Konu:2014 YILI MERKEZİ YÖNETİM BÜTÇE KANUNU TASARISI İLE 2012 YILI MERKEZİ YÖNETİM KESİN HESAP KANUNU TASARISI NEDENİYLE
Yasama Yılı:4
Birleşim:30
Tarih:13/12/2013


2014 YILI MERKEZİ YÖNETİM BÜTÇE KANUNU TASARISI İLE 2012 YILI MERKEZİ YÖNETİM KESİN HESAP KANUNU TASARISI NEDENİYLE
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ

MHP GRUBU ADINA MURAT BAŞESGİOĞLU (İstanbul) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Adalet Bakanlığı 2014 yılı bütçesi üzerinde Milliyetçi Hareket Partisinin görüşlerini arz etmek üzere söz aldım. Bu vesileyle yüce heyetinizi ve aziz milletimizi şahsım ve grubum adına saygıyla selamlıyorum.

Değerli milletvekilleri, "adalet" kavramı hem devlet hem de toplumsal hayatımızda önemli bir değerdir. "Adalet mülkün temelidir." diyerek devletimizin temellerinin adalet üzerine inşa edildiğini beyan etmişizdir. Adaletli olmayı emreden dinî inancımız ve kültürel mirasımız toplumsal harcımızı adalet ilkeleriyle yoğurmuştur. Tüm tarihimiz boyunca toplumsal huzur ve barışı "adalet" kavramında bulmuş, toplumsal vicdanımız adaletle tatmin olmuş, adaletsizlikte ise incinmiştir.

Uluslararası camiada da adalet vazgeçilmez bir değerdir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nde herkesin, davasının bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından adil ve aleni olarak görülmesini istemeye hakkı olduğu yıllar öncesinden kabul edilmiştir. Vatandaşların ülkedeki mevzuata, uygulamaya ve sonuçlarına güven duymalarını içeren "hukuk güvenliği" evrensel değerler arasında sıkça telaffuz edilen bir kavram olmuştur.

Değerli milletvekilleri, gelmiş geçmiş bütün cumhuriyet hükûmetleri adalet hizmetlerini iyileştirmek için gayret sarf etmişlerdir. Son on yıldır görev yapan sayın bakanlar döneminde de altyapı hizmetleri, adliye sarayları ve fiziki yapılar, insan kaynaklarındaki iyileştirmeler, teknolojik gelişmeler ve yoğun yasa çalışmaları gerçekleştirilmiştir. Bu alanda, başta sayın bakanlar olmak üzere, adalet dağıtan hâkim ve savcılarımıza, Bakanlık merkez ve taşra teşkilatında çalışan tüm görevlilere teşekkürlerimizi sunuyoruz. Ancak, değerli milletvekilleri, ülkemizdeki adalet açığı o kadar büyüktür ki, yargının sorunları o kadar çoktur ki, bu kadar yoğun bir gündemi bir tek bakanlığın, Adalet Bakanlığının tek başına çözmesi mümkün değildir. Bu, tamamen siyasal iktidarın hukuk devleti ilkesini özümsemesine, yargı bağımsızlığına ve yargının tarafsızlığına verdiği önemle eşdeğerdir.

Bakınız, on yılı aşkın süredir yapılan çalışmalara, çıkarılan yasalara, uygulamaya ilişkin düzenlemelere, yargının sorunlarını çözeceği iddiasıyla yapılan 2010 Anayasa değişikliğine, toplumu büyük beklentilere sokarak çıkarılan 4 adet yargı paketine rağmen, maalesef çok ağır bir tabloyla karşı karşıyayız. Tazminat Komisyonu kurmamıza ve Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı tanımamıza rağmen, hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine en çok şikâyet başvurusu yapılan ve yine hakkında en çok ihlal kararı verilen ülkeler içerisinde ilk sırada yer almaktayız.

Mahkemelerde iş yoğunluğu had safhadadır. Ceza ve tutukevlerinde hükümlü ve tutuklu sayıları çoğu kez kapasiteleri aşmaktadır. İfade ve düşünce hürriyeti, toplantı, gösteri ve yürüyüş haklarının kullanımında ve korunmasında toplum olarak büyük sıkıntılar çekmekteyiz. Kamuoyunun çok yakından takip ettiği birçok davada masumiyet karinesinin ortadan kalktığı, tutukluluğun geçici bir tedbir olmaktan çıkıp fiilî mahkûmiyete dönüştüğü yolunda çok sayıda iddia ve itirazlar gerçekleşmiştir. Bu davalardan Balyoz ve Ergenekon gibi sonuçlanan davalar da açıkçası toplum vicdanında karşılık bulmamış, hâlen de tartışılmaya devam etmektedir.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; dikkatlerinize sunmak istediğim bir konu da tutuklu milletvekilleri konusudur. Hepiniz hatırlayacaksınız, 2011 Temmuz ayında Mecliste temsil edilen tüm siyasi partilerin ortak iradeleriyle bir protokol imzalanmış ve tutuklu milletvekillerinin sorununa çözüm bulunması amaçlanmış idi. 2011 Temmuzundan bu tarafa geçen iki buçuk yılı aşkın süre içerisinde tutuklu milletvekillerinin sorununa yasama kendi dinamikleriyle bir çözüm maalesef üretememiştir. Yargılamalar bitmiş, davalar sonuçlanmıştır. Bu bağlamda -çok yakında- Anayasa Mahkemesince Sayın Mustafa Balbay hakkında verilen kararı çok önemli buluyoruz. Sayın Balbay'a bir kez daha geçmiş olsun diyoruz. Bu kararın diğer davalardan tutuklu BDP'li milletvekilleri için de yol gösterici olacağına inanıyorum. Aynı şekilde, bu kararın İstanbul Milletvekilimiz Sayın Engin Alan için de emsal teşkil edeceğine inanıyoruz. Sayın Alan'ın avukatı tarafından Anayasa Mahkemesine müvekkili hakkında adil yargılamanın ihlali ve milletvekilliği görevlerini yapamaması nedeniyle bireysel başvuruda bulunulmuştur. Anayasa Mahkemesinin Sayın Balbay hakkındaki kararının gerekçesi iki ana noktadadır: Birincisi, uzun tutukluluk süresi, ikincisi de milletvekilliği yapamaması yani seçilme hakkının ihlaliyle ilişkilidir. Sayın Alan hakkında bu gerekçeler geçerli olduğu gibi, adil yargılanamama itirazı da daha önemlidir. Burada klasik tutuklu hükümlü, kesin hüküm gibi şeklî ve zamana bağlı ayrımlara takılmamalıyız, netice de işin özü özgürlüğe ilişkindir. Kaldı ki hem doktrinde hem de uygulamada kesin hüküm konusu hâlen tartışmalıdır. Sayın Alan için hak arama yolları tamamen tükenmemiştir; kanun yararına bozma, yargılamanın yenilenmesi, Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru ve kendi takdirine bağlı olmak üzere Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuru yolları açıktır. Bu çerçevede, İstanbul Milletvekilimiz Sayın Alan tarafından Anayasa Mahkemesine yapılan başvurunun kabul edilmesini, tutukluluğunun sona ermesini ve yeniden yargılama yolunun kendisine açılmasını temenni etmekteyiz. Bu temennimiz Sayın Alan'la sınırlı değildir, uzun tutukluluk ve diğer hak ihlali tüm mağdurlar için de geçerlidir. Eğer, yargının tozlu arşivlerine üzerine şaibe bulaşmış dosyalar terk etmek istemiyorsak bu mağdurların ödemiş olduğu ağır bedeller dikkate alınmalı ve yeniden yargılanmalarının yolu açılmalıdır.

Sayın milletvekilleri, son on yılda mevcut yapısal sorunlarımıza ilaveten yeni ve can alıcı iki büyük tehdit daha ilave olmuştur. Bunlardan birincisi: Parlamenter demokrasiden hızla uzaklaşıp otoriter bir yönetime doğru gitmekte olduğumuzdur. Siyasal yönetim sistemimiz kuvvetler ayrılığı sistemine göre tanzim edilmiş, devlet organlarına bu prensip çerçevesinde yetki ve sorumluluklar verilmiştir. Yasama, yürütme ve yargı erklerinin kendi aralarında dengeli, kendi sınırlarını aşmayan, tek elde toplanmayan, birbirini kuşatmayan bir konumda olmaları demokratik yöntemlerin olmazsa olmazıdır. Bu prensibin zorlanması, yetki ve görev alanlarının aşılması, devlet yönetiminde siyasi krizlere neden olur. Kuvvetler ayrılığı prensibini hayata geçiren, onu ayakta tutan da hukuk devletidir. Yasama veya yürütmenin anayasal sınırlar dışına taşan güç ve yetki kullanımı hukukun üstünlüğü gereğince sınırlanır. Elbette, belki de en başta yargı da hukukun üstünlüğü içindedir. Keza, hukuk devleti şeklî bir kanun devleti anlamına gelmemektedir, meşruiyet içerisinde durması gerekir. Tam anlamıyla bir hukuk devletinden bahsedilebilmesi için de bağımsız ve tarafsız bir yargı şarttır. Bu evrensel kabule rağmen maalesef ülkemizde kuvvetler ayrılığı yerine kuvvetlerin temerküzüne doğru bir gidiş başlamış, devletle hükûmet kavramları aynılaşmış, yasama, yasa yapma ve iktidarı denetleme fonksiyonundan etkisiz kalmış, yürütme ve yasamanın iç içe geçtiği, girdiği bir ortam karşımıza çıkmıştır. AK PARTİ iktidarının sayısal gücüne güvenmesi ve tek başına hareket etme alışkanlığı parlamenter demokraside derin çatlaklar oluşturmuştur.

Değerli milletvekilleri, ikinci tehdit ise milletimizin birlik ve bütünlüğüne yönelmiş etnik temelli bölücü tehdittir. Türkiye Cumhuriyeti devletini tasfiye etmeyi, etnik ayrışma ve bölünme yoluyla milletimizi parçalamayı hedef almış bir tehdit söz konusudur. Aslında, bu emperyalizmin Türk milletiyle yarım kalmış bölme, parçalanma hesabının güncellenmiş yeni bir versiyonudur. Ne yazık ki kendine yeni imkânlar ve aktörler bulabilmiştir. Emperyalizmin bu oyununu bozarak bu coğrafyada Türk milleti olarak var olmak, bir ve beraber yaşamak milletimizi oluşturan herkesin, Türklerin de, Kürtlerin de ortak paydası olmalıdır.

Değerli milletvekilleri, asıl hayret verici olan, görevi devletin diğer kurumlarıyla birlikte bu tehdidi yok etmek olan Hükûmetin bu konudaki duyarsızlığı ve yanlış politikalarıdır. Bu konudaki görevini yerine getirmeyen Hükûmet, PKK'yı ve bölücü başını muhatap alarak uzun süredir yaptığı gizli görüşmeleri, sözde açılım ve çözüm süreci adı altında açıktan yapmaya başlamıştır. Sözde çözüm süreci, tüm iddiaların aksine bir devlet politikası değildir çünkü bu konuda devlet politikası olması için işletilmesi gereken hiçbir karar süreci işletilmemiştir. Parlamentoda siyasal muhalefetin katıldığı veyahut da diğer Meclis gruplarının katıldığı bir karar oluşturma süreci geçmemiştir. Ben hatırlamıyorum ki hiçbir Millî Güvenlik Kurulunda bu sözde açılım sürecine atıf yoktur. Çok açıkçası bu açılım sürecinin gerçek içeriğini bilen maalesef Parlamentoda ve Hükûmet içinde çok sınırlı sayıda kişi bulunmaktadır. Dolayısıyla, bu şekilde gizlenmiş bir projenin bir devlet politikası olması mümkün değildir. Her Millî Güvenlik Kurulu bildirisini dikkatle takip ediyorum, size de tavsiye ediyorum, hiçbirinde bu çözüm sürecine bir referans yoktur ve bu çözüm sürecinin yapılma şeklinin ve akıbetinin devlet politikası olduğu yolunda bir açıklama yoktur, olması da kesinlikle mümkün değildir. Hiçbir devlet biriminin, neticede bizi ayrılığa getirecek, etnik bölücülüğe prim sağlayacak böyle bir projeye devlet katkısını sunması mümkün değildir.

Değerli milletvekilleri, ayrıca, bu sürecin toplumsal ve siyasal hiçbir meşruiyeti yoktur. 2011 seçimlerinde seçim meydanlarında vatandaşımızdan oy isteyen iktidar partisi, hiçbir şekilde bu şekilde bir süreci başlatacağını, PKK'yla, bölücü örgütle görüşeceğini ve çeşitli açılım denemelerinde bulunacağını milletimizle paylaşmamıştır. Burada vekâletsiz bir iş görme söz konusudur ve bu, sonuçları itibarıyla hiçbir zaman toplumsal ve siyasal bir meşruiyete dayanmamaktadır. Ayrıca, bu sürecin her adımı -dikkatinizi çekerim- Ceza Kanunu, Terörle Mücadele Kanunu, Siyasi Partiler Kanunu ve anayasa hukuku açısından açıkça suç teşkil etmektedir. Çıkarılan 4 yargı paketinin birçok hükmü bu sürecin içini doldurmak için yapılan taktiksel hamlelerdir. En son açıklanan demokratikleşme paketi de bu amaca matuftur. İster taktik ister stratejik olsun, atılan her adım birliğimizden, kardeşliğimizden bir parça koparmakta ve etnik ayrışmayı körüklemektedir. Geldiğimiz nokta, PKK'yı tüm Kürt kökenli vatandaşlarımızı temsil noktasına çıkarmış, etnik bölücülüğü siyasallaştırmış, muhatap almış ve meşru sayarak müzakere edildiği bir noktaya getirmiştir.

Değerli arkadaşlarım, aslında bu saydığım hususlar bir terör örgütünün baştan beri hedeflediği hususlardır. 1983 yılında Türk milletine isyan eden bölücü örgüt 800 bin kişilik Türk Silahlı Kuvvetlerini yenemeyeceğini biliyordu. O, günün birinde Türkiye Cumhuriyeti devletinin kendisini masanın karşısına oturtup muhatap almasını, kendisini meşru saymasını ve kendisiyle müzakere koşullarını oluşturmasını hedeflemiştir. Çok açıktır, bu kürsüden hicap duyarak ifade etmek istiyorum ki bu örgüt, 1983'ten beri yapmış olduğu mücadeleler sonunda bu hedefini bu devirde yakalamıştır. Bunu sizin ve aziz milletimizin tertemiz vicdanlarına havale ediyor ve önümüzdeki sürecin ülkemiz açısından, kardeşlik hukukumuz açısından çok kritik bir süreç olduğunu da takdirlerinize sunmak istiyorum.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; evet, baştan beri, dikkat ederseniz, üç hususa dikkatinizi çekmeye çalıştım: Birincisi, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, yargı tarafsızlığı; diğer ikisi de -iki tehditten bahsettim- birisi parlamenter demokrasiden uzaklaştığımız, otoriter bir yönelime doğru gittiğimiz; bir üçüncüsü de ülkemizin ve devletimizin bekası açısından etnik bir bölücülükle karşı karşıya olduğumuz. Bunlar çok hayati tehditlerdir. Birçok sorun stokumuz var; işsizlik gibi, eğitim sorunu gibi, sağlık sorunu gibi, sosyal güvenlik gibi birçok sorunumuz var. Ama, bu saydığım hususlar yeni, hayati ve can alıcı sorunlardır. Türkiye bu üç noktada belli bir noktaya varmadan yoluna devam edemez, bölgenin güçlü ülkesi olamaz. Peki, bu noktayı nasıl sağlayacağız? Kafamızdaki soru budur. Parlamentoda siyasi partiler arasında bu konuda bir mutabakat olmuş mudur? Hayır, olmamıştır. Maalesef iktidar partisinin tek başına Meclisteki sayısal çoğunluğuna, sandalyesine güvenerek "Her şeyi ben yaparım." iddiasıyla siyasi muhalefetle paylaşma gereği duymadığı bu süreçler çok kritik bir noktaya gelmiştir. Maalesef bu üç can alıcı noktada uzlaşma, bir çözüm dinamiği görülmemiştir, önümüzdeki seçim sürecinde de böyle bir mutabakatın olma ihtimalî çok zayıf görünmektedir.

Peki, yasama bu konuda bir çözüm üretmediyse bu sorunlar sahipsiz mi kalacak? Ne olacak bu ülkenin geleceği? Bu sorunları tek başına bırakıp devam mı edilecek? Bu zararlı sürecin sonuçlarından ülkemizi, milletimizi nasıl koruyacağız? Hep birlikte gidişata seyirci mi kalacağız? İşlenen suçlara, sağlanmayan kanun hâkimiyetine, devlet egemenliğini paylaşma gayretlerine, paralel devlet yapılanmalarına sessiz mi kalacağız? Elbette, Milliyetçi Hareket Partisi olarak görevimizin bilincindeyiz. Bu tehditleri bertaraf etmek için tüm gayretimizle çalışıyoruz ve muhalefet etme sorumluluğumuzu da hiç kimseye ciro etme kolaylığı içerisinde değiliz. Bu kapsamda, önümüzdeki yıllarda yapılacak üç seçimi de -mahallî seçimleri, Cumhurbaşkanlığı seçimini ve milletvekili genel seçimlerini- ülkemizin kader seçimleri olarak görüyoruz. Bu seçimlerde yanlış girilen bu yoldan ülkemizi bir bütün olarak kurtarmak veyahut da Allah korusun, azaba, parçalanmaya, bölünmeye götürmek gibi çok riskli bir yol ayrımında olduğumuzu bugünden ifade etmek istiyorum.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; evet, bu üç konu sahipsiz değildir. Devletimizin kurucu felsefesi, anayasal sistemimiz bu üç konuyu da sahipsiz bırakmamıştır. Kimi adres gösteriyoruz? Ben göstermiyorum, Anayasa'mızın bu anlamda gösterdiği adres başta yüksek yargı olmak üzere Türk yargı sistemidir, Türk hukuk mevzuatıdır. Bu süreci hukuk devleti ilkeleri uyarınca denetleyecek yegâne kurum da başta yüksek yargı organları olmak üzere Türk yargısıdır.

Ülkemizin yaşadığı siyasal kriz ve kaoslardan çıkışlarda bazen yürütme, bazen de yasama organı öncülük etmiştir. Bugün ise bu öncülük görevi Türk yargısındadır. Yargı organları kimin destek, kimin köstek olduğuna bakmadan millî ve üniter yapımızda gedik açacak her türlü idari ve yasal düzenlemeleri denetleyerek, bizi demokrasiden ve demokratik parlamenter sistemden uzaklaştıracak otoriter değişikliklere onay vermeyerek, vatanımızın her karış toprağında kanun hâkimiyetinin sağlanmasını gözeterek, kısaca mevcut Anayasa ve yasaların verdiği yetkiyi kullanarak bu kritik süreçten salimen çıkmamıza katkı sunabilirler. Buna öncülük edecek Türk yargısı aynı zamanda ülkemizde hukuk devletinin ve bağımsız yargının da bir daha geri gitmemek üzere gerçekleşmesini sağlamış olacaktır.

Evet, ben bu görüşümü çeşitli platformlarda dile getirdiğim zaman maalesef bana umutsuz gözlerle bakıldığına şahit oldum. "Bu hâldeki Türk yargısı mı bu meseleden bizi çıkaracak?" gibi, açıkça telaffuz edilmeyen sorular soruluyor. Evet, bütün olumsuzluklara rağmen, içinde bulunulan bütün şartlara rağmen, ben öncelikle, Türk hâkim ve savcısının da içinde bulunduğu bu durumdan memnun olmadığını, bağımsız bir yargıyı, tarafsız bir yargıyı ve gerçek anlamında bir hukuk devletini hedeflediğini biliyorum. Onun için, benim umudum hâlâ var ve inşallah, yargı cesareti konusunda önderler çıkacaktır. Yargının bağımsızlığı konusunda bu toprakların yetiştirdiği çok değerli insanlar çıkacak ve bu bahsettiğim üç tehdit konusunda yasamanın yanında anayasal görevini yapacak güçlü kurumlar söz konusu olacaktır. Benim inancım budur, bu inancımı sonuna kadar taşıyacağım.

Bu duygular içerisinde, Adalet Bakanlığı bütçemizin adalet camiamıza ve yüce milletimize hayırlı olmasını diliyor, hepinizi saygılarla selamlıyorum. (MHP sıralarından alkışlar)