncü maddesinin (4) numaralı bendi vurgulanmış olmaktadır. Ancak, medenî
nikâhın yapılması durumunda kamu davası ve hükmedilen cezanın bütün
sonuçlarıyla ortadan kaldırılacağı hükme bağlanarak, resmî nikâhın yapılmasını
teşvik edici bir hüküm getirilmiştir. Hâlen, insanların fiilen ve uzun süreler,
nikâhsız olarak yaşadıkları ve bunun suç oluşturmadığı düşünülecek olursa,
böyle bir hükmün yerinde olduğu kabul edilmelidir.
Madde 331. - Madde,
Ülkemizde boşanma davalarında örneklerine oldukça sık rastlanan hukuk dışı bir
uygulamadan kişileri caydırmak üzere Tasarıya alınmıştır. Gerçekten, eşinin
gıyabında kolaylıkla bir boşanma hükmü elde etmek maksadıyla bazı kişilerin
hileli yollara başvurarak usul işlemlerinden eşlerinin haberdar olmamalarını
sağlamaya giriştikleri görülmektedir. Bu gibi hâllerde mevzuatımıza göre
değişik hükümlerin uygulanabilme olanağı var olduğundan içtihat farklılıkları
çıkmakta ve bazı hâllerde ise yaptırım uygulanamamaktadır. Söz konusu sakıncalı
durumu gidermek üzere bu madde kaleme alınmıştır.
Suçun ön koşulu, bir
boşanma davasının açılmış olmasıdır. Maddî unsur, failin usul işlemlerinden
eşinin haberi olmamasını sağlamak maksadıyla hileli yollara başvurması veya
yanlış beyanlarda bulunmasıdır.
Maddenin son fıkrası,
belirtilen yollara başvurularak eşin usul işlemlerinden haberdar edilmediği bir
davada boşanmaya karar verilmesini ağırlaştırıcı neden saymaktadır. Boşanma
kararının esası itibarıyla hukuka uygun olup olmamasının önemi yoktur. Burada
suçu oluşturan husus, insanların kendilerini savunma olanağının hile ile yok edilmesidir.
Davanın reddi hâlinde ise sadece birinci fıkra hükmü uygulanacaktır.
Madde 332. - Madde, bir
çocuğu, hukuken sahip bulunduğu aile durumundan yoksun kılmayı suç hâline
getirmiştir; bu netice, yetkili mercilere gerekli bilgileri vermemek veya yanlış
bilgiler vermek suretiyle gerçekleştirilecektir.
Kişilerin aileleriyle
olan ilişkileri, doğum, evlât edinme, tanıma veya babalığa hükmolunması yolları
ile hukuken oluşur. Doğumla meydana gelen ilişkinin maddede belirtilen
suretlerle değiştirilmesi suç hâline getirilmiştir.
Suçun oluşması için
failde, çocuğu aile durumundan yoksun kılma kastının varlığı esastır. Taksir
hâlinde suç oluşmaz.
Madde 333. - Madde, aile
mensuplarından birine veya böyle olmasa da onsekiz yaşını bitirmemiş bir küçüğe
kötü muamelede bulunulmasını cezalandırmaktadır.
Ancak, her türlü kötü
muamele suçun oluşmasını olanaklı kılmaz. Kötü muamelenin "merhamet
(acıma) ve şefkatle (sevecenlikle) bağdaşmayacak" nitelikte bulunması yani
belirli bir ölçüde ağırlık taşıması gereklidir.
Burada önemli olan husus
"merhamet ve şefkatle bağdaşmayacak derecede kötü muamele"nin neden
ibaret bulunduğudur. Kötü muameleyi, etkili eylem, fuhşa teşvik, ırza tasaddi,
ırza geçme, terk gibi hâller dışında, bir kavram olarak belirlemek gerekir. Beden
bütünlüğüne, etkili eylem oluşturmayacak surette zarar veren, onur ve hürriyeti
esaslı biçimde ihlâl eden fiiller kötü muamele sayılmalıdır. Yarı aç, susuz,
gece soğukta dışarıda bırakma, uyku uyutmamak gibi hareketleri kötü muameleye
örnek olarak vermek olanaklıdır. Karısının direnç ve muhalefetine rağmen onu
livata fiiline katlanmaya mecbur etmeyi Yargıtay kötü muamele saymaktadır.
Türk Medenî Kanununun 367
nci maddesi karşısında "aile mensupları" terimi sadece hısımları
değil, birlikte yaşamakta bulunan tüm kişileri ifade eder. Esasen maddenin
ikinci fıkrasında fiilin aile mensuplarından kayın hısımlılığında da olsa
üstsoy ve altsoya karşı işlenmesi bir ağırlaştırıcı neden sayılmıştır. Bu
itibarla onsekiz yaşından küçüğe kötü muamele hâlinde onun aile mensuplarından
olması koşulu aranmayacaktır.
Madde 334. - Kişilerin
idareleri altında bulunan veya büyütmek, okutmak, bakmak, muhafaza etmek veya
bir meslek veya san'atı öğretmekle yükümlü olduğu kimseler üzerinde terbiye
etmek, eğitmek görevi dolayısıyla belirli disiplin yetkilerine sahip
bulunmaları gerekir; aksi takdirde görev yerine getirilmez. Tasarının bu
maddesi söz konusu disiplin yetkisini kötüye kullanmayı cezalandırmaktadır.
Türk Medenî Kanununun 339 ve 340 ıncı maddeleri bu bakımdan ana babaya çocuk
üzerinde tedip hakkını vermiştir. Bu hususta Çocuk Hakları Sözleşmesinin
hükümleri de göz önünde bulundurulmalıdır.
Disiplin yetkisi eğitim
hakkının doğal bir sonucudur ve bu yetki olmadan söz konusu hak kullanılamaz.
Disiplin yetkisinin sınırı ise maddede gösterilmiştir. Disiplin yetkisi kişinin
bedensel ve ruhsal sağlığının bozulmasına neden olmayacak veya bir tehlikeye
maruz kalmasını sonuçlamayacak derecede kullanılabilecektir. Bununla beraber
sınır, örf ve âdetlere göre ve toplumda geçerli sosyalleştirme sistemine göre
belirecek ve Yargıtay kararları da çerçeveyi belirleyecektir. Bu hususta
Türkiye'nin de kabul etmiş bulunduğu, Çocuk Hakları Sözleşmesi de yorumda,
elbette ki, göz önünde bulundurulacaktır.
Madde 335. - Madde,
doktrinde, "ailenin terki" olarak adlandırılmış olan suç grubuna ait
üç ayrı fiili cezalandırmakta ve bu bakımdan ceza mevzuatımızda bir reform
niteliği taşımaktadır. Madde üç ayrı numara taşıyan fıkralarında yasak olan
fiilleri belirtmekte ve maddenin son cümlesinde her üç hareketi kapsayan ceza
gösterilmektedir.
(1) numaralı fıkrada,
doktrinde maddî terk olarak isimlendirilen suç yer almıştır. Ciddî ve önemli
bir neden olmadığı hâlde iki aydan fazla bir süre ile eşlerden birisinin
müşterek yerleşim yerini terk ederek velâyetten kaynaklanan maddî ve manevî
yükümlülüğünü yerine getirmemesi suç sayılmıştır.
(2) numaralı fıkra, evli
olsun veya olmasın gebe olan eşini veya sürekli birlikte yaşadığı ve
kendisinden gebe kalmış kadını çaresiz durumda terk eden yani ona her türlü
yardımı yapmaksızın ortada bırakan kişiyi cezalandırmaktadır.
(3) numaralı fıkra,
doktrinde manevî terk olarak tanımlanan ailenin terki suçunu
cezalandırmaktadır. Suç, itiyadî sarhoşluk, uyuşturucu madde kullanma veya onur
kırıcı yaşayış tarzı nedeni ile özen noksanı veya kusurundan dolayı çocukların
ahlâk, güvenlik ve sağlıklarının ağır şekilde tehlikeyle karşı karşıya
kalmasına neden olmaktır. Bu kişiler hakkında hâkimin ayrıca 94 üncü maddenin
(B) fıkrasının (1) numaralı bendindeki tedbiri de uygulaması gerekir. Bu madde
uygulanırken ayrıca İcra ve İflâs Kanununun 344 üncü maddesi de göz önünde
bulundurulmalıdır.
Madde 336. - Maddenin
birinci fıkrasında, onbeş yaşını bitirmemiş bir çocuğun kendi rızasıyla
kaçırılması veya alıkonulması cezalandırılmaktadır. Böylece bu maddeyle çocuk
üzerindeki velâyet veya vesayet hakları korunmaktadır. Çocuk üzerinde kaçırma
ve alıkoyma fiilinin şehvet hissi veya evlenmek niyetiyle işlenmesi hâlinde
herşeyden önce yine çocuk üzerindeki velâyet ve vesayet hakkı ihlâl edilmiş
olur. Bununla birlikte fiilin şehvet hissi ve evlenmek niyetiyle icrası hâli,
edep törelerine karşı suçlar arasında yer almış, bu Bölümde ise söz konusu
maksatlar olmadan çocuğun kaçırılması veya alıkonulması suçu konulmak suretiyle
aile kurumunu korumaya üstünlük verilmiştir. Böylece maddî unsurları aynı olan
ve fakat maksat bakımından birbirinden ayrılan suçları bir araya toplamak
uygulama kolaylığı sağlayabilir.
Suçun maddî unsuru,
kaçırmak veya çocuğu rızası ile alıkoymaktır. Kaçırma ve alıkoymak terimleri
için 325 inci maddenin gerekçesine bakılmalıdır.
Maddenin ikinci
fıkrasında, suça ait iki ağırlaştırıcı hâle yer verilmiştir: Birinci hâl
küçüğün rızası olmaksızın kaçırılması veya alıkonulmasıdır. İkinci hâl ise
küçüğün henüz oniki yaşını bitirmemiş bulunmasıdır.
Bu maddenin uygulamasında
İcra ve İflâs Kanununun 25 ve 341 inci maddelerinin göz önünde bulundurulması
gerekir.